Küreselleşme tartışması yeniden - Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

 

Küreselleşmeye sistem içi eleştirileriyle bilinen, Türkiye kökenli iktisatçı Dani Rodrik, Küresel Finansal Kriz’den başlayarak deglobalizasyon sürecinin başladığını, dış ticaretin canlılığını yitirdiğini, küresel değer zincirlerinin genişlemesinin durduğunu dile getiriyor.

Ukrayna-Rusya Savaşı’nın ardından Batı’da yine IMF tartışmaları başladı. (Fotoğraf: TRT)Ukrayna-Rusya Savaşı’nın ardından Batı’da yine IMF tartışmaları başladı. (Fotoğraf: TRT)

Ukrayna savaşı ile birlikte dünya ekonomisinin yeniden yapılandırılması üzerine bir tartışma başladı. The Economist dergisi 18 Haziran tarihinde küreselleşmenin yeniden keşfi (reinventing globalisation) başlığıyla çıktı. Ancak deglobalizasyon, yani küreselleşmenin tersine çevrilmesi sloganı sürece damgasını vurdu.

Kapitalizmin akil insanlarından, Financial Times’ın baş ekonomi editörü Martin Wolf 16 Mart’ta, “aralarında derin yarıklar bulunan iki blokun ortaya çıkması küreselleşmenin tersine çevrilmesi sürecini hızlandırıyor ve iş âleminin çıkarlarını jeopolitiğe kurban ediyor” yorumuyla tartışmaya katıldı.

İsterseniz yazıya 80’lerle birlikte gözde bir kavram haline gelen küreselleşmenin kısa tanımı ve tarihsel gelişimiyle başlayalım. Öncelikle burada kapitalist bir küreselleşmenin söz konusu olduğunu, küresel sermayenin talepleri ve ihtiyaçları doğrultusunda şekillenen bir tasarımı masaya yatırdığımızı hatırlatalım.

Neoliberalizm Küreselleşme Finansallaşma

Filipinli akademisyen ve aktivist Walden Bello, 1945’ten 1975’e kadar süren Çağdaş Kapitalizmin Altın Çağı’nın sona ermesiyle düşük büyüme ve yüksek enflasyonun birlikte ortaya çıktığı stagflasyon olgusu karşısında sermayenin üç kaçış yoluna başvurduğu saptamasını yapıyor: neoliberal yeniden yapılanma, küreselleşme ve finansallaşma.

Neoliberalizmde devlet sermayenin önünde ayak bağı olmaktan çıkacak, gelirin yoksul ve orta sınıflardan zenginlere doğru aktarılmasıyla, zenginler yatırım yapmak ve ekonomik büyümeyi yeniden ateşlemek için motivasyon kazanacaktı. Bu kurgu, sermayeyi destekleyen arz yönlü ekonomi politikaları uygulanırken, “zenginde pişer fakire de düşer” yollu bir yaklaşımla zenginleşmenin aşağı doğru yayılacağı, yoksulların da yüzünün güleceği vaadiyle meşrulaştırılmaya çalışılıyordu.

Filipinli akademisyen Walden Bello, 1945’ten 1975’e kadar süren Çağdaş Kapitalizmin Altın Çağı’nın sona ermesiyle düşük büyüme ve yüksek enflasyonun birlikte ortaya çıktığı stagflasyon olgusu karşısında sermayenin üç kaçış yoluna başvurduğu saptamasını yapıyor: neoliberal yeniden yapılanma, küreselleşme ve finansallaşma.

Küreselleşme ise, yarı-kapitalist, kapitalist olmayan ve kapitalizm öncesi mekânların küresel piyasa ekonomisine hızla entegrasyonuydu. Bu bütünleşme ticaretin liberalizasyonu; küresel sermayenin hem banka borçları hem portföy yatırımları yoluyla akışkanlığının sağlanması; doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının önündeki engellerin kaldırılmasıyla başarılacaktı. Sovyetler Birliği’nin dağılması, Comecon ekonomik bölgesindeki ülkelerin birbirinin peşi sıra, küresel sermayenin tahakkümüne girmesi sonrası, 2001’de Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne üyeliğinin gerçekleşmesi küreselleşmeye eşik atlattı.

Gelgelelim neoliberal yeniden yapılanma ve küreselleşmenin aşırı üretim sorununa getirdikleri sınırlı çözüm, küresel sermaye açısından finansallaşmayı gerekli kıldı. Kredi kartları ve tüketici kredileri, özellikle bozulan gelir dağılımı sonucu güçsüz düşen orta ve orta-altı sınıflara gelirlerinin üzerinde bir harcama yapma, dolayısıyla etkin talep yaratma olanağı tanımıştı. İkincisi, borsaların yükselmesi ve emlak fiyatlarının hızla katlanması, insanlarda “refah etkisi” olarak adlandırılan, “durduğum yerde zenginleşiyorum” yanılsaması yaratmış, onların tüketim cesaretini körüklemişti. Böylelikle finans sektörü, yaratılmış değerden kâr sızdırma misyonunu başarmış oldu.

2007-2008 Küresel Finansal Krizi doludizgin küreselleşme furyasının darbe yediği bir eşik noktası kabul edilebilir. ABD emlak piyasasından başlayıp, tüm dünyayı etkileyen kriz, kapitalist küreselleşmenin inandırıcılığını azalttı, herkesin yelkeninin şişeceği, herkesin yüzünün güleceği yolundaki ideolojik hegemonyasını da sarstı.

Tarihsel Bir Özet

Aslında kapitalizmin egemen üretim biçimi haline gelmesiyle, mal ticaretinin ve sermaye akımlarının hızlanıp, sonra geri çekildiği dönemler önceden de yaşanmıştı. Marksist iktisatçı Michael Roberts, 1850-70 dönemini, Britanya’nın hegemonyası altında Amerikan iç savaşı sonrasında böyle bir kavşak olarak tanımlıyor. 1870-90 arası depresyon bu döneme nokta koyar. Britanya’nın hegemonyasının sarsılması, başta Almanya yeni kapitalist güçlerin yükselmesiyle 1890 ile Birinci Dünya Savaşı arası dönem yeni bir sıçramayı simgeler. Sonra savaşlar ve Büyük Depresyon’la küreselleşme süreci yeniden kesintiye uğrar. Devamında, belirttiğimiz gibi 1945 sonrası ABD hegemonyasının tesisiyle, Bretton Woods anlaşması çerçevesinde yeni bir genişleme dönemine adım atılır.

Küreselleşme Duraklıyor

IMF küreselleşmenin derinliğini 4 eksende ölçüyor: Dış ticaret akışları, sermaye hareketleri ve doğrudan yatırımlar, göç hareketleri ve bilginin yayılımı. 2007-2008 krizinden sonra özellikle ticaret ve sermaye hareketlerinde ivme kaybı açık bir biçimde görülüyor. Bu yavaşlama olgusunu The Economist dergisi “slowbalisation” terimiyle popülerleştirdi. Kapitalist küreselleşmenin gelir ve servet dağılımını giderek bozduğu, toplumun kayda değer bir kesiminin bu süreçlerden zarar gördüğü hemen herkesçe kabul ediliyor.

Küreselleşmeye sistem içi eleştirileriyle bilinen, Türkiye kökenli iktisatçı Dani Rodrik, Küresel Finansal Kriz’den başlayarak deglobalizasyon sürecinin başladığını, dış ticaretin canlılığını yitirdiğini, küresel değer zincirlerinin genişlemesinin durduğunu dile getiriyor. Rodrik’e göre, birinci etmen ülkeler zenginleştikçe talebin mallardan hizmetlere kayması olgusunun Çin’de de gözlenmesi, ülkenin ithalat + ihracat dış ticaretinin GSYH’ye oranının 10-15 puan düşmesi. İkincisi de, küresel değer zincirlerinin Kuzey Amerika, Avrupa ve Doğu Asya olmak üzere 3 blokta bölgeselleşme eğilim göstermesi.

Rodrik bu bölgeselleşme eğilimine karşın dünyanın çok entegre olduğunu, Ukrayna savaşı ve ABD-Çin gerginliğine rağmen küresel bir kopuş yaşanmayacağını düşünüyor. DTÖ, IMF ve OECD gibi kurumlar öncülüğünde uluslararası bankalar, çokuluslu şirketler, yüksek becerili profesyoneller gibi güçlü aktörlerin çıkarları doğrultusunda bir küreselleşme yaşandığını söylüyor. Emek hakları, sera gazı salınımları, küresel sağlık sorunları gibi temaların ihmal edildiğini; düşük gelirli ülkeler, daha az becerili işçiler, alt ve orta sınıfların bu sürecin kaybedenleri olduğunun altını çiziyor.

Hiper globalizasyondan uzaklaşmanın bu aksaklıkların giderilmesi anlamına gelmeyeceğini, ekonomik milliyetçilik ve jeopolitik önceliklerin daha çirkin bir dünyanın kapısını aralayabileceğini vurguluyor. Teknolojik gelişmelerin sağladığı olanakların daha adil yayılmasının, her emekçinin üretim sürecine aktif katılımını sağlayacak adımların atılmasının sosyal programlardan ve nakit transferlerinden daha etkili olacağı görüşünü savunuyor.

Küreselleşme Emperyalizmin Öteki Adı

Michael Roberts, Marksist kurama göre küreselleşmenin emperyalizmin genişlemesine ana akım tarafından yakıştırılan kelime olduğunu hatırlatıyor. 21’inci yüzyılda emperyalizmin egemenliğini koruduğunu, karlılık mücadelesinde işbirliğinin yerine çatışma ve bölünmenin geçebileceğini söylüyor. Çok taraflılığın ve küresel işbirliğini geliştirerek, yavaşça azalan gümrük tarifeleri ve mali canlandırma hamleleri ile kapitalizmi restore etmeyi öneren Keynesçi çözümün de gerçekçi olmadığını öne sürüyor. Çünkü bu tasarımın zamanında ABD kapitalizminin öncülüğünde uygulandığını, bugünün sorununun ABD’nin hegemonyasının sallanması olduğunu vurguluyor. Kârlılık krizinin Marx’ın söylediği gibi kardeşçe değil, düşmanca çözümlenebileceği bir döneme girdiğimizi düşünüyor.

Tedarik Zincirlerinin Yeniden Yapılanması

Küreselleşme konusunda en canlı tartışma küresel tedarik zincirlerinin tekrar yapılanması üzerine. Üretimin farklı aşamalarının değişik coğrafyalarda yapıldığı model yerine üretimin ülke içinde gerçekleştirilmesi, o olmazsa dost ülkelere (friendshoring) veya yakın bölgelere (nearshoring) kaydırılması önerileri gündemde. Bunun verimliliği düşürmesi, maliyetleri artırması kaygıları ön plana çıkıyor.

Cambridge Bölgeler, Ekonomi ve Toplum dergisi Mayıs 2022 sayısını (Cambridge Journal of Regions, Economy and Society) üretim ağlarının ve değer zincirlerinin yeniden yapılanması konusuna ayırdı. Editöryel sunuşta, David Harvey ve Doreen Massey’in dikkat çektiği kapitalizmin kendi sistemik kriz eğiliminin yanısıra, küresel üretimin yeni biçimleri tartışmasına dört etmenin hız kazandırdığını belirtiyor.

Birincisi, Brexit, ABD-Çin ticaret savaşları, DTÖ’nün etkisizleşmesiyle kendini gösteren, Rusya-Ukrayna savaşıyla ivme kazanan jeopolitik gerilimler ve ticaret savaşları. İkincisi, küresel iklim değişikliğine karşı alınan ve alınması düşünülen önlemler. Üçüncüsü, teknolojik gelişmelerin küresel üretim faaliyetlerine yansıması. Dördüncüsü ise, Covid-19 krizinin açığa çıkardığı kırılganlıkların küresel değer zincirlerinin yerine yerel veya bölgeselleştirilmiş seçenekler ikame edilebilir me tartışmasını alevlendirmesi.

IMF Yeniden mi?

IMF Baş Ekonomisti Pierre-Oliver Gourinchas da Finance and Development dergisinin Haziran sayısında bu tartışmaya katıldı. Rusya – Ukrayna savaşının emtia fiyatlarını artırması, dış ticareti kesintiye uğratması ve finansal koşulların sıkılaşmasını bir depreme benzetti. Küresel ekonominin farklı ideolojileri, politik sistemleri, teknoloji standartlarını, ödeme ve ticaret sistemleri ile birbirinden kopuk ekonomik bloklara ayırabileceği kaygısını dile getirdi.

Gourinchas’a göre ABD hegemonyası sürse de, doların mevcut konumunu koruması, bir geçisin gündeme gelmemesi düşünülemez. İşte burada tüm politik ve jeopolitik engellere karşın IMF’ye bir kurumsal yapı olarak daha fazla rol ve sorumluluk düşüyor. Hem daha fazla finansal yardım hem de ekonomi politikalarında uzmanlığını ortaya koymak anlamında daha etkin bir IMF’ye gereksinim var.

Dünya halklarının Washington Uzlaşması diye adlandırılan neoliberal reçeteler çerçevesinde IMF politikalarından çok ağzı yandı. O nedenle böyle bir öneriye sıcak bakmak haliyle olanaksız. ABD-AB merkezli odaklar sorunu otokrasilere karşı demokrasiler şeklinde ortaya koyuyor. Halbuki bizler ortada emperyalist çıkarlar için bir çatışma olduğunu görüyor ve biliyoruz. Rusya’nın Ukrayna’yı işgalini kınadığımız gibi; NATO’nun da ateşe körükle gittiğini, bu gerginliğin çatışmaya dönüşmesi için gayret sarfettiğini, bunu daha fazla silahlanma ve yayılma için fırsat bildiğini dile getirmekten çekinmiyoruz. Küreselleşmenin olduğu gibi devam etmesi de Soğuk Savaş benzeri birbirinden yalıtılmış ekonomik blokların ortaya çıkması da çözüm değil. O nedenle farklı bir dünya tasarımını konuşmak, alternatif modelleri geliştirmek, tartışmak zorunda olduğumuzun farkındayız.

Deglobalizasyona Soldan Bakış

Madem tartışma deglobalizasyon kavramı etrafında yoğunlaşıyor, bu kavramı ilk ortaya atan Walden Bello’nun önerilerini hatırlayarak yazımızı sonlandırabiliriz.

Bello 2013 tarihli “Kapitalizmin Son Çırpınışı” başlıklı çalışmasında deglobalizasyonun 14 temel ilkesini şöyle sıralıyordu:

Ekonominin ağırlık merkezi ihracat pazarlarından iç pazara kaydırılmalıdır.

Üretimin mümkün olan en küçük birimlerle, birimin gereksinimlerine göre belirlenmesi ve gerçekleştirilmesi teşvik edilmelidir.

Kotalar ve gümrük tarifeleriyle ticaret politikaları, yerel ekonomiyi büyük şirketlerin sübvansiyonlarla aşağı çekilmiş fiyatlarına karşı korumalıdır.

Sanayi politikaları imalat sanayini yeniden canlandırmak ve güçlendirmek için kullanılmalıdır.

Uzun süredir ertelenen adil gelir ve arazi dağılımı önlemleri uygulanmalıdır.

Büyümeyi öncelemek yerine yaşam kalitesinin artırılması ve adaletin konmasının vurgulanması ekolojik dengesizlikleri de azaltacaktır.

Enerji ve ulaşım, yenilebilir kaynaklara dayanan merkeziyetçi olmayan sistemlere dönüşmelidir.

Ülkenin taşıma kapasitesi ve nüfusu arasında sağlıklı bir denge gözetilmelidir.

Çevre dostu teknolojiler geliştirilmeli, tarım ve sanayide yaygınlaştırılmalıdır.

Toplumsal cinsiyet eşitliğini gerçekleştirmek için toplumsal cinsiyet merceği tüm ekonomik kararlara uygulanmalıdır.

Stratejik ekonomik kararlar piyasalara ve teknokratlara bırakılmamalıdır. Temel kararlar demokratik tartışma sonucu ve tercihler doğrultusunda alınmalıdır.

Sivil toplum kurumsal biçimde özel sektör ve devleti izleyebilmeli ve denetleyebilmelidir.

Mülkiyet yapısı çok uluslu şirketleri dışlayarak yerel kooperatifler, özel girişimler ve devlet işletmeleri arasında “karma ekonomiye” göre şekillendirilmelidir.
Kapitalist mantık aşılarak, serbest ticaret ve sermaye akışkanlığına dayalı IMF-DB gibi küresel kuruluşlar yerine işbirliği temelinde bölgesel kurumlar geliştirilmelidir.

Doğaldır ki, Bello’nun ortaya koyduğu program tartışmaya açıktır. Zaten kendisi, 2019`daki Deglobalizasyonu Tekrar Ele Almak ve Tekrar Kazanmak başlıklı çalışmasında, aradan geçen zamanda deglobalizasyon fikrinin sağ kesim, özellikle faşist-sağ popülist hareketler tarafından ele geçirildiğini ifade ediyor. Başta Fransa’da Marine Le Pen hareketi gelmek üzere kamucu, sosyal içerikli ilerici politikaların ırk, etnik köken, ulus ve kültürel farklılık eksenlerinde belli kesimleri marjinalize etmek için kullanılmasından dert yanıyor.

Programa yönelik yerel ekonomiyi uluslararası ekonomiden koparmak, kalkınma hedefine bir alternatif geliştirmek yerine bu kavram a takılı kalmak, iklim değişikliğinin aciliyetini kavrayamamak, gıda yeterliği ve gıda egemenliğine yeterince vurgu yapmamak, toplumsal cinsiyet konularına hak ettiği ölçüde eğilmemek, ekonomide yapısal değişikliklere duyarlı olmamak gibi eleştiriler yapıldığını aktarıyor.

Ancak Bello’nun yaklaşımı tüm eksikliklerine karşı, kapitalist küreselleşme paradigmasına alternatif bir çerçeve anlamında tartışılmaya değer bir zemin sunuyor. Bu konu dünya gündeminin ön sıralarına yerleştiğine göre bize; sola, sosyalistlere de tartışmayı derinleştirme sorumluluğu düşüyor.

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

“Kaht-ı rical”, din ve devrimci demokrasi - Taner Timur / BİRGÜN

 


Egemen tarih yazıcılığında geri kalmışlığımız genellikle dini bağnazlıkla açıklanmıştır. Üstelik tek parti döneminin son başbakanı Şemsettin Günaltay bu konuda daha nüanslı bir yorum yapmış ve “geri kalmamıza neden olan din değildir; bize öğretilen dindir!” demişti.



19. yüzyılda Osmanlı Devleti çöküş sancıları içinde bocalarken, dönemin “âkil adamları” da bu çöküşün nedenleri üzerinde düşünüyorlardı. Nasıl olmuş da koskoca imparatorluk bu hallere düşmüştü?

Ortada farklı yorumlar vardı. Bunlardan biri de “kaht-ı ricâl” idi; yani çöküşe “devlet adamı kıtlığı” neden olmuştu. Ve bu “kıtlık”, başta Namık Kemal olmak üzere Yeni Osmanlılar’ın da başlıca şikâyet konuları arasındaydı. Üstelik izleyen dönemde bu şikâyetler giderek arttı. Öyle ki Meşrutiyet yıllarında önde gelen fikir adamlarından Şehbenderzade Ahmet Hilmi Efendi daha da geniş bir kitlenin duygularına tercüman olacak ve “bütün âlem-i İslâm’ın yalnız bir derdi var: Kaht-ı ricâl!” diyecekti.

                                                                          ***

Şehbenderzade haklıydı, ama “kaht-ı rical” kavramı da tek başına açıklayıcı bir kavram olamazdı. Yokluğundan şikâyet etmeden önce, “rical”i yaratan nitelikleri de belirlemek gerekiyordu. Unutmayalım ki “rical kıtlığı”ndan söz edilen 19. yüzyıl, “büyük” sıfatı ile anılan Reşit Paşa başta olmak üzere Ali Paşa, Fuat Paşa, Mithat Paşa gibi usta siyasetçiler de çıkarmıştı. Buna rağmen bu ülkede sık sık “kaht-ı rical”den söz edilmesinin nedeni ne olabilirdi? Yoksa bu isimler de “kâzip (sahte) şöhretler” arasında mıydı?

                                                                        ***

Aslında tarihi gelişmeleri “önder”lerle, “büyük adam”larla açıklamaya çalışmak doğru bir yöntem değildir. İnsanlar, tarihlerini elbette kendileri yaparlar; fakat bunu “keyfi isteklerine göre değil, verili koşullara göre yaparlar” (Marx). Zaten tarihçilerin sık sık ön plana çıkardıkları “önder”leri de bu “verili koşullar” yaratır. Gerçek tarihçilik ise bu “maddi koşullar”ın analiziyle başlar.

                                                                         ***

Tarih farklı üretim biçimlerinin birbirini izlediği dönemlere ayrılır ve her dönem kendi beklentilerine uygun bir “yönetici zümresi” yaratır. Feodal çağda toplumlar “senyör” ve “serf”lerden oluşan iki sınıfa ayrılıyordu ve serfler senyörlere ait toprağın bir parçası sayılıyordu. Emeğin üretim araçlarından koparak, “emek gücü” şeklinde bir “meta” haline gelmesi ise toplumsal tarihteki en büyük devrime temel teşkil etti. Bu temelde filizlenen yeni üretim biçimi (kapitalizm) ise, öncekilerden farklı olarak “küresel” bir potansiyel taşıyordu.

Ne var ki bu potansiyelin somut gerçekliğe dönüşmesi “ulusallık” kılıfı altında kanlı sınıf kavgalarına -ve bu arada iki dünya savaşına- sahne olan üç yüz yıl kadar bir zaman aldı. Varılan noktada da yeryüzünde her türlü çıkar ilişkisinin “küreselleştiği” bir tablo karşımıza çıktı.

                                                                          ***

Bu uzun süreçte zincirin zayıf halkasını geçen yüzyılın 60’lı yılları teşkil etmiş ve o yıllarda gençlik hareketiyle tetiklenen sınıf kavgaları Mayıs-68’de doruğa ulaşmıştı. Ne var ki burjuvazinin ufak tefek ödünleriyle varılan “uzlaşma” kısa sürdü; ütopya yılları bitmiş, distopya yılları başlamıştı.
Görünüşe göre sermayenin “zaferi” küresel nitelikteydi; artık tek bir ülkede “sosyalizm”in başarı olasılığı kalmamıştı. Sosyalist bir parti, şu veya bu yolla bir ülkede iktidara gelse de artık uzun süre orada kalma şansı yok gibiydi. Nitekim 1970 Kasım’ında, Şili’de halkın oylarıyla başkan seçilen Salvador Allende, üç yıl sonra General Pinochet’nin kanlı darbesi karşısında çaresiz kalıyordu.

                                                                         ***

Aynı süreç bizde de 12 Mart ve 12 Eylül darbeleriyle yaşandı. Bu dönemlerde cuntacılar kendi dünyalarına özgü bir “Atatürkçülük” adına katı bir dikta uyguluyor, yükselen sola karşı en etkili silah olarak da kutsal inançları kullanıyordu. Anayasa’ya Evren Paşa’nın önerisiyle zorunlu din dersleri bu koşullarda sokuldu. Ve açılan gedikten de 20 yıl süren kısır çekişmelerden sonra, “minarelerimiz süngü, camilerimiz kışla!” sloganıyla devrim düşmanları girecekti.

                                                                         ***

Aradan yirmi yıl daha geçti ve vardığımız noktada artık bambaşka bir Türkiye resmi ile karşı karşıya bulunuyoruz. Bu yirmi yıllık dönemi sağlıklı bir şekilde değerlendirmek için de geçmişe eğiliyor ve dünden bugüne değil, bugünden düne bakıyoruz. Çünkü tarih-yazıcılığında doğru yöntem budur ve nasıl “Minerva baykuşu gün batarken havalanır”sa (Hegel), toplumsal yaşamda gerçekler de bir süreç tamamlanınca ortaya çıkar. Yani “dün”, “bugün”ün ışığıyla aydınlığa kavuşur!

                                                                          ***

Egemen tarih yazıcılığında geri kalmışlığımız genellikle dini bağnazlıkla açıklanmıştır. Üstelik tek parti döneminin son başbakanı Şemsettin Günaltay bu konuda daha nüanslı bir yorum yapmış ve “geri kalmamıza neden olan din değildir; bize öğretilen dindir!” demişti. İlahiyatçı âlime göre “bize öğretilen İslam”, aslında “gerçek İslam” değildi; gerçeklerden kopmuş ve ilerlemeye engel hale gelmişti. Zaten ülkede “kaht-ı rical”i doğuran da bu kısır ve çağ dışı anlayış olmuştu.

                                                                          ***

Bu elbette olumsuz bir gelişmeydi; fakat daha da kötüsü imparatorluğun son döneminde ülkeden umudunu kesmiş bir de kuşak yetişmişti. Atatürk’ün ölümünü izleyen yıl Türk Tarih Kurumu’na gönderdiği mektupta, İsmet Paşa, o günlere işaretle “bir milletin en büyük kaybı, kendine itimadını kaybetmesidir”, diyordu; “Cumhuriyete kadar iki yüz seneye yakındır ki, bu memleketin okumuş geçinenle­ri, kendi medeniyet kuvvetlerine inanmadan konuşmuşlar­dı. Türklerin milli hayatını hararetten mahrum etmek isteyen bir yabancı edebiyatın zehirli telkini, en dikkatli olduğunu zanneden ilim muhitlerimizde bile yerleşmişti”. (Belleten, 1939, sayı 10).

                                                                        ***

Bu kötümser kuşak için parlak dönem bitmişti; gelecekte umut yoktu. Bilim de refah da geride kalmıştı ve tüm gerici hareketler de bu kaygı ve saplantı üzerinde filizlendiler. Nurcu, Ticani, Nakşibendi, Gülenci, Menzilci vb; adlar, şiarlar ve ayin tarzları değişiyordu; fakat hedef aynıydı: Laik cumhuriyeti yıkmak ve devrim düşmanı bir şeriat devleti kurmak! Bu akımın son ve en başarılı temsilcisi de “Batı medeniyeti dünyayı sanatıyla, kültürüyle, sinemasıyla, resmiyle, sporuyla, modern tabirle yumuşak güç unsurları denen içerik üretimiyle istila etmiştir” diyen R. T. Erdoğan oldu (27 Nisan 2022). Artık bu perspektifte “insanlığı kurtarmak” için gereği yapılacak ve bu duruma son verilecekti (!).

                                                                        ***

Aslında Erdoğan’ın söyledikleri “ulum-u İslamiye” değil de “çağdaş bilim” anlayışıyla okunursa karşımıza tam bir orta çağ özlemi çıkıyordu ve bu da sosyolojik planda olanaksızdı. Nitekim zaman zaman bunu kendisi de anlayacak ve zorda kaldıkça “fiilen iktidarda olsa da fikren iktidarda olamamak”tan şikâyet edecekti!

                                                                         ***

Görüldüğü gibi şikâyetler geneldi; nihayet hepimiz aynı gemideydik ve hep birlikte fırtınaya tutulmuştuk. Felakete de hep birlikte sürükleniyorduk.
Kuşkusuz devlet gemisinde bilgi ve görgü açısından “Kaptan”dan çok daha ilerde olan “tayfalar” da vardı. Ne var ki onlar da bugüne kadar sergiledikleri uyuşuk ve işbirlikçi tutum yüzünden kendi kamplarında bile güvenilirliği yitirmişlerdi.

Artık belliydi; AKP iktidarının “amok koşusu” sona yaklaşıyordu ve bu da özgürlük, eşitlik ve adalet yürüyüşünün toplumcu, demokratik ve laik aydınların öncülüğünde tekrar hız kazandığının şaşmaz bir işaretiydi.

Taner Timur / BİRGÜN

'Bu sefer sağlık emekçilerinin isyanının çalınmasına izin vermemeye kararlıyız' - ALİ UFUK ARİKAN/ SOL-Söyleşi

 'Sağlık alanındaki yıkımın sınıfsal tercihlerden kaynaklanıyor oluşu, politik hedeflere yönelmiş örgütlü bir mücadelenin bu karanlık tabloyu yırtıp atmamız için tek seçenek olduğunu gösteriyor.'

Konya Şehir Hastanesi'nde Kardiyoloji Uzmanı Hekim Ekrem Karakaya'nın hastane içerisinde katledilmesi sonrası sağlık emekçileri tüm yurtta ayağa kalkmış, iki gün boyunca kitlesel katılımlı greve ve eylemlere imza atmıştı.

Bu grevlerin örgütlenmesinde yer alan ve cinayet sonrası "Sağlıkta şiddet politiktir" açıklaması yapan TKP'li Sağlık Emekçileri'yle hem sağlıktaki şiddetin geldiği boyutu hem de bu tablodan çıkışın yollarının konuştuk.

Kitlesel katılımlı eylemlerin sağlıkta 20 yıldır yaşanan yıkıma öfkeli bir yanıt olduğuna işaret eden TKP'li Sağlık Emekçileri, buradan geri düşülmemesi, mücadelenin daha da ileri taşınması gerektiğine işaret ediyor: "Sözün özü bu sefer sağlık emekçilerinin isyanının çalınmasına izin vermemeye kararlıyız"

'Sağlıkta şiddet AKP’nin bilinçli politik bir tercihidir'

Son yıllarda sağlık alanının en önemli gündemlerinden biri sağlıkçılara yönelik şiddet. Bunun nedenlerine dair sizin düşünceleriniz nedir?

Öncelikle derin üzüntümüzü ifade ederek başlamak istiyorum. Sağlık emekçileri her gün sistematik bir şekilde sözel veya fiziksel şiddete maruz kalıyor, ama bu düzeyde bir vahşet her şeyden önce biz sağlık emekçileri için derinden hissettiğimiz travmatik bir olay. En kötü tarafı da bu tür olayların sağlık emekçilerinin ülkesine, halkına ve daha genelde insana dair duygu ve düşüncelerinde yarattığı tahribat oluyor. Sağlık hizmeti tüm bunlara dair asgari düzeyde de olsa bir motivasyon olmadan sürdürülebilir bir şey değil.

Sağlıkta şiddet dediğimiz şey aslında son 20 yılda belirginlik kazanmış bir olgu. Benim gibi bundan yaklaşık 20 yıl önce tıp fakültesini tercih eden hiçbir hekimin bir gün böyle bir tabloyla karşı karşıya kalacağı aklının ucundan dahi geçmemiştir herhalde. Bir başka aklımızın ucundan geçmeyen şey ise bugün son sınıfa gelmiş tıp fakültesi öğrencilerinin neredeyse tümünün gündeminde olan “yurtdışına gitme” meselesiydi. Yine son yirmi yılda belirginlik kazanan bir başka olgu da sağlık alanında özel sektörün ağırlığının gözle görülür artışı oldu; kent merkezlerinde zincir hastaneler, özel dal merkezleri ve görüntüleme merkezleri, neredeyse her mahallede de özel poliklinikler örümcek ağı gibi tüm ülkeyi sardı. Tüm bu olguların merkezinde duran ve onları birleştiren AKP iktidarı ve onun sağlık politikaları.

AKP bir patron partisi olarak nasıl ki cumhuriyet tarihinin özelleştirme şampiyonu olmayı başardıysa, aslı bir Dünya Bankası projesi olan “sağlıkta dönüşüm projesi” ile sağlık alanında da vahşi bir piyasacı yıkımı gerçekleştirmeyi başardı.

Toplum sağlığının korunması ve geliştirilmesi yerine sağlık hizmetinin giderek metalaştırıldığı, sağlığın bir tüketim kalemine indirgendiği bir süreç bu. Sevk zincirinin kaldırılması ve aile hekimliği modeline geçiş ile koruyucu sağlık hizmetleri için merkezi konumda olan birinci basamak sağlık hizmetlerinin dönüştürülmesi, bunu tamamlayacak şekilde ikinci basamakta aslında parça başı ücretlendirme olan performans sistemine geçiş ve güvencesiz istihdam biçimlerinin yaygınlaştırılması, Genel Sağlık Sigortası ile sağlığın finansmanının giderek genel bütçe yerine halkın cebinden karşılanması gibi ayakları vardı. Sonuçta gelinen noktada sağlığı için halkın cebinden daha fazla para çıkarken insanların sağlığının ise giderek bozulduğunu, nitelikli sağlık hizmetine erişmesinin ise giderek güçleştiğini görüyoruz. Bugün artık sağlık alanında kamu çıkarından bahsetmemiz neredeyse olanaksız hale geldi, söz sahibi olan hastane patronlarıdır. Özel Hastaneler Derneği’nin (OHSAD)  yönetim organlarında mevcut ve eski sağlık bakanlarının olması tesadüf değildir.

AKP’nin tüm bunları halkın gözünden kaçırması ve sağlık emekçilerine rağmen gerçekleştirmesi olanaksızdı. Bu yüzden AKP bilim düşmanı karakterinin de kolaylaştırmasıyla sistematik bir biçimde sağlık emekçilerini hedef gösterdi, sağlıkta şiddet ile sağlık emekçilerini terbiye etmeye çalıştı. Sağlıkta şiddet AKP’nin bilinçli politik bir tercihidir.

'Bu isyan duygusu kolay kolay sönümleneceğe benzemiyor'

Saldırının ardından sağlık emekçileri yaşananlara iki günlük bir grevle yanıt verdi. TKP’li Sağlık Emekçileri de grevin aktif unsurlarından oldu. Yer yer oldukça güçlü eylemler de oldu, polis saldırıları yaşandı. Eylemleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Aslında sağlık emekçileri bir süredir hareketli. Sağlık alanında biriken sorunlara -ülkedeki tüm emekçiler gibi sağlık emekçilerini de etkileyen yoksullaşma da eklenince- bir çözüm arayışı olduğu görülüyor. Yeni bir olgu olarak hekimler sendikalaşıyor, içerisinde mücadele ettiğimiz kitle örgütleri ise uzun vadeli eylem planları ile eylem ve grevler düzenliyor. Daha geçtiğimiz hafta aile hekimlerinin yaşadığı sorunların merkezde durduğu 2 günlük bir iş bırakma gerçekleştirmiştik. Kitle örgütlerinin üç aşağı beş yukarı ortaklaştığı sağlık alanına dair genel talepler üzerinden düzenlenen bu eylem ve grevlere sağlık emekçileri belli bir düzeyde katılım gösteriyor. Bu eylemliliklerde öfkeli fakat umutsuz bir ruh hali hakimdi. Cinayet ile birlikte bu öfkeli ama umutsuz ruh hali hızla bir isyan duygusuna evrildi ve daha önceki grevlerde görmediğimiz kitlesel bir katılım ortaya çıktı. Eylemlerin içeriği de politikleşti, bakan istifa sloganı eylemlerin ortak sloganı haline geldi. İktidarın şansı uzun bayram tatili oldu. Fakat bu isyan duygusu kolay kolay sönümleneceğe benzemiyor.

'Korkunç, dehşet verici, ne denebilir ki'

Bir de sağlık emekçilerini grev nedeniyle hedef alan köşe yazıları, cami hutbeleri gündeme geldi. Sağlıkçılara şiddeti teşvik eden bu dile dair neler söylersiniz?

Korkunç, dehşet verici, ne denebilir ki... Ama sorunu “dil sorunu” olarak ortaya koymak yanıltıcı olur, o dilin üzerine oturduğu bir ideolojik ve siyasal zemin var. Bugün Türkiye’de namlunun ucu ister hekime yönelmiş olsun, ister kadına, arkasında siyasal iktidarın desteğini ve gücünü hissediyor. Toplumsal eşitsizliklerin yarattığı öfke bu sayede o eşitsizliklerin kaynağı olan sermaye düzenine yönelmek yerine düzen içinde tahliye oluyor. Böylece AKP’nin dinci gerici ve piyasacı ideolojisi ve bu temeldeki siyaseti düzenin ihtiyaçlarını karşılamakta eşsiz bir rol oynuyor.

TKP’li Sağlık Emekçileri, bu tablodan çıkışa dair neler söyler? Ortada büyük bir yıkım var, sağlık emekçileri ve emekçiler bu yıkımın en büyük mağdurları olmuş durumda. Nasıl çıkılacak bu tablodan?

Sağlık alanındaki yıkımın başlarda bahsettiğimiz sınıfsal ve politik tercihlerden kaynaklanıyor oluşu, politik hedeflere yönelmiş örgütlü bir mücadelenin bu karanlık tabloyu yırtıp atmamız için tek seçenek olduğunu gösteriyor.

Sağlık emekçilerinin geçtiğimiz günlerde isyana dönüşen mücadelesi, henüz bu yıkım karşısında boyun eğmediklerini gösteriyor. Bu çok olumlu bir veri, buradan geri düşülmemeli. TKP’li sağlık emekçilerinin bu yıkıma sınıfsal bir perspektifle yaklaşması mücadelenin seyrinde iki açıdan kritik önem taşıyor. Birincisi yıkımın merkezinde piyasacı bir dönüşümün olduğuna dair açık ve net bir fikre sahip olunması mücadelenin doğru bir yönde sürdürülmesi için vazgeçilmez.

İkincisi ise onlarca mesleği içinde barındıran sağlık alanı mücadelenin mesleki olarak parçanlanmasına müsait bir zemin yaratıyor, örneğin hekim sendikacılığı hekimlerin mücadele arayışına denk düştüğü oranda olumlu bir gelişmeyken meslekçi yaklaşımları güçlendirdiği oranda bozucu ve parçalayıcı bir yan da taşıyor, sınıfsal perspektif bu açıdan da mücadelenin adeta sigortası.

Bu açılardan bakınca kitle örgütlerinde faaliyet gösteren TKP’li sağlık emekçileri mücadelenin örgütlü bir şekilde sürdürülmesi ve yükseltilmesi için mücadele içerisindeki en kararlı çekirdeği oluşturuyor. Bir başka olumlu veri ise yıkımın politik sahibinin genel olarak sağlık emekçileri tarafından kavranmış olması. TKP’li sağlık emekçileri bu politik bilincin geri düşmesine izin vermeyecek ve sağlık emekçilerinin tüm emekçilerin gerçek kurtuluşuna denk gelen politik hedeflere yönelmesi için çaba harcayacaktır. Sağlık emekçilerinin düzen içi iyileştirmelere yönelik beklentilerinin zayıflamış olması da bizi umutlandıran bir şey. Sözün özü bu sefer sağlık emekçilerinin isyanının çalınmasına izin vermemeye kararlıyız.

ALİ UFUK ARİKAN/ SOL-Söyleşi

Madrid’den Solomon Adaları’na, dünya bir bütün! - ERHAN NALÇACI / SOL

 

'Bu çağrı çok yapıldı buradan. Oysa şimdi yanıtını bulabilir. Bakın Solomon Adalarına bile kaçsanız bireysel kurtuluşun olmadığı bir döneme girdi insanlık.'

Dünyanın bir bütün olması kulakta hoş bir tını bırakıyor ama maalesef bu yazıda bütün dünyaya yayılmış ve askerileşmiş bir emperyalist rekabetten bahsediyoruz. NATO zirvesinin yapıldığı Madrid’den, dünyanın öbür ucundaki Solomon Adaları’na kadar.

NATO İkinci Dünya Savaşı sonrası sosyalizmin Avrupa’ya yayılmasını önlemeye dönük bir karşı devrim örgütü olarak kuruldu. Topyekûn bir savaşı göze almaktan çok suikastlar, terör ve sabotaj, iç savaş yığınağı, yalan haber üretme vb. taktiklerle üye ülkelere yayıldı.

Karşı-devrim örgütü olma özelliğini koruyor şüphesiz. Ama Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nin çözülüşünden sonra zaman içinde iki işlev daha kazandı.

İlki sosyalizmle şekillenen geçen yüzyılın siyasi coğrafyasına müdahale etmek ve ABD hegemonyasındaki emperyalizmin nüfuz alanına kazanmaktı. Yugoslavya, Irak, Afganistan, Libya operasyonları ile Avrupa’daki eski sosyalist ülkelerin batılı tekellerin hâkimiyetine alınması sürecinde NATO çok önemli bir işlev gördü.

Şimdi ise üçüncü aşamadayız, NATO emperyalist rekabette bir koçbaşı gibi görev görecek, sadece Avrupa’da değil, Pasifik’te de savaşacak bir askeri saldırı örgütü haline geldi. Madrid Zirvesi bu dönüşümü perçinleyen, çok daha gözükür hale getiren bir toplantı oldu.

Bir yandan zirvede alınan NATO kararları; Avrupa’da dev bir silah yığınağı yapılması, Rusya’yı kuşatacak şekilde genişlemenin sürdürülmesi ve acil mukabele gücünün 40 binden 300 bine çıkarılmasıyla Rusya’ya karşı savaş hazırlığını hızlandırdı. Öte yandan ilk kez NATO strateji belgesinde Çin bir tehdit unsuru olarak tanımlandı. Bu tanımla uyumlu olarak NATO üyesi olmadığı halde Japonya, Avustralya, Güney Kore ve Yeni Zelanda zirveye davet edildiler. NATO bu haliyle fiili olarak Batı emperyalizminin Pasifikte de savaş örgütü haline geldi.

Zirve etrafındaki demeçler, Ukrayna nasıl savaşı kışkırtmak için bir araç olarak hazırlanıp kullanıldıysa Tayvan’ın da benzer şekilde kullanıldığını açıkça gösterdi.

İngiltere’nin akılsız bir savaş kışkırtıcısı olarak öne çıkan Dışişleri Bakanı Liz Truss planı açık ederek Tayvan’ın hızlıca silahlandırılması gerektiğini ileri sürdü. “Ukrayna’ya daha önce silah yığmalıydık, gönderdiğimiz her silah için aylarca eğitim yapılıyor. Tayvan için bundan ders çıkarmalıyız” dedi.

Şimdi Madrid’den Solomon Adaları’na geçerek emperyalist rekabetin en masum adalara kadar nasıl yayıldığına bakalım.

Aşağıdaki haritada son günlerde Batı medyasında sıklıkla adı anılan Solomon Adaları’nın konumunu görebiliriz.

Güney Pasifik’te Solomon Adaları’nın konumu görülüyor. Avustralya’ya yaklaşık 2000 km mesafedeki Solomon Adaları devleti irili ufaklı 1000 kadar adadan oluşuyor. Şeklin köşesindeki haritadan Asya kıtasına ve Çin’e olan mesafesi de tahmin edilebilir.

Uzun yıllar İngiliz sömürgesi olan Solomon Adaları stratejik öneminden dolayı İkinci Dünya Savaşı esnasında Japonlar tarafından işgal edilmiş ve ABD-İngiltere ordularıyla şiddetli çatışmalar yaşanmıştı.

1978’de İngiltere’den bağımsızlığını kazanan, 700 bini biraz aşan nüfusuyla Solomon Adaları’nın güvenliği Avustralya’ya çeşitli güvenlik anlaşmaları ile teslim edilmişti. Solomon Adaları’nın ordusu olmadığını ama iç güvenliği için sadece polis örgütü olduğunu hatırlatalım.

Ancak son dört yıl içinde emperyalist hegemonya krizinin hızla adalara sirayet ettiği anlaşılıyor. 2019’da başbakan seçilen Sogavare hükümeti Tayvan yerine Çin Halk Cumhuriyeti’ni tanıyacaklarını açıkladı. Sonrasında Çin’den önemli sayılabilecek bir yatırım almaya başladılar. Pandemi esnasında Çin’in temin ettiği aşıların güven ilişkisi pekiştirdiği anlaşılıyor.

Gidişatı fark eden Batı emperyalizmi hızla kendi usullerince müdahale etmeye başladı. Aşağıdaki ayrıntılı haritadan olanları daha iyi anlayabiliriz.

Solomon Adaları haritada daha ayrıntılı görülüyor. Başkent Honiara en büyük adalardan biri olan Guadalcanal’da bulunuyor. ABD ve İngiltere’nin müdahale etmek için kullandığı Malaita adası ise hemen kuzeydoğusunda izleniyor.

ABD ülke bütünlüğünü yok sayarak Malaita adasına mali yardım yapmaya başladı. 2021’de hükümete karşı bir ayaklanma gerçekleşti, ayaklananlar Çin mahallesine ve Çinlilere ait işyerlerine saldırdılar. Saldırıyı yapanların çoğunluğunun Malaita’dan geldiği duyuruldu.

Avustralya ve Yeni Zelanda güvenliği sağlamak için polis gücü gönderdiler. Bu esnada polisi eğitmek üzere küçük bir Çinli eğitici grubun geldiği de izlendi.

Ve Mart 2022’de Solomon Adaları’nın Çin ile güvenlik işbirliği anlaşması imzalaması Batı emperyalizminde soğuk duş etkisi yarattı. Avustralyalı siyasiler bu diplomatik başarısızlıktan dolayı suçlandılar. Çin’in askeri üs kuracağı, nükleer silah yerleştireceği Batı medyasında yer buldu. Sogavare Hükümeti ise anlaşmanın bir üs kurulumunu içermediğini, ancak adalardaki Çinli nüfusu ve Çin yatırımlarını korumak üzere bir anlaşma imzalandığını, Çin savaş gemilerinin güvenlik için lojistik sağlayacağını bildirdi.

Oysa iklim krizinden ve su seviyesinin yükselmesinden oldukça etkilenen Solomon Adaları halkının başka bir şeye ihtiyacı var, en son isteyecekleri şey bir emperyalist paylaşım savaşına meze olmak.

Bir kez daha bu köşeden emekçi halkımıza bir çağrı yapalım. Yaklaşan savaş olasılığına ve bu manyakların bütün dünya emekçi halklarını bir kan denizinde boğmaya kalkışmalarına karşı en iyi yanıt örgütlü hale gelmektir.

Bu çağrı çok yapıldı buradan ama genellikle “orta sınıfların” konformizmine çarptı. Oysa şimdi yanıtını bulabilir. Bakın Solomon Adalarına bile kaçsanız bireysel kurtuluşun olmadığı bir döneme girdi insanlık.

Bayramdan sonra herkes örgütlenmeye!

ERHAN NALÇACI / SOL


KISA KISA GÜNDEM ( 8 TEMMUZ 2022)

 


1) Müzede AKP toplantısı düzenlemişler(İsmail Arı-BİRGÜN)

Çakma UNESCO ödülü skandalıyla hafızalara kazınan Bursa’daki Osmangazi İlçesinin Belediye Başkanı Mustafa Dündar’ın şimdi de müzede AKP toplantısı düzenledi. AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 2 Temmuz’daki iptal edilen Bursa programı öncesinde AKP Osmangazi İlçe Başkanlığı’nın Panorama 1326 Bursa Fetih Müzesi’nde toplantı düzenlediği açığa çıktı.(https://www.birgun.net/haber/muzede-akp-toplantisi-duzenlemisler-394765)

2) Munzur Kitap Günleri, 13 Temmuz'da başlıyor (BİRGÜN)


Munzur Kitap Günleri, 84 yayınevinin ve çok sayıda yazarın katılımıyla 13 Temmuz'da başlıyor. Yerel yazarların ve yayıncıların da katılacağı Munzur Kitap Günleri, 20 Temmuz akşamı sona erecek.(https://www.birgun.net/haber/munzur-kitap-gunleri-13-temmuz-da-basliyor-394704)

3) Erdoğan'ın Danışmanı doktorları hedef aldı: İçkiye laf ettirmeyenler grev kararı almış (BİRGÜN)


Cumhurbaşkanı Danışmanı Mariam Kavakçı, uğradıkları baskı ve şiddeti protesto etmek için grev kararı alan sağlık çalışanlarını hedefine alarak "İçkilerine laf ettirmeyen doktor arkadaşlar masum hastaları mağdur ederek şiddeti protesto etmeye karar vermişler" ifadelerini kullandı. Kavakçı, TTB'nin kapatılması yönündeki bir paylaşımı da hesabından yayınladı.
(https://www.birgun.net/haber/erdogan-in-danismani-doktorlari-hedef-aldi-ickiye-laf-ettirmeyenler-grev-karari-almis-394775)

4) ODTÜ Rektörlüğü, mezuniyet törenini 'protesto olabilir' gerekçesiyle iptal etti (BİRGÜN)


ODTÜ Rektörlüğü, Devrim Stadyumu'nda yapılacak mezuniyet törenini 'farklı grupların kendi amaçları doğrultusunda bir protesto alanına çevirebileceği' gerekçesiyle iptal etti.
(https://www.birgun.net/haber/odtu-rektorlugu-mezuniyet-torenini-protesto-olabilir-gerekcesiyle-iptal-etti-394742)

5) Cem Yılmaz'dan sağlık çalışanlarının protestosuna destek (BİRGÜN)


Sanatçı Cem Yılmaz, sağlık çalışanlarına yönelik şiddete karşı yapılan protestolara destek vererek, "Topyekün bir kültür meselesine dönüşen bu ve benzeri dertleri hak etmiyoruz. Hekime saygı" dedi. Cem Yılmaz, sosyal medya hesabından şu paylaşımı yaptı: “Yalnızca pandemi boyunca yaptıkları fedakarlık bile çabuk unutulan, uğruna ömür harcanan bir meslek sahibi doktorların ve tüm sağlık personelinin haklı protestosunu destekliyorum. Artık topyekün bir kültür meselesine dönüşen bu ve benzeri dertleri hak etmiyoruz. Hekime saygı!”

6) Tarım Kredi Kooperatif Market Genel Müdürü Bayramali Yıldırım istifa etti (BİRGÜN)


AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın market projesi olan Tarım Kredi Kooperatif Market Genel Müdürü Bayramali Yıldırım, görevinden istifa etti. Yıldırım'ın Tarım Kredi Kooperatifleri Genel Müdürü Hüseyin Aydın ile anlaşamadığını gerekçe gösterdiği belirtildi.
(https://www.birgun.net/haber/tarim-kredi-kooperatif-market-genel-muduru-bayramali-yildirim-istifa-etti-394734)

7) Kentsel dönüşümden 'tanıdık' çıktı: AKP’li meclis üyesi yer kapmış (Uğur Şahin - BİRGÜN)


Zoraki dönüşüm nedeniyle Tokatköylüler elektriksiz ve susuz yaşarken AKP’li Meclis üyesi Deliak’ın projeden yer aldığı ortaya çıktı. CHP’li Doğru, bu durumun etik olmadığını söylerken Deliak ise “Hak sahibi olduk” dedi.
(https://www.birgun.net/haber/kentsel-donusumden-tanidik-cikti-akp-li-meclis-uyesi-yer-kapmis-394774)

8) Japonya'nın eski başbakanı Şinzo Abe silahlı saldırıya uğradı, durumu ağır (EVRENSEL)

Japonya'nın eski başbakanı Şinzo Abe, Nara kentinde konuşma yaparken silahlı saldırıya uğradı. Saldırgan gözaltına alınırken hastaneye kaldırılan Abe'nin durumunun ağır olduğu aktarıldı.(
https://www.evrensel.net/haber/465451/japonyanin-eski-basbakani-sinzo-abe-silahli-saldiriya-ugradi-durumu-agir)

9) Kuşadası’na yat limanına ikinci kez olumsuz rapor geldi: “Bu rapor bilimsel çift dikiş oldu” (Özer Akdemir - Evrensel)

Kuşadası Güzelçamlı’da yapılmak istenen yat limanına karşı açılan davada, ikinci kez yapılan bilirkişi keşfinde bir kez daha ÇED olumlu kararının uygun olmadığı görüşü mahkemeye sunuldu.(https://www.evrensel.net/haber/465431/kusadasina-yat-limanina-ikinci-kez-olumsuz-rapor-geldi-bu-rapor-bilimsel-cift-dikis-oldu)

10) Reyhanlı saldırısının talimatını verdiği iddia edilen Memet Gezer tutuklandı (Evrensel)

Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde, 52 kişinin öldüğü, 146 kişinin de yaralandığı iki bombalı araçla yapılan saldırının talimatını verdiği belirtilen, ABD'den Türkiye'ye getirilen Memet Gezer tutuklandı.(https://www.evrensel.net/haber/465433/reyhanli-saldirisinin-talimatini-verdigi-iddia-edilen-memet-gezer-tutuklandi)


İBB için yeni operasyon + SOYLU’NUN NURCU YARDIMCISI - Barış Pehlivan / Cumhuriyet



 İBB için yeni operasyon

Biliyorsunuz: Ekrem İmamoğlu, 2023 seçimlerini yine Erdoğan’ın kazanması durumunda görevden alınabileceğini ifade etti.

CHP Sözcüsü Faik Öztrak da “Erdoğan bir seçim daha kazanamayacağına göre böyle bir endişeye de mahal yoktur. İBB başkanımız yeni dönemde belediye hizmetlerini çok daha rahat yerine getirecektir” dedi.

Tam da bu süreçte, adliye koridorlarından kritik duyumlar alıyorum.

Önce özet:

İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nde Din Alimleri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği (DİAYDER) davası görülüyor. O davanın iddianamesinin bir bölümünde DİAYDER referansıyla İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne (İBB) PKK irtibatlı kişilerin yerleştirildiği tezi işleniyor. 

Suçlamaya konu olan kişiler, İBB’de işe alınan gassallar.

Ayrıca, yoksullara dağıtılan yardım kartlarının İBB tarafından derneğe de verildiği savcılığın iddiaları arasında.

Şimdi...

Halihazırda görülen davanın bir sonraki duruşması 26 Temmuz’da görülecek.

Fakat, belli ki bir ek iddianame daha yolda...

Zira, savcılığın bazı İBB çalışanlarının ifadelerini aldığını öğrendim. Sanki “Sosyal yardım kartlarından DİAYDER üyelerine de verilmesini kim istedi” sorusu üzerinden İBB’ye yeni bir operasyon planlanıyor. Ekrem İmamoğlu’nun kurmay kadrosundan bir isme odaklanıldığı ileri sürülüyor. Savcılık soruşturmayı hızlandırmışa benziyor.

Kâhin olmaya gerek yok, şu an İBB’yi mercek altına alan İçişleri Bakanlığı’nın görevlendirdiği müfettişlerin hazırlayacağı rapor da DİAYDER savcısının masasına konulacak.

Ve anlaşılan o ki seçime giden yolda AKP’nin İBB’yi yargı sopasıyla yıpratmaya çalışma hamlesi sürpriz olmayacak.

SOYLU’NUN NURCU YARDIMCISI

“Cendere” adlı kitabımızda anlattık... Süleyman Soylu’nun Nur cemaati ile özel bir bağı var. Kendisi de defalarca hatırlattı zaten, yetişmesinde Nurcuların etkisi çoktu. Soylu’nun Fethullahçılarla eski geçmişi de buna dayanıyordu.

Sadece bu kadar değil...

Soylu kendisine en yakın çalışma arkadaşlarından Bakan Yardımcısı  Muhterem İnce’yi Sayıştay’a uğurladı. İnce’nin oradan Anayasa Mahkemesi’ne geçmesi bekleniyor.

Lakin bir bakan yardımcısına daha yolculuk görünüyor: Tayyip Sabri Erdil.

Onun da bir üniversiteye rektör olacağı konuşuluyor. Böylece Soylu etkisinin üniversitelere doğru yayılacağı anlatılıyor.

Bütün bunlar konuşulanlar da  bir de konuşulmayanlar var.

Erdil’in Soylu ile Trabzon’dan hemşeri olduğu ve Demokrat Parti’de de yan yana çalıştığı bilinir. Ancak iki isim arasında pek bilinmeyen başka bir bağ da var.

O da Bakan Yardımcısı Erdil’in Nurculuk geçmişi. Nurculuğun Yeni Asya kolundan olan Erdil’in Bakan Soylu ile hukukunda bu bağ da kritik nokta.

Geçmişte FETÖ ile arası kötü olan ancak FETÖ’ye operasyon yapılınca bir anda FETÖ’ye sahip çıkan Yeni Asyacıların gazete arşivinde Erdil ile muhabbetlerinin izlerini görmek mümkün. Tabiri caizse Yeni Asyacılar, Tayyip Sabri Erdil’e toz kondurmuyor.

Anlatılan o ki, bugün Millet İttifakı’nı destekleyen, FETÖ meselesi üzerinden iktidarla kavga eden Yeni Asyacılara operasyon gündeme geldiğinde, onlara ilk sahip çıkan da Bakan Yardımcısı Erdil olmuş. İçişleri Bakanı Soylu, Nurculukta “abi” gibi olan yardımcısı Erdil’i bu konuda dikkate almış.

Biliyorum, “Fethullahçılar gitti öbür Nurcular geldi” diyorsunuz. Mesele yolu değiştirmek değil ki  yol arkadaşını yeniden seçmek!

 Barış Pehlivan / Cumhuriyet

Öne Çıkan Yayın

"İsrail Batı’nın pis işlerini yapıyor" + İki manşet ve pis bir iş - EVRENSEL-

" İsrail Batı’nın pis işlerini yapıyor"-Yücel Özdemir- İsrail’in Ortadoğu’da yaptıklarını en iyi Almanya Başbakanı Friedrich Merz’...