Adım adım ihracat rekorları gerçeği - Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

 


Veriler 2022’nin bütününde 40 milyar doları aşan cari açık faturası çıkacağını gösteriyor. 1 yılda yenilenmesi gereken 182,4 milyar dolar dış borcu da ekleyince 220 milyar doları aşan dış finansman gereği ortaya çıkıyor.

Son zamanlarda “ihracat yoluyla kalkınma”, “Çin modeli” sloganları pek duyulmuyor. Cari fazla verme vaatleri de unutulmuş görünüyor. Nurettin Nebati’nin “2022’de cari fazlaya koşuyoruz” sözleriyle kısa sürede tarih oldu. Gelgelim “aylık ihracat rekoru”, “yıllık ihracat rekoru” hatta “günlük ihracat rekoru” haberleri yandaş basında manşetten verilmeye devam ediyor. İsterseniz bu ihracat mucizesi iddiasına 8 adımda biraz daha yakından bakalım.

HIZ KESECEK
1) 
İhracat 2021’de gerçekten 225.2 milyar dolarla bir rekora imza attı. 2022’nin ilk 5 ayında da ihracat 2021’deki 85.1 milyar doların üzerine çıkarak 102.5 milyar dolara ulaştı. Ne var ki Mayıs 2022 ihracatının 19 milyar dolarla ivme kaybetmesi dikkat çekiyor. Önümüzdeki aylarda hız kesmesi beklenebilir.

İTHALATTA DA REKOR
2)
 2021’de ihracatın yanı sıra ithalat da 271.4 milyar dolarla kendi rekorunu kırmayı ihmal etmedi. Böylelikle 46.1 milyar dolar dış ticaret açığı verildi. Bu rakam oldukça yüksek olmakla birlikte, geçmiş yıllara göre yine de ılımlı bir düzeye işaret ediyor. Gelgelelim 2022’nin ilk 5 ayı ithalatının 145.7 milyar dolara, aynı dönemin dış ticaret açığının 43.2 milyar dolara çıkması kaygı verici. Ocak-Mayıs dönemi enerji ithalatı 39.7 milyar dolar. Enerji dışarıda bırakılsa dahi 3.5 milyar dolarlık bir dış ticaret açığı söz konusu. Oysa 2021’in bütününde enerji dışı 4.6 milyar dolar dış ticaret fazlası sağlanmıştı. Bu da 2022’de ödemeler dengesinde işlerin yolunda gitmediğinin diğer bir belirtisi.

DÜNYADA ESEN RÜZGAR
3)
 Dış ticarette şişen rakamları, dünya konjonktürünü göz önüne almadan değerlendirmek eksik olur. Pandemide dünya ticaretinin durma noktasına gelmesinin ardından, 2021’de ihracatta 28.5 trilyon dolara varan rekor bir performansa ulaşıldı. Dünya ticaret hacmi %9.8 artarken, dolar cinsinden sıçrama %26’yı buldu. Bu da fiyatların %15 artmasını ima ediyor. Türkiye’nin ihracatının ağırlığını oluşturan imalat sanayi %21’lik bir yükseliş sergilerken, demir-çelikte %56’lık bir atılım dikkat çekiyor. Türkiye’nin son 12 ay demir ve diğer metaller ihracatının %37.6, çelik ihracatının %30 artışı paralel bir gelişme ile karşı karşıya bulunduğumuzu gösteriyor. 2022’nin ilk çeyreğinde dünya ticaretinin 7.7 trilyon dolara ulaştığı bildiriliyor. Bu bir önceki yılın aynı dönemine göre 1 trilyon dolar, 2021’in 4. çeyreğine göre ise 250 milyar dolarlık bir artışa denk geliyor. Özetle, tüm ihracatta rekor söylemi dünyada esen rüzgarlar doğrultusunda gelişiyor. Dünyada rüzgarın ters dönmesi halinde ise ihracatta kara bulutlarla karşılaşacağımız anlaşılıyor.

ALEYHTE GELİŞİYOR
4)
 Ekonomik analiz yaparken salt ihracattaki veya ithalattaki dolar cinsi artış yerine, dış ticaret hadlerinin ne doğrultuda geliştiğine bakmak daha anlamlıdır. En son TÜİK dış ticaret endeksleri, ihracat miktar endeksinin %3.3, ihracat birim endeksinin %11.6 arttığını gösterdi. Diğer bir ifadeyle, miktar olarak daha fazla ihracat yaparken, bunun her birimini daha pahalıya satıyoruz. Bu ilk bakışta yüz güldüren bir gelişme izlenimi yaratıyor. Ne var ki ithalatta miktar endeksindeki artış %6.8, birim endeksindeki ise %34.3. Yani miktar olarak sattığımızdan çok daha fazla mal alıyor, bunlara fiyat anlamında çok daha yüksek ödeme yapıyoruz. Göreceli olarak dış ticarette istatistikler Türkiye’nin aleyhinde gelişiyor. Nitekim bunların özeti anlamındaki dış ticaret haddi Mayıs 2021’de 91.6 iken Mayıs 2022’de 76.2’ye kadar gerilemiş durumda.

CARİ AÇIK TIRMANIYOR
5) 
Dış ticaret analizlerinde parite koşulları, yani işlemlerin ağırlıkla yapıldığı para birimlerinin birbiri karşısındaki değişimi de büyük önem taşır. Türkiye 2021’de ihracatının 106.7 milyar dolarını dolar, 103 milyar dolarını avro cinsinden yapmıştı. İthalatta ise 176 milyar dolar dolar, 78.8 milyar dolar avro cinsinden faturalandırma söz konusuydu. Diğer bir ifadeyle ihracatta dolar ağırlığı %47.4, avro %46 iken; bu oranlar ithalatta %64.8 ve %29’du. Yani ihracatımızda iki para birimi eş ağırlıklı kullanılırken, ithalatta dolar egemenliği vardı. Bu da doların avroya karşı değer kazanmasının ödemeler dengesini olumsuz etkileyeceği anlamına gelir. 1 Ocak 2021’de 1.22 olan dolar/avro paritesi 10 Temmuz 2021’de 1.18’e, 31 Aralık 2021’de ise 1.13’e düştü. Bugün ise 1.01 civarında. Yani avro cinsinden sattığımız ürünlerin dolar karşılığı giderek düşüyor, bu da dış ticaret ve cari işlemler açığını tırmandırıyor.

DARALMA OLASILIĞI...
6)
 Son haftalarda küresel enerji ve emtia fiyatlarında belirgin bir düşüş gerçekleşti. Nitekim küresel gıda endeksi Haziran ayında %2.3 geriledi. Brent petrolünün varili Nisan’dan bu yana %29 gerilemeyle 100 doların altına inerken (bu satırlar yazılırken 106 dolardı), neredeyse tüm emtialarda benzer bir aşağı doğru hareket gözlendi. Tüm bunlar enerji ve hammadde ithalatçısı Türkiye’nin lehine gelişmeler gibi görünüyor. Ancak bu irtifa kaybının iki temel nedenine bakınca o kadar iyimser bir tablo göze çarpmıyor. Birincisi, tüm dünyada faiz oranlarındaki artış bir finansal yatırım aracı olarak emtiaların cazibesini azaltıyor, elde tutmanın finansal maliyetini artırıyor. Bu da düşüşü hızlandırıyor. Ama aynı zamanda Türkiye’nin 451.2 milyar dış borcunun maliyetini de yukarı çekiyor. İkincisi, dünyada ekonomik durgunluk endişesi girdi fiyatlarını aşağı çekerken, başta Türkiye’nin başlıca ihracat kapısı AB ülkeleri tüm dünyada ithalat talebinin kısılmasını da beraberinde getiriyor. OECD avro bölgesi 2022 büyüme beklentisini %2.6’ya çekti. Ekonomik beklentiler giderek kötüleşiyor, büyümenin yavaşlamasından öte bir daralma olasılığı konuşuluyor.

BOZULMA DEĞİŞMEDİ...
7)
 Bir ülkenin döviz gelir ve harcamalarının nihai yansıması cari işlemler dengesinde gözlenir. Türkiye’nin cari açığı Mayıs 2022’de 6.5 milyar dolara kadar yükselerek, yılın ilk 5 ayında 28.1 milyar doları buldu. Turizm gelirlerinin aynı dönemde %148 artışla 3.1 milyar dolardan 7.6 milyar dolara çıkması da genel tablodaki bozulmayı değiştiremedi. 12 aylık kümülatif cari açık 29.4 milyar dolar. Net enerji ve altın ithalatı hariç cari fazla 38.3 milyar dolar olsa da, Türkiye’nin yapısal sorunları böyle devam ettikçe cari açık, buna bağlı dış aleme finansal yükümlülüklerin artması sıkıntısı ortadan kalkmayacak.

POLLYANNACILIK POLİTİKASI
8) 
Bu veriler 2022’nin bütününde 40 milyar doları aşan bir cari açık faturası çıkacağını gösteriyor. İlk 5 ayın trendi 60 milyar dolar rakamını gösterse de, yılın ikinci yarısında ekonominin yavaşlaması ile cari açıktaki hızlı bozulma da ivmesini kaybedecek. Türkiye’nin 1 yılda yenilemesi gereken 182.4 milyar dolar dış borcunu da ekleyince 220 milyar doları aşan bir dış finansman gereği ortaya çıkıyor. CDS priminin 850 puan civarına yerleştiğini, baz alınan uluslararası faiz oranlarının da hızla yükseldiğini düşünürsek, Türkiye döviz gereksinimini giderek daha zor ve daha pahalıya karşılayacak. Büyük olasılıkla ekonomiyi yönetenler ise, aylık ihracat rakamlarındaki kıpırdanmayı davul zurnayla karşılayıp, Pollyannacılık oynamaya devam edecek…

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN


Ekonomi sınavında ekonomi dersi öğrenilir mi? - Bilsay Kuruç / Cumhuriyet

 


Son yazıda pergeli 100 yıllık açmıştık. Şimdi 40 yıla indirelim. Türkiye’ye ve 

bugüne gelelim. Çünkü dersimiz enflasyon. Biliyoruz, hikâye 1980’de başlıyor. 

Yeni bir rejim ve onun ekonomisi (ya da yeni bir ekonomi ve onun rejimi) 

isteniyor. “Müjde”nin işaret fişeği 1979 Mayısı’nda, ekonomi adımı sonraki 

ocakta, siyaset ayağı da eylülde geldi. İşçi sınıfının, gençliğin, meslek 

kuruluşlarının ve siyasetin üzerinden silindirle geçildi. Sermaye rahatladı. 

Toprak nadaslanmıştı. 1983 sonunda Özal geldi. IMF’nin ve Dünya 

Bankası’nın mutemet adamıydı. Partisini önce ekonomide takdim etmek 

zorundaydı. Dünya sermayesiyle eklemlenen bir kapitalist model istiyordu. 

Ama üretimle kaynak yaratmak Türkiye sermayesinin boyunu aşıyordu. İç 

borçlanma ve bütçe dışı fonlar yoluyla para bastı. Enflasyon 1988’de yüzde 

75’i vurdu. “Halkı enflasyona ezdirmeyeceğiz!” dedi.

ABİ YARIN DOLAR KAÇ OLACAK?

Yeni ekonominin ilk ve kalıcı sorusu budur. Yüzde 75’lik enflasyonla sermaye yeni rejime ilk adımı attı. İşçilerde henüz sınıf belleği vardı. Enflasyonda vücut bulan “sınıfsal ekonomi” dersini çalıştılar. Direnip (Zonguldak yürüyüşü ile) haklarını korudular. Bu, o günden bugüne, özünü kavradıkları son enflasyon oldu. Oradan 1990’ların öyküsüne geçildi. Her şeyine, kahramanlarına girmeyelim. 

Yeni ideoloji ile kamu üretimi tasfiye ediliyor, artık kamu tasarrufları açıkları kapatmaya yetmiyor. Açıklar büyüyor, devlet tıkanıyor. Üretimle tasarruf yaratmazsanız önce Hazine borçlanacak. Dış borçlanmaya tarihi geçiş yapılacak. 1990’a girerken sermaye (dolar) giriş-çıkışları serbestleşecek. Bu “kolaylık”la önce devlet, sonra sermaye dolarla borçlanmaya başlayacak, vatandaş da onunla tanışacak. “Doları kaçtan aldın?” günlük muhabbet olacak.

Dış borcu getirmek aracılık işidir. Finans piyasaları böylece nur topu gibi doğuyor ve ekonominin ağırlık merkezine yerleşiyor. Yeni bir şey, “faiz-döviz kardeşliği” geliyor. Bunun ayarı Türkiye gibi, gerekli kaynağı kendi yaratamayan bir ekonomide zordur. Henüz “mutlaka öder!” muamelesi görmeyen Türkiye dolar üzerinden net (kemiksiz) yüzde 25’e varan faizlerle borçlanacaktır. Bankacılık cazip meslek oluyor. “Uçuk” faizli borçlanma bankacılığı ihya ediyor. Ciddi üretim iddiasında olmayan sermaye de kendine dış borçla kaynak bulmaya alışıyor. 1994 krizi böyle geldi. Dünya piyasası faiz pazarlığında Hazine önerisini beğenmeyince ekonomi tıkanıverdi. Dolar uçtu. Faizler bunu durdurmak için daha yüksekten uçtu ve tüm fiyatlar hızlanıp koşmaya başladı. Enflasyon yüzde 100’e tırmandı. “5 Nisan kararları mecburiyeti” doğdu. Ve yeni “şeyler” başladı. Enflasyon yüksek bir “plato”ya yerleşti: Önce yüzde 60’lık, sonra yüzde 80’lik düzeylere oturdu! Sermaye hem artık dış borçla kolayca kredileniyor, hem de “garantili” yüksek enflasyonla kârlarını artırıyor. Bir adım sonrası dünya sermayesine tam eklenebilmektir. Gerçek kapitalizme ve yeni rejime gidebilmektir. O adım 2000’in dönemecinde gelecek. Peki, işçi sınıfı? 1990’ların ekonomi sınavı ona ağır gelmiştir. Soruları pek anlayamıyor. O yılların koalisyon yönetimleri kendisine “Halkı enflasyona ezdirmeyeceğiz!” diyorlar. 


‘ŞOK’ KARNINDADIR

Bankacılık yüzde 80’lik enflasyon “plato”sunda dünyadan borcu alıp içeriye yüksek faizle servis yapıp “geçinip giderken” IMF, “Artık vakti geldi, döviz kurunu tutmayın, serbest bırakın, yoksa karışmam!” dedi. Bankalar kârlı aracılık işini “açık pozisyon”la yapıyorlardı. (“Şu anda ödeyemem, sonra çaresine bakarız” pozisyonu) Döviz kuru/faiz ayarı tutturulamadı, dolar fırladı. Bankacılık karayel fırtınasına yakalandı. Kısa sürede otuzdan fazla banka yok oluverdi. 1999 Depremi’nden sonra ekonomide de deprem oldu. Hasar büyük işsizlikle yayıldı. “Şok” ekonominin karnına yerleşmişti. Model böyle.

IMF’nin “Vakti geldi!” dediği “yeni Türkiye”ye geçiş için 2001’de ekonomi yüzde 10 mertebesinde küçüldü. Buna “ağır deflasyon” derler. Toplum takatsiz kalır. Deflasyonu çalışanlar öder. Fiyatları ve gelirleri iyice söndürür, doları “dalgalanma”ya bırakır paranın değerini düşürürsen, yani ülkeni “ucuzlatırsan” dolar gelmeye başlar. Hem de ne zaman? Amerika’nın dünyaya kesintisiz (tarihi) dolar sağanağı yağdırmaya başladığı 2000’lerin ilk yıllarında.  

Yeni rejim “mutlaka öder!”le kuruldu. Bunun için bir “güvenilir imza” sahibi lazımdı. Kemal Derviş’i gönderdiler. “Güçlü ekonomiye geçiş programı” ilan edildi. Gerçek başlık “Borçlu ekonomiye geçiş!” idi. “Dolar gelirse güçlenirsin!” esastı. Beş yıl için IMF ve Dünya Bankası 50 milyar doların üzerinde destek verdi. Eskinin tasfiyesiyle başlayacaktı. 1990’ların enflasyon heybesinden gelen 2001 “şok”u bankaların yanı sıra eski siyasetçileri de tasfiye etti. Toprak bir daha “nadas”lanmıştı. Yepyeni siyasetçiler gelip yeni rejimi yapacaklardı. Sermaye de bunu bekliyordu. Hayal kırıklığı olmadı. Son yirmi yılı “yepyeniler” ile yaşadık.

Tarihi dolar sağanağı ile ekonomi bir “tahterevalli”ye oturdu. Dolar girişiyle enflasyon önce yüzde 18’e (2003), sonra yüzde 7’ye (2005) düştü. Büyüme (kârlar, diye de okuyabiliriz) aynı yıllarda yüzde 7.5’e yerleşti (Değerli, güvenilir araştırmacı Zafer Yükseler). Sermayenin de tarihi borçlanma “sörf”ü başladı. Dış borç ve iç krediler. İkisi de artacak. 2002’de GSYİH’nin yüzde 26’sı olan şirket borçları hep artarak 2021 sonunda yüzde 78’e tırmanacak. 2003’ten başlayıp “kazanmadığımız dolarlar” ile bir “Lale devri” yaşayacağız. Bankalar hepimize “borçlanma hakkı” verecekler. İster daire alalım, ister ithal otomobil ister bilgisayar ve TV vs. İster borçlanıp özel okullarda çocuk okutalım, ister tatile Avrupa’ya gidelim. İthalatla her şey bollaşıverdi. Daha önce böylesi olmamıştı. Kapitalizmin bu tarihi ikramı “yepyeni” siyasetçilere vatandaş nezdinde büyük kredi kazandırdı ve artık vatandaşın oyu “uzun vadeli siyasal kredi” olarak “ona” bağlandı. 1960 ile 1980 arasında 20 yıllık dönem bir “razı olmayan insan” tipini şekillendirmiş, toplumsallaştırmıştı. 2000’lerin bu tarihi “yapay bolluk” dünyası ise borçlanarak daha önce hayal etmediği bin bir şeye kavuşan, kapitalizme “razı olan insan” tipini şekillendirdi, yerleştirdi. “Razı olan insan”ı borçlandıran sermaye sınıfı ise eski katmanlara eklenen yeni katmanlarıyla çoğaldı. Son 20 yılda hem yeni bir sermaye sınıfına hem de siyasetin “razı olan insan” tabanına sahip olduk. Ekonomi ve siyaset bütünleşti. “Geçmişi bırakalım, günün ve geleceğin sahipliğini ele geçirdik!” söylemiyle konuşulur oldu. Birtakım sıkıntılar olabilir, geçicidir, “filanca” değişirse her şey değişir diye konuşma alışkanlığı siyasetin ve ekonominin uzmanlarına yerleşti.

‘BİR CİSİM YAKLAŞIYOR’

Hazinecinin hası geçmişi iyi bilir, günü doğru değerlendirir, geleceği sezer. Öyle biri, Hakan Özyıldız 2018’in yaz aylarına doğru bir panelde, 1970’lerde seyrettiğimiz Uzay Yolu dizisinden bir “replik”le söze başladı: Mr. Spock uzayı gözleyip Kaptan Kirk’e diyor ki: “Kaptan, tanımlanamayan bir cisim yaklaşıyor!” Evet, ekonomide tanımlanamayan cisim yaklaştı ve 2018 yazında TL’sını vurdu. Dolar fırladı. Cisim uzaydan gelmiyordu. Ekonominin karnında yatıyordu.Yönetim bunu beklemiyordu. Çünkü, 2008’de dünya kapitalizminin 

Çöküş”ünden  sonra, merkezin sahibi Amerika Fed’in kanalıyla dünyayı yeniden dolara boğmuştu. Dünyada “parçalar”ın kopmaması için kuvvetli zamk lazımdı. Yani, daha çok ve ucuz dolar. (Amerikan yapıştırıcı!) Türkiye kapitalizmi 2010’dan sonra bu “bedava dolar” rüzgârı ile yeniden yelken şişirdi. 2002-06’ya dönüşü hayal ediyordu. Ekonomide tarih tekerrür etmez. Tam tersi oldu. “Tahterevalli” yön değiştiriyordu. Modelin yapısındaki kırılganlıklar artık gün yüzüne çıkıyordu. Dünya sermayesi bunlara “risklerin büyümesi” olarak bakar. Dolar musluğunu buna göre açıp kapatır. 2018’in yaz aylarında da böyle oldu ve ondan sonra ekonomi toparlanamadı. Ekonominin yumuşak karnına (plastik cerrahi ile!) yerleştirilmiş olan “ikizler”, döviz kuru/faiz sarmallarını yaratmaya başladı. “Cisim” iyice yaklaştı. Döviz (dolar) kurunu tutmak için yapılan açık ve örtülü işlemler fren olamadı ama TCMB’nin rezervlerini tüketti. Banka, rezerv tutabilmek için kısa vadeli borçlanmaktan (“swap”tan) başka çare bulamadı. Para politikası inandırıcılığını yitirdi. “Tahterevalli” ters yöne biraz daha yattı. 2020’ye böyle geldik.


Sona gelelim. 2020 ile başlayan özel “Covid konjonktürü”, başta döviz, çeşitli darlıklarla belirsizliği, kırılganlıkları artırdı. İşin başka taraflarına girmeyelim. Şu dikkat çekicidir: Model, karnındaki “şok”tan sakınmak için enflasyona yönelmiştir. Sermayenin itirazı yoktur. Enflasyonla kârları artmakta, hatta olağanüstü artmaktadır. Ve enflasyon yükseldikçe borçlarını da “reel” olarak hafifletmektedir. Daha ne olabilir? Ücretlerin baskısı söz konusu değildir.

Ancak enflasyon ilerledikçe bir tehlike yaratıyor: Dolara kaçış! Çaresi? Reel kaynak yaratamayan ekonomide, bu durumlarda “mucitler” ortaya çıkar. 2021’in sonlarında göründüler. Görevleri dolara kaçışa fren olacak “icatlar”. İlki “kur korumalı mevduat” oldu. Onu (daha önce de denenip tutmamış) “gelire endeksli senet” izledi. Şirketlerin dövizinden (TCMB’ye) altı aylık ödünç almak ise dolar gereksiniminin büyüdüğünü gösteren son “icat” oluyor. Diyelim ki her ekonomide sıkışıklık halinde “icatlar”a başvurmak zorunlu olabilir. Ama işin ciddi, farklı boyutu var.

O boyut enflasyonda yatıyor. Anlamalıyız, 2021 Eylülü’nden sonra, bir enflasyon “kurgusu” var. (Yanlışlar yapılıyor, diye eleştiren meslektaşlarımız kusura bakmasın.) Enflasyon kurgusunu, kimi yazarların ciddiye almadığı Maliye Bakanı berraklıkla, içtenlikle açıkladı: “Enflasyonla büyümeyi tercih ettik. Yoksa enflasyonu düşürmek için çok sert tedbirler alabilirdik. Bu sistemden dar gelirliler hariç, üretici firmalar, ihracatçılar kâr ediyorlar. Çarklar dönüyor” dedi. Kutlamak lazım! Bundan daha açık konuşarak hem modelin esasını hem de son aşamadaki kurguyu açıklayan biri oldu mu? Benim uzun uzun yazdıklarımı dört cümlede anlatmış. Bravo! “Çok sert tedbirler” dediği “ağır deflasyon”dur. Şunu söylemiş oluyor: Ya enflasyonla yürüyerek sermayeyi hoşnut kılacağız ve destekleriyle, iktidarımızda bir “çatlağa” meydan vermeyeceğiz ya da “istikrar” adına “ağır deflasyon”a boyun eğip enflasyonun faturasını biz fena halde ödeyeceğiz. “Çok sert tedbirler” öyle bir faturadır ki bizi dönmemek üzere götürür ve sermayeye de şimdi fena çarpar! Gerçek budur. Çünkü bu enflasyon ancak bir “sert iniş”le sonuçlanabilir. (Elbette söylemeyi ihmal etmiyor: “Halkı enflasyona ezdirmeyeceğiz!”) Son kırk yılın sınavlarında öğrenmiş olmalıyız.

 Küçük bir hatırlatma. 1922-23’te, dünyanın sanayi devi Almanya’nın Ekonomi Bakanı Karl Helfferich içine sürüklendikleri çılgın enflasyonun büyümeyi ve şirket kârlarını artıracağını savunuyordu. Reichsbank’ın Başkanı Havenstein da 1923’ün baharında aynı görüşteydi! Hızlanan enflasyonun nasıl bir “geri dönüşü olmayan nehir” gibi aktığını sonuçlarıyla doğrulamak için o Almanya’ya bir daha bakalım! Enflasyon karnında bu dersi taşıyarak hüküm sürüyor.

HALK SAYILARA YETİŞEMEZ

Enflasyonda sayılar kayar, kaybolmaya başlar. Halk sayıların (fiyatların) peşinde koşar, yetişemez, tıknefes kalır. Sermaye sayıları koşturur, koşturdukça önce normal, sonra olağanüstü kazançlara (İngilizler “windfall” derler) erişir. Halk ve sermaye sayıları birbirinden farklı konuşurlar. Sermaye kendi güvenliği için bir “enflasyon muhasebesi” yapar. Düz insan böyle muhasebe yapamaz. Kendini sayıların kayganlığına, değersizleşmesine bırakır. Direnemez. Türkiye’de ücretliler dünyasına bakınca farklılık görülmüyor mu? Gerçeklerin esasını bilen, gören, yazan Korkut Boratav toplam gelirlerdeki ücret payının son enflasyon senaryosu içinde yüzde 8 daralarak yüzde 32’ye indiğini yazdı (10 Haziran 2022). Her enflasyonda kârlarda olağanüstü artış olur, dedik. Ücretliler, maaşlılar, emekliler bununla ilgilenmezler. Kendi ücretlerine artış isterler. Hep aynı olur. Sayılar kayıp giderken ücrete zam yapılır, sevinirler. Çünkü  “eski sayılar”a göre düşünürler. Kayma sürdükçe “yeni sayılar” da kayar. Nereye kadar? “Çok sert tedbirler zamanı”na kadar. O “zaman” gelince artık sadece sayılar değil, kavramlar, değerler ve umutlar da kaybolmuştur.

Özetle, daha ciddi bakmak gereken bir kayma var. 1980’den sonra her enflasyon ülkeyi siyasette karşıdevrime biraz daha kaydıran bir “sathı mail”e (eğik düzlem) oturdu. Enflasyon-deflasyon “gel - git”i bunu besledi, yerleştirdi. “Nadaslamalar” bu düzlemde oldu. Başa dönelim: “Ekonomi sınavında ekonomi dersi öğrenilir mi?” Enflasyon üzerinden sorduk. Şunu sorarsak işin özüne biraz daha yaklaşırız: Ekonomi sınavında siyaset dersi öğrenilir mi? 

Ne dersiniz?

Bilsay Kuruç / Cumhuriyet


‘4.9 ton cinayetleri’ - Timur Soykan / BİRGÜN

 

    4.9 tonluk kokain Kolombiya’da 2020’de yakalanmıştı.

Sedat Peker’in gündeme getirdiği Orhan Adıbelli cinayeti Kolombiya’da Türkiye’ye gönderilmek üzereyken yakalanan 4.9 ton kokain nedeniyle işlenmiş olabilir mi? Hatta bu nedenle öldürülen tek baronun Orhan Adıbelli olmadığı öne sürülüyor.

2020’ler karanlığındaki Türkiye’de iki gizemli olay: Birincisi; Kolombiya’da yakalanan ve yaklaşık 2.5 yıldır karanlıkta bırakılan 4.9 ton kokain. İkincisi; uyuşturucu baronları Cevat Bozdağ ile Orhan Adıbelli’nin öldürülmesi.

Önce 4.9 tonluk gizemi hatırlatalım: Kolombiya Savunma Bakanı 9 Haziran 2020’de Türkiye’ye gönderilmek istenen iki konteynerde kokainin yakalandığını açıklamıştı. Aslında kokain Mart 2020’de yakalandı ama granül kauçuk içine yedirilmiş kokainin laboratuvar incelemesi 2 ay sürmüştü.

Kokainin yakalandığını Twitter hesabından açıklayan Kolombiya Savunma Bakanı Carlos HolmesTrujillo, 6 ay

 sonra koronavirüs nedeniyle öldü.

Bu dev sevkıyatla Türkiye’nin bir kokain rotasına dönüştürüldüğü ortaya çıktı. Bir yıl boyunca bunu anlattık ama İçişleri Bakanlığı’ndan bir açıklama gelmedi. Sedat Peker, Mayıs 2021’deki ifşalarında 4.9 ton kokain ile ilgili soruşturma açılmadığını anlatıp Mehmet Ağar ve eski Başbakan Binali Yıldırım’ın oğlu Erkam Yıldırım’ı suçlayınca konu ülke gündemine oturdu. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Kolombiya’nın bilgi taleplerine yanıt vermediğini savundu. Kolombiya’da dev kokain sevkıyatıyla ilgili bir kişi bile gözaltına alınmadı. Çıldırtıcı bir sessizlikle aylar geçti.

YERALTINDA DEFTERLER KAPANMADI

Ocak 2022’de Büyükçekmece Savcılığı’nın soruşturmasında konteynerlerin alıcısı olarak görünen bir iş insanı ile 14 kişinin tutuklandığı duyuruldu. Ama bu kadar önemli bir olay hakkında nedense 6 aydır hiç bilgi sızmadı.

Yani 4.9 ton kokain Kolombiya ve Türkiye’de karanlığa gömüldü.

Kolombiya’dan henüz yola çıkmamışken değeri 265 milyon dolar olan kokainden bahsediyoruz. Türkiye’ye ulaşsa değeri katbekat artacaktı. Bu para, devletler tüm soruşturmaları kapatsa bile yeraltı dünyasındaki defterlerin kapanmasına izin vermez.

İşte bu noktada cinayetleri anlatmaya başlayabiliriz.

Tarih: 5 Haziran 2020

Kolombiya’da kokainin yakalanmasının üzerinden 2 ay geçmiş ama henüz Kolombiya Savunma Bakanı açıklama yapmamıştı. 58 yaşındaki Cevat Bozdağ Hollanda’nın Rotterdam kentindeki evinden saat 22.00 sıralarında eşiyle birlikte çıktı. Köpeklerini gezdiriyorlardı. Onları takip eden beyaz otomobil yanlarında durdu ve içinden çıkan adam kalaşnikofun namlusunu Cevat Bozdağ’a doğrulttu. Tetikçinin taradığı Cevat Bozdağ olay yerinde öldü, eşi yara almamıştı.

ÖMER LÜTFİ TOPAL’LA ÇALIŞMIŞTI

Cevat Bozdağ, Avrupa’da gençliğinden beri uyuşturucu kaçakçılığı yapmış ama karanlıkta kalmayı başarmıştı. İddiaya göre; Susurluk Çetesi’nce öldürülen Ömer Lütfi TopalSami Hoştan gibi isimlerle İspanya, Hollanda ve Almanya’da ortaklık yapmıştı. Uyuşturucu baronu Cemal Nayır ile hemşeriydi, Sivaslıydı. Birlikte Avrupa’ya tonlarca uyuşturucu sokmuşlardı.

Ama en yakınındaki isim Orhan Adıbelli’ydi. Hollanda Rotterdam’da birlikte büyümüşlerdi ve onu işine dahil etmişti.

Sivas’ta toprağa verilirken kalabalığın arasında Orhan Adıbelli vardı.

Tarih: 4 Ağustos 2020

4.9 ton kokainin yakalanmasından 4 ay, Cevat Bozdağ’ın öldürülmesinden 2 ay sonra Orhan Adıbelli sahibi olduğu Kayseri Çimento AŞ.’nin bahçesinde oturuyordu. Kendisine doğru yürüyen 26 yaşındaki Emrah Yıldırım “Orhan Abi” diye seslendi, dönüp baktığında katil tabancasını doğrultmuştu. Defalarca tetiği çekti.

ARANAN ŞAHIS VALİ MAKAMINDA

Cevat Bozdağ ve Orhan Adıbelli, uyuşturucu ağlarını Hollanda’nın Rotterdam kentinden uzun yıllar birlikte yönetmişlerdi. Güney Amerika’dan getirilen kokaini Hollanda, Belçika ve Almanya’daki limanlardan Avrupa’ya sokuyorlardı. Orhan Adıbelli, 2013’te Avrupa’nın 2. büyük limanı Belçika Anvers’teki sistemleri bilgisayar korsanlarına hackletmiş ve tonlarca uyuşturucu kaçırmıştı. İki hafta önce marifetlerini yazmıştık:

Limanları hackleyen Orhan Adıbelli, Hollanda polisinin operasyonundan önce Türkiye’ye kaçmıştı. Hakkında kırmızı bülten çıkartılmasına karşın Türkiye’de yaşadığı 7 yıl boyunca elini kolunu sallayarak gezdi ve on milyonlarca avroluk yatırımlar yaptı. Çimento ve geri dönüşüm fabrikaları kurdu. Valilerin makamında ağırlanıyordu.

Interpol tarafından aranan Orhan Adıbelli, Yozgat Valisi Kemal Yurtnaç’ı makamında ziyaret etti. Bu ziyaretin 

haberi halen valiliğin internet sitesinde duruyor.

Halen Yozgat Valiliği’nin internet sitesinde Orhan Adıbelli’nin 2016’da yaptığı ziyaretin haberi duruyor. Habere göre; Vali Kemal Yurtnaç ziyaret sırasında şöyle diyor:

“Yatırımcı çekmek için tüm desteği vermeye hazırız. Yatırımın kurulması için

 herhangi bir bürokratik engel varsa da bunu biz ortadan kaldıracağız.”

Orhan Adıbelli’nin etrafındaki koruma duvarının büyüklüğünü anlamak için bu haber bile yeterli.

Sedat Peker iki hafta önce Orhan Adıbelli cinayetini gündeme getirdi. Mehmet Ağar’ın oğlu Tolga Ağar ile ortak olan Murat Boyracı’nın 50 milyon avroluk alacak-verecek meselesi nedeniyle Orhan Adıbelli’yi öldürttüğünü iddia etti. Mehmet Ağar’ın 50 milyon avro için aracı olduğunu ve cinayetin tetikçilerle sınırlı tutularak karanlıkta bırakıldığını iddia etti.

Baron cinayetinin ardındaki gerçekler bunlar mıydı? Ya da bu iddialarda bile eksik kalmış çok önemli bilgiler var mı? Maalesef ‘Yeni Türkiye’de siyasetin emrine girmiş yargı, hakikati ortaya çıkarmak için çalışmıyor. Yani biz gazetecilerin belgelerine ulaşabileceği soruşturmalar yapılmıyor.

‘4.9 TON KOKAİNİN ARKASINDA ONLAR VAR’

Cevat Bozdağ ile Orhan Adıbelli’yi yakından tanıyan kişilerle konuştum. Onların iddiasına göre; iki uyuşturucu baronu, Orhan Adıbelli Türkiye’ye yerleştikten sonra zehir ağlarını Türkiye’ye doğru genişletti. Sedat Peker’in gündeme getirdiği Murat Boyracı’nın da onlarla çalıştığını öne sürüyorlar. İddiaya göre; özellikle Ambarlı, Dilovası ve Mersin limanları üzerinden büyük sevkıyatlar yapıyorlardı. Kokainin Avrupa’dan çok daha pahalı olduğu Türkiye ve Ortadoğu pazarından büyük paralar kazandılar.

Ve çok çarpıcı, cinayet tarihlerine bakıldığında oldukça tutarlı görünen iddia:

Kolombiya’da yakalanan 4.9 ton kokainin organizatörleri de onlardı.

Elbette sadece onların işi değildi. ‘Mutfak’ denilen Kolombiya’daki kokain laboratuvarlarının sahibi uyuşturucu baronları malın yakalanmasına çok öfkelenmişti.

4.9 ton kokain yakalandıktan bir süre sonra İstanbul’da taraflar bir araya geldi. Amaç yüzlerce milyon dolarlık kaybın sorumlularını bulup parayı onlardan tahsil etmekti. Buna, yeraltı dünyasının jargonunda ‘masa kurmak’ ya da ‘cemaati toplamak’ deniliyor. O masada Cevat BozdağOrhan AdıbelliMurat Boyracı’nın yanı sıra arabulucu olarak bazı mafya gruplarının temsilcileri vardı. Bazı kaynaklar Mehmet Ağar’ın masada olduğunu iddia ederken bazıları Mehmet Ağar’ın orada olmadığını ama Orhan Adıbelli’yi bir süre koruması altına aldığını öne sürüyor.

İddiaya göre; o masada Orhan Adıbelli ile Cevat Bozdağ kavga etti ve 50 milyon avroluk alacak-verecek konusunda anlaşamadılar. Murat BoyracıCevat Bozdağ’a yakındı.

Bundan sonrası herkesin elinin tetikte ve namlunun ucunda olduğu bir süreçti. Cevat Bozdağ cinayetiyle ilgili biri Türk, diğeri Güney Amerika ülkesi Surinam uyruklu iki kişi yakalandı ama konuşmadılar. Orhan Adıbelli’nin tetikçisi ise cinayet için 2 milyon avroya anlaştıklarını anlattı. Kendisini azmettiren kişinin Sadık Onur Mert olduğunu anlatıp “Eğer yakalanırsam Cevdet Bozdağ’ın adını vermemi bana söylediler” dedi. Soruşturma Antep’teki bir suç örgütüyle sınırlı bırakıldı. Sedat Peker’in iddiasına göre cinayeti Murat Boyracı azmettirdi.

Sonuçta 4.9 ton kokain ile birlikte iki baron cinayeti şimdilik karanlık perdeler ardında. Umarım bir gün gerçek soruşturmalarla bu iddiaların doğru olup olmadığını öğreneceğiz.

Timur Soykan / BİRGÜN




Devir, devirme, devrim - ENGİN SOLAKOĞLU / SOL

 

Önceki gün Cumhurbaşkanı Sarayı’nın halk tarafından ele geçirilmesi, Başbakan konutunun ateşe verilmesi, kitlelerin değişim iradesinin somut kanıtı..

Ali İsmail Korkmaz’ın anısına

Ülkenin en değerli ve ikamesi en güç servetinin tahrip edildiği, bir başka deyişle yetişmiş insanlarının art arda öldürüldükleri bir hafta yaşarken benim dikkatimi bir haber çekti sosyal medyada: Maymunlar Taş Devri’ne girmişler. 

Biraz daha araştırınca haberin pek de yeni olmadığını, en azından benim bulabildiğim kadarıyla 2015 yılından beri maymunların Taş Devri’ne girdiklerine dair bir çok haber yayınlandığını gördüm. Demek ki Maymunlar bir süredir Taş Devri’ni yaşıyorlarmış. Ben fark edememişim daha önce. Uzmanlara göre Kapuçin Maymunları 3000 yıldır Taş Devri’nde bulunuyorlarmış. Bizimki neredeyse 1 milyon yıl sürmüş. Primat kardeşlerimizin o kadar zamanı olacak mı, biz yeni bir çağ inşa etmek için onların yetişmesini bekleyecek miyiz eminim değilim. 

Ezeli ebedi sözelci olduğum için biyolojiden, zoolojiden filan çok anlamıyorum ama kavrayabildiğim kadarıyla meselenin özü  şu: Bilim insanları inceledikleri değişik türden primatların ağaç dallarından ve taştan aletler yapmaya başladığını saptamışlar. Buradaki önemli ayrıntı, doğada buldukları bir takım cisimleri veya insanların verdiği aletleri belirli amaçlarla kullanmaları değil, o gereçleri imal etmeleri anladığım kadarıyla.

Şempanzelerin veya diğer maymunların Taş Devri’ne girdiklerine dair bulgular ne anlama geliyor? Evrende yalnız olmadığımız gibi, yeryüzünde de eşsiz olmadığımız anlamına geliyor bana kalırsa. Bu gelişmenin bir başka anlamı ise tarihin bir yürüyüşü, bir akışı, bir yönünün bulunduğu. 

İki ayağı üzerinde yürüyen bir başka primat türüne, insana geçelim şimdi.

Hindistan’ın güneyinde büyükçe bir ada ülkesi Sri Lanka. Adettendir ya bizde, küçük olduğunu düşündüğümüz ülkeleri Konya ile karşılaştırırız. Sri Lanka’nın yüzölçümü 66 bin kilometrekare. Neredeyse iki Konya kadar. 22 milyon nüfusu var. Adanın eski ismine de aşinayız: Seylan. Bizim için önemli bir tarafı çayı anımsatması. Çayın önemi sadece koyu rengiyle ilgili değil. Çay tarımına yüklenen Britanya sömürgeciliği ülkenin etnik yapısını ve dolayısıyla tarihini de değiştirmiş. İngilizler çay plantasyonlarında karın tokluğuna -ki o da sözün gelişi- çalıştırmak  için Hindistan’dan Tamiller’i taşıyıp yerleştirmişler Ada’ya. Ada’nın yerli halkı Sinhalizler pek mutlu olmamışlar elbette. 

Sri Lanka’nın bağımsızlığa kavuşması 1948 yılında ama Birleşmiş Milletler’e üyelik 1955’te gerçekleşmiş. Benim gençliğimde ve sonraki yıllarda biz Sri Lanka’yı hep bir iç savaş üzerinden takip etmiştik. Ülke nüfusunun yüzde 10’undan biraz fazlasını oluşturan Tamil azınlığı temsil eden Tamil Kaplanları ile merkezi yönetim arasındaki kanlı çatışmalar 2009 yılında örgütün kesin bir askeri yenilgiye uğramasıyla sona ermişti. O sıralar Paris’teki 1 Mayıs yürüyüşlerinde en kalabalık gruplardan biri oluyorlardı Tamiller.

Konuyu daha iyi bilenler mutlaka vardır ama o sıralar okuduğum analizler 26 yıl süren ve kimi iddialara göre 100 bin can alan iç savaşın birdenbire sona ermesinin Çin Halk Cumhuriyeti’nin Tamil Kaplanlarına vermekte olduğu desteği kesmesiyle bağlantılı olduğu yönündeydi. Savaş boyunca Hindistan ise merkezi yönetime destek vermiş, ordunun eğitiminde etkin rol almış, bir ara da Ada’ya “barış” gücü göndermişti.

Sri Lanka’nın ilginç bir özelliği var. Devletin resmi adı Sri Lanka Demokratik Sosyalist Cumhuriyeti. Bu isim Sri Lanka’da yaşananlarla ilgili yorum yapmaya çalışan bizim yarım akıllı liberalleri de yanıltıyor haliyle. Oysa ki ülkenin 1970’li yıllarda uyguladığı kısmen “sosyalizan” diye nitelenebilecek ekonomik politikaları bir yana bırakırsak Sri Lanka Güney Asya’nın Pazar ekonomisine geçişte öncü devletlerinden sayılıyor. 

Dünya anlaması ve anlatması kolay bir gezegen değil elbette ve her olumsuz gelişmeyi Leninizm, olmadı İttihat Terakki, o da olmadı Kemalizm’e bağlayarak geçmiyor ömür. Neyse fikri liberal, irfanı liberal, vicdanı çoktan seçmeli tayfayı bir kenara bırakıp konumuza dönelim yine.

Evet, ülkenin adında “sosyalist” sözcüğü var ama ülke tarihindeki üç büyük ayaklanmanın ikisinin altında Marksistlerin imzası bulunuyor. Korkut Hoca’nın dipnotta yer verdiğim yazısında1 da ayrıntılı olarak belirttiği gibi bu yılın Mayıs ayında patlak veren olayların gösterdiği tek bir olgu var: Kapitalist paradigmanın iflası. 

Önceki gün Cumhurbaşkanı Sarayı’nın halk tarafından ele geçirilmesi, Başbakan konutunun ateşe verilmesi, kitlelerin değişim iradesinin somut kanıtı. Ne var ki bu iradenin bir tür “Millet İttifakı” tarafından ele geçirilip lacivertin başka bir tonuna dönüştürülmemesi için Marksist önderlik gerekiyor. Sri Lanka’da öncü Komünist bir örgüt olan Halkın Devrimci Cephesi’nin (JVP) Siyasi Büro üyesi Rathnayeke’nin soL Haber’e verdiği özel demeçte2 bu ihtiyacın ipuçlarını görebiliyoruz. Şunu da hatırlatalım, JVP yukarıda sözünü ettiğim iki Marksist ayaklanmaya da öncülük eden Marsist-Leninist siyasi yapı. 

Sri Lanka’da gördüklerimizin istisnai bir yanı yok. Arnavutluk ve Makedonya’da da halk sokaklarda. Kapitalizm dünyada tıkanmış durumda. Düzen kaygılı. Baksanıza bizim Dışişleri Bakanlığımız bile Cumhurbaşkanlığı sarayının havuzunda yüzen ve mutfağında yemek yiyen halkı “endişeyle” izliyor. AKP Genel Başkanı Bayram mesajında, olağan koşullarda kul olarak görmeyi tercih ettiği ve nadiren insan yerine koyduğu Türkiye halkına “sabır” çağrısı yapıyor. Bir hayalet dolaşıyor…

Bundan daha uygun bir zaman olamaz. Bir sonraki seçimi beklemek değil, devir kapatmak, devir açmak, ittirmek, devirmek, devrim ve yeniden inşa etmek gerekiyor. Bir de Ali İsmail’in hesabını “tüm emeği geçenlerden” muhakkak sormak gerekiyor.

ENGİN SOLAKOĞLU / SOL

Darbe gerekçesiyle boşaltılan askeri alanlar ranta açıldı - SOL

 


15 Temmuz darbe girişiminin ardından askeriyeyi şehir dışına çıkarma kararı alan iktidar, arazileri tek tek yapılaşmaya açtı.

15 Temmuz darbe girişiminden sonra şehir içinde kalan askeri alanların kent dışına çıkartılması kararlaştırıldı.

Dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki, 2017 yılında yaptığı açıklamada AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bu konuda kesin bir talimatı olduğunu ifade ederek, “Şehir içerisinde kalan askeri alanlar, bundan 50-60 yıl kadar önce bazen daha eski, şehirlerin çeperlerinde yer alan askeriyenin kullanacağı yerlerdi. Şehirler öyle büyümüş ki askeri alanları içine almış ve yutmuş. Buraların dışarıya taşınması çok doğru bir fikir. Sayın Cumhurbaşkanımızın talimatı var, hepsi yeşil alan olacak. O konuda kimsede ters bir düşünce yok” diye konuştu.

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum 2018 yılında bakan olarak atandıktan 3 ay sonra yaptığı açıklamada, “Hiçbir zaman askeri arazileri biz rant olarak görmedik” dedi.

Gayrimenkul projeleri

Sözcü'den İsmail Şahin'in haberine göre İstanbul’da süreç çok farklı ilerledi. Şehir içinde kalan askeri arazilerin yanı sıra askeri lojmanlar da bir bir boşaltılırken, yerlerine bulundukları bölgede yapı ve nüfus yoğunluğunu artıracak gayrimenkul projeleri geliştirildi.

AKP iktidarı 15 Temmuz darbe girişiminden önce de İstanbul’da bazı askeri alanları yapılaşmaya açmıştı. TOKİ iştiraki Emlak Konut GYO önderliğinde Bağcılar’da Batışehir, Halkalı’da Avrupa Konutları Atakent 3, Ayazağa’da Maslak 1453, Zeytinburnu’nda Büyükyalı, Zekeriyaköy’de boşaltılan füze üssünün yerine Köy yapılırken, Sancaktepe’de askeri lojmanların yerine ofis projesi yapılmıştı.

15 Temmuz darbe girişiminden sonra yeşil alan olarak kullanılacağı söylenen askeri alanlarda da bir bir rant projeleri yükselmeye başladı.

Esenler’de Metris, Topkule ve Baştabya Kışlaları'nın bulunduğu askeri alanlar 2012 yılında “Rezerv Yapı Alanı” yani yeni konut alanı ilan edildi. 2019 yılında 720 hektarlık alanın yüzde 38'i, yani 2 milyon 788 bin 562 metrekaresine, konut, turizm ve ticaret imarı verildi.

Çekmeköy 'rantköy' oldu

Ranta açılan askeri alanların en büyüğü ise İstanbul'da 3’üncü Kolordu Komutanlığı’na bağlı Çekmeköy Kışlası oldu.

Parsellere bölünen arazinin ilk olarak 2019 yılında 200 bin metrekarelik bölümüne inşaat izni verildi. Arazi ihalesiz olarak Emlak Konut GYO'ya satıldı ve üzerinde halen inşaatı devam eden, 392 daire ve 70 ticari üniteden meydana gelen Ormanköy projesi geliştirildi.

Son olarak 2021 yılında Çekmeköy Kışlası'nın 860 bin metrekarelik bölümünü oluşturan ve 458, 459 ve 460 sayılı parsellerini kapsayan yaklaşık 860 bin metrekarelik alana Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından yeni plan hazırlandı.

860 bin metrekarelik eski askeri alanın 355 bin 881 metrekaresi konut ve ticari birimler için ayrıldı ve bu alan yine ihalesiz olarak TOKi tarafından 937 milyon liralık bedelle Emlak Konut GYO'ya satıldı.

Emlak Konut GYO geçtiğimiz yılın sonunda Çınarköy adı bir proje geliştirdi ve satışa sundu. Proje kapsamında 1774 adet konut, 141 villa ve 56 ticari alan inşa ediliyor. Milyonlarca lira değerindeki mülklerin yapımının 2024 yılında tamamlanması bekleniyor.

Üniversite kışlaya, eğitim alanı ranta

TOKİ ile Marmara Üniversitesi arasında imzalanan protokol çerçevesinde, Halkalı, Nişantaşı ve Bahçelievler Yerleşkeleri TOKİ’ye devredildi.

TOKİ’de bunun karşılığında Maltepe’deki 2 milyon 455 bin metrekare büyüklüğündeki Kenan Evren Kışlası arazisini üniversiteye verdi. Üç kampüsü alan TOKİ, Halkalı ve Nişantaşı kampüslerinin arazilerini Emlak Konut GYO’ya sattı.

Arsaları 2 milyar 277 milyon lira bedelle alan Emlak Konut, arazileri satış geliri karşılığında ihale etti ve hali hazırda Halkalı’da Bizim Mahalle, Şişli’de ise Nişantaşı Koru adlı projeler inşa ediliyor.

Bakırköy ve Tuzla

İstanbul, Bakırköy Florya'da 34 dönümlük askeri alan TOKİ tarafından 2018 yılında konut imarına açıldı. TOKİ, askeri lojmanların ve tesislerin bulunduğu alanının imar planını değiştirerek arazinin yüzde 60'ını konut, geri kalan bölümünü de özel okul, cami ve park olarak düzenledi.

2020 yılında Tuzla İçmeler'de Piyade Okul Komutanlığı arazisinde yaklaşık 168 bin metrekarelik askeri alan imara açıldı. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından yeni konut alanı ilan edilen askeri alanda; AVM, otel ve konutlar yükselecek.

Dikimevi'ne rezidans

Jandarma Genel Komutanlığı, TOKİ ile imzaladığı protokol çerçevesinde İstanbul Beşiktaş Barbaros Bulvarı'nda bulunan yaklaşık 30 dönümlük askeri alanı TOKİ'ye devretti. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından gerçekleştirilen ve Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle onaylanan plan değişikliğiyle 3 Eylül 2018 günü arazi yapılaşmaya açıldı.

Boğaz manzaralı 16 parselden oluşan arazinin 17 bin 500 metrekare konut alanı, 12 bin 260 metrekare ise donatı alanı olarak belirlendi. İmar değişikliğinin duyurulduğu gün, Emlak Konut GYO, Jandarma Dikimevi arazisini 360 milyon lira bedel üzerinden altı eşit taksitle TOKİ’den satın aldı.

Bir ay sonra Emlak Konut GYO gazetelere ilan vererek 15 Ekim 2018 günü arsayı 36 ay taksitle 462 milyon liraya Vedat Aşçı’nın sahibi olduğu Astaş’a sattı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, ‘bina yükseklikleri zemin + 5 katı geçmesin’ talimatı ve şehir dışına taşınacak askeri alanların yeşil alan olacağına yönelik sözlerine rağmen, Haziran 2021'de bir kez daha yapılan imar planı değişikliğiyle arsanın konut için ayrılan 17 bin 500 metrekarelik kısmında kat yüksekliği beşten sekize çıkarıldı.

ASTAŞ, arazi üzerinde Kempinski ile lüks bir gayrimenkul projesi geliştirdi ve 2022 yılının ilk çeyreğinde projeyi duyurdu. Geçtiğıimiz günlerde, Atatürk Havalimanı'nın iki pistinin kırılarak söz konusu alanı Millet Bahçesi'ne dönüştürme işiyle ilgili ihaleyi kazanan Yapı ve Yapı firmasının projeye ortak olduğu ortaya çıktı.

Lojmanı yık, oteli dik

Beşiktaş Barbaros Bulvarı üzerinde yer alan 6 adet askeri lojman binasının bulunduğu yaklaşık 20 dönümlük arazi önce Jandarma Genel Komutanlığı tarafından protokol ile TOKİ’ye devredildi. Ardından Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından 13 Ocak 2021'de “Rezerv Yapı Alanı” yani yeni konut alanı ilan edildi. 6 adet lojman binasının bulunduğu arazi için Emlak Konut GYO tarafından hazırlanan yeni imar planı 1 Şubat 2021'de onaylandı. Arazinin “Ticaret+ Turizm+ Konut Alanı” ilan edildikten sonra 2021 yılında düzenlenen yapım ihalesini kazanan Pasifik İnşaat, binaları yıkıp otel, alışveriş alanları ve rezidans inşa edecek.

Geçen hafta da...

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, 1 Temmuz 2022 günü İstanbul'da bir askeri alanı daha konut imarına açtı.

TOKİ'ye devredilen Maltepe'deki 528 bin metrekarelik askeri alana, 7 katlı binalar dikilecek. Öte yandan, yine bakanlık tarafından geçtiğimiz hafta Sancaktepe'de 4 bin 285 metrekarelik askeri alan ‘ticaret alanı' olarak belirlendi. Birkaç gün önce ise bakanlık İstanbul Kartal'da 2 bin 700 metrekarelik askeri alanı ‘ticaret ve konut' alanı ilan edip, imara açtı. (SOL)


Arkeolog Mesut Alp ile arkeolojik alanların yıkımının tarihi - ÖZKAN ÖZTAŞ / SOL - Özel

 Arkeolog Mesut Alp ile arkeolojik alanlardaki yıkımların tarihini ve güncel örneklerini soL okurları için konuştuk.

Ortadoğu haritası bizlere sadece savaşların ya da enerji kaynaklarının değil aynı zamanda insanlık tarihinin kültürel sürekliliğinin izlerini de sunar. Arkeolojide "Bereketli Hilal" olarak tarif edilen ve Akdeniz'in doğusundan Basra Körfezi'ne kadar uzanan bu alanda tarihimizin ilksel tüm örneklerine rast gelebiliriz.

İlk buluşma mekanlarından toplu yerleşim alanlarına, yazının icadından astronomi çalışmalarına, edebiyattan sanata kadar pek çok şeyin ilk adımları bu topraklarda tarihlenir. Dolayısıyla arkeolojik olarak Mezopotamya'ya odaklanmak, insanlığın ortak hafızasına da odaklanmak manasını taşıyor. 

Bu coğrafya aynı zamanda soylularla kölelerin, ezenle ezilenin, yukarı şehirde yaşayanla aşağıdaki şehirde yaşayanın, suyun başında olanla kurak toprakların, aydınlıkla karanlığın da savaşına şahit olmuştur.

IŞİD'in Suriye ve Irak topraklarında sebep olduğu yıkım hala hafızalarda. Tahrip edilen müzeler, yıkılan antik kentler, aydınlanma mücadelesiyle karanlığın savaşında yaşananlar arkeolojinin sahnesindeki vakalara şahit oldu. 

Dünden bugüne arkeolojik alanların yıkımına şahit olunan, IŞİD gibi barbarlıkları yaşamış bu coğrafyadaki devinimi arkeolog Mesut Alp ile soL okurları için konuştuk.

Dilerseniz önce Bereketli Hilal'den başlayalım. Neresidir burası?

Bereketli Hilal, Yakın Doğu'da özellikle büyük bir kısmı Mezopotamya'da kalan coğrafi bir isimlendirmedir. Yani belli bir alana, 200, 250 mm'den daha fazla yağış düşüyorsa bu buğday, arpa, mercimek gibi ot bitkilerinin doğal yaşam alanının da oluşmasına neden oluyor. Bu da insanların sulama yapmaksızın tarım yapabilecekleri güce sahip olmaları demektir. Ve bitkiler ilk olarak burada kültüre edilmeye başlanıyor.

Nil Deltası'nın kuzey doğusunda başlayan, Levant, İsrail, Filistin topraklarını, Antakya ile birlikte Kuzey Mezopotamya ya da Güneydoğu Anadolu dediğimiz alanı içine alır, döner, Musul'dan aşağı kadar Zağros Dağları'nın eteklerini yalayarak aşağı inerek bir hilal oluşturur. 

İşte bu alan içerisinde, Göbeklitepe'sinden tutun da Ürdün'deki birçok arkeolojik yerleşime kadar ilkler bulunur. Bundan dolayı dediğin gibi insanlık tarihinin kendisiyle beraber savaşın da tarihini bize anlatıyor burası. 

Peki burada savaşların bu kadar yoğun olmasının sebebi nedir?

Zaten yazının icadından bugüne 5000-5500 yıllık bir tarih olduğunu varsayarsak, kabaca bir hesapta uzmanlar, 14 bin 500 civarında savaş  çıktığını söylüyor. Bu da her sene en az iki savaşa tanık olmuşuz demektir insan evlatları olarak.

Bu neyi beraberinde getiriyor? Aslında arkeolojik alanların tahribatında önce, yarattığımız kültürü yok etmek üzerine bir tarihimizin olduğunu da ortaya çıkarıyor. Ekolojiyle, iklimle, coğrafyayla olan ilişkimiz bir yıkımlar tarihi üzerinden şekilleniyor. Siz her sene iki savaş gerçekleştiriyorsanız eğer bir probleminiz var demektir. Yani yaşadığınız alanla bir probleminiz var demektir, yaşadığınız kültürle ilgili bir probleminiz var demektir, kendinizle ilgili bir probleminiz var demektir. 

Bu olguları bir çifte benzetecek olursak, iki bireyin, iki insanın her gün aralarında çok şiddetli bir tartışmanın, kavganın yaşandığını hayal edin. Sağlıklı bir ilişkiden söz etmek mümkün mü sizce? Değil. Galiba insanoğlunun doğayla, çevreyle, kendisiyle olan ilişkisinde bir bozukluk olduğu ayan beyan ortada. Bu doğadan kopuşumuzla mı gerçekleşiyor, kültürel süreci başlatmamızla mı gerçekleşiyor bilmiyorum ama yaklaşık 2,5 milyon yıldır yok ediciler olarak tarih sahnesinde varlık gösteriyoruz. Üzülerek söylüyorum bunu. 

2 milyon yıldır doğanın predatorleri, yok edicileri olarak kabul ediliyoruz. Çünkü ürettiklerimize karşın yok ettiklerimizi kıyasladığımızda yok edici bir yerde yer alıyoruz. 

                                            Arkeolog Mesut Alp

Burada mülkiyet ile savaşlar arasındaki ilişkiye nasıl bakmalı?

Bu Bereketli Hilal içerisinde ilk yerleşim yerleri, ilk sınırlar, ilk kültüre edilen bitkiler ortaya çıktığında ilk aidiyetler de ortaya çıkacaktır. Bu beraberinde çatışma kültürünü doğuracaktır. Çünkü bende eksik olan şey sende fazlaysa ve sen bunu bana vermiyorsan beraberinde beni kendinle bir çatışmaya sürüklemek zorundasın. Ya da benimle çatışmalısın ki eksik olan fazla olan taraftan alsın. 

Sahip olmanın kültürel evrimi, beraberinde bir çatışmayı da getiriyor. Ama bu çatışmayla beraber bireyler olarak birbirimizi yok etmenin yanı sıra bireylerin yaşadıkları coğrafya ve barınma alanlarını da yok ediyoruz. Çünkü bir bireyin üç temel ihtiyacı vardır: Beslenme, barınma ve üreme. Tabii buna temel ihtiyaçlar demenin dışında fizyololojik güdüler demek daha doğru olacaktır aynı zamanda. 

Karnınızı doyurma, yaşamınızı devam ettirecek bir alana sahip olmak ve soyunuzu sürdürmek... Bu her canlı organizmanın ilk dürtüsüdür. Kültürle bunları farklı alanlara çekebilirsiniz. Daha kaliteli yaşayabilirsiniz, daha keyifli yemek yiyebilirsiniz, üreyip ürememeye karar verip tercih edebilirsiniz. Bunlar kültürle birlikte hayatımıza girip tercihen değişen unsurlardır. 

Biz beslenmek için üretim alanlarından yoksun isek, üretim alanı fazla olup, bizimle yeteri kadar beslenmemizi paylaşmayan bireye savaş açarak onu elde etmeye çalışırız. Ona şiddet kullanır, şiddete yöneliriz. 

Bu savaşlarda tarihi kentlerin yok edilmesi yaygın bir örneği oluşturuyor diyebilir miyiz?

Evet. Bu şiddet yönelimine açın bakın. Anadolu'nun ve Mezopotamya'nın üç beş bin yıllık yazılı tarihinde, savaştan sonra kentlerin nasıl yok edildiğini, oralarda yaşayan insanların tarlalarına nasıl tuzların ekildiğini, orada hayatın bir daha yeşermemesi için bireylerin neler yaptığını görüyorsunuz. 

Bu aynı zamanda bize şunu gösteriyor. Acaba savaşlar neticesinde bireyler, yaşam alanlarını yok ederek, bir hafıza ya da bir belleği mi ortadan kaldırmaya çalışıyorlar, hafıza alanlarını silmek ve ortadan kaldırmak için mi çabalıyorlar diye düşünmüyor değil insan. 

Çünkü siz bireylerin bir alanla olan kolektif hafızasını yok ederseniz, o bireyin ya da toplumun o alana dair hak iddiasını ortadan kaldırırsınız. O bireyin o toplumun o alanla olan ilişkisini yok edersiniz. Geçmişteki savaşların bir çoğunda bu gerçekleşmiş. 

Yıkılmayan şehirler de var değil mi?

Bazı şehirlerin çıkar amacıyla fethedildikten sonra, toplu göç aktarımlarıyla oraya yeni nüfus unsurları veya topluluklar yerleştirilmiş olabilir. Ama örneklerin çoğunda şehirlerin yok edilmesine şahit oluyoruz. Siz şehirleri yok edip toplumu o bellekten koparırsanız kimliksizleştirip kendinize bağlayabilirsiniz.

Bereketli Hilal'de yok edilen arkeolojik alanların modern çağlara özgü bir şey olduğunu düşünmeyin lütfen. Bundan binlerce yıl önce de vuku buluyordu. Ama tabi Bereketli Hilal'de daha fazla savaşın olacağını söyledik çünkü aidiyetin, sahip olmanın, sınır çizmenin, iktidarın ilk kendisini var ettiği alanlardır buralar. 

Bir Göbeklitepe'ye bile bakıyorsunuz alandaki 2 taş, çevresindeki 12 taştan daha yüksek, daha uzun, daha büyük. Bu bile toplumun sınıflaştığına, tabakalaştığına delalettir. Bu taşların büyüklük ölçümlerinde eşitsizlik varsa bu toplumun içindeki bir eşitsizliğin emaresi olarak okunmalıdır. Bazı taşların diğerlerine göre biraz daha büyük olmasının mimari bazı gereksinimlerle ilişkisi vardır illaki. Ama bunun başka yöntemlerle çözülmemiş olması bir veridir. Eğer birbirinden farklı ölçüde taşlar varsa toplumun içinde de farklılıklar meydana gelmeye başlamıştır diyebiliriz. Tabii bu sadece o toplumun içinde de değil farklı topluluklarla olan ilişkilerde de kendini gösterebilir.

IŞİD 2015 yılını Ağustos ayında Suriye'deki Palmira Antik Kenti'ni ele geçirerek buradaki tarihi dokuya ve yapılara büyük ölçülerde zarar verdi ve ortadan kaldırdı
 

Dolayısıyla IŞİD gibi örneklerin yarattığı yıkımdaki sonuç insanları tarihsiz ve belleksiz bırakmaktır diyebilir miyiz?

Toplumlar arasındaki bu eşitsizlik, birisinin çok üretip birisinin az üretmesi, birisinin yeterli üretim araçlarına ve alanlarına sahip olmaması şiddeti, şiddet de beraberinde hafıza ve belleğin silinmesini getiriyor. Yani IŞİD'in Mezopotamya'da gerçekleştirdiği barbarlık esasında din ile kurduğu ilişkinin somut karşılığı değil. Mezopotamya coğrafyasında son zamanlarda yaşanan savaşlarda dikkatimizi çeken vandalizm aslında bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde oradaki topluluğun binlerce yıllık bağlamını koparmak, hafızasını silmekle ilişkili. 


Ben arkeolojik alanlar ve arkeolojik eserler üzerinden gerçekleştirilen tahribatın temelinde bunun yattığına  inanıyorum. Aynı şey 90'lı yıllarda Afganistan'da da gerçekleşti. Afganistan'daki devasa Buda heykellerinin patlatılarak yok edilmesi, silinmesi bence insanlık tarihinin alnına çalınmış en büyük kara lekelerden biridir. Bir toplumu tonlarca kilo dinamit kalıplarıyla hafızasından kopararak, patlatarak kendi ideolojinize yakınlaştırmaya çalışıyorlar. Buna da putperestlikten uzaklaşma adını koyuyorlar. Sadece bu açıyı daha açacak olsak çok farklı şeyleri konuşmamız gerekecektir. Büyük çelişkiler mevcut çünkü. 

ÖZKAN ÖZTAŞ / SOL - Özel


Öne Çıkan Yayın

Dünyanın en pahalı evini Türk milyarder satın aldı! - Mehmet Kaya / Ekonomim

Türkiye’nin uzun süre doğrudan yabancı yatırımlarında gayrimenkul satışları önemli yer tutmuştu. 2025 itibariyle yurt dışından gayrimenkul a...