TARİHTE BUGÜN (26 TEMMUZ)

     

      OLAYLAR: 

  • 1788 - New YorkABD Anayasası'nı onaylayarak ABD'nin 11. eyaleti oldu.
  • 1882 - Richard Wagner'in Parsifal adlı operası, ilk kez Almanya'nın Bayreuth kentinde sahnelendi.
  • 1919 - Balıkesir Kongresi başladı (30 Temmuz'a değin).
  • 1923 - İskoç mühendis John Logie Baird, ilk mekanik televizyonun patentini aldı.
  • 1926- Türkiye Cumhuriyeti, Musul Petrol gelirlerinin % 10’u karşılığında Musul vilayetinden Osmanlıdan kalan haklarından vazgeçerek resmi olarak elini çekti.
  • 1933- Adolf Hitler görme, duyma gibi sorunları olan engelli Almanların kısırlaştırılacağını açıkladı. Naziler ırsi kökenli şizofreni, sara, körlük, sağırlık, sakatlık vb. arazları olanlar için “Kısırlaştırma Kanunu”çıkardı. Doğuştan hasta, sakat vb. yaklaşık 410 bin Alman savaş sonuna kadar kısırlaştırıldı; 300 bini için “akli dengesi bozuk” dendi. Hitler’in gizli tutulan emriyle 1940’tan Ağustos 1941’e kadar “tedavisi imkansız hastalığı” bulunduğu gerekçesiyle -20 bini çocuk- 120 bin kişiye “ötenazi” uygulandı.
  • 1945 - Birleşik Krallık'ta, İşçi Partisi seçimleri kazandı: Clement Attlee Başbakan oldu. Winston Churchill kaybetti.
  • 1953- Küba’da Castro ve 130 devrimci, 1.000’in üzerinde askerin bulunduğu Moncada Kışlası’nı bastı, ele geçiremeden geri çekildi. Fidel ve 18 yoldaşı 1 hafta sonra yakalandı. Moncada sonrası yapılan baskınlarda ve gözaltılarda yapılan işkencelerde 68 devrimci öldürüldü. Moncada baskınından Fidel ve yoldaşlarına verilen 5-15 yıl arası hapis cezaları, 1955 affıyla Meksika’da sürgüne dönüştürüldü. Castro sürgünde Che’yi de katarak 12 Haziran 1955’de “26 Temmuz Hareketi”ni kurdu ve Granma yatı ile Küba’ya çıkarak hareketi 1959 devrimine ulaştırdı.
  • 1956 - Dünya Bankası'nın Assuan Barajı'nın inşasını desteklemekten vazgeçmesi üzerine Mısır Devlet Başkanı Cemal AbdünnasırSüveyş Kanalı'nı millileştirdi.
  • 1967- Milli Türk Talebe Birliği Başkanı İsmail Kahraman ve diğer yöneticiler müze olan Ayasofya’da namaz kıldı. İfadesi alınan Kahraman düzenlediği basın toplantısında Papa’nın Türkiye ziyaretinin “hristiyanlık alemi için bazı menfaatlar sağlama amacı güttüğünü” iddia etti.
  • 1974 - Kıbrıs için ateşkes görüşmelerine Dışişleri Bakanı Turan Güneş katıldı. Güneş, “Ateşkes belli haklarımızı kullanmamamız manasına gelmez” dedi.
  • 1991 - Asgari ücret brüt 801 bin, net 503 bin lira oldu.
  • 1996- Ölüm orucunun 68. gününde TİKB militanı Tahsin Yılmaz (1954- Kars/ Selim) ve DHKP-C militanı Ayçe İdil Erkmen (1970- Kırklareli) öldüler. 8’e yükselen ölümler için “örgüt infazı” diyen Refah-Yol hükümetinin Adalet Bakanı Şevket Kazan: “Son kez uyarıyorum, eyleminize son verin. Yoksa müdahale ederiz” dedi. ÇHD üyesi avukatlar Adalet Bakanlığı’nın kapısına “Ölümlere doymadınız mı?” yazılı siyah çelenk bıraktı. Bursa’da ölüm orucunda hayatını kaybeden Ali Ayata’nın cenazesi İstanbul Sarıgazi Mezarlığı’nda toprağa verildi. Ankara’da hayatını kaybeden Hüseyin Demircioğlu’nun naaşı ailesi tarafından İstanbul Gazi Mezarlığı’na götürülürken polisçe el konulup Karacaahmet Mezarlığı’na gömdürüldü. Yaşar Kemal ve Zülfü Livaneli’nin ölüm oruçlarını bitirme çabaları sonuçsuz kaldı, mahpuslar Eskişehir Cezaevi’nin kapatılmasını şart koşuyor. Ankara Demokrasi Platformu’ndan 3 bini aşkın kişinin ÖDP İl’den Başbakanlığa yürüyüşünü polis engelledi, çatışma yaşandı.
  • 2000 - BM Genel Sekreteri Kofi Annan, 50 uluslararası şirket yöneticisine insan hakları ilkelerine uymaları ve küresel yoksullukla mücadeleye katılmaları karşılığında BM logosunu kullanma teklifi getirdi. BM’nin masaya oturduğu şirketlerin arasında Nike, Shell, BP, Unilever Ericsson, Volvo, Bayer  gibi insan hakları sicili bozuk şirketler var. İnsan hakları örgütleri bu girişime sert biçimde karşı çıktılar.
  • 2000 - Almanya’daki bürolarını kapatan Fadıl Akgündüz’ün JET-PA’sının 1.5 yılda Avrupa’daki 20 bin Türk’den topladığı 800 milyon Marklık “kar payı”nı ödeyemeyeceğine ilişkin açıklama yapıldı.
  • 2000 -  Eski Refah Partisi milletvekili Hasan Mezarcı, Atatürk’e ve hükümetin manevi şahsiyetine hakaretten 2 yıl 6 ay hapisle cezalandırıldı.
  • 2001- Danıştay, siyanürlü altın işletmeciliğinin durdurulması kararını veren mahkeme kararını iptal etti.
  • 2002- AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ve İdris Naim Şahin dahil 18 kişi hakkında Erdoğan’ın İBB Başkanı olduğu 1998’de billboard’ların kiralanmasına ilişkin ihalelerin bedellerini düşük göstererek 50 trilyon 7 milyar TL’lık yolsuzluk yaptıkları suçlamasıyla dava açıldı. Sanıklardan Erdoğan ve Şahin dahil 13 sanık hakkında “ihaleye fesat karıştırmak” suçundan 3’er yıl, 5 sanık hakkında da 2 ile 6 yıl arası hapis cezaları isteniyor.
  • 2003- ABD’de mahkeme, üç Katolik rahibe Jackie Hudson (68), Ardeth Platte (66), ve Carol Gilbert’i (55) savaş karşıtı eylemlerinden dolayı iki buçuk yıl hapse mahkum etti.
  • 2011-19 Aralık 2000’de Bayrampaşa Cezaevi’ndeki Hayata Dönüş Operasyonu’nda beş kadının yanarak, bir kadının da gazdan zehirlenerek hayatını kaybettiği koğuşlara nasıl müdahale edildiğini gösteren fotoğraflar dava dosyasına girdi. Hayata Dönüş Operasyonu’nda Bayrampaşa kadınlar koğuşunda çıkan yangında koğuşa ıslak yerine benzinli battaniye atıldığı ortaya çıktı.
  • 2017 - Merve Kavakçı, Dışişleri Bakanlığı yaz dönemi kararnamesiyle Türkiye’nin Kuala Lumpur Büyükelçiliğine atandı.

       DOĞUMLAR 
  • 1533 - Atahualpa, İnka İmparatorluğu'nun onüçüncü ve son imparatoru (d. 1502)
  • 1928 - Tunalı Hilmi Bey, Türk siyasetçi ve Türkçülük hareketinin önde gelen isimlerinden (d. 1871)
  • 1930 - Pavlos Karolidis, 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarının en seçkin Yunan tarihçilerinden biri (d. 1849)
  • 1934 - Winsor McCay, Amerikalı çizgi film ve grafik sanatçısı (d. 1869 ya da 1871)
  • 1944 - Rıza Pehlevi, İran Şahı (d. 1878)
  • 1952 - Eva Peron, Arjantinli siyasetçi ve Arjantin Devlet Başkanı Juan Peron’un eşi (d. 1919)
  • 1968 - Cemal Tollu, Türk ressam (d. 1899)

  • 1971 - Diane Arbus, Amerikalı fotoğraf sanatçısı (d. 1923)
  • 1978- Besteci ve orkestra şefi Ferit Alnar öldü. En çok seslendirilen eserleri: “İki Dans”, “Violonsel Konçertosu”, “Kanun ve Yaylı Sazlar Orkestrası için Konçerto”.


  • 1986 - Sadık Şendil, Türk oyun yazarı (d. 1913)
  • 1988 - Fazlur Rahman Malik, Pakistanlı akademisyen, ilim ve fikir adamı (d. 1919)
  • 2003 - İsmail Akbay, Türk mühendis (d. 1930)
  • 2004 - ‘Gırgır” dergisinin kurucusu, ”Avanak Avni”nin yaratıcısı karikatürist Oğuz Aral 68 yaşında Bodrum’da hayatını kaybetti. Oğuz Aral, 1972 yılında Gırgır dergisini Çıkardı. Gırgır 1980’lerde 500 bin tirajla dünyanın en çok satan üçüncü mizah dergisi oldu. ‘Köstebek Hüsnü’, ‘Utanmaz Adam’, ‘Avanak Avni’ Çizgi karekterlerini yaratttı.
  • 2004 - Sinema ve tiyatro oyuncusu Kamran Usluer, 67 yaşında hayata veda ettiler. Usluer, “Salkım Hanımın Taneleri” filmindeki rolüyle 12. Ankara Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu ödülünü almıştı.
  • 2010 - Edip Günay, Türk müzikolog (d. 1931)
  • 2012 - Mary Tamm, İngiliz oyuncu (d. 1950)
  • 2017 - K. E. Mammen, Hint özgürlük direnişçisi ve aktivist (d. 1921)
  • 2020 - Olivia de Havilland, İngiliz asıllı Fransız oyuncu (d. 1916)
  • 2020 - Francisco Frutos, İspanyol siyasetçi (d. 1939)
  • 2020 - Hans-Jochen Vogel, Alman avukat ve politikacı (d. 1926)



Savcılar ve çeteleri - Timur Soykan / BİRGÜN

 

Tek adam rejimi için devlet kurumları yok edildi, yargı bataklığa dönüştürüldü. Uyuşturucu şebeke lideri savcı bataklığın derinliğini gösteriyor. İran ajanları için adam kaçıran, milyon dolar karşılığı sipariş operasyon yapan savcılar da gördük. Birkaç örnekle çürümeyi anlatalım.

                                         
Savcı Osman Yarbaş’ın kuryeleri

“Savcı uyuşturucu baronu çıktı, narkotik polisleri kuryelik yapmış.”

Geçen hafta ülkenin gündemindeki bu tek cümle; Türkiye’de devletin çürümüşlüğünü ortaya koymaya yeter.

Olayı kısaca özetleyelim:

Adana Narkotik Şube’de görevli, ödüllü polis memuru Cumhur Acarca’nın kullandığı otomobil 29 Ekim 2021 akşamı Konya’da durdurulmuştu. Eşinin ve yeni doğan bebeğinin de olduğu araçla kaçmaya çalışan polis, 25 kilo eroini yola atmıştı. 20 kilometre kovalamaca sonucu yakalanan Cumhur Acarca tutuklandı. Telefonundaki WhatsApp mesajlarını inceleyen Konya polisi, uyuşturucu şebekesinin başındaki ismi belirledi: Adana Başsavcılığı Terör Suçları Soruşturma Bürosu’nda görevli Savcı Osman Yarbaş’tı. Hakkari ve Van’dan Türkiye’ye sokulan eroin paketlerini taşıyan şebekesinde 3 polis kurye daha vardı.

Tek adam rejiminin inşası için boğulan ve can çekişen yargıda bir irin daha patladı.

Ne ilkti ne de son olacak.

FETÖ Borsası’nda suçluları para karşılığı kurtaranları anlatmaya sayfalar yetmez.

Saray talimatıyla masumları delilsiz, hukuksuz hapsedenler ansiklopedi olur.

Belki de ‘Adalet’ yemini edip siyah cübbe içinde adi suçlar işleyenlerden birkaç örnek ‘Yeni Türkiye’nin bataklığını anlamak için yeterlidir.

                                                 Osman Yarbaş

MİLYON DOLARA OPERASYON SİPARİŞİ

Örnek 1…

Savcı Lütfi Karabacak, İstanbul Çağlayan Adliyesi’nde görev yapıyordu. Halen yargılandığı iddianameye göre; Yargıtay’da bağlantıları olan Murat Ayyıldız ile birlikte dosyaları ‘çözmek’ karşılığında para alıyorlardı.

10 Kasım 2018’de Savcı Lütfi Karabacak ve Murat Ayyıldız, İstanbul Etiler’deki lüks lokantada Fenerbahçe Spor Kulübü Genel Sekreteri Burak Çağlayan Kızılhan ile buluştu. Yurt dışındaki yüz milyonlarca dolarlık inşaat işlerinin ödemelerini alamayan Kızılhan, tefecilere borçlanmış ve bol sıfırlı çekler imzalamıştı. O gün Etiler’deki lokantada Savcı Lütfi Karabacak’tan tefecilere operasyon yapmasını istiyordu. Savcı Karabacak yanındaki Murat Ayyıldız’ın MİT mensubu olduğunu söylemişti. Masada hiç konuşmayan bu adamı göstererek “Parayı ona vereceksiniz. Dosya bana geldiğinde 100 bin dolar, operasyondan sonra 900 bin dolar daha teslim edeceksiniz” dedi. Dosya önüne geldiğinde 100 bin doları Murat Ayyıldız alıp getirdi. Kısa süre sonra tefecilere operasyon yapıldı. Aynı gün Murat Ayyıldız operasyonu sipariş edenlerin kapısını çaldı. Ancak 900 bin dolar yerine 250 bin dolar ile geri döndü. Savcı Karabacak sinirlenmişti. Tefeci örgütün yöneticisi olarak gözaltına aldırdığı Mahmut Ak’ı serbest bıraktı. Elbette karşılığını almıştı. Diğer şüphelileri tutuklama istemiyle Sulh Ceza Hakimliği’ne gönderdi. Hakim liderin bırakılıp diğer şüphelilerin tutuklanması istenen dosya önüne gelince çok şaşırdı. Adalet sisteminin çivisi çıkmıştı.

CASUS SAVCININ İNSAN KAÇIRMA ÖRGÜTÜ

Örnek 2…

İstanbul Anadolu Adliyesi’nde görevli Savcı Davut Yılmaz, 24 Şubat 2022’de tutuklandı. İddianameye göre; Savcı Davut Yılmaz ve savunma sanayi şirketi sahibi İhsan Sağlam, İran istihbaratı için Türkiye’deki kişileri kaçırıyordu. Savcı Davut Yılmaz, İhsan Sağlam’a İranlıların UYAP sisteminden aldığı adres, telefon bilgilerini veriyordu. Bu işte kullanılacak araçlara Adalet Bakanlığı kartı takmış ve çakar sistemi kurdurmuştu. Denizli’de yaşayan eski İran albayı Mashai Firouzei ile eşi ve çocuğunu Şubat 2019’da kaçırıp Van’da İran ajanlarına teslim ettiler.  

Savcı, adliyedeki odasında İranlı ajanlarla görüşecek kadar rahattı. Bir süre sonra İhsan Sağlam’ı devreden çıkarıp bütün parayı kendisi almak istedi. İki polisin arasında olduğu bir ekip kurdu. Eylül 2019’de hedefleri eski İran Deniz Kuvvetleri subayı olan Mohammed Rezaei’yi kaçırmaktı. Ancak Savcı Davut Yılmaz’ın ekibindeki polislerle İhsan Sağlam’ın ekibi birbirine girdi. Birbirlerine silah çektiler. İranlı eski asker son anda kurtuldu.

Savcı Davut Yılmaz, Aralık 2021’de ise Zonguldak’ta yaşayan İranlı bilgisayar yazılımcısı ve ekonomist Shahnam Golshani’yi kaçırmayı hedefliyordu. Bu kez ekibinde bir albay da vardı. Ancak artık takip altındaydılar ve bu kaçırma girişimi de başarısız oldu.

Savcı Davut Yılmaz hakkındaki suçlamalar bu kadar da değildi. İstanbul Beşiktaş’ta 20 Ocak 2022 günü silahlı saldırıya uğrayan Avukat Nur Peker “Beni Savcı Davut Yılmaz vurdurttu” dedi. Bazı iş takipleri için savcı ile anlaştıklarını ve bir süre sonra anlaşmazlık çıktığını anlattı. Davut Yılmaz halen cezaevinde geçen hafta çıktığı ilk duruşmada polis ve yargı içindeki bir çetenin kendisine kumpas kurduğunu savundu.

YARGIDA BATAKLIK KAVGASI

Örnek 3…

Hakim ve Savcılar Kurulu Birinci Daire Üyesi Hamit Kocabey, 14 Ekim 2021’de istifa etti. İddiaya göre; Hamit Kocabey’in avukat oğlu Nizamettin Kocabey, Bataklık Operasyonu kapsamında aranan bir kişiyi kurtarmak için Ankara Adliyesi’ndeki hakime baskı yaptı. İddiaya göre; bunun için yüklü miktarda para almıştı. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun “Türkiye tarihinin en büyük uyuşturucu operasyonu” dediği Bataklık Operasyonu yargıda kavga çıkarmıştı. Ankara Başsavcısı Yüksel Kocaman, konuyu yukarılara taşıdı. Hamit Kocabey’e yakın isimler ise yakalama kararı olan zanlının para kopartmak için şüpheli yapıldığını iddia ediyordu. Bu zanlı takipsizlik kararıyla kurtuldu. Hamit Kocabey istifa etti, Yüksel Kocaman ise tenzili rütbe ile Yargıtay’a atandı. İddialarla ilgili bir soruşturma yok.

VE DAHA NİCELERİ…

Gerçekten anlatmakla bitmez.

Mesela; İranlı uyuşturucu baronu Zindaşti’yi Burhan Kuzu’nun baskısı ve 3.5 milyon dolar rüşvet karşılığında serbest bıraktığı iddia edilen Cevdet Özcan

Bir başkası; Atadedeler Çetesi operasyonunda gözaltına alınan Kobani Davası’nın hakimi ve Amasya’da görevli savcı…

Elbette AKP öncesinde de kirli siyasiler, bürokratlar, polisler, yargı mensupları vardı.

Ama…

Böylesi bir çürüme ve yozlaşma daha önce görülmedi.

Önce FETÖ’cülere teslim edilen daha sonra tek adam rejiminin sopası haline getirilen yargı bir bataklığa dönüştürüldü.

İşte…

Bu bataklıkta bol akçeli, kirli işler dönerken diğer yanda bu ülkenin doğasına, kentine, adaletine sahip çıkmak için direnen Avukat Can Atalay, Şehir Planlamacısı Tayfun, Kahraman, Mimar Mücella Yapıcı ve nice tertemiz insan kumpaslarla hapsediliyor.

Bu bataklıkta mülkün temeli çöküyor…

Timur Soykan / BİRGÜN



KYİ’ye karşı KAYO + Çin ve stratejik vizyon (I-II) - Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet



KYİ’ye karşı KAYO

Son G7 toplantısından, Çin’in Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (KYİ) karşı Küresel 

Altyapı ve Yatırım Ortaklığı (KAYO-PGII) inisiyatifi çıktı. G7 grubu KAYO’nun 

arkasına, 2027 yılına kadar 600 milyar dolar koyacakmış. Ancak, bu 

fon, “yardım ya da hibe değil, gelişmekte olan ülkelerin demokrasilerle 

işbirliğinin yararlarını görmelerine yardım edecek stratejik yatırımları 

temsil ediyor” (Biden).

ANLAMIYOR MU? İKTİDARSIZ MI?

ABD liderliğinde Batı, onun bir ifadesi olan G7 ülkeleri liderleri ya Çin’i ve KYİ’yi anlamıyorlar ya da anlıyorlar ama ellerinden pek bir şey gelmiyor. Çin üzerine bu kadar çok araştırma varken bence ikinci olasılık daha güçlü. 

Bu olasılık, Çin’in kapasiteleri yükselirken Batı’nın ekonomik, siyasi hatta kültürel kapasitelerinin (bir anlamda “ekolojik üstünlüğünün”) gerilemekte olmasıyla ilgili ve NATO’nun Asya Pasifik havzasına gözünü dikmesine bağlı olarak, tehlikeli askeri seçeneklerin öne çıkmaya başladığını düşündürüyor. 

G7 ülkelerinin gündeme getirdiği 600 milyar dolara gelince, birincisi bu 600 milyarlık fonun esas olarak özel sektör yatırımcılarından kaynaklanması planlanıyor. Bu yatırımcıları gelişmekte olan ülkelere yönlendirmek, geri kalan fonları da hazineden karşılamak için, günün ekonomik krizi ve istikrarsız yönetimler (en azından Biden, Macron, Johnson ve sonrası) koşullarına hangi ülke ne yapabilir belirsiz. Buna karşılık Çin yönetiminin elinde gerektiğinde hızla devreye sokulan, planlanarak yönlendirilebilen büyük fonlar var.

İkincisi, KAYO, “demokrasilerle çalışmanın yararlarını” gösterecekmiş. Gelişmekte olan ülkelerin yönetici kuşakları, entelijansiyası bu “yararları”, sömürgecilik döneminden, II. Dünya Savaşı sonrasında krediler ve “yardımlarla” yaratılan bağımlılık ilişkilerinden, “demokratikleşme” adına yapılan siyasi-askeri müdahalelerden, mali şantajlardan gayet iyi biliyorlar; bugün “demokrasiler ittifakı” denen şeyin, Ortadoğu’nun despotik rejimleriyle kucaklaşmasını, ABD ve İngiltere’de parlamenter rejimlerin içinde krizlerini ibretle izliyorlar. “Demokrasiler ittifakı” ülkelerindeki “yapısal ırkçılık” da cabası. ABD’nin Bağdat’ta, Felluce’de yarattığı yıkımı, İşkence resimlerini unutmak da olanaksız.

DÜMENİ KIRILMIŞ GEMİ

ABD liderliğindeki Batı ittifakı fırtınalı denizlerde dümeni kırık, patlayıcı maddeyle dolu bir gemiye benziyor. Üstelik bu geminin nereye doğru sürüklendiği hangi limana çarpacağı da belli değil.

“Batı”nın ekonomik modeli 2008’den bu yana tam anlamıyla bir enkazdır, Trump, Johnson gibi “liderler” üreten, toplumları derin biçimde kutuplaşmış iki merkez ülkenin siyasi modellerinin işlediğini savunmak kolay değildir. Yakında bu iki ülkeye Fransa, İtalya ve Almanya da eklenebilir.

Kültür endüstrisinde, biteviye “dünyanın sonu” fantezileri üreten “Batı”nın geleceğe ilişkin herhangi bir ekonomik ve kültürel projesi de yoktur.

Buna karşılık, Çin yönetimi ülke içinde “kapsamlı ulusal güç” (ekonomik gelişme, teknolojik inovasyon, askeri güç) bölgeye ve dünyaya yönelik “Tian Xia” (Çin merkezli bir “ortak” gelecek anlamında) projeleri, ÇKP’nin ideolojik/kültürel liderliğinde, devletin planlayıcı, yönlendirici (tabii ki disiplin ve cezalandırma rejimiyle) iradesi altında çalışan, teknolojik sınai gelişmeye dayalı bir kapitalist modeli var.  

Doğal olarak, bu kapitalizmin de krizlerden kaçınması olanaksız. Ancak, halkını (olası muhalefeti) en ileri dijital teknolojilerle yakından izleyen, denetleyen, gerektiğinde kaynakları, ekonomik-siyasi şokları emecek biçimde hızla harekete geçirebilen, bir anlamda geleceğin kapitalizmine çok daha uygun, bir modelin krizlerle yaşama şansı, Batı’nın parlamenter sistemlerine ve piyasa ekonomisine kıyasla daha yüksek. (Devam edecek)

                                                           /././

Çin ve stratejik vizyon (I)

Önceki yazımda “ABD liderliğinde Batı, ya Çin’i ve Kuşak Yol İnisiyatifi’ni 

anlamıyorlar ya da anlıyorlar ama ellerinden pek bir şey 

gelmiyor” dedikten sonra eklemiştim, “Çin üzerine bu kadar çok araştırma 

varken, bence ikinci olasılık daha güçlü.”

Bu yazımda, geçen ay yayımlanan, Çin’in Stratejik vizyonu (Bkz: mitre.org) başlıklı, üç bölümden oluşan çalışmanın temel tezlerini özetleyeceğim. 

1-ÇKP STRATEJİK BAKIŞININ BİLEŞENLERİ

ÇKP liderliğinin stratejik bakışının arka planında, serbest piyasa, liberal demokrasi gibi kavramlar değil, Konfüçyüs düşüncesinin, görevler, karşılıklı belirlenmiş sorumluluklar ve ritüellerden, toplumsal hiyerarşiden oluşan “toplumsal ahenk” düşüncesiyle, Mao Zedung düşüncesinin bir sentezi yatıyor. Bu sentez, Çin’in, emperyalizmin saldırısı altında “aşağılanmasının” öcünü alma ve “kapsamlı bir ulusal yenilenme” hedefiyle birleşiyor.

Çin imparatorluk tarihinin bir yorumuna göre, “gök kubbenin altında yalnızca bir güneş olur” anlayışı, en güçlü devletin uluslararası düzenin kurallarını koyabileceği ve merkezi bir konuma yerleşerek uluslararası ahengi sağlaması gerektiği düşüncesine açılıyor. Bir Çin dışişleri bakanının, ASEAN toplantısında Asya ülkelerinin temsilcilerine söylediği gibi “Çin en büyük ülkedir ve bu bir maddi gerçekliktir.” Çin’in stratejik bakışı hegemonya olgusunu salt baskı ve şiddete indirgediği, liderliği ve rıza almayı hegemonya dinamiğinin dışında gördüğü için kolaylıkla “Çin, bir hegemonya arzulamıyor” diyebiliyor. Ancak stratejik bakışın tüm bileşenleri bir araya gelince ortaya bir “Çin merkezli dünya sistemi” (hatta uygarlık) projesi çıkıyor. Çin liderliği, bugünün tarihsel momentinde, bu vizyonunu geçekleştirmek için büyük bir fırsat yakaladığına inanıyor.

2-ARAÇLAR VE REKABET EKSENLERİ

Çin liderliği bu amacına “kapsamlı ulusal güç” ve “ulusal gençleşme”aracılığıyla ulaşacağını düşünüyor. Bu “kapsamlı ulusal güç” hedefi, ekonomik kalkınma, teknolojik inovasyon ve askeri güç gibi üç rekabet eksenine dayanıyor. Çin her üç alanda da dünya devletler hiyerarşisi içinde en zirvedeki devlet olmayı amaçlıyor. Ekonomik kalkınma ekseninde sanayi politikası en önemli önceliğe sahip. ÇKP ihracata yönelik ekonomiyi, iç pazara dayalı bir ekonomiye dönüştürmeyi, Çin’i küresel kaynakları ve sermayeyi çeken bir ticari merkez konumuna, Remninbi’yi küresel rezerv para düzeyine yükseltmeyi hedefliyor.   

“Kapsamlı ulusal güç” ve “ulusal gençleşme” hedefleri açısından ÇKP, yapay zekâ, kuantum bilgisayarı, biyoteknoloji, entegre devreler, beyin bilimleri, uzay ve sağlık gibi stratejik ve önder teknolojilerde dünya lideri olmaya, dolayısıyla eğitime ve temel bilimsel araştırmalara büyük önem veriyor. 

ÇKP, “kapsamlı ulusal kalkınma ve gençleşme” kapsamında, dünyanın başka yerlerinde üretilen bilgileri de (gerekirse casusluk yoluyla) edinmeyi, bu bilgileri üreten uzmanları Çin’e çekmeyi, bunun yanı sıra, Çin toplumunda oluşan devasa “büyük veri” kaynağını en iyi şekilde değerlendirmeyi hedefliyor.

Çin’in “kapsamlı ulusal kalkınma ve gençleşme” hedefleri, ekonomik, askeri ve kültürel ve siyasi unsurlar içeriyor. Çin askeri kapasitesini artırmak, bir daha emperyalist aşağılanmaya maruz kalmamak için dünyanın en ileri teknolojilerine dayalı bir deniz, kara ve hava kuvvetleri inşa etmeyi amaçlıyor. Devlet, sivil ve askeri teknolojik gelişmeyi ve inovasyonu birbirinin içine geçirmeyi hedefliyor.

Bu araçlar, hedefler ister istemez ABD’yi de birçok alanda liderlik konumundan indirmeyi gerektiriyor. (Çin merkezli dünya sistemi vizyonu ile devam edecek).

                                                         /././

Çin ve stratejik vizyon(II)

Geçen pazartesi, ABD dış politika çevrelerinin ÇKP yönetiminin stratejik 

vizyonunu, bu vizyonu besleyen dünya görüşünü irdelemeye çalışan üç 

kısımlık bir çalışmaya değinmiştim. Bu yazımda, o çalışmanın “Çin merkezli 

dünyayı düşünmek” (Envisioning a sinocentric World) başlıklı 3. bölümünden 

özetleyerek aktaracağım.

‘GÖKYÜZÜNDE TEK BİR GÜNEŞ’

Konfüçyüs düşüncesinin bu saptaması, dünyanın biçimsel de olsa eşit devletlerden oluştuğuna ilişkin varsayımı reddediyor. Bu nedenle Çin seçkinleri de dünyayı Çin merkezli ve Çin’in karakterini yansıtan hiyerarşik bir devletler sistemi olarak düşünüyor. 

Bu Çin karakterli, tek merkezli dünyaya giden yol birbirine paralel iki süreçten ilerliyor. Birincisi, Çin, Güneydoğu Asya’da, bir “ortak kaderi paylaşan ülkeler topluluğu”, karada, denizde, havada ve siber uzayda birbirine bağlanmış bir Tianşia (nüfuz/egemenlik alanı) oluşturmayı amaçlıyor. İkinci süreci, karadan Avrupa’ya kadar uzanana Kuşak Yol İnisiyatifi oluşturuyor. 

Çin bu iki alanda, Çin kapitalizminin ekonomik kültürel karakterine uygun yeni bir mekân inşa etmeyi amaçlıyor. Bu mekân içinde barışın ve refahın yolu da Çin’in inşa etmekte olduğu yapılanmanın kurallarıyla uyum içinde olmaya bağlanıyor.

BUGÜN BÖLGE, YARIN DÜNYA

Çin seçkinlerinin, ÇKP yönetiminin stratejik hedefi bir “bölgesel yapılanma” ile sınırlı değil. Bu bölgesel yapılanma içinde oluşacak, fiziki, finansal, teknolojik ve siyasi dinamik buradan, yeni tren yolları, köprüler, fiber optik kablolar, askeri kapasiteye de sahip limanlar yoluyla uluslararası arenaya yayılacak, bir Çin merkezli dünya sistemi inşa etme projesini besleyecek. 

Bu akışı tamamlayacak bir diğer süreç de Çin’in uluslararası kurumlarda etkisini giderek artırmasıyla, küresel yönetişim yapısının yeniden şekillenmesinde belirleyici olmaya başlamasıyla ilgili. Çin, uluslararası sistemin işleyişinin kurallarını ve standartlarını yeniden şekillendirmeyi amaçlıyor; özellikle teknoloji alanında standartları belirlemeye büyük önem veriyor.

Çin liderliğinin stratejik bakışı (aktardığım çalışmadaki anlayışa göre) şöyle özetlenebilir sanırım: Ulusal yenilenme => Bölgesel hegemonya (Tianşia) => Küresel hegemonya (ABD merkezli kurallar ve standartların yerine Çin karakterli dünya sistemi)

SÖYLEMİN (SİMGESEL OLANIN) KONTROLÜ

Çin dış politika doktrini hegemonya kavramını dışarda bırakıyor ama “toplumsal gerçekliğe ilişkin yorumları yönlendiren verili kültürel kodları”, bu kodlar ve bunların taşıdıkları ahlaki “bagajın” Çin’i tanımlama, yorumlama biçimlerini etkilemeyi hatta belirlemeyi amaçlıyor. Foucault’dan yararlanırsak, ÇKP, kendi projelerini destekleyen bir “hakikat rejiminin” genelleşmesini, bir sosyokültürel çekim alanının oluşmasını istiyor. 

Çin’in “söylemin (simgesel olanın) kontrolü” süreçlerindeki bir başarısını, ABD kültür endüstrisinin filmlerindek, TV dizilerindeki “diversity managment” (farklılıkları yönetme) pratiklerinde görmek olanaklıdır: “Diversity managment” bağlamında, filmlerde TV dizilerinde, artık en az bir Çinli karaktere, her zaman olumlu özelliklerle, merkezde olmasa bile merkeze yakın bir konumda yer veriliyor. Aksi durumlarda, bu ürünler, artistler, hatta şirketler için Çin devleti, piyasayı ve sermaye musluklarını kapatıyor.

Bu “çekim alanının” siyasi boyutunda, gücü bir noktada yoğunlaştırarak büyük ulusal projeler için büyük kaynakları harekete geçirebilen, yaygın kitle denetimine, baskıcı bir güvenlik yapılanmasına, tek bir yönetişim ideolojisine sahip bir devlet biçimi var. Çin bunun, kapitalizmin bu çok boyutlu yapısal kriz aşamasındaki koşullarına en uygun biçim olduğuna inanıyor, yaygınlaşmasını, Çin merkezli “yeni dünya düzeninin” belirleyici karakterini oluşturmasını istiyor.

Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet



‘Makûs Talih’i bir kez yenmek yetmez! - Bilsay Kuruç / Cumhuriyet

 


Maliye Bakanı mart ayında yabancı yatırımcılara hitap ediyor: “Şimdi hedef 

Türkiye’de kâr maksimizasyonu. Bürokrasiyi alaşağı ederiz. Arkamızda 

Cumhurbaşkanı var. Rahat olun. Mevzuatı değiştiririz. Fiyatlar Türkiye’de çok 

uygun; yüzde 38’iniz gayrimenkule geliyor. Sizi davet ediyorum”. İfade açık: 

“Tesisleri ucuzlatıp varlıkları satılır hale getiriyoruz! Kaçırmayın” diyor.

Dün 24 Temmuz’du. Yani, Lozan. Peki, bu sözlerin ne ilgisi var? Lozan’a 99 yıl sonra uzaklığımızı ölçebilmek için bunlar çok lazım. 

LOZAN’IN TARAFLARI NEREDEN GELİYORLAR?

Önce arka plana bakalım. Kolay anlamamızı sağlar. Kapitalizm 1900’leri tamamlarken, yani “son aşaması”na (emperyalizme) erişirken, toplum düzeyinde işçi sınıfı ve düşünürleri ile devlet düzeyinde de ulus devlet ve düşünürleri sahneye çıkıyor. Üçü eşzamanlıdır. 20. yüzyıl 1914-18 ile bu sahnede başlıyor. Lozan’ı bu sahnede izleyip anlamak gerekiyor. Biz bunları çok iyi gören, bilen, kavrayan Mustafa Kemal’in müstesna kapasitesine sahibiz. Hamasetten uzak kalarak değerlendirelim.

Kapitalizmin “büyük devletleri” 1914-18’in “Büyük Savaş” denilen “kıyamet”ini dünyaya bir normal ortam gibi kabul ettirerek yeni yayılma ve el koyma projeleri yaptılar. Biliyoruz, sonra bu “yenilik” 20. yüzyılın büyük sıcak ve soğuk savaşlar pratiğini yaratan tabloyu hazırladı. 1919, “Kıyamet” sonunda kaybedenlerin mülkü üzerinden kazanan kapitalizmlerin “bölüşüm pazarlıkları” ve yeni güç gösterisi yılı oldu. İngiltere ise emperyalizmin ağası, dünya sisteminin sahibi daha fazlasını yapma mecburiyetindeydi! 

İngiliz Gizli İstihbarat Servisi’nin, 16 Temmuz günlü 1199 sayılı Türkiye raporu, şunu gösteriyor: Mustafa Kemal Lozan’da sömürgeciliği de entelektüel düzeyde yenmiştir. “Mazlum milletler”e simgedir. 

Emperyalizm, kapitalizmin yarattığı gücü büyüterek daha üst düzeylere taşıma, sürdürme mertebesidir. Bu ders İngiltere’den öğrenilir. 1900’leri tamamlarken gücünü iki büyük, yeni alana taşımaya girişiyor. Biri Avrupa’dır. Orada “mutfak”la yüz göz olmaksızın, kıtanın “yönetişim”inde başrolü oynamak üzere hamleler düzenliyor. İkincisi, bagajında sömürgelerini taşıyarak büyük bir bölgenin kaynaklarına orada yıkım senaryolarıyla el koymaya girişiyor. Haritada bir deprem! Bu, İngiltere’nin Büyük Ortadoğu Projesi’dir. Merkez üssü, artık tarihe tutunamayacağı kesinleşmiş Osmanlı’dır. Üçüncü bir alanı da 1917’nin sonunda gündeme alacaktır: Yeni Rusya’yı yok ederek onun sonsuz kaynaklarına uzanabilmek. Böylece, 20. yüzyıla bir “üçlü harekât” ile girecektir: 1918’den itibaren Rusya’nın iç savaşında “beyaz ordular”ın parasal ve lojistik desteğini yürütecek, 1919’da Paris’te müttefikleriyle “barış” pazarlıklarını yönetirken bir yandan da Yunan kuvvetlerinin Anadolu işgalini örgütleyecektir. Emperyalizm “harp ve sulh”u aynı “zaman dilimi”ne sığdırma sanatının sahibidir.

Lozan’a geçelim. 1922’de İngiltere Lozan’a nasıl, nelerle geliyor? Emperyalizmin ağasıdır. Yeni Avrupa siyasetinin ve Versay “zafer”inin ustasıdır. Lozan’a Alman İmparatorluğu’nu tarihe gömmüş olarak ve kendi sömürgeler imparatorluğunun alışkanlıklarıyla geliyor. Osmanlı’yı da gömme (Sevr) ve açık ifadeyle, “Türkleri Asya’ya geri gönderme” kararlarının “prestij”ine, avantajına sahip bulunduğu düşüncesiyle geldiğini de unutmamak lazım. Ancak, dikkat edelim, 1917’de Lenin kapitalizmin “entelektüel düzeyde” yenilirse yayılmasının durdurulacağını kuvvetle vurguladı, kanıtladı ve Ekim Devrimi bunun simgesi oldu. Ve sonrasında İngiltere ile ortaklarının “beyaz ordular” sayesinde Rusya’yı “özerk yönetimler”e bölerek yönetme arzusu 1920’de çöpe gitti. (1921’de, martta İngiltere, Rusya Sovyetleri ile Londra’da ticaret anlaşması imzaladı!) Demek ki, dünya işlerinin ağır topu Lord Curzon komutasındaki İngiliz diplomasi kuvvetlerinde bir de “kusur” var.

MORAL HAKLILIK

Biz Lozan’a nasıl, nereden geliyoruz? İngilizin öngörmediği bir güçle, “moral haklılık”la geliyoruz. Bu gücün Milli Mücadele’nin iradesiyle birikmiş olan “gözle görünür” bir kısmı var. Simgesi ve kaynağı o Mücadele’nin başkomutanıdır. Ve bütün muharebeleri “sevk ve idare” eden Garp Cephesi Komutanı’dır. Lozan bir klasik diplomasi sahnesi değildir. Başkomutan çok iyi bilerek, son ve çetin meydan muharebesinde, yani Lozan’da da Garp Cephesi komutanını görevlendirmiştir. Yakıştırma değil, işin esası budur.

Moral haklılığın bir de o tarihte çok kişinin (belki bugün de) kavramadığı “gözle görünmeyen” kısmı var. Diyebiliriz ki Milli Mücadele’den de ağırlıklı kısmı: 20. yüzyıla giriş. Lozan bu girişin adı olan Cumhuriyetin müjdesi için yapılan mücadeledir. Milli Mücadele’nin son, bunun ilk meydan muharebesidir. Sevr Osmanlı’ya aitti. Versay Almanlara, Sevr Osmanlı’ya tebliğ edilmişti. Lozan Sevr’in reddi çerçevesine hapsolunacak bir şey değildir. Osmanlı’nın defnedilmesi ayrı bir meseledir. İngilizin işi olamazdı. Tarihi hak bizimdi ve Lozan’da Ankara tarafından efendice bir defin yapılmıştır.

 Moral haklılığın “gözle görünmeyen” kısmını görmeye çalışalım. O kısım Cumhuriyetin 20. yüzyılın dünyasına eşitçe girişi, eşitçe kabul görecek devletini kurma adımıdır. Egemenlik o kabulle somutlaşır. Lozan’da biz karşı tarafı önce muharebede eşitliği kabule mecbur kılıyoruz. İsmet Paşa’nın konferansın açılışındaki sandalye-koltuk “rest”i, gündemde olmayan konuşması, barış yapmak için kılıç çekmeyi bildiğini karşı tarafa göstermek içindi. “Evet, muharebeye varız! Eşitçe” demekti. Moral haklılığın orada ilk somut ifadesiydi. (Ciddi araştırmacı ve yayıncı Bülent Özükan geçen yıl “İlk ve Son Barış, 100. Yılında Lozan” başlıklı, bilgi dolu büyük bir derleme eser yayımladı. Çalışmalar için değerli kaynaktır.)

Türklerin İngiltere İmparatorluğu ile ilk kez bir hesaplaşma masasında karşı karşıya gelmesi orada oldu. Lord Curzon 64, Mustafa Kemal 41, İsmet Paşa 38 yaşlarında idiler! Karşılıklı güçlerin niteliklerine, farklılıklarına bu sayıları da ekleyelim, Lozan muharebesinin benzersizliği biraz daha berraklaşır. 1922’nin kasımında İngiltere başkanlığındaki karşı taraf Osmanlı’da yüzyıllarla birikmiş, çoğalmış imtiyazlarından, özetle kapitülasyonlardan vazgeçmeme muharebesi yapmak üzere saf tuttu. Sekiz ay boyunca ve son ana kadar o siperleri terk etmedi. Çünkü onlar kapitalizmin vazgeçilmez menfaat ve siyaset noktalarıydı. “Nüfuz bölgesi” tasarılarıyla iç içeydi. Ayrıntılara girmeyelim.

‘RUMBOLD, NE YAPTIN YAHU!’

Belgeciliğin müstesna ustası Bilal Şimşir “Lozan Günlüğü” kitabında okuru gerçeklerle buluşturur. Ayna gibi! Sona gidelim. Sekiz ayın sonunda, 16 Temmuz’da İsmet Paşa Lozan’dan Başbakanlığa telegraf gönderiyor: “Bugün bütün görüşmeler yapıldı. Régie Générale ve Armstrong şirketlerinin hakları çıkarıldı. Turkish Petroleum şirketi protokolden tamamen çıkarıldı. Sorunlar tümüyle lehimize halloldu. Artık oturum yoktur. Antlaşma birkaç gün içinde imzalanabilir!” Bir cephe komutanı raporu. Övünme, süsleme yok. Sivil bir raporu Velid Ebüzziya 18 Temmuz’da gazetesi “Tevhid-i Efkâr”a gönderiyor: “İstiklalimiz güvendedir. Çok yorulduk fakat istiklalimizi kurtardık. İsmet Paşamız hem harp gazisi hem sulh gazisi. Sekiz ay mücadeleden sonra sulh. Siyasi, adli ve iktisadi istiklalimizi kurtardık. Allah’a şükür, kapitülasyonlardan eser kalmadı. Tarihimizin bir dönüm noktasıdır.”

Mesaj 20. yüzyılın temel kavramlarıyla yüklü. Tarihte iddia ile var olabilmek için 20. yüzyıla girmek, girebilmek için “istiklal”e, yani bağımsızlığa sahip olmak, bunun devletini kurmak, kurabilmek için de kapitülasyonlardan kurtulmak. Egemenlik bir bütündür. Bir şekil değil, özdür. Ebüzziya tümünü özetlemiş oluyor. Peki, o sekiz ay şart mı? Evet, kavramalıyız: Milletin “makûs talihi”ni bir kez, askeri cephede yenmek yetmez! Cumhuriyete erişmek bir sonraki aşamada, Lozan’da da o “talih”i yenmekle olur. Başkomutan ile cephe komutanının paylaştıkları sırdır.

Sırrı İngiliz tarafı (emperyalizm diyebiliriz) biraz geç öğrenmiş: İngiliz Gizli İstihbarat Servisi’nin yine 16 Temmuz günlü 1199 sayılı Türkiye raporu diyor ki “Mustafa Kemal tam bağımsız bir Türkiye yaratmayı iyice kafasına koymuştur. Yakın gelecekte hükümet merkezinin Ankara’dan İstanbul’a taşınma ihtimali yoktur.” Türkleri “barbar” olarak görmeyi sürdüren İngiliz bakışı “moral haklılık”la iç içe vücut bulan entelektüel kapasiteyi, bunun gücünü algılamamıştır. Sömürge imparatorluğunun alışkanlıklarıyla kavranabilir mi? 16 Temmuz’un belgeleri şunu gösteriyor: Mustafa Kemal Lozan’da sömürgeciliği de entelektüel düzeyde yenmiştir. “Mazlum milletler”e simgedir. 1917’den sonra, elde var iki, denilmelidir.

İstihbarat raporunun bakışı ağır top Lord Curzon’un emperyal arzuları ile tutarlıdır. Lord, biliyoruz, Lozan’ın 1. devresinden sonra yerini yardımcısı Sör Horace Rumbold’a bırakır. 18 Temmuz’da Rumbold’a “çok ivedi” telegraf gönderiyor: “Turkish Petroleum şirketini harcadığınızı öğrenince pek canım sıkıldı. Protokole Turkish Petroleum’u da dahil etmek için ısrar ediniz!” Yani, iş bittikten sonra bile, sömürge usulü “İlle de kapitülasyon!” diyor. Rumbold ertesi gün “Maalesef Lordum!” diyecektir. Çünkü Bilal Şimşir’in ifadesiyle, İsmet Paşa Rumbold’u mağlup etmiştir.


DEVLET KURMAYI, KORUMAYI ÖĞRENMEK

Devlet kurmanın bir boyutu (sadece ilki değil!) “makûs talihi”, gerekiyorsa defalarca yenmektir. Yenerken çok şey öğreneceksiniz. Sekiz aylık Lozan bunun ilk, tarihi laboratuvarıdır. Heyet ve Ankara geniş bir yelpazede ve daha önce yüz yüze gelmedikleri sorunları, alanları derinliğine tarayıp 20. yüzyılın devleti ve toplumu için çalıştılar. Emperyalizmin o zeminde ağır sınavına girip çıktılar. Egemenliğin temeli için o sınavda günde 24 saat çalışmak şarttı. Başta dışişleri ve maliye olmak üzere Cumhuriyetin kadro ve devlet anlayışı Lozan mesaisiyle şekillendi. (Araştırmacılar için ciddi ve yol gösterici alandır.) Aynı tarihlerde “çakma devletler” de kuruluyordu. Emperyalizm kurar, yönetir. Biliyoruz. Gerçek devletleri “çakma”ya da çevirebilir. Onları da yönetir. Yine biliyoruz. Lozan bize farkları gösteren ışığı veriyor.  

Lord Curzon Lozan’a cebinde bir “yumuşak Sevr” ile gelmişti. Bunu alladı, pulladı ve 1923 Şubat başında kabul ettirmeye girişti. Eskinin devamı bir “çakma devlet” projesiydi. Kapitülasyonları dört dörtlüktü, yani içinde egemenlik yoktu! Ağır top Lord, taktiklerini, blöf kartını filan kullandı. Boğuşuldu fakat yapamadı. Biliyoruz, İsmet Paşa’ya “Gidiyorum. Sorumlusu sensin. Kapitülasyon yok, diye tutturdun. Vermediklerini yelek cebime koyuyorum. Sana ne lazımsa hepsi sadece bende var. Göreceksin, gelip benden isteyeceksin. O zaman vermediklerini teker teker cebimden çıkaracağım” dedi. İngilizler’in deyişiyle “inatçı İsmet” onu, “anlaşılmaz gözleriyle” bakarak Lozan tren istasyonuna gönderdi. 

BAĞIMSIZLIK ERDEMİ

Curzon’un “Tüm ekonomiler bizim Londra sayesinde var olur!” düsturuna ters olarak, bir gerçek devlet kurma kapasitesiyle ekonomi kuruldu. 1940’a kadar kapitülasyonsuz ekonominin yapıları yerleşti, çalıştı. Demiryolları ve sonra sanayi hareketi başladı. Ve ilginç 1936 yılına geldik. İki nokta dikkatimizi çekecektir. Birincisi, Montrö’dür. İngiltere Montrö’de aktif, yapıcı rol oynadı. Montrö Sözleşmesi 20 Temmuz’da imzalandı. Arkasından, eylül başında İngiltere’nin “kısa dönemli” Kral Edward VIII Türkiye’ye, Atatürk’ü ziyarete, sanayi hareketinin önemli projesi Karabük Demir-Çelik Fabrikaları’nın bir İngiliz şirketine (Brassert’e) verilmesini ricaya geldi. (Brassert iyi bir şirketti.) Acaba Montrö’den Karabük’e bir hat çekilebilir mi? Araştırmacılara soralım. İkincisi, nasıl oluyor da Curzon’un “Her şey Londra sayesinde” düsturunu Kral Edward unutmuş oluyor? 

 Bağımsızlık bir medeniyet rejimi içinde algılanabilen, hissedilen erdemdir. Orada yerine oturur. “Moral haklılık” yerini orada bulur. Gazi Mustafa Kemal 1933’te, 10. Yıl konuşmasında toplumca “muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkma”yı vurgularken Cumhuriyeti uygarlıkla özdeşleştiriyordu. Milli Mücadele’den sonra Lozan’la bunun ana ekseni inşa edildi. Cumhuriyetin yapıları buna göre kuruldu. Bu “moral haklılık”la 20. yüzyıla girildi.

LOZAN’A UZAKLIK

Şimdi 21. yüzyıla girebilme davası ile karşı karşıyayız. Takvim herkesi “girmiş” gibi gösterir. Ama, işin aslı başkadır. Yeni yüzyıla sayılarla değil, niteliklerle, onların bütünlüğü ile girilebilir. Lozan’daki moral haklılık ve entelektüel kapasitenin eşdeğeriyle. Ve samimiyetiyle. Bunlar yoksa Lozan’a uzaklığımızı ölçemeyiz. 99 yıl mı desem, 199 mu, 299 mu? Maliye Bakanı’nın konuşmasından bir “kerteriz” alabilen var mı? Yönü sanki Lord Curzon’un ruhunu arar gibi. “Affet abi. Sizinkiler Londra’dan kredi açsalar, bekliyoruz, faizi, primi ne ise veririz, gecikmeyin” diyor galiba. Bana mı öyle geliyor?

Bilsay Kuruç / Cumhuriyet

(Yaz için ayrılırken okurlara iyi tatiller diliyorum.)



Öne Çıkan Yayın

BİRGÜN "Köşebaşı + Gündem" -22 Temmuz 2025-

Kalıcı çözüm yerine sadaka: Milyar liralık örtü -Mustafa Bildircin- Giderek ağırlaşan ekonomik buhrana kalıcı çözüm üretemeyen ve yoksulluğu...