TARİHTE BUGÜN (1 AĞUSTOS)

     OLAYLAR:

  • 1291 - UriSchwyz ve Unterwalden kantonlarıİsviçre'nin temelini attı.
  • 1521- Osmanlı orduları, Belgrad’ı kuşatma altına aldı.
  • 1560 - İskoçya Parlamentosu, Papa’nın otoritesini artık tanımayacağını bildirdi, böylece İskoç Kilisesi ortaya çıkmış oldu.
  • 1571 - Lala Mustafa PaşaVenedik Cumhuriyeti'ne ait Kıbrıs adasını fethetti.
  • 1589 - Fransa Kralı III. Henri bıçaklandı. Saldırgan koyu bir Katolik rahip olan Jacques Clément'dı. Clément orada ölürken, Kral ise ertesi gün öldü.
  • 1619 - İlk Afrikalı kölelerVirginia'nın Jamestown şehrine getirildiler.
  • 1773 - Deniz Harp Okulu (Tersane Hendesehanesi), Cezayirli Hasan Paşa tarafından İstanbul   Kasımpaşa'da açıldı.
  • 1774 - İngiliz kimyacı Joseph Priestleyoksijen gazını (dioxygène, O2) keşfetti.
  • 1798 - Nil Savaşı: Amiral Horatio Nelson komutasındaki Büyük Britanya Donanması, Abukir  Körfezi'nde Fransız Donanması'nı yendi.
  • 1830 – Belçikalılar’ın Hollanda’ya karşı ayaklanmasıyla Belçika kuruldu.
  • 1834 - Britanya İmparatorluğu'nda kölelik kaldırıldı.
  • 1836- Osmanlı ordusu, Rewanduz kentine saldırdı. Kent bir süre Osmanlıların ablukası altında kaldı. Ekmek, su kesilince Paşayé Kore Osmanlılara teslim oldu. Kore İstanbul’a sürgün edildi.  
  • 1840 - Ceride-i Havadis gazetesinin ilk sayısı basıldı.
  • 1868- Alaska ABD tarafından Rusya İmparatorluğu’ndan 7.2 milyon dolara satın alındı.
  • 1876 - Colorado, 38. eyalet olarak ABD'ne kabul edildi.
  • 1894 - Çin-Japon Savaşı: Japon İmparatorluğu, Kore için Çin'e savaş açtı.
  • 1902 – ABD, Panama Kanalı’nın haklarını Fransa’dan satın alarak kanalın inşaatını başlattı. 
  • 1914 - Alman İmparatorluğuRus İmparatorluğu'na savaş ilan etti.
  • 1929- Yunanistan’da genel grev.
  • 1933 - İstanbul Üniversitesi kuruldu.
  • 1936- Berlin  Olimpiyatları, Adolf Hitler’in de katıldığı seremoniyle açıldı. ABD’li siyah atlet Jesse Owens, oyunlarda tüm rekorları alt üst ederek dört altın madalya kazandı.
  • 1941 - ABD ordusu için tasarlanmış hafif arazi aracı olan Jeep'lerden (Cip) ilki üretildi.
  • 1942- Almanlar Stalingrad’dan Krasnodar’a uzanan demiryolunu kapattılar.
  • 1947- İstanbul Türk Musikisi Yüksek Sanatkarlar Cemiyeti kuruldu.
  • 1949- Irak Kürdistan’da yayımlanan “Gelawéj” dergisi lrak hükümeti tarafından kapatıldı.
  • 1950 - Türkiye, NATO’ya başvurdu.
  • 1951- Yabancı Sermaye Yatırımlarını Teşvik Kanunu çıktı.
  • 1953 - Rodezya ve Nyasaland Federasyonu (Orta Afrika Federasyonu) kuruldu.
  • 1956- ABD büyükelçiliği yazışmalarına göre, Türk istihbaratı o zamanki adıyla MAH ve CIA işbirliği içinde Türkiye’de muhtemel Sovyet saldırısında devreye girecek kontrgerilla birimlerin eğitiminde rol almış.
  • 1956 - Avrupa’da, Kürdistan Öğrenciler Birliği kuruldu.
  • 1957- Kıbrıs Mücadelesi Ulusal Örgütü (EOKA) Kıbrıs Türklerine karşı bir bildiri yayımladı. Bildiri, adanın taksimi durumunda Türk-Yunan savaşı çıkacağını ileri sürdü.


  • 1958- Karikatürist Nehar Tüblek, uluslararası “Altın Hurma” ödülünü kazandı.
  • 1963 - Büyük Britanya, Malta’ya 1964’te bağımsızlığını vermeyi kabul etti.
  • 1964 - Belçika Kongosu'nun adı, Kongo DC olarak değiştirildi.
  • 1968- Türkiye’de ilk kez bir toplu iş sözleşmesi tartışma ve anlaşmazlık konusu olmadan Türkiye Teknisyen Gazeteciler Sendikası ile Hürriyet Gazetesi arasında imzalandı. İşveren daha önceki toplu sözleşme hükümlerine ek olarak işçilere izin ikramiyesi vermeyi, ayrıca kış aylarında yakacak yardımında bulunmayı kabul etti.
  • 1969- Türkiye İşçi Partisi Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar, “Türkiye’de sosyalizm, geniş halk kitlelerinin bilinçlenmesi ve seçim yoluyla iktidara gelmeleri sonucunda kurulacaktır” dedi.
  • 1969 -  Türk Demir Döküm fabrikasında çalışan iki bin üç yüz T. Maden-İş üyesi işçi toplu sözleşme görüşmelerinin sürüncemede bırakılması nedeniyle fabrikayı işgal etti. Polisin direnişi kırmak için 5 Ağustos’ta fabrikaya müdahale etmesi üzerine çatışma çıktı. Askeri birlikler fabrikayı sarınca işçiler fabrikayı terk etti. 13 Ağustos’ta direniş yeniden başladı ve 19 Ağustos’ta Koç Holding ile T. Maden-İş arasında bir protokol imzalandı.
  • 1969 - Altıncı Filo’yu protesto etmek için yapılan mitinge bir grubun saldırmasıyla çıkan olaylarda iki genç öldü, yaklaşık 200 de kişi yaralandı.
  • 1969 - -Türkiye Metal-İş Federasyonu 70 gündür süren görüşmelerden bir sonuç alınamaması üzerine Ereğli Demir Çelik Fabrikası’nda grev kararı aldı. Greve 4400 işçi katılacak.
  • 1971- Akşam Gazetesi yazarı Çetin Altan ve Yazı İşleri Müdürü Doğan Koloğlu, Çetin Altan’ın 8 Kasım 1967’de yayınlanan “Sovyet İhtilalinin 50.Yılı” başlıklı yazısından dolayı 1.5 yıl hapis ve 4’er ay sürgün cezası aldı.
  • 1971 - Basın sektöründeki ekonomik kriz büyüyor. Akaryakıt ve kağıda yapılan son zamlardan sonra çeşitli gazetelerde çalışan 50 gazeteci işten çıkarılırken, Batılı anlamda bir fikir gazetesi olan “Yeni Gazete” de kapandı.
  • 1971 - Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) kuruldu. Derneğin “Türkiye’nin demokratik ve planlı yoldan kalkınması ve Batı uygarlık seviyesine ulaşmaya hizmet amacıyla kurulduğu” açıklandı.
  • 1973- İptal edilen Üniversite giriş sınavı sorularının matbaadan Fatih Hırka-i Şerif Camii müezzinine satıldığı ortaya çıktı. Emniyetin henüz doğrulamadığı habere göre, Üniversite sınav soruları ve cevaplar İmam-Hatip okulları öğrencilerine ve 1 özel dershaneye dağıtıldı.
  • 1975 - ArnavutlukABD ve Kanada’nın katılmadığı Helsinki zirvesinde, 35 ülkenin katılımıyla "İnsan Hakları Sözleşmesi" (Helsinki Nihai Senedi) imzalandı.
  • 1976- Ankara’da bir Camii’de ayin yapan ve Nur Cemaati’ne bağlı oldukları öne sürülen 30 kişi gözaltına alındı.
  • 1977- İkinci MC hükümeti güvenoyu aldı.
  • 1979- 2 gün önce Kırbaç köyünde baskına uğrayan Bucak aşireti, Siverek’te bir köyü bastı; 2 kişi öldü, 10 kişi yaralandı.
  • 1979 -  16 Haziran’da Diyarbakır’da yapılan 10.Bölge Temsilciler Meclisi Toplantısı’ndan dolayı hakkında Diyarbakır Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’nce gıyabi tutuklama kararı çıkarılan DİSK Genel Sekreteri Fehmi Işıklar Diyarbakır’da Askeri Mahkeme’ye başvurdu ve tutuklandı. 
  • 1979-  Adam başı 1 kg. ucuz et için sabah erkenden kuyruğa girilen Zeytinburnu Et ve Balık Kurumu Satış Mağazası’ndan kuyruğa girmeden et almak isteyen 3’ü sivil 1’i resmi giysili 4 polis, kendilerini uyaran satış tezgahtarı ve bekçiye silah çekip döverek mağazadan ayrıldı.
  • 1980- Siyasi nedenlerle 10 ilde 24 kişi öldürüldü.
  • 1983- TİP Davası’nda MYK üyesi Alp Selek: “Bu davanın açılması Anayasa’ya ve Siyasi Partiler Kanunu’na aykırı”
  • 1984- İngiltere’de 100 binin üzerinde maden işçisinin Mart’ta başlattığı grev, sertleşen çatışmalarla sürüyor. Grev Thatcher’ın Muhafazakar Parti hükümetinin son 3 yılda 80 bin işçi çıkarılan işletmelerden 20 bin daha çıkarılacağını açıklamasının ardından başlatılmıştı.
  • 1986- Dersim Ovacık Topuzlar köyünde, askerlerle çıkan çatışmada TKP/ML-TİKKO mensupları  Doğan Memeçil, İsmail Kaya, Yusuf Yıldırım, Ali Demir, Cahit Oğuz, İmam Utan, Süleyman Kaya, Yusuf Tosun ve Cumhur İçöz öldürüldü.
  • 1987- Tutuklu ailelerinin İstanbul Bayrampaşa Cezaevi önündeki açlık grevini çevik kuvvet ve sivil polisler dağıttı. Aileler, tutuklu ve hükümlülerin cezaevlerinde tek tip elbise zorunluluğu, sevk zinciri vb. dayatmalara karşı başlattığı açlık grevine destek eylemleri yapıyor. 
  • 1988- ANAP iktidarının 7 Temmuz’da cezaevlerine gönderdiği, bugün yürürlüğe giren “Genelge” ile tek tip elbise dahil birçok konuda baskı ve yaptırımlar ağırlaştırılıyor. 
  • 1988 - Fuat Saka’nın 1984’de Paris’te doldurduğu “Ayrılık Türküsü” adlı plağı Türkiye’de kaset olarak yayınlandı.
  • 1988 -  Trafikte ceza puanı uygulamasına başlandı.
  • 1989- “Baskı ve işkencelere karşı” cezaevlerinde süren açlık grevlerinde 2 cezaevinde daha eylem başlatıldı, toplam 9 cezaevinde eylemci mahpus sayısı 500’e yaklaştı. Açlık grevlerine destek için Sultanahmet Meydanı’nda yapılan gösteriyi polis havaya ateş açarak dağıttı.
  • 1989-  Tunceli’de bir kırtasiyecide Nazım Hikmet’in şiirlerinin basılı olduğu kartpostallara el konup kırtasiyeci Mehmet Orhan gözaltına alındı.
  • 1989-  Çelik işletmelerinde 90 gündür grevde olan Bağımsız Çelik-İş üyesi 24 bin işçiye destek amacıyla Hak-İş’in örgütlü olduğu işyerlerinde yemek boykotu yapıldı.
  • 1991- Terörle Mücadele Kanunu’nun TCK 146/1-2. maddelerinden hüküm giyenleri ”Şartlı Tahliye” yasası kapsamı dışında bırakan maddesinin Anayasa Mahkemesi’nce iptal gerekçesinin yayınlanmasının ardından, sol örgüt davaları mahkumlarının cezaevlerinden tahliyeleri sürüyor. 
  • 1991 -  Et Balık Kurumu işyerlerinde çalışan 6 bin işçi adına Özgıda-İş Sendikası ile TÜHİS arasında sürdürülen görüşmelerde anlaşma sağlandı. İşçilere birinci yılın ilk altı ayında yüzde 80 artı 300 bin lira, ikinci altı ayda yüzde 30, ikinci yılın ilk altı ayında yüzde 30, ikinci altı ayında da yüzde 25 zam sağlandı.
  • 1993- PKK’nın, Batman’ın Sason ve Hakkari’nin Çukurca ilçelerinde giriştiği iki saldırıda 178 erin yaşamını yitirirken, 29 erin yaralandığı açıklandı.
  • 1995- 80 gündür direnişte ve 14 gündür ölüm orucunda olan Eminönü Belediyesi işçilerini alevi dernekleri ziyaret etti.
  • 1996- Refahyol hükümeti tarafından hazırlanan “Promosyon Yasası” kabul edildi. Yasa, basına ağır ceza ve yaptırımlar getiriyor. Muhalefet, yasanın yolsuzlukları ortaya çıkaran basına ekonomik bir darbe vurmak amacıyla hazırlandığını belirtti. ANAP, DSP ve CHP’nin uygulamalar için belli bir süre tanınması istemi de Refahyol oylarıyla reddedildi.
  • 1996 -  SİP (Sosyalist İktidar Partisi) Genel Başkanı Aydemir Güler: “Refah Partisi’ni iktidara taşıyan yol laik generaller tarafından döşendi. Türkiye’de laisizme son nefesine kadar sahip çıkacak ne devlet bürokrasisi vardır, ne herhangi bir düzen partisi” (Cumhuriyet)
  • 1996 - Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi, RP’li eski Kültür Bakanı İsmail Kahraman ve 2 bürokrat hakkında tazminat davası açıyor. Dava, Oda’nın kullandığı Yıldız Sarayı Dış Karakol Binası’nın gece yarısı polis zoruyla tahliyesinin Yargı’dan dönmesi nedeniyle açılacak.
  • 1998- Çıkarılan Kararname ile “Atatürk’ün mirası” Atatürk Orman Çiftliği taşınmazları Tarım Bakanı’nın “imtiyazı” ile isteyene 5 yıldan fazla süreyle kiralanabilecek, kişinin malvarlığındaki bir taşınmaz AOÇ arazisinin bir bölümü ile takas edilebilecek.
  • 1998 -  Ruhi Su Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nda türkülerle anıldı. 
  • 1998 -  “Dersim Danışma Kurulu” üyelerinin kente “toplu olarak” girmeleri Valilik emriyle yasaklandı.
  • 1999- Kapatılan RP’nin yasaklı lideri Necmettin Erbakan Milli Gazete’ye konuştu: “İktidar, çocuklarımızın Kuran öğrenmesini engelliyor. Bu zulüm Hitler Almanyası’nda, Stalin Rusyası’nda bile yapılmamıştır.”
  • 1999 -  Avrupa’da deli dana krizinden dolayı İngiliz etine konan ambargo kaldırıldı.
  • 2001 - İsrailli bilim adamları embriyondan hareketle, kalp hücrelerini imal etmeyi başardıklarını açıkladılar.
  • 2001- Hollanda’nın başkenti Amsterdam’da bir grup eylemci İtalya konsolosluğunu işgal etti. Eylemciler, İtalya’da yapılan G-8 zirvesi sırasında İtalyan polisinin küreselleşme karşıtlarına sert davranmasını protesto etmek istedi. 49 eylemciden 29’u düzenlenen operasyonla tutuklandı.
  • 2001 -  Almanya’da eşcinsellere evlilik hakkı tanıyan yasa yürürlüğe girdi. Yasa, eşcinsel çiftlere diğer çiftlerin yararlandığı tüm sosyal hakları tanıyor.
  • 2001- İş adamı Üzeyir Garih öldürüldü.
  • 2002 - Irak dört yıllık bir aradan sonra BM Baş Müfettişi'ni denetim için Bağdat’a davet etti.
  • 2002- Alternatif küreselleşme aktivisti Fransız çiftçi lideri Jose Bove cezasını tamamlayarak cezaevinden çıktı. “Yasayı çiğnemek ya da ona uymak arasında bir tercih yapmamız gerekiyorsa, biz çiğneyeceğiz” dedi. Bove 1999’da inşa halindeki MacDonald’s restoranını yıktığı için hapse girmişti.
  • 2002 -  Ankara DGM Cumhuriyet Savcısı Nuh Mete Yüksel, AKP hakkında Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulundu. İhbar yazısına ek olarak AKP lideri Recep Tayyip Erdoğan ile Grup Başkanı Bülent Arınç’ın çeşitli zamanlardaki konuşma kasetlerini de gönderdi.
  • 2002 -  Emek Platformu Başkanlar Kurulu 12 gündür “işyerini terk etmeme” eylemi yapan Paşabahçe/ Beykoz işçilerini ziyaret etti.
  • 2003- Rusya’da Kuzey Osetya Cumhuriyeti’nin Mozdok kentinde bir askeri hastaneye bombalı intihar saldırısı düzenlendi. 50 kişi öldü, çok sayıda yaralı var.
  • 2003 -  İsrail parlamentosu “İsrail Vatandaşlık ve İsrail’e Giriş Kanunu”nu kabul etti. Yasa, işgal altındaki topraklarda yaşayan Filistinlilerle evli olan İsraillilerin aile birleşmelerini yasaklıyor.  
  • 2003-  İHD İstanbul Şube üyeleri Beşiktaş’ta “Irak’a asker gönderilmesin” dedi.
  • 2003-  Cezayir’de Abdülaziz Buteflika hükümeti Berberilere kendi dillerinde eğitim hakkı tanıdı. Berberiler Cezayir nüfusunun yüzde 25’ini oluşturuyor.
  • 2005- 27 Temmuz’da PKK’lılarca kaçırılan Yayladere ilçesi AKP’li Belediye Başkanı Haşim Akyürek serbest bırakıldı.
  • 2005 -  Irak’ta İşgale Hayır Koordinasyonu, 26 Ağustos’ta İstanbul’dan İncirlik Üssü’ne yürüyüş başlatacak.
  • 2005- Suudi Arabistan Kralı Fahd’ın ölümü üzerine velihat prens Abdullah yeni kral ilan edildi. Savunma Bakanı Prens Sultan bin Abdülaziz de yeni velihat oldu. Suudi Arabistan’ın beşinci Kralı Fahd bin Abdülaziz El Suud, 1932’de krallığı kuran Abdülaziz bin Abdülrahman el-Suud’un 45 oğlundan biriydi.
  • 2005-  Sudan Halk Kurtuluş Ordusu (SPLM) lideri ve birlik hükümetinde devlet başkan yardımcısı John Garang uçak kazasında öldü.
  • 2006- Küba Devlet Başkanı Fidel Castro, sağlık sorunları nedeniyle, 47 yıllık iktidarında ilk kez yetkilerini geçici olarak kardeşi Raul Castro’ya devretti.  
  • 2006-  Görev yaptığı illerde bazı kamu görevlilerini teröre karşı bilinçlendirmek için bomba attırdığını açıklayan Korgeneral Altay Tokat hakkında, Diyarbakır Cumhuriyet Savcılığı’nca inceleme başlatıldı.
  • 2006 - Duygu Asena kadınların omuzları üzerinde ve “kadınlar vardır, kadınlar her yerde” sloganlarıyla uğurlandı. 
  • 2007- ABD’nin 2004 ve 2005 yıllarında Irak güvenlik güçlerine dağıttığı 190 bin kadar silahın kaybolduğu ortaya çıktı. 
  • 2007 - BM Güvenlik Konseyi, Sudan’ın Darfur bölgesine barış gücü gönderme kararı aldı. 26 bin asker ve polisten oluşan ekip, dünyanın en büyük barış gücü olacak.
  • 2008 – Konya’nın Taşkent ilçesinde özel bir vakfa ait 3 katlı kaçak din eğitimi veren öğrenci yurdu, LPG gazı’nın sıkışması nedeniyle çöktü: 18 ölü, 27 yaralı.
  • 2010- YAŞ çalışmalara başladı. 4 Ağustos’ta açıklanan kararda Genelkurmay Başkanlığı ve Kara Kuvvetleri Komutanlığına yapılacak atamalar yer almadı. ”Kara Kuvvetleri Komutanı olacağı” konuşulan Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Işık emekliliğini istedi. 
  • 2011- Munzur Festivali’nde yaklaşık 10 bin kişi, Munzur ve Pülümür’de yapımı planlanan barajlara karşı yürüdü. 
  • 2014 - İstanbul Sözleşmesi yürürlüğe girdi.
  • 2015- TSK’nin uçaklarla Kandil’e yaptığı harekatta Zergele köyünün de bombalanması sonucu 8’i sivil 10 kişi öldü.
  • 2015 - Kars’taki operasyonda mayına basan bir uzman çavuş hayatını kaybetti.
  • 2015 - YPG saflarında Rojava’da IŞİD’le girdikleri çatışmalarda ölen 13 TC vatandaşının cenazeleri İçişleri Bakanlığı’nın talimatıyla Türkiye’ye sokulmaksızın 26 Temmuz’dan beri Suriye sınırında bekletiliyor, bir TIR’da tutulan cesetlerin kokmaya başladığı bildirildi.
  • 2015 - “Barış İçin Kadın Girişimi” ve “Barış Anneleri Meclisi” birçok ilde gösteriler yaptı.
  • 2015 - Bölgedeki terör olaylarının araştırılması için Meclis’te verdikleri önerge AKP-MHP oylarıyla reddedilen CHP’den Gürsel Tekin başkanlığında 8 milletvekili Diyarbakır’a giderek incelemelerde bulundu. Tekin “HDP’nin kapatılmasını kabul etmemiz mümkün değil” dedi.
  • 2015 - Eski 63 kişilik “akil insan”ın Ali Bayramoğlu’nun çağrısıyla 10’unun bir araya geldiği toplantının ardından, “çatşmasızlık ve diyalog” öneren bir bildiri metni 20 kişi tarafından imzalanarak deklare edildi. “Erdoğan’ın akilleri”nden bir grup metni imzalamadı.
  • 2015 - S.Demirtaş ”Yeni Cumhurbaşkanı Danışmanı Burhan Kuzu’nun özel hukuk bürosunda HDP’yi kapatma hazırlığı yapılıyor. Amaç partiyi kapatmaktan çok, Hazine yardımından muaf bırakmak.” Burhan Kuzu: ”Bu iddia yalan. HDP kapatmayı haketmiştir ama kendileri yargılansın, HDP kapatılmasın.”
  • 2015 - TRT, HDP’ye yönelik tüm suçlama ve protestolara ekranlarda yer verme, buna karşın HDP sözcülerinin cevapları, basın açıklamaları ve partinin düzenlediği gösterileri yayınlamama uygulamasına başladı.
  • 2016- Ankara 1. İdare Mahkemesi, soruların sınavdan günler öncesinde sızdırıldığı gerekçesiyle 2010 KPSS’nin Genel Yetenek ve Genel Kültür kısımlarını oy birliğiyle iptal etti.
  • 2017- 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi sırasında komuta merkezi olarak kullandığı belirlenen Akıncı Hava Üssü’ndeki eylemlere ilişkin 486 sanığın yargılanmasına başlandı.
  • 2018 - Dersim/ Ovacık’ta devlet güçleri tarafından yapılan operasyonda, MKP/ HKO mensupları Yılmaz Kes, Sevda Serinyel ve Mahir Özgül öldürüldü.

  • DOĞUMLAR:

Latin Amerika’da ikinci pembe dalga yükselirken - Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

 

Latin Amerika bir yandan acının, sefaletin, yağmanın, emperyalist saldırganlığın, darbelerin, ekonomik krizlerin coğrafyasıdır. Bir yandan da umudun, direncin, isyanın, devrimin merkez üssüdür. Thomas More’un 1516’da Ütopya’sını bile Brezilya’nın güzelliklerinden esinlenerek kaleme aldığı düşünülür. Kayıp altın şehir El Dorado efsanesi de Latin Amerika’da geçer.

Başta Che Guevera; Zapata’dan, Tupac Amaru’ya; Simon Bolivar’dan Fidel Castro’ya kadar devrimci kahramanlar da bu topraklardan çıkmıştır.60’lardan beri Türkiye solunun da gözü, kulağı, yüreği Latin Amerika’da olmuştur.

                  Şili’de seçimi kazanan solcu aday Gabriel Boric, ılımlı politikalar izleyerek beklenen çıkışı yapmadı.

Latin Amerika’da zaman zaman iyimserlik rüzgârları eser, derken arkasından tüm bölgeye bir karamsarlık havası çöker. Son yıllarda Latin Amerika’da sağcı kasvetli bir devrin ardından, birbiri arkasına sol yönetimler iş başına geliyor. Yine umut, direniş, dayanışma duygularının ağırlığı hissediliyor. İkinci bir “pembe dalga”dan söz ediliyor.

Bilindiği gibi pembe dalga; yelpazede sosyal demokrasinin solunda yer alan, radikal güçlerin başını çektiği, ama egemen düzenin güç ve mülkiyet ilişkilerini kökten değiştirme perspektifine de sahip olmayan bir akım anlamında kullanılıyor.

Birinci pembe dalga

İsterseniz önce Latin Amerika’nın birinci pembe dalgasını bir hatırlayalım. Sürecin Hugo Chavez’in 1999’da iktidara gelmesiyle başladığı söylenebilir. Ardından 2000’de Şili’de Ricardo Lagos’un, 2002’de Brezilya’da Lula’nın, 2005’te Bolivya’da Evo Morales’in, 2006’da Ekvator’da Rafael Correa’nın seçim zaferleri yaşandı. Arjantin’de 2002’de sol-Peronist Nestor Kirchner, Uruguay’da Geniş Cephe’nin (Frente Amplio) adayı Tabare Vazquez’in seçilmeleri de solun başarı hanesine yazıldı.

Bu dönemde iki ayrı temel anlayış ortaya çıktı. Bir yandan “koyu pembe” renkte Venezuela’nın, Bolivya’nın, Ekvador’un oluşturduğu “iyilik ekseni”, öte yanda Brezilya’nın başını çektiği “soluk pembe”, “mutabakat ekseni”. Chavez 21. yüzyılın sosyalizminden söz ederken, “iyilik ekseni” kapitalizmi, emperyalizmi karşısına almaktan çekinmiyordu. Brezilya-Şili-Uruguay hattında ise sol hükümetler sosyal politika uygulamalarıyla yetinip genel hatlarıyla neolibarel politikalarla arasına net mesafe koymuyordu.

Bugünlerde küresel bir enflasyon dalgası yaşanıyor. Merkez bankaları ardı ardına faizleri yükseltiyor. Arkasından dünya durgunluk içinde, enflasyon anlamında stagflasyona sürüklenir mi korkusu yaşanıyor. İster istemez 80’li yılların kötü hatıraları belleklerde canlanıyor. Bu dönemde az gelişmiş ülkeler, özellikle petrol dolarlarını park edecek yer arayan Körfez ülkelerinin fonlarıyla büyük miktarda borçlanmıştı. Amerikan Merkez Bankası’nın sıkı para politikası uygulamalarıyla, değişken faizli bu borçların maliyeti artmış, 1982’de Meksika’nın dış borç ödemeleri askıya almasıyla dünya borç krizi tetiklenmişti. Neredeyse tüm Latin Amerika ülkeleri borç ertelemelerine gitmiş, IMF’nin dayattığı kemer sıkma politikaları çerçevesinde bir “kayıp on yıl” yaşanmıştı. Gelir ve servet dağılımı bozuklukları derinleşmiş, yoksulluk yaygınlaşmıştı.

IMF’ye yoğun tepkiler 89’da Venezuela’da “Caracazo”, Arjantin’de “Arjantinazo” ayaklanmalarına yol açtı. Bolivya’da suyun özelleştirilmesi ve doğalgazın çokuluslu şirketlerin kontrolüne girişine karşı çıkış sola yönelişi hızlandırdı.

Küba devrimine paralel olarak gelişen, çoğunlukla silahlı mücadeleyi temel alan 60’lar, 70’lerde etkili sol hareketler yenilgiye uğratılmışlardı. Ardından muhalif dalga topraksız köylü örgütlenmeleri, yerli ayaklanmaları, özelleştirmeye karşı inisiyatifler gibi sosyal hareketlerde, daha sonra Porto Allegre gibi yerel yönetimlerde etkili olduktan sonra genel seçim başarıları gelmeye başlamıştı.

Venezuela’da Chavez ve Bolivya’da Morales, neoliberal politikalara tepki anlamında sosyal adalet arayışlarıyla, yerli halkın taleplerini dillendirmek anlamında kimlik ve tanınma politikalarını senteze tabi tutarak yeni bir anlayışın temsilcileri oldular.

2000’lerin başında seçilen Latin Amerikalı liderlere küresel ekonomik koşullar da yardımcı oldu. ABD’de teknoloji balonunun patlamasından sonra hüküm süren ekonomik durgunluk karşısında faizlerin aşağı çekilmesi mevcut borçların maliyetini düşürdü, yeni borçlanma olanaklarını genişletti. Asıl önemlisi, başta petrol emtia fiyatlarının yüksek seyri bölge ülkelerinin döviz gelirlerini artırdı.

Genel eğilim; yoksulluğu azaltıcı sosyal programlarla, kamu harcamalarını artırarak gelir dağılımı bozukluğunu törpüleyen ekonomi politikalarıyla geniş halk kitlelerini hoşnut etmek, ancak güç ve mülkiyet ilişkilerine dokunmamak, çok uluslu şirketlerle arayı bozmamaktı. Ancak Küresel Finansal Kriz’in patlak vermesiyle emtia fiyatları düşmeye başladı, kamunun harcama olanaklarının daralmasıyla halkın hoşnutsuzluğu arttı, sağcılar bu durumu fırsat bilerek saldırıya geçti.

Yerleşik düzen güçleri medyanın kışkırtmaları, ABD’nin desteğiyle her türlü kirli yöntemi kullanarak inisiyatifi tekrar ele geçirmeye başladı. Arjantin’de seçimlerle, Brezilya’da Dilma Rousseff’i bir parlamento darbesiyle görevden uzaklaştırarak, Ekvador’da solcu etiketli başkan Lenin Moreno’nun saf değiştirmesiyle, Bolivya’da askeri darbe ile 2010’ların ikinci yarısında sağcı yönetimler iktidara geldi.

İkinci pembe dalga Meksika ile başladı

2018’de Meksika’da Luiz Obrador’un başkanlık koltuğuna oturmasıyla bir anlamda ikinci pembe dalga başlamış oldu. Onu 2019’da Arjantin’de Alberto Fernandez ve 2020’de Bolivya’da Luis Arce’nin seçimi izledi. Sağ hükümetlerin pandemiyi kötü yönetmesi, neoliberal ekonomi politikalarında ısrar etmesi de solun önünü açtı.

Şili’de öğrenci lideri Gabriel Boriç’in, Kolombiya tarihinde ilk kez bir sol aday eski M-19 gerillası Gustavo Petro’nun başkan seçilmelerinden önce, her iki ülkede de yüz binlerin sokaklara döküldüğü halk hareketleri yükseldi, adeta devrimci bir durum yaşandı. Arjantin'de sol aday Andres Arauz’un ilk turu önde bitirdikten sonra ikinci turda yerliler hareketinin desteğini çekmesiyle seçimi kaybettiği Ekvador da ciddi sokak hareketlerine sahne oldu.

Ekim 2022 Brezilya başkanlık seçimlerini Lula kazandığı takdirde Latin Amerika tarihinde ilk kez 6 büyük ülke, Brezilya, Meksika, Arjantin, Kolombiya, Peru, Şili sol yönetimler altında olacak. Özellikle ABD’nin iki kritik müttefiki Meksika ve Kolombiya’daki iktidar değişiklikleri simgesel bir anlam taşıyor.

Sözünü ettiğimiz sol adaylar genellikle geniş bir koalisyona dayanıyorlar. Örneğin Lula başkan yardımcılığı için merkez sağ bir politikacı, Sao Paulo Valisi Geraldo Alckmin’i yanına aldı. Boriç ve Petro da seçildikten sonra ılımlı politikalara yöneldiler. Peru Başkanı köy öğretmeni Pedro Castillo ile destekleri sayesinde seçildiği Marksist Özgür Peru Partisi arasındaki bağlar koptu.

İkinci pembe dalgada ekolojik konular, yerli halkların kimlik talepleri ve LGBTİQ hakları daha fazla önem kazandı. Kolombiya’da Petro ve Şili’de Boriç çevre sorunlarının gündemlerinin başında geldiğini ilan ettiler. Meksika’da Obrador gibi Petro da ülkelerinin başkentleri Meksiko City ve Bogota’nın belediye başkanlığını yapmanın deneyimini yönetime taşıyorlar.

Yeni dönemde sol yönetimler emtia fiyatlarının yüksek seyrinin avantajından yararlansalar da, küresel faizlerin artmakta oluşu, jeopolitik gerilimler, ABD-Çin arasındaki hegemonya savaşının ülkeleri taraf olmaya zorlaması, pandemi döneminin kamu borçluluğunu iyice artırmış olması gibi dertlerle de cebelleşecekler. Zaten sağcı yönetimler altında yoksulluk derınleşmiş, gelir ve servet eşitsizlikleri daha da artmış durumda. Yani onları zor koşullar bekliyor.

Arjantin zaten her zamanki gibi ciddi dış borç sorunları yaşamaya devam ediyor. Venezuela’da Maduro’nun Chavez’in karizmasına sahip olmaması, Nikaragua’da Ortega ve çevresinin yolsuzluklarla anılması geçmişin radikal sol imaja sahip ülkelerinin de prestijini sarsmış durumda. Birinci dalganın “iyilik ekseni” benzeri kimi ülkeler arasında özel bir ittifak ilişkisi de yok, her ülkenin sol yönetimi kendi başına bir hava tutturmuş gidiyor.

Tüm bu handikaplara karşın, sol adına tüm dünyanın en umut ve heyecan veren bölgesi yine de Latin Amerika. Belki şimdilik geniş emekçi kitleler adına siyasette dengeleri değiştirecek, güç ve mülkiyet ilişkilerini sarsacak bir programatik yönelim görünmüyor. Ancak örgütlü toplum, dün nasıl sağ yönetimleri sarstıysa, bugün de sol yönetimlerden daha talepkar olur, toplumsal mücadeleleri canlı tutar, böylelikle ABD’nin güneyinden dünya soluna ilham veren ülke deneyimleri çıkar.

İyisi mi “Neden olmasın?” diyelim, bizler daha mükemmelini yaratana kadar Latin Amerika’yı izlemeye devam edelim.

 Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN




'Terzi Fikri' kimdir, Nokta Operasyonu hakkında neler biliniyor? + SOL Parti'den Erdoğan'a 'Terzi Fikri' yanıtı: AKP'nin veda senfonisini Fatsa'dan çaldık - BİRGÜN

 


'Terzi Fikri' kimdir, Nokta Operasyonu hakkında neler biliniyor?

AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 'Terzi' lakaplı 1980'de Fatsa'nın Belediye Başkanı Fikri Sönmez'i hedef alan açıklaması tepki çekti. İşte 'Terzi' Fikri Sönmez'in hayatı ve görevine son verilen 'Nokta Operasyonu' hakkında bilinenler...

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın, Fatsa'nın 1980 yılında askeri operasyonla görevden alınan 'Terzi' lakaplı sosyalist Belediye Başkanı Fikri Sönmez'i hedef alan açıklaması tepki çekti.

Bugün Ordu'da konuşan Erdoğan, "Bu Ordu, terörün nemenem şey olduğunu iyi bilir. Ordu, Terzi Fikri’yi de iyi bilir, onların bedelini benim Ordum çok ödedi" dedi.

Kısa sürede yaptıklarıyla Türkiye çapında yankı uyandıran Fikri Sönmez öncülüğündeki Fatsa, dünden bugüne birçok araştırmaya konu oldu.

İşte 'Terzi' Fikri Sönmez'in hayatı ve 'Nokta Operasyonu' hakkında bilinenler...

FİKRİ SÖNMEZ KİMDİR?

Fikri Sönmez, 1938’de Ordu’nun Fatsa ilçesine bağlı Kabakdağı köyünde doğdu. Yoksul bir çocukluk geçirdi. İlkokul sonrası bir terzinin yanında çırak olarak çalışmaya başladı.

1960’larla birlikte Türkiye İşçi Partisi’ne üye oldu ve aktif siyasete başladı. TİP’in Fatsa’daki örgütlenmesi için çalıştı.

Dev-Genç’le birlikte 6. Filo’ya karşı eylemlerde yer aldı. 1972’de THKP-C davasından yargılandı. Mahir Çayan ve yoldaşlarının Maltepe Askeri Cezaevi’nden kaçışı sonrası Karadeniz’e geçmelerine yardımcı olmakla suçlandı. 2 yıl kadar tutuklu yargılandıktan sonra 1974’te afla serbest kaldı.

Karadeniz bölgesindeki emekçilerin ve köylülerin içerisinde mücadele yürüttü. 1978-79’da “Fındıkta sömürüye son” mitinglerini örgütleyen isimlerden biri oldu.

1979’da Fatsa’da, CHP, AP ve MSP’nin iki katı oy alarak bağımsız belediye başkanı seçildi. Fatsa’yı halk komiteleriyle yönetmeye başladı. Komitelerle birlikte “Çamura son kampanyası, “Fatsa Halk Kültür Şenliği” gibi etkinlikler düzenledi. İlçede yol, su, kanalizasyon gibi sorunların halkın katılımıyla çözülmesi için adımlar attı. Geniş köylü kitlesinin katıldığı fındık mitingleri hayata geçirildi.

NOKTA OPERASYONU

1980 Mayıs-Temmuz ayları arasında 50’nin üzerinde kişinin katledildiği Çorum Katliamı sırasında dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, tarafından “Çorum’u bırakın Fatsa’ya bakın” ifadeleriyle hedef gösterildi.

Operasyon öncesi CHP, MSP, AP ilçe başkanlarının ortak basın açıklaması yaparak “Fatsa’da operasyon yapılacak bir şey yok. Huzur içindeyiz” sözleri yeterli olmadı.

Vali Reşat Akkaya’nın Ordu’ya atanmasıyla birlikte 11 Temmuz 1980’de başlatılan “Nokta operasyonu” ile gözaltına alındı.

Hürriyet, operasyondan 2 gün önce “Fatsa’ya nokta operasyonu” başlığıyla harekatı duyurdu.

TSK, ilçeye hücumbotlarla denizden baskın gerçekleştirdi. Harekata bir mekanize piyade taburu, üç jandarma komando birliği, il alay komutanlığı takviye birlikler, polis ve Vali Akkaya’nın kontrolündeki ülkücü militanlar katıldı.

Sönmez'in askeri operasyonla görevine son verildi.

Bundan birkaç ay sonra gerçekleşen darbe koşulları altında cezaevinde tutulan ve işkence gören ‘Terzi Fikri’, 4 Mayıs 1985 günü, yalnızca 47 yaşındayken kalp krizi geçirerek yaşamını yitirdi.

Kısa sürede yaptıklarıyla halkın büyük teveccühünü kazanan ve Türkiye çapında yankı uyandıran Sönmez öncülüğünde Fatsa, bir sosyalist yerel yönetim deneyimi olarak bugüne değin birçok araştırmaya konu oldu.

Can Yücel’in Terzi Fikri için yazdığı şiir:

Terzi Fikri öyle bir giysi dikti ki Fatsa'ya

O Gürcü öyle bir gürledi ki arkadaşlarıyla

Noktalar, noktalı virgüller, askeri operasyonlar

Kimseler çıkaramaz Fatsa'nın sırtından!

Emek hakkının sımsıcak çıplaklığını

                                                                               ***

SOL Parti'den Erdoğan'a 'Terzi Fikri' yanıtı: AKP'nin veda senfonisini Fatsa'dan çaldık 

SOL Parti Başkanlar Kurulu Üyesi Önder İşleyen, AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, Fatsa'nın 1980'de askeri operasyonla görevden alınan 'Terzi' lakaplı Belediye Başkanı Fikri Sözmez'i hedef alan açıklamasına, "Erdoğan, Kenan Evren'in sözlerini tekrarladı" yanıtını verdi. SOL Parti'nin geçen hafta Fatsa'daki 'Fındıkta sömürüye son' mitingini anımsatan İşleyen, "AKP'nin veda senfonisini biz Fatsa'dan çaldık" dedi.

SOL Parti Başkanlar Kurulu Üyesi Önder İşleyen, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın, Fatsa'nın 1980 yılında askeri operasyonla görevden alınan 'Terzi' lakaplı sosyalist Belediye Başkanı Fikri Sönmez'i hedef alan açıklamasına yanıt verdi. İşleyen, "Ordu, Fatsa ve bütün memleket Terzi Fikri'yi bilir. Onun köylünün emeğine nasıl sahip çıktığını bilir" dedi.

Erdoğan, bugün Ordu'da bu yıl fındığın alım fiyatının 54 lira olarak belirlendiğini açıkladı.  'Terzi' lakaplı sosyalist Belediye Başkanı Fikri Sönmez'i de hedef alan Erdoğan, "Ordu, Terzi Fikri’yi de iyi bilir, onların bedelini benim Ordum çok ödedi” ifadelerini kullandı.

SOL Parti, geçen hafta Fatsa'da 'Fındıkta sömürüye son' mitingi düzenlemişti. Katılımın yoğun olduğu miting, büyük ilgi görmüştü

SOL Parti Başkanlar Kurulu Üyesi Önder İşleyen, Erdoğan'ın açıklamalarına tepki gösterdi.

"FINDIK FİYATINI KABUL ETMİYORUZ"

"Erdoğan, emperyalist tekellerin sözcüsü, iktidarı olduğunu bir kez daha gösterdi" diyen İşleyen, "Ama biz Ordu'ya gittiğimizde, o mücadele başladığında 40 liralar konuşuluyordu, 50 liralar hayal deniliyordu. Ama bugün açıkladığı fiyat o mücadelenin bir sonucudur. Bütün köylülerin, SOL Parti'nin Fatsa'daki mitinginde meydanı dolduran herkesin bunda bir payı vardır" ifadelerini kullandı.

İşleyen, şöyle devam etti: "Ama şunu çok açıkça söyleyelim, biz 70 lira dedik, bunu almak için mücadeleye devam edeceğiz. Kur garantileriyle zenginlerin parasını koruyanlar üreticinin fındığının değerini korumak zorundadır. Kabul etmiyoruz, fındık sezonu tamamlanır tamamlanmaz bir kez daha fındık fiyatının açıklanması ve daha sonra da güncellenmesi için mücadelemizi ısrarla devam edeceğiz."

"ERDOĞAN, KENAN EVREN'İN SÖZLERİNİ TEKRARLADI"

'Terzi Fikri'yi hedef alan Erdoğan'a yanıt veren İşleyen, "Evet Ordu, Fatsa ve bütün memleket Terzi Fikri'yi bilir. Onun köylünün emeğine nasıl sahip çıktığını bilir. Halkın, işçinin, köylünün geleceğini, hayatına nasıl tutunduğunu, canı pahasına nasıl mücadele ettiğini bilir" diye konuştu.

"Erdoğan, Kenan Evren'in sözlerini tekrarladı" diyen İşleyen, şunları söyledi: "Biz de Fatsa meydanında "Fındık'ta sömürüye son" diyen Terzi Fikri'lerin sözünü tekrarladık. Bugün herkes Fatsa Meydanı ile Ordu Meydanı'na iyi baksın. AKP'nin veda senfonisini biz Fatsa'dan çaldık. Bu iki meydana iyi bakın. Fatsa Cumhuriyet Meydanı'nda umut vardı, Fatsa Cumhuriyet Meydanı'nda bu ülkenin güneşli, aydınlık geleceği vardı. Bugün Erdoğan'ı Ordu'daki meydanında çöküş var, nasıl bir vedaya gittiklerinin işareti var. Herkes şunu çok iyi bilsin ki, ezilen halkın birliğiyle, dayanışmasıyla, mücadelesiyle bu saltanata son vereceğiz, sonunda biz kazanacağız." (BİRGÜN)



Halkta tahammül bırakmadılar - Umut SERDAROĞLU / BİRGÜN

 AKP’li isimlerin yurttaşa yönelik tavırları artık kimsede tahammül bırakmıyor. En güçlü olduğu yerlerde bile istedikleri karşılamayı göremiyorlar. Uzmanlar, bu tavırların ekonomik krizle görünür olduğunu söyledi.

Yurttaşı büyük bir kriz içine sürükleyen, ülkeyi adeta uçurumdan aşağıya yuvarlayan Saray, halkla bağını koparmış durumda. AKP, yurttaşa kulağını tıkayan, ne konuştuğunu bilmeyen isimleri partinin içerisine doluşturarak çekirdek seçmenini dahi kaybetmeye başladı. AKP, son zamanlarda yapılan birçok ankette baraj olarak görülen yüzde 30’un da altında kalmaya başladı.

Belki de son zamanlarda bunu en açık şekilde ortaya çıkaran olay İstanbul Sultabeyli’de yaşandı. AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın talimatıyla, AKP’nin İstanbul’daki halkla temasını arttırmak için yapılan ve AKP İstanbul İl Başkanlığının düzenlediği ‘Yüz Yüze 100 Gün’ programının ilk durağı Sultanbeyli’de iktidar beklediğini bulamadı. AKP İstanbul İl Başkanı Osman Nuri Kabaktepe’nin yanı sıra Birçok AKP’li İstanbul milletvekilinin katıldığı buluşmada alan boş kaldı. 2009’daki yerel seçimde yüzde 70’in üzerinde oy alan, 2019’daki son yerel seçimde yüzde 58,52 ile CHP’ye iki kat fark atan Sultanbeyli’de, Kabaktepe’nin konuşmasını yaklaşık 100 kişi dinledi. AKP’nin gövde gösterisi yapmak için programın ilk durağı olarak seçtiği Sultabeyli’de yurttaşın buluşmaya ilgi göstermemesi AKP’de yaşanan erimeyi gözler önüne serdi.

AKP’deki erimenin önemli etkenlerinden biri halkın kendisiyle temasta bulunamayan, bulunduğunda ise ne dediğini bilmeyen yöneticilere karşı tahammülü kalmamış olması. Erdoğan’ın yıllardır ne dediğini bilmez, gerçeklerden uzak söylemlerinin benzerlerinin AKP’li isimler tarafından sıkça kullanılmaya başlanmış olması.

Hakaretlerin haddi hesabı yok: Ülkenin sahibiymiş edasıyla ortalıkta dolaşan AKP’li isimler, yeri geldiğinde istediği gibi hakaret savurmaya başladı. AKP’li Urfa Milletvekili Halil Özşavlı’nın muhtar buluşmasında, toplantıya geç kaldığı için kendisini arayan bir muhtara “Lan kimsiniz lan siz?” cümlesini kullanmasının ardından muhtarlar tepki göstererek görüşmeden ayrıldı.

Göz göre göre yalan söylüyorlar: AKP’li isimlerin göz göre göre gerçekleri çarpıtması büyük tepkilere de yol açıyor. Erdoğan tarafından Merkez Bankası Başkanlığı’na atanan ve ticari kredi faiz oranını yüzde 40 olarak açıklayan Şahap Kavcıoğlu’na yönelik İstanbul Sanayi Odası (İSO) Başkanı Erdal Bahçıvan sert eleştirilerde bulunarak bu oranın gerçekçi olmadığını ve gerçek ticari kredi faizinin çok daha yukarıda olduğunu dile getirdi.

Görevini yaptığı için hem hakaret hem uzaklaştırma: Mersin'de AKP Milletvekili Zeynep Gül Yılmaz'ın aracını durdurduğu gerekçesiyle Yılmaz önce polislere ‘şerefsiz’ diyerek hakaret etmiş, ardından polisleri açığa aldırmıştı.

Kadınlara hakaret eden imama sahip çıktı: Kadınların çalışmasına karşı çıkan, kıyafetlerine laf eden imam Halil Konakcı “Sokaklar kasap dükkânı gibi. Et görmekten içimiz dışımıza çıkıyor artık” diyerek hakaret etmiş ve büyük tepki toplamıştı. AKP MKYK Üyesi Mücahit Birinci, Konakcı’ya sahip çıkmıştı.

Ekonomi itirafı büyük tepki topladı: Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati’nin “Enflasyonla birlikte büyümeyi tercih ettik. Bu sistemden dar gelirliler hariç üretici firmalar, ihracatçılar kâr ediyorlar” söylemine yurttaş büyük tepki göstermişti. Nebati, gelen tepkiler üzerine bir açıklama yapmıştı.

AKP’nin halktan giderek uzaklaşmasının seçmene yansımalarını Siyaset Bilimciler Prof. Dr. Murat Somer ve Sezin Öney BirGün’e değerlendirdi.

AKP TAMAMEN ÇIKAR GRUBUNA DÖNÜŞTÜ

                                                                    Prof. Dr. Murat Somer

AKP içerisinde heyecan eksikliği olduğunu söyleyen Prof. Dr. Murat Somer, “Bunun temelinde üç nedenden bahsedebiliriz. İlk olarak partinin davasını büyük ölçüde yitirmesi ile bir çıkar grubuna dönüşmesi var. Parti Cumhurbaşkanlığı yönetiminin ve Cumhurbaşkanı’nın siyasal hareketi haline geldi. İkinci neden olarak partiyi bir arada tutan Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile birlikte artık bunu başaramıyor olması. Üçüncü neden ise artık partinin bir hikâyesi kalmamış olması. Geçmişte de AKP gerçekleri çarpıtma siyasetini sıkça kullanıyordu. Ancak geçmişteki söylemlerin bazıları hakikatle uyuşuyordu. Parti içinde de inanmışlık vardı. Artık bu imkânsız hale geldi. Söylemler gerçeklikten tamamen uzak. Kendileri de söylediklerine tamamen inanmıyorlar” dedi.

AKP’den uzaklaşan seçmenlerin ne olursa olsun muhalefet için bir kazanım olacağını aktaran Somer, “Seçmenler istemeyerek de olsa AKP’ye oy mu verecek, çekimser mi kalacak yoksa muhalefete mi oy verecek bunu göreceğiz. Buradaki bütün mesele bu hoşnutsuzluğun oluşuyor olması. Böyle olması muhalefete de kazanım sağlatacaktır” ifadelerini kullandı.

AKP’li isimlerin yurttaşa yönelik söylemlerinin hakarete varan bir hâl almasına yönelik konuşan Somer, “AKP ile Erdoğan arasındaki ilişki bozulmuş durumda. AKP’nin bu tutumu artık Erdoğan’ın söylemlerini korumuyor, aksine zarar veriyor ve imajını da zedeliyor” diye belirtti.

Geçmişte parti örgütü ile Erdoğan arasındaki ilişkinin daha farklı olduğunu dile getiren Somer, “Erdoğan vatandaşa yönelik tepki çeken sözler söylese bile halkın desteği devam ediyordu. Bunun da iki temel sebebi vardı. Bu tür söylemlerinin üstün bir propaganda zırhı tarafından kapatılıyor ve imajı korunuyordu. İkincisi AKP örgütünün o dönem oldukça liyakate dayalı çalıştığını söyleyebiliriz. Halkla ilişkiler çok kuvvetliydi. Halkla temaslarda farklı bir dil kullanılıyordu. Erdoğan ne derse desin AKP’nin halk ile teması bu söylemlerin önüne geçiyordu” şeklinde konuştu.

YAKINLARI MAKAM SAHİBİ OLDU

                                                                           Sezin Öney
AKP’nin kayırmacı politikalarla hak etmeyenleri yükselttiğinin şikâyet edildiğini hatırlatan Sezin Öney, “Bu doğru ancak, parti içinde de liyakati hiçe saymak ve sırf, kayırmacılık nedeniyle hak edenler ve emek verenlerin önünün kesilmesi partide klasikleşmiş bir durum. Böylece zaman içinde, sadece AKP’nin üst yönetiminde değil, aynı zamanda teşkilatlar ve parti genelinde de, siyasette başarılı olanlar yerine ‘eşi dostu’, ‘yakını’ olan makam ve nüfuz sahibi olmaya başladı. Giderek de neredeyse tüm parti, böyle kadrolardan oluşmaya başladı" dedi.

Partideki herkesin giderek siyasetten uzaklaştığını aktaran Öney, “Partinin yetiştirdiği genç kadrolar, daha eskileri giderek siyasetten uzaklaşmaya başladılar. Bu uzaklaşan partililerin çoğu ilk etapta başka partilere veya seçeneklere yönelmemiş olabilir. Ancak, artan ekonomik sorunlarla beraber onlar da artık bir daha dönmemek üzere AKP’ye sırtlarını dönüyorlar. Tüm bu süreç, AKP’nin sadece kendi tabanıyla değil, seçmen kitlesinin geneliyle bağının kopmasına neden oldu. Parti olarak, sokakta, çarşı pazarda, evlerde, insanların arasında değiller artık” ifadelerini kullandı.

AKP’nin faşist bir daireye kendini hapsettiğini ifade eden Öney, “Ekonomideki başarısızlığı nedeniyle giderek daha fazla oy kaybediyor ve oy kaybettikçe de ekonomide kendine daha da çok kaybettirecek adımlar atıyor. Ekonomik başarısızlık, diğer alanlardaki başarsızlıklar ve yanlış gidenleri de daha bir görünür yapıyor. Diğer bir deyişle ekonomik kriz, AKP’lilerin bile gözlerinin önündeki perdeyi çekmeye başladı. En partizanlarının bile” dedi.

Umut SERDAROĞLU / BİRGÜN



Yarınlar… - Tolga Binbay / SOL

 Bu kadar insan nerede? İlhan İrem’in ardından nostaljiye kapılanlar... Yan yana gelseler geçmişi de bugünü de değiştirecek ve tam da İrem’in şarkısındaki yarınları yaşatacak insanlar olarak neredeyiz?

“Bir devir kapanıyor” demiş bir arkadaşım, İlhan İrem’in ölüm haberinin ardından. Doğrudur, bir süredir bir devir kapanıyor. Ve belki de çoktan kapandı… Perdede sadece isimler kaldı, onları izliyoruz. Bizleri koltuğumuza çakan bir sinema filminden çıkamaz halde sanki sürekli geçmişe bakıyoruz. Sanırım İlhan İrem’in haberi de böylesi bir etki yarattı. Birçok insanda… Özellikle de 30 yaş üstü hemen herkeste bir şeyler hatırlattı İrem. Hüzünlü, kayıp ve eksik kalan.

Ölüm haberinin ardından, uzaktan bakınca “abartılı” bulunabilecek bir üzüntü ortaya çıktı. Kesinlikle İlhan İrem bunu hakketmemişti vs. demiyorum. Daha çok derdim ortaya çıkan ruh hali ile ilgili. Birçok insan İrem’in yarınlarında kendi geçmişini gördü ve üzüntüsünü dile getirdi. Çaresizce ellerinden kayıp giden geçmişi…

Geçmişi, sanırım hep “eksik” olarak görmek daha kolay. Hatta belki de diyebiliriz ki günümüzde geçmiş hep nostaljik bir mesele. Kayıp, yitik, eksik…İrem’in haberi biraz da bu eğilimden nasibini aldı sanki. Farklı dönemlerden birçok insanı aynı yere götürdü: Geçmişe.

Görünen o ki yeni gelen her kuşak geçmişi romantize etmeye devam edecek. Ama örneğin 80’lerin nostalji ile anıldığını görmek o dönemi yaşayanlar için çok da anlaşılır olmayabilir. 80’lerde öykünülecek çok az şey vardı.

*

Ama sorun şurada: Yeni, sürekli geçmişi aratıyor. Yeni, geçmişi parlak, özenilir ve özlenir kılıyor. Öyle olunca da geçmiş, hepimizin zihninde parlıyor. Hak etse de hak etmese de…  

Toplumsal hafızada sürekli kayıpların yaşandığı bir dönemde geçmişe özlem duyulması, geçmişin olduğundan daha parlak ve şaşalı hatırlanması bir yanıyla şaşırtıcı olmasa gerek.

Ama…

Her toplum böyle midir bilemiyorum ama bazı kayıpların arkasından önüne geçilemez bir duygu selinin ortaya çıkmasının, hızlıca yaşanan nostaljik havanın bir anlamı olmalı.

Çünkü…

Nostaljiyi, nostaljik biçimde özlenen o dönemin insanları değil, o dönemin karmaşasını, zorluklarını yaşayanlar değil de bugünün bitmeyen dertleriyle boğuşmak zorunda kalanlar kuruyor, ortaya çıkarıyor.

*

Nostalji… İlhan İrem’e çok da yakışan bu kelimenin tahmin edilebileceği gibi kökleri antik Yunan’a dayanıyor. “Eve dönüş” anlamına gelen “nostos” ile sancı anlamına gelen “algos” kelimelerinin birleşmesi ile oluşmuş.

Kökleri antik ama kendisi biraz yeni: İlk kez kullanımı 17. yüzyıla dayanıyor. Bir “ruh hali” ya da hastalık olarak girmiş kullanıma. Sıla hasreti çeken kişiler (özellikle de askerler) için kullanılmış. Yüzyıllar içinde ise geçmişe, zamanda başka bir ana, yere duyulan özlemi tanımlar hale gelmiş… Bir ruh hali olarak, hastalık olmaktan çıkmış!

Nostalji söz konusu olunca ister istemez “melankoli” de çıkıp geliyor. Yani kara safra! Bir başka ruh hali; hatta psikiyatrinin ana “hastalıklarından” en önemlisi, Hipokrat’tan beri. Melankoli, derin kayıp yaşayan ve zihnindeki karaltı yüzüne de yansıyan insanlar için kullanılmış. Hipokrat bunu, yani elem, keder içindeki insanın kararan görünümünü safraya bağlamış.

*

Nostalji le melankoli arasında ise ince bir fark var günümüzde. Nostalji geçmişe bugünü de kapsayan bir çaresizlikle bakmaksa melankoli geçmişe bugünü de paralize eden bir bakışla bakmak oluyor. Birincisi geçmişi bugündeki ferah bir konfor ve tüketimle buluştururken ikincisi bugünü de anlamsız kılan, bugündeki her tür çabayı (şanlı-yüce geçmiş karşısında) da beyhude hale getiren bir kötürümleşme getiriyor.

Ve her ikisi de etrafımızda çok yaygın. Çok…

Ama boşuna değil.  

“Biz”e yakın isimlerin ardından yakalandığımız yas havası aslında bizi her seferinde ana yasımıza bağlıyor. Bir tür zaman tünelinden geçiyor ve temel kaybımızla (her ne kaybettiysek artık sorusuna hiç gelmeden) yeniden karşılaşıyoruz.

Bu kayıp zamanın ise 70’ler ya da 80’ler olması tesadüf değil. Tüm dünyada değişimin mühürlediği bir dönem bu dönem. Bir tek sosyalizm olasılığının, ufuktaki “iyi, güzel” günlerin çökmesinden bahsetmiyorum: 80’ler iyi, güzel olanın da kanadının kırıldığı yıllar...

İlhan İrem ise o kolu kanadı kırıklığın popüler bir yanı, simgesi, işleyicisiydi. Ve öyle çok da kolay anlaşılır birisi değildi. Örneğin şarkı sözleri sıradan bir pop şarkısına göre çok daha çetrefilliydi ve şifreyi bilmeyenler için açıkçası kapalı bir kutuydu. Yani bugün, şimdi ardından yüceltildiği kadar kolay kabul görebilen, pop-popüler olabilen işler yapmıyordu İrem. Popun aksayan sesiydi. Hatta popa rağmen poptu İrem.

İrem’in ardından çabucak büründüğümüz kayıp örtüsü bu ülkenin hamuruyla alakalı. “Çok çabaladık ve ne anlaşıldık ne de anlayabildik; yenildik, yenildik, yenildik” diye anlatılabilir bu hamur. O kadar güçlü bir ruh hali ki bu, şurada 5-10 yıl öncesini yaşamamış ama o dönemi birer çocuk olarak dinlemiş yeni yetme gençlerinde bile izini görmek mümkün yenilginin, kaybın, nostaljinin: “Gezide gördük! Buralardan [ve bizden de] bir şey olmaz, çabalamak beyhude” biçiminde…

*

Yani nostalji de melankoli de 1970’lerden 2010’lara çok farklı dönemlerin insanları için ortak bir ruh haline dönüşmüş durumda Türkiye’de. Yenilgiyi yaşayan da yaşamayan da buraya hapsolmuş durumda ve en küçük kayıp bile bu hissi canlandırıveriyor. Sanırım bu nedenle İlhan İrem’in ölümü hepimizde hızlıca bir şeyler çağırdı.

Aynısını geçen yıl Oruç Auroba’nın ardında da hissetmiştim. Özellikle sosyal medyada ortaya çıkan üzüntü ve şaşkınlıktan sonra “ne çok insana değdiğini” düşünmüştüm.

Ama sorun şurada: Bu kadar insan nerede? İlhan İrem’in ardından nostaljiye kapılanlar mesela... Neredeyiz? Yan yana gelseler geçmişi de bugünü de değiştirecek ve tam da İrem’in şarkısındaki yarınları yaşatacak insanlar olarak bizler neredeyiz ki?

Öğütücü bir melankolinin içinde debelenip duruyoruz… Ama… Durmayalım.

Öykündüğümüz dünler için değil. İrem’in gelmeyen Yarınlar’ı için.

Yarınlar bizim olsun.

Işık ve sevgiyle.

Tolga Binbay / SOL


‘Kağıttan Kaplan’ aydının sırtında: 'Sıradışı bir Abdülhamid portresi' - SELÇUK IŞIK / SOL

 

Yazarımız düpedüz tarihsel olarak çatışan iki tarafı buluşturmaya çalışıyor. Bugünün oportünist siyaset ikliminde bunun karşılığı olmadığını kim iddia edebilir?

Zülfü Livaneli’nin 2021 Mart’ında Cumhuriyet’e verdiği röportajda “en büyük emeği bu kitaba verdim” dediği “Kaplanın Sırtında” kitabı geçtiğimiz günlerde vitrinleri süsledi. O röportajda Livaneli “sert bir kutuplaşma ve cahiliye ortamında gerçek eleştiri olmaz” diyerek romanı böyle bir ortamda çıkarmak istemediğini belirtiyordu. Bu yılın ortamı yazara uygun gelmiş olacak ki Abdülhamid üzerine yazılmış bu roman bir anda piyasaya sürülüverdi. Kitabın vitrin süslemeleri epey bir göz kamaştırıyordu doğrusu.

Yazarımız geniş bir yelpazede türlü yayın mecralarında kitabını tanıtırken “Ben kimseyle dövüşmüyorum, öyle bir niyetim yok, 120 sene önceki şahsiyetlerle bir davam yok,” diyordu. Bu kitap AKP’nin anlattığı gibi bir Osmanlı’nın da Abdülhamid’in de olmadığını cümle aleme göstermek niyetindeydi. Entelektüel bir tezi vardı. Politik, ideolojik tartışmalardan çok bir kişinin psikolojisi ilgisini çekmişti. Roman bir empati kurabilme sanatıydı, yazdığınız karakteri anlayabilme sanatıydı. Onları tanıyacak hatta özdeşleşecektiniz ki anlattığınız zaman yerine otursun. İlber Ortaylı’ya göre Abdülhamid devrine bir de aynanın öbür tarafından bakılıyor, Sultan’ın perspektifinden sürükleyici bir anlatımla Abdülhamid bilançosu yapılıyordu. Yazar üstüne basa basa ideolojik ve sığ kamplaşmalardan uzak bir biçimde dönemin ruhunu yansıtmaya çalıştığını vurguluyordu. Abdülhamid’in aklanması ne kelime, ayakları üstüne oturtulmasıydı amaçlanan.

Madem yazar bir dönemin ruhunu çağırıyor, bize de o ruhu iliklerimize kadar hissetmek için kitabın sayfalarını çevirmek kalıyor.

Yazar kitabı yazarken ekseriyetle Askeri Hekim Atıf Hüseyin Bey’in tuttuğu günlüklerden faydalandığını söylüyor. Bu günlükleri  "Yavuz Sultan Selim şiir yazan bir padişahtır. Şiir yazan bir padişahın gaddar olması mümkün değil" diyen eski ttk başkanı Metin Hülagü’nün derlemiş olması içimizde kuşku bırakmıyor değil ama okumaya niyetlendik bir kere.

Başlarken II. Abdülhamid’in oğlu Şehzade Abid Efendi’nin “babasını yazacak olanlardan övücü şiirler değil, tarih beklediğini” alıntılayan bir sayfa yüreğimizi dağlıyor. Deli İbram Divanı’nın lezzeti damağımızdayken kuruluyoruz Livaneli’nin divanına, Livaneli ise Abdülhamid’in zihnine. Beklentimiz sürüklenmek, aydına hasret kaldığımız şu çorak günlerde taze bir entelektüel tez solumak.

                                                                     ***

Yazarın kitaba da adını veren metaforuyla başlayacak olursak, romanın “omurgasını” kaplanın sırtından indiği anda pençesinde zavallı bir ava dönüşen II. Abdülhamid’in Selanik sürgünü yıllarında Alatini Köşkü’ne kapatıldıktan sonra yaşadığı hayal kırıklıkları, iç hesaplaşmaları, evhamlı halleri, doktor Atıf Hüseyin Bey ile tanışmalarının ardından gelişen diyaloglar ve ittihatçı doktorun zamanla Abdülhamid hakkında görüşlerinin değişmesi oluşturuyor.

İhtilalciler, komitacılar, Frenk yanlısı zabitler bütün kötülüklerin sebebi olarak gördükleri padişahtan nefret etmektedir. Halbuki kendi askerini tayınsız bırakmayan, hep barış ilkesi üzerinden yürüyen, müslümanlarla ortodoksları, yahudilerle katolikleri otuz üç yıl dengede yaşatan, dünya siyasetiyle satranç gibi oynayıp hüküm süren, jurnalciler ağı “sayesinde” saltanatına karşı darbe girişimlerini, kanlı suikastlari atlatabilen kudretli padişahlarının kıymetini bilmemişlerdir. “Saplantılı” genç subaylar ona “Kızıl Sultan” lakabını takarken, kalbinden imanı eksik etmeyen Mehmet Akif “Kızıl Kafir” der. Softalar da zaten “Gavur Padişah” demiyor mudur? Velhasılı islamcısı da beğenmez. Öyle ya, o gençliğinde Batının da pek beğenmeyip burun kıvırdığı burn-u hümayundur.

Kitaba damgasını vuran en önemli temalardan biri kuşkusuz Abdülhamid’in meşhur ölüm korkusudur. Yazar Abdülhamid’in bu paranoyasını kitabın neredeyse her bölümünde, çoğu zaman karikatürize ederek ya da sevimlileştirilerek verir. Kahveyi iki ayrı fincandan yudumlar, suyu mühürlü şişelerden içer, ağzına kimse dokunmasın diye ağrıyan dişini bile kendi çeker.

Yazar kitap boyunca mümkün mertebe terk etmemeye özen gösterdiği Abdülhamid’in zihninde gezinirken kendini bazen fazla kaptırır. Padişah kapatıldığı köşkte uğradığı haksızlıkları düşündükçe karabasanlar görüp uykularından uyanırken Yıldız Sarayı’nda akla ziyan işler olmaktadır. Yeni hükümet eski sultanın altı bin adamını tutuklamış, ne hikmetse tüm mallarına el koymuştur.  “Haklı barbarlığın haksız uygarlıktan öç alması anlamına gelen bir kabalığa” uğramıştır Yıldız Sarayı. Bu nitelendirme yazara mı, Abdülhamid’e mi ait tam anlaşılmaz. Yazarla Abdülhamid’in düşünceleri kimi yerlerde iç içe geçmiş gibidir.

Derken Tabip Yüzbaşı Atıf Hüseyin Bey karakteri ile tanışıveririz. Atıf Bey’in su katılmamış bir ittihatçı olduğunu öğreniriz. Abdülhamid’in ölüm paranoyaları yine depreşir. Atıf Bey ona olan hıncını uzunca bir süre gizleyemez. En büyük düşmanının sağlığı ona emanet edilmiştir ama görev görevdir. Selanik’te bir anda ünleniverir doktor. İttihatçı subaylar çipurolarını yudumlayıp gününü gün ettikleri Olimpos Gazinosu’nda işi bitirilen iblisle ilgili üç beş dedikodu duymak için doktorun ağzının içine bakarlar.

Uzunca bir süre karşılıklı ser verip sır vermezler. Özellikle doktor diyaloga girmemekte kararlıdır. Doktorun bilinç akışı vasıtasıyla sabık padişahımız sanık sandalyesine oturtulur. Ancak bu bölümler çok uzun sürmez, çoğunlukla da doktorun kararsızlıklarıyla, iç çelişkileriyle sona erer. İttihatçı doktorumuzun kafası karışmaktadır. Zaten bu pasajların amacı biraz da doktorun “önyargılarından” kurtulma serüvenini, nefret ettiği adamın sözleri karşısında eziliş sürecini önümüze sermektir. Yazar Abdülhamid’i de doktorun ağzından çelişkili bir karakter olarak sunar sunmasına ama bu çelişkiler yer yarılıp içine girmiştir sanki. Yazar bir denge gözetmeye çabalamışa benzer ama Abdülhamid’in zihninde tutuklu kaldığı için bunu pek de becerememiştir.

Doktor ile muhabbetlerinin derinleşmesinin ardından hikaye tek bir hat üzerinden devam eder. O hat Abdülhamid’in dört bir koldan doktoru kuşatıp kendini temize çıkarma girişimidir. Bunu da başarır. Yalnızca motifler değişir. Yazar bu motifleri önümüze ısrarlı bir tekrara düşerek sunar.

Sorgu artık açık bir kimlik kazanmıştır. Abdülhamid’in tarihin onu yargıladığı hemen her konuda doktorla olan diyaloglarına, kendini aklama çabasına şahit oluruz. İçeride sükunu sağlamaya, dışarıda da büyük devletleri birbirine düşürüp devleti ayakta tutmaya çalışmıştır. Dışarıdan bakınca her şey kolay mı görünmektedir? Devlet adamlığı öyle kolay iş midir? Zaten kendi de bu vazifeyi bırakmak istemiştir de etrafı müsaade etmemiştir. Eğer bu kadar güçlü bir hafiye teşkilatı kurmasa onu yüz kere öldürmüşlerdir. İçerideki bazı hainler Avrupa’nın attığı hürriyet zokasını yutmaktadır, matbuata müdahale edilmelidir.

Kitabın ikinci bölümünde Abdülhamid’in batı kültürünü ne denli içselleştirdiğine özel bir yer ayrılmıştır. Doktor, padişahın entelektüel birikimi, Avrupai zevkleri karşısında hayrete kapılır. İçten içe ona karşı kendine itiraf edemediği bir hayranlık beslemeye başlar. Adamın kendisine karşı olan edepli davranışları “Kızıl Sultan” imgesini neredeyse silmektedir. İstanbul’daki ilk bira fabrikası da onun zamanında açılmamış mıdır? Abdülhamid aslında aşkı ile tahtı arasında tercih yapmak zorunda bırakılan bir romantikten başka bir şey değildir. Bir insanı tanımak bir imparatorluğu tanımakmış meğer diye iç geçirir doktor. O da bir insandır işte, gülen ağlayan, hastalanan, neşelenen bir insan.

Yazar İttihat Terakki-Abdülhamid karşıtlığını salt bir batılılaşma fetişi üzerinden okumaya and içmiş gibidir. Abdülhamid’in Batıcılığı bu bölümde yine tekrarlara düşüle düşüle gözümüze sokulur. Hamid aslında modernleşme namına bu subaylar ne istediyse fazlasını yapmıştır da, ah bu cahil ihtilalciler yok mudur.. Meclis de meclis diye tutturmuşlardır ama neye mal olacağının farkında bile değildirler. Yaptığı Batı-Doğu karşılaştırmasını ancak saltanatın yanlış yolda olduğunu bilen bir Jön Türk münevveri yapabilir diye içlendiğine şahit oluruz doktorun.

Kitap boyunca İttihat Terakki beceriksiz, haydut, saplantılı bir barbar sürüsü olarak resmedilir (yazarımızın empati yeteneğine verelim). Hürriyet işinde o kadar saçmalamışlardır ki, Resneli Niyazi’nin dağda bulduğu ve hiç yanından ayırmadığı geyiği “Hürriyet Geyiği” ilan edilmiştir. Memleket elden gitmektedir. Şimdi İttihatçıların elinde kuklaya dönen Reşad düvel-i muazzzamayı onun gibi kandırmayı becerebilecek midir?

Doktor düşüne düşüne yeni dönemin de istibdad döneminden bir farkı kalmadığı sonucuna varır. O zaman Kızıl Sultan’ı deviren ihtilalin sebebi nedir ki? Üstelik İttihatçılar iktidarı aldıktan sonra birbirlerine düşmüş, işi ellerine yüzlerine bulaştırmışlardır. Ülke göz göre göre yeni bir diktaya doğru sürüklenmektedir. Osmanlı kan kaybetmeye devam etmektedir, Yunan orduları Selanik’e dayanır ve üç yıldır olan bitenden bihaber Abdülhamid artık kitabın son bölümlerine gelindiğinde kahraman mertebesine yükseltiliverir. “Bana bir tüfek verin,” diyerek Selanik’i savunmaya kalkışır. Karşısındaki kumandanlara askeri strateji dersi vererek küçük düşürür. Nihayet kadim dostu Kayzer Vilhelm’in gemisiyle İstanbul’a dönmeye ikna edilir ve ömrünün geri kalanını sürdüreceği Beylerbeyi Sarayı’na kapatılır.

                                                                      ***

İdeolojisizliğin ideolojisinin sefaleti

Eagleton, “Birinin acısını paylaşmakla (sempati) hislerini hissetmek (empati) farklı şeylerdir,” diyor. Yazar Abdülhamid dönemini salt bir kişinin psikolojisi üzerinden okuyor, İttihat Terakki ile modernizm kavgasının kültürel motifleri üzerinden bir karşıtlık kurmaya özen gösteriyor, Abdülhamid’in “hislerini hissediyor”. Yazarımız Abdülhamid karakterini salt psikolojist bir zeminde ele aldığı için onun iç dünyasına daha başından teslim oluyor. Deyim yerindeyse kaplanın sırtına, Abdülhamid’in terkisine atlıyor, onunla birlikte oradan oraya sürükleniyor. Sürüklenen biz okurlar değil, yazar oluyor. “Sığ ideolojik kamplaşmalardan uzak bir yerde” romanını kurguladığı içinse kendiyle iftihar ediyor. Sırtını namlı tarihçilere yaslıyor, kendi otağını kurduğu tepeden Türkiye ilericiliğine de, gericiliğine de istemeden de olsa ideolojiye buladığı parmaklarını sallıyor.

Bugün AKP’nin temsil ettiği kesimlere dönüp “Sizin Abdülhamid’iniz aydınlanmacıydı, reformcuydu, batıcıydı, hiç de öyle dizilerde anlatıldığı gibi ona buna kabadayılık eden bir lümpen değil..” diye aydınlatmaya çalışırken bize de “Durun! Siz bu ileri-geri kavgasında kardeşsiniz,” demek istiyor. Osmanlı’nın son günleriyle Cumhuriyet dönemi modernleşmesi arasında kopuşsuz bir süreklilik ilişkisi kurmaya çalışıyor. Bunu yapılan söyleşilerde de gizlemiyor:

“ Çok çarpıcı bir şey söyleyeceğim; Cumhuriyet modernleşmesi Osmanlı’nın arzu ettiği modernleşmenin devamıydı. Cumhuriyet için 100 yıllık parantez diyenler bilsinler ki; tarihimizle günümüz arasına ilk parantezi 20 yıl önce açtılar. Bunlar padişahın değil ulemanın devamıdır. Sanıyorlar ki, bir gün Rumeli’den sarışın bir subay atına atladı geldi; dilini, dinini, her şeyi değiştirdi. Öyle şey olur mu? Osmanlı’nın en önemli paşalarından, generallerinden birisi Mustafa Kemal. Ve imparatorluğu korumak için kanını dökmüş, canını vermiş, bütün cephelerde savaşmış. Ondan sonra da elde bir şey kalmadığı zaman yeni onun yerine bir ulus devlet oluşturmuş. Mustafa Kemal ve arkadaşları artık o eski hayallerin, imparatorluk devrinin de bittiğini gördü, ulus devletler çağının geldiğinin farkında oldukları için Batı’nın yıktığı Osmanlı’nın yerine yeni ve düzgün bir devlet kurdular.”

Romanda bahsedilen dönemin tarihsel olgularının bir bölümü abartılı olsa da önemli bir kısmı elbette gerçek. Abdülhamid’in ölüm paranoyası, evhamlılığı, yasakçılığı, batıya sempati besliyor oluşu, müziğe ilgisi vs. Ancak gerçek olgulardan bahsediyor olmanız, dönemin koşullarını “olduğu gibi” ortaya koyuyor olmanız hem o karakteri hem de ilgili dönemi ayakları üstüne oturtmanız için yeterli olabilir mi? Aydının görevi yalnızca bir dönemin tarihsel koşullarını alıp onların içine ruh mu üflemektir? Zülfü Livaneli bunu yapmakla yetinmeyi bilinçli olarak tercih etmiş, ruhu üflerken hastayı baş aşağı tutmuştur.

Tarihçi, araştırmacı Dr. Barış Zeren’den aktarıyoruz: “Abdülhamit’in bütün sırrı Tanzimat’tan gelen eski kuşağı etrafında toparlayabilmesi, arada dövmesi, tekrar merkeze alması, sarayın etrafında tutmasıydı. Bizim aydın tarihimiz açısından incelenmesi gereken bir dönemdir. Bunların zaaflarına oynadı ve beka stratejisine oynadı. Ben olmazsam Osmanlı çöker dedi. Yeni kuşak bu beka stratejisini bozuyor. Anayasayı ilan et yoksa Osmanlı dağılır. Denklemi ters çeviriyorlar. Resnelinin hatıratında bunlar yazar. Abdülhamit’e asla inanmıyorlar.”

Asla inanmadılar ve tarih ileri doğru sarmaya devam etti. Sevgili Orhan Gökdemir’in deyimiyle “Hamit İngiliz tokatladı mı bilinmez ama bizim Cumhuriyet davamızın tarihi Abdülhamit ile başlar ve Abdülhamit’i alaşağı etmek fikri ile gelişir. Sonuçta 1908 devriminin esası da Hamit’i indirip anayasayı yeniden ilan etmekten ibarettir. Cumhuriyet ile Abdülhamit asla yan yana getirilmeyecek iki figürdür. Cumhuriyet varsa Abdülhamit yoktur, Abdülhamit varsa Cumhuriyet yıkılmıştır.”

Tarihsel olarak uzlaşamayacak iki taraftan bahsediyoruz. Bunları uzlaştırma çabası ciddi bir karartmadır.

Omurgadan kurtulmak

Abdülhamid’in servetini şahsi çabalarıyla elde edebileceğini düşünecek kadar şirazesi kayabilen, ondan “jakoben bir münevver” yaratabilecek kadar ileri gidebilen, vaktiyle Rauf Denktaş’a Nâzım dizeleriyle methiyeler düzen, rüzgar ‘oralardan’ esiyorken Said Nursi güzellemeleri yapmaktan hiç çekinmeyen “solcu” yazarımızın Abdülhamid yazıcılığına girmesi bizleri hiç şaşırtmadı.

Kimbilir belki o da yeni bir dönemin doktrinini müjdeliyordur? Romanın vakti o yüzden gelip çatmıştır. İslamcılığından yeter miktarda arındırılmış, batılı, modern, asıl değeri tam anlaşılmamış bir Abdülhamid portresi geçmişin tatsız hesaplaşmalarının üzerine serin bir örtü misali neden serilmesin, iki ideolojik kamp arasındaki harareti almasın, öyle değil mi? Yazarımız düpedüz tarihsel olarak çatışan iki tarafı buluşturmaya çalışıyor. Bugünün oportünist siyaset ikliminde bunun karşılığı olmadığını kim iddia edebilir?

Şunu söylemek zorundayız. İmparatorluğun hazin sonuna ağlak bir monarkın gözlüğüyle bakma ya da baktırma çabası bir tür halk düşmanlığının ya da Abdülhamid'in iç dünyasına kendini fazla kaptırmanın ürünü olabilir. Abdülhamid figürü AKP yıllarında ülkemize dayatılan dönüşüm programının biricik meşruiyet kaynaklarından biridir. Bu figürü Türkiye ilericiliği nezdinde ehlileştirme girişimi de bizim mahallemizin sözde aydınına düşmüştür.  Başta da söylediğimiz gibi bir dizi sol mecra da alkışlarla karşılamaktan geri durmamıştır. Ancak bizim Abdülhamid güzellemelerine de, her fırsatta omurgadan kurtulmayı vaaz eden kağıttan kaplan aydınlara da gözümüz toktur.

SELÇUK IŞIK / SOL


Öne Çıkan Yayın

BİRGÜN "Köşebaşı + Gündem" -25 Temmuz 2025-

Memleketi ateşe attılar Eskişehir’in Seyitgazi ilçesindeki orman yangınında 10 kişi yaşamını yitirdi. Prof. Dr. Erdoğan Atmış, “Düzen değişm...