KISA KISA GÜNDEM - 13 MART 2023 -

 


Kızılay’ın kira gelirini yıllarca AKP'ye yakın YDA adlı şirket toplamış(BİRGÜN)

Ortaya çıkan skandallarla gündemden düşmeyen Kızılay’ın, kira gelirlerini iktidara yakın şirkete bıraktığı ortaya çıktı. Kızılay’ın Ankara’da mülkiyeti kendisine ait olan alanına dört bankamatik, üç büfe ve reklam panoları konuldu. İşletmelerin kira gelirini yıllarca YDA adlı inşaat şirketi topladı.(https://www.birgun.net/haber/kizilay-in-kira-gelirini-yillarca-akp-ye-yakin-yda-adli-sirket-toplamis-424516)

Sahte dayanıklılık raporu satılıyor!(İsmail Arı-Birgün)

Milli Eğitim, özel eğitim kurumlarından depreme dayanıklılık raporu istedi. Raporu hazırlayan şirketin yetkilisi kolonlardan örnek almadığını itiraf etti: “Milli Eğitim’in salak olduğunu herkes biliyor, rapor kontrol edilmiyor”(https://www.birgun.net/haber/sahte-dayaniklilik-raporu-satiliyor-424478)

Çocuklar korumasız(Mustafa KÖMÜŞ-BİRGÜN)

Maraş merkezli depremlerin ardından onlarca çocuk hâlâ aranıyorken dinciler de gözünü çocuklara dikti. Son örnek İlim Yayma Cemiyeti’nden. Çocuklara Kuran dersi veren cemiyet yüzlerini de ifşa etti.(https://www.birgun.net/haber/cocuklar-korumasiz-424471)

Hep boş sözler, palavra(Mustafa BİLDİRCİN-BİRGÜN)

İktidarın her kriz döneminde müjde diye duyurduğu projelerin büyük bölümü kağıt üzerinde kaldı. Bir bölümü ise ya hayal kırıklığı yarattı ya da hedeflenen tarihte hayata geçirilemedi. Eğitimden istihdama, sağlıktan yargıya kadar hiçbir vaadini eksiksiz hayata geçiremeyen iktidarın, özellikle ekonomik vaatlerinin çoğunluğu sadece birer söz olarak tarihte yer aldı.(https://www.birgun.net/haber/hep-bos-sozler-palavra-424493)

Tersine gerçekleşen vaatler

İktidarın seçim dönemlerinde raftan indirdiği müjdelerin kağıt üzerinde kaldığını gözler önüne seren verilerden bazıları ise şöyle sıralandı: • Kişi başına düşen milli gelir 2023’te 25 bin dolar olacaktı, 9 bin 161 dolar seviyesine kadar düştü. • Toplam 36 bin 500 kilometre olması hedeflenen bölünmüş yol uzunluğu 2023 itibarıyla 27 bin kilometre olarak kaydedildi. • 2023’te yüzde 10’un altında olması planlanan yoksulluk oranı yüzde 11,4 olarak gerçekleşti. • Yüzde 15’in altına düşürülmesi planlanan kayıt dışı istihdam oranı yüzde 28,7'lik seviye ile can yakmaya devam etti. • Erdoğan’ın, “Giderlerse gitsinler” dediği doktor sayısında 144 bin ile 200 bin hedefinin çok gerisinde kalındı. • Tek haneli sayılara düşürüleceği savunulan enflasyon oranı giderek tırmanarak Kasım 2022’de yüzde 84,4 olarak hesaplandı.

Gerici vakıf ve dernekler çadır kentlerde kol geziyor: TBB’ye bağlı gönüllü avukatlara engelleme!(Gökay BAŞCAN-BİRGÜN)

Gerici dernek ve vakıflar çadır kentlerde rahatça dolaşırken depremzedelere hukuki destek vermek için bölgede bulunan TBB’nin gönüllü avukatları AFAD tarafından engellendi. Avukat Okumuşoğlu, “İçerideki dernek ve vakıfla kol geziyorken TBB’nin engellenmesi kabul edilemez” dedi.(https://www.birgun.net/haber/gerici-vakif-ve-dernekler-cadir-kentlerde-kol-geziyor-tbb-ye-bagli-gonullu-avukatlara-engelleme-424541)

Erdoğan ve Bahçeli, Kırıkhan'da: Sıkıntılar yaşadıysanız helallik istiyoruz(BİRGÜN)

                                                                                                                                   Fotoğraf: AA (Arşiv)

AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Cumhur İttifakı'ndaki ortağı MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, depremin vurduğu Hatay'ın Kırıkhan ilçesine ziyarette bulundu. İki isim de konuşmalarında, devletin ilk andan itibaren depremzedelerin yardımına koştuğunu öne sürdü.(https://www.birgun.net/haber/erdogan-ve-bahceli-kirikhan-da-sikintilar-yasadiysaniz-helallik-istiyoruz-424540)

AKP için her yol mübah (Mehmet Emin Kurnaz-BİRGÜN)

Ülke tarihinin en kritik seçimlerine iki ay kala iktidar iyice panikledi. Suç örgütü liderliğinden hüküm giymiş isimlerle yakın temaslardan HÜDA PAR’la ittifak kurmaya kadar koltukta kalmanın her yolunu deneniyor. Siyaset bilimci ve sosyologlar, meselenin yalnızca oy devşirmek olmadığına dikkat çekiyor. Uzmanlara göre bu hamleler HÜDA PAR gibi yapılanmalar üzerinden topluma korku salmanın da bir aracı niteliğinde.(https://www.birgun.net/haber/akp-icin-her-yol-mubah-424577)

Depremde çadır satan Kızılay'dan sonra AFAD'ın vicdansızlığı ortaya çıktı: Bu kez vinç ticareti (Mehmet İnmez-Cumhuriyet)

Depremde sınıfta kalan Kızılay ve AFAD’ın skandalları bitmiyor. Liyakatsiz kadroların çifter çifter maaşlarla yönettiği kurumlar tel tel dökülüyor. Binlerce insan enkaz altındayken AFAD’ın kontrolündeki vinçler için ailelerden para istendi. Yurttaşlar her saat için 10 bin TL ödemek zorunda kaldı. Bölgeye giden özel sektöre ait vinçler yollarda bekletilmiş bir kısmına da AFAD tarafından el konulmuştu. Kızını yitiren oyuncu Orhan Aydın, “Biz bu vinçlere para ödedik. 21. yüzyılın vicdansızlığı” dedi. Vinçlere para ödeyen çok sayıda yurttaş konuyu mahkemeye taşıyacak.(https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/depremde-cadir-satan-kizilaydan-sonra-afadin-vicdansizligi-ortaya-cikti-bu-kez-vinc-ticareti-2060374)

Depremde ağaç kıyımı(Şeyda Öztürk-Cumhuriyet)

Çanakkale’de 72.5 hektarlık alanda doğal kızılçam ormanı katliamı başladı. Tarım Orman-İş Sendikası Başkanı Şükrü Durmuş, “Depremi fırsat bilerek vurgun yapılıyor. Çokuluslu şirketlere hammadde temini için ağaçlar kesiliyor” dedi.(https://www.cumhuriyet.com.tr/cevre/depremde-agac-kiyimi-2060397)

AKP, ekonomide rotayı Mehmet Şimşek'e çevirdi(Selda Güneysu-Cumhuriyet)

AKP kulislerinde, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “kamuoyunun yakından tanıdığı ve güvendiği sürpriz isimleri milletvekili aday listesine alacağı, bu isimler arasında eski AKP’li milletvekilleri ile eski bakanların yer alacağı” konuşuluyor. Bu isimlerden birinin de eski bakan Mehmet Şimşek olduğu belirtiliyor.(https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/akp-ekonomide-rotayi-mehmet-simseke-cevirdi-2060382)

Marmaris'teki tartışmalı projeye 'ÇED' onayı(Mehmet İnmez-Cumhuriyet)

Muğla’da Sinpaş Grubu’nun, Marmaris İçmeler’deki Kızılbük Thermal Wellness Resort projesine ilişkin ÇED kararı süreci tamamlandı. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı proje için ÇED olumlu raporu verdi.(https://www.cumhuriyet.com.tr/cevre/marmaristeki-tartismali-projeye-ced-onayi-2060396)

Yeşilçam'ın duayen oyuncusu Yılmaz Gruda hastaneye kaldırıldı!(Cumhuriyet)

Yeşilçam'ın usta ismi Yılmaz Gruda, sağlık sorunları nedeniyle hastaneye kaldırıldı. Kaldırıldığı hastanede kırmızı alanda tutulan usta oyuncunun menajeri Tümay Özokur, sosyal medya hesabı üzerinden Sağlık Bakanlığı'na çağrıda bulunarak Gruda'nın yoğun bakıma alınmasını talep etti.(https://www.cumhuriyet.com.tr/yasam/yesilcamin-duayen-oyuncusu-yilmaz-gruda-hastaneye-kaldirildi-2060399)

(derleyen: mstfkrc)













HÜDAPAR “Erdoğan’ı destekleyeceğiz” dedi, Timur Soykan Hizbullah’ın kanlı tarihini hatırlattı - BİRGÜN + Taliban'dan HÜDA PAR görüşmesi (SOL)+ Vatan Partisi ve Hüda-Par 'şeriat'ta birleşti (Gazete Manifesto)

 HÜDAPAR “Erdoğan’ı destekleyeceğiz” dedi, Timur Soykan Hizbullah’ın kanlı tarihini hatırlattı - BİRGÜN 

HÜDAPAR, 14 Mayıs’ta Erdoğan’a destek vereceğini açıkladı. BirGün yazarı Timur Soykan, “Hizbullahçıların partisi HÜDAPAR, Cumhur İttifakı’nın ortağı olurken Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan’ı nasıl katlettiklerini ve mezar evlerini hatırlayalım” diyerek hafızaları tazeledi.

Hür Dava Partisi (HÜDAPAR) 14 Mayıs’ta yapılacak cumhurbaşkanlığı seçiminde Recep Tayyip Erdoğan’ı destekleyeceğini açıkladı.

BirGün yazarı Timur Soykan, HÜDAPAR Zekeriya Yapıcıoğlu’nun “Türkiye Cumhuriyeti'ne göre Hizbullah bir terör örgütü olabilir ama bana göre bir terör örgütü değil” dediği örgütün cinayetlerini, katliamlarını ve işkencelerini hatırlattı.

Sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımlarda Soykan, şunları kaydetti:

"Hizbullahçıların partisi HÜDAPAR, Cumhur İttifakı’nın ortağı olurken Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan’ı nasıl katlettiklerini ve mezar evlerini hatırlayalım. Hizbulkontra için Türkiye tarihinin en vahşi örgütü denilebilir.

Devlet içinden desteklendiği defalarca itiraf edildi ve ‘Hizbul-kontra’, ‘Hizbul-vahşet’ diye anıldı. Radikal İslamcı örgütün merkezi Batman’dı. Bugün Erdoğan’ı destekleyen Doğu Perinçek’in dergisi ‘2000’e Doğru’ da Hizbullahçılar’ın hedefi olmuştu.

GAZETECİ HALİT GÜNGEN ÖLDÜRÜLDÜ

Gazeteci Halit Güngen, 2000’e Doğru Dergisi’nde 1992'de Hizbullahçıların, Diyarbakır Çevik Kuvvet Merkezi’nde eğitildiğini yazdı, ilk kez örgütün lideri yazıldı: Hüseyin Velioğlu. 21 yaşındaki Halit Güngen bu haberden iki gün sonra derginin Diyarbakır Bürosu’nda öldürüldü.

MEZAR EVLER

Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan, Hizbullah’a yönelik çok sayıda operasyon yapmış, önemli kadrolarının yakalanmasını sağlamıştı. Bu operasyonlarda ele geçirilen belgeler ve bilgiler soncu örgütün lideri Hüseyin Velioğlu, İstanbul Beykoz’daki bir villada kuşatıldı.

Beykoz’daki villaya baskında Hüseyin Velioğlu öldürüldü, Edip Gümüş ve Cemal Tutar sağ yakalandı. Cemal Tutar, gazeteci Halit Güngen’i de öldürdüğünü itiraf edecekti. İtiraflar ve villada yakmaya çalıştıkları CD’ler ile bilgisayar açılınca Hizbul-vahşet gözler önüne serildi.

İstanbul, Adana, Diyarbakır, Konya gibi pek çok şehirde insanları beton çivisi ve domuz bağıyla işkence yapıp öldürerek gömmüşlerdi. Çok sayıdaki mezar evden haftalarca cesetler çıkarıldı. Bir kısmı ajan olmakla suçlanıp Hüseyin Velioğlu’nun emriyle öldürülmüştü.

Müslüman feminist yazar Konca Kuriş, Temmuz 1998’de evinin önünden kaçırılmıştı ve kayıptı. Ocak 2000’de Hizbullah’ın Konya Meram’daki mezar evinde Konca Kuriş’in cesedi bulundu. 35 gün domuz bağıyla işkence yapılıp öldürüldükten sonra evin bodrumuna gömülmüştü.

GAFFAR OKKAN SUİKASTI

Operasyonlarla çok sayıda örgüt üyesi yakalandı. Tek kurşunla cinayetler örgütün imzasıydı ve hepsini itiraf ettiler. Gaffar Okkan’a yönelik suikast ihbarları geliyordu. Hizbullahçılar, Türkiye tarihinin en organize, kalabalık ve karanlık suikast eylemini gerçekleştirecekti.

Gaffar Okkan, 24 Ocak 2001 günü saat 17.40’da emniyet müdürlüğüne 500 metre uzakta kurulan pusuda çapraz ateşe alındı. Hizbullahçı tetikçi sayısı 20’den fazlaydı. 16 tane kalaşnikof silah kullanıldı. 469 tane mermi sıkıldı. Saldırıdan hemen önce bölgenin elektrikleri kesildi.

Gaffar Okkan ve 5 koruma polisi hayatını kaybetti. Adım başı kontrol noktası olan Diyarbakır’da emniyet müdürlüğünün 500 metre uzağına uzun namlulu silahlarla 20 kişi nasıl gelmiş ve biri bile yakalanmadan nasıl kaçabilmişlerdi… Destek almamaları halinde bu imkansızdı.

“MİLLİYETÇİLERİN AKLINA GELMİYOR”

Suikasttan bir hafta önce Gaffar Okkan’a Hizbullahçıların suikast düzenleyeceğine dair istihbarat 32. Gün'de haber olmuştu. Mezar evlerde onlarca kişiyi öldürenler, 10 yıl sonra, 2011'de adli kontrol şartıyla tahliye edildi. Sloganlarla karşılanıp yurt dışına kolayca kaçtılar.

Sözcü’den Özgür Cebe’nin haberiyle öğrendik. Gaffar Okkan’ı katledenlerin hepsi 2019 seçimi öncesi cezaevinden salınmıştı. Tahliyelerden önce Erdoğan, HÜDAPAR Başkanı’yla görüşmüştü ve seçim desteği karşılığında bırakıldılar. Şimdi Hizbullahçılar, Cumhur İttifakı’nın ortağı.

Çok milliyetçi, şahin siyasetçilerin, polis teşkilatının aklına Hizbullahçılarca katledilen devletin emniyet müdürü Gaffar Okkan gelmiyor. Doğu Perinçek de dergisinde çalışırken öldürülen gazeteci Halit Güngen’i unutmuş olmalı, Erdoğan’a desteği sürüyor. Ama tarih unutmuyor."

                                                              /././

Taliban'dan HÜDA PAR görüşmesi (SOL)- (19/10/2022)

Afganistan’daki Taliban hükümeti sözcüsü Zabihullah Mücahid, Diyarbakır'da HÜDA PAR Genel Başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu ile görüştü.


HÜDA PAR'a ait 'Alimler ve Medreseler Birliği' tarafından gerçekleştirilen, “7’nci Alimler Buluşması” için Diyarbakır'a gelen Zabihulah Mücahid,  HÜDA PAR Genel Başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu ile görüştü. 

Rudaw'da yer alan habere göre, HÜDA PAR Diyarbakır İl Başkanlığında gerçekleşen görüşmede Yapıcıoğlu, ziyaretten duyduğu memnuniyeti ifade etti.

Ziyarette Mücahid'den Afganistan'daki son gelişmeler hakkında bilgi aldıklarını ifade eden Yapıcıoğlu, önceki gün düzenlenen “Alimler Buluşması”nda yaptığı konuşmasında, Afganistan'daki durum hakkında görüşlerini dile getirdiğini hatırlattı.

Yapıcıoğlu, "Çok uzun süren bu savaştan dolayı ve Afganistan'ın altyapısı tahrip oldu, insan kaynakları çok ciddi bir zarar gördü, ekonomik kaynakları halen ambargolar dolayısıyla tam olarak kullanılamıyor. Bu vesileyle bir kez daha bütün İslam ülkelerine çağrıda bulunuyoruz. Siyasi, kültürel her türlü ilişkiyi oradaki kardeşlerimizle kurmak ve onların elinden tutmak hepimizin boynunun borcudur" dedi.

Mücahid ise "Türkiye halkı ve devletinden ve burada bulunan dostlardan isteğimiz; Afgan halkı son birkaç yıldır ciddi sıkıntılarla karşılaştılar. Ülkemizde savaş yeni bitmiş sayılır. Bu nedenle ülkemizin yardım ve ekonomik projelere ihtiyaçları var"  ifadelerini kullandı.

"İş adamlarına yatırım çağrısında" bulunan Mücahid, "Türkiyeli iş adamlarının Afganistan'da oluşan fırsattan istifade etmelerini istiyoruz. Ülkemizde 40 yıl boyunca var olmayan emniyet ve güven şu an oluşmuş durumda. Bu da yatırımlar için çok güzel ve müsait ortamdır. Türkiye hükümeti, halkı, iş adamları, alimleri ve bizimle aynı düşüncede olanlar bize destek ve yardım edebilirler, Afganistan'da yatırım yapabilirler. Yapacakları yatırımlar sayesinde hem kendileri bundan istifade edecek hem de halkımıza büyük faydaları olacaktır" diye konuştu.

Mücahid, şöyle devam etti:

"Türkiye'deki ekonomik tecrübelerden istifade edebiliriz. Şehirlerimizi tekrardan imar edebiliriz. Aynı şekilde elektriğimizi üretebiliriz. Bu yatırımlarımızın sermayeye ve Afganlarla iş birliğine ihtiyacı vardır. Türkiye'de yaşayıp ülkelerinin kalkınmasında tecrübe sahibi olan tüccar ve iş adamlarından isteğimiz aynı tecrübelerini Afganistan'a da aktarmalarıdır. Maden, imar ve çeşitli alanlarda yatırım yapabilirler. Türkiyeli dostlarımızdan ricamız bizleri desteklemeleri, Afganistan'ın da Türkiye gibi kalkınmasına öncülük etmeleridir."

Vatan Partisi ve Hüda-Par 'şeriat'ta birleşti (Gazete Manifesto)-(16/08/2021)

Taliban'ın zaferi, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde  Erdoğan'ı destekleyen HÜDA-PAR'ı ve Vatan Partisi'ni ortak noktada birleştirdi.

Afganistan’da Taliban 20 yıl sonra başkent Kabil’i ele geçirdi. Afganistan Cumhurbaşkanı Eşref Gani ülkeyi terk etti. Hiçbir direnişle karşılaşmadan kent merkezine giren Taliban, Başkanlık Sarayı’nın kontrolünü de ele geçirdi. Afganistan halkı ise Taliban’dan kaçmak için ülkeyi terk etti.Taliban’ın zaferi, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde  Erdoğan’ı destekleyen HÜDA-PAR’ı ve Vatan Partisi’ni ortak noktada birleştirdi. HÜDA-Par Dış İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Eşin, konuya ilişkin, Hizbullah’ın yayın organı Doğruhaber’e bir açıklama yaparak, Taliban’ı savundu. Eşin, 20 yılık işgalin sevindirici olduğunu belirterek, “ABD kaybetti, NATO kaybetti, Batı dünyası ve işbirlikçileri kaybetti. Afganistan halkı kazandı” diye konuştu. Genel af ilan edilmesinin önemli olduğuna dikkat çeken Eşin, “Temennimiz ülkede 40 yıldır devam eden savaşın sona ermesi, sorun ve problemlerin savaş ve çatışma ile değil, kardeşlik esasında çözüme kavuşturulması, huzur ve barışın hakim olduğu, İslam ülkelerine örnek olabilecek adil ve hak bir yönetimin inşa edilmesidir” ifadelerini kullandı.

VATAN PARTİSİ’NDEN DESTEK

Vatan Partisi Genel Sekreteri Özgür Bursalı ise, Genel Merkezde düzenlenen basın açıklamasında Taliban’dan övgüyle bahsetti. Özgür Bursalı, “Dünyanın bütün ülkelerinin saptadığı gibi, Taliban Örgütü, ABD emperyalizmine ve işbirlikçilerine karşı yürüttüğü silahlı mücadeleyi son hedefine ulaştırmak üzeredir. “Süreç, Afganistan’ı birleştirecek ve bağımsızlığını sağlayacak bir hükümetin kurulması yönündedir.  Taliban yönetimi, uluslar arası alanda şimdiden Afganistan’ın meşru bir gücü olarak kabul görmektedir” diye belirtti.


(derleyen:mstfkrc)

12 Mart Muhtırası üzerinden 52 yıl geçti (Çağdaş Bayraktar-Cumhuriyet) + ‘Devrim İdealtepe’de’ (Ali Sirmen-Cumhuriyet)


12 Mart Muhtırası üzerinden 52 yıl geçti (Çağdaş Bayraktar-Cumhuriyet)

Gazetemizin kapatıldığı ve yazarımız İlhan Selçuk’un da sorguda işkence gördüğü 12 Mart Muhtırası’nı değerlendiren uzmanlar, “Bu muhtıra 12 Eylül’ün öncüsüydü” dedi.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) komuta kademesinin dönemin Cumhurbaşkanı  Cevdet Sunay’a muhtıra vererek 32. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni istifaya zorladığı “12 Mart Muhtırası” üzerinden 52 yıl geçti. Sonrasında gazetemizin kapatıldığı ve yazarımız İlhan Selçuk’un da sorguda işkence gördüğü 12 Mart Muhtırası’nı Cumhuriyet’e değerlendiren uzmanlar, “Bu muhtıra 12 Eylül’ün öncüsüydü” dedi. 
52 yıl önce bugün TSK, siyasi iktidarın “tutum, görüş ve icraatı ile yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine soktuğu” gerekçesiyle muhtıra verdi. Sonrasında CHP Milletvekili Nihat Erim’in başbakanlığında “partiler üstü reform hükümeti” iddiasında bir hükümet kuruldu. Hem orduda birçok komutan emekli edildi hem de aralarında  İlhan Selçuk  ve Doğan Avcıoğlu’nun da bulunduğu birçok yazar işkenceden geçirildi. 

‘İNTİKAM OPERASYONU’

“12 Mart askeri darbesi 9 Mart ile birlikte değerlendirilmelidir” diyen Doç. Dr. Ömer Atagenç, “Zira 12 Mart, 9 Mart’taki sol darbe girişiminin başarısızlığı sonrasında bu darbe girişimi ile ilişkisi olduğu düşünülen çevrelerin tahkikata uğraması ile sonuçlanacaktır” ifadelerini kullandı. 'Balyoz Hareketi' olarak bilinen ve 28 Nisan 1971’de başlayan sistematik şiddet bu girişimle ilişkisi olduğu düşünülen kişilerin Ziverbey Köşkü’nde uğradığı işkencelerle birlikte artarak devam etmesinin intikam operasyonu olduğunu belirten Atagenç,  “Bu dönemde Cumhuriyet gazetesi ve Doğan Avcıoğlu önderliğindeki  Yön-Devrim çevresinin maruz kaldığı baskı oldukça şiddetlidir. Avcıoğlu ve çevresinin de benzer bir akıbete uğradığı görülmüştür. Ayrıca 12 Mart darbesi kendi muhaliflerini 'darbecilik' suçlaması ile baskı altına almıştır. 12 Eylül’ün öncülü bir süreç yaşanmıştır” ifadelerini kullandı.

Dönemin Adalet Partisi iktidarının zihniyet olarak Demokrat Parti iktidarının devamı olduğuna dikkat çeken Dr. Çiğdem Bayraktar, “Ekonomik sorunlar, ABD’nin 6. Filo savaş gemisinin gelmesi ve birçok çeşitli nedenle yükselen toplumsal tepki karşısında Demirel hükümeti yetersiz ve işlevsiz kaldı” dedi.

                                                        /././ 

 ‘Devrim İdealtepe’de’ (Ali Sirmen-Cumhuriyet)

Sevgili,

Düşününce tüylerim diken diken olarak fark ettim. 12 Mart muhtırası verileli 50 yıldan fazla olmuş. Bugün artık acılar solmuş, zaman yassılaşmış, sen artık imkânsız olmuşsun. Ben yok olmanın eşiğine gelip dayanmışım. Artık hapishane yıllarımızın elli yılı aşkın kıdemi var.

Hep hayıflanmışsındır “Zamanında not tutsaydım da ben de anılarımı yazsaydım, ben de ne hikâyeler var” diye.

Haklıydın. Ziyaret kuyruklarında beklerken sıkıyönetim adliye koridorlarında turlarken, bir yandan içerideki kocayı kollar, bir yandan oğlanı büyütürken ailenin temel direği asıl ilginç olanı Mine Sirmen’in hapishane anılarıydı 

                                                             ***

12 Mart döneminde Uğur onların bir bölümünü, yani tutuklu eşlerini yazdı. Seninkileri de fırsat düştükçe, ben yazacağım artık. Senin hapishane anıların da benimkiler gibi zaman zaman kahkaha doludur. 12 Mart’taki ilk hapishane anın öyle mesela.

22 Haziran 1972 günü 1. Şube ekiplerince, Madanoğlu davasından İstanbul Emniyeti’ne götürüldüğümüzde Ankara sıkıyönetimi tarafından istendiğimiz belirtilmişti. O günü ve geceden sonra ertesi gün de 1. Şube’de geçirirken bir an önce Ankara’ya gönderilmemiz için başvuruda bulunmuş nihayet ertesi akşama doğru ücretini bizim cebimizden vereceğimiz bir otobüsle Ankara’ya gitmemize karar verilmişti.

Akşamüstü, Sansaryan Han’dan otübüsle Sirkeci’de araba vapuru iskelesine hareket ettik. Gözaltında olanlara kelepçe falan vurmadan her birinin yanına bir sivil memur oturtarak yola çıkarılmıştık. Sirkeci’den dünya gözüyle Üsküdar’a şöyle bir baktım. Çokça okumuş olduğum ama bu kez ortasında kendimi bulduğum bir öyküyü, ne yalan söyleyeyim, biraz da endişeyle bir daha okuyordum. Karşıya geçtik. Ben giderken ortaya bir teklif attım. İstanbul’dan gidiyorduk, bir daha ne zaman döneriz belli olmazdı. Birazdan Pendik’ten geçecektik. Pendik’in güzel sahil lokantalarından birinde bir yemek yiyip öyle yola devam etseydik. O sırada biz henüz bilmiyoruk ama VİP tutuklular olduğumuzdan, önerimiz çok kokacağı için rakı içmemek (biz de votka içtik) kaydıyla kabul gördü.

                                                              ***

Gece Pendik’in güzel sahil lokantası İskele’de yemeğimizi yedikten sonra Ankara’ya hareket ettik.

Ertesi günü de Albay Ali Elverdi tarafından Ankara sıkıyönetimi tarafından tutuklandık ve Mamak Muhabere Okulu’nun bando bölüğünün binasına konulduk. Tabii bu arada sen endişe içinde beni bulmak üzere Ankara’a gelmişsin ve sonunda da bulmuş, ama saat geç olduğundan görüşme izni alamamışsın. Bir not bırakmak istediğinde kabul etmişler. Sen de geldiğini, geç olduğu için görüşemediğini İstanbul’a döneceğini bildiren bir not yazmış, sonuna da şunları eklemişsin: “Devrim’i merak etme! İyi ve İdealtepe’de.”

Notu verdikten sonra, nerede olursa olsun, sesinden tanıyacağım avukat hanım yürüyüşünle çıkışa doğru yürürken arkadan bir er telaşla koşup, sormuş:

- Abla komutanım merak etti bu “Devrim iyi, İdealtepe’de ne demek?”

Sen bunca gerginliğin yorgunluğun üstüne artık dayanamamış ve ünlü kahkahanı patlarak,

- O mu demişsin, Ankara’ya gelirken oğlumuz Devrim’i İdealtepe’ de oturan babaannesine bıraktım da...

Doğan Avcıoğlu’nun çıkardığı Devrim dergisi ve ideal sözcükleri falan bir araya gelince adamlar  parola veriyorsun zannetmişler herhalde.

Merak ediyorum elli küsür sene önce patlayan kahkahan, Mamak Muhabere Okulu’nun müracaat kapısının oralarda bir yerlere asılıp, kalmış olabilir mi acaba?

(Ali Sirmen-Cumhuriyet)




 

Berkin Elvan katledilişinin 9. yılında mezarı başında anıldı + 9 yıl oldu: Berkin için, adalet için...+ AİHM'den Berkin Elvan davasında ihlal kararı - (SOL)


Berkin Elvan katledilişinin 9. yılında mezarı başında anıldı

Haziran Direnişi sırasında polisin attığı gaz kapsülü ile başından yaralanıp hayatını kaybeden Berkin Elvan, ölümünün dokuzuncu yıldönümünde anıldı.

Haziran Direnişi sırasında polisin attığı biber gazı fişeğiyle başından vurulup 269 gün komada kaldıktan sonra 11 Mart 2014’te yaşamını yitiren Berkin Elvan, ölümünün 9’uncu yılında mezarı başında anıldı.  İstanbul’un Şişli ilçesindeki Feriköy Mezarlığı’ndaki anmaya Elvan’ın ailesi, arkadaşları ve çok sayıda siyasi parti temsilcisi katıldı. “15’inde bir fidan, Berkin Elvan”, “Berkin Elvan ölümsüzdür” ve “Gezi tutsakları onurumuzdur” sloganları attı. Elvan için bir dakikalık saygı duruşunda bulunuldu.

Gülsüm Elvan: 'Yargılanacaklar'

Oğlunun mezarına karanfil bırakan Anne Gülsüm Elvan, yaşasaydı bugün Berkin’in 24 yaşında olacağını söyledi. Elvan, şöyle konuştu:

“Berkin hep 14 yaşında kaldı. Ben yıllardan beri mücadele ederken, 'Hiçbir çocuk ölmesin' dedim ama maalesef, geldiğimiz noktada gitgide ölümler çoğalıyor. Biz, 'Adalet onun için' dedik ama maalesef onu da göremedik. Çok üzgünüz, çok öfkeliyiz çünkü son deprem hepimizi daha mahvetti. Tek dileğimiz adalet, adalet. Yine Can’sız (Atalay), biliyorsunuz 16 Haziran’da da yoktu, Mücella (Yapıcı) abla, bu anmada da yoklar. Buruğuz, üzgünüz. Umarım en kısa zamanda onları alacağız. Çok seviyoruz onları. Öfkeliyiz, gerçekten çok öfkeliyiz. Bu son depreme baktığınız zaman enkazın altında doğmamış çocuklara sebep olanlar; umarım bir an önce bir an önce adalet gelir, yargı gelir, yargılanacaklar. 'Başka analar acı çekmesin, artık yeter' diyorum. Başka bir şey diyemiyorum. Yeter artık.”

Sami Elvan: 'Adalet bize gelince var, katile gelince yok'

Eşi ve kendisi hakkında dava açıldığını hatırlatan baba Sami Elvan da adalet görmediklerini dile getirdi. Elvan, şunları söyledi:

“Bizim oğlumuzun katili şu an dışarıda. Belki de bilmiyorum, hâlâ öldürmeye devam ediyordur. Eşimle ben yargılanıyoruz. 8,5 yılla yargılanıyoruz. Bize gelince adalet var ama katile gelince adalet yok. Bizim avukatımız, Mücella abla, Tayfun Kahraman, bütün Gezi’de olan insanların hepsini suçsuz bir şekilde şu an müebbetle yargılıyorlar ve içeri attılar. Bizim çocuğumuzu öldüren katil de müebbet aldı ama hâlâ dışarıda. Bu adaletin neresinde bir a’sı var, bana bunu kim tarif edebilecek? Buradan Adalet Bakanı’na sesleniyorum. ‘Türkiye’de yargı bağımsız’ diye konuşuyor. Yargı bağımsız mı acaba? ‘Bu kadar cezaevi yaptık’ diye övünüyorlar. Herhalde onlar kendilerine yaptılar cezaevini. Umarım öyle olacak, yakın bir zamanda öyle düşünüyorum. Buradan cezaevindeki bütün hükümlülere, Gezi davasında tutuklanan bütün dostlarımızı en kısa zamanda aramızda görmek istiyoruz. Başta Selahattin Demirtaş olmak üzere Can Atalay, Mücella Yapıcı, diğer dostlarımızı da hepsini aramızda görmek istiyoruz. En kısa zamanda aramızda olacaklarını biliyorum. Bir de şunu söylemek istiyorum. Benim çocuğum geri dönmeyecek. Bunu defalarca söyledim ama biz bu davanın emsal teşkil etmesini istiyoruz. Bir daha böyle bir şey olmamasını istiyoruz. Ülkemizde hukukun, adaletin, kardeşliğin, barışın olmasını istiyoruz.”

'Bu sistem on binlerce çocuğu ailesinden koparmaya devam etti'

Aile adına hazırlanan ortak açıklamayı da Berkin'in kardeşi Özge Elvan okudu. "2013’ten beri yürüttükleri adalet mücadelesinin, adliyenin tozlu raflarında kaldığını" belirten Elvan, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın ve İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu yargılanmadı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 7 Şubat’ta Çapkın ve Mutlu’nun sorumluluklarıyla ilgili etkili bir soruşturma yürütülmediği görüşüne vardı ve Türkiye’yi mahkûm etti, fakat Türkiye’deki adli makamlar, bu karara rağmen harekete geçmedi. Berkin’imizin katili Fatih Dalgalı ise sadece 16 yıl 8 ay hapis cezasına çarptırıldı. Mahkeme heyeti, Dalgalı’nın kasten öldürme suçunu işlediğinin sabit olduğuna hükmetti. Dalgalı, bir gün bile hapse girmedi. Berkin’imizin katillerine hak ettikleri cezayı vermeyenler, avukatımız Can Atalay’ı, mücadele arkadaşımız Mücella Yapıcı’yı, her zaman yanımızda olan Tayfun Kahraman’ı, Çiğdem Mater’i, arkadaşlarımız Ali Hakan Altınay ve Mine Özerden’i hapse tıkadı. Sadece Berkin için deyip bütün çocuklar için adalet isterken bu sistem on binlerce çocuğu ailesinden koparmaya devam etti.

'Çocuklarımızı enkazda aramayan iktidara karşı adalet arıyoruz'

Biz adalete açız. Bir çocuğun 6 yaşında evlendirilmesine göz yumanlara karşı adalet arıyoruz. Çocuklarımızı tarikatların, çocuk istismarcılarının eline bırakanlara karşı adalet arıyoruz. Çocuklarımızı enkazda aramayan bu iktidara karşı adalet arıyoruz. Devlet eliyle öldürülen tüm çocuklar için adalet arıyoruz. İşte biz bu yüzden iktidara ve adaleti bir türlü sağlamayan yargı makamlarına sesleniyoruz. Siz katilleri korumaya çalışsanız da biz Berkin için, katledilen bütün çocuklar için, deprem bölgesinde yaşamını yitiren ve hâlâ korunamayan çocuklar için, tarikatların ellerinde bırakılan çocuklar için adalet istemekten asla vazgeçmeyeceğiz. Önümüzdeki yıl 10’uncu kez bu mezarın başında adaleti bulmuş olmayı diliyoruz. Çünkü bir çocuğun katilinin hesap vermesi, geride kalan tüm çocuklarımızın geleceğinin teminatı olacak. Oğlumuz, canımız, yavrumuz, Berkin’imiz; kaç yıl geçerse geçsin sana yaşatılan zulmü unutmayacağız. Seni bizden koparanları asla affetmeyeceğiz. Elbet bir gün yattığın yerde rahat uyuyabilmeni sağlayacağız.”

                                                               /././

9 yıl oldu: Berkin için, adalet için... 

Haziran Direnişi'nde polis saldırısı sonrası yaşamını yitiren Berkin Elvan’ın ölümünün üzerinden 9 yıl geçti.

Haziran Direnişi'nde polisin hedef alarak gaz fişeğiyle vurarak öldürdüğü Berkin Elvan henüz 15 yaşındayken, 269 gün boyunca yoğun bakımda kaldıktan sonra 11 Mart 2014'te aramızdan ayrılmıştı.

O günden bu yana süren adalet mücadelesi iktidar güdümündeki yargı eliyle engellenirken, Berkin'in ailesinin ve halkın adalet mücadelesi sürüyor.

Berkin'in ailesi, bugünkü anma öncesi yaptığı açıklamada şu ifadeleri kullanmıştı:

"Berkinimizi anıyoruz! Evladımız, canımız, Berkinimiz bizden koparalı 9 yıl oldu. Katledilişinin 9. yılında Berkinimiz için, tüm çocuklar için, adalet için Feriköy Mezarlığı’nda olacağız. Tarih: 11 Mart Cumartesi (Yarın) Saat: 15:00"

                                                              /././

AİHM'den Berkin Elvan davasında ihlal kararı

AİHM, Berkin Elvan’ın ailesinin yaptığı şikayette Türkiye’nin, AİHS’nin yaşam hakkıyla ilgili 2 maddesini ihlal ettiğine hükmetti.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Gezi Direnişi sırasında polis şiddetiyle öldürülen Berkin Elvan’ın ailesinin açtığı davada Türkiye’yi mahkum etti.

Elvan’ın anne ve babası Sami ve Gülsüm Elvan ile iki kız kardeşi Gamze ve Özge Elvan 2019 yılında Türkiye aleyhine AİHM’de dava açmıştı.

BirGün'ün aktardığına göre, AİHM'nin sosyal medya hesabından yapılan paylaşımda, başvuruyla ilgili olarak Türkiye’nin, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) yaşam hakkıyla ilgili 2 maddesini ihlal ettiğine hükmedildiği belirtildi.

Gerekçeli kararda emniyet ve vali detayı 

AİHM, açıkladığı gerekçeli kararında, Berkin Elvan’ın ölümüyle ilgili Türkiye’nin AİHS’in 5’inci maddesi kapsamındaki usule ilişkin yükümlülüğünü yerine getirmediğini tespit etti.

Kararda, İstanbul Emniyeti'nin oynadığı role ilişkin etkili bir soruşturma yürütme konusundaki usuli yükümlülüğü İstanbul Emniyet Müdürü veya İstanbul Valisi’nin Berkin Elvan’ın ölümünde rol oynamış olabileceğine yer verildi.

Türkiye’de Berkin Elvan’ın ölümüne ilişkin yetkililerin sorumlularla ilgili “etkili bir soruşturma yapmamasının” insan hakları ihlali teşkil ettiği görüşüne vardı.(07/02/2023)

(SOL) 

Aydınlanma: Yine mi yeni mi? - Orhan Gökdemir / SOL-Dayanışma Forumu

 Marksizm bunun imkânsız hale geldiği bir devrimin kucağında doğdu ve şekillendi. “Hepimiz birdenbire Foyerbahçı olduk” sözünün ifade ettiği budur. Karanlıkta, doğa, aklın sığınabileceği tek sığınaktır

Bu yazı Dayanışma Meclisi'nin yayını Dayanışma Forumu'nun 7. sayısında yayınlanmıştır.

Karanlığı yıkıp geçen bir halk hareketine dönüşmeden çok önce her biri küçük bir kale görünümündeki korunaklı kentler arasında dolaşan bir takım tuhaf insanların işiydi aydınlık. Yerleşik dini eleştire eleştire dinsizliğin denizine yelken açan son dönem Aydınlanma filozofları işte o tuhaf adamların paltosundan çıktı. Bilim için dinden kurtulmanın şart olduğu kanısını yaygınlaştırdılar. Büyük Fransız İhtilali’nin kilise karşıtı girişimleri bu radikalizmin doruğu oldu.

Oysa görünüşün tersine Aydınlanma filozoflarının çoğu derin bir biçimde dinseldiler. Kiliseye muhaliftiler ama kaybolmuş bilgeliğe inanıyorlardı. Laboratuvarlarında aradıkları şey bilimden çok simya sihirbazlıklarıydı. Örneğin “müspet bilim”in kurucusu sayılan Newton’ın bir ayağı büyünün alanındaydı. Büyük Fransız Devrimi kiliseyi yerle bir ederken yerine kendi bilim kilisesini kurmayı amaçlamıştı. Bilim, örgütlenmiş din ile eski inançlara bağlı tarikatların çatışmasından çıktı. Ama bu, bilinçli bir çabanın sonucu değil, bir kaza ürünüydü. Simyacıların büyüye ulaşmak için denemekten başka yolu kalmamıştı, deneye deneye kimyacı oldular.

Aktörlerinin çoğu Masondu ve yüzleri antik Mısır’a dönüktü. Mısır’a duydukları derin bağlılık nedeniyle, o kültürden tek tanrılı dinlere kalan büyük mirası sezmişlerdi. İbadetler, inançlar, davranışlar, temele inildiğinde bütünüyle Mısır çıkışlı görünüyordu. Oruç, abdest, sünnet, tek tanrı gibi birçok inancın ve davranış biçiminin kaynağı orasıydı. Hıristiyanlığın teslisi ile İsis-Osiris-Horus inancı arasındaki bağı görmek için bilgin olmak gerekmiyordu. Öyleyse, “rasyonel” Aydınlanmacılar için “eski orijinal dine geri dönmek” doğru bir davranış olacaktı. Çoğu bunu yaptı. Bruno, Galileo, Copernik gibi öncüler, tanrının “Güneş” olması gerektiğine inanıyorlardı. Güneşi tanrı yaptılar. Evrenin merkezine güneşi oturtup dünyayı onun etrafında dönen basit bir gezegen derecesine indirgerken, inançlarının da gereklerini yerine getirmiş oldular.

Dine Karşı Işık Kavgası

Tarihin henüz dünya tarihi olmadığı bir zaman aralığından söz ediyoruz. Yani Avrupa henüz dünyanın kıyısında kendi başlangıcını yapmaya çalışan küçük bir toprak parçasından ibaretti. Çıktığı yolda, o yola çıkmadan çok önce geçenlerin bıraktığı ayak izleri onun için bir anlam ifade etmemekteydi. O izlerin üzerine basa basa kendi gittiği yolu bir kez daha kendi adına keşfedecekti.

Felsefede laf ebeliği gibi görünen şeyin nedeni işte düşünce coğrafyaları arasındaki bu büyük boşluktur. Bizim “bilimimiz” de o boşlukta ve evveliyatsız olarak başladı. 

Cahil her şeyi kendisinden başlatır. Tak tanrılı dinler, yeni bir ahlak yaratmanın ötesinde örgütlenmiş cahilliktiler. Her şeyi kendilerinden başlatmak için, içinden çıktıkları eski inançları yıktılar veya sildiler. Eskiden duydukları derin korku nedeniyle yeni oldular. Tarihsiz bir halk yaratıp, yeni bir tarihin kapısını açtılar.

Her şeyi kendisinden başlatan cahildir. Museviliğin içinden çıkan Hıristiyanlığın hiçbir yeniliği yoktu. Bir Yahudi tarikatı olmak üzere çıktıkları yolu yeni bir din olarak tamamladılar. Dinler eninde sonunda birbirlerinin içinden çıkar. Evet, Yahudilerin Atoncu, Hıristiyanların Yahudi, Müslümanların da hepsiyle birlikte Sabi oldukları çoktan unutuldu. Dindeki tutarsızlıklar, bilime aykırılıklar onun doğasındandır. Çünkü o bir inanç sistemidir; malzemesi inanışlardır, mantığa ihtiyacı yoktur. Sünnet olur, çünkü Yahudiler de sünnet olmaktadır. Abdest alır, çünkü Sabiler de yıkanmaktadır. Meleklere inanır, çünkü eskiler çok tanrılıdır. 

Işığı arayan karanlıkta el yordamıyla yürümeyi öğrenmelidir. Mısır kökenli yazar Ahmet Osman öğrenenlerdendir. “Musa ve Akhenaton”, “Kayıp Şehir” ve “Krallar Vadisi’ndeki Yabancı” adlı kitaplarında bildik dinler tarihi ama bambaşka sonuçlara varıyor. Musa ile “kâfir kral” Akhenaton’u, Vezir Yuya ile Yusuf Peygamber’i özdeşleştiriyor mesela. Bir başka kitabında ise (Hıristiyanlık: Bir Antik Mısır Dini) Akhenaton’un tek tanrıcı dinini alaşağı eden oğlu Tutankamon ile İsa’yı özdeşleştiriyor. Böylece kutsal kitap hikâyeleri kutsal bir kelam olmaktan çıkıp yeryüzüne iniyor ve ete kemiğe bürünüyor. Işık cüretten doğar.

 Aydınlanmadan Aydınlanmaya

Aydınlanma, uzun dinsel kapanışın doruğunda insanlığın ışığa ulaşmada yeni bir yol arayışıydı. Kurumsallaşmış din gördüğü her yerde sapkın gördüğü bu arayışı baskılamaya çalışıyordu. Ama insan merakı şahlanmış, dizginlenemez bir hal almıştı. Burjuvazi tarihin şafağında boynunu uzatmıştı. Avrupa’da parası ve sonsuz merakı olan adamlar türedi, bir ucu İskenderiye’ye dayanan uzun araştırma gezilerini finanse ettiler. Orada bulduklarını düşündükleri Hermetik metinleri tercüme ettirdiler ve gizli toplantılarda huşu içinde okudular. Okudukça, buldukları bu metinlerin Kilisenin kitabından daha eski olduğuna inandılar. O meraklı adamlar o metinlerde kurumsallaşmış dinin eski orijinal halini görüyorlardı.

Filozof, rahip, gökbilimci ve okült Giordano Bruno, o metinleri okuyarak dinde büyük bir bozulma olduğuna karar verdi. O halde arınmak için Mısırlı olan eski orijinal dine geri dönmek şarttı. Copernicus, Batlamyus modelini kıyısından köşesinden kemirip yerine utangaç bir biçimde “Güneş merkezli evren” modelini koyarken, altan alta Mısır kökenli “Güneş dininin” gereğini yapmaktaydı. Hatta aydınlanmacılar arasında işi daha ileri götürüp Hıristiyan inanışının Mısır dininin bir yanlış anlaşılmasından ibaret olduğunu söyleyenler bile vardı. Aktörlerinin çoğu Masondu ve yüzleri antik Mısır’a dönüktü. Mısır’a duydukları derin bağlılık nedeniyle, o kültürden tek tanrılı dinlere kalan büyük mirası sezmişlerdi. İbadetler, inançlar, davranışlar, temele inildiğinde bütünüyle Mısır çıkışlı görünüyordu. Öyleyse, “rasyonel” Aydınlanmacılar için “eski orijinal dine geri dönmek” doğru bir davranış olacaktı. Çoğu bunu yaptı. Tanrının “Güneş” olması gerektiğine inanıyorlardı. 

Kilise, kendisine yönelik bu etkisiz eleştirileri küçük tepkilerle geçiştirmeye hazırdı ama o da bu arayışlarda kendisi için çok tehlikeli olan bir şeyi, dinin ham halini görmekteydi. Hıristiyanlığın ilk yüz elli yılı bu eğilimlerle mücadele içinde geçmişti. Kilisenin lanetiyle şeklini ve içeriğini yitirmiş bir kavram olan “paganizm” aslında göründüğünden daha renkli ve daha zengin bir kavramdı. Ve içinden her zaman en az Kilisenin öğretisi kadar kapsamlı bir başka öğreti çıkma ihtimali vardı.

Bruno’ya ve Copernic’e gösterilen tepki de gerçekte bu korkuyla ilgiliydi. Vatikan, bu devrimci arayışların arkasında Hermetik-okültist inançların gizli olduğunun farkındaydı. Tehlikeli bulduğu şey de o inançların ta kendisiydi.

Ama bütün bu arka plana rağmen, Aydınlanmanın dinsel kökenleri bir sır olarak kaldı. Batı, kendi inşasında rol üstlenen insanları sıra dışı, akıllı, çıkıntı adamlar olarak sunmayı daha uygun buldu. Çünkü o adamların toplumsal düzenine karşı gericilik Kilise ile iş birliği yaparak Batının inşasını kendi istediği gibi yönlendirmişti. Dinle iş birliği yapan yeni Batı yıkıcı inançları yıkıcı fikirlerden daha tehlikeli bulmaktaydı. Örttü. Örtü Hermetizmin ve Masonluğun üzerindedir.

Ama o meraklı tuhaf insanlar planlamasalar da bir yol açtılar. Meraklarının peşinden giderek kurumsallaşmış dinin dışında bir düşünsel alan yaratılmasına vesile oldular. Ve birdenbire uzun Ortaçağ karanlığının ortasında göz kamaştırıcı bir ışık belirdi.

Karanlığı yıkıp geçen bir halk hareketine dönüşmeden çok önce her biri küçük bir kale görünümündeki korunaklı kentler arasında dolaşan bir takım tuhaf insanların işiydi aydınlık. Yerleşik dini eleştire eleştire dinsizliğin denizine yelken açan son dönem Aydınlanma filozofları işte o tuhaf adamların paltosundan çıktı. Bilim için dinden kurtulmanın şart olduğu kanısını yaygınlaştırdılar. Büyük Fransız İhtilali’nin kilise karşıtı girişimleri bu radikalizmin doruğu oldu.

17. yüzyılda açıldı, 18. yüzyılda Büyük Fransız Devrimi ile taçlandı. Aydınlanmanın yaptığı açıktı; doğa ile insan arasındaki ilişkiden dini ve tanrıyı çıkarıyordu. İnsan böylece doğa ile doğrudan ilişki kuran öznel ve aydınlanmış bir tür olarak yeniden tanımlanıyordu. Yeni insan, dini bir varlık olmaktan çok felsefi bir varlık olacak, dinin buyruklarıyla değil aklıyla hareket edecekti. Aydınlanma çağının öncü düşünürleri işte o aklın otoritesine dayanarak tanrının kellesini uçurdular ve böylece kralın kellesinin uçurulması için gereken akli ortamı hazırlamış oldular. Son adımı atmak Kant’ın izinden giden "Incorruptible” Maximilien Robespierre’e kaldı. Kurmak için kırmak gerekiyordu, çok kırıcı olduğunu biliyoruz.

Demek ki Aydınlanma ile başlayacaksak Kant’ın ve onun pratik hali Robespierre’in izinden yürümeliyiz. Bu iz ise bize “Jakoben” bir yolu işaret etmektedir. Kant’tan dolayı tanrısız, Robespierre’den dolayı kralsız bir yoldur Aydınlanma. Kralsızlık cumhuriyete, tanrısızlık ise laikliğe yolu açar. Bunlar, laiklik ve cumhuriyet, aydınlanmanın olmazsa olmazlarıdır.

İnsan Bir Mucizedir

Nicolaus Copernicus, 1473’te doğdu 1543’te öldü. Giordano Bruno, 1548’de doğdu 1600’de öldürüldü. Tommaso Campanella,1568’de doğdu 1639’da öldü. Galileo Galilei, 1564’de doğdu 1642’de öldü. Gottfried Leibniz, 1646’da doğdu 1716’da öldü. Isaac Newton sonuncusu, 1643’te doğdu 1727’de öldü. Demek ki 16. yüzyılın ikinci yarısında başlayan ve 18. yüzyılın başında biten, esasında ortalama bir yüzyıllık bir hareketten söz ediyoruz. Bu düşünürlerin çoğunun birbirini tanımasını, birbirlerinden etkilenmesini şaşırtıcı sayamayız. Bir dalganın üzerinde geldiler ve birbirlerine tutunarak bir dalga yarattılar. Dinin ve onun yeryüzündeki “bekçisi” kilisenin yol açtığı koyu karanlıkta, bugün bize pek de anlamlı gelmeyecek işaretlere tutunarak ışığa yürümeleri devrimci bir cürettir; müthiştir. Aydınlanma cüretli insanların işidir.

Rahiplikten kâfirliğe hızlı bir geçiş yapan Giordano Bruno zamanının en büyük filozoflarının birisi olarak kabul görüyordu. Hermetizm’in erdemlerini anlatarak ve Hermetizm prensiplerine dayalı bir toplumsal devrimi vazederek Avrupa’yı dolaştı. Sanki gösterişli ve inatçı bir Mesih’ti. Çok yüksek bir egosu ve kendi mükemmelliğine kesin inancı vardı. Nasıl olabilir ki başka? Hermetik vecize “magnum miraculum est homo”u (insan büyük bir mucizedir) düstur edinmişti. İnsanı önemsiz ve değersiz bulanlara kızgındı. Kendisini, mucizevi insanın yaşayan bir kanıtı olarak görüyordu.

1576 yılında, yirmi sekiz yaşındayken, kâfirlik şüphesiyle gözetlenmeye başlandı. Kilise kanunlarını çiğnemişti. Manastırı terk ederek Napoli’den kaçtı. Takip eden beş yıl boyunca Venedik, Padua, Milan, Cenova, Lyons ve Tulus’da görüldü. Kilise şüphelerinde haklıydı. Bu genç adama kendisinden yüz yıl önce keşfedilen Hermetika’nın halesindeydi. Sihirli Mısır dininin sadece en eski din değil hem Museviliğin hem de Hıristiyanlığın kararttığı ve yozlaştırdığı tek gerçek din olduğunu savunuyordu. Eski Mısır dinini yeniden kurmanın görevi olduğuna ve bunun Avrupa’nın politik ve toplumsal sorunlarına bir son vereceğine tutkulu bir şekilde inanıyordu. İnancının gereğini yaptı. Katolik Kilisesi’ni ve Papa’yı iflah olmaz bir zalim olmakla suçladı. Haliyle devrimin daha gizli kapaklı yöntemler kullanarak gerçekleştirilebileceğine karar verdi. Almanya’da “Giordanisti” adında gizli bir topluluk kurdu. Giordanisti, etkin bir Hermetik direniş hareketi olacaktı. Kısa zamanda İngiltere ve Fransa’da müritler edindi. Avrupa’nın pek çok yerinde, Bruno’nun mesajını taşıyan hoca ve öğrenci hareketliliği ortaya çıkıyordu.

Bu tehlikeli yıkıcı faaliyetleri nedeniyle 1592’de Venedik’te Engizisyona teslim edildi. Sorguya çekildi ve Roma’daki Yüce Engizisyonun emriyle Roma’ya teslim edildi. Beş yıl boyunca sorgusuz hapiste tutuldu. 17 Şubat 1600’de yakılarak öldürüldü. İdama tanıklık eden Alman Caspar Schoppe, Bruno’nun idamına gerekçe gösterilen aykırı görüşlerin listesini yapmıştı; Çok sayıda dünyanın olduğuna, sihre, Kutsal Ruh’un ve “anima mundi”nin (dünyanın ruhu) bir ve aynı olduğuna, Musa’nın Mısırlılardan sihir öğrenen sıradan biri ve İsa Mesih’in de bir Mecusi olduğuna inanmaktaydı.

Bruno bir Hermetikti ve inançlarının kaynağı eski Mısır’dı. O inançlardan bir devrim programı çıkarmıştı. Gerçek ve yozlaşmamış din olan eski Mısır dininin kendi yaşamı içinde geri döneceğine, Vatikan’ın egemenliğine son vereceğine inanıyordu. Bambaşka bir Hıristiyanlık yorumu vardı ayrıca. İsa’nın esas görevinin Museviliği Mısırlı köklerine geri döndürmek olduğunu düşünüyordu. Bu tuhaf iddia Bruno’dan sonra dilden dile dolaşacaktı. Örneğin psikanalizin kurucusu Sigmund Freud, Bruno’dan yüzyıllarca sonra Hıristiyanlığın kuruluşunu çok tanrıcı “Amon dini”nin büyük geri dönüşü olarak yorumlayacaktı.

“Magnum miraculum est homo”… Sonunda gerçekten de insanın bir mucize olduğunu ispat etti. Bruno bir mucizedir. Aydınlanma davası için dövüşmese ve düşmese bile büyük bir insandır Bruno. Sonsuz uzay fikrini ve atomları, yinelenen organizma fikrini ona borçluyuz. Bütün bunları sihirli bir metnin verdiği ilhamla yapmış olması inanılmazdır.

“Giordanisti”, kiliseye karşı “Hermetik bir cumhuriyet” kurma peşindeydi. Güneş Ülkesi, Civitas Solis, cumhuriyetçi devrimden sonra kurulacak şehrin bir taslağıydı. Devrim girişimi başarısız oldu. Campenalla tövbe ederek ve deli taklidi yaparak kurtuldu, Bruno yakıldı. Işıklı tarihimizin zenginlikleridir.

Aydınlıkta Marksizm

Marksizm, Aydınlanmanın ışığının söndüğü, Romantizmin bütün Avrupa’yı istila ettiği bir zaman aralığında şekillendi. Aydınlanmanın evrenselliğine karşın, romantizm yerelliğin üzerinde yükselmekteydi. Fransız Devriminin açtığı yol kapanıyor, Aydınlanma fikirleri hızla terkediliyordu. Aydınlanmanın ışığında görünen devrimci yol, kurulu düzeni ürkütmüştü. Kilise, devrimin kendisine yönelttiği şiddetin Aydınlanmadan ve onun taşıyıcısı olan Masonluktan kaynaklandığı kanısındaydı. Bir “Avrupa kimliği” inşa etme ihtiyacından doğan romantizm ise Aydınlanmanın yıkıcı “enternasyonalizmi”ne düşmandı. Böylece Kilise ile romantikler bir zorunlu ittifak kurdu.

Alman romantik düşünürleri bireyin gücünün kaynağını Aydınlanma akılcılığında değil, sezgilerde ve duygularda arıyordu. Şehirler ve orada yaşayan insanlar yozlaşmıştı; hâlbuki taşra ve onun üzerinde yükselen kırsal yaşam saflığın kaynağıydı. Dil, bu sadeliğin yegâne sembolüydü ve yeni keşfedilen “ırk” o dili konuşan herkesin oluşturduğu bir bütün, vatan da o dilin konuşulduğu bütün toprak parçalarıydı. Böylece Aydınlanma Avrupa’sının ortasında, o kimliği reddeden yeni bir kimlik inşasına girişildi. Unutulmaya yüz tutmuş eski efsanelerde “ırk”ın izleri aranmaya başlandı. Almanlar eskiden büyük, “cennete benzer” bir ülkede yaşamışlardı ve tarihe inat tarih boyunca hep ayakta kalmayı başarmışlardı. Efsaneler ayakları üzerine dikilip “Almanların” elinden tutacaktı, “ulusun inşası” için önemli bir ideolojik eşik aşılıyordu.

Altyapısını Alman romantizminin oluşturduğu kültürel ve otoriter bir milliyetçilik Avrupa’yı şekillendirmeye işte böyle başladı. Avrupa’nın kıyısında imparatorluklardan koparak yeni yeni kurulmaya başlanan devletler ulusal kalkınmalarını gerçekleştirmek için Almanya’yı taklit ediyorlardı.  Pan Germenizim, Panslavizm ve diğer dışlayıcı etnik kimlikler bu siyasal iklimde yeşerdi. Ulus ideolojisinin pekiştirilmesi için ihtiyaç duyulan “düşman” ise “Türkler”di. Onların verdiği hasarlar yüzünden “Türklerden” kurtulan yeni Balkan devletleri parlamentarizmi beceremiyordu; o halde ılımlı bir “otokrasi” onlar için ideal yönetim biçimiydi. Bu biçimin kaynağı da Almanya’ydı. Büyük güçler Alman prenslerin yeni kurulan devletlere kılavuzluk etmesini yararlı buldular. Yunanistan’dan Romanya’ya, yeni kurulan pek çok devlet Alman Prensler tarafından yönetilmeye başlandı. Batı ayakları üzerinde doğruluyordu ve “Doğu” Avrupa için artık bir “sorun”dan ibaretti. Marx ve Engels, gazetecilik kariyerlerini bu yeni “sorun” üzerine yazarak yapacaktı.

Fakat bu gidişi bozan umulmadık bir gelişme ortaya çıktı. Devrimci bir dalga yeni inşa edilen Avrupa kimliğinin duvarlarını dövmeye başladı. Marksizm, işte o dalganın bir ürünüdür.

Nedir o dalga? 1845’te tüm Avrupa’da yaygın bir kıtlık baş gösterdi. İki yıl sonra büyük şehirlerde kalabalıklar ekmek diyerek ayaklandı. 1848 ilkbaharında Rusya dışındaki bütün Avrupa devrimci dalgayla sarsıldı. Ulusal birliğini sağlamamış bölgelerde bir ulusal birlik hareketi görünümündeki devrim, kıtanın önemli bir kısmında sosyalist bir hareket karakterine büründü. Öncüsü, sistem içindeki mevzilerini hızla kaybeden orta sınıflardı. Onlara toplumsal piramidin en altındaki işçiler ve topraksız köylüler katılınca devrimin etki alanı genişledi. Devrim muhafazakâr düzenleri sarstı, krallar çekildi, hükumetler yıkıldı ve Papa Roma’yı terk etmek zorunda kaldı.

Ama devrimin alaşağı etmekte olduğu muhafazakârlar orta sınıfa yanaşarak dalgayı durdurdu. Bu iş birliği muhafazakârlara yeni bir hayat şansı verdi. Devrime orta sınıfların arkasında katılan işçi sınıfı yarı yolda bırakılmıştı. Ama onlar da böylece orta sınıfa güvenilmeyeceklerini anladılar ve sınıf örgütlenmesi için yol açılmış oldu.

Marksizm’i şekillendiren yaşanmış ilk devrim dalgasıdır bu. Paris Komünü daha sınırlı ama sınıfsal yanı daha saf bir hareket olarak işe karışacaktır ama bunun için vakit henüz erkendir.

Devrimin karşısındaki “muhafazakârlıkta” Kilisenin ve romantizmin rolü açıktır. Romantizm, büyük ölçüde Marks’ın “Alman İdeolojisi” dediği şeydir, Kilise Aydınlanmanın mücadele ettiği şeylerin bir toplamıdır. Marx, savaştığı bu iki şeyin niteliğini çok erken bir zamanda kavramıştır.

Evet, Marksizm bir yandan sert ve tavizsiz “romantizm” eleştirisidir ama öbür yandan içinden geçilen dönemin tortuları da metinlerde görülmektedir. Örneğin yüzyılın başlarında “romantizmin” icat ettiği “Helen kimliği” Marksizm’in şekillendiği dönemde pek makbuldür. Marx da eğitimine “Yunan düşüncesi” üzerine araştırmalarıyla başlamış ve zorunlu olarak dönemin ruhuna uygun bir çizgi tutturmuştur.

Ama bütün bunların ötesinde önemli olan şey, Marksizm’i şekillendiren 1848 Devriminin Romantizme ve Kiliseye bir başkaldırı niteliği taşımasıdır. “48 Devrimi” minyatür bir Aydınlanmadır.

Komünist Manifesto, 48 Devriminin düşmanlarını şöyle sıralamaktadır: "Avrupa'da bir hayalet dolaşıyor — Komünizm hayaleti. Eski Avrupa'nın bütün güçleri bu hayaleti defetmek üzere kutsal bir ittifak içine girdiler: Papa ile çar, Metternich ile Guizot, Fransız radikalleri ile Alman polis ajanları.”

Bu düşmanlara karşı, 1848’in devrimci dalgasında yeni bir sınıf şekillenmektedir ve ışığı geleceğe taşıyacak tek güç bundan böyle o sınıftır; "Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir. Özgür insan ile köle, patrisyen ile pleb, bey ile serf, lonca ustası ile kalfa, tek sözcükle, ezen ile ezilen birbirleriyle sürekli karşı-karşıya gelmişler, kesintisiz, kimi zaman üstü örtülü, kimi zaman açık bir savaş, her keresinde ya toplumun tümüyle devrimci bir yeniden kuruluşuyla ya da çatışan sınıfların birlikte mahvolmalarıyla sonuçlanan bir savaş sürdürmüşlerdir." Yeni sınıf, bu savaşı sürdürecektir ama ittifak yaptığı orta sınıfın rolü de henüz sona ermemiştir. Burjuvazi ele geçirdiği hemen her yerde bütün “romantik ilişkiler”e bir son verecek, onları dünyevi bir ilişkiye dönüştürecektir. İşte henüz sona ermemiş bir rol, Manifesto’da yer yer bir orta sınıf övgüsünü mümkün kılmıştır. Devrimcinin, henüz sürmekte olan devrimci role bir saygı duruşu sayabiliriz bunu ama artık o rol bitmiştir…

Aydınlanma karşılaştığı her yerde Kiliseye saldırmıştı çünkü onun kurduğu düzen karanlığın düzeniydi. Işık için o duvarın yıkılması gerekiyordu. Yalnız, o da esinini “dinler tarihi”nden ödünç almaktaydı. Marksizm bunun imkânsız hale geldiği bir devrimin kucağında doğdu ve şekillendi. “Hepimiz birdenbire Foyerbahçı olduk” sözünün ifade ettiği budur. Karanlıkta, doğa, aklın sığınabileceği tek sığınaktır.

Marksizm hem Aydınlanmanın bir ürünü hem de onun varması gereken mantıki sonucudur. Onu var eden “Aydınlanma” elbette yinelenemez veya yenilenemez ama Marksizm üzerine bir yeni Aydınlanma inşa edilebilir. Bu yeni bir aydınlanmadır.

Şimdi yeniden din ile ilgili büyük soruların sorulduğu o aydınlık çağın eşiğindeyiz sanki. Hemen her şeyi kontrolü altına alma arzusuyla kabından taşan inançlar, tarihi de yeniden ışığın geldiği o kaynağa doğru sürüklüyor. Üzerimize doğru gelen aydınlık bir dalga var…

Orhan Gökdemir / SOL-Dayanışma Forumu


Öne Çıkan Yayın

Çok şey söyleyip bir şey anlatmama sanatı! -Mehmet Y. Yılmaz /T24-

Cumhurbaşkanı “altı doldurulmamış sözlerle sürece sahip çıkıyormuş gibi görünme” konuşmalarını hep yapıyor. Ama esasen hiçbir şey söylemiyor...