Konyaaltı sahilinde 5 bin metrekarelik yeni ticari alan geliyor - Yusuf Yavuz / SOL

 

Antalya’nın gözde kıyılarından biri olan Konyaaltı sahilinde 5 bin metrekareden fazla yeni ticari alanı kapsayan proje için Büyükşehir Belediyesi 4 Mayıs’ta ihaleye çıkacak.

Antalya Arkeoloji Müzesi’nin bulunduğu bölgeden başlayan Varyant ile Boğaçayı arasındaki kesimi kapsayan Konyaaltı Sahil Projesi’nin devamı niteliğinde olan proje, Boğaçayı Köprüsü ile Serbest Bölge arasındaki sahil kesimini kapsıyor. 15 Nisan’da Resmi Gazete’de yayımlanan ihale duyurusunda yer verilen bilgilere göre yaklaşık 66 bin 786 metrekarelik alanı kapsayacak olan proje, her biri 6 metrekareden oluşan 5 adet büfe, her biri 102 metrekarelik 5 adet büfe önü açık alan (gölgelik), her biri 1.000 metrekarelik 5 adet şemsiye-şezlong alanı ile WC, duş, soyunma kabini gibi ünitelerden oluşuyor. Yaklaşık 90 milyon TL maliyet öngörülen proje kapsamında toplam 5690 metrekarelik alanda mimari projenin uygulanması bekleniyor. İhaleyi kazanan şirket, 2031 yılına kadar 8 yıl boyunca sahili işletme hakkı kazanacak.

Antalya Büyükşehir Belediyesi Konyaaltı Sahili'nin Boğaçayı Köprüsü ile Serbest Bölge arasında kalan kesiminde yeni ticari alanlar oluşturacak proje için 4 Mayıs’ta ihaleye çıkıyor. İhaleyle ilgili duyuru 15 Nisan 2023 tarihli (Bugün) Resmi Gazete’de yayımlandı. Yaklaşık 90 milyon TL maliyet öngörülen projenin, önceki Büyükşehir Belediye Başkanı AKP’li Menderes Türel döneminde hayata geçirilen ve kamuoyunda büyük tartışmalara yol açan Konyaaltı Sahil Projesi’nin devamı niteliğinde olduğu belirtiliyor.

Konyaaltı Sahili'nin 6,5 kilometrelik kısmı daha önce kiralanmıştı

Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin uygulamaya koyduğu, Varyant ile Boğaçayı arasındaki sahil kesimini kapsayan Konyaaltı Sahil Projesi, Mart 2018’de yapılan ihale ile ünlü oyuncu Hülya Koçyiğit’in damadı Ender Alkoçlar’ın sahibi olduğu Alkoçlar A.Ş. ile Antalya TURSETALYA ortak girişim grubuna verilmişti. Toplam 6,5 kilometrelik sahili kapsayan projenin ihalesi ile 40 işyeri ve 30’dan fazla plaj işletmesinden oluşan ticari alan 8,5 milyon TL kira karşılığında 8 yıllığına kiralanmıştı.

                                                             Proje alanı

15 milyon 19 bin lira zarara yol açtı

Önceki Başkan Türel’den görevi devralan Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı CHP’li Muhittin Böcek, yargıya da taşınan kamuoyunun gündemindeki proje hakkında düzenlediği basın toplantısında yaptığı açıklamada “Sayıştay 2018 denetim sonuç raporu, İçişleri Bakanlığı özel teftiş raporu, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Milli Emlak Daire Başkanlığı tespitleri, Büyükşehir Belediyesi iç denetim birimi ve ilgili daire başkanlıkları raporlarına dayanarak 20 Ocak 2020’de ranta dur dedik. 2 defa 129 milyon bedelle yap-işlet-devret modeliyle ihaleye çıkılan ve daha sonra belediye tarafından 254 milyon liraya tamamlanan Konyaaltı Sahil Projesi elde edilen kira geliri bırakın yapılan 254 milyon yatırımı karşılamayı, işletme giderinin bile altında kalarak 2 yılda 15 milyon 19 bin lira zarara yol açmıştır” ifadelerini kullanmıştı.

Sahilin kalan kısmı da kiralanacak

Antalya Büyükşehir Belediyesi Konyaaltı Sahil Projesi’nin devamı niteliğindeki alanı kapsayacak projeyi hayata geçirmek için 4 Mayıs’ta ikinci kez ihaleye çıkacak. Proje için 15 Mart 2023 tarihinde de ihaleye çıkılmıştı.

Sahil meclis kararıyla EKDAĞ'ae verilmişti

Haziran 2022’de Büyükşehir Belediye Meclisi’nde oylanarak kabul edilen kararla, söz konusu proje alanı ‘işletmek’ ve ‘işlettirmek’ kaydıyla belediye şirketlerinden EKDAĞ A.Ş’ye verilmişti. Toplu olarak oylanarak karara bağlanan proje alanıyla ilgili teklif, AKP’nin 19, CHP’nin 16, İYİ Parti’nin 11, MHP’nin 8 evet oyunun yanı sıra 2 bağımsız Meclis üyesinin de evet oyu vermesiyle oybirliği ile karara bağlanmıştı.

İhale duyurusu Resmi Gazete'de yayımlandı

Bugünkü Resmi Gazete’de yer alan ihale duyurusunda, şu ifadelere yer verildi:

"Antalya İli, Konyaaltı İlçesi, Arapsuyu Mahallesinde bulunan ve Konyaaltı sahilinin Boğaçayı köprüsü ile Serbest Bölge arasında kalan Devletin Hüküm ve Tasarrufu Altındaki kıyı ve sahil bandının üzerinde yer alan, her biri 6,00m² yüzölçümlü 5 adet büfe yeri, her biri 102,00m² yüzölçümlü 5 adet büfe önü açık alan (gölgelik), her biri 1.000,00 m² yüzölçümlü 5 adet şemsiye-şezlong alanı (5.540,00m²) ile ücretsiz olarak halkın kullanımına sunulacak her biri 17,00m² yüzölçümlü 5 adet wc, her biri 8,00m² yüzölçümlü 5 adet duş, her biri 5,00m² yüzölçümlü 5 adet soyunma kabini (150,00 m²) olmak üzere toplam 5.690,00m² yüzölçümlü alan üzerinde mimari uygulama projesi ile ihaleden sonra yükleniciye teslim edilecek olan yaklaşık 66.786,00m² yüzölçümlü alan üzerinde uygulama projelerinin (mimari, statik, mekanik, elektrik, peyzaj, alt yapı, sulama, çevre, aydınlatma v.s.) uygulamasının yapılması ve ticari amaçlı kullanılacak ünite ve tesislerin çevre düzenlemesinin, rekreatif amaçlı yaya yolları, bisiklet yolları ile ortak alan olarak tariflenen araç yolu, otopark alanları ve halkın kullanımına açık wc, duş, soyunma kabinlerinin de dâhil yapımı, yapım süresi dâhil olmak üzere 8 (sekiz) yıl süre ile amaçları doğrultusunda işletilmesi ve süre sonunda Antalya Büyükşehir Belediyemize bedelsiz devredilmesi işinin hazırlanan şartname esasları doğrultusunda 2886 sayılı Devlet İhale Kanununun 35/a maddesine göre 15.03.2031 tarihine kadar kiraya verilmesi işidir."

Yaklaşık 90 milyonluk yatırım maliyeti

Kapalı teklif usulü yapılması planlanan ihalenin 4 Mayıs 2023 tarihinde Antalya Büyükşehir Belediyesi Hizmet Binasında yapılacağı bilgisine yer verilen duyuruda, “Geçici teminat bedeli tahmini toplam yatırım maliyet bedeli olan 89.632.650,00TL bedelin yüzde 10’u tutarındaki 8.963.265,00TL ile 8 (sekiz) yıllık artırıma esas ilk yıl tahmini işletme hakkı bedeli olan 21.520.000,00TL bedelin yüzde 3’ü tutarındaki 645.600,00TL bedelin toplamı olan 9.608.865,00TL’dir” denildi.

Konyaaltı Sahil Projesi kiralanan alanlarda yaşanan kıyı işgalleri uzun süredir kentin gündemindeyken sahilin geri kalanında yeni ticari alanlar yaratılmasının tartışmalara yol açacağı belirtiliyor.

                                              Konyaaltı sahilinden görünüm

Yusuf Yavuz / SOL

'5 milyar ton moloz'la gelen yeni tehlike: Felaket gelecek nesilleri de vuracak + Hatay'ın gelecek 50 yılı tehlikede: Tarım arazilerinde asbest

 


'5 milyar ton moloz'la gelen yeni tehlike: Felaket gelecek nesilleri de vuracak (BURCU GÜNÜŞEN-SOL/Söyleşi)

Büyük enkaz yığınlarının bertarafında bilimsel kriterlere uyulmadığını belirten Dr. Küçükgül’e göre toprağa gömme yönteminin yol açacağı felaketin sonuçları gelecek neslin omuzlarına yükleniyor.

Depremde yıkılan binaların enkazlarının kaldırılması halen devam ediyor. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu dün yaptığı açıklamada 57 bin 29 acil yıkılacak ve yıkık enkazın şu ana kadar 40 bin 969'unun kaldırıldığını belirtti.

Enkaz kaldırma çalışmalarında atıkların döküldüğü yerler deprem bölgelerinde halkın tepkisine neden olurken, Türkiye’nin büyük bir bölümünü önümüzdeki yıllarda bir çevre felaketinin beklediğine işaret ediliyor.

Dokuz Eylül Üniversitesi Çevre Mühendisliği bölümünden emekli Dr. Enver Yaser Küçükgül de enkaz kaldırma çalışmaları sırasında her türden tehlikeli ve zararlı atıkların dere yataklarına, tarım alanlarına, sulak alan ve meralara yığılmasının zararlarının kademeli olarak artacağına dikkat çekiyor. 

Küçükgül “adeta yangından mal kaçırırcasına” yapılan enkaz kaldırma çalışmalarında atıkları en kolay bertaraf etme şekli olan toprağa gömme yönteminin uygulandığını, bunun oluşturacağı felaketlerinse gelecek neslin omuzlarına yüklendiğini ifade ediyor. 

Depremin vurduğu 11 ilde toplam moloz miktarının 2-5 milyar ton arasında olabileceğini hesaplayan Küçükgül, bu atıkların bir an önce çağdaş atık yönetim teknolojilerine uygun tekniklerle yönetilmesi gerektiğine işaret ediyor.

‘Şu anda yapılanlar yasa ve yönetmeliklere uygun değil’

Enkaz kaldırma ve molozların taşınmasında çevreye ve halk sağlığına zarar verilmemesi için ne yapılmalı? Şu anda yapılanların mevzuata ve bilimsel görüşe uygun olduğu söylenebilir mi?

Çevre ve halk sağlığının düşünüldüğü ülkelerde enkazlar ayrıştırılarak öncelikle geri kazanım amacına hizmet edecek işlemler yapıldıktan sonra geri kalanlar nihai düzenli depolama amacıyla hazırlanmış sahalara uygun şekilde taşınarak götürülür ve önceden gruplanmış lotlara yerleştirilirken atığın türüne göre işlem yapılır. Çünkü hali hazırda oluşan atık yığınları kelimenin tam anlamıyla tehlikeli ve zararlı atık niteliği kazandırılmış, organik, inorganik menşeli atıklardır. 

Ülkemizde bir atık yönetim stratejisi ve planlaması yoktur. Normal yaşantımızda oluşan evsel ve endüstriyel atıkların nihai bertaraf işlemleri çağdaş bilime uygun değildir. Hele son deprem gibi çok geniş alanda, 11 şehrin nerdeyse büyük bir kısmı enkaz haline gelince usulüne uygun bertaraf mümkün olamamıştır. Şu anda yapılanlar da mevcut yasa ve yönetmeliklere göre yapılmamaktadır. Adeta yangından mal kaçırırcasına bir şeyleri ört bas etme isteğinin yerine getirilmesine benzer çalışmalar yapılmaktadır.

Bunun sonuçları gelecekte büyük felaketlere yol açabilir. Atıkları en kolay bertaraf etme şekli olan toprağa gömme yöntemi uygulanmakta ve oluşturacağı felaketleri gelecek neslin omuzlarına yüklemek marifetmişçesine sürekli tekrar edilmektedir.

‘Su varlığımızı kaybedebiliriz’

Molozların sulak alanlar, dere yatakları, tarım alanları, meralar gibi yerlere taşınmasının çevreye uzun ve kısa vadeli etkileri neler olacaktır?

Moloz, içeriği bileşiminin niteliğine göre ayrıştırılmamış her türden maddeyi bir arada barındıran yığınlara verilen bir adlandırmadır. Tanımından da anlaşılacağı gibi her türden organik, inorganik madde bir arada bulunmaktadır. İnorganik yapıda olan özellikle yapı malzemesi grubundan olan bileşenler kısmen ayıklanma ile geri kazanımı mümkünken bu şekilde organik bileşenlerle bir arada olurlarsa artık geri kazanım amacına uygun olamazlar ve hepsi, bulaşmaların etkisiyle tehlikeli ve zararlı atık formu kazanırlar.

Özellikle tane boyutu küçültülmüş maddeler en tehlikeli olanlardır. 25-30 mikron ve altındaki boyutlar çevresel risk değeri en yüksek olanlardır, her tür fiziksel ve kimyasal yollarla taşınarak tüm ekosistem unsurlarına zararlı olabilir.

Gündeme getirilen bu parçacıklardan birisi de asbesttir. Asbestin kanser yapıcılığı kesindir, daha binalar depremde yıkılırken oluşan tozlar asbest içerebilir, böylesi ortamda bazen en etkili maskeler bile yetersiz kalabilmektedir. Bu tozlara bulanan herkesin yıkanıp yeni giysi giymesi zararı biraz azaltabilir, ancak deprem anında ve sonrasında bu mümkün olmamaktadır.

Molozlar pulvarize su ile duşlamadan molozların toplanması ve üstü açık kamyonlarla savrula savrula taşınması ve nihayetinde uygunsuz depolama alanlarına yığılması asbest maruziyetini arttırarak kanser risk yüzdesini yükseltir.

Her türden tehlikeli ve zararlı atık formuna gelen bu atıkların dere yataklarına, tarım alanlarına, sulak alan ve meralara yığılması sonucu zararları kademeli olarak artacaktır. Yığınların içerisindeki madde etkileşimleri ile inert formdaki yapılar kimyasal, biyolojik ve bakteriyolojik tepkime mekanizmaları ile zararlı bileşen formlarına dönüşür. Özellikle alt tabakalar üstlerinde tonlarca yükün altında önce oksijen tüketilerek anaerobik ortam oluşur, ve anaerobik ortamda oluşan iyon ve moleküler yapılar ekosistem için zararlıdır. Moloz yığınlarının üzerine yağacak yağmur, kar, çığ ve kırağı vb. su sağlayıcı akışkanlar, moloz yığını içindeki maddelerle çözünme ve/veya ayrışma tepkimelerine girer. Toksik unsurların yerçekimi doğrultusunda ilerleyerek zemindeki toprak tabakalarına, ardından süzülme ve filtrasyonla yer altı sularına karışarak bu en kıymetli su kütlelerini bir daha kullanamayacağımız zehirli bileşenlere dönüştürür, yani su varlığımızı kaybedebiliriz. Yeraltı suları kirlenirse bunları arıtıp iyileştirmek kolay olmayacaktır.

Moloz yığın içlerinde meydana gelecek bozunma ve gaz oluşturma tepkimeleri sonucu pek çok türde toksik yani zehirli gazlar atmosfer karışarak yakın çevreye ve/veya taşınımlarla uzak mesafelere giderek bitki, hayvan ve insan yaşamı için tehlike yaratacaktır.

‘2-5 milyar ton gibi korkunç bir boyut karşımıza çıkar’

Deprem bölgesinde yıkılan binaların enkaz kaldırma çalışmaları halen sürüyor. Depremde ortaya çıkan toplam atık miktarı konusunda bir bilgi sahibi miyiz? Bu, öngörülemez ve planlanamaz bir durum olabilir mi?

Son depremde etkilenen alanı göz önüne aldığımızda toplam atık miktarını hesaplamak, şu anda yürütülen atık toplama tekniği ile çok zordur. Deprem bölgesinde oluşan atık diyince insanlar sadece kamyona konulan ve taşınanları düşünüyor, halbuki gerçekte gaz ve sıvı formda da çok miktarda atık oluşmaktadır. Medyada izlediğimiz kadarı ile basın muhabirlerinin ifadelerinde geçen rakamlar bile korkunç miktarları göstermektedir. Örneğin bu gün izlediğim bir haberde sadece Hatay il merkezinde günde 15 bin kamyon dolusu moloz taşındığı ifade edildi. Bu rakamı tonaj olarak günde 300 bin ton, ayda 9 milyon ton moloz sadece bu il merkezine ait katı atığı gösterir. Sadece Hatay il merkezinin molozlarını iki ayda topladığımızı varsayarsak toplamda yaklaşık 20 milyon ton olur. 11 il, ilçe ve köylerde oluşan molozların yaklaşık değeri 2-5 milyar ton gibi korkunç bir boyut karşımıza çıkar. Fakat yürütülen moloz toplama tekniği ile bu atıklar çok geniş alanlara yayıldığı için boyutun farkına varamayız.

Ayrıştırma ve geri kazanım sırasında tehlike artacak

Önümüzdeki yıllarda özellikle ekonomik açıdan zor duruma düşen insanlarımız bu moloz sahalarında ayrıştırma ve geri kazanım amacıyla atıklarda yapacağı elleçlemelerle tehlikeyi arttıracaklardır. Moloz yığınlarından metal, ahşap, tekstil gibi geri dönüştürülebilir maddeleri ayıklarken hem kendileri hem de çevre için zarar oluştururlar. Molozların döküldüğü sahaların toprağı da zehirleneceği için buralarda bir daha tarım yapılamayacaktır. Hele molozlar içerisindeki elektrik ekipmanları ve kabloların bakır metalini ayırmak için genellikle yakma yöntemi uygulanır. PCB, PAH ve benzeri molekülleri içeren polimerler yakıldığında dioksin gibi kanserojen gaz bileşenlerde çevreye yayılarak geri dönüşümü mümkün olmayan zararlar oluşacaktır.

Yetkililerin bir an önce çağdaş atık yönetim teknolojilerine uygun tekniklerle bu moloz yığınlarını yönetmesi gerekir.

                                                               /././

Hatay'ın gelecek 50 yılı tehlikede: Tarım arazilerinde asbest (ÖZKAN ÖZTAŞ-SOL/Söyleşi)

Asbest tehlikesinin bölgede gelecek 50 yılı tehdit ettiği ifade ediliyor. Hatay Barosu Başkanı Cihat Açıkalın Hatay'da yapılan hafriyat çalışmalarını ve süreçteki usulsüzlükleri soL'a değerlendirdi.

Hatay'daki yaşanan sorunlar depremden bu yana devam ediyor. Depremin ilk günlerinde enkaz altında kurtarılmayı ve gündelik ihtiyaçların karşılanmasını bekleyen yurttaşları şimdi de asbest tehlikesi tehdit ediyor. 

Özellikle 30 yaşının üzerindeki inşaatlarda, yapı güçlendirme malzemesi olarak kullanılan asbest maddesi, solunduğu ya da temas edildiği takdirde kansere neden olabiliyor. Hatay'daki hafriyat çalışmalarının gelişigüzel yapılması, usule uygun hareket edilmemesi ve yaşanan tozuma nedeniyle bu tehlikenin daha da aratacağı ifade ediliyor. 

Özellikle yaz aylarında da devam edecek olan hafriyat çalışmalarında yaşanacak tozumanın artışı tehlikeyi büyütüyor. Ama esas sorun hafriyatın döküldüğü tarım arazileri ve su kaynakları. Asbest maddesinin buralardaki tarım arazilerine ve su kaynaklarına karışması felaketi büyütebilir. Bu nedenle Hatay'ın gelecek 50 yılının tehlikede olduğunu ifade eden Hatay Barosu Başkanı Avukat Cihat Açıkalın yaşanan süreci soL'a değerlendirdi.

                                            Hatay Barosu Başkanı Avukat Cihat Açıkalın

'Yapılan işlemler hukuksuz, davalarımızı açtık ve sürecin takipçisiyiz'

Sürecin ilk gününden bu yana yapılan hukuksuz ve usule uygun olmayan hafriyat çalışmalarını listelediklerini ifade eden Cihat Açıkalın, Hatay Barosu'nun sürecin takipçisi olacağını belirtiyor. Açıkalın "Hatay Barosu olarak ilk günden bu yana Belediye, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve Valilik olmak üzere tüm kurumlara bu konudaki endişelerimizi, bu konudaki sergilenen hukuksuzluğu hem sözlü hem de yazılı olarak başvurarak ifade ettik. Bu konuda 'Çevre Kanunu 8. Madde' çok açık, moloz depolamanın nasıl olması gerektiğini kanun açıkça ifade ediyor. Suç duyurularımızı da bu kapsamda yaptık geçen günlerde. İlerleyen günlerde de İdare Mahkemesi'nde hizmet kusuru kapsamında davalarımızı açacağız. Moloz depolama kararlarının iptali için davalarımızı açacağız". diyor

Çevre Kanunu 8. Madde: 

Her türlü atık ve artığı, çevreye zarar verecek şekilde, ilgili yönetmeliklerde belirlenen standartlara ve yöntemlere aykırı olarak doğrudan ve dolaylı biçimde alıcı ortama vermek, depolamak, taşımak, uzaklaştırmak ve benzeri faaliyetlerde bulunmak yasaktır.

Kirlenme ihtimalinin bulunduğu durumlarda ilgililer kirlenmeyi önlemekle; kirlenmenin meydana geldiği hallerde kirleten, kirlenmeyi durdurmak, kirlenmenin etkilerini gidermek veya azaltmak için gerekli tedbirleri almakla yükümlüdürler.

Hatay Barosu molozların usulsüzce döküldüğü tarım alanlarını haritalarda  işaretleyerek takibini yapıyor. Diğer yandan da yaşanan yeni örnekleri bu envantere ekleyerek hukuki süreçleri başlatıyor. 

'Asbest ile alakalı hiçbir ölçüm ve değerlendirme yapılmadı' 

Asbest ile alakalı hiçbir ölçüm ve değerlendirme yapılmadığını ifade eden Avukat Cihat Açıkalın, "Bahane olarak yıkım sahasının büyüklüğünü ve yıkımın şehrin geneline yayılmasını gösteriyorlar. Enkazların kaldırılmasının zorunluluk arz ettiğini söylüyorlar. Bu kapsamdaki büyük bir yıkımda tek tek kanunun tarif ettiği şekliyle asbestlerin izole edilmesi gerekiyor. Zararlı maddelerin tespiti gerekiyor. Ancak yaşanan yıkımın büyüklüğü nedeniyle bunun mümkün olmadığını söylüyorlar. Ama biz de diyoruz ki bu mazeretler hiçbir suretle kabul edilemez. Her koşulda her afetle ilgili devletin bir koordinasyonu bir eylem planı olması gerekir. Bu konuda hazırlıksız olunmasını hiç bir mazeretle bize izah edemezler." diyor.

"Her koşulda her afetle ilgili devletin bir koordinasyonu bir eylem planı olması gerekir. Bu konuda hazırlıksız olunmasını hiçbir mazeretle bize izah edemezler." 

                     Mileyha Kuş Cenneti'ndeki moloz çalışmaları

'Temel hak olan yaşam hakkı ihlal ediliyor'

Avukat Cihat Açıkalın açılan davaların hukuki gerekçesini şu sözlerle ifade ediyor: "Sergilenen tutum temel hak olan yaşam hakkını hedef alıyor. Bu vesile ile insanların sadece depremde değil depremden sonraki süreçte de yapılan hukuksuzluklarla yaşam hakkı ihlal ediliyor. Dolayısıyla insan hakları ekseninde değerlendirildiğinde bir hak ihlali olduğunu düşünüyoruz. Suç duyurularımızı da buna dayandırıyoruz"

                                          Mileyha Kuş Cenneti'ndeki moloz çalışmaları

'Yaşanacak kanser hastalıklarına usule uygun olmayan hafriyat çalışmaları ve bilim dışı uygulamalar neden olacak'

Depremde yaşanan ölümlerin bilim ve hukuk dışı uygulamalar ile yapılaşma olduğunu ifade eden Avukat Açıkalın, "Bilimin ve bilim insanlarının ifadesiyle söylemek gerekirse depremde yaşanan ölümlerin esasında sadece depremden kaynaklanmaması gibi, ilerleyen süreçlerde yaşanacak kanser ve benzeri sağlık sorunlarının da aynı şekilde hukuksuzca ve akıl dışı yapılan moloz çalışmaları nedeniyle olacağını söylemek mümkün. Yani nasıl ki depremde ölümlerin sebebi bilim dışı uygulamalar ve usule uygun olmayan yapılaşma ise ilerleyen dönemlerde yaşanacak kanser hastalıkları için de usule uygun olmayan hafriyat çalışmaları ve bilim dışı uygulamaları gerekçe gösterebiliriz." diyor.

"Görüyoruz ki ne depremlerden ne de felaketlerden bir ders çıkarılmış değil."

Enkaz kaldırma çalışmalarının usule uygun olmaması nedeniyle yaşanacak sorunlara dikkat çeken Açıkalın gelecekte 50 yılda ciddi sağlık sorunlarıyla karşılaşılacağını şu sözlerle ifade ediyor. "Asbestli ve asbest gibi diğer zararlı kimyasal maddelerin havaya, suya karışarak toplumu, halk sağlığını tehlikeye attığını, yaşam hakkını hedef aldığını ve bu sorumsuz enkaz kaldırma yöntemiyle halkımızın gelecek 50 yıllık süreçte ciddi sağlık problemleriyle karşı karşıya kalabileceklerini söylüyoruz. Bunu aynı zamanda bilim söylüyor. Bilim insanları söylüyor.

Deprem öncesi bilimi, hukuku referans almayan anlayışın hiç olmazsa bu felaketten sonra bir ders çıkarmasını beklerdik. Bilimin ve hukukun referans alındığı buna göre eylemlilikler yapılması gerektiğini ifade ediyoruz. Ancak görüyoruz ki ne depremlerden ne de felaketlerden bir ders çıkarılmış değil."




Kuş cenneti tarım alanına dönüştürülüyor (Ramis Sağlam-Evrensel/Manisa)+Çöğürlü halkı taş ocağının kapatılmasını istiyor(Halil İMREK-Evrensel/Hatay)

 Kuş cenneti tarım alanına dönüştürülüyor (Ramis Sağlam-Evrensel/Manisa)

                                                                           Kuruyan Marmara Gölü | Fotoğraf: Murat Bilgiç 

Marmara Gölü’nü tarım alanına dönüştürecek projeye “Çevresel etki değerlendirmesi (ÇED) gerekli değildir” kararı verilmesine karşı dava açıldı.

Sulak Alanların Korunması Yönetmeliği’ne göre 2017 yılında ulusal öneme haiz sulak alan olarak tescillenen Marmara Gölü, tarım politikaları ve su yönetimindeki yanlış planlama ve uygulamalar sebebiyle kurutuldu. Çevre örgütleri ve yöre halkı Marmara Gölü’nü tarım alanına dönüştürecek projeye ilişkin “Çevresel etki değerlendirmesi (ÇED) gerekli değildir” kararı verilmesine karşı dava açtı.

Manisa’nın Gölmarmara ilçesinde bulunan Marmara Gölü, kış aylarında yaklaşık 65 bin su kuşunun görüldüğü, nesli tehlike altına girmeye yakın olan tepeli pelikan türünün dünya nüfusunun yüzde 9’unun kışladığı bir sulak alandı. Alan düzenli olarak barındırdığı su kuşu popülasyonu ile Ramsar alanı olmak için gereken kriterleri de sağlıyor. Marmara Gölü sulak alanı, Türkiye’ye endemik balık türleri için bir yaşam alanı. Ancak yanlış planlama ve uygulamalar sebebiyle özellikle yer altı ve yer üstü sularının aşırı kullanımı gibi nedenlerle göl kurutuldu. Göle sağlanabilecek su kaynakları dururken, göl bir tarım alanına çevrilmek isteniyor.

PROJEYE ‘ÇED GEREKLİ DEĞİLDİR’ KARARI

Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü (TİGEM) tarafından gölün tarımsal üretim faaliyetleri kapsamında arazi yapılandırması projesi için Manisa Valiliğince 21 Şubat 2023 tarihli “ÇED gerekli değildir” kararı çıktı.

Doğa Derneği, WWF-Türkiye (Doğal Hayatı Koruma Vakfı), Salihli Çevre Derneği, Akhisar Çevre Derneği, Manisa Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma ve Çevre Derneği ile göl çevresinde yaşayan yurttaşlar, “ÇED gerekli değildir” kararının öncelikle yürütmesinin durdurulması, yargılama sonunda iptaline karar verilmesi istemiyle dava açtı.

Davacılar göle su kaynaklarından su verilmesini talep ediyor. Gölün ana kaynağı olan Gördes Çayı’nın suyu, Gördes Barajı’nda tutuluyor. Marmara Gölü’nün yüzey sularıyla beslenmesi amacıyla açılan Kumçayı Derivasyon Kanalı, Adala Besleme Kanalı ve Marmara Gölü Besleme Kanalından su basılmıyor. Gölün hızla yeniden oluşabilmesi için Gördes Barajı ve Ahmetli regülatöründen göle su verilmesinin yeterli olduğu ifade ediliyor.

                                                                                                                         Görsel: Doğa Derneği

HUKUKSUZ UYGULAMALARA KARŞI İKİNCİ DAVA

Doğa Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Dicle Tuba Kılıç, konuya ilişkin yaptığı açıklamada, “Marmara Gölü yanlış su ve tarım politikalarıyla kurutulmuştur. Yaşanan kuraklık iklim değişikliğinin bir sonucu gibi gösterilemez. Biyolojik çeşitlilik açısından dünya ölçeğinde öneme sahip bu gölün, resmi kurumlar tarafından tarım alanına dönüştürülmesi kabul edilemez. Marmara Gölü’nde yapılmak istenen tarımsal faaliyetler ulusal ve uluslararası mevzuata aykırı. Marmara Gölü sulak alanı rehabilitasyonu adı altında gölün TİGEM tarafından tarım alanı olarak kullanılmasına karar verildi. Bu protokole açtığımız davanın ardından göldeki tarım faaliyetleri için ‘ÇED gerekli değildir’ kararı alındı. Bu karara da dava açtık. Sivil toplum kuruluşları ve bölge insanıyla birlikte Marmara Gölü’ndeki yaşamın hakkını savunmaya devam edeceğiz. Marmara Gölü’nün yok edilmesi sadece buradaki biyolojik çeşitliliği değil gölün sağladığı ekosistemi ve tarımsal üretimleri de olumsuz etkileyecek” dedi.

                                                                    /././

Çöğürlü halkı taş ocağının kapatılmasını istiyor(Halil İMREK-Evrensel/Hatay)

Hatay Samandağ'da Çöğürlü Mahallesinde 20 yıldır faaliyette olan Gür-Kal İnşaata ait olan taş ocağının tarım ürünlerine ve çevreye zarar verdiğini belirten mahalle halkı ocağın kapatılmasını istiyor.

Hatay Samandağ İlçesi Çöğürlü Mahallesinde 20 yıldır faaliyette bulunan Gür-Kal İnşaata ait olan taş ocağının kapasitesi halkın tepkisine rağmen her yıl arttırılıyor. Halkın isteği taş ocağının bir an önce kapatılması. Zira 25 hektarın üstü değil diye ÇED raporu zorunlu değil. Asi nehri kenarında ve imar izni yok ama üç katlı bina yapılmış. Kıyı şeridi ihlal ediliyor ve taş ocağı bölgesinde Asi nehrinde daralmalar başlamış.

Yirmi yıl önce taş ocağı olarak başlamış bugün çimento-beton işletmesi olarak genişliyor ve kirli sular da Asi'ye akıyor.

ŞİKÂYET DİLEKÇELERİ TAŞ OCAĞINDA ASILI

Mahalle halkı taş ocağının kapatılması için defalarca şikâyette bulunmuş, imza toplamışlar. Ancak yetkili merciler tarafından bu talepleri dikkate alınmamış, şikâyet dilekçeleri, imzalar sümen altı edilmiş. Valiliğe verilmiş olan imzalı şikâyet dilekçelerinin bir fotokopisi taş ocağı işletmesinin sahibine verilmiş ve o bu imzaları taş ocağında ofisin duvarına asarak .“Taş ocağı kimin imza verdiğini biliyoruz, kim bizden şikâyetçi verdiği imzalar elimizde” diye halka gözdağı veriyor. Taş ocağının kantar ofisinde mahalle halkının valilik makamına verdiği şikayet dilekçeleri asılı. Kişisel verilerin korunması ihlal edildiği gibi taş ocağını istemeyen insanlar hedef gösteriliyor.

DEPREMDEN SONRA DAHA ÇOK KAYGI OLUŞTU 


 
  Özellikle depremden sonra ağır tonajlı araçların mahallenin içinden geçmesi yarattıkları gürültü ve sarsıntı insanları daha çok rahatsız eder hale gelmiş. İşletmenin ağır tonajlı araçlarının çok sık geçmesi sonucu evlerin duvarları çatlarken, yollar tahrip oluyor. Ayrıca taş ocağının neden olduğu toz, alerji, astım gibi hastalıkların baş göstermesine neden oluyor.  İnsanlarda ciddi sağlık sorunlarının yaşanmasının yanı sıra kamyonların yoğun trafiği nedeniyle çocuklar sokaklara çıkamıyor, yürüyerek okullarına gidemiyor. Trafik kazası riski artıyor. Taş ocağındaki patlamaların sonucunda ve kum, mıcır gibi ürünleri taşınması esnasında meydana gelen toz, yörenin geçim kaynağı olan başta can eriği olmak üzere, tarım ürünlerine  ve tarım alanlarına ciddi zararlar verip, ürünlerin veriminin ve kalitesinin düşmesine neden oluyor. Taş ocağının faaliyetleri nedeniyle mağdur olan halk, neredeyse hiçbir tarımsal ürün alamamaktan şikâyetçi.

TAŞ OCAĞINDA YAPILAN PATLATMALAR DOĞAYA ZARAR VERİYOR

Halk taş ocağında yapılan patlatmaların mevzuata bile uygun yapılmadığını söylüyor. Mahallenin hemen yanına taş ocağı işletmesin açılmış olması ve işletilmeleri sırasında belli periyotlarla yapılan dinamit patlatmaları ormanlara, bioçeşitliliğe, ekosisteme, su varlıklarına, yöre halkının ve işletmede çalışan işçilerin sağlığına da ciddi zararlar veriyor. Mahalle halkı taş ocaklarında yapılan patlatmaların doğal dengeyi bozduğunu ve suyollarını değiştirdiğine dikkat çekiyor. Sık sık dinamit patlatılan ocak Asi nehrinin kıyısında korunması gereken arkeolojik alana da zararlar veriyor. Mahalleden kadınlar anlatıyor daha önceki patlamalardan dolayı 5 çiftçinin tarlası taşlar altında aklamış, tarlalarda çukurlar oluşmuş ve tarlalar kullanılamaz hale gelmiş. Çiftçiler tarlaları taş altında kaldığı için zarar tazminatı davası açmış ancak taş ocağa tamamen kapatılmadan bu zararların son bulmayacağını belirtiyorlar.

TOZ ÜRÜNLERİN VERİMLİLİĞİNİ VE KALİTESİNİ DÜŞÜRÜYOR

Taş çıkarma esnasında oluşan toz emisyonları hem çalışan işçi hem de bölgede yaşayan halkta kansere, tahriş ve astım gibi alerjik hastalıklara yol açıyor. Açığa çıkan toz nedeniyle tarım ürünlerinin verimleri  ve kalitesi düşüyor. Mahalle halkı yaşam alanlarının gasbedilmesine karşı mücadeleyi sürdüreceklerini söylüyor. Mahalle  halkı, yaşadığı mağduriyet için birçok kez mülki idare amirleri ve şirket temsilcileri ile görüşmeler yapmış ama hiçbir sonuç alamamış. Mahalleli taş ocağı için gerekli denetimlerin yapılmasını, işletmenin çevreye ve insan sağlığına verdiği zararların tespit edilmesini ve halkın mağduriyetinin giderilmesi için acil önlemler alınmasını istiyor.

SORU ÖNERGESİ VERİLMİŞTİ

Daha Önce bir soru önergesi veren HDP İzmir Milletvekili Murat Çepni şu soruları sormuştu.

  • * Hatay Samandağı İlçesi Çöğürlü Mahallesinde faaliyet gösteren taş ocağının çevresel etkileri konusu Bakanlığınızın bilgisi dahilinde midir?
  • * Söz konusu taş ocağının denetimi yapılmakta mıdır? En son hangi tarihte denetimi yapılmıştır? Yöre halkının paylaştığı videolarda tesisin tozları ve kamyonların gürültüsü açıkça ortadadır. Halkın iddia ettiği olumsuzluklara karşın taş ocağı hakkında bulgu olmamasının gerekçesi nedir?
  • * Yıllar içerisinde kapasitesini sürekli arttıran taş ocağının ÇED gerekli değildir kararının gerekçesi nedir? Taş ocağının büyüklüğü dikkate alındığında ÇED kararının tekrar değerlendirilmesi gerektiğini düşünmüyor musunuz?
  • * Taş ocağının bölgede ürün kayıplarına yol açtığı iddiaları konusunda Tarım ve Orman Bakanlığı ile işbirliğiniz var mıdır?
  • * Bölge halkının iddia ettiği taş ocağı kapasitesinin sürekli arttırıldığı iddiaları hakkında Bakanlığınız açıklama yapacak mıdır? Taş ocağı faaliyete başladığı tarihten itibaren kaç kez kapasite artışına gitmiştir?
  • * Söz konusu taş ocağından çıkan atıkların ve tozun çevreye, insan sağlığına verdiği zararların önlenmesi için bakanlığınızın bir çalışması var mıdır? Mahalle halkının mağduriyetleri nasıl giderilecektir?”
  • (Halil İMREK-Evrensel/Hatay)


Batı bizi bu yüzden mi kıskanıyor: Türkiye, OECD’nin dibinde! - Havva GÜMÜŞKAYA / BİRGÜN

 20 yıldır iktidarda olan AKP, her seçim döneminde işsizliğin düşürülmesi ve istihdamın artırılması propagandasını yaptı ancak sorun çözülmediği gibi işsizlik daha da arttı. Türkiye son 16 yıldır OECD ülkeleri arasında en düşük istihdam oranına sahip ülke konumunda. Sadece işsizlikte değil birçok veride Türkiye OECD’de son sıralarda. AKP’nin ülkeyi getirdiği hali özetleyen verilere göre eğitimden sağlığa, ekonomiden çalışma yaşamına kadar Türkiye OECD ülkeleri arasında ya son sırada ya da sondan ikinci üçüncü sıradan birini alıyor.

                    Diyarbakır’da ocak ayında 1350 kişilik işe 25 bin kişi başvurmuştu. (Fotoğraf: DHA)

Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) tarafından geçen yılın son çeyreğine ilişkin işgücü ve istihdam raporu yayımlandı. Rapora göre istihdam oranı yüzde 53,7 olan Türkiye OECD ülkeleri içerisinde son sırada yer aldı.

20 yıldır iktidarda olan AKP’nin seçim beyannamesinde önceki seçimlerde olduğu gibi işsizliğin kalıcı olarak düşürülmesi ve istihdamın artırılması vaadi de yer alıyor. Seçim beyannamesinde Türkiye’de Nisan 2020’den Aralık 2022’ye kadar 6,2 milyon kişinin üzerinde ilave istihdam artışı sağlandığı ve ülkenin salgın öncesi döneme göre istihdam artışında OECD ülkeleri arasında ilk sırada yer aldığı da iddia ediliyor. AKP’nin referans verdiği OECD rakamları ise bu iddiaları doğrulamıyor. Türkiye, 16 yıldır üye ülkeler arasında en düşük istihdam oranına sahip ülke konumundan kurtulamıyor.

Ülkede uzun yıllardır ne işsizlik sorununa çözüm üretildi ne de istihdamda gelişmekte ve gelişmiş olan ülkelerin ortalamasına yaklaşılabildi. İktidar büyüme rakamlarıyla övünürken bu büyümenin istihdam oranının istikrarla artmasına neden olmadığı ekonomik verilerde de açığa çıktı.

OECD tarafından 2022 yılının son çeyreğine ilişkin işgücü ve istihdam raporu da Türkiye’nin dip noktasında yer ettiğini gösterdi. 2022’nin son çeyreğinde Türkiye’deki istihdam oranı yüzde 53,7 oranında kaldı. OECD ortalaması ise bu oranın 16,8 puan üzerinde, yüzde 69,6 olarak hesaplandı. Böylece Türkiye, 39 ülke arasında son sırada yer almaya devam etti. 2006 yılında yüzde 44,58 olan istihdam oranı 16 yılda sadece 8,2 puan arttı. Türkiye’nin ardından en düşük istihdam oranına sahip olan ülkeler yüzde 60,7 ile İtalya ve Kosta Rika oldu.

KADIN İSTİHDAMI ÇOK GERİDE

Kadın istihdamında da Türkiye, OECD ülkeleri arasında en düşük orana sahip ülke oldu. 2022’nin son çeyreğinde Türkiye’de kadın istihdamı yüzde 35,5 olarak gerçekleşti. Türkiye’den sonra en düşük kadın istihdamı yüzde 47,5 ile Kosta Rika’da ortaya çıktı. İzlanda yüzde 82,4 ile kadın istihdamında ilk sırada yer aldı.

OECD istihdam ortalaması 2022’nin son çeyreğinde kadınlarda yüzde 62,5 ile rekor bir seviyeye çıkarken erkeklerde yüzde 76,7 oldu. Aynı şekilde işgücüne katılım oranı da kadınlar için en yüksek seviyesi olan yüzde 66’ya ulaştı. 

OECD verilerine göre kadın istihdam oranının, genel istihdam oranının çok altında kalması Türkiye’de kadın istihdamı sorununun diğer ülkelere kıyasla olağanüstü boyutlarda olduğunu bir kez daha gösterdi.


***

HER VERİDE SONUNCU

OECD’de Türkiye’nin son sıralarda yer aldığı tek veri işsizlik değil. Ekonomiden sağlığa, eğitimden çalışma yaşamına Türkiye OECD’nin son sıralarında geziniyor.

Öğrenci başına harcama: OECD’nin Ekim 2022’de hazırladığı rapora göre Türkiye, ilkokuldan yükseköğretim düzeyine kadar öğrenci başına yıllık ortalama 5 bin 743 dolarlık harcamayla 36 ülke içinde 34’üncü sırada.  OECD’de ortalama ise 11 bin 990 dolar.

Kamunun eğitim içindeki payı: OECD raporuna göre Türkiye ilk ve orta dereceli okullarda kamunun payında son sırada. Özel sektörün payında ise bunun tam tersine Türkiye zirvede.

Çalışma saatleri: Haziran 2022’de hazırlanan bir rapora göre ise Türkiye’de istihdamda olanların yüzde 15’i haftada 60 saatten daha fazla çalışıyor. Bu verilerle Türkiye, OECD ülkeleri içinde, en üstte yer alıyor. Haftalık ortalama çalışma saatinde ise 45,6 saat ile OECD ülkeleri içinde Kolombiya’dan sonra ikinci sırada.

Gelir adaletsizliği: Oxfam ve Development Finance International’ın hazırladığı 2022 Eşitsizliği Azaltma Taahhütleri Endeksi’ne göre Türkiye, OECD ülkeleri içinde gelir adaletsizliğinde lider konumda.

Asgari ücret: Aralık ayında asgari ücretin duyurulmasının ardından Türkiye asgari ücret sıralamasında birkaç sıra yükseldi. Ancak avro kurunun yükselmeye devam etmesi nedeniyle artış öncesi yerine döndü. Şu an 398 avro olan asgari ücret OECD ülkeleri içerisinde sadece Arnavutluk’un önünde. Artış yapılmadan önce Bulgaristan’ın da önünde olan Türkiye böylece artışa rağmen bir sıra geriye düştü.

Sağlık harcamaları: Kamunun yaptığı kişi başına düşen sağlık harcamalarına göre Türkiye 908 avro ile sondan ikinci sırada. Türkiye sadece Arnavutluk’u geçiyor. Türkiye, sağlık harcamalarının gayri safi yurtiçi hasılaya oranında yüzde 4,6 ile 38 ülke arasında son sırada yer alıyor.

Sağlığa erişim: Sağlığa erişimde de Türkiye sonuncu. OECD verilerine göre Türkiye bin kişiye 2 doktor düşüyor. OECD ortalaması ise 3,6. Yine sonuncu olmasa da sonlarda yer alınan kişi başı hemşire sayısı ise Türkiye’de 2,4. Bu verinin OECD ortalaması ise 8,8. Doktor başına düşen yıllık başvuru sıralamasında ise Türkiye ikinci sırada yer alıyor.

Bebek ölümleri: Türkiye bebek ölümlerinde OECD’de zirvede. Türkiye’de ortalama yeni doğan bin bebekten 9’u yaşamını yitirirken OECD ortalaması sadece 4,2.

Enflasyon: OECD’nin 7 Mart’ta yayımladığı verilere göre Türkiye, 37 üye ülke arasında enflasyonu en yüksek ikinci ülke konumunda. Türkiye aynı zamanda gıda enflasyonunda da Arjantin’in ardından en yüksek değere sahip ülke. 

Mutsuz çocuklar: OECD’nin “Sosyal ve Duygusal Beceriler” araştırmasının sonuçları Türkiye’deki çocukların içinde bulunduğu olumsuz durumu gözler önüne serdi. 15 yaş grubundaki öğrencilerin yaşam doyumu ortalaması 6,30 puanla OECD ülkeleri arasında son sırada yer aldı.

Yolsuzluk: Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün Yolsuzluk Algı Endeksi’ne göre Türkiye OECD ülkeleri içinde sondan ikinci sırada.

***

RÜŞVETLE SAVAŞILMIYOR

OECD rüşvetle çalışma grubu da Türkiye ile ilgili çok sert eleştiriler içeren bir bildiri yayımlamıştı. Bildiride Türkiye’nin 2014’teki 3. aşama değerlendirmesinden bu yana yurt dışı merkezli kişi ve kuruluşlardan gelen rüşvetle mücadele için kilit alanlarda göze çarpan eksiklikleri giderememesinden ciddi şekilde endişe duyduğunu açıklanmıştı.

Açıklamada “Türkiye’nin, tüzel kişilerin yabancı rüşvet, ihbarcıların korunması ve kovuşturma bağımsızlığına ilişkin sorumluluklarına ilişkin uzun süredir devam eden tavsiyelere ilişkin olarak devam eden eylemsizliği ve Türkiye’nin yabancı rüşvet yasalarını uygulamaması, OECD Rüşvet Çalışma Grubu’nun yüksek düzeyli bir heyet göndermesine yol açtı” denilmişti. Çalışma Grubu son açıklamasında Türkiye’yi rüşvete karşı acil harekete geçmeye çağırmıştı.

OECD (Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü) açıklamasında Türkiye’nin rüşvetle savaş için gerekli adımları atması konusunda sert ifadeler kullanmıştı. Örgüt, 2014 yılındaki 3. Faz aşamasından beri özellikle yurt dışından Türkiye’ye rüşvet akışı konusunda gerekli adımların atılmadığının altını çiziyor.

Havva GÜMÜŞKAYA / BİRGÜN

Seçimler ve yaklaşan paylaşım savaşı - Erhan Nalçacı / SOL

 

Türkiye’de ve dünyada yaklaşan savaşı durdurmanın tek yolu var: Emekçi sınıfların güçlü bir şekilde iktidarı istemeleri.

Artık bir ay kalan ve artık gündeme oturan seçimleri bir kez de paylaşım savaşı açısından değerlendirelim.

Bu köşede 8 yıl önce günümüzü Birinci Dünya Savaşı öncesine benzettiğimizde ABD hegemonyasındaki mükemmel emperyalizm içinde savaşa izin verilmeyeceğini düşünenler çoğunluktaydı.

Şimdi uluslararası basında neredeyse başka bir şey konuşulmuyor. Devletler açıkça savaş hazırlığı yaptıklarını paylaşıyorlar.

Geçenlerde ABD Hava İntikal Kuvvetleri komutanı Orgeneral Minihan kendi birliklerine gönderdiği mesajda iki sene içinde Çin ile savaşacaklarını bildirerek, bunun için güçlendirilmiş bir kuvvet timi oluşturulmasını istedi.

Muhtemelen kendi kendine bu açıklamayı yapmamış, bu açıklama için yönlendirilmişti.

Bu konularda yazanlar 2 ila 7 yıl içinde bir savaşın kaçınılmazlığına değiniyorlar. Oysa savaş tek taraflı alınan kontrollü bir karar değil, her an patlak verebilir.

Kaldı ki daha dün Rusya Genel Kurmay Başkanı Pasifik filosuna savaşa hazır olma emri verdi.

ABD ise Filipinler’de elde ettiği dört yeni üsle Çin’in kuşatılmasının tamamlandığını düşünüyor. Japonya, Güney Kore ve ABD donanmaları manevra üzerine manevra yapıyorlar. Japonya ise NATO’da daimi bir temsilcilik açtı.

ABD ordusu şu an dünyanın en güçlü ordusu, buna rağmen söylendiğine göre savaş simülasyonlarında çoğunlukla kaybediyormuş.

ABD ittifak ilişkilerini Biden döneminde epeyce toparlamasına ve bir savaş makinesine çevirmesine rağmen Hindistan’ı istediği gibi yanına çekemedi. Makron’un geçen gün Çin ziyaretinde olduğu gibi Avrupalı müttefiklerinin ikircikliğini bir türlü gideremediği görüldü. 

Buna karşılık bütün güçleri ile önce Rusya’yı Çin’den koparmaya çalıştılar, Ukrayna savaşından sonra ise Çin’i Rusya’dan uzak tutmayı denediler. 

Olmadı.

Şi geçenlerden 3. kez Başkan seçildikten sonra ilk yurtdışı ziyaretini Rusya’ya yaptı. Savaş sonrası 190 milyar doları bulan ticaret hacimleri ve giderek artan kendi para birimlerindeki alışveriş ile çok sıkı bir müttefik ilişkisi görüntüsü verdiler.

Aşağıdaki haritaya bakabilirsiniz, Leningrad’tan Hong Kong’a kuş uçuşu mesafe 8 bin km’ye yaklaşıyor. Askeri uzmanlar bu büyüklükteki bir coğrafyanın donanma gücü ile kuşatılamayacağını çok iyi biliyorlar.

Örneğin ABD’nin Pasifik Savaşı’nda 1945’te kesin bir yenilgiye uğrattığı Japonya aynı haritada gözüküyor. Bir adalar ülkesi olan Japonya’nın doğu batı kıyıları arasındaki uzaklık birkaç yüz km ancak. Savaşın ilk yılında ABD filoları bütün Japonya kentlerine ulaşabiliyorlardı.

Rusya ve Çin’in kara hacimlerini birleştirdiğiniz zaman dev bir kara coğrafyası karşınıza çıkıyor. Leningrad’tan (Petersburg) Hong Kong’a 8 bin km’ye yaklaşan bu karasal coğrafyanın bir donanma ile kuşatılması imkânsız gözüküyor.

Fizikte bir sığa kavramı vardır, iki paralel levhanın ne kadar elektrik yükü depolayabileceğini gösterir. Rusya ve Çin’in düşman sığasının çok yüksek olduğu tarihten biliniyor. Örneğin, 2. Dünya Savaşı’nda olduğu gibi Sovyetler Birliği 6 milyonluk Nazi ordusunu içine çekmiş ve orada eritmişti. Böyle bir coğrafyaya kara harekâtı da akıllara sığmıyor.

Pasifik savaşında ABD Japonya’nın petrol ve madenlere ulaşma yollarını kesmiş, hatta bu nedenle Japonya savaşa sürüklenmişti. Rusya ve Çin’in ise şu anki rezervleri ile dışarıdan petrol ve ham maddeye ulaşmaları bir savaş esnasında yaşamsal gözükmüyor. Çin ise hemen bütün teknolojik ürünleri üretebilecek kapasiteye kavuştu kısa bir süre önce.

Öte yandan savaşın seyrini belirleyecek ABD ile ilgili de başlıklar var. Ukrayna savaşı ile ilgili ABD karargâhından geçenlerde sızanlar gibi sürekli sızıntı oluyor. Bu ABD ordusu içinde bir inanç ve moral eksikliğine işaret ediyor ki kadroların inanç ve morali bir savaşta en önemli unsurdur. 

Bu köşede ABD’deki verilerden bir koleksiyon oluşturduk. Obesite nedeniyle savaşamayacak insanların çokluğundan, uyuşturucu sorununa, en büyük hapishane nüfusunun ABD’de olmasından Vietnam savaşında doruk noktasına ulaşan güçlü savaş karşıtı geleneğe kadar birçok konuya değindik.

Ayrıca ABD’de giderek yükselen bir işçi sınıfı hareketi izleniyor ve bunun içinde işçi sınıfının bağımsız siyasi iradesi kendisini gösteriyor.

Oysa Rusya ve Çin’de milliyetçilik başta olmak üzere egemen ideoloji yelpazesi şimdilik ve daha bir süre bağımsız bir işçi sınıfı hareketinin güçlenmesine izin vermeyecek gibi gözüküyor.

Bütün bunları bir araya getirince ABD’nin bir paylaşım savaşında işinin zor olduğunu söyleyebiliriz.

Ama iki taraftan biri kazanacak sonuçta.

Savaşın mutlak kaybedeni ise dünya emekçi halkları olacak. Askere alınan çocukların kaybı, katliama varan sivil kayıplar, açlık ve sefalet, belki dünyanın kaldıramayacağı bir çevresel yük…

Bu koşullarda mecliste Finlandiya’nın NATO’ya girmesine izin veren bir oylama yapıldı ve tek bir ret oyu verilemeden tüm partilerin uyumu ile meclisten onay aldı. Aşağıdaki haritadan Rusya’nın NATO ile sınırının Finlandiya’nın NATO’ya katılması ile nasıl arttığı anlaşılabilir.

Rus kanalı Sputnik’ten alınan bu harita Rusya’nın NATO ile kara sınırının Baltık Cumhuriyetleri ile sınırlıyken Finlandiya’nın NATO’ya katılması ile nasıl katlandığını gösteriyor.

Bu oylama ile paylaşım savaşına bir adım daha yaklaşılmış oldu, ayrıca Finlandiya halkının Ukraynalılar gibi vekâlet savaşında yem edilmesinin önü açıldı.

Ama en önemlisi ister şimdi Meclistekiler, isterse seçimlerden sonra oluşacak Meclisteki düzen partilerinin Türkiye’yi bir emperyalist paylaşım savaşından koruyamayacakları kanıtlanmış oldu.

Türkiye’de ve dünyada yaklaşan savaşı durdurmanın tek yolu var: Emekçi sınıfların güçlü bir şekilde iktidarı istemeleri.

Her durumda iktidarı istemeleri gerekiyor, ama bu koşullarda arkası sağlam olmayan hiçbir burjuvazi savaşa cesaret edemez.

Bu nedenle önümüzdeki milletvekili seçimlerinde Sosyalist Güç Birliği’ne verilen oyların seçim barajını zorlaması gerekiyor.

Programında emekçilerin siyasi iktidarını hedefleyen TKP gibi partilerin güçlenmesi yaşamsal öneme sahip olacak.

Erhan Nalçacı / SOL

Oy stratejisi - Orhan Gökdemir / SOL

 Laik halkımızı Aliye’ye, Sadullah’a oy vermeye ikna ettiler AKP’den korkuta korkuta. Ama işte tablo ortada, AKP CHP içinde AKP içindekinden daha güçlü. Bir 'son seçime' daha gidiyoruz bu hesapla. 

2007’de yapılan seçimlerde Denizli milletvekili olarak seçildi. 2009'daki kabine değişikliğinde Devlet Bakanı olarak AKP hükümetine girdi, kadın ve aileden sorumluydu. Gündeme ilk gelişi, memleketi Denizli’de, Nurculara bağlı bir cemaatin yemeğine katılması ile oldu. Yemeğe makam otomobiliyle gitti. Şehrin valisi ve AKP’li vekiller arkasında sıralandı. “Dergâh evi” denilen yerin önünde yemek için yaklaşık 20 bin kişi toplanmıştı. Ülke hızla bir tarikat çukuruna doğru yuvarlanıyordu. Kadın ve aileden sorumlu bakan en önde yuvarlanıyordu. 

Kadın ve aile işlerine gelince… Bakan atandıktan bir yıl sonra sorumluluğu altındaki çocuklar Siirt’teki bir tarikat yurdunda tecavüze uğradı. Yazılı bir açıklama yaparak, “Sorunlar tek kurumla çözülemez, topyekûn savaş vermek gerekiyor” dedi. Sakindi, “bunlar sadece bizde oluyormuş gibi bir komplekse kapılmamak lazım” diye ekledi. Haklıydı, her yerde oluyordu ama “bizde” daha çok oluyordu. Çocuklar tarikatlara teslim edilmişti çünkü. Tarikatlar için ise çocuklar basit birer cinsel objeydi. 

“Münferitçi” kadından sorumlu kadın bakan bir gün Kars’ı ziyaret etmeye karar verdi. Şehirde konuşlanmış kadın ve aileye şöyle bir göz atıp dönecekti. Belli ki oradan da pis kokular geliyordu. O Kars’a ulaşmadan patlak verdi akıl almaz rezalet. Bakanlığına bağlı “Sosyal Hizmetler Yurdu”nda tecavüze uğrayan engelli kız hamile kalmıştı. Bakanın yetkilileri rezaleti Bakan görmesin diye engelli kızı Siirt'e yollamaya ya da kaçırmaya karar verdi. Bakan görmeyince sorun olmuyordu. Zavallı kurbanın bindirildiği araç yolda trafik kazasına karıştı. Yanına katılan iki temizlikçi kadın kazada yaralandı, A.Y.'nin eli ve ayağı kırıldı. Bakana sordular, “Arkadaşlarımız ilgileniyor” demekle yetindi. Bakandı ama bizzat bakamıyordu. 

Çocuklara tecavüz edilmesini münferit buluyordu ama eşcinselliğin memleketi esareti altına aldığından bir şüphesi yoktu. Sordular, “eşcinselliğin biyolojik bir bozukluk olduğuna inanıyorum, bir hastalık olduğuna inanıyorum, tedavi edilmesi gereken bir şey” dedi. Tarikatlar dışındaki her konuda kesin bilgisi ve peşin hükmü vardı. 

Bütün bu başarılarına rağmen 2015’te yapılan seçimlerde listeye giremedi. Onun yerine kız kardeşini listeye eklediler. Böylece kız kardeşler arası bir hesap da görülmüş oldu. Çünkü onun başı açıktı, kardeşi türbanlıydı. Laikliği henüz tepeleyememişlerdi, reisleri başı açık olan kardeşi tercih etmişti. Şimdi sıra ona gelmişti; mağdur kardeş seçildi, üstüne “Kadın ve Aile Bakanı” atadılar. İkinci kardeşin adı da ENSAR Vakfı'nın yurtlarında 45 erkek öğrenciye tecavüz edildiği haberleri ile duyuldu. Sordular, “Buna bir kere rastlanmış olması hizmetleri ile ön plana çıkmış bir kurumumuzu karalamak için gerekçe olamaz” dedi. 

Tek marifetleri ülkeyi yöneten aileye yakın olmaktan ibaretti. Emine Erdoğan bu abla kardeşi sevmişti. Bu iki “kadın ve aile” bakanından ilki Selma Aliye Kavaf, ikincisi Sema Ramazanoğlu. Ülkenin son 20 yılında kadının içine düşürüldüğü perişanlık bu iki abla kardeş sayesinde ortaya çıktı. Baka baka çukura düşürdüler kadını.  

Sonra ne olduysa Selma Aliye AKP’den ayrıldı, Deva partisine katıldı. Şimdi CHP listelerinden Manisa 4. sıra adayı. Nasip olur da seçilirse bizi tarikatların tasallutundan o kurtaracak.

***

Kamuoyu, adını ülkücü mafya Sedat Peker’in açıklamaları ile duydu. Ordulu bir “işadamı”ydı Cihan Ekşioğlu. Bir holdingi ve ünlü dolandırıcı Sezgin Baran Korkmaz’la akçeli ilişkileri vardı. Saray tarafından himaye ediliyordu, haliyle özgüveni sınırsızdı. Kârlı bir sektör olan “savunma sanayi”ye de el atmıştı, haliyle tanka topa falan ulaşımı vardı. Önüne bir fırsat çıktı, çok değerli bir oteli yok pahasına kapatabilirdi. Tanklardan birine atladığı gibi otelin kapısına dayandı. Meşhur Paramount Hotel’i tank marifetiyle fethettikten sonra “dünyaca ünlü” birçok ismin katıldığı doğum günü partileri, sosyete eğlenceleri ve ağırlamalar gerçekleştirdi. Gösterişi, tabii fotoğraf çektirmeyi seviyordu; Süleyman Soylu, Binali Yıldırım, Tuğrul Türkeş, eski Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit o davetlere katılıp yanında poz verenler arasındaydı. O tarihte günlüğü 100 bin liranın üzerinde olan otelden yolu geçmeyen “Çok Ünlü Kişi” yok gibiydi. Orhan Gencebay ve “mavi vatan” mucidi Emekli General Cihat Yaycı otelde aynı fotoğraf karesinde görülüyordu. Generalin bedavaya konakladığı otelin sahibi Cihan Ekşioğlu “Martebo Savunma Sanayi Şirketi” aracılığıyla Avrupa’dan aldığı silahları Kuzey Afrika ülkelerine satıyordu gerçi ama olsun. Vatanı maviye boyamayı akıl eden koca generalin mafyaya aracılık edecek hali yok ya. 

O ziyaret fotoğrafında Cihat Yaycı’nın yanında bir de yerli yersiz ulumasıyla ünlü eski MHP Milletvekili Cemal Enginyurt vardı. O da Paramount müdavimiydi. Ama otelin günlük ücreti bir milletvekilinin birkaç aylık maaşına denk geliyordu. Sordular, nasıl ödediniz diye. “Ödemedim ki” dedi. “Fiyatını biliyor musunuz” sorusunu da “ödemedim neden fiyatını sorayım” diye savuşturdu.

Cemal Enginyurt, otel fatihi Cihan Ekşioğlu ile hemşeri. O çocukluğunda farklı bir yol tutturmuş, iş adamlığı yerine ülkücülüğe meyletmiş. Sonuçta sermayenin farklı yerlerinde tertip almışlar, biri toplamış öteki kapısında beklemiş. Bu işler için uluma eğitim şart tabii. “Rusya’nın solcuların çağrısıyla Türkiye’yi işgal edeceği iddiasının” palavra olduğunu 12 Eylül’de cezaevine tıkılınca anlayabilmiş ancak. Peki akıllanmış mı? Ne gezer. Çıkınca yine soluğu “Ülkü Ocakları”nda almış. “Sakallı, beş vakit namazında niyazında bir genç olarak İslami sohbetlere zemin hazırlıyor, Türk milliyetçiliği için paneller düzenliyor”muş o yıllarda. “Alparslan Türkeş dünya tatlısı bir adamdı” diyor bir söyleşinde, kızlarının isim babası oymuş. 

Bu kadar deneyimden sonra değerli fikirler biriktirmiş ülkenin hali pür melali üzerine. HDP PKK’nın siyasi kolu, CHP’liler hain, ülkücü katili. “CHP, HDP, TKP, İYİ Parti” bir araya gelmiş, bir masa kurmuş, zilyet ittifakı oluşturmuş. Bilgisi eksik olsa bile ülküsü tam gördüğünüz gibi. “Bir ülkücünün ülkücü katillerinin olduğu yerde yer alması ve onlara oy vermesi düşünülemez”, böyle devam etmiş. Bu durumda nerede olunması gerektiğini sormuşlar; “Recep Tayyip Erdoğan ile bir olmayıp da ‘kocam 1 kilo domuz etini 7 dakika yedi’ diyen dinsizlerle mi bir olacaktık?” diye yanıtlamış. Bu sözlerin ardından bir de ulumuş olmalı, sözlerinin gelişi böyle. 

Ama nedense MHP’den ayrılıp DP’nin yolunu tuttu bir gün. “CHP, HDP, TKP, İYİ Parti”den oluşan zilyet ittifakına katıldı ayrıldıktan az bir süre sonra. Şimdi CHP listesinden İstanbul 1. Bölge 9. sıradan milletvekili adayı. Oy vereceğiz AKP’den bizi kurtarsın diye.

***

CHP Ankara 1. Bölgede eski adalet bakanı Sadullah Ergin var.  Deva partisi kontenjanından o da. Kuruluşundan bu yana AKP’nin en önemli adamlarından biri oldu. Üç dönem grup başkanvekilliği yaptı. 2009'da Adalet Bakanlığı görevine getirildi. Fethullahçı çetenin ele geçirdiği yargı eliyle laik cumhuriyeti tasfiye operasyonuna giriştiği dönemde bakanlığın başındaydı yani. 12 Eylül 2010 referandumunda da aynı koltukta oturuyordu. Rastlantı değildi bu. Kilis Cumhuriyet Başsavcılığı’nın düzenlediği FETÖ/PDY iddianamesinde bakan olmadan önce Fethullah Gülen’i ziyaret ettiği öne sürülmüştü. İddianameye giren bir tanık ifadesine göre, yasal düzenlemeler için “avukatlar imamı” öncülüğünde çalışmalar yapılmış, bakanın eline tutuşturulmuştu. Laik cumhuriyetin tasfiyesi ile görevlendirilen Fethullahçı şebekenin içindeydi özetle. “Yargıdaki Fethullahçı kadrolaşma” onun döneminde tamamına ermişti. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir cemaatin yargıyı yönetir hale gelmesinin sorumlusu oydu. Sonra Fethullah’la Tayyip Erdoğan’ın arası açıldı. 17 Aralık operasyonu sonrasında, 2013’te, Erdoğan tarafından görevden alındı. Genel kanı bu görevden almanın Ergin’in cemaatle yakınlığı nedeniyle olduğuydu.

“Ali Dibo Skandalı”nın kahramanı olarak ünlendi bir de. AKP Gurup Başkanvekili iken, bir bürokrata, Hatay ilinde yapılacak ihalelerin partililere verilmesi yönünde talimat vermişti. Hem de yazılı olarak. Yapılan soruşturma sonucu ildeki 271 adet kamu ihalesinin tamamının 17 AKP'li yerel yönetici tarafından kazanıldığı ortaya çıkmıştı. 

İşte o Sadullah Ergin şimdi Deva Partisi kontenjanından CHP Ankara 1. bölgede milletvekili adayı. Nasip olursa, cezaevinden mezara uğurladığı Balyoz ve Ergenekon davası kurbanları da zulümden kurtulmak için oylarını ona verecek. 

***


Karşı karşıya olduğumuz fecaatin bunlardan ibaret olduğu sanılmasın. Önüne geleni tokatlayarak kendine yer açmaya çalışan tiktok fenomeni Mustafa Sarıgül son anda manevra yaparak Kılıçdaroğlu’na yaklaştı. Erzincan adayı. “Türkiye'nin en büyük şanssızlığı CHP ve Kılıçdaroğlu”dur diyen eski AKP’li Mehmet Emin Ekmen CHP listesinden Mersin adayı. Nakşibendi Tarikatı'na ait Server Yaşam Vakfı yöneticisi Nedim Yamalı CHP’nin Ankara listesinde. Bu vakıf MEB’in ayrıcalıklı tarikat vakıflarından biri. Halen çocuklarımızın geleceğini karartmaya devam ediyor. Emine Erdoğan’ın özel kalem müdürü ve eski TÜİK Başkanı Muhammed Cahit Şirin’in eşi Elif Esen CHP İstanbul listesinde. O kadar saraya yakınlar ki, çiftin nikâh şahitliğini Tayyip ve Emine Erdoğan yapmıştı. CHP listelerinde 75 civarında ithal yobaz, tarikatçı, milli görüşçü ve AKP kaçkını var. Bir o kadar yerli ve milli olduğunu düşünün, işte korkulması gereken asıl karanlık tablo bu.  

Peki buna seçim diyebilir miyiz? Hayır tabii. Burada adı geçenlerin çoğu daha seçim yapılmadan vekil atandılar. Başkaları da var, örnek olsun Cengiz Çandar ve Hasan Cemal atanmıştır, seçim formalitedir. AKP ve MHP vekilleri de üç aşağı beş yukarı bellidir. “Seçilecek yerden” aday gösterilenlerin tamamı vekil atanmışlardır. Yani seçim meçim hepsi hikayedir. Hikâyenin stratejisi olmaz. Stratejik oy kullanma diye de bir şey yoktur, bu tabloda sadece stratejik aptallık vardır.

Laik halkımızı Aliye’ye, Sadullah’a oy vermeye ikna ettiler AKP’den korkuta korkuta. Ama işte tablo ortada, AKP CHP içinde AKP içindekinden daha güçlü. Bir “son seçime” daha gidiyoruz bu hesapla. 

Herkes susar, biz konuşuruz. Bütün sorunlarımız laik cumhuriyetin yıkılmasından kaynaklanıyor ama tek bir laiklik tek bir cumhuriyet lafı yok ağızlarında. Nasıl ve neden olsun?

Aliye'den, Sadullah'tan kurtulmak istiyorsanız sola geleceksiniz, yönünüzü TKP'ye döneceksiniz öyleyse. Biliyoruz, boğulacak gibi hissediyorsunuz, koşup vereceksiniz oyunuzu önünüze kurtarıcı diye kim koyulduysa. Ama bugünün bir yarını da var. Tayyip'ten kurtulmak için bir oy Kılıçdar'a. İkisinden de kurtulmak için bir oy TKP'ye. İşte gerçek strateji budur!

Orhan Gökdemir / SOL

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı +Gündem" -20 Haziran 2025-

  Belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı! Meclis’te kabul edilen yasa ile belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı. ...