Rüzgâr, fırtına ve tufan + Hamas zaferi, devasa ölçüde bir İsrail başarısızlığı

 

Rüzgâr, fırtına ve tufan (Engin Solakoğlu-soL)

Klişe sanılır ama buz gibi gerçektir: Adaletin olmadığı yerde barış olmaz. Olmamalıdır!

Kimi insan dinlere inanır, kimisi kuramlara, bilimsel ilkelere. Ben ikinci kısımdayım. Evrim kuramına inanırım örneğin. Bir de en az o kadar inandığım esneklik kuramı var. Hooke Yasası esneklik kuramını Fizik bilim çerçevesinde tanımlamış. Ben fizikten pek anlamam, ekonomiye dair bilgim biraz daha fazla.  Ekonomideki esneklik ilkesi kabaca herhangi bir mal veya hizmetin fiyatının sonsuza dek artamayacağı, belirli bir noktadan sonra piyasaya mutlaka alternatifler çıkacağı ya da o malın alıcısının tüketimden vaz geçeceği varsayımına dayanır. Basitçe anlatırsak hiçbir çubuk sonsuza dek bükülemez. Ya kırılır ya da düzeltilemeyecek ölçüde eğri kalır.

7 Ekim Cumartesi günü Filistin-İsrail cephesinde yeni bir yangın çıkınca benim aklıma ilk esneklik kuramı geldi.  Çubuk sonunda kırıldı diye düşündüm. 

Filistin meselesi benim mesleki olarak uzmanlaştığım alanlardan biri değil kesinlikle. Üzerinde hiç çalışmadım. Buna karşılık az-çok okuyup yazan her insan gibi benim de yıllar içinde edindiğim bir görüşüm var. Bunun ana hatlarını 2022 yılının son ayında  “İsrail’i ne yapacağız?” başlıklı yazımda (https://haber.sol.org.tr/yazar/israili-ne-yapacagiz-359301)  paylaşmıştım. 

Bunu anımsatmamın sebebi belli. Belleksiz bir dünyada yaşıyoruz. Sevimsiz bir durum ama insan ister istemez bir alay  yafta ve hakarete maruz kalmamak için  kimi olguları sürekli yinelemek gereksinimi duyuyor. Demem o ki, 1) ne kadar zorlasanız benden anti-semit, Yahudi düşmanı filan çıkmaz. 2)Yahudi’nin yobazını, o yobazların iyiden iyiye hâkim olduğu İsrail Hükümeti’ne  ne kadar yakınsam Hamas’a yakınlığım da kadardır.  

Dönelim konumuza. Olgulardan gidelim.  Hamas İsrail’e ağır bir darbe indirdi. Dünyanın en güçlü ordusu, en güçlü istihbaratı, Çelik Kubbe vs yalan oldu. Siviller öldü, askerler öldü, rehin alınanlar, esir alınanlar oldu. İsrailli sivillerin ölümü Batı’da ve bizdeki kimi çevrelerde infial yarattı. At gözlüğüyle bakarsanız çok fena! İsrail’de askerliğin kadınlar ve erkekler için - bir kısım yobaz hariç- zorunlu ve bir anlamda sürekli olduğunu unutalım bir süreliğine en iyisi. Biraz önce katil ve hırsız İsrail Başbakanı “savaştayız” söylevi verdi. Çok ilginç. Biz İsrail’i zaten yıllardır savaşta sanıyorduk. Olur olmaz gerekçelerle Lübnan’ı, Suriye’yi, İran’ı bombalayan, sabah akşam Gazze’ye askeri operasyon düzenleyen, Doğu Kudüs’te sürekli kol bacak kıran İsrail’in “Barış”ta olduğunu atlamışız demek ki!

Olgulardan devam. “Ben demiyorum adamınız diyor” makamından bir örnekle sürdürelim. İsraillli gazeteci ve aydın Gideon Levy 7 Ekim savaşına dair şunları söylüyor özetle: “Gazze bir kafes. Dünyanın en büyük hapisanesi. 70 yıl  hangi halkı kafeste yaşatsanız direnmek ister ve ilk fırsatta da bunu gerçekleştirir.” Hamas sivilleri hedef almış deniyor. “Miş”li  geçmiş zaman kullandığıma bakmayın, almıştır. Tıyneti buna müsaittir. İyi de bunca yıldır “bölgenin tek demokrasisi” denilen İsrail ne yapmış? 2008 yılından 2023 yılı Ağustos ayına kadar İsrail’in öldürdüğü sivil sayısı 6800 civarında. Hapse atılanlar, her gün kolu bacağı kırılanlar bu istatistikte yok elbette ölmedikleri için. Şiddet eylemleri yüzünden ölen İsrailli sayısı ise 300’ün biraz üstünde. Kabaca her 20 Filistinliye karşı 1 İsrailli. Böylesi mağduriyet Akepe’de yok! Ona  da daha sonra kısaca dokunduracağız.

İsrail yıllardır BM Güvenlik Konseyi kararlarına aykırı olarak bir işgal sürdürüyor. Sürdürmekle kalmıyor, genişletiyor. Filistinlileri duvarların arasına hapsediyor. Filistinlilerin topraklarına, evlerine el koyuyor. Direnen Filistinlileri topraklarından sürmek için zeytin ağaçlarını söküyor, su kuyularını betonluyor. Yanlış okumadınız. Hani bir zamanlar “çölü yeşerten İsrail” güzellemeleri içeren yazılar çıkardı ya güzide basınımızda. İşte şimdi Netanyahu’nun İsrail’i, etnik temizlik amacıyla zeytin bahçelerini çölleştiriyor. 

Biraz geriye dönelim. Hamas’ı kim yarattı? Konunun uzmanları yazıp çiziyor ama anımsayan yok. Dünya düzeninin emperyalist sahipleri  FKÖ’yü, onu oluşturan moda deyimle seküler ve sosyalist direniş  örgütlerini kimi alçak Arap siyasetçilerin etkin desteğiyle sırasıyla ya satın aldılar ya imha ettiler. Hamas’ın, İslami Cihad’ın serpilip gelişmesini kim sağladı? “Yeşil kuşak” projesinin mimarları İranlı, Suriyeli, Filistinli filan değiller. O yüzden şimdi “Medeniyet tekeli”ni ellerinde tuttukları düşünülen Batılılar’ın ve onların Türkiye’deki yardakçılarının “İsrailli siviller” için döktükleri gözyaşları insanı isyan ettiriyor.. 

O Dünya düzeninin besleyip büyüttüğü İsrail bugün açıkça ırkçı, gerici ve faşist bir devlet. O devlete karşı direnmek de meşru bir hak.  Hamas’ın kullandığı yöntemler beslendiği ideolojiyi bire bir yansıtıyor. El-Ezher’den bir hocaya sorun, tek tek çıkartır ilgili hükümleri. Ya İsrail’in yöntemleri? Teolojiye çok dalmadan anımsatalım, aynı kökten besleniyorlar. O yüzden bir tarafın ölüsünün diğerininkinden daha değerli olduğu palavrasını yutmamak gerekir. Kafasında kippa ile  çocuk dipçikleyen, Filistinli kadınları  sırtından vurup öldüren Tsahal askeri ile Hamas militanını etik bir hiyerarşiye tabi tutmaya kalkışmak başlı başına sahtekarlıktır. Rüzgâr eken fırtına biçer, fırtına eken tufanla yıkanır.

Türkiye Komünist Partisi bir açıklama yaptı. Özeti şu: Filistin halkı için direniş meşrudur. Sosyal medyada yer alan açıklamaya gelen tepkiler müthiş. Hayatında sosyalist literatürün yanından geçmemiş bir sürü primat “şiddet”in olumlanamayacağından söz ediyor yoksul zihinleri ve daha da yoksul söz dağarcıkları elverdiğince. Filistin’de bir kurtuluş savaşı veriliyor ve sandığınızın aksine bu tür savaşlarda işgalciye gül vermek gibi bir zorunluluğunuz yok. Bırakın sosyalizmi filan BM Güvenlik Konseyi kararlarına göre dahi İsrail düpedüz işgalci ve Filistinliler’in bir devlet kurmaya hakları var. Bu kadar basit. 

Peki tampon tampona kaza yaptığında dahi levyeyi kapıp dışarı fırlayan ama şimdi “şiddet karşıtı” taklidi yapan bu belleksiz ve idrak yoksunu kitlenin derdi ne? Fatih Yaşlı Hoca bunlara seküler milliyetçi kesim diyor. Pek medeni görünümlü, pek sempatik olağan zamanlarda bu arkadaşlar. Yakından tanımazsanız sevebilirsiniz bile… İyi de bunlar neden canhıraş şekilde İsrail’i destekliyorlar? 

Görünür sebeplerden birincisi özdeşleşme. Tıpkı TKP açıklamasına garip tepkiler veren Kürt milliyetçileri gibi elma ile muşmulayı karıştırıyorlar.  Benzetmeyle öğrenme olağan koşullarda anaokulu seviyesinde sona erer. Benzettiğiniz her sorunun en az benzer noktaları kadar farklı boyutları da vardır. Yapmamak gerekir, mahcup olursunuz! 

Özdeşleşme duygusunun diğer bacağına gelelim. Seküler Türk milliyetçisi,  nükleer silah edinmesinde sakınca görülmeyen, aklına estiği gibi komşularına saldırabilen, bunu yaptığında  ise Türkiye gibi ABD’den ve diğer NATO müttefiklerinden değişik ölçek ve düzlemlerde fırça  yemediği, İHA’sı, SİHA’sı  düşürülmediği  için İsrail’e müthiş özeniyor. Aynı saldırı, işgal ve sömürgeleştirme özgürlüğünü istiyor. Irak ve Suriye’deki Yapı kooperatifi misali “sınırlı yetkili, sınırlı sorumlu” yayılmacılık kesmiyor.

Bu kesimin sayıklamalarının ikinci sebebi ise ağır  bir psikoz. Bunun adı Arap nefreti. Kendine bile itiraf etmeye çekindiği kimi duygu ve düşüncelerini ancak Arap halklarına düşmanlıkla  dışa vurabiliyor. Bu dinsel boyut. Diğer yandan aklının mutena bir köşesinde Osmanlı dönemindeki çöküş ve Cumhuriyet’in kuruluşundan  kaynaklanan “Hain Arap” yaftası var. Mevcut siyasi, ekonomik ve toplumsal durum da bu düşmanlığı cömertçe besliyor. İktidarı ele geçirmiş bir partinin uzantıları “biz aynı milletiz” diye bol keseden sallayınca öfke büyüyor. O iktidar ülkeye denetimsiz şekilde çok küçük bir kısmı cihatçı paralı asker olan milyonlarca göçmeni yığınca katlanıyor. Katlanan öfkesini siyasi iktidara, onu iktidarda tutmak için elinden geleni yapan sözde muhalefete, göç politikası sayesinde ucuz insan etiyle beslenip semiren  sermayeye yöneltemeyince kabak Filistin halkının başına patlıyor ve iş gelip “ölsün be Araplar”a bağlanıyor. 

Bir de suret-i haktan görünen tayfa var. “Ya şimdi İsrail öldürecek bu zavallı insanları da ondan şey ediyoruz” gibisinden sızlanıyorlar. Evet, İsrail daha ben bu satırları yazmaya oturmadan Gazze’yi bombalamaya başlamıştı. Bu saldırının sonunda belki 3 belki 5 bin cenaze daha kalkacak, daha çok ev yıkılacak, hastanelerde hastalar elektriksizlikten, ilaçsızlıktan ölecek Gazze’de. İyi de Hamas saldırmasa bunlar olmayacak mıydı? Kitabın orta yerinden soralım en iyisi: Filistinliler bugüne dek yaşıyorlar mıydı ki, şimdi öldürülmekten korksunlar? 

Hamas’ın yıldırım taarruzu sonrasında Akepe’nin ve denetlediği kurumların tepkileri başlı başına bir yazıyı gerektiriyor aslında. Bunu benden daha iyi yazacaklar mutlaka olacaktır.  Şu kadarını söyleyeyim, her şerde bir hayır varmış gerçekten. Bu kısa ve kanlı çarpışmanın belki tek faydası ısrarla kapalı kalmakta direnen, Akepe’yi “dünya mazlumlarının dostu”,  “anti-emperyalist” vs sanan  üç-beş gözün açılması olabilir.

Sonuca gelirsek,  2 devlet kurulsun, mutlu mesut yaşasınlar demek yetmez. Bu gerekli ancak yeterli olmayan koşuldur meselenin çözümünde. Orta-Doğu’da ve dünyada gericilik ve onu besleyen düzen yok edilmelidir. Bu arada hâlâ meseleyi tam anlamayan, Komünistlere içinden geçtiği gibi sövemeyen kaldıysa diye yineleyelim: işgalci İsrail’e karşı direnmek de meşrudur, şiddet kullanmak da…

Klişe sanılır ama buz gibi gerçektir: Adaletin olmadığı yerde barış olmaz. Olmamalıdır!

                                                                 /././

Hamas zaferi, devasa ölçüde bir İsrail başarısızlığı (soL-Çeviri)

İsrail’in savunma doktrininin yenilmez olduğu fikri çöktü. Hamas, açılış hamlesinde zafer ilan etti.

NOT: Amos Harel imzalı makale, İsrail’in Haaretz gazetesinde yayımlandı. soL tarafından çevrilen makale, Gazze’den İsrail’e başlatılan saldırının İsrail cephesinde yarattığı ilk şok havasını yansıtıyor.

İsrail Devleti cumartesi sabahından bu yana savaş halinde. Hamas, İsrail istihbarat örgütlerini tümüyle gafil avlayan ve Gazze Şeridi sınırındaki operasyonel savunma doktrinini yerle bir eden etkili, ani bir saldırı başlattı.

İsrail tarafında, tam sayısı henüz kesin olarak bilinmemekle birlikte, çok sayıda ölü ve yaralı var. Gazze'den gelen haberlere bakılırsa İsrail'den çok sayıda rehine ve ceset Gazze’ye taşındı.

Şu anda İsrail Savunma Kuvvetleri ve İsrail Polisi, sınır boyunca İsrail mahallelerinde evlere yerleşmiş silahlı Filistinlilerle evden eve çatışmalar yürütüyor. Ordu, bir savaş haline denk gelecek ölçekte yedekleri silah altına çağırıyor.

Bazı mahallelerde ve askeri üslerde korkunç katliamlar yaşandı. Her ne kadar güneyden Kudüs'e ve büyük Tel Aviv bölgesine kadar İsrail'e binlerce roket ve füze ateşlenmiş olsa da, bu esasen bir dikkat dağıtma hamlesiydi: Hamas'ın askeri çabaları Gazze sınırındaki İsrail mahalleleri üzerinde yoğunlaştı. Trajik bir şekilde, bu çabalar çok başarılı oldu.

İsrail'in tepkisi -şu anda ve daha önemlisi önümüzdeki günlerde- Filistin tarafına ağır bir kan bedeli biçecek. Ancak alevlerin yükselebileceği tek bölge Gazze değil. Her ne kadar İsrail Silahlı Kuvvetleri (IDF) şu anda güçlerini güney cephesinde yoğunlaştırıyor olsa da, çatışmaların birden fazla cephede gelişebileceği dikkate alınmalı. Bunlar Batı Şeria'yı, Doğu Kudüs'ü ve muhtemelen kuzeyde Hizbullah'ı ve ayrıca İsrail içindeki aşırılık yanlısı Arap unsurları da içerebilir. Hizbullah gelişmeleri izliyor ve seçeneklerini değerlendiriyor. Muhtemelen Hizbullah lideri Hasan Nasrallah'ın parmağı tetikte ve kaşınıyor.

Bu durumda tarihsel karşılaştırma kaçınılmazdır. Şunu söylemek üzücü: İsrail “konzeptzia”sı (1973'teki Yom Kippur Savaşı'ndan sonra yaygınlaşan, İsrail’in savunma doktrininin yenilmez olduğu şeklindeki hatalı kavrayış) çöktü; hem politika, hem savunma için askeri yığınak, hem sürpriz bir saldırıya hazırlık, hem de önleyici istihbarat bilgisinin tümüyle yokluğu açısından…

Hamas bu kampanyayı aylardır planlıyordu ve tüm bu süre boyunca İsrail, İsrail'e girişine izin verilecek Gazzeli işçilerin sayısının artırılıp artırılmayacağı konusunu tartışıyordu.

Yom Kippur Savaşı'nın patlak vermesinden 50 yıl ve bir gün sonra ortaya çıkan feci sonuç, tüm siyasi ve güvenlik liderleri açısından büyük bir sistemik başarısızlıktır. Bunlar ancak savaşın bitmesinin ardından derinlemesine açıklığa kavuşturulabilecek.

Sorun şu ki, İsrail, hükümetin aşırılıkçı ve çılgınca adımlarının, devletin tümüyle yanlış şeylere odaklandığı bir çerçeveyi dayattığı, daha önce benzeri görülmemiş bir iç krizin ortasında bu durumla karşı karşıya kaldı. Bu elbette profesyonel düzeyde sivil sorumlulukları ortadan kaldırmaz ancak önümüzdeki zor günlerde ülkenin işleyişini kesinlikle zorlaştıracaktır.

Hamas, 2014 yazındaki Koruyucu Hat Harekatı'ndan gerekli dersleri aldı ve buna göre hazırlandı. O zamanki kampanya sırasında, Hamas, militanlarını tünellerden göndermeye çalışsa da, saldırıların çoğu İsrail ordusunun savunma güçlerine karşı gerçekleştiğinden örgüt neredeyse tüm çabalarında başarısız oldu. Bu sefer, nispeten düşük hazırlık düzeyine sahip olan ve kuvvetlerin yalnızca sınırlı ölçüde konuşlandırıldığı askeri ileri karakollara saldırılar düzenlendi.

Bu ileri karakollar geçici olarak susturulduğunda Hamas'ın Nakba güçleri (adını 1948'deki Filistin felaketinden, İsrail Bağımsızlık Savaşı'ndan alıyor) Gazze sınırı boyunca önemli bir savunmadan mahrum kalan çok sayıda mahalleye girdi. Sonuç olarak, sabah 6.30'da başlayan saldırıdan saatler sonra bile bu mahallelerle iletişim hala kesik ve birçok terörist buradaki evlere yerleşmiş durumda.

Ne yazık ki bu planlar, Hamas'ın bunca yıldır prova ettiği planlarla tamamen uyumlu. Hiçbir erken uyarı olmadan ve savunma hazırlıklarının zayıf olmasıyla duvarlar aşıldı.

Üstelik İsrail'in tünellere karşı muazzam bir savunma duvarı aracılığıyla ördüğü bariyer de işe yaramadı. Basitçe etrafından dolanıldı. Bazıları kelimenin tam anlamıyla Hamas tarafından işgal edilen İsrail mahallelerinin sakinlerinden yükselen sesler yürek parçalayıcı. Bu dram ulusal televizyonda canlı olarak yaşanıyor ve tüm ülke olup biteni izliyor ve görüyor. Tüm bunların Gazze sınırındaki İsrail yerleşimleri, İsrail ile Filistinliler arasındaki ilişkiler ve belki de tüm bölge için uzun vadeli sonuçları çok büyük olacak.

Hamas, açılış hamlesinde zaten “zafer tablosunu” elde etmiş durumda ve sosyal medyada ve televizyon kanallarında bunun sevincini yaşayacak. Aynı zamanda örgütün, liderliğinin ve Gazze Şeridi halkının başına felaket getirecek. İsrail artık muazzam bir güçle ve yoğun nüfuslu kentsel alanların kalbinde canlı silah kullanımına çok az kısıtlama getirerek karşılık verecek.

İsrail kara kuvvetlerinin manevra yapması ve Gazze Şeridi'ni işgal etmesi olasılığını göz ardı etmek mümkün değil. IDF'ye verdikleri yenilginin sabahı, Hamas liderleri Yahya Sinvar ve Muhammed Deif, şimdi derin yeraltı sığınaklarına kaçsalar bile, hayallerindeki şehitler gibi ölümü bekleyebilirler. Diğer bölgesel örgütlerin liderleri de güvende değil.

Bizi bekleyen kabus senaryosunun Gazze'de biteceği söylenemez. Olaylar muhtemelen diğer bölgelere de sıçrayacak. Belirtildiği gibi tüm bunlar İsrail'i ülke içinde kötü bir zamanda yakaladı. Bu muhtemelen İsrail'in zayıflığından faydalanmanın mümkün olduğunu varsayan Hamas'ın hesabının parçasıydı.

Ciddi istihbarat başarısızlığı göz önüne alındığında, diğer cephelerde neler olup bittiğini bilmediğimiz varsayımını göz ardı etmek mümkün değil. Burada Hizbullah ve İran'la koordineli bir hareket oldu mu? Hizbullah, İsrail'in de savaşa katılmadan önce Demir Kubbe füze savunma roketlerinin büyük bir kısmını boşa harcamasını mı bekliyor? Herhalde İsrail şimdi çeşitli kanallardan Tahran'a, Şam'a, Beyrut'a çok sert uyarılar gönderiyor.

Gazze'den yükselen savaş, siyasi ve diplomatik gelişmeler açısından tüm taşları yerinden oynattı. Adli tadilat nedeniyle göreve hazır olmayı bırakacaklarını açıklayan yedek askerlerin neredeyse tamamı cumartesi sabahı birliklerine ve komuta merkezlerine döndü. Muhtemelen içlerinden bazıları şu anda Gazze Şeridi'ndeki katılımcıların üzerine mühimmat yağdırılacak baskınlara katılıyor.

Tıpkı 50 yıl önce olduğu gibi sürpriz Şabat'ta geldi. Dinlenme günü sona erdiğinde, sözcüler anlatının kontrolü için savaşa başlayacaklardır: Suçlu olan Shin Bet güvenlik servisidir; Suçlu Askeri İstihbarattır; suçlu genelkurmay başkanıdır; suçlu olan süregiden protestolardır. Bu gösteriler artık savaş bitene kadar duracak, haklı olarak. Sonuçta şu büyük sorudan kaçınmak mümkün olmayacak: Bize ne oldu ve nasıl bu kadar öldürücü bir tuzağa düştük?

Görünüşe göre herhangi bir istihbarat yoktu ama hem Gazze'den hem de Batı Şeria'dan önceden gelen işaretler vardı. Tüm liderlikten tam bir kayıtsızlıkla karşılaştılar. Bu olayda da tıpkı 1973'te olduğu gibi çok büyük bir artçı sarsıntı beklemek mümkün.


'Tarih yaşanmaz, yazılır!' - Oğuz Makal / duvaR

 

Taviani kardeşler sinema salonundan çıktıklarında konuşmak istedikleri dilin ne olduğunu biliyorlardı. Birbirlerine söz verdiler: On yıl içinde eğer film yapamazlarsa bir silah alıp kendilerini öldüreceklerdi. Vittorio Taviani, yıllar sonra sinemaya adım atışlarını anlatırken, gülümseyerek, ”Kendini ilk kimin vuracağına hiçbir zaman karar verilmedi" açıklamasını yapar.

Taviani kardeşler sinema salonundan çıktıklarında konuşmak istedikleri dilin ne olduğunu biliyorlardı. Birbirlerine söz verdiler: On yıl içinde eğer film yapamazlarsa bir silah alıp kendilerini öldüreceklerdi. Vittorio Taviani, yıllar sonra sinemaya adım atışlarını anlatırken, gülümseyerek, ”Kendini ilk kimin vuracağına hiçbir zaman karar verilmedi" açıklamasını yapar.
                               
Taviani kardeşler filmlerinden- Yıkıcılar / I sovversivi (1967)

Savaş sonrası günlerde, Roberto Rossellini'nin Roma’nın kurtuluşuyla ilgili çektiği yeni-gerçekçi filmlerinden “Hemşehri/Paisa”nın gösterildiği bir sinema salonunun rastlansal olarak önündedirler. Dışarı çıkanlar “İçeri girmeyin, bu bir zulüm!” diye bağırışır, merak edip filmi görmek için salona girerler. Sonrası için söyledikleri şudur:

"Hayatımızda öyle bir şok, öyle bir geri dönüş oldu ki, çünkü yaşadığımız kendi trajedimizin beyazperdede yeniden canlandırılmasını izlemiştik. Gördüklerimiz, yaşadığımız yılları, günleri daha iyi anlamamızı sağladı.” 

SİNEMA DİLİNİ SEÇTİLER

Taviani kardeşler sinema salonundan çıktıklarında konuşmak istedikleri dilin ne olduğunu biliyorlardı. Birbirlerine söz verdiler: On yıl içinde eğer film yapamazlarsa bir silah alıp kendilerini öldüreceklerdi.

Vittorio Taviani, yıllar sonra sinemaya adım atışlarını anlatırken, gülümseyerek, "Kendini ilk kimin vuracağına hiçbir zaman karar verilmedi" açıklamasını yapar.

Sadece “Paisa” değil, on kez izlediklerini söyledikleri "Bisiklet Hırsızları” da etkilendikleri filmler arasındadır. O nedenle “sinema okulunda okumadık, okulumuz Yeni Gerçekçi İtalyan sineması” diyeceklerdir.

Sonuçta film izlemek için Roma’ya taşınan iki kardeş kendilerini Honoré de Balzac ile Paris’e gelen, dizi romanı La Comédie humaine'deki kurgusal karakter Eugène de Rastignac’a benzetirler... Onlar Paris yerine Roma’yı seçmiştir.

Nazi askerlerince bombalanıp yok edilmek istenen kasabaları üzerine bir belgesel çekmek düşüncesi gençlik günlerinde kafalarında canlanır. Ne ve nasıl yapacaklarını öğrenmenin tek yolu tabii ki Roma’da yaşayan Bisiklet Hırsızları, Çocuklar Bize Bakıyor, Milano Mucizesi, Umberto D.  gibi filmlerin ünlü senaryo yazarı Cesare Zavattini’dir.

Zavattini kapısını çalan ve içeri almak zorunda kaldığı davetsiz misafir bu iki gence “Bana üç cümleyle anlatmalısınız. Aksi halde tretmanı hemen değiştirin, çünkü olmamıştır.” diyecektir. Şok olmuş şekilde yanından ayrılırlar… (Bu konuda bilgi, “Tutku ve Ütopya: Taviani Kardeşler” belgesel filminden de edinilebilir.) 

                 Rossellini'nin İtalyan Yeni Gerçekçi filmlerinden savaş trajedisi “Hemşehri / Paisa”  (1946)

Roma’da yönetmenlerin dünyasına girmek için çaba gösterdikleri bir günde, Luchino Visconti'nin yönettiği “Yer Sarsılıyor”un gösterildiği bir salona girerler. Arkalarındaki sırada oturan birkaç kişiden biri “bu plan çok uzun sürdü, kesmek gerekiyor vb.” dır dır konuşmakta filme ilgilerini dağıtmaktadır. Işıklar yanar, biraz öfke dolu, “Lütfen ya siz gidin ya da biz gidelim” demek istedikleri anda, arkaya döndüklerinde karşılarındakinin yönetmen Visconti olduğunu görürler.

İLK FİLMLERİ YASAKLANDI

İkisinin de sonraki günlerde düşüncesi değişmemiştir “Ya sinema, ya ölüm!”

Kasabalarının hikayesi “San Miniato, luglio ’44” ü güç bela çekerler, ama “kamu düzenini bozucu bir film” gerekçesiyle gösterimi yasaklanır. Tavianiler filmleri için “evet, faşizm karşıtıydı ve -alaycı- ayrıca kaosa neden olabilirdi…” diyecektir. Onları izleyen polis raporunda "tehlikeli adamlardır",  “varoluşçu ve ayırımcı faaliyetlere aşina oldukları” notu da eklenmiştir.

Neyse ki ilk uzun metraj filmleri “Yakılacak Adam/Un uomo da bruciare” (1962) ile Venedik Film Festivali’nde Film Eleştirmenleri Ödülü alarak, film yapmak onlar için hayal olmaktan çıkar… Filmde, siyasi aktivist Salvatore memleketi Sicilya'ya döner ve tarlalarda ekip biçtiklerinin kazancını yıllardır ellerinden alan mafyaya karşı yoksul köylüleri ayaklandırır. Film Taviani’lerin çığlığı olmuştur: 

“Sinemanın sıfırıncı yılı. Sinemayı yeniden keşfediyoruz!”

Tabii ki anlayana, örneğin Corriere della Sera eleştirmeni “Korkunç!” diyerek filmi izlemekte olduğu salondan çıkar…

Taviani kardeşlerin birlikte yönettiği son film “Wondrous Boccaccio” (2015) olacaktır.

BİRLİKTE YAPMADIKLARI BİR FİLM DE VAR

Altmış dört yıl birlikte film yapmışlardır. Sonrasında ilk kez ve tek yönetmenli filmleri, Vittorio’nun ölümünde sonra Paolo’nun yöneteceği “Elveda Leonora”  (2022) olacaktır.

“Elveda Leonora”, “Kaos”u çekerken öykülerinden yararlandıkları oyun yazarı/yazar Luigi Pirandello’nun “Il chiodo/Çivi” adlı novella uyarlamasıdır.

                                               Babam ve Ustam / Padre Padrone

Bu pazar günü yazısının esin kaynağıysa, önceki yazımda (Fırtına pişirmek) adı geçen “Padre Padrone/Babam ve Ustam” filmi nedeniyle bu büyük yaratıcı kardeşleri hatırlatmak oldu… “Babam ve Ustam” filmi için sorulduğunda “Bu filmi çekmeye karar verme nedenimiz bu biyografik hikayeden büyülenmiş olmamız.” açıklamasını yaparlar. 

“Koyunlarıyla birlikte on sekiz yaşına dek sessizlik içinde, tek başına dağda yaşayan ve okuma yazması neredeyse olmayan yoksul çoban Gavino askere alınıyor, ordudayken, ders çalışıyor-lise diploması alıyor ve dil bilim uzmanı oluyor…” 

“Babam ve Ustam” gösterildiğinde filme eleştirmen övgüleri yoğundur: “…o güne dek bilinçli yapılmış tek animistik film… ses bu filmdeki Ekspresyonist unsur" açıklaması yapan Pauline Kael haklıdır. Kimseyle konuşamayan Gavino, doğanın fısıltılarını ya da çığlığını, koyun hırsızlarının varlığını kulağına gelen seslerle öğrenir. Bir başka ses daha vardır ki onu büyüler, çalmasını bilmese de iki kuzu ile takas edeceği akordeon sesi. “Ve akordeon onun baba-efendisine karşı sinsi ve ilk meydan okuması” olacaktır.

PİRANDELLO ÖYKÜLERİ İLE KANATLANMAK

“Kaos” (1984) filmine gelince, görüntü yönetmeni Guiseppe Lanci “Marco Bellocchio, Tarkovsky ile filmler çektim. İç mekana ağırlık veren filmler. Gölgeler. Taviani kardeşlerle Kaos çekiminde kameranın doğaya açılışını fark ettim. Dış mekanda, Sicilya güneşi altında gün ışığında çalışmak harikaydı.” Evet, ama Pirandello'nun 19. yüzyıl köy yaşamına kurgulanan dört öyküsünden uyarlanan “Kaos”, bir eleştirmen görüşüyle “muhtemelen aynı türdeki hayal uçuşunun en başarılı örneği” de olacaktır…

İlk hikaye olan "Öbür Oğul”, Amerika’ya göç eden ve kendilerini unutturan iki oğluna sürekli yanıtsız mektuplar yazan annenin, yanı başındaki oğluna Garibaldi isyanı günlerinde kocasının öldürülüşündeki rolü nedeniyle uzak, hatta nefret dolu oluşunun hikayesiydi.

“Ayın Büyüsü” köy dışında yaşayan yeni evli bir çiftin trajik hikayesini anlatır. Dolunay gecelerinde kocasının vahşi, kurt benzeri değişiminin korkusuyla kendini eve kapatan ve bir zamanlar sevdiği Saro’yu çağırarak, uzun süren saatlerde baş başa kalmayı arzulayan, ama gerçekleştiremeyecek genç kadının trajedisidir.

                           Kaos filminin çekiminde Franco Franchi ve Cicio Ingrassia, Paolo ve Vittorio Taviani

Küp” tam bir kara komedi, bir zamanların ünlü güldürü ikilisi Bıdık ile Düdük ya da Yavru ile Kâtip, "Franco Franchi ve Cicio  Ingrassia” oynamaktadır. Yoksul Franchi gizemli bir şekilde çatlayıp kırılan bir insan boyundaki devasa küpü tamir etmesi için zengin ve cimri çiftlik sahibince çağrılır, ancak tamir bittiğinde içinde kaldığı fark edilecektir. Küp sahibinin ise onu kurtarmaya hiç de niyeti yoktur.

Dördüncü hikaye olan “Requiem”de ölen annelerini gömmek için yıllar önce yerleştikleri toprakta mezar açmalarına izin verilmeyen köylülerin toprak sahibiyle öfkeli çatışması anlatılır.

"Anneyle Konuşmak" başlıklı “sonsöz”de yazar Pirandello vardır. Çoktan ölmüş annesiyle düşsel konuşmalar yapar, çocukluğu yanı sıra annesinin gençlik yılları gözlerinde canlanırken, bu şiirsel bölüm yazarın en derininde yatan yaratıcılığı da algılamamızı sağlar.

GÜNAYDIN BABİL!

“Yaratıcı” sözcüğü ister istemez beni yine hayran olduğum filmlerinden (1987) “Günaydın Babil”e götürecektir.

İlki Taviani’lerin zaten filmlerinin temsil ettiği “yaratıcılığa”… İkincisi usta zanaatkar ama duvarında çalıştıkları katedral tamamlanınca işsiz kalan ve Amerika’ya göç eden iki kardeş Nicola ve Andrea Bonanno’nun kanıtladığı…

Ünlü yönetmen D. W. Griffith’in çekmekte olduğu “Hoşgörüsüzlük” filminin Babil sahnesi dekoru için yaptıkları fil tasarımı -Griffith’in yaratıcılığını alt eden- “İtalyan yaratıcılığı”nın kanıtı olacaktır…

Griffith’ın 3,5 saatlik Hoşgörüsüzlük (1916) filmindeki dört hikâyeden biri olan Babil'in Yıkılışı'nın setindeki filler.

Paolo Taviani şöyle diyecektir: “Bize önce görüntüler geldi. Kitaptan alınmış hikaye değil, sadece görsel anlatı unsuru imgeler. Gelenler nedir? Bir fil, yapılmakta olan bir katedral, kardeşlerin Amerika’da güvencesiz işlerde zorlanmasının görüntüleri ve sonunda Hollywood’a ulaşmaları… Sözünü ettiğimiz Hollywood, Hollywood filmlerini izlerken hayal gücümüzde yer eden Hollywood.”

Nazilere karşı İtalyan direnişi hakkında bir film yapmak istiyorlardı… Sanırım Taviani kardeşler için “özel bir yerde” olan filmleri San Lorenzo Gecesi (1982), İkinci Dünya Savaşı, Toskano-San Martino köyünde yaşadıkları, geri çekilirken yok eden Nazilerden olabildiğince uzakta olmak yerine kiliseye sığındıkları günlerin hikayesidir.  Vittorio, “Savaşı bizzat yaşadık. Bodrumdakilerden biri de bizdik. Oradan kaçtık, amacımız Amerikalı kurtarıcıları bulmaktı…” diyecektir. Kayan yıldızları izleyen annenin, küçük kızının uykuya dalmasını sağlamak için anlattıkları yaşadığı zor ve acı günleri hatırlamasına neden olur.

Vittorio: “1944 yılıydı, savaşın şiddetinin devam ettiği günler, on üç yaşındaydım. Biz tepeden tepeye gezip Amerikalıları ararken San Martino’da neler yaşandı, onu anlatmak istedik. Arkamızda bıraktığımız, katedralde ailelerimiz, arkadaşlarımız ölüyordu…”

Paolo öncesinde ailesinin başına gelen olayı anlatır: “Faşizm düştüğünde kutlamak için evde kadeh kaldırdık. Bir faşist bunu öğrendi ve dedi ki, 'Tavianiler o kadehin bedelini ödeyecek!' Bu nedenle evimiz herkesin önünde bomba konarak patlatıldı. Kimin faşizm karşıtı olduğunu sordular, babam avukat Tavani’yi gösterdiler.”

                                              La notte di San Lorenzo, Taviani Kardeşler, 1982

KURŞUN DEĞİL MIZRAKLAR ÖLDÜRÜR

Hep merak ederdim, olaylar 1944 yılında geçiyor, ama faşist genci öldüren tüfekten çıkan kurşunlar değil, mızraklardı… Üstelik şimdiki zamanda-binlerce yıl önceki giysileri içindeki Romalı askerler tarafından atılmıştı. Meğer kaynağı çocukluğunda okudukları bir kitaptan (La Scala d’oro, 1932-1945 yılları arasında illüstrasyonlu yayımlanmış), belleklerinde kalan Romalı asker görüntüleriymiş.

“Hektor ve İlyada ile ilgiliydi. Küçük kız gerçeklikten hayale, büyükbabasını anlattığı İlyada’dan esinlenen fanteziye geçerek gerçeği onun gözlerinden görmemize olanak verdi.”

Gerçek, ortak Alman yapımcıları ürkütür, ortaklıktan ayrılırlar.

“Paramız yoktu ve İtalya'nın çoğu kez yaşanan en kasvetli günleri sürüyordu. Sonra hatırladık ki İlyada ve Odysseia Yunanistan'ın kahramanlık günlerinde değil, çöküş zamanlarında yazılmıştı. İlyada ve Odysseia destanı, şiirleri 'Kim olduğumuzu unutmayalım' dercesine yazılmıştı.”

SEZAR NİÇİN ÖLMELİ?

Son ve önemli filmleri Sezar Ölmeli ile Berlin film festivalinde Altın Ayı kazanırlar; “…bu filmle kendi başlangıcımıza döndük…” diyorlardı, kanımca Brecht’in “Benim yapıtlarımın anahtarı naivete’dir” açıklamasını dikkate alarak.

                                 Oyuncuları gerçek mahkûmlar / Sezar Ölmeli / Cesare deve morire (2012)

Vittorio "Filmde Shakespeare'le ilgisi olmayan her şey mahkumların bize anlattıklarıydı." diyecektir "Her şey performanstı. Her şey senaryoydu. Bu bir film. Tuhaf bulunan bir film, evet ama yine de bir film.”

Mike Leigh başkanlığındaki  Berlinale jürisinin de ödülle onayladığı gibi ‘harika’ bir filmdi, hadi ekleyeyim epik bir film.

Ve Taviani kardeşler de ‘naivete’yi,  hatta  “İnsanlar arası olaylar -toplumsal ilişkilerden oluşan bir örgü-, olaylar gerisinde olaylar?” başlığı altında diğer Brecht önermelerini de ‘metne karşı mesafeli’ anahtar yapmışlardı.

Shakespeare'in Jül Sezar oyunu için biraya gelen Rebibbia Hapishanesinin çoğu eski Mafya ve Camorra tetikçisi mahkumların yaşayışına altı ay boyunca tanıklık yapan ve iç dünyalarını ortaya çıkaran yalın bir anlatımı ekrana taşırlar. Gösteri biter, alkışlar sona erer. Daha sonra oyuncular 'evlerine', geride kalanlar da daha uzun yıllarını geçireceği duvarlar arasına geri döner.

Taviani kardeşler ustaca bir şey yapmıştır, gerçekte izleyiciyi de duvarlar arasına göndermiştir.

Sevgili Paolo ve Vittorio, tarihi siz yazdınız!

Limonlu Spagetti

Taviani kardeşlerin mutfak ile ilişkisi üzerine bir şey okuyamadım. Ama Taviani adını taşıyan birkaç restoran vardı. Örneğin, Michelin rehberinde adı geçen Taviani - La Bottega e l’Osteria ya da Osteria Taviani gibi. Osteria Taviani mutfağının kökleri Toskana geleneklerine sıkı sıkıya bağlı olan (kızarmış biftek gibi) et yemeklerine odaklanan (birkaç balık, av etleri seçeneği de olsa da) modern ve lezzet dolu bir mutfak olduğu belirtilmiş. Ama ben basit, hafif ve ekonomik bir spagetti tarifi vermeyi tercih ettim.

350 gr Spagetti

1 adet limon

1 diş sarımsak

1 yemek kaşığı sızma zeytinyağı

1 yemek kaşığı taze kıyılmış maydanoz

7 su bardağı su

1/2 yemek kaşığı tuz

Limon kabuğunu rendeleyin, tereyağı erittiğiniz tavaya sarımsak, limon suyu ile birlikte ekleyin. Tencerede diri kalacak şekilde spagettiyi tuz koyarak haşlayın, süzün ve tavaya aktarın, bir miktar spagetti suyu ile birlikte pişirin. Not: Dilerseniz 3 yemek kaşığı pecorino romano (ya da parmesan), karabiber ya da krema, tavada tereyağında pişirilmiş karides vb. ekleyerek de servis yapabilirsiniz.

Oğuz Makal / duvaR 



'SİHA'yı ABD vurdu' diyemeyen Fidan, Blinken'la görüştü: 'Düşürülmesi mekanizmayı etkilemeyecek' + Dışişleri geri bastı: 'ABD vurdu' diyemedi, 'Bir SİHA kaybedilmiştir' dedi

'SİHA'yı ABD vurdu' diyemeyen Fidan, Blinken'la görüştü: 'Düşürülmesi mekanizmayı etkilemeyecek' (soL)

ABD Dışişleri Bakanı'yla görüşen Fidan, Suriye'de SİHA'nın düşürülmesinin iki ülke arasındaki çatışmasızlık mekanizmasını etkilemeyeceğini söyledi. Dışişleri, SİHA için 'ABD düşürdü' diyememişti.

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, bugün ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken'la telefonda görüştü.

Görüşmeye ilişkin Bakanlık'tan yapılan bilgilendirmede, Fidan'ın "bir müttefik" olarak ABD'nin Suriye'nin kuzeyindeki YPG'yle birlikte çalışmaktan vazgeçmesi gerektiğini "kuvvetli" ifadelerle Blinken'ın dikkatine sunduğu ve Türkiye'nin Irak ve Suriye'deki "terörle mücadele" operasyonlarının "kararlı bir şekilde" devam edeceğini belirttiği aktarıldı. 

Bilgilendirmede, "Görüşmede, Türkiye’nin bölgede devam etmekte olan operasyonları çerçevesinde, Irak ve Suriye’de bulunan Amerikan güçleriyle aramızdaki çatışmasızlık mekanizması da gündeme gelmiş, bir Sihamızın düşürülmesi bağlamında sözkonusu mekanizmanın terörle mücadelemize engel teşkil etmeyecek şekilde etkin çalıştırılması konusunda mutabakata varılmıştır" ifadelerine de yer verildi. 

Ayrıca iki Bakan'ın NATO'nun genişlemesini ele aldıkları öğrenildi. 

Dışişleri, SİHA için ABD'ye tepki göstermemişti

Suriye'de Türkiye'ye ait bir silahlı insansız hava aracının (SİHA) düşürülmesine ilişkin ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon) bir açıklama yapmıştı. 

Pentagon, ABD birliklerine yarım kilometre yaklaşan Türk SİHA'sını "meşru müdafaa" kapsamında F-16 savaş uçaklarıyla vurduklarını resmi olarak duyurmuştu.

Pentagon açıklaması sonrası Milli Savunma Bakanlığı'ndan (MSB) herhangi bir açıklama gelmezken Türkiye Dışişleri Bakanlığı bugün öğle saatlerinde çok ılımlı bir açıklama yapmış ve SİHA'nın ABD tarafından düşürüldüğünü doğrulamıştı.

ABD Savunma Bakanlığı'nın açıklamasını Milli Savunma Bakanlığı'nın değil Dışişleri'nin doğrulaması, düşürülen SİHA'nın TSK'ya değil MİT'e ait olabileceği fikrini kuvvetlendirmişti.

Öte yandan, Dışişleri'nin SİHA'nın "kaybının" tarafların farklı teknik değerlendirmelerinden kaynaklandığını öne sürmesi dikkat çekmişti.

Daha önce Suriye'nin kuzeyinde YPG'nin kontrolündeki enerji tesislerini de "meşru hedefimiz" diye niteleyen ve ABD'yi kastederek "üçüncü taraflar"a bu hedeflerden uzak durmaları çağrısı yapan Hakan Fidan'ın bakanlığından yapılan açıklamada ABD'nin SİHA'yı düşürmesine tepki gösterilmemişti.

Bakanlık SİHA'nın ABD tarafından düşürüldüğünüyse şu ifadelerle doğrulamıştı:

"Operasyon esnasında üçüncü taraflarla işletilen çatışmasızlık mekanizmasındaki farklı teknik değerlendirmeler nedeniyle bir SİHA kaybedilmiştir. İlgili taraflarla çatışmasızlık mekanizmasının daha etkin işletilmesi yönünde gerekli tedbirler alınmaktadır." 

                                                               /././

Dışişleri geri bastı: 'ABD vurdu' diyemedi, 'Bir SİHA kaybedilmiştir' dedi (soL/Özel)

ABD Türk SİHA'sını düşürdüğünü doğruladı. Türk Savunma Bakanlığı "Bize ait değil" dedi, çekildi. Dışişleri "bize ait" dedi, "teknik farklılıklar" dedi, ABD düşürdü diyemedi.

Suriye'de dün ABD F-16 savaş uçağının bölgede "operasyon" düzenleyen Türkiye'ye ait SİHA'yı düşürmesinin ardından taraflardan gelen ılımlı açıklamalar dikkat çekiyor.

Olayın akışı: ABD basına sızdırdı, Türkiye'de bakanlıklar topu birbirine attı, sonunda Dışişleri geri bastı

Olay, ABD kaynaklarının Washington Post gazetesine konuşmasıyla ilk olarak duyuldu. Haberin ayrıntıları, kaynakların hesaplı ve kontrollü konuştuğuna işaret ediyordu, zira haberde ABD'li kaynaklar yalnızca "Suriye'de ABD tarafından vurulan SİHA'nın Türkiye'ye ait olduğunu" söylemekle kalmadı, "ABD tarafının imhadan önce SİHA'nın Türkiye'ye ait olduğunu bildiğini" de özellikle belirtti.

Washington Post'ta olayın bu şekilde duyurulması, açıkça Türkiye'ye mesaj niteliğindeydi. Ankara'da yaşanan saldırının ardından 4 Ekim'de Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Suriye'ye yönelik operasyon yapılacağını duyurmuş, ABD'yi ima ederek üçüncü tarafların çekilmesini istemişti. ABD, ertesi gün Türk SİHA'sını vurarak bu çıkışa yanıt verdi.

Olayın Amerikan basınında çıkmasının ardından Türkiye'nin Milli Savunma Bakanlığı kaynakları, ABD'nin düşürdüğü SİHA için "Bize ait değildir" dedi. Açıklama önce "Türkiye'ye ait değildir" diye yorumlandı, ancak birkaç sözcükten ibaret açıklamanın "TSK'ya ait değil" anlamına gelebileceği anlaşıldı.

Daha sonra Pentagon bir açıklama yapıp ABD birliklerine yarım kilometre yaklaşan Türk SİHA'sını "meşru müdafaa" kapsamında F-16 savaş uçaklarıyla vurduklarını bu kez resmi olarak duyurdu. Pentagon Sözcücü Ryder "Türkiye'nin kasıtlı olarak ABD güçlerini hedef aldığına dair elimizde hiçbir belirti yok" dedi ve olayı "üzücü bir hadise" diye niteledi. 

Ancak Ryder SİHA düşürülmeden önce iki ülke arasında "birden fazla seviyede birden fazla iletişim kanalının" kullanıldığını da sözlerine ekledi.

Milli Savunma Bakanlığı dün Suriye'nin kuzeyine düzenlediğini açıkladığı hava harekatlarının saat 23.00'te başladığını duyurmuştu. Ancak gün içinde Suriye'nin kuzeyine yönelik MİT'in hava operasyonları düzenlediği haberleri ajanslarca geçildi.

Pentagon açıklaması sonrası MSB'den herhangi bir açıklama gelmezken Türkiye Dışişleri Bakanlığı bugün öğle saatlerinde çok ılımlı bir açıklama yaptı ve SİHA'nın ABD tarafından düşürüldüğünü doğruladı.

ABD Savunma Bakanlığı'nın açıklamasını Milli Savunma Bakanlığı'nın değil Dışişleri'nin doğrulaması, düşürülen SİHA'nın TSK'ya değil MİT'e ait olabileceği fikrini kuvvetlendirdi. 

Öte yandan, Dışişleri'nin SİHA'nın "kaybının" tarafların farklı teknik değerlendirmelerinden kaynaklandığını öne sürmesi dikkat çekti.

Daha önce Suriye'nin kuzeyinde YPG'nin kontrolündeki enerji tesislerini de "meşru hedefimiz" diye niteleyen ve ABD'yi kastederek "üçüncü taraflar"a bu hedeflerden uzak durmaları çağrısı yapan Hakan Fidan'ın bakanlığından yapılan açıklamada ABD'nin SİHA'yı düşürmesine tepki gösterilmedi.

Bakanlık açıklamasında Ankara'da 1 Ekim'de düzenlenen saldırı hatırlatılarak Irak ve Suriye'de "PKK/YPG"ye yönelik TSK ve MİT tarafından kapsamlı operasyonlar başlatıldığı, bu kapsamda dün Suriye'nin kuzeyinde çok sayıda hedefin "imha edildiği" belirtildi.

Bakanlık SİHA'nın ABD tarafından düşürüldüğünüyse şu ifadelerle doğruladı:

"Operasyon esnasında üçüncü taraflarla işletilen çatışmasızlık mekanizmasındaki farklı teknik değerlendirmeler nedeniyle bir SİHA kaybedilmiştir. İlgili taraflarla çatışmasızlık mekanizmasının daha etkin işletilmesi yönünde gerekli tedbirler alınmaktadır.

Sözkonusu hadise, devam etmekte olan operasyonun icrasını ve tespit edilen hedeflerin vurulmasını hiçbir şekilde etkilememiştir.

Irak’ta yapıldığı gibi, terör örgütünün Suriye’de geliştirdiği tüm yetenek ve gelir kaynakları sistemli bir şekilde yok edilmeye devam edilecektir."

İktisadi Bağımsızlık Müzesi neyi gizliyor? - Erhan Nalçacı / soL

 

Müze bağımsız bir ulus oluşumunu sağlayan sınıfla ülkeyi bağımlı hale getiren ve çürüten sınıfın tarihsel sürekliliğini de gizliyor.

Türkiye İş Bankası tarafından 2019’da açılan İktisadi Bağımsızlık Müzesi Cumhuriyet’in 100. yılı nedeniyle kıymete bindi, ben de geçenlerde gezebildim.

Hem Ulus’taki tarihi İş Bankası binasını, hem de müzedeki belgeleri görmek için ziyaret etmeye değer. Örneğin fotoğrafını çektiğim aşağıdaki belgeyi ilk defa bu müzede görme şansım oldu. 3 Kasım 1923 tarihli resmi gazetede Cumhuriyet ilan ediliyor, ortada Mustafa Kemal, yanlarda ise o zamanki devlet başkanlarının fotoğrafları yer almış, solda yukardan aşağıya ikinci Lenin. 

1970’li yıllarda TRT haberlerindeki arkadaki dünya resminde bile Lenin silueti gören anti-komünist akıl bozukluğu yaşayanların yetiştiği ülkemiz için şaşırtıcı bir an. 

Fotoğraf 1: Türkiye İş Bankası Müzesinde belge olarak sergilenen 3 Kasım 1923 tarihli resmi gazete. Gazete Cumhuriyet’in ilanını kesinleştirirken yan tarafa Lenin’in fotoğrafını koymuş.

Ancak müzeyi bir ideolojik kalkan olmadan gezerseniz hapı yuttunuz demektir. Sonuçta Türkiye sermaye sınıfı bugün gerçeği çarpıtma ve yalan söyleme konusunda çok ustalaşmış hilekâr bir sınıftır. Düzeltilmesi gereken çok şey var ama biz bu yazıda esas iki noktaya değineceğiz.

Yalnız burada İş Bankası’na yüklendiğimiz sanılmasın, Türkiye işçi sınıfı siyaseti uzun bir zamandır, sermaye sınıfını iyi veya kötü diye bölmelere ayırmıyor, tümünü karşısına alıyor.

İlki, Müze Türkiye’nin bağımsız bir cumhuriyet haline gelmesinde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nin etkisini el çabukluğu ile görünmez hale getiriyor.

1923’te Cumhuriyet ilan edildiğinde Türkiye Osmanlı’nın dev dış borçlarını devralmak zorunda kalmış, nadir sanayi, maden ve alt yapı tesisleri yabancıların elinde olan geri kalmış bir tarım ülkesiydi.  

1923 Devrimi bu koşullarda iktisadi olarak bağımsız bir ülke inşası için uğraştı ve mücadele etti. Emperyalist devletlere karşı verilen bu mücadele günümüze göre çok geri olmasına rağmen sosyalist bir cumhuriyetin kuruluşu için esin kaynağı olabilecek deneyimlere işaret ediyor.

1908 Devriminin şansızlığı emperyalist devletlere karşı destek alabileceği dünyada bir sosyalist devletin bulunmamasıydı. Türkiye Cumhuriyeti ise bağımsızlık mücadelesinde sağlam bir dost buldu arkasında.

Lozan ve Montrö Antlaşmalarında emperyalizme karşı Sovyetlerin verdiği diplomatik desteğin önemini biliyoruz. Ayrıca Cumhuriyet’in kurucuları kendileri sosyalizme karşı olmalarına rağmen emperyalist devletleri diğer tarafa kayma tehdidi ile dengelemeyi bildiler.

Müze’de Lenin fotoğraflı gazete dışında Sovyetlerin Türkiye’nin bağımsızlığı konusundaki rolüne ilişkin tek kelime edilmiyor, tek belge sunulmuyor. Bu sessizlik bir yalana dönüşüyor.

1923-1930 yılları arasında milli burjuvazi yaratma politikası sonucunda sermaye sınıfı bir miktar palazlandı. Ancak kolay kazancın kokusunu alan bu sınıf yabancı malların ithalatı üzerinden para kazanmayı tercih ediyor, devletin içinden aldığı tüyolarla hızlıca zenginleşiyordu. 1929 Bunalımına giren dünyada ülkenin bu şekilde sanayisiz ve ithalata bağımlı kalması mümkün değildi.

Burjuva hükümetleri o yıllarda ufuksuz tekil sermayedarlara karşın bir üst akılla davranıyordu. Türkiye’nin hızlıca sanayileşmesi gerekiyordu, aksi takdirde herşey üstlerine kapaklanacaktı.

Devletçi model bu şekilde devreye girdi. İsmet İnönü geniş bir heyet ile 1932’de Sovyetler Birliği’ni iki hafta süresince ziyaret etti. Olağanüstü şekilde ağırlandılar. Stalin’in liderliğindeki Merkez Komite toplantısına katıldılar, heyetin şerefine Moskova Büyük Tiyatrosu’nda klasik müzik konseri verildi, İnönü Kızıl Meydan’da 1 Mayıs törenini izledi.

Fotoğraf 2: İsmet İnönü 1932 1 Mayıs’ında Kızıl Meydan’da Sovyet Hükümeti üyeleriyle birlikte 1 Mayıs törenini izliyor. “Umarım beni burada gören olmaz” diyen bakışları kaçırılacak gibi değil.

Sonuçta Sovyetler Birliği ülkenin sınıfsal konumunu çok iyi bildiği halde büyük bir cömertlikle el uzattı. Sekiz milyon Rublelik bir kredi anlaşması yaptılar. Faizsiz ve malla yıllar içinde geri ödemeye dayanıyordu. Ayrıca planlama için Sovyet uzmanları Türkiye’ye geldiler, tekstil, demir-çelik, kağıt, çimento, cam ve kimya ürünleri üretecek sanayinin kuruluşunu önerdiler. Türkiye Sovyetler Birliği’nden sonra planlı ekonomiye geçen ilk ülke oldu.

Sümerbank 1933’te bu kredi ile kuruldu. Fabrikalar ve sosyal tesisler bir üretim birimi olarak Sovyet mühendislerinin katkısıyla inşa edildi.

Bu fabrikalarda spor sahası, sinema salonu, lojman, sağlık tesisi de bulunuyor, fabrikalarda işçilerin kurduğu orkestralar işçilere klasik müzik çalıyordu.

Şimdi sömürücü alçakların sadece fabrikaların yanına cami inşa ettiğini düşününce tarihimizi unutmamanın önemi daha iyi anlaşılıyor.

Sümerbank ve planlı kalkınma yıllarına burada tekrar dönmeliyiz.

Şimdi müzede ikinci saklanan gerçeğe değinelim.

Türkiye’nin bağımsızlığını sağlayan sınıfla bağımsızlığını kaybetmesine neden olan sınıf kategorik olarak aynıdır .

Nasıl bir nehire iki kez girilmezse, bir ülkedeki aynı burjuvaziye karşı iki kez dövüşülmez. Çünkü sürekli bir değişim içindedir, ister sermaye birikimi, ister dünyadaki politik durumun değişmesi, ister işçi sınıfının siyasi gövdesinin büyümesi deyin, burjuvazinin karakteri değişir.

Müze bağımsız bir ulus oluşumunu sağlayan sınıfla ülkeyi bağımlı hale getiren ve çürüten sınıfın tarihsel sürekliliğini de gizliyor. Köşe yazısında ele alma şansı çok az ama özellikle 2. Dünya Savaşı sonrası ABD hegemonyasına girilmesi ve onun peşinden giderek bağımlı bir ülke haline gelmenin hikâyesi çok ibret vericidir.

Şimdi Müze’de yer alan aşağıdaki fotoğrafa bakalım. 

Fotoğraf 3: 1950’lerden sonra piyango çekilişi ile mevduat sahiplerini bir seferde zengin etme iddiası taşıyan reklam panosu.

İş Bankası mevduat sahipleri arasındaki bir çekilişte bir seferde 20 milyon TL vaat ediyor. Hiç zahmetsiz bir emekçi bir anda köşeyi dönecek.

Sermaye sınıfı sadece ülkeyi bağımlı hale getirmedi, aynı zamanda emekçi halkın ahlakını bozmayı da denedi. Bunu ne kadar başardıklarına okuyucu karar versin. 

Erhan Nalçacı / soL


Domates güzelini bilemeyen atanamaz! - Sultan Uçar / SÖZCÜ

 


Öğretmenlere mülakatta, “Yeşilçam’da, Domates Güzeli diye tanınan sanatçı kim?” “Reis sana kimi hatırlatıyor?” diye soruldu. TDK’daki karşılığıyla, “Reis, küçük tekne kaptanı, başkan” diyen ile “Domates Güzeli Ayşen Guruda”yı bilemeyenler elendi.

Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin'in, “Siz, nasıl çocuğunuzu bir okula yazdırırken öğretmeni görüyorsanız, ben de size mahcup olmamak için istihdam ettiğim öğretmeni görmek zorundayım” dediği mülakat, AKP ve MHP oylarıyla kaldırılmadı. Öğretmenler, 3 jüri önünde, ilk kez kamera kaydı alınarak, 45 dakika mülakata girecek.

2013-2018 yılları arasında Tekin, MEB müsteşarıydı. Mülakat sınavı, 17 Nisan 2015'te Resmi Gazete'de yayınlanan, Milli Eğitim Bakanlığı Öğretmen Atama ve Yer Değiştirme Yönetmeliği'ndeki değişiklikle getirildi. Sınav ilk kez 2016'da yapıldı.

SORULAR İNCELENDİ

Mülakat sınavı yapılan son 8 yıldaki soruları, sınava giren öğretmen adayları derledi. Uzman Eğitimci Alaaddin Dinçer, analiz etti. Soruların, siyasi, ideolojik ve trajikomik olduğu ortaya çıktı.

UZMAN GÖRÜŞÜ

                                          Eğitim Uzmanı Alaaddin Dinçer

“Sorular akla ziyan”

MEB'in, mülakatla ilgili belirlenmiş bir soru standardı veya soru bankası yok. Sorular içerik ve nitelik olarak, tartışmaya açık olup, objektiflikten uzaktır. Öğretmeni ölçmekten çok, eleme amacı taşıyor. Genel Kültür adı altında, akla ziyan sorular soruldu. Domates Güzeli kim? diye bile sordular. Öğretmenlik mesleğiyle alay ediliyor.”

DENGELER BOZULDU

“Türkiye'de öğretmen yetiştirme sisteminde arz talep dengesi bozuldu. Eğitim fakültesi öğrencileri, eğitime odaklanmak yerine, tüm zamanlarını KPSS hazırlığıyla geçiriyor. 2023 YKS'ye başvuran öğretmen lisesi mezunlarının sayısı 4 bin 500'e düştü. Eğitim fakültelerine ise 42 bin kontenjan ayrıldı.”

PUAN ORTALAMASI ŞART

“Mevcut haliyle, mülakat sınavı öğretmen yetiştirme sistemini de bozdu. Öğretmen atamasında; KPSS puanının yüzde 50'si, staj puanının yüzde 20'si, okul bitirme puanının yüzde 30'u alınmalı. Asıl mesele mülakat değil, öğretmen yetiştirme sistemi.” dedi.

Öğretmenlere mülakatta sorulan eğitim mevzuatı dışı bazı sorular:

YEŞİLÇAM'A OYUNCU MU SEÇİYOR SUNUZ?

■ Çöpçüler Kralı filminde Kemal Sunal'ın adı ne? Apti Şakrak

■ Yeşilçam'da, ‘Domates Güzeli' diye tanınan sanatçı kim? Ayşen Gruda

■ Pikachu karakterinin yer aldığı çizgi filmin adı ne? Pokemon

■ Selvi Boylum Al Yazmalım eseri kimin? Cengiz Aytmatov

■ Esaretin Bedeli filmindeki siyahi karakter kim? Morgan Freeman

ELON MUSK SORULDU

■ Barış Manço'nun, “Gülpembe” şarkısı hangi albümde? Sözüm Meclisten Dışarı

■ Metalica, Nirvana grupları hangi türde müzik yapıyor? Rock

■ The Beatles grubunun öldürülen üyesi kim? John Lennon

■ Uzaya araba gönderen ilk kişi kimdir? Elon Musk

■ Erozyon Dede'nin adı ne? Hayrettin Karaca

CUMHURBAŞKANININ SIR KÜPÜ UNUTULMADI

■ Cumhurbaşkanlığı özel kalem müdürü kim? Hasan Doğan

■ Binali Yıldırım'ın, İBB başkan adayı olmadan önceki görevi ne? Başbakan

■ Dondurmasıyla ünlü şehrimiz hangisi? Kahramanmaraş

■ Aktarmalı uçuş nedir? Hedef yere ulaşmak için yolcu aktarması

■ Tac Mahal kimin adına yapılmıştır? Babür İmparatoru Şah Cihan'ın eşine

■ Atatürk'ün naaşı ilk olarak nereye defnedildi? Etnografya Müzesi

■ Atatürk, Anıtkabir'e hangi yıl defnedildi? 1953

TUZAK SORU: GEZİ!

■ Gezi nedir? Gezi olaylarını hatırlayan, eleniyor.

■ Köpekle deney yapan bilim adamı kim? Pavlov

■ Dönüşüm kitabının kahramanı kim? Böcek Samsa

■ NBA'de oynayan ilk Türk basketbolcu kim? Mirsat Türkcan

■ Uğur Şahin nereli? İskenderun, Hatay

■ Futbol topunun ağırlığı ne kadar? 410-450 gr

■ Satrançta kaç kare vardır? (64)

REİS KİMİ HATIRLATIYOR?

■ Reis sana kimi hatırlatıyor? Cumhurbaşkanı Erdoğan.

■ Başkomutanımız kim? Cumhurbaşkanı Erdoğan.

■ 15 Temmuz süreci senin için ne anlam ifade ediyor?

■ 15 Temmuz hain darbe girişi sence neden başarısız oldu?

■ Fırat Kalkanı operasyonunu nasıl değerlendirirsiniz?

■ İstanbul'daki 3. köprünün adı ne? Yavuz Sultan Selim.

MAKLUBE YEDİN Mİ?

■ Kuran-ı Kerim'in sayfalarını toplattıran halife kim? Hz. Ebubekir

■ Osmanlı'da ilk halife kim? Yavuz Sultan Selim

■ Şairlerin efendisi kim? Necip Fazıl Kısakürek

■ Mehmet Akif Ersoy hangi apartmanda öldü? Mısır Apartmanı

■ Maklube ne? Yedin mi? FETÖ terör örgütüyle özdeşleşen yemek.

ALLAH'IN VARLIĞINI KANITLA!

Muş'ta mülakata alınan yabancı dil öğretmenine iddiaya göre, “Değerler eğitimini nasıl verirsin?”, “Öğrettiklerini dinimize bağlıyor musun?” diye soruldu. Öğretmen, “Herkes istediğine inanır” dedi.  Jüri, “Allah rızası için öğrettiğin konuları dine bağla” diye önerdi. “Çocuklara hiç ilahi öğrettin mi? Dini çizgi film izlettin mi? Hiç mevlit dinledin mi? Allah'ın varlığını bize kanıtla?” soruları da sıralandı. Eğitim iş Sendikası, bu mülakatın iptali için dava açtı.

 Sultan Uçar / SÖZCÜ

 


Öne Çıkan Yayın

MOSSAD Devleti + Seçmece gazeteciler!! -Ayşenur Arslan /halkTV-

MOSSAD Devleti  Anadolu Ajansı’nın ne zaman kurulduğunu biliyor musunuz?  6 Nisan 1920. Millet Meclisi’nin açılışına daha günler vardır. Aja...