Gençlerin kaleminden Türkçülük (DOSYA) - soL / Özel

 

Çeşitli renkleriyle ırkçı akımlar tarihi baştan yazma, yeni efsaneler türetme çabasında. Beş genç yazar, bu eğilimi mercek altına aldı.

Türkiye toplumu arayışta. 22 yıllık AKP iktidarının sonunda geleceğe dair umutlarını büsbütün yitirmiş gençlik de arayışta.

Son dönemde bu arayışa yanıt vermeye çalışan akımlardan biri, Türkçülük.

Türkiye tarihini baştan yazmaya, kimi figürleri olmadıkları şekilde kahramanlaştırmaya, kimi aydınlarıysa çamura bulamaya çabalıyorlar. Bu çabalar, özellikle gençler arasında ilgi görüyor.

soL, konuya dair beş genç yazarın yazılarını yayımlıyor.

Türkçülerin Enver Bey merakı ve çelişkisi (FATİH BEYAZTAŞ-sol/görüş)

Türkiye toplumu arayışta. 22 yıllık AKP iktidarının sonunda geleceğe dair umutlarını büsbütün yitirmiş gençlik de arayışta.

Son dönemde bu arayışa yanıt vermeye çalışan akımlardan biri, Türkçülük.

Türkiye tarihini baştan yazmaya, kimi figürleri olmadıkları şekilde kahramanlaştırmaya, kimi aydınlarıysa çamura bulamaya çabalıyorlar. Bu çabalar, özellikle gençler arasında ilgi görüyor.

soL, konuya dair beş genç yazarın yazılarını yayımlıyor.

Enver şeriatçı değildi ama bir aydınlanmacı da değildi. Enver’i en uygun şu ifade edebilirdi: Enver, Avrupa'nın burjuva devrimlerinden ve fikirlerinden etkilenmiş ‘dinine bağlı bir meşrutiyetçi’ydi. 

1908'in Temmuz ayında, Makedonya'nın Köprülü Hükümet Konağı önünde meşrutiyetin ilan nutkunu okuduktan on gün sonra Selanik’e gelen Enver Bey'i, Talat Paşa "Hürriyet kahramanı" olarak selamlamıştı.1

Tarih, kusursuz kahramanlar yaratacak kadar pürüzsüz ve çelişkisiz değildir. “Enver” önemli bir kişiliktir ama bugün anlatılan ve anlaşılan anlamda bir kahraman değildir. Kahramanları ideolojiler ve anlatılar yaratır. 

Bu yazıda, bir kahraman olarak örnek alınan ve sembolleştirilen “Enver”i günümüz "seküler milliyetçileri" ve ülkücülerle olan ilişkisi üzerinden ele almayı amaçlıyoruz.

Seküler milliyetçi gençler ve sağcı MHP’liler çıkmazında

Sözcülüğünü "Jahrein", "Erlik" gibi sosyal medya fenomenlerinin yaptığı, “mülteciler” dışında pek az söz söyleyebilen bir toplam için konuşuyoruz.

Bunların Enver'i sürekli gündeme getirip paylaşmalarının “heyecan verici bir rol model” yaratmak dışında nasıl bir anlamı olabilir? “Enver”den ne anladıklarını biz pek anlayamıyoruz ancak bildiğimiz bir şey var: Bu toplamın AKP Türkiye’sinden rahatsızlıklarının karakteriyle Enver ve ekibinin Abdülhamit istibdadına karşı olan mücadelesi aynı kefeye konulabilecek şeyler olmaktan oldukça uzak.

Enver Avrupa’da eğitim gören Jön Türkler’den, Osmanlı aydınlarının hürriyet, eşitlik ve adalet fikirlerinden etkilenmişti. Enver, “aydınlanma neferi” demenin pek de mümkün olmadığı bir kişilikti.

Jön Türklerin en önemli temsilcisi, İttihadı Osmani Cemiyetinin kurucularından Tıbbiyeli Abdullah Cevdet, din ve ilerleme adına şöyle diyordu: “Biz ki, Müslüman damarlarına yeni bir kan akıtmak vazifesini alıyoruz. İlerici prensipleri bizzat İslam müesseselerinde aramalıyız.”

Öte yandan, Enver’i İttihat ve Terakki'den ayrı düşünmek de mümkün değildir. Fikirleri açısından kendisine seküler veya laik diyemesek de 1908’de Abdülhamit istibdadına, 31 Mart 1909 isyanının şeriatçılığına karşı mücadelesi ve düşmanlığı da ortadaydı. Özetle bu haliyle bile Enver (ve İttihat ve Terakki hareketi), MHP’nin ve ülkücü karşı-devrimcilerin sahiplenemeyeceği şekilde tarihin ileri yanındaydı.

Ama MHP için geçerli olan, “seküler milliyetçiler” için de geçerlidir. Enver şeriatçı değildi ama bir aydınlanmacı da değildi. Enver için en uygun kavram şu olabilirdi: Enver, Avrupa'nın burjuva devrimlerinden ve fikirlerinden etkilenmiş “dinine bağlı bir meşrutiyetçi”ydi. 

Bir tuhaf Enver belgeseli

Yani, ortada en iyi ihtimalle bir tuhaflık bulunuyor. Türkçü milliyetçiler neden Enver’e ihtiyaç duyuyor?

TRT Avaz’ın Enver için hazırladığı belgesel bunu özetliyor. 

Öyle bir Enver portresi yaratılıyor ki yalnızca Enver’den değil, dönemin tarihsel gerçeklerinden de bir o kadar uzaklaşılıyor. 

Yeni Osmanlıcı resmi ideolojinin bu belgeselindeki Enver’de ne Abdülhamit istibdadına karşı mücadelesi ne 31 Mart ayaklanmasının bastırılması ne de Sarıkamış faciası söz ediliyor.

Bu haliyle yalnızca Enver’e haksızlık edilmiyor. Böyle bir Enver yalnızca “Osmanlıcı” Türkçü tuhaflığın bir tür imaj tazeleme projesi anlamına gelebiliyor.2

Diğer Enver

Enver’in bir aydınlanmacı olmadığı aşikardır; hatta kendisi mistik ve batıl unsurları da olan ilginç bir İslamcı damara sahiptir. Belki de İttihat ve Terakki ekibinin Mustafa Kemal’e olan tavrının bir sebebinin de bu olduğunu düşünmek gerekir. 

Enver 1919 yılında bir mektubunda, kurmayı planladığı “İslam Birliği”nin amaçları ve içeriğinden bahsetmektedir.3

Kazım Karabekir, anılarından bir anekdotta Enver'in kendisine "Kaşımdaki beyaz noktanın cihangirlik işareti olduğunu söylüyorlar, ne dersin?” diye sorduğunu aktarır.4

Enver makam ve yükselme ihtirası olan bir kişilikti. Bu açıdan Napolyon’a benzetilirdi. Cemal Bey, bir yolculuk sırasında “Enver, sen artık Napolyon oldun” diyecektir. Belki de Afganistan’dan Kafkasya’ya kadar hayalini kurduğu cihan düşüncesinin arkasında bir Napolyon gülümsemektedir.
 
Balkan harbinde Edirne’nin alınmasından sonra 18 Aralık 1913’te Albaylığa, 19 gün sonra Tuğgeneralliğe yükseltiliyor. Aynı zamanda hem harbiye nazırı hem başkumandan vekili hem de Naciye Sultan’la evlenerek saraya damat olup imparatorluğun en güçlü adamı haline geliyor.

Harbiye Nazırlığına kendisinin oturması gerektiğine dair ısrarı İttihatçıların diğer iki önemli ismiyle de gerilim yaşamasına sebebiyet veriyor. Bu gerilim yakın çevresindeki fedai silahşör İttihatçıların da dahil olmasıyla Talat’ı tehdit edecek boyuta dahi gelebiliyor.5

Enver ayrıca Milli Mücadele’ye de önder olma arzusu içerisindeydi. Birinci Dünya Savaşı yenilgisinden sonra imparatorluktan kaçan Enver’in Bolşeviklerle kurduğu ilişki de bu arayışın ürünüydü. Bu süreçte Mustafa Kemal’e yazdığı ve direktifleri içeren mektupları ve Batum sınırında Anadolu’ya geçme planları yaparken arkadaşlarıyla olan konuşmaları bu durumun göstergesidir diyebiliriz.6

İttihatçıların ideolojik belirsizliği

Dönemin çok hareketli ve her an her şeye gebe olan atmosferi içinde Enver'in ve İttihatçıların ideolojik açıdan bir netliğe sahip olduğunu söylemek oldukça zor. İttihat ve Terakki yöneticileri hem iktidar olduğu dönem hem de tam anlamıyla iktidarı ele geçiremediği dönemlerde ideolojik pozisyonlarını günün koşullarına verdiği tepkiler üzerinden almıştı.

Sonuçta bugün Birinci Dünya Savaşı olarak adlandırdığımız büyük emperyalist paylaşım savaşına katılma süreci de hem bu dağınıklığın hem de net tavır alamama sürecinin ürünü olarak gelişmişti.

Bu “fırsatçı” düşünce geleneğinin izlerini Enver’in Sovyet Rusya - Orta Asya macerasında da görmek mümkündü.

Enver'in turancılığı dahi çoğunlukla tepkisel, Napolyonvari ihtiraslı maceracılığının ve arayışının bir yansımasıdır diyebiliriz. Aslında Enver’in, Osmanlı’dan kaçtıktan sonra turan arayışından ziyade İslam birliği peşinde olduğunu söylemek daha doğru olur. 

Birinci Dünya Savaşı yenilgisinin ardından gıyabında idam kararı verilen ve çeşitli badireler atlattıktan sonra Rusya'ya geçen Enver, Ankara’da Milli Mücadele kazanılmadan önce Sovyetlerle ilişkiler kurmuş ve “İslam İhtilal Cemiyeti” adında İslamcı bir teşkilat kurmuştu. Bu cemiyet vasıtasıyla Anadolu’ya müdahale etmeyi düşünüyordu.7 Amacı İngiliz emperyalizmine karşı Bolşeviklerin desteğiyle İslam Birliği kurmaktı. 

Hatta Eylül 1920’de Bakü’de toplanan Doğu Halkları Kurultayı’na Enver ve arkadaşları da katılmış ve Enver orada kendi bildirisini okutmuştu. Bu durum oradaki komünistler tarafından protesto edilmiş, Kurultay sıralarından “kurultaya değil, halk mahkemesine” sesleri yükselmiştir.8

Enver çabuk parlayıp, sık hülyalara dalan maceracı bir kişilikti. Bir amacı, kaba tabirle Osmanlı ülkesini Orta Asya’ya taşıyıp orada kurmaktı. Ama diğer yandan Anadolu’ya geçip Milli Mücadeleye önderlik etmek ya da yetkili biri olmak amacı da taşıyordu. Anadolu’da mektuplaştığı eski ittihatçı arkadaşlarıyla da bu minvalde konuşmuştur.9

Enver, tam Sakarya Muharebesi öncesi Batum’a gider ve oradan yakın arkadaşı ve adamı Yahya Kahya aracılığıyla Anadolu’ya geçme niyetindedir. Fakat Mustafa Kemal’den, Enverler adına tevkif kararı çıkmıştır ve Sakarya muharebesi kazanıldıktan sonra iktidarını kuran Ankara Hükümeti, Enver ve ekibini Anadolu’ya almama talimatı vermiştir. 

Bolşevik hükümeti de tek muhatap olarak Ankara hükümetini görmüştür ve Enverleri şüpheli bulup takip altına almıştır. Enver bu arayışının kendisini götürdüğü rüzgarla, Orta Asya’ya Türkmenistan’a İslam Birliği kurma amaçlarıyla gidip, çok kısa bir süre önce “yoldaş” dediği Bolşeviklerle savaşa tutuşmuştur. Antiemperyalist Enver bir anda cihatçı ve “keşke İngilizlerle anlaşsaydık” diyen bir kişiliğe bürünmüştür.10

Bu sıralarda İttihat ve Terakki’nin önemli ismi Talat, Ermeni komiteciler tarafından öldürülmüş, Cemal ise Ankara’yla ilişki kurma çabası içerisindedir. Mustafa Kemal, Cemal Paşa’yı ancak Enver’le ilişkisini kesmesi şartıyla kabul edecektir. Bu manada hem Rusya’da hem Berlin’de beraber bulunmalarına rağmen hiç görüşmemişlerdir.

Enver belki de daha Aralık 1914’te, Sarıkamış faciasından önce Kafkasya’da, İran’da, Hindistan’da kuracağı imparatorluğun hayalleri içerisindeydi. Amcası Hakkı Bey’i bu plan için görevlendirirken 25-28 Aralık 1914 tarihlerinde Doğuda görevli olan 3. Ordu neredeyse yok olmuştu. Enver, Ocak 1915’te harekat faciayla sonuçlandıktan sonra İstanbul’a dönüş yolunda karşılaştığı amcası Halil Bey’e “Kuvve-i Külliye mahvoldu!” itirafında bulunmuştu.11

Aldanış ve ölüm

1922 yılının Aralık ayında Enver, kendisine “padişahımız” diyen bir grup basmacının peşinden bir oraya bir buraya sürüklenip durdu. Enver Tacikistan'daydı ve İbrahim isminde bir reisin peşinden gitti. Hayli tedirgindi, ayrıca bütün eşyaları elinden alınmış, biçare durumdaydı.

Şöyle yazmıştı: “Bizim gibi bir yabancı, bura halkı ile iş görmek fikrine düşerse, işte böyle aldanır. Bütün bu işlerde Hacı Sami'nin çok dahli var.”

Hacı Sami, onu bu macerada tabiri caizse “gazlayan” kişiydi. Meşhur Teşkilatı Mahsusacı Kuşçubaşı Eşref’in kardeşiydi ve Enver’i bırakıp gitmişti.

Enver nihayetinde Pamir Dağları eteklerinde Bolşeviklerce sıkıştırıldı. Yanındaki adamları onu terk etmiş ve Bolşeviklerin saldırısında yediği kurşunlarla yaşamını yitirmişti.

  • 1.Aydemir Ş. Süreyya, Makedonya'dan Orta Asya'ya Enver Paşa Cilt 2, Remzi Kitabevi, 4.Baskı, S.15 
  • 2.https://m.youtube.com/watch?v=sFBL4UWCdgw
  • 3.Aydemir Ş. Süreyya, Makedonya'dan Orta Asya'ya Enver Paşa Cilt 3, Remzi Kitabevi, 1985, s.493
  • 4.Aydemir Ş. Süreyya, Makedonya'dan Orta Asya'ya Enver Paşa Cilt 2, Remzi Kitabevi, 4.Baskı, S.24
  • 5.Aydemir Ş. Süreyya, Makedonya'dan Orta Asya'ya Enver Paşa Cilt 2, Remzi Kitabevi, 4.Baskı, 421
  • 6.AKAL Emel, Mustafa Kemal, İttihat Terakki ve Bolşevizm, İletişim Yayınları, 2021, s. 216
  • 7.Aydemir Ş. Süreyya, Makedonya'dan Orta Asya'ya Enver Paşa Cilt 3, Remzi Kitabevi, 1985, s.521
  • 8.Aydemir Ş. Süreyya, Makedonya'dan Orta Asya'ya Enver Paşa Cilt 3, Remzi Kitabevi, 1985, s.544
  • 9.Çavdar Tevfik, İttihat ve Terakki, İletişim Yayınları, 1991, s.123
  • 10.Aydemir Ş. Süreyya, Makedonya'dan Orta Asya'ya Enver Paşa Cilt 3, Remzi Kitabevi, 1985, s.593
  • 11.Aydemir Ş. Süreyya, Makedonya'dan Orta Asya'ya Enver Paşa Cilt 3, Remzi Kitabevi, 1985, s.118

                                                           /././

Bir şair mi yoksa ırkçı, maceracı bir monarşi sevdalısı mı?(SARP KAZEZOĞLU-sol/görüş)

“Sadece Türkçü bir şair” mi akla gelmeli Atsız deyince, yoksa monarşi sevdası, kafatası ölçme şakaları, Nazi yanlılığı ve Mustafa Kemal ve kurucu ideolojiyle kavgası mı?

Nihal Atsız, ırkçı-turancı düşüncenin temel fikir insanlarından biri. 1905 doğumlu bir öğretmen olan Atsız, yaşamı boyunca kendisini Türkiye’deki Türkçü-ırkçı hareketin merkezine koymayı amaçlamıştır.

Kurucu ideolojiyle gelgitli ilişkisi

Siyasi hayatının başlarında Cumhuriyet’in kurucu ideolojisine ilgi duyan Atsız, Rıza Nur gibi figürlerin yönlendirmesi ve kendi militarist fikirlerinin toplum içinde heyecan uyandırmaması sebebiyle bu ideolojiye açıktan düşmanlık beslemeye başlamıştır. 

Atsız, misal “Toprak-Mazi” şiirinde “Arkasında olmasaydı şanlı bir mazi, bu milletten çıkar mıydı bir büyük GAZİ” diyerek kurucu ideolojiye methiyeler düzerken, 1940’lardaki yazılarında “Kemalizm denilen muazzam safsata kısmen Fransa kısmen de İtalya ve Rusya’dan alınmak suretiyle dış âlemin bir değil, birkaç merkezine birden bağlı olan, bu suretle diğerlerinden daha çok karmakarışık bir şekilde dışarıya bağlı bulunan bir ucubedir” demiş, dönemin modernleşme hamle ve reformlarının “otuz yılın yalan-dolan propagandasına” dayandığını, “inkılap yobazları” tarafından gerçekleştirildiğini ilan etmiştir.

Atsız’a göre, “1950’den önce uzun yıllar bu memleketin başında serseriler, hem de yabancı ve hain serseriler hüküm sürmüş, milletin sağlığını, servetini ve ahlâkını o serseriler mahvetmiştir.” 1941’de çıkan “Dalkavuklar Gecesi” kitabında, Mustafa Kemal’i sarhoş, etrafında dolanan dalkavukların her sözüne inanan aptal bir Hitit İmparatoru olarak tasvir eder.

Bir zamanların “kahraman Gazi”sinin nasıl “yabancı, sarhoş ve hain bir serseri” oluverdiğinin üzerinde durmak gerekir.

Kurucu ideolojiyle ilk kavgasını, 1932’de Türk Tarih Tezlerine karşı yaptığı polemiklerle vermiştir. Profesör Togan’ın “Türk Milleti Anadolu’dan Orta Asya’ya bir bütündür ve Orta Asya Türklerinin Anadolu ile birleşmesi gerekir” tezini desteklemiş, resmi tarihin Orta Asya halkları ile Anadolu arasında bağlar olduğunu kabul etmesini ama tek bir millet olduğu düşüncesini ilerletmemesini bir korkaklık ve tarihin reddi olarak görmüştür.

Kendisi açıkça bir mutlak monarşi hayranıdır da. “Moda Yalnız Kılık Kıyafete Ait Değildir” adlı makalesinde “Son devir tarihimizde taklitçiliğin çok çilesini çektik. Bir zamanlar, ‘parlamento kurulursa devletin bir anda bütün dertlerden kurtulacağı’ sanılıyor, bu Mecliste, İmparatorluğu teşkil eden milletler arasında Türkler'in azınlıkta kalacağı asla akla gelmiyor, bunu kavrayarak parlamentoyu açmayan İkinci Abdülhamit istibdat ve keyfilikle suçlandırılıyordu” der. 

“Gurbetteki Mazlumlar”, “Mecburi Gurbette Yaşayanlar” gibi makalelerinde de Osmanlı hanedan mensuplarının tekrardan Türkiye’ye gelmesi gerektiğini, geri gelmelerinin Cumhuriyet için bir şeref kaynağı olacağını savunur. Bir roman denemesi olan “Ruh Adam”da bile, Cumhuriyet döneminde açıkça padişahçı olan ve Cumhuriyet dönemini ve siyasi iktidarını gaspçı gören bir subayın, Yüzbaşı Pusat’ın hikayesini yazar.

Etnisite merkezli ulus anlayışı

Atsız’ın Türkçülüğü, Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıkan ve bazı araştırmacılığın “1. Dalga Türkçülük” olarak adlandırdığı akımdan keskin bir şekilde ayrılmıştır. Balkanlar'dan Altaylara kadar yekpare bir Türk milleti ve kültürü fikri ve tarihi hanedanların merceğinden algılanarak karakterize edilen ve “çarpıtılan” resmi 16 Türk devleti teorisinin aksine tarihte bir veya iki Türk devletinin varlığı da dahil olmak üzere Türk tarihi üzerine bir dizi orijinal düşünceye sahipti. 1. Dalga Türkçülüğünün ve Cumhuriyet’in kurucu ideolojisinin aksine açıktan ırkçı ve yayılmacı düşüncelere sahipti.

Daha açık konuşacaksak, Gökalp, Akçura ve Ağaoğlu ile milletin var olması ve büyük işler başarması için “milli ülkü”nün gerekliliği fikrini paylaşmıştı, ama Atsız ırkçılığıyla onlardan ayrılmıştı da. Daha önceki yazarların hiçbiri açıkça ırkçı değildi. Atsız, Gökalp'e saygı duymasına rağmen, onu ırkçı olmadığı için eleştirmiştir. Ancak Atsız, dönemindeki tek ırkçı-milliyetçi yazar değildi, aksine daha büyük bir akımın parçasıydı. Atsız'ın dergilerinin yanı sıra Reha Oğuz Türkkan'ın Ergenekon ve Bozkurt dergileri ile Dr. Rıza Nur'un editörlüğünü yaptığı Geçit, Birlik, Çağlayan, Tanrıdağ, Gökbörü ve Çınaraltı gibi dergiler de vardı. 

Atsız, özellikle Türkkan ile ağır polemiklere girmiş, polemikleri Atsız ile Türkkan’ın birbirlerini gayri-Türk, Ermeni ve Yahudi kanına sahip olmakla suçlamalarıyla son bulmuştur. Örneğin Türkkan, Atsız’ı “Türklerin çoğunun dahil olduğu brakisefal ırktan olmamakla” suçladığında Atsız’ın cevabı “Türkkan’ın ataları Ermeni’dir. O Türkkan değil Ermenikan’dır” olmuştur.

Milliyetçi olmayan dincilerle sürekli polemiklere girmesine, onları gayrimilli olmakla suçlamasına rağmen kurucu ideolojiye karşı dincilerle ittifak yapıp, Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu” dergisinde yazılar yazmaktan hiç çekinmemiştir.

Militarizm şakşakçılığı, insaniyet, kültür ve bilim karşıtlığı

Atsız’ın düşüncesine göre Türk devletlerini hanedanlara ayırmak yanlıştır ve Orhunlardan Osmanlıya kadar ortaya çıkan devletler tek bir devlet geleneğini temsil eder. 

Atsız’da inkâr edilemez bir Osmanlı hayranlığı vardır. 2. Abdülhamit ve Vahdettin dahil bütün sultanların milliyetçi ve becerikli savaşçılar olduklarını düşünür. İstibdat dönemine hayranlığını, Abdülhamit’in 33 yıllık iktidarına övgüler dizerek ve İttihatçıların “Yahudi/Mason” oyunlarına düşerek meclisi yeniden kurduklarını, azınlıklara söz vererek imparatorluğu yıkıma sürüklediklerini iddia ederek gösterir. Tanrıdağ dergisine yazdığı bir yazıda Abdülhamit’ten “İkinci Abdülhamit: Şimdiye kadar boyuna söylendiği ve yazıldığı gibi kötü bir hükümdar değil, aksine büyük ve dahi bir imparatordu. Sultan Hamid, kızıl değil ‘Gök Sultan’dır” diyerek bahseder. Mustafa Kemal’in, Ulusal Kurtuluş mücadelesini Osmanlı’ya rağmen değil, Vahdettin'den emirle başlattığı düşüncesine sahiptir. 

Atsız, her ulusun tarihsel düşmanları olduğu, bu nedenle bir ulusun kendi ulusuna karşı ulusal sevgi ve geleneksel düşmanlarına karşı ulusal nefret ile eğitilmesi gerektiği görüşünü desteklemiştir. Dahası, ona göre “yaşam, savaştır”, ölmekten korkanlar yaşamayı hak etmezler. Ve 1974'te Sadri Maksudi'nin kızı Adile Ayda'ya yazdığı bir mektupta, büyük kayıpların verildiği bir savaşın Türk milletinin doğasında var olan erdemleri canlandıracağı ve Türk toplumunda var olan ahlaksızlıklara son vereceği görüşünü dile getirmiştir. 

“Çünkü biz artık insaniyet ve barış değil milliyetçilik ve savaş istiyoruz! İnsaniyetperverlik, köpekliktir.”

Atsız’ın Türkçülüğünün iki bileşeni vardır: Irkçılık ve Turancılık. Her ırk diğer ırklarla karışmıştır ancak bir süre sonra kan kendini arındırır. Ancak, diğer ırklarla karışmaya devam ederse, iyileşme ihtimali olmaksızın bozulur. Dahası ırkçılık tarihsel bir bilinçtir. Atsız'ın tarih anlatısı, Türk olmayanların Türk devletine ihanetini öne sürmektedir. Birinci Dünya Savaşı sırasında Çanakkale zaferinden bahsederken Atsız, savaşı Kürtleri ve diğer karma toplulukları da içeren Türk ulusunun değil Türk ırkının kazandığını savunmuştur. Yahudileri veya Çingeneleri vatandaş olarak saymaz. 

Kemalizm'in Türkleştirme projesini ırka bir ihanet olarak görür. Ona göre Türk ulusunun temeli ırk ve kan olmalıdır, dil ve kültür değil. Etnik olarak Türk olmayanları Türkleştirmektense onları katletmenin meşru olduğunu savunur. “Türk bünyesini mikroptan temizleyecek en güzel tedavi usulü: Katliâm!”

Subayların, askerlerin, toplumsal ve ideolojik yaşamda rol oynayan doktor, mimar, öğretmen gibi diğer mesleklerin Türkiye’de sadece saf Türklere mahsus olması gerektiğini savunur. Ayrıca polemiklere girdiği kişileri gayri Türk olmakla suçlamayı sever. Başka bir ırkçı-milliyetçi olan Türkkan’ı Ermeni olmakla suçladığını biliyoruz. Ayrıca Sabahattin Ali’yi Yunan olmakla ve CHF (eski CHP) yönetim kadrolarını Türk olmamakla suçlar.

Atsız'ın standartlarına göre bir bireyin Türk olarak sınıflandırılması gerçekten çok zordur. İmparatorluğun felaketleri için yarı Türkleri (Türkümsüler) suçlar. Abdullah Cevdet Kürt milliyetçisi olduğu için milliyeti ve dini yok etmeye çalışmış, Rıza Tevfik ise yarı Arnavut yarı Çerkez olduğu için devlete ihanet etmiştir.

Atsız’ın dinciliği: ‘Tekke, tarikatlar değil meyhaneler, barlar kapatılsın’

Evet, Atsız’ın düşüncesine göre din, ırka tabi olmak zorundadır. Ancak bu, Atsız’ın seküler, laik bir milliyetçi olduğu anlamına gelmiyor. Dini bir toplumsal dayanışma gücü olarak gören Atsız, Türk milletinin tek dininin İslam olabileceğini, Turan kurulunca da Şamanist ve Hristiyan olan Türklerin öyle ya da böyle Müslüman olacaklarını savunur. Cumhuriyet’in tekke, zaviye ve tarikatları dağıtan hamlelerini ırkın “ruhunu” zedelediği ve dini milli ülküden koparmaya çalıştığı için eleştirir. Atsız’ın ideal Türkiyesi, milli ülkünün ve ırkın ruhunun korunması için şeri hükümlerle yönetilen, muhafazakâr ve militarist bir toplumdur.

Türk Ülküsü adlı eserinde “Türk gençliği ata yadigârı olan sebilerde rakı satıldığını, sinemalarda şehvet uyandıran filimler gösterildiğini, sağlık koruma yeri olan plajlarda türlü kepâzelikler yapıldığını görmemelidir. Mefâhiri inkâr eden, yalancı ülkülerin propagandasını yapan, âileyi baltalayan yazı, roman, makale okumamalıdır. Yoksa, yalnız telkin vermekle, öğüt vermekle iş bitmez. Millî ahlâkın mezbahası olan bar, meyhâne, balo gibi yerler ve güzellik kraliçesi seçimi gibi rezâletler Türkiye’de yasak edilmelidir” ve “Türk dünyasının dayandığı iki esaslı temelden birisini teşkil eden İslam dininin, milli varlığımızdan ayrılmaz bir parçası olduğuna inanıyoruz” tarzında savlarda bulunması, Atsız’ın fikirlerine işlemiş dinci gericiliğinin, İslamcılığın belirtileridir.

Nazilerle ortak hareket ve anti-komünizm

Almanya’nın 1941’de Sovyetler Birliği’ne saldırışını ırkçı milliyetçiler ve özellikle Atsız büyük bir hevesle desteklemişlerdir. Almanların, Sovyetler Birliği içinde hızla ilerlediği savaşın ilk döneminde ırkçı milliyetçilerin Nazilerle işbirliği hevesi tek taraflı değildi. Nazi bürokrat ve subayları da Sovyetler Birliği’nde yaşayan Türk topluluklarıyla bütünleşme idealine sahip Turancılarla iletişim içindeydi. Zira Türkiye’deki Turancılar, Sovyetler Birliği’ndeki Turancılar ile işbirliği yapmak istemekteydi. Naziler, Turancı gruplar arasında koordinasyonu sağlayıp Sovyetler Birliği’nin içinde karışıklık, hatta isyan çıkarmak istiyordu

Nazilerin düşüncesine göre Turancıların harekete geçmesiyle birlikte Ruslar cephe gerisinde güçlük çekecek, Kızıl Ordu birlikleri bölünmek zorunda kalacak ve bu sayede Alman ordusunun Rusya içinde ilerleyişi kolaylaşacaktı. Ayrıca Kızıl Ordu’nun cephe gerisinde Türkçü isyanları bastırması, 1941’de Almanya ile iyice yakınlaşan Türkiye hükümetini savaşa Almanların yanında katılmaya itebilirdi.

Nitekim, Sovyetler Birliği’nin Alman kuvvetlerini 1943 yılında ve sonrasında bozguna uğratmaya başlaması, aynı Türkiye hükümetini ırkçı milliyetçileri en azından bir süreliğine susturmaya itti. Hükümetin Turancı fikirlere tekrardan şüpheyle bakmasını hiddetle karşılayan Atsız, yayınladığı Orhun dergisinde İnönü’ye açık mektup yazarak Türk bürokrasisi içinde büyük bir komünist örgütlenmesi olduğunu iddia etmiştir. Ahmet Cevat Emre, Pertev Naili Boratav, Sabahattin Ali ve Sadrettin Celal gibi isimlerin komünist faaliyetlerde bulunduğunu belirtmiş, sorumlu olarak bunlara engel olmayan dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’i istifaya davet etmiştir.

Bu mektupta “vatan haini” olarak ilan edilen Sabahattin  li, Atsız’a hakaret davası açmıştır. Irkçı milliyetçilerin protestolarına rağmen dava düşürülmeyince, ırkçı milliyetçiler Atsız’ın davasının görüldüğü mahkemelerde taşkınlık çıkarmaya ve eylemler yapmaya başlamışlardır. Bu eylemlerde, tıpkı Nazi-faşist kahverengi gömlekliler eylemlerinde olduğu gibi kitaplar yakılmış ve linç girişimleri olmuştur. Ki zaten Atsız, faşizmi olumlu görmüş ve onu, “milliyeti inkâr eden, milletleri yıkmak için geleneğe ve mukaddesata düşmanlık güden komünizme karşı toplumsal bir panzehir” olarak gördüğünü belirtmiştir. 1944’teki açık mektuplarından sonra da anti-komünist söylemine devam etmiş, komünistlere saldırırken muhafazakâr, milliyetçi, kadın düşmanı ve militarist düşüncelerini dışa vurmuştur.

Özgür Bayraktar’ın “Türkiye’de Anti-komünist Söylem ve Nihal Atsız” makalesinden alıntı yapacak olursak, “Solcu cephe olarak adlandırdığı, Boratav’ın fakülteye gelmesi yönünde oy kullanan 21 kişilik grubun etnik kökenlerine dikkat çekmiş ve üç tanesinin ‘Selanik Dönmesi yani Yahudi’, birinin Arap, birinin Arnavut, birinin Boşnak, birinin Kürt, birinin Rus olduğunu, ayrıca bir kişinin de Rumca soyadı taşıdığını belirtmiştir. Grupta bir Rus öğretim üyesinin bulunmasını; ‘Yetmiş iki buçuk milletin tamamlanması şartmış gibi üniversite öğreticilerinin arasında bir Moskof kadınının bulunması tarihi bir olaydır’ sözleriyle ifade etmiştir. Diğer yandan, Edebiyat Fakültesi’ndeki dokuz kadın öğretim üyesinden sekizinin solcularla işbirliği yapmasının ayrıca üzerinde durulacak bir nokta olduğuna dikkat çekmiştir.”

Nihal Atsız Kimdir?

Bir ırkçı, bir gerici ve bir militarist... 

Atsız, yaşadığı dönemin üretken bir kalemi olsa da savunduğu insanlık dışı düşüncelere sempati ve destek uyandıramamıştır. 

Her ne kadar kendisi pek çok kez inkar etmiş olsa da, bir Nazi sempatizanı ve bir faşist olduğu şüphe götürmemektedir. 

Böyle bir kişiliğin, öldükten ve düşünceleri kendi hareketi tarafından bile çöpe atıldıktan sonra, gençliğe tuhaf, kimliği belirsiz sosyal medya hesapları tarafından ve her geçen gün daha da vahşileşen, birbirine tehditler savurarak parçalanan “milliyetçi hareketin” siyasi trolleri tarafından bir “kurtarıcı” ve bir “hakiki Türk aydını” olarak lanse edilmesi gerçekten de bir merak konusu olmalı.

                                                                /././

Meral Akşener: Sıradan bir Türkçü mü yoksa her devrin siyasetçisi mi?(YAREN YILMAZ-sol/görüş)

Önce faili meçhuller kraliçesi sonra AKP’nin kurucusu. O ki mafyaların samimi dostu, Peker’in, Çatlı’nın yol arkadaşı ve birilerinin de “kız kardeşi”. Sıradan bir Türkçü mü her devrin siyasetçisi mi?

Meral Akşener şüphesiz Türkiye siyasetinin en çok gündeme gelen isimlerinden biri. Son günlerde partisinde yaşanan üst düzey istifalar ve Meclis’te CHP’ye karşı yaptığı çıkışlarla bol bol adından söz ettiriyor. Bir gün Meclis’te üst perdeden yargı dağıtıyor, diğer gün evlere şenlik bir teatral performansla Karacaoğlan türküsü açıp ağlıyor. Günün sonunda, sahte umutlar tükendiğinde geriye karanlık-mafyatik geçmişi olan, faşist, gerici bir halk düşmanı kalıyor.

Fail-i meçhuller kraliçesi

Meral Hanım’ın siyasi geçmişini hatırlamak için biraz gerilere, AKP Türkiyesi’nde doğup büyüyen gençlerin zaman zaman öykündükleri, pop müziğiyle, ikonik Metallica konseriyle anılan 90’ların “eski Türkiye”sine kısa bir yolculuk yapalım… 

Ailesi MHP kökenli, ülkücü bir akademisyen olan Akşener’in siyasi kariyeri 1994 yerel seçimlerinde Tansu Çiller’in Doğru Yol Partisi’nden Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkan adayı olarak gösterilmesiyle başladı. Seçilemedi, ancak 1995 yılı genel seçimlerinde DYP İstanbul milletvekili seçilerek Meclis’e girdi. Kısa süre içerisinde Çiller ailesinin gözdesi olarak parti içerisinde yükseldi. 

1996 yılında Susurluk’ta yaşanan kazanın ardından devletin ülkücü mafyalar ve çetelerle olan karanlık ilişkileri ortaya saçılmıştı. Toplum, devlet-mafya-siyaset ilişkisinin aydınlatılmasını, suç örgütlerinin yargılanmasını istiyordu. Tabii eski Türkiye’de böyle büyük skandallar yaşandığında sorumlu devlet görevlileri istifa etme gerekliliği duyuyordu ki, dönemin İçişleri Bakanı Mehmet Ağar da çetelerle olan ilişkileri ortaya çıkınca apar topar istifa etti. Yerine Meral Akşener atandı. Görevi teslim alırken “Ağar’ın yükselttiği çıtayı düşürmeyeceğiz” dedi. Düşürmedi de… Susurluk’ta ortaya saçılan karanlık ilişkiler yumağının üzeri örtüldü. Sanıklardan hiçbiri ceza almadı. Çiller ise daha sonradan Susurluk için “Bir ülke, millet ve devlet uğruna kurşun atan da, kurşun yiyen de bizim için saygıyla anılır, onlar şereflidirler” diye bahsedecekti. 

Rivayetlere göre Susurluk’ta hayatını kaybeden mafya lideri Abdullah Çatlı, Akşener üniversite yıllarındayken kendisini şu anki eşi Tuncer Akşener ile tanıştırmıştı. En azından Akşener’in verdiği röportajlarda tanımadığını iddia ettiği Çatlı ile aynı masada yemek yiyecek kadar samimi olduğunu biliyoruz. 80 sonrası Türkeş’in söylediği “Biz hapisteyiz ama fikirlerimiz iktidarda” sözü misali ülküdaşları firarda, Akşener devletin başında idi. Elbette Meral Hanım dostlarını unutmadı. 1998 yılında ortaya çıkan ses kaydında ülkücü mafya Abdullah Çakıcı, Akşener’in bakanlığı döneminde kendisine yer değiştirmesi için mesaj gönderdiğini söylüyordu. 

İçişleri Bakanlığı döneminde sayısız faili meçhul cinayet, İçişleri Bakanlığı’na bağlı polis ve özellikle Kürt illerinde görev yapan korucular tarafından sayısız işkence suçu işlendi. Hiçbir ciddi soruşturma açılmadı. Akşener daha sonra “Ben, İçişleri Bakanlığı yaptığım dönemde tarihin en uzun, en geniş, en kapsamlı sınır ötesi harekâtına imza atmış bir bakanım. Utanarak söylüyorum bazıları diyor ki sosyal medyada ‘Meral Akşener MHP’ye genel başkan olmasın, faili meçhullerin sorumlusu O’dur’ diyorlar. Ne derseniz deyin hepsi kabulümdür” diyerek bu dönemde yaşanan faili meçhul cinayetlere sahip çıkacaktı. 

Şeriat=İslam ise bu denklemdeki kemalisti bulunuz

Hayatının en kötü günü olduğunu söylediği 28 Şubat’ta ikircikli tutumlar aldı. Dönemin röportajlarında “Milli Güvenlik Kurulu kararları uygulanmazsa istifa eder misiniz?” sorusuna “Evet, düşünürüm” yanıtını verirken, zaman zaman askerin siyasete müdahalesine karşı çıkışlar yapmakla sınırlı kaldı. Yıllar sonra ise 28 Şubat sürecini anlatırken “Bir kadın mitingi yapılacaktı ve ‘Kahrolsun şeriat’ diyorlardı. İnancıma göre şeriat, İslam demektir. O geceyi hayatımdan silmek isterim. Anlatılamayacak bir acı hissettim” diyecekti. Benzer bir açıklamayı geçtiğimiz ay partisinin Sivas’taki etkinliğinde “Şeriat eşittir İslam dinidir. Bu cahiller bunu bilmiyor” diyerek tekrarlayan Akşener’in gericilikteki samimiyetine inanmamak elde değil…

2001 yılında Doğru Yol Partisi’nden ayrılıp Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan önderliğindeki ekip ile AKP’yi kurdu. Ancak kısa süre sonra ayrılıp MHP’ye katıldı. MHP’nin 2015 seçimlerinde yaşadığı oy kaybı ve AKP ile yakınlaşmasını eleştiren Akşener, Bahçeli’ye karşı genel başkanlığa adaylığını koyarak Olağanüstü Kurultay çağrısı yaptı. 2016 yılında MHP’den ihraç edildi. 1 sene sonra İyi Parti’nin kuruluşu ilan edildi. 

Kılıçdaroğlu CHP’sinin sağa meşruluk kazanma politikalarının bir ürünü olarak “faili meçhul kraliçesi” gitti, yerine “Meral mommy” geldi. İyi Parti sırtını CHP’ye yaslayarak büyüdü ve Türkiye siyasetinde merkezi bir konuma yerleşti. CHP ve İYİP el birliğiyle hakkını arayan, AKP’ye tepkisini sokakta gösteren herkese parmak sallayarak seçimleri beklemeyi öğütlediler. 

Seçim sonrası İyi Parti Altılı Masa’nın yaşadığı seçim yenilgisinden CHP’yi sorumlu tutarak tam bir U dönüşü yaptı. Akşener 9 ay önce Cumhurbaşkanı adayı yapmak istediği İBB ve ABB başkanlarına her fırsatta suçlamalar yöneltmeye başladı. 

Bir anda en “Kemalist”, en “Cumhuriyetçi” Meral Hanım’ın partisi oluverdi. Tabii, içi boşaltılmış, devrimci olmayan bir Kemalizm, laik, anti-emperyalizm, kamuculuktan arındırılmış bir Cumhuriyetçilik kadar kullanışlı ne var? O halde Akşener’e soralım: Şeriat=İslam ise bu denklemdeki kemalisti bulunuz…

Mertçe cinayetlere de zam gelmiş

Akşener’in Sinan Ateş cinayetine ilişkin yaptığı “Geçmişte siyasi cinayetlere şahit olduk ama mertçeydi. Onun için hiçbirimiz korkmadık ama o çocuğun babasını katledenler torbacı” açıklaması da tepkilere sebep oldu. soL da Akşener’e 7 silahsız TİP’li gencin ülkücüler tarafından öldürüldüğü Bahçelievler Katliamı, Abdullah Çatlı’nın 7 öğrenciyi öldürüp 41 öğrenciyi yaraladığı 16 Mart Katliamı’nı hatırlatarak tepki gösterdi.1 Akşener’in MİT’çi işkenceci Mehmet Eymür’ün cenazesine Sedat Peker ve Alaattin Çakıcı ile birlikte çelenk göndermesi, ve talebesi olduğunu söylediği MİT’çi, Jitem’in kurucusu Teoman Koman ile olan ilişkileri bu konuda epey bilgili olduğunu gösteriyor.

Partisi de Akşener’in bu sözlerinden feyz almış olacak ki, İyi Parti Genel İdare Kurulu üyesi Ayşen Kurt’un Manavgat İlçe Başkanı Hüseyin Ergen’i öldürtmek için 20 milyon liraya kiralık katil tuttuğu ortaya çıktı. Tetikçi başarılı olamayınca Kurt fiyatta 3 milyon liraya anlaşmak istedi, bunun üzerine tetikçi bu teklifi kabul etmeyip itirafçı oldu. Bu vaka ile ülkücü camianın mertçe cinayet anlayışı ve bu düzende belediyelerin zübük siyasetçilere nasıl devasa rant kazandırdığı bir kez daha gözler önüne serildi.  

Feministlere kötü haber

Akşener ile ilgili önemli bir yanılgı ise bazı feministlerin kadın bir siyasetçi olmasının onu ülkücü hareketin geri kalanından ayırdığını düşünmeleri. Hatta Akşener’e “kızkardeşlik” bile atfedildiği oldu. Ancak Akşener’in karanlık siyasi geçmişi açıkça kadınların çıkarları karşısında konumlanıyor. Örneğin, İçişleri Bakanlığı döneminde katıldığı 32. Gün programında Diyarbakır’da 10 yaşında bir kız çocuğunun köydeki korucu tarafından istismar edilmesi ile ilgili gelen soruya “Ama korucular da bölgede çok önemli işler yaptı” yanıtını veriyor.

veriyor.

                                                            /././

Bahadırhan Dinçaslan tipi Türkçülük: Teorisyeniniz sınıfını iyi biliyor(NAZIM EMRE YÜCETEPE-sol/görüş)

Yeni nesil Türkçülüğün yeni olmayan teorisyenlerinden biri: NATO’nun gençlik örgütünden MHP’ye ve İYİP’e uzanan bir kariyer.

“Seküler milliyetçiliği”, Türkiye’nin son on yılında fakat özellikle de 2018 seçimlerinden sonra giderek kendine alan açan bir ideoloji olarak konumlandırabiliriz.

Bu milliyetçilik neden seküler veya seküler olması mümkün mü sorularını şimdilik sonraya bırakıp bu yükselişin nereye oturduğunu ve ne işe yaradığını kısaca hatırlatmakla işe başlayabiliriz.

Öncelikle neden 2018 seçimleri? Temel sebep 2018 yılının Türk-İslam sentezinin dönüm noktalarından biri olması. 

AKP ve MHP düzen partileri olarak elbette egemen sınıfın kritik hareket noktalarında hep birbirini tamamlayan bir bütünlüğe sahipti fakat MHP’nin iktidarın ortağı olması hem Türkiye Cumhuriyeti’nin yıkılış-yeniden kuruluş (yeni değerler setiyle) sancısında eli zayıflayan AKP iktidarına nefes olacak, hem de Yeni Osmanlıcılığın milliyetçilik ayağını doldurma işlevi kazanacaktı. 

Kabına sığmakta zorlanan Türkiye burjuvazisi emperyal hevesleri için böyle bir ideolojik salgıya muhtaçtı. Muhtaçlık yeni değerler setiyle giderilmek isteniyordu. Bu gelişmeler seküler milliyetçiliğin Türkiye’de henüz o kadar da serpilmediği yıllara tekabül ediyordu. Fakat seküler milliyetçilik hiç kuşkusuz bu tablonun uğursuz çocuğuydu.

Burada şu noktaya parmak basmak oldukça önemli: İktidar cumhuriyete ve değerlerine saldırırken kendini de yıpratıyordu. “Kuruculuğu” oynamakta zorlanırken, bu saldırıyla uzlaşamayan ve “Yeni Türkiye”yi benimsemeyen kitleler bu tabloda kendilerine yer de bulamamaya, başka alternatifler aramaya başlamışlardı.

Bu gibi durumlarda düzen krizin çatlaklar barındırdığının farkındadır ve bu çatlakları ya eski ideolojik konumlanışlarla ya da mevcut ideolojik konumlanışların başkalaşmış türleriyle doldurmaya çalışır.

Uğursuz çocuk seküler milliyetçilik için ne eski ne de yepyeni diyebiliyoruz. Ama işte Türkiye siyasetinde bu bahsettiğimiz konuma oturuyor. 

Türkiye siyasi tarihinde belli bir sürekliliğe oturan ve kaynaşan Türkçülük ile İslamcılık (Türk-İslam sentezi) seküler milliyetçilikle birlikte ayrışma iddiasına girişiyor. Düzenin boşluğuna bir kene gibi yerleşiyor ve düzenle bağı zayıflayanların öfkesini olması gereken yere değil kum torbasına sallamalarına neden oluyor. 

Türkiye siyasetinde arka bahçe denetimini, “evin kurallarını kabul etmeyenleri” ikna etme işini güzelce üstleniyor seküler milliyetçilik. Birleşmemesi gerekenleri birleştirmeye çalışıyor. Ayrı durması gerekenleri aynı kareye çekiyor.

Seküler milliyetçiliğe teorisyen aranıyor

Bahadırhan Dinçaslan’ın Seküler Milliyetçilik: 21. Yüzyılda Türk Milliyetçiliğinin Teorisi isimli kitabı kavramsal altyapıyı kurma ve temel ayakları bastırma iddiasıyla yazılmış.

Bahadırhan Dinçaslan 2017 yılına kadar MHP üyesi, sonrasında İYİ Parti içinde bir süre bulunuyor ve oradan da istifa ediyor. Şimdilerde ise Tamgatürk isimli, kendi kurduğu bir sitede yazılar yazıyor. Bu oluşumu da ideolojik çizgisinden saptığını düşündüğü İYİ Parti’ye hem bir müdahale aracı olarak hem de seküler milliyetçiliği örgütlemek üzere kuruyor. 

Dinçaslan’ı nasıl biliyoruz? Görebildiğimiz kadarıyla anti-komünizm, anti-sovyetizm bahsinde oldukça net duruyor. 

İlker Canikligil’in Flu TV kanalına da konuk olan Dinçaslan “kendisinin de firma sahibi olduğunu” bu programda özellikle belirtiyor. Hem Amerikancı tutumunu hem bahsettiğimiz anti-komünist tutumunu yine açıkça bu programda dile getiriyor. Kendisi milliyetçiliğin metamorfozunun temelini ABD-NATO ekseninde aramakta.1

Dinçaslan’ın Natoculuğu-Batı sermayesi yanlılığı sadece söylemleriyle de kalmıyor. Kendisi bir dönem YATA (Youth Atlantic Treaty Association) Türkiye ayağının yönetim kurulu başkanlığını yapıyor. 1954 yılında NATO öncülüğünde kurulan ATA (Atlantik Antlaşması Birliği), 1957 yılında Türk Atlantik Konseyi’ni kurmuş. 1996 yılında ise derneğin gençlik ayağı olan YATA kurulmuş. YATA’nın Türkiye ayağının faaliyetleri ise 2006 yılında başlatılmış. Bahadırhan Dinçaslan’ın yanında hala İYİ Parti yönetim kurulu üyesi olan Emir Abbas Gürbüz de Dinçaslan ile aynı makamı paylaşıyor. NATO’nun gençlik örgütü diyebileceğimiz YATA, içerisinde bulunduğu ülkelerin düzen partilerine müdahale etmede ve NATO ile olan bağın sıkılaştırılmasında, “Natoculuktan” sapılmamasında ve düzen partilerinin kadrolarına hakimiyet için kullanışlı bir aparat olarak işlevleniyor. 

Dinçaslan’a dönecek olursak ABD-NATO yanlısı tavrını birçok yazısında, konuşmasında görmek mümkün, emperyal güçlerin fonuyla işleyen Euromaidan Press’e yazdığı yazılardan tutun Tamgatürk öncesi yazılarının bulunduğu Kuzgundan Dinlediğim adlı sitedeki “Neden Kapitalist Olmalıyız” başlıklı yazısına kadar.2

“Metafizikten arındırılmış” milliyetçiliğinin altındaki amaç berrak bir biçimde gözüküyor, sadece doğru soruları sormak gerekiyor.  Öyle ki Euromaidanpress’te yazdığı “Nationalism may bring Turkey back to its course” (Milliyetçilik Türkiye’yi Yeniden Eski Rotasına Sokabilir) başlıklı yazısı henüz aktif siyasete İYİ Parti’de devam ediyorken batı güçlerine siyasi rota tarifi için yazılmış. Yazıda iktidarın kendi emperyal hevesleriyle “özgür dünya”dan ayrı bir yola girdiği, İYİ Parti ile özgür dünyanın tekrardan parçası olunabileceği söylemleri ifade edilmiş. 

“Özgür dünya” söyleminden de anlaşılacağı üzere serbest piyasa ve sermaye savunusu Dinçaslan’ın lügatında önemli bir yer tutuyor.

Siyasi kariyerine tekrardan dönecek olursak, Tamgatürk’ten önce yazdığı yer olan Kuzgundan Dinlediğim sitesinde İYİ Parti’de aktif siyasete atılmadan önce İYİ Parti ve Meral Akşener’e birkaç kez açık mektup yazmış.3 Meral Akşener’le de sonrasında siyasi olarak yakın bir bağ geliştiriyor. Fakat kendi söylemi üzerine parti içi kimi kirli işleyişlere şahit olduktan ve partinin rotasının tarif ettiği ‘‘seküler milliyetçi’’ çizgiden kaydığına vakıf olduktan sonra buradan da ayrılıyor. 

Kuzgundan Dinlediğim sitesindeki yazılar arasında bir diğer korkunç olan ise “Sevilesi Naziler” yazısı. Yazı Wehrmacht ve Waffen-SS farkının ve ilişkisinin açıklanması iddiasıyla başlıyor ve Wehrmacht içerisinde geçmişi Prusya’ya dayanan Generaller ile Waffen-SS (ayaktakımı) ayrımı ile devam ediyor. Biz yazıyı okudukça kendimizi ucuz bir Hollywood filmi senaryosuna bakar buluyoruz: Yazıda ismi geçirilen Wehrmacht generallerinin Hitler ve Nazi iktidarıyla olan sözde çekişmeleri sanki bir asillik barındırıyor ve gerçek bir taraflaşma yaratmışçasına ele alınıyor. Prusya’nın soylu ailelerinden yetişme generallerin eski soylu feodal düzenin kalıntılarından kalma kibirleriyle Nazi ve Hitler iktidarı arasında kahramanca bir karşıtlık kurulma çabasına girişiliyor. Soylu generaller kahraman, Naziler ayaktakımı ilan ediliyor ve ekleniyor; “iyi Nazi yoktur, sevilesi Naziler başlığı dikkat çekmek içindir”, yerseniz...

O “soylu” generaller de en az Hitler kadar Nazi’dir. Özleri aynı biçimleri farklıdır. Neyi övdüğünün farkında bile olmayan Dinçaslan örneğin yazıda Hermann Balck’ı ve katlettiği Sovyet birliklerini anlatırken gayet tepkisiz bir yazım tercih ediyor. Oysaki sıra Sovyetlerin ele geçirdiği Nazi generallerine gelince “Acımasız Ruslar işkence ettiler kahraman Generallere” olabiliyor anlatım dili.

Hermann Balck herhangi biri değil. İkinci Dünya savaşı sonrası ABD tarafından savaş doktrini konusunda “fikir almak adına” NATO ve ABD’ye davet ediliyor. ABD özellikle Sovyetler Birliği ile savaş deneyimi olan bu Nazi generallerinden olabildiğince faydalanmayı gözetiyor. Hem doktrin hem deneyim açısından.

Dinçaslan el altından Nazizm’i masumlaştırıyor ve hatta aklıyor. Nazi generallerinin “soylu” kaprislerinden kahramanlık çıkarmanın başka nasıl bir açıklaması bulunuyor? 

Seküler milliyetçilik: 21. Yüzyılda Türk Milliyetçiliğinin Teorisi

Dinçaslan’ın Mart 2023’te yayınlanan Seküler Milliyetçilik: 21. Yüzyılda Türk Milliyetçiliğinin Teorisi isimli kitabı kavramsal ve ideolojik temelleri kurma iddiasıyla ortaya çıkıyor.4

Kitabın veya tezlerinin tamamının ele alınması bu yazıyı aşıyor. Ama zaten bizi kitabın “ağırlık merkezi” ilgilendiriyor. 

Bir soruyla başlamak gerekiyor: Adına seküler milliyetçilik denen ideoloji hangi sınıfın hakimiyetine yazılıyor? Bu düşünce seti kimin çıkarlarına hizmet ediyor? Günün sonunda hangi sınıfın aklını besliyor?

Bu sorunun cevabına ulaşmak için ideolojiyi alt-üst etmek, kavramlarına ulaşmak gerekiyor. Bir düşünce setinin veya ideolojinin kavramsal kuruluşu gerçekleştirildikten sonra verili kavramların bütünlüklü bir araya getirilişiyle inşa edilen bina ideolojinin gerçeklik algısını oluşturuyor fakat bizi yine bu kavramlarla inşa edilmiş bina değil onun malzemesi; yani çimentosu, tuğlası, demirleri ilgilendiriyor. En çürük bina bile dışarıdan bakıldığında sağlam gözükebiliyor. Dinçaslan’ın yaratmaya çalıştığı binaya karot testi uygulamak gerekiyor. Ancak ve ancak bu bizi Dinçaslan’ın kavramlarının hangi sınıfın aklını beslediği cevabına götürebilir.

Dinçaslan ise milliyetçiliğin çimentosunu bu sefer farklı karma işine girişiyor. Kitap boyunca dertlerinden biri hatta en önemlisi ‘‘milliyetçiliğin metafizikten kurtarılması’’ oluyor. Bunu başarabilmek adına kavramsal bir ayrışmaya gidiliyor:

“Milliyet, bir potansiyel olarak ortadadır ve devlet başta olmak üzere kurumlar üzerinden aktifleşerek millet kimliğini doğurur. Milliyet hep vardır, ancak millet olma hali zaman zaman kazanılıp kaybedilebilir. Milliyet çimentodur, millet ise bina: Bu bina yıkılabilir; üstelik binada çimentonun tamamı her zaman kullanılmaz.”

Dinçaslan milliyet-millet ayrımında ‘‘millet’’ kavramını yıkılış-kuruluşlarla tarihsel bir bağlama oturtarak klasik ana akım milliyetçilikten (milletin ezeli ve ebedi varlığını savunan) ayrışıyor. Fakat milliyetçiliği salt metafizikten kurtarmak isteyen Dinçaslan ideolojisinin ayaklarını maddenin tarihselliğine bastırayım derken kayıp düşüyor. Aslında bu binaya dışarıdan bakıldığında sağlam gibi dursa da yakından incelendiğinde bir pürüz dikkatlere çarpıyor. 

Dinçaslan ‘‘milliyet’’ kavramının her zaman bugünkü anlama sahip olduğu sanrısına kapılıyor. Israrla burjuva devrimleri öncesinde de milliyetin varlığından söz etmek istiyor çünkü milliyetçiliği aynı zamanda insanın genetik varoluşuyla da ilişkilendirme çabasına girişiyor. Fakat Dinçaslan’ın milliyet kavramını, yaratmaya çalıştığı ‘‘millet’’ kavramı tarihselliğinin arkasına gizleme denemesi başarısızlıkla sonuçlanıyor. Elbette ki Dinçaslan’ın ideolojisi kendi içinde bir tutarlılık barındırıyor, fakat sadece kendi içinde. Bu tutarlılık ‘‘illüzyonu’’ binanın çürüklüğünün dışarıdan gözükmemesinden kaynaklanıyor. Fakat ‘‘kavramsal kıvraklık’’ amatörce sergilendiğinden malzemesinin çürüklüğü kısa sürede gözlere takılıyor. 

Hem tüm yukarıda sayılan sebeplerden hem de Dinçaslan’ın seküler milliyetçiliği ‘‘pozitivist’’ bir kavrayışla bilimsel bir zemine oturtma arzusundan dolayı ideolojinin sekülerizm iddiasına büyük bir soru işareti koymak gerekiyor. Bilim Dinçaslan için insanın varoluşunun üzerinde ‘‘iyiyi ve doğruyu’’ tespit için en iyi yöntem olarak karşılık buluyor. Fakat bilimsel bilginin kimin güdümünde nasıl kullanılacağının cevabı verilmiyor. Kitle imha silahları için mi? Evsiz insanların yatmaması adına geceleri otomatik olarak dikenli demirler yükselten banklar üretmek için mi? Ne için? Hangi sınıf için?

Peki bu kavramlar nereye işaret ediyor?

Yazının başına dönecek olursak, seküler milliyetçiliğin ideolojik olarak doldurduğu boşlukla birlikte bütünlüklü bir bakıştan sonra her şey daha da berraklaşmaya başlıyor. 

Tüm bir kuruluş boyunca sınıfsal çelişkilerin veçhesini değiştirmek zorunda kalan Dinçaslan’ın imdadına liberal kardeşleri yetişiyor ve saflar daha da netleşiyor. Seküler milliyetçilik sermayenin hakimiyetine yazılıyor.

Üstelik sadece kavramlarının değil ekonomik modelinin konumlanışına da yardımcı oluyorlar. Dinçaslan’ın piyasacı (kendisini ordoliberal olarak konumlandırıyor) çalışan zihni hangi kavramla veya olguyla buluşsa aynı örüntü takip edilebiliyor. Örnek olması açısından Milliyetçilik ve piyasacılık sevdasını liberal ideolojinin temel kavramlarından biriyle birleştirme işine girişiyor. Milliyetçilik iyidir çünkü ‘‘milletlerin rekabetini’’ şart koşar, kapitalizmin doğasına en uygun, onun pili olabilecek bir niteliğe sahiptir tezi ortaya atılıyor ve tabii piyasacılık faydalıdır çünkü milletlerin rekabeti ve gelişkinlikleri için elzemdir deniyor, üstelik burada da durulmayarak ‘‘millet olma halinin’’ kapitalizmin düzgün işlemesi açısından belirli kurumları sağlıklı işletmekte olmazsa olmaz bir hâl olduğunu dile getiriyor. 

O temel kavramın ‘‘Rekabet’’ olduğunu görüyoruz. Dinçaslan önce milliyetçi sonra liberal olmaktan öte önce liberal sonra milliyetçi bir yerde duruyor. Sadece yazılarının ve paragraflarının arasında kalabalıkta kaybolan bir yüz gibi duran sinsi liberal düşünceyi ortaya sermek gerekiyor. Anlayacağınız seküler milliyetçilik kavram setinin kuruluşundan itibaren liberalizm kokuyor.

Bitirirken şunu da eklemek gerekiyor: Seküler milliyetçilik Dinçaslan’ın kaleminden hem teorisini hem bedenini kazanmak istedi fakat yapısı gereği daha doğumunda sakattı. Dinçaslan kitap boyunca tarihselliğin önemini vurgulasa da, milliyetçiliği tarihsel bir bağlama oturtmak istese de istenilen elde edilemedi. Doğumunda sakattı çünkü metafiziğin reddi ve milliyetçilik uzlaştırılamazdı. Onun yerine kendisi hariç her metafizik olgu ve kavrama kuşkucu yaklaşma iddiasında bir ‘‘frankenstein’’ yaratılmaya çalışıldı. Tarihten hem kaçmak hem de ona sarılmak mümkün değildi. Sekülerizm ve milliyetçilik ikilisindeki çelişkiler mi tek etkendir, yoksa büyük ölçüde yazarın çelişkileri mi bilinmez, fakat önemli nokta burası da değildir. Önemli nokta daha önce de üstünde durduğumuz ‘‘ağırlık merkezi’’ ve onun kitleleri sürüklemeye çalıştığı yerdir.

Yazı sınırları el verdiğince seküler milliyetçiliğin sınıfsal teşhirini ve ortaya çıkış nedenini-koşullarını tarihsel bağlamında açıklama çabasındaydı. Emekçi sınıfların öfkesini soğuran ve düzene isabet etmeyecek yerlere kusan her ideolojiye aynı soruyla dikilmek gerekiyor: Hangi sınıf için?

  • 1.Dinçaslan Flu TV’de katıldığı ‘‘Ben milliyetçi gördüm’’ isimli programda (özellikle 8. Dakikadan itibaren) anti-komünist tutumunu açıkça sergiliyor. Örneğin Türkiye’de geçmişte çokça yaygın olan ‘‘komünistler eşlerinizi alacaklar’’ trajikomik yalanının gerçekten de yalan olduğunu kabulleniyor fakat bu bizim işimize geldi ‘Sovyet tehdidini’ engelledik diyor. Fazlasına bakmak için programa ulaşılabilir.
  • 2.https://mbdincaslan.com/index.php/koseyazilari/item/554-akseneracikmekt…
  • 3.https://mbdincaslan.com/index.php/koseyazilari/item/522-sevilesinaziler#
  • 4.Bahadırhan Dinçaslan, Seküler Milliyetçilik: 21. Yüzyılda Türk Milliyetçiliğinin Teorisi, Ankara: YENİSEY, 2023, s.17
  •                                                                           /././
Ülkücü hareket: Kökü dışarıda misyonu içeride(EFE ARDIÇ-sol/görüş)
Savcı öldürdüler. İşçi kurşunladılar. Uyuşturucudan, mafyacılıktan zenginleştiler. Bugünün ağır abileri, geçmişin Gladiosu. Bir şey hiç değişmedi: Üç hilalin sırtı ABD’ye, şiddetiyse memlekete dönüktü

“Bütün bu çalışmalar içinde askeri ve sivil güvenlik güçleri vardır.”

“Sivil güvenlik güçleri içinde de MİT elemanları ve 1. Şube görevlileri kullanılmaktadır.”

“Bütün bu çalışmalar MHP ve onun kadrolarınca yönetilmektedir.”

“Bu genel çerçevede cinayetleri, şiddet ve anarşik eylemleri daha iyi anlamak olasıdır.”

Bu alıntılar zamanının Ankara Cumhuriyet Savcı yardımcısı Doğan Öz’ün 1978 senesinde hazırladığı bir ön rapordan parçalar. Kimilerinin “kardeş kardeşi öldürüyordu” hayıflanmasıyla tarif ettiği dönemin cinayet ve katliamlarının, münferit olaylar olmadığını fark etmişti. Fark ettiği gibi de gerçek sorumluları açığa çıkarmak için işe koyulmuştu. Bu rapor, açmayı planladığı kapsamlı bir soruşturmanın yalnızca ön çalışmasıydı.

Herhalde doğru ipin ucunu tutmuş ki bu raporun hazırlanmasından yalnızca iki ay sonra İbrahim Çiftçi’nin tetikçiliğiyle evinin önünde katledildi. Savcının ön raporu kapsamlı sayılabilecek bir rapordur. Yerli-yabancı sorumlular tespit ederken, operasyonların amaçları konusunda fikir belirtmekten de geri durmaz:

‘Şiddet olayları, anarşik eylemler olarak nitelendirilebilecek kadar basit değildir. Amaç, demokrasi umudunu yok etmek; onun yerine faşist düzeni gündeme getirmek ve bütün unsurlarıyla yürürlüğe koymaktır. Böylece ABD ve çokuluslu ortaklıklar, Ortadoğu sorununu büyük ölçüde çözmek amacını gütmektedirler.  Bize göre bu sonuca ulaşmada CIA, kontrgerilla gibi gizli örgütlerin yönlendirmesi vardır.”  

1970’lerin ikinci yarısı boyunca işlenen cinayetlerde aynı isimlerin, aynı silahların ve aynı yöntemlerin kullanılması bir örgütlülüğe işaret ediyordu. Bu dönemde gözlemlenen ne örgütlenme ne de öldürme biçimleri Türkiye’ye mahsus değildi. Kontrgerillanın adı İtalya’da Gladio oluyordu, Yunanistan’da Kırmızı Koyun Derisi.

ABD’nin açtığı yoldan Ülkü Ocakları’na

1948 senesinde Ülkü Ocakları’nın fiili ve fikri kurucu önderi Alparslan Türkeş henüz siyaset sahnesine çıkmamış bir subaydı. ABD’ye “Gerilla ve Özel Harp Teknikleri” eğitimi almaya yollandı. Eğitimin amacı, olası bir Sovyet işgalinde yer altına çekilip direniş örgütlenebilmesiydi.

Soğuk Savaş dönemi boyunca “olası Sovyet işgali” olarak dillendirilen endişenin kaynağı, en dar anlamıyla bir ülkenin başka bir ülkeyi işgal etmesinden endişelenmek olarak algılanmamalı. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında dünyanın üçte biri sosyalist iktidarlar tarafından yönetilmekteydi. Kalan üçte ikilik kısmın da kamuoyunda sosyalizm fikrinin ciddi bir itibarı vardı. 

Soğuk Savaş dönemi boyunca birden fazla ülke bağımsızlığını elde etmiş, diğer ülkelerin halkları da kendi içlerinde bulundukları ulusal ve uluslararası bağımlılık ve sömürü ilişkilerini sorgular hale gelmişlerdi. 

Olası Sovyet İşgali” bu sorgulamaların sonuçlarına dair endişedir aslında. Hâkim egemenlik ilişkilerini korumaya yönelik bir endişe. Dolayısıyla ABD ve uzantısı NATO’yla yürürlüğe konulan plan, başarılı olduğu her ülkede, o ülkenin kendi yurtsever-ilerici-devrimci hareketlerini baskılamak üzere harekete geçmiştir. Türkiye de bu açıdan ayrıksı bir örnek değildir.

Türkeş, Türkiye’ye döndükten sonra Çankırı Gerilla Okulu’na öğretmen olarak atanır. 1955 yılında Washington NATO Daimî Komitesi’nde görev yapar ve 1958’e kadar da ABD’de kalır.

27 Mayıs 1960 darbesiyle siyaset sahnesine çıkan Türkeş kolları sıvamıştı. Solu boğmak adına bu dönemin iki ihtiyacı vardı. Bunlardan ilki yurtsever sola bir alternatif yaratmaktı. Toplumcu karakterli bir sağ siyaset hattı yaratılmalıydı. Bu ihtiyacın cevabı Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP), Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve 9 Işık Doktrini olacaktı.

İkinci ihtiyaçsa gerektiği yerde “pis işleri” yerine getirebilecek bir sokak gücü ve çeteleşmeydi. Ülkü Ocakları, kontrgerilla örgütlenmeleri ve kurulan mafyatik ilişkiler günün sonunda bu ihtiyacın bir sonucudur. 

Komando kampları 

1968 yazından itibaren İstanbul, Ankara ve İzmir yakınlarında kötü şöhretli komando kampları kurulmaya başlanmıştı. Kamplar sonradan MHP olacak CKMP tarafından saldırı ve savunma eğitimleri vermek için kurulmuştu. Kampların eğitim programı judo, güreş, boks, duvara tırmanma gibi fiziksel eğitim yanında “Komünizm karşısında milliyetçilik ruhu” gibi siyasi dersleri de içeriyordu. Günlük programlarında sık sık dua arası veriyorlardı. Kamplarda ateşli silahlarla eğitim verildiği yönünde söylentiler de yaygındı.

Başlangıçta Komando olarak anılan militanlar, partinin isteğiyle önce “Milliyetçi Toplumcular”, ardından Bozkurtlar ve sonrasında da Ülkücüler olarak anılmaya başladı.

Türkeş’e göre Bozkurtların kurulma sebebi, Türkiye’yi komünizme karşı korumakta partiye yardımcı olmaktı.

Sağcı Adalet Partisi (AP) hükümetinin 1969 senesinde hazırlattığı raporda geçen “… bu kamplarda yetişen gençleri MHP’nin vurucu kuvveti haline getirmesinden sonra…” sözleri de bu kampların niteliğini ortaya döküyor.

Militanlar, 31 Aralık 1968 senesinde Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğrenci Derneği’ni basarak ilk şiddet faaliyetlerini yerine getirdiler. 

Ülkücü Hareket sokakta

Ülkücü hareket kendini bir sokak gücü olarak oluşturduktan sonra ülkenin ilerici güçlerine yönelik saldırıları hiç durmadı. Yakından incelediğimizde oldukça sığ “solcu-sağcı kavgası” kalıbına sığdırılamayacak bir tabloyla karşılaşıyoruz. Komandolar, 7 Nisan 1969’da patlayıcı madde kullanarak Sağlık Bakanlığı ve Hacettepe Üniversitesi’nin düzenlediği doğum kontrol seminerini basıyorlar.

Yer yer planlı yer yer spontane, tespit ettikleri Cumhuriyet gazetesi okurlarına saldırıyorlar. Bildiri dağıtımına çıkıyor, bildirilerini almayanları dövüyorlar. Gece kulübü basıp dans pistine Molotof kokteyli atıyorlar. Türkiye’de komünizm tehdidini engelleme misyonuyla çıktıkları yolda bu kendi standartlarına göre zararsız sayılabilecek şiddet eylemlerinden, cinayet ve katliamlara kadar; uyuşturucu kaçakçılığından darbe planlarına kadar bulaşmadıkları “pis iş” kalmıyor.

Ülkücü Hareket iş yerinde

Siyasi olarak solun yükselişte olduğu bu dönemde işçi sınıfı hareketi de yükselişe geçiyor. Yalnızca iş yeri mücadelelerinde değil, ülkenin siyasi gündemlerinde de sorumluluk hissetmeye ve müdahale etmeye başlayan bir işçi sınıfıyla karşı karşıyayız bu dönemde.

Bunun iyi bir örneği AP, Milli Selamet Partisi ve MHP’den oluşan 1. Milliyetçi Cephe döneminde getirilmeye çalışılan Devlet Güvenlik Mahkemeleri’ne karşı DİSK’in genel grev ilan ederek bu anti demokratik saldırıyı püskürtmesidir.

İlerici her türlü hareketin karşısında durma misyonuyla hareket eden Ülkü Ocakları’nın işçilerle içli dışlı olmaması beklenemezdi. 

Olmuşlardır. Ülkücüler ne zaman ihtiyaç olduysa işçi direnişlerinin karşısındaki yerlerini almışlardır. 

11 Ağustos 1975’te İstanbul Eyüp’teki Sungurlar Isı Kazan fabrikasında işçilere iki kişi tarafından ateş açıldı. Sebebi sendika değiştirip DİSK’e bağlı Maden-İş sendikasına geçmek istemeleri. Ateş açan iki kişiden biri fabrikanın bekçisi, diğeri eski Ülkü Ocakları İstanbul başkanıydı. Bu olay üzerine fabrikadaki 700’e yakın işçi direnişe geçmişti. Maden-İş yetkilileri, işverenin Ülkü Ocakları’ndan militan yığarak işçileri tehdit ettirdiğini ve ardından işçilerin üzerine ateş açıldığını açıklamıştı.

Ülkücü Hareket kampüste

Ülkücülerin istediği sendikaya üye olma hakkı için, yatmayan maaşını talep etmek için direnişe geçen işçiler karşısındaki tutumları, üniversite kampüslerinde de pek fark göstermiyor. Bildiri dağıtan solcu öğrencilere saldırmak, öğrenci kulüplerinin etkinliklerini basmaktan küpe takan erkekleri dövmek ve fahiş yemekhane zamlarına direnen öğrencilere saldırmaya kadar varan eylemlerle kampüslerde de terör eylemlerine devam ediyorlar.

Bu eylemlerin en kanlısı 16 Mart katliamı. 16 Mart 1978 tarihinde İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi önünde bekleyen yüze yakın sol görüşlü öğrencinin üzerine Ülkücüler bomba atıyorlar ve mermi yağdırıyorlar. Saldırının sonucunda 7 öğrenci ölüyor, 47’si yaralanıyor. Yıllar sonra bombayı hazırlayan kişinin 1977 Ekim’inden, 1978 Şubat’ına kadar Ülkü Ocakları Derneği Şube Başkanlığı yapan Abdullah Çatlı olduğu ortaya çıkıyor.

Günümüze yaklaşırken

12 Eylül 1980 faşist darbesiyle solun Türkiye’de önemli ölçüde zayıflaması ve 1991 senesinde Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte Soğuk Savaş döneminin bitmesi, Ülkücü Hareket’e olan ihtiyacın da azalması anlamına gelmişti. İlerleyen dönemeçte bu hareketin yetişmiş kadroları farklı amaçlarla kan dökmeye devam ettiler. Milli İstihbarat Teşkilatı’nın yönlendirmesiyle başta Abdullah Çatlı; İsviçre, Bulgaristan gibi ülkelerde silahlı-bombalı faaliyetlerine devam etti.

13 Mayıs 1981’de Vatikan’ın Aziz Petrus Meydanı’nda dönemin Papa’sı 2. Ioannes Paulus’a üç el ateş edildi. Papa elinden ve karnından yaralandı. Suikast girişiminde bulunan kişi Mehmet Ali Ağca, Ülkücü terörün katlettiği aydınlarımızdan biri olan Abdi İpekçi’nin de katiliydi. 

Ülkü Ocakları günümüzde de bildiğiniz gibi. Nerede bir öğrenci yemekhane fiyatlarından şikâyet eder, nerede Kürt bir işçi yevmiyesinin eksiksiz yatırılmasını talep eder orada Ülkücü gençlik sopaları, bıçakları ve muştalarıyla bekliyor olur.

(soL)

KISA GÜNDEM BAŞLIKLARI - 30 MART 2024 -

 

En borçlu belediyeler AKP'li çıktı (Erdoğan Süzer-SÖZCÜ)
Hazine’ye borçlu olan belediyeler listesinde AKP’li belediyeler zirveye yerleşti. Toplam 10.5 milyarlık borcun 6 milyarı AKP’li belediyelerden kaynaklandı.(https://www.sozcu.com.tr/en-borclu-belediyeler-akp-li-cikti-p35999)

Kent Lokantası'na Kurum sansürü (Sözcü)
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Arnavutköy mitingi öncesi İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin Kent Lokantası'nın önüne Cumhur İttifakı adayı Murat Kurum'un afişi yerleştirildi.(https://www.sozcu.com.tr/erdogan-in-mitingi-oncesi-kent-lokantasi-detayi-p36015)

Erdoğan telefondan Roman seçmene seslendi: Kibirli tiplere en güzel cevap sandıkta olacaktır (soL)
Edirne, Tekirdağ ve Kırklareli'nde partisi için bir patlama olmasını isteyen Erdoğan, söz konusu oy patlamasının "kibirli tiplere" yanıt olacağını savundu.(https://haber.sol.org.tr/haber/erdogan-telefondan-roman-secmene-seslendi-kibirli-tiplere-en-guzel-cevap-sandikta-olacaktir)

Sadece 3 ayda takibe düşen kredi kartı borcu 6 milyar liraya dayandı (soL)
Mart ayında 1,5 milyar liralık kredi kartı borcu, ödenemediği için takibe düştü. Yılbaşından beri takibe düşen kredi kartı borcu 5,8 milyar lirayı aştı.(https://haber.sol.org.tr/haber/sadece-3-ayda-takibe-dusen-kredi-karti-borcu-6-milyar-liraya-dayandi-392501)

Kamu bankaları 'sonradan taksit' uygulamasını kaldırıyor (soL)
Nakit avans limitlerine yüzde 25 sınırı konulmasının ardından, kamu bankaları Ziraat Bankası ve Vakıfbank sonradan taksitlendirme uygulamasına kısıtlama getirdi.(https://haber.sol.org.tr/haber/kamu-bankalari-sonradan-taksit-uygulamasini-kaldiriyor-392492)

Tiyatrolar Günü bildirisini Jon Fosse ve Tamer Levent yazdı: Tiyatro birleştirir - EVRENSEL

27 Mart Dünya Tiyatro Günü'nde bu yılki uluslararası bildiriyi Jon Fosse, ulusal bildiriyi ise Tamer Levent kaleme aldı.

27 Mart Dünya Tiyatro Günü'nde bu yılki Uluslararası Tiyatro Bildirisi'ni 2023 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Norveçli yazar Jon Fosse yazdı. Ulusal bildiriyi ise Tamer Levent kaleme aldı.

KHK ile görevinden uzaklaştırılan akademisyenlerden Süreyya Karacabey de bir bildiri kaleme aldı ve "Tiyatro hep orada olacak. Gidenlerin dönmediği yolların açtığı kuytuluklarda, bombalarla yıkılmış bir kentin ara sokaklarında, neden öldüğünü bilmeden yatan insanlarla dolu madenlerin yatağında" dedi.

Uluslararası Tiyatrolar Birliği tarafından 1961'de Dünya Tiyatro Günü olarak belirlenen bu günde, 1962'den beri Tiyatro bildirisi yayımlanıyor.

"SANAT BARIŞTIR"

Bu yılki bildiriye "Tiyatro barıştır" başlığını atan Jon Fosse sanatın birleştirici gücüne vurgu yaptı.Bildiri şu şekilde:

“Her insan benzersizdir ve yine de herkes gibidir. Dış görünüşümüz elbette herkesten farklıdır, bu tabii ki iyidir, ama her birimizin içinde yalnızca o kişiye ait olan bir şey de vardır. Bu şey, kişiye aittir. Bunu ruh olarak adlandırabiliriz. Ya da hiçbir şekilde sözcüklerle etiketlememeye karar verebiliriz, sadece bırakabiliriz.

Ancak hepimiz birbirimizden farklı olmamıza rağmen, birbirimize de benzeriz. Dünyanın her yerinden insanlar temel olarak benzerdir, hangi dilde konuştuğumuz, hangi cilt rengine sahip olduğumuz, hangi saç rengine sahip olduğumuz fark etmeksizin…

Bu belki de bir paradoks olabilir: Aynı anda tamamen aynı ve tamamen farklı olmamız. Belki bir insan temelde paradoksal bir varlıktır, beden ve ruh arasında köprü kurmamızla. Hem en dünyevi, somut varoluşu hem de bu maddi, dünyevi sınırları aşan bir şeyleri içeririz.

SANAT BİZİ BÜYÜLER SINIRLARIMIZI AŞAR

Sanat benzersiz olanı evrensel olanla harika bir şekilde birleştirmeyi başarır. Farklı olanı, evrensel olarak anlamamızı sağlar. Bunu yaparak diller arasındaki sınırları yıkar, coğrafi bölgeleri, ülkeleri bir araya getirir. Sanat sadece herkesin bireysel özelliklerini değil, başka bir anlamda her insan grubunun, her ulusun bireysel özelliklerini de bir araya getirir. Sanat, farklılıkları düzleştirip her şeyi aynı hale getirerek değil, tam tersine, bize bize farklı olanı, yabancı veya yabancı olanı göstererek bunu yapar. Tüm iyi sanat tam da bunu içerir: bir şeyi yabancı kılan, tam olarak anlayamadığımız ve yine de bir şekilde anladığımız bir şey. Yani bir tür gizem içerir. Bizi büyüler, böylece sınırlarımızı aşar.

Zıtlıkları bir araya getirmenin daha iyi bir yolunu bilmiyorum. Bu, dünyada ne yazık ki çok sık gördüğümüz şiddetli çatışmaların tam tersi yaklaşımı. Bu çatışmalar, yabancı, benzersiz ve farklı olan her şeyi yok etme yıkıcı dürtüsüne kapılarak genellikle teknolojinin bize sunduğu en insanlık dışı icatları kullanarak, her şeyi yok etmeyi içerir. Dünyada terör var. Savaş var. İnsanların hayvan tarafı da var. Başkalarını deneyimleme içgüdüsüyle hareket ederler. Yabancı olanı büyüleyici bir gizem olarak görmek yerine endi varoluşları için bir tehdit olarak görürler.

Bu nedenle benzersizlik yok olur. Çünkü farklı olan her şeyin yok edilmesi gereken bir tehdit olarak görüldüğü kolektif bir aynılık ortaya çıkar. Dinden veya siyasi ideolojiden kaynaklanan, dışarıdan görülen bir fark yenilmesi ve yok edilmesi gereken bir şey haline gelir.

Savaş hepimizin içinde derinlerde yatan bir şeyle olan savaştır: Benzersiz bir şey. Ve aynı zamanda tüm sanatın derinlerinde yatan bir şeye karşı bir savaştır. Burada genel anlamda sanattan bahsediyorum, özellikle tiyatro veya oyun yazarlığından değil. Fakat bu tüm iyi sanatın etrafında döndüğü şeyin aynı olmasından kaynaklanır. Özel olanı evrensel ile birleştirerek, bunu sanatsal olarak ifade etmek suretiyle özgüllüğünü ortadan kaldırmadan, bu özgünlüğü vurgulayarak, yabancı ve tanıdık olmayanın açıkça parlamasına izin vererek…

Savaş ve sanat zıtlıktır, savaş ve barış gibi zıtlıktır. Bu kadar basit. Sanat barıştır."

ULUSAL BİLDİRİ TAMER LEVENT TARAFINDAN YAZILDI: "YAŞAMA SANATININ NAVİGASYONU TİYATRO"

Bu yılki Dünya Tiyatro Günü Ulusal Bildirisi ise Uluslararası Tiyatro Enstitüsü Üniversiteler Türkiye Temsilcisi Bilkent Üniversitesi Tiyatro Bölümü Başkanı Jason Hale ve enstitünün Türkiye Temsilciliği Yönetim Kurulu’nun aldıkları ortak karar ile Tamer Levent tarafından kaleme alındı. Levent, bildiriye "Yaşama sanatının navigasyonu tiyatro" başlığını attı. Tamer Levent’in 27 Mart Dünya Tiyatro Günü bildirisi şöyle:

"İnsan beyni de hamile olur. Ama bu hamilelik bir merak sorusuyla başlar. Düşünceler ve kaynaklar bir araya getirilir. Geliştirilir.

Eksik bilgi varsa ulaşılmaya çalışılır. Her şey fikir düzeyinde olgunlaşınca sıra doğuma gelir. Hamilelik süreç, doğan bebek üründür. Onun da büyümesi ve gelişmesi gerekir.

Sanat, süreç ve ürün devamlılığının hiç bitmeyen gelişmesidir. Tıpkı insanlık tarihi ve geleceği gibi. Drama insanların iç ve dış aksiyonudur. Bu aksiyon ile yaşadığı durumlardır. Yani düşünce ve onun dışa yansıması. İnsanlık dilsiz olduğu çağlarda birbiriyle drama aracılığıyla anlaşmıştı.

Ses, taklit ve bedensel anlatımlarla doğaçlama olarak durumları canlandırmış, iletişim kurmuştu. Bu iletişim ona düşüncenin ihtiyacı olan deneyimleri ve bilgileri sağlamıştı. Başlangıçta kendisi için rol yapan insan daha sonra tiyatro alanlarında seyirci olmuştu.

Aslında tiyatroda sahnelenen kendi hikâyesidir. Yaşam sahnesinin gerçek oyuncuları, deneyimcileridir onlar. Yaşamlarına ayna tutan sahnedeki insanlar ise yaşam sanatı yolculuğuna onları davet eden rehberlerdir. Yaşam sahnesinde eğitim ve öğretim sistemlerindeki ezbercilik yoktur.

Tiyatro aktörleri durumları yorumlarken deneyimcilerin onlarla empati kurabileceği yorumlar sunmalıdır. Davranışların nedenleri, niçinleriyle farkındalığı uyaran seçilmiş, çalışılmış, inandırıcı gestuslar kullanmalıdırlar..

Tiyatro malzemesini toplumdan alır. Kendi laboratuvarında işlemden geçirdikten sonra tekrar aynı topluma sunar. Süreç ve ürün formülünü harekete geçirir. Yaşamın değişip gelişmesine neden olur. Bu sonu olmayan devinim her çağın durumlarının özen ile seçilmesi ve çalışılması ile gerçekleşir.

Başarı ve başarısızlığın dramalarını seçip inandırıcılığı ile sorgulamayı uyarabilmelidir aktörler.

Her zaman yaşantımızda olan felsefeyi, psikolojiyi, sosyolojiyi, sanat düşüncesinin bütün özelliklerini titizlikle dikkate almalıdırlar.

Her seferinde durumlara özenle ayna tutma sanatını paylaşmalıdır tiyatro. Ancak o zaman sağlayabilir deneyimcilerin ona katılmasını, empati kurmasını. Bilgileri uygulamaya dönüştüren düşünce ortaklığı kurmasını. Gülmesini, ağlamasını, alkışlamasını…

Tiyatro düşünmediklerimizi hatırlatıp bizleri yüzleştirir

Ezberlenmiş bilgilerimizle, din, dil ve ırkla bütünleştiremediğimiz, nedenlerini sorgulamadığımız konuları insan olma ortaklığında ders vermeden sorgular. Tiyatro ve onun mayası olan drama düşüncelerimizi harekete geçirir.

Yaşamın sanatının gelişip değişmesine engel olan unsurları fark etmemize neden olur. Bunlar kişisel ya da dünya genelinde engeller olabilir. İnsanlık bu çağda yaratılan savaşların da, çocuk katliamlarının da kurgulandığının farkında artık. Ama dünyayı var eden insan aklı ve draması bize her dönemde çözümler üretmeyi öğretmedi mi?

Önemli olan bilgileri ezberlemek değil düşünce geliştirmek ve uygulamada kullanmaktır. Tiyatro ve drama bize bunu fark ettirir. Örgün eğitim sistemlerine öneride bulunur. Yaşamda var olan ve çözülmez görülen sorunları irdelemek ve çözüm üretmek süreçleri yaratır.

Süreçleri ve aktörleri hatırlanmayan ürünler kültür oluşturmaz. Bizler bugün yaşadığımız çağda kat ettiğimiz yolu, yaşama kazandırdığımız değerleri, üstlendiğimiz rolleri yeniden değerlendirmeliyiz. Geleceği düşünebilme deneyimleri paylaşmalıyız. Kötü, çirkin ve yanlış ile iyi, güzel ve doğruyu sorgulayabilmek gerçekliğinde yapay zekâdan geri kalmamalıyız.

Çünkü dün olduğu gibi, bugün de; ‘Bütün dünya bir sahnedir. Kadın erkek bütün insanlar da onun aktör ve aktrisleridir.’ Yani sürekli devinim ve yaratıcılık süreçleri oluşturan yaratıklar…

İnsansız bir dünya daha güzel olur muydu? O zaman tiyatro da olmazdı, biz de bunu hiç öğrenemezdik!

Tiyatro ve onun kapsadığı disiplinler, insan yaşamının bütünsel sanat özeni ile düzenlenebilmesinin navigasyonudur. Sanataevet vizyonu yolculuğunun yani..."

SÜREYYA KARACABEY: "TİYATRO HEP ORADA OLACAK"

KHK ile Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi-Tiyatro Bölümü'ndeki görevinden ihraç edilen Doç.Dr. Süreyya Karacabey de bir bildiri kaleme aldı. Karacabey'in bildirisi şu şekilde:

"Tiyatro hep orada olacak. Gidenlerin dönmediği yolların açtığı kuytuluklarda, bombalarla yıkılmış bir kentin ara sokaklarında, neden öldüğünü bilmeden yatan insanlarla dolu madenlerin yatağında.

Hiç gülmeden ölen çocukların, oyuncakları kırık, imlası bozuk çocukların gidemediği parklarda. Binmedikleri atlıkarıncaların ıssız dönüşlerinde, hep bir kederi öğüten su değirmenlerinin önünde olacak.

Işıktan, gölgeden ve seslerden yapacak her şeyi. Sonsuzluk düşlerinin kırıldığı yerde olacak. Her gece toplanan dekorlarla birlikte yıkılacak saltanatlar ve her gece toplanan kostümlerle ölecek krallar. Yapmanın ve yıkmanın eşsiz anında olacak.

Tiyatro hep orada olacak. Kaderin çarkını çevirenlerin yalanlarının döküldüğü yerde, kendini çare diye sunanların açtığı yaralarda kurumuş kanların ta içinde. Kelimelerle kurulanın kelimelerle bozulduğu yerde olacak, binlerce yıldır söylenen yalanların her gece maskesini düşüren sahnede.

Tahtadan, kelimeden ve kağıttan kuracak her şeyi. Ve kurulmuş şeylerin ne kadar kolay yıkıldığını anlatacak. Bir fırtınayla yıkılan saraylardan kendi yenilgisine kibriyle yürüyenler düşerken sahne çukuruna, tiyatro hep orada olacak.

Bazı şeyler nasıl da dayanıksızdır zamana diyen o yaşlı kadını, ve sadece bir kırılganlıktan ibaret insanın demire ve çeliğe yaklaştığında kibrit çöpleri gibi nasıl yandığını, hiç susmayan silah seslerinin babasız bıraktığı evlerde, yabani bir ot gibi büyüyen yalnızlığı anlatacak.

Tiyatro hep orada olacak. İnsan yürüyen bir gölge diyen hep aynı yerde ölecek, o kız hep aynı savaşa kurban edilecek, aynı saatte tekrar edecek her şey, horozlar o ülkede hep erken ötecek, kardeşini gömecek toprak arayacak hep biri, koro ümitsizce, "neydin ne oldun" diye bağıracak. Hamlet aynı yerden alacak yarayı, Ophelia hep o suda boğulacak, Treplev aynı martının kanadında asılı, küs gözleriyle hep yüzümüze bakacak. Hepsi bir masaldı diyecek yine biri, bitmez sanılan aşklar, kavgalar, iktidarlar, hepsi bir masaldı diyecek, değişmez sandığınız bütün hayatlar, belki de bir delinin yazdığı.

Tiyatro hep orada olacak. Bir düşün kıyısında, her şey değişsin diye bağıranların yürüdüğü o çok uzun yolda.

Boyanmış bir bezin içinde durur her şey, çekip indirdiğinizde belki yeni bir hayat başlayacak."

(Evrensel)

Birgün KÖŞEBAŞI - 30 MART 2024 -

 

Değinmeler, anımsatmalar (Atilla Aşut)

BEDRİ BAYKAM’IN “GİZEMLİ SIRLAR”I

Ünlü ressamımız Bedri Baykam, yazı yazmayı da seven biri. Çeşitli yayın organlarında köşeyazarı olarak görüyoruz onu. Romanları bile var. Ama yazılarından zaman zaman bu köşeye aktardığım örneklere bakılırsa dilde çok özenli değil. Nitekim bir süre önce elektronik posta kutuma düşen, daha sonra Odatv’de de gördüğüm “Amerikan ‘komşu kızı’ Taylor Swift” başlıklı yazısı da bu kanımızı güçlendiriyor: 

Yazıdan bir tümce:

“Bana, bize veya kim bilir belki dünyada 100 milyonlarca başka insana çok standart ve sıkıcı bir çizgide, basit pop şarkılar olarak gelen bir dalganın sanatçısı hakkında, dünyanın en büyük üniversitesi bir kürsü açabiliyorsa, sempozyumlar düzenlenebiliyorsa, yarattığı ekonomik patlamanın etkilerinden söz edebiliyorsa, olağan insanların algılayabildiğinden öte olağandışı, gizemli sırlar içeriyor olabileceğini düşünüyoruz artık.”

Bu upuzun tümcedeki anlatım karışıklığı bir yana, “gizemli sırlar” nitelemesi de hayli sorunlu. Çünkü “giz, gizem, r” sözcükleri yakın anlamlıdır. Çoğu zaman da birbirinin yerine kullanılır. Dil Derneği’nin sözlüğüne göre “sır”, açığa vurulmak istenmeyen, gizli tutulan şey, yani “giz” demektir. “Gizem” de benzer anlamdadır.  

O nedenle böyle bir tümcede “sır” ve “gizem” sözcüklerinin birlikte kullanılması uygun düşmüyor. Olayın “giz” ya da “gizem” içerdiğini vurgulamak yeterli bence.

∗∗∗

YAPMAK YERİNE “GERÇEKLEŞTİRMEK”

Günümüzün yanlış kullanılan sözcüklerinden biri de “gerçekleştirmek”. Neredeyse her etkinlik bu sözcükle anlatılıyor artık.

Sözgelimi 16 Aralık 2023 tarihli BirGün’ün 8. sayfasında yer alan “Adalet Nöbeti için çağrı” başlıklı haberde, TMMOB’nin yapacağı bir basın toplantısı şöyle duyurulmuş:

“Basın açıklaması, İstanbul Karaköy’de bulunan TMMOB Mimarlar Odası Büyükkent Şubesi önünde saat 16.30’da gerçekleştirilecek.”

“Gerçekleştirmek”, ortaya koymak, eski deyişle “tahakkuk ettirmek”tir. Burada gerçekleştirilen, “tahakkuk ettirilen” değil, “yapılan” bir eylem var. Basın toplantısı / basın açıklaması gibi etkinlikler için “gerçekleştirildi” yerine “yapıldı” denmesi gerektiğinin altını bir kez daha çizelim…

∗∗∗

SÖZÜN ÖZÜ

Sen CHP mitinglerinde “Bir oy Kemal’e, bir oy Meral’e” derken iyiydi de şimdi Özgür Özel İYİ Partililerden oy isteyince “cıvık” mı oldu?

∗∗∗

Saray rejimi, yerel seçim sonrasında yeniden “Kürt açılımı”na gidileceği söylentisini yayarak Kürt seçmeni umut tacirliği ile kandırmaya çalışıyor!

∗∗∗

Erdoğan“Bu benim son seçimim” diyerek İmamoğlu’nun 31 Mart’taki gerçek rakibinin kendisi olduğunu itiraf etti.

∗∗∗

“Mülk Allah’ın” ama tapuları Turgut Altınok’a emanet!

∗∗∗

Son söz: İyilikle kötülüğün çarpıştığı bir dönemeçteyiz. Yarın seçim sandığına giderken herkes aklını ve vicdanını da yanında götürmeli!

HAFTANIN NOTU

Duyarlı bir okurun ardından…

Yüzünü hiç görmemiş, elini sıkmamıştım ama kırk yıllık dost gibi bellemiştim adını. Çünkü o bir Türkçe sevdalısıydı. Yakınlarda ölüm haberini alınca şaşırdım. Bir gece ansızın gidivermiş! Bu dünyanın kötülerine ve kötülüklerine daha fazla dayanamamış duyarlı yüreği…

Ferhat Hançer’den söz ediyorum. Emekli bir yazın öğretmeni, çevre savaşımcısı ve yazardı. Ama hepsinin ötesinde saygın bir devrimci, yiğit bir direnişçi idi. Sinop-Gerze’de termik santral kurulmasına karşı 2009-2015 yılları arasında yürütülen direnişin önderlerindendi. “Direniş Günlüğü / Gerze’de Bir Doğa Mücadelesi” adlı belgesel kitabı NotaBene Yayınları’ndan çıkmıştı…

Ferhat Hançer, BirGün’ün sürekli okurlarındandı. Bize sık sık mektup / ileti gönderir, gazetedeki dil yanlışlarına değinirdi. Yaşarken yer veremediğim son iletisini -onu saygıyla anarak- paylaşmak istiyorum:

“İyi günler Sayın Aşut.

Basında ve yayın dünyasında tanık olduğum dil yanlışları, benim de duyarsız kalmadığım bir konudur. Zamanla dile getiriyorum ve ulaşabildiğim ilgilisine durumu aktarıyorum.

Köşenizde işlenen her ayrıntı, ilgi alanımı kapsadığı için gazeteyi aldığımda ilk okuduğum köşeyazısı oluyor.

Başarı dileklerimle saygılarımı sunuyorum.

Sağlıkla kalın, hoşça kalın…

Ferhat HANÇER

Yıldızlar yoldaşı olsun!

                                                           /././

Böcek olduğumuzu söyleyenler var (Tuğçe Madayanti Şen)

"3 Cisim Problemi” ile Newton fiziği, nano parçacıklı kıyım makineleri, zamanı ve maddeyi manipüle eden zihinler ve bize böcek olduğumuzu söyleyen Netflix tweetleri arasında hızlı bir yolculuğa çıktık.

Çinli bilimkurgu yazarı Liu Cixin’in "3 Cisim Problemi" (3 Body Problem) adlı roman serisinden Netflix için uyarlanan aynı isimli dizi fenomen olma yolunda yükselişte.

Dizinin yaratıcıları arasında Game of Thrones’un David Benioff ve D. B. Weiss ile The Terror, True Blood yapımlarından tanıdığımız Alexander Woo yer alıyor. İzleyicileri Newton fiziği, şok edici cinayetler, nano parçacıklı kıyım makineleri, zamanı ve maddeyi manipüle edebilen zihinler ve bize böcek olduğumuzu söyleyen Netflix tweetleri arasında hızlı bir yolculuğa çıkaran dizinin Netflix'teki ilk gösteriminin üzerinden neredeyse bir hafta geçti. Ve şimdiden daha fazlasına açız. Finali ile bize meselenin bitmediğini vaat eden dizinin 2. sezonunu iştahla beklemedeyiz… Bilim insanları arasında sıra dışı intiharlar, bilimsel keşiflerin aniden durması ve genel bir belirsizlik ortamı içerisinde olayların arkasındaki gizemi çözmeye çalışırlarken, bir bilgisayar oyunuyla karşılaşılıyor. Ve bu oyun, oyuncuları gezegenler arası bir uygarlıktan gelen mesajları çözmekle görevlendiriyor. Yazar Liu Cixin’in dünya genelinde büyük beğeni toplamış olan bu üçleme eseri 2015’te Hugo ödülünü kazanmıştı. En iyi bilimkurgu ve fantezi çalışmalarına 1955’ten itibaren aralıksız olarak her sene verilen Hugo ödülü aslında önemli. Zaten ödülün ismi, öncü bilimkurgu dergisi Amazing Stories'in (1926) kurucusu olan Hugo Gernsback'ten geliyor. Kendisi bilimkurgu edebiyatının önemli figürlerinden biri. Hatta 20. yüzyılın başlarında bilimkurgu edebiyatının tanınmasına ve gelişimine önemli katkılarda bulunmuş olan Hugo Gernsback aynı zamanda, "bilimkurgu" terimini de ilk kez kullanan kişi olarak biliniyor.

BEŞİNCİ BÖLÜMÜ ASLA KAÇIRMAYIN

Dizinin şu ana kadar Netflix’in en pahalı dizisi olduğu ve bölüm başına yaklaşık 20 milyon dolara mal olduğu bildirildi. Sekiz bölümden oluşan bu Netflix yapımı, geniş kapsamlı bilimsel kavramları ve karmaşık felsefi düşünceleri içeren derin bir kurguya sahip. Fazla zeki olup, kendi algoritmasına fazla odaklanarak anlaşılması zor hale gelen dizilerden değil. Çok zor konseptleri seyirciye anlatabilmeyi iyi başarıyor ve seyirciyi farklı bakış açılarıyla düşünmeye teşvik edebiliyor. İzleyicilerin, dizinin yaratıcı fikirlerini ve bilimkurgu türünde getirdiği yenilikleri takdir edeceğine eminim. Ayrıca karakter gelişimlerine odaklanan ve izleyicileri karakterlerin duygusal yolculuğuna da bağlamaya gayret gösteren hikâyesi, dizinin bir yanıyla ana dokusunu derinleştirmesini sağlıyor. Şöyle ki; en yakın arkadaşlarının intiharı ile başlayan ve nükleer bomba kullanmaya kadar ilerleyen bir drama var ortada aslında. Seyirciyi düşündüren ve tartışmaya açık kavramlarla dolu oluşu ilham verici olsa da yoğun fizik teorileri bazı izleyiciler için yorucu olabilir. Veya dizinin tempolu başlangıcının ardından daha yavaş ilerleyen birkaç bölümü bazı seyircilerde ilginin kaybolmasına sebebiyet verebilir. Hatta trend olduğu için bu diziden kaçınmak isteyenler de olacaktır. Şunu söylemek istiyorum, ne yapın edin, dizinin beşinci bölümünü asla kaçırmayın. Bu bölümün hissettirdiği o korkuyu deneyimlemeniz gerek.

TARTIŞMALI KIZIL AĞUSTOS SEKANSI

5 Ağustos 1966'da Pekin Üniversitesi'ne Bağlı Deneysel Lise'nin ilk müdür yardımcısı Bian Zhongyun, Mao’nun harekete geçirdiği Kızıl Muhafızlar tarafından dövülerek öldürülmüş ve Kızıl Muhafızlar tarafından öldürülen ilk eğitim çalışanı olmuştu. Dizi tam da bu trajik ölümü hatırlatan/kurgulayan sert bir sahne ile açılıyor. Dönemin önde gelen bir bilim insanının entelektüel olduğu için kalabalığın önünde utanç içinde vahşice dövülerek öldürüldüğü bu beş dakikalık sekans ana akım bir medya platformunun, yaşanmış korkunç olayı bu şiddette tasvir etmesi açısından oldukça önemliydi. Netflix Çin'de resmi olarak mevcut olmasa da, sanal özel ağlar orada yaşayan insanların platforma erişmesine izin verdiğinden bu sahne Çin sosyal medyası başta olmak üzere izleyicileri hızla ikiye böldü. Kanlı siyasi tarihin bu hikâyesi ile ilk kez karşılaşan gençler şaşkına dönmüştü adeta. Açıkçası benim için de TV’de daha önce hiç bu denlisine şahit olmadığım kadar dramatik, sert ve politik bir açılış sahnesiydi. Siyasi nedenle 10.275 kişinin ölümü ile sonuçlanmış “Kızıl Ağustos” gerçeği ile bu denli etkileyici bir görsel eşliğinde yüzleşmek hiç kolay değildi. Hele bir Çinli için çok ama çok daha zor olmuştur. Çünkü devrimin şiddet dolu yüzünü gösteren bu sembolik olay Çin'in modern tarihindeki önemli olaylardan biri ve toplumsal hafızada bir referans noktası oluşturuyor ve adalet arayışı açısından hâlâ önemli bir rol oynuyor. Sahneyi izler izlemez olacakları tahmin ederek sosyal medyadaki paylaşımlara baktım. Reddit ve X’teki paylaşımlarda "Ailemin başına da geldi”, “Kübalıyım ama bunu hissettim," “SSCB'de doğdum ve ben bunu çok iyi anlıyorum” paylaşımları aklıma kazındı diyebilirim. Çinli izleyicilerin Hollywood'un ülkeyi kötü bir şekilde tasvir ettiğini düşünmesi, bazı Amerikalı muhafazakârların bu sahneyi överek Çin Kültür Devrimi'ni ifade özgürlüğünü yok etmekle suçlaması, "woke"un sol ile karşılaştırılmasına kadar vardı konu. Sonuç olarak, "3 Cisim Problemi" dizisi, bilimsel kavramları ve felsefi düşünceleri derinlemesine işleyen, karakter odaklı bir yapısı olan ve izleyicileri düşündürten bir yapım. Ancak dizinin tartışmalı sahneleri, geniş bir izleyici kitlesi arasında farklı tepkilere yol açmayı sürdürecektir.

                                                              /././

Erdoğan sıkıntılı, Bahçeli hiç yoktu (Yaşar Aydın)

Son 24 saat olağanüstü bir şey yaşanmasa 31 Mart seçimleri iktidarın en sesiz seçimi olarak tarihe geçebilir. Kampanya dili sözü müziği seçmene ezberletilemedi bile. Adaylar neredeyse yok gibi. Hamza Dağ gibi hafif kıpırdayanlar ise parti amblemi bile taşımıyor.

İktidarın mutlak üstünlük kurduğu il ve ilçe sayısı bir önceki yerel seçime göre çok azalmış görünüyor. Ama yine de son karar seçmenin ve bu ancak 31 Mart gecesi öğrenilebilecek.

ERDOĞAN’IN AÇMAZI

Şubat ayı itibarıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan ittifak adına sahaya çıktı. Ülkenin önemli tüm kentlerinde mitingler düzenledi. Daha önce gelmesi beklense de dün itibarıyla Erdoğan artık İstanbul’da. İlk kez büyük projelerin, güçlü vaatlerin, şiddetli saldırının olmadığı bir kampanya yürüttü. Bunun bir tercih mi yoksa zorunluluk mu olduğu tartışması çok su kaldırır. Ama gerçek şu ki son derece etkisiz bir kampanya yürüttü.

Tüm seçim boyunca sürekli tekrarladığı tek gündem CHP İstanbul İl Binasını satışı sırası gerçekleştiği anlaşılan beş yıl önceki para sayma görüntüleri. AKP adayları da kurmayları da bu görüntüler üzerine her mitingde kısa da olsa değindi Ama mevzu o kadar etkisizdi ki onlar bile konuşmalarında en çok birkaç cümle yer verebildi.

EMEKLİLER VE FİLİSTİN

AKP adaylarını ve Erdoğan’ı zorlayan en önemli konulardan biri ekonomik kriz oldu. Bu konu içinde emeklilere de ayrı bir başlık açmak gerekiyor. Tüm muhalefet partilerinin ana gündemi olan yaşlı yoksulluğu” kadar siyasi tarihi boyunca Erdoğan’ı zorlayan bir konu olmadı. Buna 17-25 Aralık operasyonları dahil edebiliriz. Basıncı o kadar kuvvetli yaşadı ki Erdoğan’ın “Kaynağımız yok” açıklamasına rağmen kurmayları son güne kadar ‘müjde’ beklentisini canlı tutmak zorunda kaldı. Geçen hafta gerçekleşen Ankara mitinginde mesele banka promosyonuna kadar geldi.  Ama bu müthiş promosyona rağmen çok açık ki Erdoğan seçim sürecinde emeklilerin gönlünü alamadı. Yaklaşık 15 milyon emekli ile gönül köprüsünde ciddi bir tahribat oluştu. Bu tahribatın ne kadarı sandığa yansıyacağını yaklaşık 24 saat sonra göreceğiz.

Yerel seçimin en tartışılan partisi hiç kuşku yok ki Yeniden Refah oldu. Erdoğan ve Cumhur İttifakı’nın tökezlemesini fırsat bilen fatih Erbakan rüzgârı arkasına alıp yelkenlerini şişirmişe benziyor. Yeniden Refah’ı Erdoğan karşısında güçlü kılan en önemli başlıklarından biri de bugüne Filistin ve bu bağlamda Ortadoğu dış politikası oldu. Bugüne kadar her seçimde Erdoğan’ın ağzında sakız olan meseleye ilişkin Yeniden Refah’ın talepleri karşısında geçiştiren bir dil kullanıldı.

Fatih Erbakan Erdoğan’ın açığını bulduğu her an sinir ucuna şöyle bir dokunmayı çok sevdi. Filistin en açık yara gibi orta yerde duruyor.

BAHÇELİ NEREDE?

Biri büyükşehir olmak üzere 11 il belediyesi Cumhur İttifakı’nın diğer ortağı MHP’ye ait. Bu seçimde 2 büyükşehir ve 22 ilde kendi adayları ile seçime giren MHP hem ittifak ortaklarından hem de lideri Bahçeli’den çok fazla destek alamadı. Bahçeli şubat ayı içerisinde bir iki miting ve kapalı toplantı dışında kitlenin karşısına çıktığı tek an partinin kurultayı oldu.

Seçim öncesi Erdoğan ile birlikte planlanan mitinglerin hiçbiri gerçekleşmedi. Seçimin hemen ardından en çok konuşulacak konulardan biri de Bahçeli’nin kurultay sonrası neden seçim çalışmalarının parçası olmadığı olacak.

Bahçeli’nin ağrılığını koymaması-koyamaması örgütü de etkilemişe benziyor. Aday çıkardığı illerde hasbelkader durumu idare ederken onun dışında AKP adaylarına son derece mesafeli bir görüntü verdiler.

Ankara kulislerinde bu fotoğrafın arka planında yenilgiye ortak olmama duygusunun olduğu konuşuluyor. İster bu gerekçe ister başka bir gerekçe olsun olası bir yenilgi durumunda Cumhur içi tartışma beklenilenden hızlı ve sert bir şekilde derinleşebilir.

İktidarın kendini tahkim etmesi üzerine kurulan yerel seçim hikayesinin sonuna renksiz, kokusuz ve siyasetsiz bir şekilde gelindi.

Tüm bu keyifsizlik içinde yerel seçim Erdoğan ve rejimin fütursuzluğuna yanıt vermek için bir fırsat sundu. Görünen o ki halk, muhalefetin tüm hataları ve geç kalmışlığına rağmen iktidara bu yanıtı verecek. Bu yanıtın kuvveti iktidarın önümüzdeki döneme nasıl başlayacağını da belirleyecek.

(Birgün)


Öne Çıkan Yayın

halkTV "Köşebaşı" -4 Aralık 2025-

 İşte faturalar: Şirketi kurduğu gibi ESK ile anlaştı! ‘Genç boğalar’ hep ondan alınmış -Bahadır Özgür-  Et ve Süt Kurumu (ESK) Genel Müdürü...