9 Temmuz 2024 Salı

soL "KÖŞEBAŞI" -9 Temmuz 2024-

Özel okul patronları doymuyor: Öğretmenin maliyetinden yakındı, devlet desteği istedi -Burcu Günüşen-

TÖZOK Başkanı Zafer Öztürk özel okul ücretlerindeki artışın yüksek olmadığını iddia etti, öğretmen maaşlarından yakındı. Öztürk maaşlarda artış için de devlet desteği istedi.

Özel okullarda düşük ücretlere karşı öğretmenlerin taban maaş eylemleri sürerken, özel okul patronları maaş artışı için devlet desteği şartını koşuyor.

CNBC-e yayınına katılan Türkiye Özel Okullar Derneği (TÖZOK) Yönetim Kurulu Başkanı Zafer Öztürk özel okulların fiyatlarındaki artışın nedenini artan maliyetlere bağladı, öğretmenlerin SGK ve vergi maliyetlerinin “çok yüksek” olduğunu öne sürdü. Öztürk özel okullarda öğretmenlerin maaşlarının yükseltilmesi için devletten destek istedi.

Ekonomi gazetesinin aktardığına göre Öztürk “devlet desteği olursa bu maliyetlerin düşebileceğini ve öğretmen maaşlarının artabileceğini” savundu.

Özel okullaşma oranının artması için de destek istedi

Öztürk’ün yakındığı bir diğer konuysa özel okulların oranının yüzde 9,7 olması oldu. Geçmişte bu oranın yüzde 11'lere kadar çıktığını belirten Öztürk bu oranın “ekonomik desteklerle” tekrar artabileceğini söyledi.

1000 özel okulun kapandığını ifade eden Öztürk “ekonomik destekler sağlanmazsa öğrenci kaybının devam edebileceğini” belirtti.

Öztürk’e göre bazı okullar “ekonomik sıkıntılar ve deprem bölgelerindeki durum nedeniyle” öğrenci kaybı yaşarken “iyi okullarda kontenjan sıkıntısı” yok. Hatta Öztürk yabancı okullara başvuruların geçmiş dönemlerden bile fazla olduğunu söyledi.

Vergi farkını devlet karşılasın talebi

Özel okulların zaten kaliteli eğitim sunduğunu savunan Öztürk, öğretmenlerin refahının sağlanmasının okulların asli görevi olduğunu kabul ederken, 34 bin lira net maaş alan bir öğretmenin özel okulda maliyetinin 52 bin lira, devlette ise 42 bin lira olduğunu savundu. Bu vergi farkının okulların üzerine yük olduğunu iddia eden Öztürk “devlet desteğiyle öğretmen maaşlarının artırılabileceğini” söyledi.

Daha fazla kamu kaynağının özel okul patronlarına aktarılması anlamına gelen önerisini savunurken Öztürk’ün öne sürdüğü gerekçeyse “daha fazla çocuğun kaliteli eğitimden faydalanabilmesi ve okulların daha kaliteli eğitim verebilmesi” oldu.

Birlik Sendikası: Eğitim Ödeneği'ne de patronlar el koyuyor

Birlik Sendikası Sözcüsü Beyza Çelik, soL’a yaptığı açıklamada “Bugün öğretmenin refahının sağlanmasının okulların asli görevi olduğunu ileri süren patronlar, öğretmenlerin yaşamını zorlaştırmaktan başka bir şey yapmıyor” dedi.

Çelik “Öğretmenlerin de çocuklarımızın da yaşamını ve geleceğini patronların eline bırakamayız. Eğitimin içinin boşaltılmasıyla birlikte çocuğuna iyi bir eğitim aldırmaya çalışan veliler devlet okullarında ÇEDES’le, özel okullarda da yüklü miktarda kayıt ücretleriyle karşılaşıyor. Velilerden yüklü miktarda kayıt ücreti alan patronlar aynı zamanda kamu kaynaklarını istedikleri ölçüde kullanıyorlar. Devletten aldıkları teşviklerle kârlarını artırıyorlar. Her şeye rağmen daha fazlasını isteyen patronlar öğretmenleri açlıkla sınıyor, yoksullukla baş başa bırakıyor ve bugün dalga geçer gibi kendi maddi durumlarının yokluğundan yakınıyor. Fakat şunu çok iyi biliyoruz, patronlar her geçen gün zenginleşiyor ve bunu aynı zamanda devlet desteği ile yapıyor. Devlet tarafından öğretmenlere verilen ‘Eğitim Ödeneği'ne patronlar el koyuyor. Yalan söylediklerini buradan da anlayabiliyoruz” ifadelerini kullandı.

                                                          /././

İngiltere seçim sonuçları: İşçi Partisi savaş kabinesi kurmaya hazırlanıyor -Çağdaş Gökbel-

İşçi Partisi, gelinen noktada artık sadece bir kabuk. Bu kabuğun yoksul dostu olduğu ve işçi sınıfını temsil ettiği kocaman bir palavra.

İngiltere genel seçim sonuçları, son yapılan kamuoyu yoklamalarını şaşırtmadı.1 İşçi Partisi'nin iktidar yürüyüşü uzun bir tarihsel sürece yayılıyor. Yani liberallerin demokrasi çığlıkları attıklarına bakmayın, parti bu yürüyüşe çıkabilmek için önce parti içi demokrasiyi yok etti. Elbette bu operasyonun içerisinde İngiliz devletinin ve istihbaratın parmağı vardı. Bunu bir "Kurtlar Vadisi" ruhuyla algılamamak gerekir; kitlelerin popüler kültürle olayları yorumlama hastalığı, bazı süreçleri anlatmakta önümüze engel koymamalı.

Liberallerin tarihi devre dışı bırakan ideolojik yaklaşımlarının kapitalizmi meşrulaştırmak için ham bir propaganda niteliğini taşıdığını asla akıldan çıkarmamak zorundayız. Bu zafer çığlıklarının çıkardığı gürültü sayesinde pek çok gerçek saklanıyor ya da yeniden inşa edilerek kitlelerin zihinleri bulandırılıyor. Avrupa'nın hızla klasik anlamda bildiğimiz Nazizme doğru yürüyüşü, sistem içi bir propaganda krizi yaratıyor. Bu meşruiyet krizini aşmanın yolu, elbette işçi görünümlü bir hareketin iktidara gelmesinden geçiyordu. Kitlelerin hâlâ bu masalı kabulleniyor oluşunun üzerinde ayrıca uzun uzun düşünmemiz gerekiyor.

Sir Keir Rodney Starmer'ın iktidar yürüyüşü, parti içinde yürüttüğü yarı örtük terörle başladı. Partinin eski lideri Jeremy Corbyn, Filistin meselesindeki duruşu nedeniyle neredeyse medya tarafından çarmıha gerildi. Ayrıca girişte belirttiğim gibi, Sir Starmer'ın kraliyet savcılığı geçmişi ve istihbarat ile olan (MI6) ilişkisi ona büyük bir iktidar kudreti katıyordu.2 Keir Starmer'ın karanlık geçmişi başka bir yazının konusu olabilir. Ancak buradan hemen ilk çıkarımı yapalım, İşçi Partisi bir resmi devlet partisi pozisyonunu yeniden ve yeniden kitlelere karşı ispat ediyor. Cobyn'in bir pedofili suçlusunun dosyalarını hasıraltı eden bir savcı karşısında zaten şansı çok yokmuş gibi görünüyor. Bu siyasi kavga içerisinde canını kurtardığına sevinmeli. İngiltere'deki yerleşik düzen kendisini sağlam temeller üzerinde görmese pervasız bir siyasi cinayetin işlenmeyeceğini kim söyleyebilir. Nitekim bu siyasi cinayet medya denilen silahın tetiğine basılarak işlendi. Öylesine güçlü bir propaganda saldırısı başladı ki anti-semitizm çığlıkları arasında Corbyn neredeyse bir Nazi subayına dönüştürüldü. Bu çılgın tasfiye saldırısının sonunda Starmer, partinin başına geçti ve yönetmen Ken Loach dahil pek çok eski partili hızla tasfiye edildi. Sermaye dikensiz bir gül bahçesi istiyordu. İşçi Partisi, tüm bu tasfiye sürecinin sancılarını çekerken, Tory Parti hızla sermaye adına yapılması gereken her şeyi yerine getiriyor ve seçimsiz göreve gelen başbakanlar devrini açarak adeta yoksullar için bir nefret paratonerine dönüşüyordu. “Nefret paratoneri” burada anahtar kelime. Zaman zaman kişiler ve zaman zaman da partiler bu nefret yıldırımlarını üzerine çekmek zorunda. Eşitsizlik, yoksulluk artarken ve kamusal hizmetler hızla devlet kontrolünden çıkarken, nitelikli sağlığa erişemediği için tahlil ya da doktor sırasında beklerken ölen insanların nefretini (sınıfsal öfkesini) üzerinde toplayacak odaklara ihtiyaç var. Böylece sermaye kendisini daha az görünür kılıyor ve topluma: "evet, sonuna kadar haklısınız; ben de sizler gibi bu çürümüş iktidar yapısının mağduruyum" diyebiliyor. Tory Parti ve onun çılgın başbakanları Ukrayna savaşını kışkırtıyor, Ukrayna'nın savaştan çekilmesini engelliyor ve savaşın tüm yıkımını büyük bir ustalıkla yoksulların sırtına bırakıveriyor. Tüm bunlar yaşanırken yeni nefret objeleri aranıyor ve aranan hedef hızla bulunuyor. Mülteciler denizin ortasında bir gemiye (Bibby Stockholm) azılı suçlular gibi doluşturuluyor, Ruanda da toplama kampları planları yapılıyor, hatta bu planlara Türkiye'nin dahil olduğu Liz Truss tarafından itiraf ediliyordu. Bu gelişmeler yaşanırken Keir Starmer, İşçi Partisi'ni dümdüz ediyor, sendikacılar ve işçi sınıfı partiden adeta kovuluyordu. Peki, sermayeyi Jeremy Corbyn konusunda rahatsız eden şey nedir? Normal şartlarda Corbyn gibi yarı sosyalist görünümlü bir adamın düzenin meşruiyeti için daha tercih edilebilir olması gerekirdi. Ancak normal koşullar içerisinde olmadığımız açık bir biçimde ortada. İngiltere'nin kabiliyetli ve sermayenin her dediğini eksiksiz yerine getirebilecek bir savaş kabinesine ihtiyacı var. Ayrıca bu savaş çabalarının ortasında İsrail'in savaş motivasyonuna darbe indirecek düzeyde bir kişinin, iktidara hazırlanan bir partinin başında olması imkansızdı. Bu yüzden Starmer'ın geçmişine baktığımızda İsrail'e karşı sınırsız bir destek görüyoruz.3 Çok uzak bir tarihe gitmemize gerek yok. İngiltere'nin savaş dönemlerindeki en kullanışlı siyasi aparatı İşçi Partisi olmuş gibi görünüyor. Aşağıda kronolojik olarak hazırlanan görsel bunu açık bir biçimde gösteriyor.

İngiliz savaş pilotlarının son 25 yılda 8 ülkede gerçekleştirdikleri bombardımanlar1999: Tony Blair, Yugoslavya'nın dağılması sırasında Kosova, Sırbistan ve Karadağ'ı bombalıyor. Birleşik Krallık 531 misket bombası atıyor. / 2001: Blair, Afganistan'da Taliban'ı bombalamaya başlıyor. Birleşik Krallık 2014'e kadar savaşıyor ve termobarik bombalar kullanıyor. / 2003: Blair ve Bush, yasadışı bir şekilde Irak'ı işgal ediyor. Birleşik Krallık askerleri 2009'a kadar savaşıyor. Askerler seyreltilmiş uranyum ve beyaz fosfor kullanıyor. / 2011: David Cameron, Muammer Kaddafi'yi devirmek için Libya'yı bombalıyor. Süregelen iç savaşı tetikliyor. / 2014: Cameron, Irak ve Suriye'de IŞİD'i bombalamaya başlıyor. Hava saldırıları bir sonraki on yıl boyunca devam ediyor ve şimdi İran'dan gelen insansız hava araçlarını hedef alıyor. / 2024: Rishi Sunak, İsrail'in Gazze'deki soykırımına yardım etmek için Yemen'de Husileri bombalıyor.

İşçi Partisi, gelinen noktada artık sadece bir kabuk. Bu kabuğun yoksul dostu olduğu ve işçi sınıfını temsil ettiği kocaman bir palavra. Yine bu köşede yer verdiğimiz geçmiş bilgilere bakılacak olursa eğer Sir Keir Rodney Starmer'ı dürüstlüğünden dolayı takdir etmemiz gerekiyor. Kamusal sağlık ve eğitim hizmetlerinin çöktüğü, gıda bankalarına başvuran insan sayısının dramatik bir biçimde arttığı İngiltere'de İşçi Partisi lideri yoksullara tek bir şey vadetti: İngiltere'nin nükleer savaş kapasitesinin arttırılması. İşte liberaller tüm bu savaş, yıkım ve ölüm söylencesini yeniden renkli bir demokrasi masalına dönüştürüyor. Aşağıdaki grafikte görünen seçim sonuçlarını şöyle yorumluyor: "İngiliz İşçi Partisi, Jeremy Corbyn’den kurtulduktan sonra gümbür gümbür kazanıyor. Yeni Başbakan Keir Starmer, ev ödevi yapmış, ayakları yere basan biri"5 Aslı Aydın Taşbaş, ilerleyen günlerde umut ediyorum ki partiye davet edilir ve hak ettiği biçimde mükafatlandırılır. Meseleleri bu şekilde çarpıtmak ve yorumlamak büyük bir başarı olarak kabul edilmeli.

Yukarıdaki tablo İngiltere'deki tahmini sandalye dağılımını gösteriyor. İP:410, Muhafazakar Parti:131 bu sonuca göre İP güçlü bir biçimde iktidara geliyor.

Aslı hanımın iddia ettiği gibi Starmer'ın ev ödevini iyi çalıştığı falan yok. Liberal bunu cahilliğinden değil, ideolojik bağlılığından söylüyor. Çünkü, sermaye kesenin ağzını İP zaferi için açmış durumda. Sermaye kesenin ağzını açarken, liberal ağzını nasıl açmasın?6 Jeremy Corbyn, liderliğindeki parti 2017 yılında yüzde 40 oy alıyor. Starmer ise bugün yüzde 35 oy almış durumda. Partinin milletvekili sayısındaki dramatik değişimi ise seçim sisteminden kaynaklanıyor ve okurları bu karmaşık matematiksel oyunlarla yormak istemiyorum. Gelelim kimsenin görmediği, bilmediği bir hatta: Dublin ve Londra hattına.

Torylerin seçim hezimeti, İngiltere'deki ırkçıların seçimdeki rolüne bağlanıyor. Doğru olabilir; ancak mesele burada karanlıkta bırakılıyor. Irkçılar muhafazakârların önünü neden kesiyor? Irkçılar İngiltere'de Torylere çelme takar gibi görünürken İrlanda'da Sinn Fein'e çelme takıyorlar. Gelecek İrlanda genel seçimlerinde Sinn Fein'in iktidarı alacağına kesin gözüyle bakılırken artık Sinn Fein o olasılıktan uzaklaşmış gibi görünüyor. Irkçıların İrlanda'da yaptıkları agresif girişimler, Sinn Fein'in yükselişine ciddi anlamda fren koydu. Artık yapılacak bir şey kalmadı, Sinn Fein tek başına iktidara yürür dediğimiz bir dönemde, düzen elinde hala çeşitli seçenekler olduğunu gösterdi. Elbette bunu medya denilen dev silahıyla gerçekleştirdi. Şimdi, buradaki siyasi kavganın temel nirengi noktalarından birine değinelim. Avrupa'daki siyasi kavgayı kızıştıran ve ırkçıları sahneye yaklaştıran İsrail oldu. İrlanda'da Filistin siyasetinden yana bir Sinn Fein iktidarı ihtimali bu yüzden panik yaratıyor. Fransa seçim sonuçlarında ortaya çıkan tablo bu yüzden korkucu. Anti kapitalist olacağı için değil, Filistin yanlısı olacağı için. Şimdilik İngiltere, Hollanda ve İtalya İsrail destekli siyasi cereyanların zaferiyle sonuçlanmış gibi. Bu kısa ve önemli nottan sonra tekrar konuya dönelim.

Medya, alternatif gibi görünen sesleri kendi ırkçı tonuyla yeniledi ve işçi sınıfına düzen dışı herhangi bir seçeneği resmen yasakladı. Hepimiz bu dramatik ve hızlı değişimlerden ders çıkarmalıyız. Kitlelerin bu kadar çabuk duygu ve davranış değiştirmeleri bize açık bir mesaj olmalı. Medyanın gücü hâlâ azımsanmayacak ölçülerde ve kitleler bu güçle yönlendirilmeye devam ediliyor. Dublin ve Londra ortak çalışmanın meyvelerini topluyor. Sinn Fein'in olası iktidarı engelleniyor, Toryler Brexit kararının bedelini ağır bir biçimde ödüyor. İrlanda Başbakanı (Taoiseach)  Simon Harris, İşçi Partisi lideri Starmer'ın zaferini büyük bir mutlulukla selamlıyor.7 AB üyesi ve güçlü bir sermaye birikimini elinde tutan Dublin, İngiltere seçim sonuçlarından memnun ve Londra ile koordineli çalışmaya hazır. Torylerin şımarık başbakanları artık yok. Ve herkesin öğrenmesi gerken şu ki, bir taraf sendelerse diğer tarafta sendeliyor. Çünkü İngiltere, İrlanda ve oradan ABD'ye uzanan bir sermaye ağı var. Buradaki iç çatışmalar ne kadar keskinleşirse koordinasyonu uygun biçimde yürütecek hükümetler o kadar zayıflar. Bu koordinasyonu bozmaya kalkan şımarık Tory başbakanlarının başına gelenleri hatırlıyor musunuz? Art arda Dublin'den yedikleri tokatla yere serildiler. Londra'nın karşısında artık sıradan el hareketleriyle talimatlar verebileceği bir komşusu yok. İrlanda, güçlü Amerikan sermayesi ile tüm silahlarını kuşanmış bir ülke ve Londra siyaseti dengede durmak istiyorsa AB üyesi olan bu güçlü komşuyla senkronize olmak zorunda. Ukrayna-Rusya savaşı İrlanda'nın tarihsel tarafsızlığını hızla yok ederken, Londra uyuma hazır olduğunu İşçi Partisi hükümetiyle gösteriyor ve Starmer'ın ilk önemli mesajı Ukrayna konusunda oluyor. Starmer, Ukrayna lideri olodimir Zelenskiy'i “X” de etiketleyerek yaptığı paylaşımda özetle İngiltere'nin sınırsız desteği sizinle mesajı verdi.8

Bu uzun seçim hikâyesinin sonu bize barışı, özgürlüğü ve eşitliği muştulamıyor. İşçi Partisi ve onun lideri hayatlarımızı alt üst edecek yeni ve daha büyük adımlar atmaya hazırlanıyor. Bunu başarır ya da başarmazlar bunun bir önemi yok. Başarıyı ve başarısızlığı zaman gösterecek. Maalesef tüm bu hikâyede işçi sınıfının kendisini bir özne olarak konuşamıyoruz. Sermayenin sahneye çıkardığı figürleri ve iç çatışmaları (gerilimleri) konuşmak zorunda kalıyoruz. İngiltere siyasetine bakanlar buradan kendisine bir ders çıkarmak istiyorlarsa eğer, Londra'ya baktıkları kadar Dublin'e bakmayı ihmal etmesinler.

'Kapitalizm Komada' üzerine bir inceleme: Sosyalist bir teşhis mi reformizmin ayak izleri mi? -Mehmet Erçetin-

Düzen solu geçmişine ne kadar sahip çıkıyor ve ne noktada “değişim” diyor? Sahra Wagenknecht’in ilk basımı 2003 yılında yapılan “Kapitalizm Komada” kitabı bu açıdan ipuçları sunuyor.

Sahra Wagenknecht geçtiğimiz yıl Almanya’da liberal solun partisi die Linke’den ayrılarak kendi hareketini kurmak için yola çıkmıştı. Bu iddialı kopuşu Alman toplumunun büyük ilgisi takip etti. Wagenknecht’in Almanya siyasetinde temas ettiği ve yerleştiği boşluğa bakacak olursak bu ilginin sahici sebepleri var. Ancak dikkatle incelediğimizde görüyoruz ki bu yeni “sol starın” çizgileri de düzenin boşluğa müsaade ettiği sınırlar kadar.

Bunun izlerini sürmeye çalışıyoruz. Düzen solu gerçekten hangi argümanlar üzerinden kendisini yeniliyor? Geçmişine ne kadar sahip çıkıyor ve ne noktada “değişim” diyor? İşte Sahra Wagenknecht’in 2003 yılında ilk basımı yapılan “Kapitalizm Komada” kitabı bu açıdan ipuçları sunuyor.

Ayrıca, gazetecilerin değil siyasetçilerin kaleminden çıkan dönemsel metinleri okumanın her zaman ilgi çekici bir yanı oluyor. Durum anlatısında objektivite kaygısı daha az güdülüyor, olaydan ziyade çıktılarına odaklanılıyor ve doğal olarak siyasetçi kendi konumunu olay doğrultusunda yazı boyunca tekrar tekrar örüyor. Tarihte eli kalem tutan siyasetçileri okumanın bu bağlamda oldukça öğretici bir yanı da var.

Geçtiğimiz günlerde Sahra Wagenknecht (SW) Avrupa Parlamentosu seçimlerine “BSW” olarak katıldığı ittifak ile ciddi bir başarı elde etti. Dolayısıyla Türkçesine Yordam Kitabevi baskısıyla ulaşılabilen “Kapitalizm Komada” isimli kitabına göz atmak için önemli bir bahane edinmiş olduk.

'Değişim' ama hangi yöne?

SW’nin kitabı, Almanya Schröder iktidarından geçerken kendisinin yazdığı ekonomi ve politika metinlerinden oluşuyor.

2000’lerin başı, Alman hükümetinin kritik ekonomik dönüşümlere temel attığı bir periyot olarak ele alınabilir. Yüksek işsizliğin ve iktisadi durgunluğun damga vurduğu dönemi Schröder öncülüğündeki koalisyon hükümeti, Ajanda 2010, Kara Sıfır gibi büyük reformlarla ekonomiyi uzun vadede dönüştürmek üzere kullandı. Nitekim bu doğrultuda ülkenin emeklilik politikasında, sosyal haklarında ve kamu özel dengesinde büyük ölçekte değişiklikler yaşandı.

SW, bu dönemde yazdığı ekonomi yazılarında hükümet koalisyonunun attığı adımları ayrı ayrı ele alıyor ve hedef tahtasına koyuyor. Emekliliğin sonraki nesiller için ne ölçüde baltalandığından tutun sağlıkta özelleştirme payını artıran kararların yaratacağı tahribata kadar, SW’nin yazılarında Alman sermayesinin güncel yönelimlerinin izini sürmek çok kolay. Ek olarak dünyanın içinden geçtiği serbest piyasaya tam entegrasyon sürecinde farklı ülkelerden örnekler verdiğine de sık sık rastlıyoruz.

Bu dönemi tanımlarken şimdiye dek SW’nin kitapta tercih ettiğinin aksine “neoliberal” kelimesinden kaçındık, bunun arkasında da öngörülenden daha fazla neden var:

Düzenin kendi içerisinde yaşadığı bu dönüşümü kapitalizmin farklı zaman aralıklarına referans vererek ele almak, günün sonunda o referans noktalarına aklayıcı nitelikler atfetmek demek. İşçi sınıfının geçtiğimiz yüzyılda egemen sınıfı kısıtlayıcı enstrümanlara sahip olduğu doğru, biliyoruz ki bu enstrümanların kaynağında, emekçilerin siyaset sahnesinde az veya çok sınıf olarak yer alabilmesi, bu konumun doğurduğu kimi doğal kuvvetler yatıyordu. Dengeleri sarsan grevler, uluslararası krizlere hatta çatışmalara müdahaleler, güçlü sınıf partileri ve sendikalar… Neoliberalizm, yazar için tam da bu kabiliyetlerin yitirildiği döneme denk düşüyor.

Dolayısıyla bu adlandırmadaki risk, denklemi tek taraflı kuruyor olması. Tarihte sermaye sınıfının savaşlara hazırlanmadığı, sömürüyü artırmaya çabalamadığı, daha “insani” olduğu bir dönem yok. Bunları yapmaya kuvvet yettiremediği dönemler var. Neoliberalizmin denklemin sonuçlarından yola çıkarak kurduğu ters projeksiyon bu bağlamda darmadağın oluyor. Düzen “neoliberalizme” halkların tepesine çökecek daha acımasız zalimler yetiştirdiği için değil, koşullar artık bu adımları atmaya müsaade eder hâle geldiği için geçiş yapabiliyor.

Bu konu bizi SW’nin ekonomi yazılarında tespit edilebilen en büyük zafiyete getirecek. SW hükümetin attığı halk düşmanı adımlara muhalefeti o kadar düzen içi referans noktalarından yapıyor ki tutunduğu dalların tamamı aynı ağacın diğer yanındaymış gibi görünüyor. Bu görüntü aslında bir yandan da daha adil bir sömürü düzeni arayışının büyük çaresizliği.

Aşağıdaki satırlar bu çaresizlik olmaksızın nasıl yazılabilir?

“Almanya'nın büyük finans kuruluşları kendilerini bir şey sanarak, 90'ların ortalarından itibaren 'kitlesel bankacılığı' bırakıp altın yumurtlayan tavuğu kesmişlerdir. (...) Geçen yıl büyük darbe alan 37.700 firmaya bankalar kredi verselerdi, bugün birçok iflas ve buna bağlı işsizlik önlenmiş olurdu.”

SW, Almanya’da işsizliğin önüne tekeller tarafından batırılan orta ve küçük ölçekli işletmelere verilecek krediyle geçileceğini iddia ediyor. 

Bankaların “vicdanına” sıkışmış bir işsizlik politikası. Büyük çaresizlik…

Bu çaresizliğin tesadüfi olmadığını SW İttifakı’nın bugün dayandığı sınıfsal zeminde tespit edebiliyoruz. 20 yıl sonra kurulan parti sahiden de mağdur edildiği iddia edilen küçük ve orta ölçekli sermayeye yaslanarak siyaset üretiyor.

Sistemin emekçilere karşı attığı adımları ifşa etmek, bunları büyük sermayenin sahip olduğu muazzam kârlılıkla yan yana getirerek ajitasyon yapmak devrimci faaliyetin önemli parçaları. Fakat bunu yaparken düzenin karanlık dehlizlerinde kaybolup fener olarak daha adil kapitalizmi tutmaya başlıyorsanız yandınız demektir. SW, bilinçli şekilde bu tuzağa “düşüyor”.

Kitapta göze batan bir başka tuzak ise Almanya’dan yaşanan krizler silsilesinin daha sağlıklı bir hükümetle çözülebilir olduğunun iddia ediliyor olması. “Voodoo Ekonomisi” başlıklı yazıda SW’nin Avroya geçiş aşamasında yaşanan sancıları piyasadaki birikim modelinin son derece doğal bir sonucu olmaktan ziyade beceriksizlik sayesinde kötü sonuçlanan bir süreç olarak yorumladığı açıkça anlaşılıyor. Kapitalizmin motorunun krizler olduğunu, bu krizler sayesinde egemen sınıfların zenginleşmeyi sürdürdüğünü anlatmak ile krizlerin daha sosyal demokrat ve eşitlikçi hükümetler marifetiyle sona erdirilebileceğini anlatmak arasında dağlar kadar fark var.

Düşen fiyatlar gerçek faizleri, hem özel hem de kamusal borç yükünü artırmaktadır ve mali politikanın hareket kabiliyetini kısıtlar. Buna rağmen, başka hiçbir ekonomik fenomen, kapitalizmin yeniden değer kazandırma saçmalığının ve sınıf çıkarlarının deflasyon karşısında ne kadar güçsüz olduğunu gösteremez. Faizsiz bir destek programı, çocuklu ailelere yapılan parasal devlet yardımının artırılması, işsizIerin ve emeklilerin desteklenmesiyle aslında her türlü deflasyon tehlikesi ortadan kalkar. Schröder elbette bunun tam tersini tercih etmektedir.

Bu alıntı ise Deflasyon Tehlikesi başlıklı yazıdan. SW sol politikalar iddiasının altını yalnızca Keynesyen iktisatla doldurmaya kalkıyor. Avroya geçiş döneminde kasti şekilde uygulanan para politikasına karşı hükümetten “parasal yardım” talep ederek krizin aşılacağını düşünmek şaka olmalı.

Hâliyle bizler için bu yazıları okurken bir soruyu sormak meşruluk kazanıyor. SW sermaye ideolojisinin tuzaklarına düşüyor mu yoksa onları kuruyor mu?

Emperyalizmin başı ve sonu

İmparatorluklar, bugün de aynı şeyleri yapmak için yeterince kararlı ve vurdumduymaz davranmaktadır; ama bu öldürücü barbarlığın günümüzdeki adı demokratikleştirme oluverdi. Önce Yugoslavya'da sonra Irak'ta buna şahit olduk; gelecekte de belki İran, Suriye veya Venezuela hedefte olacak. Özgürlükten bahsederken, aslında güçlülerin istediklerini zorla alabilmesini kastediyorlar; en yüksek kazancın peşine düştükleri sürek avında, giderlerini en düşük düzeyde tutabildikten sonra, nelere mal olabileceğini düşünmeden tüm araçları kullanmaktan çekinmiyorlar.

SW’nin Almanya toplumuna seslenen bir politikacı olarak kitapta altını kalınca çizdiği ve bu yüzden tebrik edilebileceği tek başlık ABD karşıtlığı. Muhtemelen aile kimliği ve geçmişiyle de bağlantılı biçimde ABD’nin, kimi zaman da başka Avrupalı emperyalist merkezlerin farklı coğrafyalarda giriştiği operasyonlara dikkat çekiyor ve bunu Alman hükümetinin politikalarıyla ilişkilendiriyor. Hatta belki de bu perspektif sayesinde SW, Avrupa’daki popüler deyimle bir anti-kapitalist olmaktan ziyade bir tekelleşme karşıtı gibi görünüyor. Zira emperyalizme dair herhangi bir ölçekte hassasiyet geliştirirken uluslararası tekelleri pas geçmek mümkün değil.

Ve fakat tekel karşıtlığı da bir yol kazasına uğruyor. SW’nin düzenin sınırlarının dışına kimi taciz atışları yapmakla yetinen yaklaşımı, kapitalizm içi farklı ittifaklar araması ve çareyi küçük-orta ölçekli işletmeler, özellikle de yerli olanlar, ve Alman orta sınıfında bulmasıyla sona eriyor. Bu aslında kitabın başından beri görebildiğimiz yaklaşımın sınıfsal düzlemde mantıki sonucu. Günün sonunda emekçilerden veya patronlardan bağımsız, uzayda salınan bir politik tercihin var olmayacağını biliyoruz.

Bu sayede SW’nin emperyalizm karşıtlığını genişlettiği ve çözüme ulaştırdığı nokta, neoliberalizm eleştirilerine benzer biçimde Avrupa Birliği’nin emekçi karakterle yapılandırılması, ülkeler arası ticaretin daha adil biçimde regüle edilmesi gibi öneriler oluyor. SW’ye göre istihdam sağlayan, parayla pulla pek işi olmayan, sınır ötesi operasyonları aklından dahi geçirmeyen küçük burjuvazi yaşamalı ve yaşatmalı.

Düzen mutlaklaştığı sürece gerçek sorun tespitleri, çözüme giderken talihsiz kazalara uğramak zorunda!

20 yılın ardından

soL’un Türkçe yayımladığı söyleşi SW’nin kitabında gerçekleştirdiği kalkış noktasından sonra vardığı yeri anlamak adına son derece değerli.

Alman siyasetinde geçirilen 20 yılın Kapitalizm Komada kitabının genç ve heyecanlı yazarını değiştirdiği ve “olgunlaştırdığı” görülüyor. ABD karşıtlığı emperyalist kamplaşmanın diğer ucu olan Çin ve Rus övgülerine, neoliberalizm eleştirileri ise Alman şirketlerinin öncelikli çıkarlarına varmış durumda. Kitapta Avrupa’daki ve Sovyetler Birliği’ndeki sosyalist devletleri örneklemekten çekinmeyen Sahra, yerini sosyalizm, hatta solculuk iddiasından kaçarak “muhafazakar sol” terimini icat eden Sahra’ya bırakıyor.

Burada bir sürpriz yok, Almanya gibi merkez bir emperyalist ülkenin parlamento siyasetinde bu kadar uzun yıllar tutunmayı başarmış ve hazırlık yapmış bir kişinin yıllar geçtikçe sosyalizm ile arasını açması gayet doğal, aksi şaşırtıcı olurdu. Ancak Sahra’nın kitapta bahsini açtığı fikirlerin, sınıfsal temellendirmeleri itibariyle korunduğunu ve bir örüntüyle ilerletildiğini görmek önemli bir mesaj veriyor. Sınıflar arası siyaset yapılamayacağını Sahra’nın “kendisini özdeşleştirdiğini” söylediği Roza ilan etmişti. Kendisinin öyküsünün sonunu ise antipatik hemşerilerinden dinleyebiliriz.

Sen, yediklerinden ibaretsin

Ve sizler, ne yendiğini biliyorsunuz*

Liberaller ekonomide güvenilir midir? -Oğuz Oyan-
Asıl mesele şu ki, hem liberallerin hem de kendilerini "sosyal demokrat" olarak niteleyenlerin 1980 ve 2000'lerin dönüştürme programlarıyla temel bir sorunları yok. 

"Bu da nereden çıktı" diyenleri duyar gibiyim. Liberallerin siyasette zerre kadar güvenilir olmadığını test etmekten yorulmuş bir toplumda bu soru abes kaçabilir. Bütün FETO kumpaslarında, Kabataş yalanının arkasına hizalanmakta, AKP anayasalarına destek vermekte ve onun tüm Cumhuriyet yıkıcılığı projelerinde birbiriyle yarışan bu zevatın hâlâ bir itibarı kalmış gibi ciddiye alınamayacağı açık olmalı. 

Ama iş ekonomiye gelince liberallerin yeniden sahneye çıkmaya heveslendiği görülmekte. Kuşkusuz bunlar siyasi liberallerle tamamen çakışmıyor olabilir. Hatta bunların bir bölümü siyasi liberallerin önceki pozisyonlarını şiddetle eleştiriyor da olabilirler. Ama AKP'nin M. Şimşek döneminde uyguladığı "ekonomik programa" destek vermeleri veya en azından bu programın alternatifinin olmadığı yönünde bir "kredi" açmaları nedeniyle saflarını yeniden AKP'ye hizalamış durumdalar. Bu zevatın desteğinin AKP/Şimşek uygulamaları açısından önemsiz olmadığını da görebilmek gerekiyor. Bu yazı bunun için yazılıyor.

Uygulamanın ana ekseni örtük bir IMF yaklaşımıdır: Gelir artışlarını (ücretler, emekli maaşları ve çiftçi gelirleri) fiyat artışlarının gerisinde, faizleri ise enflasyonun üzerinde tut. Bu basit formül başka şekilde de ifade edilebilir: Ekonomiyi daralt ki enflasyon dizginlensin. Peki kimin ekonomisi daraltılacak? Milli gelirin üçte birine bile el koyamayan büyük çoğunluğun, başta da ücretlilerin. Bu emek ve halk düşmanı politikalar her zaman liberalleri cezbeder. Çünkü olay sınıfsaldır ve partiler değişse de liberallerin sermaye-severliği değişmez.

Peki işin ahlaki boyutu?

Bu politikaların yol açtığı ve açacağı büyük bölüşüm şoklarına ve bunların ahlaken savunulabilir hiçbir yönünün olamayacağına girmiyorum. Bu politikaların "kaçınılmaz" olduğu yalanına da burada girmiyoruz. 1980'lerden itibaren "başka alternatif yok" (TİNA) çarpıtmasına yeterince yanıt verildi. Türkiye'de 1980'lerin ve 2000"lerin "başka alternatif yok" uygulamalarının (Türkiye'yi teslim almaya yönelik IMF/DB nezaretindeki büyük yapısal dönüştürme operasyonlarının) sonuçlarını da bugünlerde yaşamaktayız. Asıl mesele şu ki, hem liberallerin hem de kendilerini "sosyal demokrat" olarak niteleyenlerin 1980 ve 2000'lerin dönüştürme programlarıyla temel bir sorunları yok. 

Buradan devam edebilirdik ama bizi daha tâli gibi görünen başka bir mesele ilgilendiriyor bu yazıda. Şöyle deniyor: 'Neoliberal programa (burada Şimşek yönetimindeki programa) karşı olabilirsiniz, ama bu programı uygulayanların ahlaki kodlarını sorgulayamazsınız/karalayamazsınız. Onlar yalan söylemezler, halkı aldatmazlar, aldatıcı istatistiki veriler yayınlamazlar, yolsuzluklara göz yummazlar, kamu ekonomisini haksız zenginleşmelerin kapısı yapmazlar, kamuda savurganlığa, usulsüzlüğe yer vermezler, liyakat dışı yöneticilere yol vermezler, vs. vs.' Önceki cümlenin başına "şöyle deniyordu" demek artık herhalde daha uygun düşecektir. Çünkü bütün bunların palavradan ibaret olduğu Şimşek takımının 1,5 yıllık icraatından sonra artık belli olmuş olmalı. (Gerçi Şimşek'in 2007-2018 dönemi icraatını yakından izlemiş olanlar bunun zaten farkındaydılar).

Şimşek'in, yolsuzluk ekonomisine, çarpık ihale sistemine, üniversite idarecileri dahil olmak üzere tüm kamuda liyakatsizlik ve kayırmacılık üzerine inşa edilmiş yönetim politikasına çok bir şey yapamayacağı zaten önceden belliydi denilebilir. Peki ama israf ekonomisinde kendisinden ve bakanlığından başlayarak hiç mi adım atamazdı? TÜİK'in güvenilir veri açıklamasına hiç mi müdahale edemezdi? (Ya da neden edemezdi: Çünkü TÜİK'in TÜFE'si Türkiye'de en belirleyici bölüşüm kategorisi haline gelmişken ve "vurun abalıya" politikası geçerliyken, niçin TÜİK'e çeki-düzen verilsin ki?). Çift maaş/hakkı huzur sistemine ancak bu kadar mı müdahale edebilirdi? (Ya da zaten daha fazlasını yapmak istemez miydi?). Tasarruf tedbirleri diye diye sadece 100 milyar TL'lik olduğu söylenen bir paket mi ortaya çıkarılabilirdi? Vergi reform paketi diye getirilen (ve birçok hükmü teklife dönüşmeden taslaktan çekilmek zorunda kalan) garabetten sadece 50 milyar TL küsurluk bir gelir beklentisine mi ricat edilirdi? Peki 2024 yılında sermayeye dönük 1,6 trilyon TL'lik vergi ayrıcalıklarına dokunamadan dezenflasyon programı nasıl çalışabilecek?

Ya IMF de işin içinde olsaydı?

Bazı liberallerin bir savı da şu olacaktır: 'IMF ile resmi program yapılmış olsaydı bunların bir bölümünde daha çok mesafe alınabilirdi; Şimşek ne yapsın, kemikleşmiş çıkar ilişkileri karşısında pek yalnız!' Bunun da büyük ölçüde bir "şehir efsanesi" olduğunun altını çizmek gerekiyor. 

IMF ve DB'nin Türkiye'de uyguladığı programların ne büyük çarpıtmalar ve ne gibi kuyruklu yalanlar üzerine inşa edildiğini bilenler açısından böyle bir iddianın ciddiye alınması bile mümkün olamaz. Daha önce çok yazıp konuştum; burada birkaç örnek vermekle yetineceğim.

1980'lerdeki IMF/DB programının (24 Ocak Kararlarının) 12 Eylül faşist darbesi sayesinde uygulanabildiğini ve bunun emperyalizmin güdümündeki uluslararası mali kuruluşları hiç rahatsız etmediğini geçelim. 2000 yılı IMF/DB programının da (bizzat IMF'nin kasıtlı program hatasıyla) 2001 kriziyle tökezlemesinden sonra, 12 Eylül rejiminin rolünü oynayacak bir dinci-liberal iktidar alternatifinin nasıl sahneye çıkarıldığını da geçelim. 2000 programının ve sonradan 2001'deki devamının gerekçelerinin nasıl kocaman yalanlar etrafında örülmüş olduğuna çok kısaca değinelim.

IMF ve DB Türkiye tarımında dünyada o zamana kadar hiç uygulanmamış ölçekte bir liberalizasyon programı uygulamakta kararlıdırlar. Türkiye, kendi ellerine bırakılmış bir laboratuardır ve yerli siyasilerin ve sermayenin itiraz etme takati kalmamıştır ve esasen 1990'lı yıllar boyunca bürokrasi ve siyaset buna hazırlanmıştır. Bütün tarımsal desteklerin kaldırılıp yerine 6-7 yıl için bir doğrudan gelir desteği (DGD) sisteminin getirilip, çiftçiye üretmese dahi destek verme kapısının açılması ve bu arada tüm girdi üreten ve destekleme alımı yapan tarımsal KİT'lerin hızla özelleştirilmesi veya tasfiyesi sayesinde tarımın dışa bağımlılığının pekiştirileceği hesabı yapılmıştır. Dünya gıda/girdi tekellerinin programı yürürlüktedir. Önce Ecevit Hükümeti sonra da Erdoğan Hükümeti buna tamamen taraf durumdadır. Toplum, güçlü bir siyasi refleksle Ecevit Hükümetini düşürmüş ama yerine gelen din/Allah takviyeli Erdoğan iktidarına teslim olmuştur. Dış sermaye yanında iç sermayenin de desteği tamdır.

Programın itirazsız kabulü için iri yalanların zamanıdır. Hepsini saymamız olanaksız. Şunları sıralayalım: -'Tarım bir kara deliktir; tarımsal destekler milli gelirin yüzde 10'una varmıştır'. Dört kata varan bu abartının arkasında, Ziraat Bankası'nın bütün kredilerinin tarıma gittiği (ki çoğu ticari kesime gitmektedir), Banka'nın en düşük kredi faizleri ile piyasa faizleri arasındaki fark kadar bir sübvansiyon içerdiği (oysa Banka'nın sübvansiyonlu kredi hacmi pek düşüktü; örneğin Tariş'in ZB'den aldığı kredilerin faizi yüzde 120'ün üzerindeydi, 6 ay içinde ödenmezse yüzde 200'ü buluyordu!) çarpıtmaları bulunmaktaydı. 

- 'Tarıma veren destekler gerçek hak sahiplerine gitmemektedir'. Bunun arkasındaki kuyruklu yalan şudur: Tarıma pamuk prim desteği olarak 18 milyar dolarlık bir destek verilmiş ama bunun sadece 315 milyon dolarlık kısmı üreticiye ulaşmıştır. Gerçek ise şudur: Pamuk desteklemesi için Hazine TCZB'den 1993'te 315 milyon dolar kredi almış ve bunu özellikle üç birlik (Tariş, Çukobirlik, Antbirlik) aracılığıyla pamuk üreticisine ulaştırmıştır. Hazine daha sonra TCZB'ye 700 küsur milyon dolar geri ödeme yapmasına karşın Banka'ya borcu 2000'e kadar çığ gibi katlanarak 18 milyar doları bulmuştur. Neden? Çünkü Hazine'nin borcuna dolar bazında yüzde 100'ü aşan faizler işletilmiştir. Tekrar neden? Çünkü Hazine'nin TCZB'den sebepsiz borç almasından başlayarak ortada dönen bir dümen vardır; TCZB batak durumdadır ve kurtarılması gerekmektedir. Yerli ekonomi bürokrasisi ile IMF/DB'nin çıkarları örtüşünce bu büyük yalan uydurulmuştur. (IMF'ye verilen Niyet Mektubu'na da yazılan bu yalanın hiç iz bırakmadığı düşünülmesin; 2000'lerin başında bazı Tariş yöneticileri beni arayarak "bu destekler nereye gitmiş olabilir hocam?" diye sorgulamışlardı)! Niyet Mektubu'nu imzalayan Ecevit Hükümetinin bu dolduruşlarla epey bir hizaya getirildiğini de kolayca tahmin edebilirsiniz...

- Dünya Bankası da hem Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri'nin kısmi tasfiyelerini içeren bir yasa tasarısını hazırlamış hem de 'tarımsal desteklerin sadece zengin çiftçilere gittiği' yalanını ısrarla gündemde tutmuştu. Ne var ki, DB 2004 yılında hazırlattığı bir raporda, DGD sisteminin zengin çiftçilere yaradığı gerçeğini kabul etmek zorunda kalmıştı. Ama artık iş işten geçmişti. 30 milyon dönüm tarım toprağı terk edilmiş, 3 milyon çiftçi üretimden çekilmişti. DGD de zaten 2007'de son bulacaktı.

Sonuç

Ama asıl amaç hasıl olacaktır. Tarım desteksiz bırakılacak, 2006 tarihli Tarım Kanunu'nun destekleme tutarına alt sınır getiren hükmüne asla uyulmayacak, çiftçi destekler yetersiz kalınca banka borçlarına mahkum edilecek ve mülksüzleşme süreci hızlanacak, önceden net ihracatçı olan tarım sektörü net ithalatçı konumuna geriletilecek, girdi bakımından dışa bağımlılık son haddine taşınacaktır. Bütün bunların sonucunda Türkiye genel enflasyon düzeyinin hep üzerinde gıda ürünleri fiyatları artışına maruz kalacak ve bu bakımdan dünyadaki eğilimlerden negatif anlamda ayrışacak; tarımsal faaliyetlerin sürdürülmesinin giderek zorlaştığı bir ülke konumuna gerileyecektir. 

Peki Şimşek "programı"nın ve liberallerimizin buna karşı çözümü nedir acaba? Çay, buğday gibi ürünlerden sonra şimdi de fındık alım fiyatlarını en düşük seviyelerde belirlemek. Burada tekrar başa dönebiliriz: Gelirler yönetimi politikası iş başındadır. Ama 10 yıl sonra Türkiye'de küçük-orta boy tarımsal üretici bulunabilecek mi, çok kuşkuludur.

Emekçilerin en büyük sınıf düşmanı uygulanan bu politikalar ve onların arkasındaki güçlerdir.

                                                                /././

Rusya'nın Ukrayna'dan ele geçirdiği Tokmak’tan izlenimler(II) -Okay Deprem-

Sıra en hayati soruya geliyor: “Rus ve Ukrayna halklarının yeniden dost olabileceğini düşünüyor musunuz?”… “Evet, yapabilirler. Belki birkaç sene içerisinde…”

Ukrayna-Rusya Savaşı’nın son hızıyla devam ettiği bölgelerin başında gelen Zaporojye ilinin cephe gerisi kentlerinden birisi olan Tokmak’tan izlenimlerimizi, bir süre aradan sonra aktarmayı sürdürüyoruz. İki bölümlük serimizin bu ikinci kısmında bu kez, Tokmak şehrinin merkezinde sivillerle, yöre sakinleriyle gerçekleştirdiğimiz sokak röportajlarına, kısa söyleşilere yer veriyoruz.
Tokmak her ne kadar, iki seneyi aşkın bir süredir Ukrayna ordusunun düzenli olarak ağır silahlarla hedef aldığı ve şu ana kadar çok ciddi ölçüde ağır hasar verdiği, cephe hattına en yakın belli başlı yerleşim birimlerinden birisi olsa da, gene de her şeye rağmen bu ufak ve sevimli şehirde hayat devam ediyor. Ve biz de yazın başlarında ses kayıt cihazımızı bu sefer, savaşın göbeğindeki Tokmaklılara uzatıyoruz. 

Bombardımana çoktan alışmış gençler barışa inanıyor 

Şehir parkının orta yerinde ufak gazeteci grubumuzla birkaç genç kıza yanaşıyoruz. Öncelikle, vilayetlerinin Ukrayna tarafından kontrol edilen kısmına geçmek isteyip istemediklerini soruyoruz. Nedenlerini tam olarak dile getiremeseler de yanıtları net olarak “Hayır” oluyor. Sadece, “doğup büyüdükleri yerde kalmak istediklerini” dile getiriyorlar.

Genç kızlar sokaklarda güvenle dolaşabilecekleri, tatil vs. amaçlı dışarı bir yerlere gitmeye başlayabilecekleri zamanın gelmesini istiyorlar.

Ardından, Rus pasaportu alıp almadıklarını merak ediyoruz. 17-18 yaşlarındaki genç kızların hepsi de hâlihazırda Rus vatandaşı olmuş. O sırada “Bu noktadaki genel eğilim nedir?” diye soruyorum. Bu konudaki yöneliş ve tercihlerin oldukça farklılık arz ettiğini dile getiriyor içlerinden birisi. Ansızın en yakıcı suallerden birisine geliyorum: “Peki korkmuyor musunuz?”. “Artık değil…”.

'Rus ve Ukrayna halkları, hemen olmasa da birkaç sene zarfında dost olabilirler'

Dediklerine bakılırsa, şehre yönelik füze ve top saldırılarına nispeten hızlı alışmışlar. Gruptan gene ben sözü almak suretiyle, “onlara göre savaşın nasıl biteceğini ve dahası nasıl bitmesi gerektiği” sorusunu yöneltiyorum bu kez de. “İyi bir şekilde bitmesi ve barışın tesis edilmesiyle” deyip; “sokaklarda güvenle dolaşabilecekleri, tatil vs. amaçlı dışarı bir yerlere gitmeye başlayabilecekleri zamanın gelmesi” temennilerini ekliyorlar.

Sıra en hayati soruya geliyor: “Rus ve Ukrayna halklarının yeniden dost olabileceğini düşünüyor musunuz?"... “Evet, yapabilirler. Belki birkaç sene içerisinde…”

Devamında ise beklenmedik şekilde, Rusya’ya dönük kin ve nefret duygularının olduğu kadar, bunun daha ziyade üst yaş grubundaki yetişkin insanları kapsadığına dikkat çekiyorlar. 

'Küresel zenginler bu ihtilafın sürmesinden yanalar'

Rusya’nın iktidar partisi “Birleşik Rusya”nın “Rusya ile Birlikteyiz” adlı insanı yardım dağıtım noktasının önüne gidiyoruz. Buradaki ufak kuyrukta beklemekte olan ve genel grubun anlaması için orta seviye bir İngilizce ile sorulara cevap vermeye başlayan bir adam ile sohbete girişiyoruz.

Kuyrukta bekleyen adam "Özellikle bu savaştan çıkar sağlayan küresel zenginler bu ihtilafın sürmesinden yanalar" diyor...

Gruptan Avustralyalı bir gazeteci, “Batı dünyasına genel mesajlarının ne olduğunu” soruyor. Sorunun detaylı devamını beklemeksizin “Sizler, Batı orijinli silahlar için para veriyorsunuz ve bunlarla insanlar ölüyor. Eğer barış istiyorsanız, müzakere masasına oturur ve konuşursunuz. Bazı uzlaşı noktaları bulmak zorundayız. Yani silahlar olmadan… İnanın bana, o şekilde mümkün değil…” biçiminde konuşuyor.

“Evvela Minsk-1 ardından da Minsk-2 protokolleri gerçekleşmişti ve sonrasında 'İstanbul Mutabakatı' ortaya çıktı. Akabinde ise Boris Johnson Kiev’e uçmak suretiyle bunu iptal etmişti. Sivil bir vatandaş olarak, Batı’nın bu güvenilmez karnesini gözeterek, tüm bunların ardından artık yeni olası bir antlaşmaya güveniyor musunuz?”

“Başka bir yol yok ki… Bir önceki yılın nisan ayı öncesinde henüz burada Rus güçleri varken, dalgalanan Ukrayna bayraklarına dokunmuyorlardı henüz. O zaman onların bu bölgeyi almak gibi bir amaçları yoktu… Özellikle bu savaştan çıkar sağlayan küresel zenginler bu ihtilafın sürmesinden yanalar.”

'Aynı ülkedeyiz, aynı halkız; sadece taraflar bunu farklı biçimlerde tarif ediyor'

Bir yabancı muhabirin, “Her şeye rağmen Ukrayna’nın kendisinin umurunda olduğu tek ülke Rusya gözüküyor, ne diyorsunuz bu hususta?” demesi üzerine aynı genç adam devam ediyor:

“Bizler aynı ülkede sayılırız, aynı insanlarız. Tek farkla ki, her iki taraf da bunu değişik biçimde tarif ediyor. Düşman olan sıradan insanlar değil. Sadece birbirlerini öldürmeye gönderilen insanlar düşman olabilirler birbirleriyle….”

Bir de şöyle bir soru soruyoruz kendisine: “Batı’da, buralarda Putin’in adeta kafalarınıza silah dayamak suretiyle sizleri Rusya’yı desteklemeye zorladığı ve buradaki insanların aslında hepsinin de Ukrayna’ya gitmek / dönmek istediklerine dair yaygın bir propaganda var. Ne söyleyeceksiniz?"

“Açıkçası ben ve ebeveynim uzun süre boyunca Kırım’da yaşadık. Örneğin oranın Ukrayna’dan ayrılmak istediği kesinlikle bir propaganda değildi. Çünkü oraya Ukrayna hükümeti hiçbir gerçek hizmette bulunmamıştı. Okullar, hastaneler o dönemde kapanıyorlardı. Sadece orayı o devirde yönetenler memnundu, o da iyi para kazandıklarından dolayıydı… Ukrayna’da ne vardıysa Sovyet döneminden kalmaydı. İnsanlar çoktandır değişim istiyor, hayatlarının daha iyiye doğru dönüşmesini arzu ediyorlar…”

'Tokmak sakinlerinin yüzde sekseni Rusya’ya destek veriyor'

Birkaç dakika sonra gruptan birkaç kişi olarak, yolun karşı tarafına geçip, bir çeşmenin yanı başındaki ağaçlık alanda oturmakta olan bir dizi yetişkin adama sokuluyoruz. Çoğunun emekli olduğu ilk bakışta anlaşılıyor. Hızlıca sohbetimize girişiyoruz.

Ukrayna birliklerinin sivil yerleşim birimlerini hedef almasının arkasında, bölgede konuşlu olabilecek birtakım ağır silah sistemleri olup olmadığını öğrenmek istiyoruz. “Hakikaten de sivilleri sürekli suretle kim, kimler ne için vuruyor” şeklinde sorumuzu formüle ettiğimizde, “Sadece Ukrayna tarafı, özellikle korkutmak için, halkın memnuniyetsizliğini bu şekilde arttırıp, Rusya’ya karşı negatif duygular yaratmak maksadıyla” yanıtını veriyor aralarından biri. “Bizler ise Kiev’deki Banderist rejimden nefret etmeye devam ediyoruz” şeklinde sürdürüyor sözlerini. Tokmak sakinlerinin aşağı yukarı yüzde 80’inin Rusya’yı desteklediğini sözlerine ekliyor. 

'Ukrayna’nın egemenliği ve bağımsızlığından geriye bir şey kalmadı'

Seçimler konusuna geliyoruz, yani aynı zamanda bölgede de organize edilen, Rusya’daki en son başkanlık ve parlamento seçimlerine. Ahalinin yüzde 92’sinin seçimlere iştirak ettiğini söyleyen aynı adam şöyle devam ediyor:

“Ukrayna savaştan önceki tüm o yıllar boyunca bağımsız ve egemen olmuştu. Şimdi herhangi bir Ukrayna askerine, ne için savaştığını sorun. Ukraynalı olan hiçbir şey kalmamış durumda. Toprak yok, hiçbir şey yok. Hepsini Amerikalılara, Almanlara, vs. sattılar… Diyelim ki savaş bitti ve barış oldu. İş olmayacak, güç olmayacak. Tüm bu süre zarfında tüm Ukrayna milletvekilleri, idarecileri ise milyoner hatta milyarder oldular. Ukrayna’nın kendisi için savaşmak istiyorsunuz, ancak onun kendisi en başta ortada kalmamış durumda…”

Rus ve Ukrayna taraflarından herhangi birine karşı genel anlamda bir garez havasının hâkim olup olmadığını sorduğumuzda ise bunu “Bizler hepimiz Slavız, aynı halkız. Ortak dil bulmasını biliriz, bizler akıllı insanlarız. Tüm bunları siyasetçiler yaptı ve yapıyor" şeklinde cevaplıyor.

Not: Okay Deprem Tokmak bölgesini soL adına değil, bağımsız gazeteci sıfatıyla ziyaret etmiştir. soL, Deprem'in izlenimlerini yayımlamaktadır.

https://haber.sol.org.tr/haber/rusyanin-ukraynadan-ele-gecirdigi-tokmak-kentinden-izlenimler-1-393826

                                                                            /././

TSİP Genel Sekreteri Ali Öner'in ardından...-Osman Akyol-

"Parti binasından çıktığımda hemen vapura binmek yerine bir süre sahilde yürümeye karar verdim. Çok sarsıcı bir hikayesi vardı Ali Abi’nin. Ondan çok ben dağılmıştım."

Türkiye Sosyalist İşçi Partisi (TSİP) Genel Sekreteri ve aynı zamanda sıkı bir hayvan dostu olan Ali Öner kaldırıldığı Dr. Nazif Bağrıaçık Kadıköy Hastanesi’nde bu sabah(08/07/2024) 72 yaşında yaşamını yitirdi. 

74’ten bu yana TSİP’li olan Öner, uzun zamandır çoklu organ yetmezliği tedavisi görüyordu. TSİP Genel Başkanı Turgut Koçak’tan alınan bilgiye göre evinde düştükten sonra dört ay hastanede tedavi gören Öner’de yüksek tansiyon, solunum yetmezliği ve idrar yolu iltihabı gibi yaşlılığa bağlı pek çok hastalık tespit edilmişti. Yoğun partili siyasal yaşam koşuşturmacası içinde kendine yeterince bakamayan Ali Öner ölmeden önce yatalak hastaydı ve Darülacaze’de kalıyordu. 

Öner’in cenazesi yarın Ataşehir İçerenköy Cemevi’nde saat 12.00’de yapılacak törenin ardından Çekmeköy Yukarı Baklacı Mezarlığı’na defnedilecek.

Ali Öner kimdir?

Kendisiyle 2012 Kasım’ında yaptığım ve Ekin Sanat dergisinin Ocak 2013 sayısında öykü formatında yayımlanan özel bir röportaj: 

“Bak sana ne anlatayım” dedi. Sandalyesini biraz daha öne çekip iyice yerleşti üzerine. Tam konuşacaktı ki masa üzerinde unutulup kalmış TSİP parti programını görünce, sinirlendi, bir kutsalı yerinden kaldırır gibi aldı, özenle götürüp kitaplıktaki yerine koydu. 

“74’te İstanbul’a geldim. O zaman ortalık karışık tabii, sağ sol davasına her gün yirmi kişi ölüyor.”

“Sen aslen Ceyhanlıydın di mi abi?”

“Yok. Saimbeyli’denim. Ceyhan’a sonradan göçtük biz. 52 senesinde Saimbeyli’de doğmuşum. Ben ilkokul ikinci sınıfta iken ailecek göçmüşüz Ceyhan’a. Zaten orda aile dağıldı. Beni Adana Yetiştirme Yurdu’na verdiler. 
Yurtta terzi atölyesinde çalıştım. Sonra, bando takımında trompet çaldım. Müzik kulağım iyidir.”

“Şimdi saz falan çalabiliyor musun abi?”

“Denemedim ama biraz uğraşsam çalarım herhalde. Yurtta Afşinli bir hoca vardı. Şerefsiz, Alevi olduğum için sürekli döverdi beni. Şimdi gebermiştir büyük bir ihtimalle. On sekiz yaşına gelince bizi kapı dışarı ettiler tabii. Kendimi bir anda sokakta buldum. Bir yıl falan çok sıkıntı çektim. Sokaklarda yattım. Eski otogarın, tren istasyonunun dili olsa da konuşsa… Bilirsin eski terminali?”

“Bilirim. Şimdi yerinde Sabancı Merkez Camisi var.” 

“Derken askere gittim ben. İzmir Menemen’e çıktı askerliğim. Askerlik şubesinde muayene olurken mesleğimi ‘trompetçi’ olarak yazdırmama rağmen askerde beni boru takımına verdiler. Askerde de Alevi olduğum için çok ayrımcılığa uğradım. Balıkesirli bir başçavuş vardı: Raşit Mandacı. Bana akşama kadar tuvalet temizlettirirdi orospu çocuğu. 

Sonra askerlik bitti, memlekete döndüm. Adana Belediyesi Bando Takımı’nda işe başladım. Bir gün baktım ki, itfaiyenin karşısına TSİP büro açmış. O zaman belediyenin bando takımı itfaiye bünyesindeydi. Gidip üye oldum. Sene 74.”

“O zamanlar İstanbul hayaliniz yok tabii?” 

“Yok. Adana’da çok aktiftim o zaman. Düşün. Küçüksaat Meydanı’nda tek başıma partinin yayınlarını satıyorum. Olacak iş değil. Tabii sürekli polis bana diş biliyor, açığımı kolluyor. Bir gece 15-16 Haziran afişlerini asarken mahalle bekçisine yakalandık. Bekçi, Nuh diyor, peygamber demiyor. ‘İlle sizi karakola götürücem’ diyor. ‘Yahu arkadaş, partiler böyle şeyler için izin almak zorunda değil!’ desek de anlatamıyoruz. İyi, dedim beni götür o zaman. Haksız yere on iki gün Adana Emniyeti’nin altındaki atış poligonunda işkence gördüm Osman. İşkence yapanların başında da Birinci Şube’den başkomser Ümit vardı. İşkence sonrasında belediyeye çıkışımı veremeden Adana’dan ayrılmak zorunda kaldım. Can güvenliğim tehlikedeydi.”

“Ver elini İstanbul?”

“Hayır. Önce Mersin’e gittim. Orda DİSK’e bağlı Hürcam-İş Sendikası’nda iki ay falan çalıştım. Çalışırken arkadaşlardan, İstanbul’da Kitle dergisine eleman aranıyormuş diye duydum. Bizim partinin yayın organı… Atladım İstanbul’a. Gündüz dergi bürosunda çalışıyorum, akşam da Vezneciler’de bir yurtta kalıyorum.”

“Cemaat yurdu mu?”

“Yok. Öğrenci yurdu. Karıştırma şimdi. Neyse… 76’da partinin birinci kongresi oldu. Kongreden sonra ben Eminönü İlçe Başkanı oldum. İlçe başkanlığı binasıyla Kitle dergisi iç içeydi o zaman.”

“77 1 Mayıs’ında Taksim’de miydin abi?”

“Tam Kemal Türkler’in konuşma yaptığı kürsünün önündeydim, dergi satıyordum.”

“Naptın, silahlar patlayınca kaçabildin mi?”

“Ne kaçması yav, dağılan dergileri topluyordum yerden.”

“78’de yapılan ikinci kongrede genel yönetim kuruluna seçildim. Nerden nereye… Sonra partide ayrışmalar başladı. Turgut Başkan’la biz terk etmedik partiyi, mirasa sahip çıktık. 

Yengenle, 79’da partinin Ankara Atatürk Spor Salonu’nda yaptığı bir toplantıda tanıştık. Sermin, o zaman Sakarya İl Yönetim Kurulu üyesiydi. 

12 Eylül Darbesi’nden dokuz gün önce gözaltına alındım ben. Darbe olduğunda Selimiye Kışlası’nda cezaevindeydim. Daha sonra Sağmalcılar Cezaevi’nde kaldım bir süre. Toplam dört ay falan hapis yattım. 12 Eylül’den sonra yengen ‘Darbe Anayasasına Hayır’ kampanyasına katıldığı için tutuklandı, işkence gördü. Çok sancılı süreçlerdi. Ancak 85’te tekrar bir araya gelebildik, 92’de de evlendik.”

Bana biraz daha yaklaşıp gözlerini üzerime dikti, ses tonunu sertti.

“38 yıldır bu partiye hizmet ediyorum Osman. Bir kere olsun karımı da aldatmadım, partime de sırtımı dönmedim. Çocukları çok sevmeme rağmen çocuk yapmaya vaktimiz bile olmadı, anlıyor musun?”

Tekrar arkasına yaslandı. Boşalmıştı. Yaşaran gözlerini eliyle sildi. Eskiden yaşadığı travmalar hafızasında canlanınca o kötü günleri yeniden yaşamıştı belli ki. 

“Bütün çocuklar senin sayılır abi” dedim çaresizce.

“Elbette. İnancımıza göre çocuklar hepimizin ortak değeridir. Sağ olsun yengen çocuk eksikliğini hiç hissettirmedi bana. Hem çocuğum oldu, hem annem, hem babam, hem sevgilim; her şeyim yani.”

“Çok şanslısın abi. Biz de yaptık işte bi eşeklik.”

“Git konuş kızla, özür dile.”

“Tamam abi. Topak nasıl?” 

“Topak öldü Osman’ım geçen yıl. Oğluşumu gömdük. Şimdi iki yavru kangalımız var, onlarla özlem gideriyoruz işte.”

Ali Abi’nin üzüntüsünü paylaşmak için cebimdeki Marlboro paketini çıkarıp uzattım. Ters ters baktı, almadı. Kendi sigarasından yaktı.

“O boğazımda gıcık yapıyor Osman.”

Ses tonundan kızdığını anlamıştım. Böyle küçük burjuva alışkanlıklarına kızardı Ali Abi. 

“Hayvanları Koruma Derneği kuruyordunuz bi ara, noldu o iş abi?”

“O iş yattı Osman Kardeş. Şimdi bir yasa çıkarıyor hükümet, onu engellemeye çalışıyoruz hayvan dostlarıyla. Barınak lazım. Sokaktaki o hayvanların suçu yok. Onları sömürmek için biz evcilleştirdik. Şimdi de yüz üstü bırakıyoruz. Bende iki tane var, ama nereye kadar, hepsine yetemiyorum. Valla iki maaşla ay sonunu zor getiriyoruz. Biliyosun benim ev kira. Geçen ay bayağı zorlandık. İki de kredi kartı var bana mısın demiyor.”

“Abi şimdi kira öder gibi ev sahibi oluyosun…”

“Keşke Marx, Das Kapital’in bir kenarına ‘Özel mülkiyet edinebilirsiniz yoldaşlar’ diye yazsaydı olurdu belki ama…”

Konuştuğuma pişman olmuştum. Durumu kurtarmak için gereksiz bir manevra yaptım.

“Apartmandakiler köpek beslemenize kızmıyor mu abi?” 

“Başlarda biraz tuhaf karşıladılar ama şimdi alıştılar. Bazen onlar da yemek getiriyor. Facebook’ta ‘Dünya Yalnız Bizim Değil’ diye bir grubumuz var, beğen, sayfasında paylaşımda bulun. Senin de bir aidiyetin olsun.”

Parti binasından çıktığımda hemen vapura binmek yerine bir süre sahilde yürümeye karar verdim. Çok sarsıcı bir hikayesi vardı Ali Abi’nin. Ondan çok ben dağılmıştım. Biraz toparlanmaya ihtiyacım vardı. Yakında yıkılacak olan Haydarpaşa Tren Garı’na doğru yürüdüm. Hava kararmıştı. Karşı taraf uzaktan ışıl ışıl görünüyordu. Sahilde bir banka oturup deniz üzerinde oluşan yakamoz eşliğinde boğazın eşsiz güzelliğini seyretmeye başladım. Sigaramı içerken bir an gözüm uzaklara daldı. Neden her hikayede karşımıza çıkan kötü karakter faşist cunta, bizim kuşağın da karşısına çıkıp “ölüm” ya da “işkence” kusmamıştı? Kim bilir, belki de bu sorunun cevabı yine kendi içinde gizliydi. Ama açık olan şey, bu günlere kolay gelinmediğiydi. Anlaşılan bizden önce birileri hesabı ödeyip çıkmıştı.

Ben Eminönü vapuruna binip Kadıköy’den uzaklaşırken, o, koca yüreğiyle tek başına kötülüklerle savaşmaya devam ediyordu... 

(soL)


                             

Kurum yine ‘pes’ dedirtti: Hatay yıkılırken o ismi müşavir yapmış! -Bahadır Özgür / duvaR

 

Bakan Murat Kurum imar usulsüzlüklerine göz yumduğu, yapı denetim firmalarını koruduğu iddiasıyla hakkında üç ayrı suç duyurusu bulunan Hatay Çevre ve Şehircilik İl Müdürü’nü, bakanlığına müşavir yapmış. Hem de depremden sadece 2 ay sonra. Şimdi avukatların çabasıyla o isim hakkında soruşturma açıldı.

Yeniden Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı koltuğuna oturan Murat Kurum’un, Hatay’da imar usulsüzlüklerine göz yummakla suçlanan il müdürü Nizamettin Ülker’i, bakanlık müşaviri olarak atadığı ortaya çıktı. Üstelik bu atama, Hatay’ın depremde yerle bir olmasından sadece iki ay sonra gerçekleşti. Ülker hakkında yapı denetim firmalarını koruduğu, suçlarını örttüğü iddialarıyla üç ayrı suç duyurusu vardı.

6 Şubat depreminde en fazla yıkımın olduğu Hatay’da, deprem sonrasında açılan davalardan akla hayale gelmeyecek imar usulsüzlüklerinin yapıldığını öğrendik. Ama müteahhitlerin bile neredeyse suçlanmadığı imar suçları konusunda adım atmayan kamu görevlileri de özenle korunuyor.

Bunun en çarpıcı örneklerinden birisi, hakkında 51 imar suçu bulunan müteahhide göz yumulmasıydı. Daha önce ayrıntıları ile yazdığım olayı kısaca hatırlayalım:

Antakya’daki Kule Apartmanı, yeni yapılmış lüks konutlardan birisiydi. Müteahhidi Ömer Cihan’dı. Buradan daire alanlardan birisinin avukatı olan Ebru Ulaş, binada ciddi usulsüzlükler olduğunu tespit edip AKP’li Antakya Belediyesi’ne şikayet etti. Zabıta yıkım kararı verdiği halde belediye hiç işlem yapmadı. Olay mahkemeye taşındı. Bilirkişi, yapı denetim raporlarının usulsüz olduğunu kanıtladı. Mahkeme 6 Ekim 2022’de görülen davada bina içinde değişiklikler yapıldığına hükmetti. Müteahhit Cihan, ‘imar kirliliği’nden 1 yıl hapse mahkum oldu. Ardından cezası indirildi ve 12 bin TL paraya çevrildi.

Oysa aynı kişi hakkında daha önce de açılan davalardan tam 51 adet imar suçu kaydı vardı. Avukatlar müteahhide göz yuman görevlilerin de cezalandırılmasını talep ediyordu. Bu konuda işlem yapılmadı.

İşte o apartman depremde yıkıldı ve 85 kişiye mezar oldu. Müteahhidi hakkında dava açıldı. Ancak kamu görevlileri bir kez daha korundu.

Onlardan birisi de 2019’da Murat Kurum tarafından Hatay Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’ne atanan Nizamettin Ülker’di. Depremden önce hakkında üç ayrı suç duyurusunda bulunulmuştu. 51 suç kaydı olan müteahhide sürekli rapor hazırlayan yapı denetim firmasının, Hatay Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü Yapı Denetimi Komisyonu’nun aldığı kararlarla sürekli korunduğu ileri sürülüyordu. Müteahhidin suçlu bulunduğu mahkemenin kararına rağmen firma hakkında soruşturma dahi açılmıyordu. Davanın avukatları İl Müdürü Nizamettin Ülker ve ilgili görevliler hakkında soruşturma açılmasını istiyordu.

85 kişinin yaşamını yitirdiği Kule Apartmanı.

6 Şubat depreminde 51 suç kaydı olan müteahhidin binası da yıkılınca bir kez daha suç duyurusunda bulunuldu ve dava açıldı. Sonra ne oldu dersiniz?

Daha binlerce insan enkaz başında yakınlarını ararken, depremzedelere asgari düzeyde bile insani şartlar sağlanmamışken, imar usulsüzlüklerine göz yummakla suçlanan Müdür Nizamettin Ülker, Bakan Murat Kurum tarafından Nisan 2023’te bakanlık müşavirliğine atandı. Elbette iş burada bitmedi.

Avukat Ulaş, depremden sonra açılan davalarda bir kez daha müteahhitle beraber tüm yetkililerin yargılanmasını talep eden başvurularını yaptı. Hatay Cumhuriyet Başsavcılığı, Ülker ve diğer kamu görevlileri hakkında soruşturma yürütmek amacıyla Hatay Valiliği’nden izin istedi. Lakin 30 Nisan 2024 günü çıkan ön inceleme raporunda Hatay Valiliği, söz konusu görevlilerin bir sorumluluğu bulunmadığını ileri sürerek, soruşturma iznini vermedi. Aynı karar diğer üç suç duyurusu için de alındı.

Adana Bölge İdare Mahkemesi’nin valiliğin kararını iptal ettiği iki ayrı kararı.

Avukatlar Adana’da Bölge İdare Mahkemesi’ne başvurarak, kararın iptalini talep ettiler. Ve Adana Bölge İdare Mahkemesi 4. İdari Dava Dairesi 6 Haziran 2024 tarihli kararı ile Ülker’e yönelik üç ayrı suç duyurusuna karşı valiliğin soruşturma izni vermemesini yanlış bulup, iptal etti. Kararda şöyle denildi:

“Bakanlık Müşaviri, eski Hatay Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürü Nizamettin Ülker, İl Müdür Yardımcısı Abdullah Çillioğulları, Elektrik Mühendisi Cem Hüzmeli, Şube Müdürü Murat Alkaya hakkında verilen soruşturma izni verilmemesine dair kararın kaldırılmasına, adı geçen kişiler hakkında soruşturma izni verilmesine oy birliği ile karar verilmiştir.”

Yani şu an Bakan Murat Kurum’un yanında müşavirlik koltuğunda oturan kişi hakkında memur suçlarından dolayı soruşturma başlatılmış durumda. Depremde en ağır yıkımı yaşayan Hatay’da, Nizamettin Ülker’in hangi başarısından dolayı Kurum tarafından aceleyle müşavirlik makamıyla ödüllendirildiği merak konusu doğrusu. Bir başka merakımız da savcılığın gecikmeli de olsa sorumluluğundan dolayı soruşturma açtığı birisi, hala o koltukta oturmaya devam edecek mi?

Bahadır Özgür / duvaR

Rötarlar, İAÇ ve havayollarının uçak, ekip ve planlama eksiklikleri +Türkiye ve Vietnam’da gri liste heyecanı ve yabancı yatırımlar- T24

Rötarlar, İAÇ ve havayollarının uçak, ekip ve planlama eksiklikleri -Füsun Sarp Nebil-

Bir süredir uçak yolcularının rötar şikayetlerinde artış var. THY'nin yanı sıra öözellikle AJet ve Sun Express rötarları çok yükseldi. AJet'in dün Trabzon’dan İstanbul ve Ankara'ya gitmesi planlanan uçuşlarında 7 saati geçen rötar yaşandı. Hatta AJet'in 36 saat gibi bir rekor rötarı bile var.

Etraftaki bilgilere bakılırsa, bunun temelinde şirketlerin ellerindeki uçak ve ekiplerin (pilot/hostes) üzerinde uçak seferi düzenlemeleri, planlama ve organizasyonel bozukluklar ve tabii ki liyakatsizlik yatıyor.

Basına ya da sosyal medyaya düşen haberlere bakın, birçoğunda "ekip olmadığı" gibi bilgiler de var. Çünkü uluslararası kurallarda bazı sınırlamalar var.

Ayrıca uçakların da uçuş süresi dışında yerde temizlik, yakıt alma ve diğer nedenlerle her uçuş öncesi yaklaşım 1 saat meşgul olduğunu hatırlatalım. Tabii zaman zaman bakım almaları da gerekiyor. Örnek olarak düşük maliyetli bilet satan AJet'in (eski Anadolu Jet) filosunun ortalama yaşının 12,3 yıl olduğu belirtiliyor. Dolayısıyla bakım için zaman harcamaları da daha yüksek olabilir. Bu da planlamalarda hesaba katılması gereken bir unsur.

Pilotlar 8 saat uçup, 10 saat dinlenmek zorunda

Şimdi ekip tarafına bakalım; pilotların ve hosteslerin uluslararası düzeyde sınırlandırılmış uçuş saatleri vardı. Aşağıda (ya da burayı tıklayarak) göreceğiniz üzere; pilotların bir kerede uçabileceği süre tek pilotlu uçuşlarda 8, iki pilotlu uçuşlarda 10 saattir ve görevden sonra yeni bir görev alması için de 10 saat dinlenmesi gerekir.

Neden böyle?

Çünkü pilotların yaptığı iş, yüzlerce yolcuyu taşıyan uçakların güvenli bir şekilde uçurmaktır. Öncelik uçuş güvenliğidir. Bunun için de dinlenmiş ve dikkatleri bozulmamış olmalıdır.

Benzer süreler hostesler için de bulunur.

Pilotlar, uluslararası kurallar nedeniyle kendilerine bu sınırlara uymayan görev verilirse reddetmekle yükümlüdürler. Yoksa onlar da ceza alır. Çünkü havacılık uluslararası yönetilen bir sistemdir. Düşünün ki, Türk pilotlar sadece Türkiye içinde değil, Avrupa'da, ABD'de de uçuyor. Dolayısıyla uluslararası kurallara uymak zorundalar.

Rötar yapmanın nedeni olarak gösterilen ekip yokluğu ne demek?

THY'nin KAP raporuna bakarsak AJet'in bin 649 çalışanı var. Bunların ne kadarı pilot ve hostes bilmiyoruz.

Kendi sayfasındaki bilgiye göre AJet'in filosu ve hatları şu şekilde:

"2024 yaz döneminde filosunda bulunan 95 uçak ile iç hatlarda 41 nokta ve 71 hat; dış hatlarda ise 52 nokta ve 111 hat olmak üzere toplamda 93 nokta ve 182 hatta planlanan uçuşlar şu an itibarıyla satışa açıktır."

Yani uçak başına 17 elemanları var (ofis, yer elemanları, teknisyen vs dahil). Yaz sezonunun trafiği malum. Yoğun sayıda uçuş planlayacaksınız ve bunun için elinizdeki uçak, pilot ve hostesleri uçuş sınırlamalarına uygun şekilde ve yedekli olarak planlamanız lazım. Ama ekip eksikse, yani uçuş kuralları ile bakıldığında yetişemiyorsanız, ne olur? Rötar olur tabii ki...

İşte bu noktada başka bir faktörden daha bahsedelim. Hani geçen hafta yazmıştık. Hava trafik kontrolörlerinin (ATC) sıkıntıları olduğunu ve seslerini duyurmak için "İnisiyatif Almadan Çalışma (İAÇ)" diye bir eylem gerçekleştirdiklerini. Bu eylemin özelliği şu; diyelim ki, araya sıkıştırılabilecek bir hareket var. Ama uçuşla ilgili her şey risk olduğu için bu riski birisinin üstlenmesi lazım. İşte ATC'ler bu riski üstleniyorlardı. Şimdilerde üstlenmiyorlar.

Bir kaptanın yaptığı açıklamaya bakılırsa, "İnisiyatif Alarak Çalışma" uçuş başına 7 dakika kazandırıyor:

"İnisiyatif alarak çalışmaları uçuş sürelerini kısaltır. Görüştüğüm bir pilot, hava kontrolörlerinin inisiyatif alarak çalışmalarıyla uçuş başına ortalama 7 dakika kazandıklarını iletti. Bu 7 dakikayı Türk hava sahasının tamamında ve her gün binlerce kez gerçekleşen uçuşlarla çarparsanız ortaya ciddi bir sayısal değer çıkıyor. Ortalama 7 dakikalık bir zaman tasarrufu her şeyden önce yolculara ve havayolu çalışanlarının tamamına vakit kazandırmak demek. Aynı zamanda üst üste koyacağınız binlerce 7 dakika ile uçak yakıtlarından tasarruf yapılıyor, havayolu şirketleri de yakıttan milyonlarca dolar kar elde ediyor."

Bu 7 dakikanın ardı ardına diğer uçuşlara yansımasını düşünün. Çünkü havacılık bir zincir gibi planlanır. Yani bir uçak gecikirse, bu aksaklık katlanarak diğer uçuşlara da etkir. Düşünün ki, Ankara'dan kalkacak bir uçak İstanbul'a inecek ve 1 saat sonra bu sefer Adana'ya uçacak, 1 kusur sürelik uçuşun ve arkasından yolcu indirme, bindirme yerde yakıt, temizlik için harcanacak 1 saatin sonunda tekrar İstanbul’a geri gelip, diyelim ki 1 saat sonra bu sefer Antalya'ya uçacak. Ankara'dan kalkış eğer rötarda ise diğerleri de zincirin parçaları olarak bozulur. Bunun çözümü yedek ekip ve uçaktır. Ama yoksa ne olur? Rötar olur.

ATC'lerin aldıkları inisiyatifler yani üstlendikleri riskler anlaşılan AJet, Sun Express, hatta THY'nin tüm organizasyonel bozukluklarını, ekip ve uçak sayısındaki eksiklikleri büyük oranda örtüyormuş. Şimdi bunlar ortaya çıkmaya başladı.

Uçak ve ekip sayısının eksik olması ve yanı sıra planlamanın da beter olması. Yanı sıra eskiden bu sorunları çözmeye çalışan ama bunu yaparken önemli riskler alan Hava Trafik kontrolörlerinin (ATC) şimdilerde, belli günlerde inisiyatif almadan çalışıyor olmaları, bu yaz sezonunda uçak yolculuğu yapmak isteyenlerin başını ağrıtıyor.

İnisiyatif Almadan Çalışma (İAÇ) neydi?

Yeniden hatırlatalım; Hava Trafik Kontrolörleri (ATC); yani kuledeki insanlar, uçuş güvenliğinin önemli bir bileşeni. Havadaki uçuşu (seyrüsefer) ve inişi, kalkışı yani uçağın seferdeyken A'dan Z'ye tüm hareketlerini yönetiyorlar.  Yukarıdan bakarak, uçakların belli bir düzende inişini, kalkışını ve radarlara bakarak havadaki seferleri yönetiyorlar.

Bahsettiğimiz rötar sorunu tek başına hava trafik kontrolörlerinin inisiyatif alarak çözeceği bir sorun değil. Bu temelde uçak ve ekip kapasitesi ile ilgili. Ancak bazı noktalarda rahatlatabilir. Konuya yakın bir ekip üyesi şöyle dedi:

"İnisiyatif alarak havayolu şirketlerinin açığını kapatan Hava Trafik Kontrolörleri, bunu kullanmayınca şirketler çözüm üretme noktasında yetersiz kaldılar ve inisiyatifin havacılıktaki önemi yadsınamaz bir gerçek olarak ortaya çıktı"

Kısaca hatırlatalım, kontrolörler neden inisiyatif kullanmaktan vazgeçiyorlar. Bunun temel nedeni hepimizin yaşamakta olduğu ekonomik kriz. Onları da vurmuş durumda. Fakat onların bir kurtuluş noktası var. Çünkü paralarını ulusal ekonomimizden değil, yukarıdan geçen uçaklardan alıyorlar. Onlara verilecek ekstra para, hava sahasını kullanan uçak şirketlerinden gelecek. Bu aynı zamanda ülke açısından da bir ilave para girdisi demek. Biz de olaya tam bu noktadan bakıyoruz.

Daha önce yazdığımız yazıda neden İAÇ yaptıklarını detayları ile anlatmıştık. O yazıya cevaben birkaç email aldık ve DHMİ çalışanlarının bile konuyu tam anlamadıklarını ya da bilmediklerini (Acaba zorlarsak biz de bir yolunu bulup alır mıyız diye düşünen de olabilir) fark ettik.

Şöyle ki; havacılığın uluslararası boyutunun içinde meydan işletmesinde çalışanlar yok. Onlar ulusal ekonominin içinde kalıyor. Hava kontrolörleri ise farklı bir şekilde, ücretlerini EuroControl denilen bir kuruluştan alıyorlar. Çünkü EuroControl, TC hükümetinin tek başına yapmasının zor olduğu bir işi yapıyor. Yani Türkiye'nin ve Avrupa’nın hava sahasını kullanan uçaklardan para tahsil ediyor ve sonra bize düşeni veriyor. Hava sahamızı kullanan uçaklar için alacağı ücrete dair birim maliyeti ülkemiz hesaplayıp veriyor. Bu hesabın içinde hava kontrolörlerinin ve kullandıkları bilgisayar, radar vs.'nin ekipmanının maliyetleri var.

Başka ülkelerde seyrüsefer elemanları, sadece bu işi yapan bir şirkette çalışıyor durumundalar. Ülkemizde ise DHMİ çatısında hem meydan işletmesinin hem de seyrüseferin olması hava trafik kontrolörlerinin işini zorlaştırıyor. Diğer çalışanların huzursuzluğu ve kamu personeli arasında dengesizlik yaratılmasın düşüncesi, hava kontrolörlerinin alması gereken parayı engelliyor. Ama düşünelim bakalım; bugünün ekonomik sıkıntılarından huzursuz olanlar sadece diğer DHMİ çalışanları mıdır? Ülkemizde emeklisinden, asgari ücretlisine, ev sahibinden, kiracısına, ekonomik kriz açısından hepimiz sıkıntıdayız. 

Bu çerçevede, hava trafik kontrolörlerinin aldığı ya da alacağı para aslında ilgilendiğimiz nokta değil. Ama diğer çalışanlar huzursuz olmasın, kamu personeli arasında dengesizlik olmasın denilirken, aslında ülkemizin kazanabileceği bir para, hava sahamızı kullanan uçak şirketlerinin cebinde kalıyor. Sendika, hava trafik kontrolörlerine verilecek tazminatın miktarına göre hava sahamızı kullanan şirketlerden gelecek artı paranın yılda 1 milyar euro civarı olduğunu iddia ediyor. Bu nedenle soruyoruz; neden aptallık edip bu parayı kaçırıyoruz? Koca Ulaştırma Bakanlığında bu konuyu anlayacak ve çözebilecek birileri yok mu?

Konuyu kısa bir süre önce Oğuz Kaan Salıcı da dile getirmiş ve "Uçakta canımızı emanet ettiğimiz kontrolörlerin haklı taleplerine sessiz kalamayız" demişti.

Linkedin'de emekli bir kaptan da bunu gayet güzel dile getirmiş:

                                                                  /././

Türkiye ve Vietnam’da gri liste heyecanı ve yabancı yatırımlar -Ercan Uygur-

Türkiye gri listeye eklendikten sonra, 2021’in ikinci yarısındaki sermaye girişleri, daha önceki yılların ikinci yarılarındaki girişlerden daha yüksek. Daha sonraki yıllardaki ikinci yarı girişleri de biraz düşmekle birlikte, daha önceki yıllardaki girişlerden çok farklı değil. İlk yarılara baktığımızda ise, Türkiye listeye eklendikten sonraki yıllarda sermaye girişleri, önceki yıllardaki girişlerden daha yüksek veya çok farklı değil.

                        https://www.fatf-gafi.org/en/countries/detail/Turkey.html

Bir yanda Türkiye ve izlemeye çalıştığım ekonomilerden birisi, Vietnam var. Diğer yanda 1990’lar sonu, 2000’ler başında birkaç kez toplantılarına katıldığım Mali Eylem Görev Gücü (FATF: Financial Action Task Force) var.

Türkiye ve Vietnam FATF’ın sıkı izleme listesinde veya diğer adıyla “gri liste”de tam bir yıl birlikte yer aldılar. Türkiye bu listeden çıkmaya çalıştı, uğraştı. Vietnam ise listeden çıkma hedefini bir yıl sonraya bıraktı.

Bu iki ülkede gri listeye girişin yabancı sermaye üzerinde nasıl bir etkisi oldu? Bu sorudan hareketle, listeden çıkışın nasıl bir etkisi olabilir? Bu yazıda amacım bu sorulara yanıt aramak. Ayrıca, FATF çalışmaları konusunda izlenimlerimi de aktarmak istiyorum.  

Türkiye’de özellikle iktidar ve finans kesiminin bir bölümünde son haftalarda gri liste konusunda önemli bir heyecan yaşandı. Listeden çıkmak için önemli mesai harcandı. FATF’ın etkili üyelerinden olumlu izlenimler de alındı.

Böylece önce listeden çıkılacak mı heyecanı yaratıldı. Sonra, listeden çıkılınca, heyecan daha da yükseltildi. Bu heyecanda, her konuda kötü yönetim gösteren ve herhangi bir konuda başarı sağlamaya aç olan iktidarın yarattığı hava vardı.

Şu hava veriliyordu; 2024 Haziran sonunda yapılacak toplantıda listeden çıkılınca Türkiye’ye oluk oluk yabancı sermaye akacaktı. Yaratılan bu hava ne ölçüde gerçekçidir? Yazının sonunda bu konuda kısa bir değerlendirme var.

Sonuçta Türkiye 2024 Haziran sonu toplantısında listeden çıktı. Vietnam ise listede kaldı. Vietnam’da çalışmalar sürüyor, daha sakin, abartısız. İki ülke arasında ilgili diğer konularda, özellikle yabancı sermaye konusunda da önemli farklar var.

FATF, Türkiye, Vietnam

FATF toplantılarına katılmamı zamanın MASAK yönetimi istemişti. Çünkü FATF, üyesi olsun olmasın, dünyadaki hemen tüm ülkelerde aklanan kara paranın miktarını, başka yöntemler yanında, ekonometrik yöntemlerle de anlamak istiyordu.

Bu amaçla bir araştırma grubu oluşturulmuştu. Üç kişilik bu grupta Avustralyalı ve Kanadalı iktisatçılar yer alıyordu. Diğer üye ülkelerden katılan bizler de bu araştırmaya hem genel hem kendi ülkelerimiz yönünden katkı ve eleştiri veriyorduk.

Bu girişimin başlatılmasında ve arka planında OECD’de yapılan “kayıt dışı ekonomi büyüklüğünü ekonometrik yöntemlerle tahmin etme” çalışmaları vardı. FATF, bu konudaki çalışmalarda OECD bünyesinde faaliyet gösteriyordu.  

O dönemde FATF daha çok kara para aklama üzerine odaklanıyordu. Zaten 1989’da G7 ülkeleri tarafından kuruluşunda asli amacı olarak “kara para aklamanın önlenmesi” belirtilmişti ve bu doğrultuda öneriler yayınladı.

11 Eylül 2001’de ABD’deki bazı yüksek binalara ve mekânlara yapılan uçaklı terör saldırılarının hemen ertesinde terör gündemin tepesine oturdu. Hemen ertesinde, 2001 Ekim ayında “terörün finansmanını önlemek” de FATF amaçlarına dahil edildi. Bu konuda da ülkelere uyulması istenen öneriler getirildi.

2012’de ise “kitle imha silahlarının yayılmasında sağlanan finansmanın önlenmesi” konusunda ülkelere öneriler bildirildi. FATF bu konudaki önerilerine de sıkı sıkıya uyulmasını istedi.

2022 başında FATF’ın 40 üyesi vardı; ABD, Çin, Rusya, Hindistan gibi belli başlı ülkeler üye idiler. Elbette tüm Avrupa Birliği (AB) ülkeleri de üye idiler. Ancak 2022 Şubat sonunda, Ukrayna’yı işgali sonrasında Rusya üyelikten çıkarıldı.

Yukarıda anlattıklarımdan şu sonuç çıkarılabilir: FATF önemli ölçüde ABD’nin etkisi ve yönlendirmesi altındadır.

Türkiye gri listeye Ekim 2021’de alınmıştı. Çünkü, FATF’a göre, Türkiye kara paranın aklanması ve terörizmin finansmanı konularında yeterli önlemler almıyordu. Bu konuda birkaç noktanın altını çizmek gerekiyor.

1) FATF’ın gri listesi yanında, Avrupa Birliğinin (AB) de üyelerine uyarı niteliği taşıyan bir “yüksek riskli ülkeler” listesi bulunuyor. Bu iki liste genellikle aynı ülkeleri içeriyor.  Ancak son birkaç yıldır aralarında önemli bir fark var.

Bulgaristan, Hırvatistan ve Türkiye FATF’ın gri listesinde olmasına karşılık, AB’nin yüksek riskli ülkeler listesinde yer almadılar. Bu bakımdan FATF’ın Türkiye’yi gri listeye alması, bu bağlamda çok büyük bir olumsuz etki yapmamış olabilir.

Şöyle de diyebiliriz; Türkiye’nin FATF gri listesinden çıkmasının etkisi, özellikle AB ülkeleri bakımından, zaten beklenen kadar yüksek olmayabilir.

2) Türkiye’nin 2021 Ekim ayında gri listeye alınması, o dönemin iktidarı tarafından şöyle hafife alınmıştı: Yabancı sermaye gelmezse gelmesin, uygulayacağımız “Yeni Ekonomik Model” (YEM) ile zaten yabancı sermayeye gereksinim duymayacağız. Çünkü YEM ile ekonomi dış ticaret ve cari işlemlerde fazla veriyor olacaktır.

YEM yendi bitti. Şimdi ise tam tersi söylenmiş oluyor: Gri listeden çıkmak, bol miktarda döviz akışı sağlayacak çok başarılı bir sonuç olarak anlatılıyor.

3) 2024 Haziran sonundaki FATF toplantısında gri listede olan Jamaika da Türkiye ile birlikte listeden çıkarıldı. Haziran toplantısı sonrası listede irili ufaklı 21 ülke kaldı.

Kısacası, gri listeye girmek istenmez elbette, ama listeden çıkmak da ülkenin istemesine ve kulislerde kendisini anlatmasına bağlı. Belki de bilmediğimiz başka unsurlar ve hatta pazarlıklar da etkili olabilir. 

Vietnam, FATF gri listesine Haziran 2023’te alındı. Öncelikli gerekçe, kitle imha silahlarının yayılmasının finansmanı olarak açıklandı. Vietnamlı meslektaşlara göre, bu gerekçenin arkasında Vietnam’ın Kuzey Kore ile dış ticaretinin devam etmesi var.   

Yalnız, ABD kaynakları, Vietnam’ın Kuzey Kore ile silah ticareti de yaptığını belirtiyorlar. Elbette parasını ödeyerek. Ama anlaşılan ABD bunu istemiyor.

İkinci bir gerekçe de şudur: ABD’ye göre, Merkezi Vietnam’da olan bir kripto para işlemcisinin kara para akladığı yönünde önemli bilgiler bulunuyor.

Bu konu Türkiye için de zaman zaman konuşuldu. Sıkı denetleme koşulları getiren yasa sözü verilmiş olmalı ki, birkaç gün önce, 2 Temmuz 2024 tarihinde kripto para veya kripto varlıklarla ilgili bir yasa yayınlanarak yürülüğe girdi.  

Gri liste ve Türkiye ve Vietnam’da doğrudan yabancı yatırımlar

2023’te Türkiye gri listede idi. Aynı yılın haziran ayında Vietnam gri listeye girdi. Bu iki ülkenin yabancı doğrudan yatırımları gri listeye girişlerden nasıl etkilendi? Bu sorunun yanıtı için Tablo 1’deki verilere bakalım. 

Tablo 1 Türkiye’de ve Vietnam’da Doğrudan Yabancı Yatırımlar, Milyar Dolar

Kaynak: Vietnam; Planlama ve Yatırım Bakanlığı ve Trading Economics. Türkiye; TCMB.
Not:*Tahmin

Tablodan izlendiği gibi, Vietnam’ın gri listeye alınması Vietnam’a yapılan doğrudan yabancı yatırımları etkilemiş görünmüyor. Bu ülke gri listeye girdikten sonra da yabancı yatırımlar yükselmeye devam etmiştir.

2023’ün ikici yarısını (Vietnam listeye girdikten sonra) önceki yılların ikinci yarıları ile karşılaştırınca bu sonuç çıkıyor. 2024 yılının ilk yarısını önceki yılların ilk yarıları ile karşılaştırınca da bu sonuç elde ediliyor. (Verilerde mevsimlik etki olduğu için ilk ve ikinci yarıları ayrı karşılaştırdım.)

Türkiye ile igili önce bir saptama yapalım. Türkiye’deki yabancı doğrudan yatırımlar (girişler) Vietnam’dakinin yaklaşık yarısı düzeyindedir. Hatta bazen daha düşüktür. Türkiye verilerinde de mevsimlik etki vardır.

Mevsimlik etkiyi de dikkate alarak, Türkiye gri listeye eklendikten sonra, 2021’in ikinci yarısındaki sermaye girişleri, daha önceki yılların ikinci yarılarındaki girişlerden daha yüksek. (2018 ve 2019 yılları verileri tabloda yer almıyor.) 

Daha sonraki yıllardaki ikinci yarı girişleri de biraz düşmekle birlikte, daha önceki yıllardaki girişlerden çok farklı değil. İlk yarılara baktığımızda ise, Türkiye listeye eklendikten sonraki yıllarda sermaye girişleri, önceki yıllardaki girişlerden daha yüksek veya çok farklı değil.

Öyleyse, Vietnam’da olduğu gibi, Türkiye’de de gri listeye eklenmenin yabancı doğrudan yatırım girişlerine anlamlı bir etkisi olmadığını eldeki verilere göre söyleyebiliyoruz. (Bunu ekonometrik bir denklem tahmini ile de göstermek mümkündür.)

Demek ki, doğrudan yabancı yatırımları etkileyen daha önemli unsurlar vardır. Bunlar da ayrı bir yazının konusudur. Belirteyim; Haziran 2024 sonrasında Türkiye’ye gelen yabancı yatırımlarda bu koşullarda büyük bir artış olmasını beklemiyorum.

Son olarak Türkiye ve Vietnam yabancı doğrudan yatırımları arasında önemli birkaç farka dikkat çekeyim.

1) Vietnam’da doğrudan yabancı yatırımların çok büyük bölümü, 2022-2023’te yaklaşık yüzde 65-70’i, imalat sanayi ve yeni teknoloji yatırımlarıdır. Bu eğilimin uzun zamandır sürdüğü anlaşılıyor.

2) Diğer yandan bu ülkede gayrimenkul yatırımlarının payı aynı dönemde yüzde 18 dolayındadır. Finans ve sigortacılık dahil hizmet yatırımlarının payı da yaklaşık aynı düzeydedir. Vietnam Investment Review (6 ve 7 Temmuz 2024).

3) Türkiye’de ise gayrimenkul yatırımlarının payı yüzde 2022’de 45,9; 2023’te 33,7; 2024’ün ilk dört ayında yüzde 45’tir. (TCMB).  Geri kalan yüzde 55-60’ın sektörlere dağılımını bulmak benim için kolay olmadı.

4) Cumhurbaşkanlığı Yatırım Ofisi’nin yayınlarında, 2003-2021 yılları gayrimenkul dışındaki yatırımların dağılımı şöyle; bankacılık ve finans yüzde 31,6; imalat sanayii yüzde 24,2; enerji yüzde 10,6 ve diğerleri. (Bunların gayrimenkul dışındaki yatırmlar dağılımı olduğunu birçok kaynağa bakarak anlayabildim.) 

Demek ki toplam yabancı doğrudan yatırımlar içinde imalat sanayiinin payı belirtilen dönemde yüzde 14 dolayındadır. Türkiye ile Vietnam arasındaki asıl farkın burada olduğunu görmek gerekiyor.

Dün Çinli otomobil üreticis BYD ile yapılan anlaşma uzun süredir devam eden görüşmelerin sonucunda olmuştur. Çok boyutlu BYD konusu üzerinde de ayrıca durmak gerekir.


Kaynaklar

Cumhurbaşkanlığı Yatırım Ofisi (Invest in Türkiye) (Mayıs 2024)

https://www.invest.gov.tr/tr/whyturkey/Sayfalar/fdi-in-turkey.aspx

Vietnam Investment Review (6 ve 7 Temmuz 2024)

https://vir.com.vn/

(T24)