14 Temmuz 2024 Pazar

soL "KÖŞEBAŞI" -14 Temmuz 2024 -

 

Faşizme düşman olmak için dünya savaşına mı girmeliydik? -Berkay Kemal Önoğlu-

"Bu bir akıl tutulması ve Türkiye'nin emperyal/yayılmacı politikaları bu akıl tutulmasına muazzam bir zemin hazırlıyor. Yani faşizmin alanını genişletme girişimlerinin zamanlaması da tesadüf değil."

Toplumların düşünme stillerini, genel siyasi hassasiyetlerini, meselelere ağırlıklı yaklaşım biçimlerini, ideolojik dünyalarını ve kavram setlerini şekillendiren ortak tarihsel tecrübeleri vardır. Yani verili durumda bir toplum içinde öne çıkan kültürel, siyasal, ideolojik kodların değişmez filan olmadığını, aksine zamandan, mekandan, koşullardan arındırılmış bir toplumsal fıtrattan söz edilemeyeceğini söylemiş oluyoruz.

Peki nelerdir toplumları dönüştüren bu tarihsel tecrübeler?
Devrimler, isyanlar, katliamlar, göçler, savaşlar, travmatik yenilgiler veya büyük zaferler… Bunların tamamı toplumda derin izler bırakan, kolektif hafızaya işlenen ve bu anlamda topluma kişilik kazandıran olaylar. Toplumun kişiliksizleştirilmesi ise aynı şekilde bu kolektif hafızanın tahrif edilmesine, kimi unsurlarının yok edilmesine yaslanıyor. Dolayısıyla tarihten getirilen korku ve kaygıları, sevinç ve üzüntüleri kavramanın, geçmişte yaşanan büyük tecrübeleri dikkate almanın o toplumu ileriye taşıma, değiştirme iddiasındakiler için de kaçınılmaz olduğu ortada.

Eşitsizliğin öyle veya böyle norm kabul edildiği, kanıksandığı hiçbir toplumun benliğinde yalnızca iyi ve güzel değerlerden bahsedilemeyeceği açık, bu düpedüz milliyetçilik olur. Ama iyi ve güzel olanın serpilip büyümesinde tarihin verdiği derslerin önemini de asla yadsıyamayız. On yıllarca savaşmış, nesillerini savaşlarda kaybettikten sonra işgale uğramış ve bu işgali olağanüstü bir çaba ile püskürterek nihayet barışı kazanmış bir toplum, barışın değerini ve savaşın gerçek anlamını benliğinin derinliklerinde hissetmeye devam eder. Bunlar tabii ki yukarıda da ifade edildiği gibi değişmez şeyler değiller, her biri birer mücadelenin konusu. Ama o mücadeleyi verirken bir topluma barışın değerini yine o toplumun tecrübelerine referansla anlatabilmek büyük bir meşruiyet kaynağı.

Türkiye toplumunda köklerini tarihten alan ciddi bir bağımsızlıkçı damar var. Ne yaparlarsa yapsınlar emperyalist ülkeleri Türkiye toplumuna şirin gösterememeleri işte bu damarın varlığında mümkün oluyor. Onlara karşı daima tetikte olunulması gerektiğine ilişkin bir içgüdüye sahip bu toplum. Dünyanın bir bütün olarak yaşadığı hafıza kaybına ve değerler erozyonuna rağmen savaş karşıtlığının da karşılık bulabileceği, örgütlenebileceği bir ülke Türkiye. Yaşam tarzlarına dönük sistematik baskıya rağmen seküler yaşam biçiminin taşıyıcılığının yalnızca laik duyarlılığa sahip kesimlerle sınırlı kalmaması da bu toplumun kodlarıyla ilgili. Takkeydi, şalvardı, aman! Keza bu ülkede kendini başka maskeler ardına gizlememiş, açık liberal bir tutumun karşılık bulamayışının da ırkçılığın son kertede ayıp kabul edilişinin de toplumun değerleri ile bir bağlantısı var. Ama sermaye sınıfının bütün bu işçi düşmanı siyasetleri perdeleyecek etkili araç ve yöntemlere sahip olduğu da ortada.

Türkiye'de faşizmin zeminini genişletme girişimlerine son dönemde giderek daha fazla şahit oluyoruz. Ne yazık ki ülkemizde faşizmin ne denli büyük bir felaket anlamına geldiği ve insanlığın başına ne büyük belalar açtığı konusunda yukarıda sıraladığımız başlıklarda olduğu gibi ortak bir tecrübe veya bilinçten söz edemiyoruz. Solun toplumsal desteğinin en geniş olduğu dönemlerden bakiye kalan faşizme karşı mücadele geleneğini elbette yadsıyamayız. Ama özellikle Avrupa'daki faşizm algısıyla kıyaslandığında Türkiye'de meselenin bazen çocuk oyuncağı gibi ele alındığı iyice ortaya çıkıyor. Geçen hafta bozkurt işareti gündeminde, faşist olmayan pek çok ismin de faşizme alan açtığı, meşruiyet tanıdığı sayısız örnek işte böyle bir bilincin yokluğundan besleniyor. Bu bir akıl tutulması ve Türkiye'nin emperyal/yayılmacı politikaları bu akıl tutulmasına muazzam bir zemin hazırlıyor. Yani faşizmin alanını genişletme girişimlerinin zamanlaması da tesadüf değil…

Tamam, Avrupa’daki tecrübeden yoksunuz. Duymaktan usandığımız “aşırı sağın yükselişi” söz öbeğinin nasıl siyasetin merkezine yerleşebildiğine ya da halkın ne tür bir korku ve panikle siyasal tercihlerini belirlediğine yabancıyız. Bunun Avrupa’daki sömürücüler tarafından nasıl araçsallaştırıldığını, kullanışlı hale getirildiğini görüyor ve öfkeleniyoruz. Hatta faşizmi acı bir şekilde deneyimlemiş olsaydık bile meselenin ortadan kalkmayacağının en büyük kanıtı oluyor Avrupa. Ama nazizmi Almanya'da, faşizmi İtalya'da belli bir dönem iktidara gelmiş alelade hükümetler gibi değerlendirip, buradaki faşistlere de Alman ya da İtalyan olmadıkları için faşist gözüyle bakmazsanız hesabını veremeyeceğiniz bir hataya sürüklenmiş oluyorsunuz.

İster milliyetçi ister Osmanlıcı olsun irredantizm faşizme götürür.
Dışarıya yayılarak içerideki sömürünün üstünü örtme stratejisi faşizme götürür.
Kapitalistleri iyiler ve kötüler olarak tasnif edip, buna bağlı komplo teorileri ile asılsız sonuçsuz taraflaşmalar üretmek faşizmin karakteridir.
Sınıfı yok saymak, toplumu yekpare görmek, sömürge oluşturma ihtiyacını bir bütün olarak topluma mal etmek faşizmin karakteridir.

Köprünün altından çok sular akmış, öncelikler değiştirilmeye çalışılmış, bazı acılar unutturulmuş, hafıza silinmeye çalışılmış olabilir. Bizim görevimiz hatırlatmak, safları netleştirmek, buna göre mücadele etmektir. Herkes tavrının tarih karşısında iki yüzlü olup olmadığını gözden geçirmeli, çelişkili pozisyonlarla faşizme alan açmaktan kaçınmalıdır.

İkinci Dünya Savaşı felaketini yaşamamış olmak bu halkın şansıdır. Halkını tecrübe etmediği tehlikelere karşı uyarmak ve tarihin henüz vermediği derslere hazırlamak da aydın sorumluluğudur.

                                                            /././

Kudüs, Hood ve Carta (II) -Serdal Bahçe-

"Siyasi oluşumların ayakta kalabilmesi için artığa el koymaları gerekiyordu, dolaysıyla bu Haçlı devletleri Avrupa feodalizmini Akdeniz’in doğusunda tesis etmeye çalıştılar ancak olmadı."

Feodalizm bugün bir kavram olarak çok tartışılıyor. Orta Çağ’ı nitelemek için ne kadar verimli olduğuna dair pek çok Marksist olmayan tarihçi bir tartışma cephesi açmış durumda. Ancak reddettikleri kavramın yerine bir şey koymaktan uzaklar, feodal değilse neydi? Sonuçta bahsedildiği gibi görünüşte sadakat, şövalyevari erdemler ve cesaret üzerine yükselen bir tarihe sahipti; özünde ise her türden sadakatsizlik, erdemsizlik ve hunharlık üzerine kuruluydu. Avrupa’daki işsiz güçsüz soylu takımını ve nüfus fazlasını görünüşte dinsel bir kendini verme, özünde ise doğunun zenginliklerini yağmalamak için seferber eden Haçlı Seferleri bu yargıyı defalarca kanıtlamaktadır. 

II. Henry oğullarının isyanlarını ve ihanetlerini defalarca bastırmak zorunda kaldı. Sadakatsiz bir eşe ve sadakati olmayan oğullara sahipti. Ona tek sadık gibi görünen John (geleceğin I. John’u) ise aslında ihanet edemeyecek kadar küçüktü. Sonunda bu süreçte genç kral Henry (en büyük oğul) erken yaşta öldü (Orta Çağ boyunca erkeklerin ortalama ömrü kırkı bulmuyordu). Richard artık kralın doğal halefi haline geldi. Ancak bu da yetmedi, yine isyan etti. Bu defa İngilizleri Fransa topraklarından def etmek isteyen Fransa Kralı Philip Augustus (askeri yeteneksizliğini örtmek için Roma’dan kalma bir isim olarak Augusutus’u almıştı) daha büyük bir destek verdi. II. Henry artık çok yaşlıydı (daha doğrusu o dönemin ölçülerine göre öyleydi; aslında hepi topu 56 yaşındaydı) ve hastaydı. Plantagenetlerin armasında aslan vardı, sonrasında İngiliz monarşisinin değişmez sembolü olacaktı. Ancak Aslan hangisiydi? Baba II. Henry mi, aslan yürekli olduğuna inanılan oğul Richard mı? Bu defa II. Henry’nin savaşacak gücü yoktu, hem isyancı oğulların (zaten iki kalmıştı, Geoffrey de, Genç Henry’nin hemen ardından vefat etti) hem de Fransa kralının isteklerini kabul etti ve bir köşede öldü. Küskün ve kırgın idi öldüğünde; kim takar? Feodalite buydu. İngiltere’ye değil Fransa’ya defnedildi. 

II. Henry İngiliz monarşi tarihindeki en ilginç krallardan biriydi. Dışarıda genişlemeci (Fransa’da topraklar, İskoçya, Galler, ve hatta İrlanda boyunduruk altına alınmıştı) içeride ise anti-aristokratik idi. Ne İngiltere’deki ne de Fransa’daki baronlara ve soylulara güvenirdi. Bu nedenle soylulardan oluşan bir yönetici bürokrasi yerine daha altlardan, halk sınıflarından gelen kişileri tercih etti. İleride burjuva devimlerinin feodal monarşilere karşı zaferini tescilleyen şeylerden biri olacaktı soylu kökenli olmayan bürokrasi. Henry içeride uyumu, dışarıda çatışmayı tercih etti. İngiliz ulusal kilisesinin kurulmasında Tudorlardan ve meşhur VIII. Henry’den daha çok katkısı vardı. Katolik evrenselliği yok ederek ulusal ve devlete bağımlı bir kilise yaratamaya azimli devrimci bir yanı vardı.   Bu süreçte Aziz Thomas Beckett’ı harcamaktan çekinmemişti (ki alt sınıflardan gelen Beckett’i da o parlatmıştı başlarda). 

İlginç ve teatraldi. Oğullarının ve Fransa kralının oluşturduğu ittifakı yenmek için Fransa topraklarına gitmeden önce Canterbury Katedrali’ne, Beckett’ın öldürüldüğü yere gitti. Bir kral değil, sıradan biri gibi giyindi. Tam filmlik bir sahneydi. Cinayet mahalline yalınayak geldi. Diz çöküp saatlerce dua etti (yürekten ve içten miydi bilinmez). Bu arada pek tabi ki böyle bir tiyatro için seyirci gerekiyordu, tüm halk, soylular, ve din adamları onu seyrediyordu. O yalınayak yürürken bir huşu içinde seyrettiler onu. Cinayet mahallinde dua ederken dışarı çıkmasını beklediler. Dışarı çıktığında üst tarafı çıplaktı. Yürümeye başladığında bir grup kraliyet görevlisi ardında düştü, ellerinde kırbaçlar vardı. O yürürken kırbaçlamaya başladılar. Gerçekten olağanüstü bir sahneydi, tarihte çıkarılmış en estetik kefaretlerden biriydi. Ona karşı bir suçlama ve garez var idiyse bile o an yok olmuş olmalıydı. Kral kırbaçlanıyordu. Çok çarpıcı bir sahne olduğuna şüphe yok.  

Orta Çağ’ın mitolojik özü ve söylenceleri mucizelere dayanıyordu; mucize ise imanı gevşemiş, gerçek dünyanın sefaletinden yılarak inancını kaybetmiş olanların imanını ve inancını tazeliyordu. Onca kırbaçlanmaya dayanarak Beckett cinayetinden ellerini yıkayan kral Fransa’da zafer kazandı, kefaret cesareti getirdi. Daha da ötesi Katolisizm kurtuluş için kilisenin aracılığını zorunlu kılıyordu. Kısacası kendi kafanıza göre, arada Papalık temsilcisi olmadan günahlardan arınmanız imkansızdı; belki de kilisenin ruhani iktidarın köklerinden biri de burada ayıyordu. Henry ileride Protestanlık inancına izin verecek bir adım atmıştı; işlediği büyük bir günah için kendi kendisini cezalandırmış, küçültmüş ve alçaltmıştı. Bir kralın bile kefaretin ağırlığından kaçınamayacağını göstermiş, ve bu anlamda gerçek toplumun gerçek sınıf ayrımlarının en azından ruhani dünyada ortadan kaldırılabileceğini de kanıtlamış olmuştu. 

Bir ara verelim. Katolisizm doğuştan günaha inanırdı; her bir adem oğlu Adem’in kadim günahını taşıyarak doğardı. Kısacası insan varoluşundan günahkardı. Doğuştan gelenle birlikte üstüne eklenen günahların ağırlığı ve kefareti ise ancak kilise aracılığıyla ödenebilirdi. Böylece kilisenin ruhani hegemonyası sağlanmış oluyordu. Ancak feodalizm bir toplumsal üretim sistemi olmanın ötesinde bir çürüme çağıydı. Yeniden vurgulayalım, hiçbir şeye sadakatin olmadığı ve bu sadakatsizliğin ikiyüzlü bir sadakat söyleminin ardına gizlendiği bir çağdı. Kilisenin de tanrısal iyiliğe, saflığa karşı bile sadakati yoktu. Feodalitede en büyük toprak sahiplerinden biri kiliseydi. Piskoposlar, kardinaller ve hatta papalar gücü, hem de seküler gücü toprak ve servet sahibi olarak biriktiriyorlardı. Servet ve mülkiyet her toplumu olduğu gibi feodal toplumu da yozlaştırıyordu. Üstelik her sınıflı toplumda olduğu gibi feodal toplumda da güç ve servet getirecek postlara yine güç ve servet sahibi olanlar ulaşıyor, bu postlar için kavga ediyorlardı. Böylece papalık, piskoposluk, kardinallik siyasal güç ya da parayla alınıp satılan şeylere dönüştüler. Olay iyice rezalete bağlandı; krallar ve egemenler garanti olsun diye aile efradını piskopos ve hatta papa yapmaya başladılar. Dahası bu servet, toprak ve güç biriktirme güdüsü aklı zaten bir kenara itmiş dinsel düşüncenin bile kabullenemeyeceği görüntüleri yarattı. Örneğin endüljanslar kilisenin günahın kefaretinin azaltılması için verdikleri senetlerdi, feodal dönemde güce, toprağa ve servete aç kilise bunları satmaya başladı. Protestan tepkinin bir kaynağı da bunların satılmasıydı. Martin Luther’in (ki çok gerici bir din adamıydı aslında) kilise kapısına astığı 95 maddelik protestoda papalığı eleştirdiği noktalardan biri de endüljansların satılmasıydı. 

Protestanlık doğuştan günaha ve kilise aracılığıyla ödenen kefarete karşı günahtan arınmayı bireyselleştirdi; aracıyı aradan çıkartarak günahtan arınma sürecini birey ile tanrı arasındaki bir iletişime çevirdi. Dahası bu dünyadaki iyiliklerin, ruhani adanmışlığın, dine ve ahlaka uygun eylemlerin aracıya gerek duymadan günahları dengeleyeceği ve kefareti ödeyeceğini iddia etti. Böylece fani hayat günah-sevap bilançosuna dönüştü (kapitalist firmaların gelir-gider dengesi gibiydi). İşte bu bilanço-muhasebe mantığı (ve Protestanlığın çalışmayı, çalışmadan gelen kazancı ve gösterişten uzak bir püritenliği yüceltmesi) bazı düşünürlerin (örneğin Weber’in) Protestanlığın kapitalizmi doğuran temel unsur olduğunu iddia etmelerine yol açtı (ki külliyen yanlış bir düşüncedir). 

Arayı keselim. II. Henry öldüğünde Richard, I. Richard olarak kraldı artık. Kral öldü, çok yaşa Kral! Fransa kralı Philip ile Richard Henry’yi alt ederken müttefiklerdi ancak Henry gitmişti artık. Fransa kralı için İngilizleri Fransa topraklarından atmak bir tür siyasi meşruiyet sorunuydu; nitekim Richard ölene kadar Philip Augustus en büyük rakibi olacaktı. 

Richard ve müttefikleri tam babasına karşı zafer kazanırken onun ve Avrupa’nın hayatını derinden etkileyen bir haber geldi Orta Doğu’dan; 1187’de Selahaddin Eyyubi Kudüs’ü ele geçirdi. Böylece tüm Avrupa’nın dini bütün kralları papa VIII. Gregory tarafından haçı almaya ve sefere davet edildi. Ölmeden II. Henry ve en büyük düşmanı Philip Augustus kabul ettiler; dahası Kutsal Roma Germen imparatoru meşhur Frederick Barbarossa (kızıl sakallı Frederick) de kabul etti. Böylece önceki ilk Haçlı seferinin küçük soyluların ve ayak takımının seferi olmasına tezat bir şekilde III. Haçlı Seferi kralların seferi oldu. Avrupa’nın tüm kallavi kralları seferde yer aldılar. Henry ölünce haçı Richard devraldı; aslında onun ruhuna uygundu bu durum. Askerliği, savaşı ve kamp çadırlarını pek severdi, onu o dönemde yeşermekte olan şövalyelik kültürünün idolü haline getiren de buydu. Gerçi kısa hükümranlık döneminin büyük bir bölümünü savaş meydanlarında, kuşatmalarda geçirecekti; ama olsundu. Dahası Kudüs’ü kurtaran Hristiyan kral imgesi hayallerini süslüyordu. 

İlk haçlı seferi gerçekten küçük, servet açlığından gözü dönmüş soylular ile ayak takımının seferber olduğu bir seferdi, ama askeri hedeflerin tutturulması açısından en başarılı olanı oldu. Neden? Aslında tüm bu yağmacı güruh pek düzensiz ve pek başıbozuk idi; buna rağmen büyük ödülü aldılar, Kudüs’ü ele geçirdiler (1099). Günlerce kıyam yaptılar, Müslümanları, Yahudileri, ve hatta Ortodoks Hristiyanları katlettiler. Kenti en küçük hücresine kadar yağmaladılar. 

Peki neden ve nasıl başarılı oldular? Aslında bu tam olarak onların başarısı değildi açıkçası. Anadolu, Doğu Akdeniz, Suriye, Filistin ve Mısır bu dönemde toplumsal ve siyasal bir kaos yaşıyordu. Bizans’ı Selçuklular zayıflatmıştı; Selçuklular da bölünmüş ve aile içi kavgaya düşmüşlerdi. Selçukluların zayıflamasından dolayı Mezopotamya, Suriye, Lübnan ve Filistin birbirleriyle kıyasıya çarpışan beyliklere bölünmüştü. Mısır ise Şii Fatımi egemenliği altındaydı ve Sünni Orta Doğu’dan nerdeyse yalıtılmıştı. Bu siyasi parçalanmışlığa bir de toplumsal parçalanmışlık eklenmişti; tarımsal ve kırsa üretim tüm bu siyasi karmaşa içinde parçalanmış ve tarımsal artık bölgedeki siyasi yapıları ayakta tutamayacak kadar azalmıştı. Kısacası Haçlı sürüsü bölgeyi hastayken yakaladı. Bu parçalanmışlık içinde onlara karşı birleşik bir direniş ortaya çıkmadı ve bu sergerde güruhu bölgenin sonraki yüz yılına damga vuracak bir darbe indirdi. Ele geçirdikleri topraklarda kontluklar, krallıklar kurdular.

Ancak tüm bu siyasi oluşumların ayakta kalabilmesi için artığa el koymaları gerekiyordu, dolaysıyla bu Haçlı devletleri Avrupa feodalizmini Akdeniz’in doğusunda tesis etmeye çalıştılar ancak olmadı. Onlar geldiğinde bölgenin üretim yapısı zaten kaotik bir haldeydi. Dahası bölgedeki Müslüman ve Yahudi küçük üreticiler ile ilişkileri bir tür dinsel horgörü nedeniyle haliyle iyi değildi. Gerçi servet ve para ilişkileri din dinlemiyordu, zamanla bölgedeki Müslüman beyliklerin bazıları ile lordluk-vassallık ilişkisi kurdular ama üretim çökmüştü, tarım hayvancılık ve küçük üretim ile ilgilenen herkes haçlı akınlarının etkisiyle kaçmıştı. Bölge katliamlardan ve yağmadan dolayı insansızlaşmıştı. Haçlı devletlerinin içinde kuruldukları çerçeve tam anlamıyla bir çöle dönüşmüştü. Bu yoklukta Haçlı devletlerini ayakta tutan iki ekonomik kaynak vardı. Birincisi Avrupa’dan gelen yardımlar, ikincisi ise yağma. Bu devletler yağmacı unsurlara dönüştüler. Hoş kurulurken de aynı amaçla kurulmuşlardı ya. Dahası Avrupa feodalizminin toplumsal/ekonomik altyapısını değilse bile yönelimlerini ve alışkanlıklarını taşıdılar; Müslümanlarla savaştıkları kadar kendi aralarında da savaştılar. Bölgenin tarihi açısından hem ekonomik hem de kültürel gerilemenin timsali oldular. Ama yine de I. Haçlı Seferi’nden 1268’de Antakya’nın Kölemen Sultanı Baybars tarafından düşürülüşüne kadar bölgeyi talan etmeyi sürdürdüler. 

Ancak şansları dönmeye başlamıştı. Zengilerin emrindeki bir Kürt komutanın, Eyüp’ün oğlu olan Yusuf (ki biz onu sonra Selahaddin Eyyubi olarak bileceğiz) amcasıyla birlikte Mısır’daki Şii Fatımilerin emrine girdi (kendisi Sünni idi ama pragmatikti).  Son Fatımi halifesi öldüğünde hem kendisi hem de Abbasi halifeleri adına hutbe okuttu. Böylece Mısır Sünni İslam’ın yörüngesine tekrardan oturtulmuş oldu. Selahaddin böylece Bağdat’taki halifenin nezdinde ayrıcalıklı bir konuma geldi. Garip bir dönemdi, Sünni halife için hangisi daha büyük düşmandı? Haçlı devletleri mi? Şii Fatımi halifeliği mi? Selahaddin’e gösterilen teveccüh ikincisinin daha baskın olduğunu kanılıyor. Ancak bu rüzgarı iyi kullandı, egemenliğini Suriye’ye ve hatta Güney Doğu Anadolu’ya kadar yaydı. Bunu yaparken de oldukça cihatçı bir söylemle buraları birleştirmekteki amacının küffarın elindeki kutsal yerleri geri almak amacıyla gerekli gücü toplamak olduğu propagandasını maharetle yaptı. İyice güçlendikten sonra önce Hattin’de büyük bir Haçlı Ordusu’nu yendi sonra 1187’de Kudüs’e girdi. Selahaddin Avrupa’yı alarma geçirdi. 

Oxford’da doğan en gösterişli Plantagenet Aslan Yürekli Richard ile Tıkrit’te doğan Kürt Selahaddin Eyyubi’nin büyük buluşmasının vakti gelmişti. Gelecek yazıda anlatılacak, bu aslında öyle sanıldığı gibi bir vahşi bir çarpışma olmadı. Tam tersine savaş ile bezenmiş bir garip kültürler arası iletişime döndü. Arap ve Müslüman yazınındaki görece hoşgörülü Richard ile Hristiyan yazınındaki görece merhametli Selahaddin’i bir araya getiren yeni bir Orta Çağ söylencesi doğmak üzereydi. Üstelik bu ikilik kendisini Kutsal Topraklar’dan evine yanında, kendini ona borçlu hisseden bir Arap savaşçı ile dönen Robin hikayelerinde yeniden üretti.  

Devamı gelecek haftalara…

                                                               /././

Türkiye'nin Afrika Boynuzu serüveni (III): Etiyopya, Somali ve Türkiye'nin arabuluculuğu -Yalçın Cuğ-

Etiyopya ve Somali arasında arabuluculuk görevi üstlenen Türkiye, iki ülkede de oldukça faal. Türkiye'nin Afrika Boynuzu'ndaki serüveninin üçüncü bölümünde arabuluculuğa giden süreci irdeliyoruz.

Etiyopya, denize erişim sağlamak için yıllardır komşu ülkelere çağrılarda ve tekliflerde bulundu. Somali'den tek taraflı bağımsızlığını ilan eden Somaliland ise resmi olarak tanınmak için...

Etiyopya'nın istediği deniz erişimi Somaliland, Somaliland'in istediği resmi tanınma da Etiyopya tarafından karşılanabilirdi. Ki 1 Ocak 2024'te iki taraf arasında mutabakat zaptı imzalandı.

Somali, anlaşmayı bağımsızlık ve egemenliğine saldırı olarak yorumladı. İki ülke arasındaki kriz, uluslararası kamuoyuna  yansıdı. Sürecin sonunda yıllardır iki ülkeye de çeşitli yatırımlar yapan Türkiye, arabuluculuk rolünü üstlendi.

Türkiye'nin Afrika Boynuzu'ndaki serüveninin üçüncü ve son bölümünde, iki ülke arasındaki arabuluculuğa giden süreci irdeliyoruz.

Eritre'nin bağımsızlığı Etiyopya'nın denize erişimini kesti

20. yüzyıla doğru İtalyanlar tarafından işgal edildi ve sömürgeleştirildi. 2. Dünya Savaşı ile birlikte Birleşmiş Milletler'in himayesi altına girdi. Ardından BM'nin kararıyla Etiyopya'yla birleştirildi ve 1962 yılına kadar Etiyopya'nın özerk bölgesi olarak kaldı. 1962 yılına gelindiğinde ise Etiyopya'nın 14'üncü şehri ilan edildi.

Bu dönemde hem Etiyopya hükümeti hem de bölgeyi temsil etme iddiasında olan oluşumlar arasında yaşanan çatışmalar, 1991 yılında Halk Cephesi'nin zaferiyle sonuçlandı. Önce Etiyopya'ya bağlı bir cumhuriyet oldu, sonrasında yapılan referandumla Etiyopya'dan ayrıldı. Eritre, 1993 yılında beri bağımsız bir devlet.

                         Eritre, Cibuti, Somali ve Etiyopya'nın yer aldığı Afrika Boynuzu.

Eritre'nin bağımsızlığını kazanması ise bugün Etiyopya ile Somali arasında devam eden krizin en büyük nedenlerinden biri. Çünkü Eritre bölgesini kaybeden Etiyopya, denize erişimini de kaybetti. Günümüzde dünya ticaretinin yaklaşık yüzde 90'ının deniz yoluyla gerçekleştirildiği göz önüne alındığında, nüfus bakımından dünyanın en kalabalık kara ülkesi olan Etiyopya'nın da en büyük sorunlarından biri Kızıldeniz'e ulaşamamak. Ayrıca Etiyopya'nın Kızıldeniz üzerinden erişimini kaybettiği Yemen Denizi ve Akdeniz, dünyadaki deniz ticaretinin en önemli bölgeleri arasında bulunuyor.

Tarihi boyunca denize erişim için birçok savaş veren Etiyopya, Eritre'nin bağımsızlığını ilan etmesinin ardından dış ticaretinin yüzde 90'a yakınını başta Cibuti olmak üzere komşu ülkelerdeki limanlar aracılığıyla gerçekleştiriyor. Ülke, 1993'ten beri ithalat ve ihracatının yüzde 95'inden fazlası için Cibuti limanlarını kullanıyor. Bu bağlamda başkent Addis Ababa’dan Cibuti limanına uzanan 748 kilometrelik demiryolu iki ülke için de önem arz ediyor. Çünkü Etiyopya'nın Cibuti limanlarını kullanmak için harcadığı yıllık ortalama 1,5 milyar dolar, Cibuti’nin gayri safi yurt içi hasılasının da yüzde 75’inden fazlasına denk geliyor.

'Coğrafi hapishane': Etiyopya'nın karşılıksız kalan teklifleri

Uluslararası ticaret için Cibuti'ye bağımlı olan Etiyopya, son yıllarda ticaret yollarını çeşitlendirmek için arayışa geçti. Ülkenin çeşitli anlaşma girişimleri başarılı olmazken, Etiyopya hükümeti de son bir yıldır Doğu Afrika'daki limanlara dair erişim hakkı talebini daha yüksek sesle dillendirmeye başladı. Halihazırda karışık denklemlere sahip olan kıtada, söz konusu hak talebi komşu ülkeler arasında huzursuzluğa neden oldu.

2018 yılından beri ülkenin başbakanlığını yapan Abiy Ahmed Ali, ülke sınırlarını "coğrafi hapishane" olarak tanımlamaya başlarken, ana gündemlerinden birisi de Kızıldeniz'e erişim hakkı oldu. Ülkesinin inşa ettiği Hedasi Barajı'ndan Mısır ve Somali'nin müzakereler yoluyla faydalandığını belirten Ali, ülkesinin de Kızıldeniz limanlarının kullanılması konusunda müzakere hakkı olması gerektiğini ifade ediyor.

Nil sularının yaklaşık yüzde 80'i topraklarında doğmasına rağmen suyun sadece yüzde 3'ünden yararlanabilen Etiyopya, 2011 yılında Hedasi Barajı'nın inşaatına başladı. Barajın, Nil Nehri sularının geçtiği bölge ülkelerinden Mısır ve Sudan'ı 25 milyar metreküp su kaybına uğratması bekleniyor. Bu nedenle Etiyopya, Mısır ve Sudan arasında uzun süredir gerilim yaşanıyor.

Öte yandan Ali'nin komşu ülkelere bir diğer teklifi de Kızıldeniz'e erişim karşılığında Hedasi Barajı ve Etiyopya Hava Yolları'ndan hisse vermek oldu. Söz konusu çabalar ve teklifler yıllarca karşılıksız kalırken, Etiyopya'nın isteği 1 Ocak 2024'e karşılık buldu. 

İşte tam da bu noktada karşımıza Somaliland çıkıyor...

Aden Körfezi'yle çevrili Somaliland tanınmak istiyor

16. yüzyıldan, İngiltere ve İtalya'nın işgal ettiği 19. yüzyıla kadar Osmanlı Devleti'nin yönetiminde olan Somali, 1960 yılında bağımsızlığını ilan etti. 1969 yılında Siad Barre'nin yönetimi ele geçirmesinin ardından 1990'lı yıllara doğru Somali İç Savaşı başladı. Siad Barre yönetiminin devrilmesine ve kabileler arası çatışmaların çıkmasına neden olan savaşta binlerce insan hayatını kaybetti. 1980'li yıllardan beri Somaliland eyaletinde devam eden ayrılıkçı mücadele, iç savaşın yarattığı kriz ortamında başarıya ulaştı ve Somaliland 1991 yılında tek taraflı bağımsızlığını ilan etti.

Bağımsızlığının ilanından sonra devletleşme sürecine giren Somaliland, anayasa hazırladı, devlet kurumlarını faaliyete geçirdi ve para birimini belirledi. Ancak günümüze kadarki süreçte büyük çaba göstermesine karşın hiçbir ülke tarafından tanınmayan Somaliland için Etiyopya'nın denize erişim talebi umut kapısı oldu. Çünkü Somaliland topraklarının kuzeyi, Kızıldeniz ve Hint Okyanusu'nu birbirine bağlayan Aden Körfezi'yle çevrili durumda.

2018 yılında Birleşik Arap Emirlikleri sermayesine ait DP World, Etiyopya ve Somaliland hükümetleri arasında Somaliland’deki Berbera Limanı'na dair anlaşma imzalanmıştı. Anlaşma kapsamında limanın yüzde 19 payı Etiyopya'nın olacaktı. Ancak Somali ve bölgedeki diğer ülkelerin tepkilerinin yanı sıra Etiyopya'nın anlaşma gerekliliklerine uygun mali ödemeleri yapamaması, ülkenin anlaşmadan çekilmesine neden oldu.

Etiyopya ve Somaliland mutabakat zaptı imzaladı

1 Ocak 2024'te başkent Addis Ababa'da bir araya gelen Etiyopya Başbakanı Abiy Ahmed Ali ve Somaliland lideri Muse Bihi Abdi, ülkeler arası ikili işbirliği protokolü imzaladı.

Protokol kapsamında, Etiyopya ticari deniz operasyonları için Somaliland'de bulunan Berbera Limanı'na erişimi olan bir askeri deniz üssünü 50 yıl boyunca kiralayacak ve Etiyopya donanması da 20 kilometrelik deniz erişimi sağlayacak. Buna karşılık Etiyopya ise Somaliland'in resmi olarak tanınma arayışının "ayrıntılı bir şekilde değerlendirilmesini" sağlayacak ve devlete ait Etiyopya Havayolları'ndan Somaliland'e hisse verilecek.

Somaliland Dışişleri Bakanlığı anlaşmanın ülke için önemli bir diplomatik dönemeç olduğunu belirtti. Ayrıca Somaliland'in lideri Bihi, "20 kilometrelik karasuyumuza erişime karşılık onların bizi tanıyacağı yazılan anlaşmamızı açıklamaktan memnuniyet duyuyor, bunun için başbakana ve Etiyopya'ya minnettarlığımızı dile getirmek istiyoruz" dedi.

Ancak Etiyopya Başbakanlık Ofisi tarafından yapılan açıklamada, Somaliland'in tanınmasına dair bir ifade yer almadı. Açıklamada, anlaşmanın denize erişim sağlama ve limanları çeşitlendirmenin önünü açacağı aktarılırken, anlaşmanın "işbirliğinde yeni aşamaya geçme" ve "Afrika Boynuzu'ndaki bölgesel entegrasyonu sağlama" işlevi göreceği kaydedildi.

Öte yandan anlaşma detaylarının Şubat ayı içinde yapılacak görüşmeler sonucunda belirleneceğini aktarıldı.

Somaliland'in Savunma Bakanı Abdiqani Mohamud Ateye, Somaliland ile Etiyopya arasında yapılan protokolü "hukuksuz anlaşma" olarak değerlendirdi ve görevinden istifa etti. Etiyopya'nın, Somaliland topraklarında gözü olduğunu savunan Ateye, Somaliland Başkanı Abdi'yi de anlaşmayı bakanlara danışmaması nedeniyle suçladı. (Fotoğraf: Etiyopya Başbakanı Ali ve Somaliland lideri Abdi’nin imzaladığı protokol töreni)

Somali bağımsızlık ve egemenlik ihlali olarak nitelendirdi

Söz konusu anlaşmadan bir hafta önce Somali ile Somaliland arasında Cibuti'de görüşmeler gerçekleşmiş ve görüşmelerde ilerleme sağlandığı bildirilmişti. İki taraf arasında 2020'den sonra ilk kez gerçekleşen görüşmeler kapsamında, müzakerelerin yeniden başlatılmasına karar verilmişti. Ta ki imzalanmasıyla ortaya çıkan mutabakat zaptına kadar...

Somali hükümeti, bağımsızlığının ve egemenliğinin bariz ihlali olarak değerlendirdiği anlaşmaya karşı çıkmak için tüm yasal yolları kullanacağını açıkladı. Somali Başbakanı Hamza Abdi Barre ise kabinesiyle acil toplantı yaparak anlaşmanın “geçersiz” olduğunu ilan etti.

6 Ocak tarihinde Somali Cumhurbaşkanı Hasan Şeyh Mahmud, mutabakat zaptını geçersiz kılan yasayı imzaladığını açıkladı. Mahmud, imzaladığı yasağa ilişkin “Milletvekillerimizin ve halkımızın desteğiyle hazırlanan bu yasa, uluslararası hukuk uyarınca birliğimizi, egemenliğimizi ve toprak bütünlüğümüzü korumaya yönelik kararlılığımızın bir örneğidir” ifadelerini kullandı.

Öte yandan Etiyopya’nın Somali Büyükelçisi ülkeden deport edilirken, Somaliland ve Puntland bölgelerinde bulunan Etiyopya konsoloslukları da kapatıldı. Somali’nin Addis Ababa Büyükelçisi ise ülkeye geri çağrıldı. Mutabakat zaptından çekilmediği sürece Etiyopya’yla müzakere edilmeyeceği duyuruldu.

Somali Başbakanı Barre, anlaşmanın hükümsüz olduğunu ve Etiyopya'nın, Somali topraklarına müdahale etmesi durumunda ortaya çıkacak sonuçlara da katlanması gerektiğini söyledi:

"Etiyopya, Somali'nin topraklarına müdahalede bulunamaz. Eğer böyle bir girişimde bulunurlarsa, ölülerini taşıyarak geri çekilecekler. Somali toprakları şarkılarla veya tehditlerle elde edilemez."

17-18 Şubat'ta Etiyopya'nın başkenti Addis Ababa'da yapılan 37. Afrika Birliği Zirvesi'nde konuşan Somali Cumhurbaşkanı Mahmud, “Ülkemizin bir parçasının ilhak edilmesiyle tehdit ediliyoruz. Bu sadece egemenliğimize karşı atılmış bir adım değil, aynı zamanda Afrika Birliği prensiplerine de aykırı" açıklamasında bulundu. Öte yandan, Somali Dışişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada, Etiyopya'nın Somali heyetinin zirveye katılmasını engellemeye çalıştığı belirtildi. (Fotoğraf: 37. Afrika Birliği Zirvesi'nde Somali Cumhurbaşkanı Mahmud en ön sırada sağdan birinci, Etiyopya Başbakanı Ali ise aynı sırada sağdan yedinci kişi)

Etiyopya'dan 'dostluk' mesajı

Somali’nin tepkilerinin ardından Somaliland Başkanı Abdi, Etiyopya'yla imzalanan kıyı mutabakat anlaşmasını her hâlükârda uygulayacaklarını açıkladı.

Somali Cumhurbaşkanı Mahmud'u da eleştiren Abdi, "Kendini kandıran birisi. Somaliland kıyılarını sen yönetiyorsun öyle mi? Bu anlaşma uygulanacak" dedi. Abdi ayrıca, Etiyopya'nın Somaliland'in bağımsızlığına destek vermesinin kendileri için önemli olduğunu kaydederek, "Onlar istedikleri denizi, biz de bağımsızlığımızı alacağız" ifadelerini kullandı.

Etiyopya ise tepkilerin ardından Somaliland’in aksine Somali ile barış mesajı verdi. Etiyopya Başbakanı Ali, yaptığı yazılı açıklamada, ülkesinin Somali ile dost olduğunu ve Somali'ye zarar verme niyetlerinin bulunmadığını belirtti.

Ali, Somali'deki barışın Etiyopya'daki barış anlamına da geldiğini kaydederek, iki ülke arasındaki dostluğun çok derin olduğunu ve Etiyopya'nın bir dost olarak Somali'yi incitmek istemediğini ifade etti. Bazı güçlerin iki ülke arasında çatışmayı körüklediğini iddia eden Ali, taleplerinin karşılıklı çıkar temelinde denize ulaşmak olduğunu ve bunun sadece Etiyopya'nın değil, bölgenin menfaatine olacağını söyledi.

Dünyadan Etiyopya'ya tepkiler

Anlaşmanın ardından özellikle Somali, diplomasi trafiğine hız verdi. Somali Cumhurbaşkanı Mahmud, Ocak ayında Eritre, Mısır ve Katar’a ziyaretler gerçekleştirdi, uluslararası kamuoyuna çağrılarda bulundu.

Nil Nehri üzerine inşa ettiği Hedasi Barajı'ndan dolayı Etiyopya’yla uzun süredir gerilim yaşayan Mısır, ülkeyi "bölgedeki istikrarsızlığın kaynağı" olmakla suçladı. Mahmud’un ülkesine yaptığı ziyaretin ardından konuşan Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah es-Sisi ise "Mısır, kimseye Somali'yi tehdit etmesine ve güvenliğini etkilemesine izin vermeyecek. Mısır'ı ve müdahale etmesini isteyen kardeşlerini tehdit etmeye kalkmayın. Etiyopya'ya mesajım şu ki, bir toprak parçasını kontrol etmek üzere ele geçirmek kimsenin kabul etmeyeceği bir şey" diye konuştu.

Çin’de mutabakat zaptına karşı Somali’ye desteğini açıklayan ülkeler arasında yer aldı. Somali'deki Çin Büyükelçiliği bir mesaj yayımlayarak, Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning'in “Somaliland, Somali'nin bir parçasıdır. Çin, ulusal birlik, egemenlik ve toprak bütünlüğünün korunması konusunda Somali Federal Hükümeti’ni desteklemektedir” ifadelerini paylaştı.

ABD anlaşmanın bölgedeki yansımalarına işaret ederek taraflara "sorunu çözmek için diplomatik diyaloğa girmeleri" çağrısında bulundu. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller da “Afrika Boynuzu'ndaki gerilimin tırmanmasıyla ilgili derin endişemizi ifade etmede diğer ortaklara biz de katılıyoruz” dedi.

Avrupa Birliği ise Etiyopya ile Somaliland arasında varılan anlaşmayı kınadı. Brüksel’den yapılan açıklamada, "Avrupa Birliği, Somali Federal Cumhuriyeti'nin anayasası, Afrika Birliği şartları ve Birleşmiş Milletler uyarınca birliğine, egemenliğine ve toprak bütünlüğüne saygı gösterilmesinin önemini hatırlatmak ister" ifadesine yer verildi. Açıklamada, "Bu, Afrika Boynuzu bölgesinin tamamının barış ve istikrarı için anahtardır" denildi.

İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) da Mogadişu'ya verdiği desteği ve onun toprak bütünlüğüne saygı duyulması gerektiğini açıkladı. İİT Genel Sekreterliği, "Somali'nin egemenliğini ve toprak bütünlüğünü ihlal eden her türlü eylemi" reddettiği yönünde bir bildiri yayımladı.

Arap Birliği Sözcüsü Cemal Ruşdi ise yaptığı yazılı açıklamada, Somali'nin egemenliğini ihlal eden ve ülkenin iç durumunun kırılganlığından veya Somali müzakerelerinin sekteye uğramasından yararlanma girişiminde bulunan her türlü mutabakat zaptının reddedildiğini ve kınandığını belirtti.

Türkiye'den Somali'ye destek

Mutabakat zaptına karşı Somali’ye desteği açıklayan ülkelerden birisi de Türkiye oldu.

Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Öncü Keçeli, “Etiyopya ve Somaliland arasında, Somali Hükümeti’nin bilgisi ve rızası dışında, 1 Ocak 2024’te Addis Ababa'da imzalanan Ortaklık ve İşbirliği Mutabakat Muhtırası’nı endişeyle karşılıyoruz. Somali Federal Cumhuriyeti’nin birliğine, egemenliğine ve toprak bütünlüğüne bağlılığımızı tekrar teyit ediyoruz” dedi ve ekledi:

“Bu durumun, uluslararası hukukun bir gereği olduğunu vurguluyoruz. Geçmişte olduğu gibi bugün de Somali ile Somaliland arasındaki anlaşmazlıkların doğrudan müzakereler yoluyla ve Somalililer arasında çözümlenmesini arzu ediyor ve bu yöndeki girişimlere yönelik desteğimizi yineliyoruz.”

Somali Hükümet Sözcüsü Farhan Jimale ise Türkiye’nin açıklamasına "Uluslararası hukuk doğrultusunda, Somali Federal Cumhuriyeti'nin toprak bütünlüğü, egemenliği ve birliğine bağlılığınızı ve desteğinizi takdirle karşılıyoruz" yanıtını verdi. Somali Dışişleri Bakanı Ahmed Moalim Fiqi de “ülkelerinin egemenliği ve toprak bütünlüğünün Etiyopya tarafından ihlal edildiği bir dönemde Türkiye'den gelen kardeşçe desteği memnuniyetle karşıladıklarını” söyledi.

Türkiye ile Somali arasında dikkat çeken anlaşmalar

Türkiye’nin mutabakat zaptına dair tutumu sonrasında Somali ile Türkiye arasında dikkat çeken anlaşmalar imzalandı.

Halihazırda Somali’de gelişkin şekilde askeri faaliyetler yürüten Türkiye, 8 Şubat’ta Somali ile Savunma ve Ekonomik İşbirliği Çerçeve Anlaşması’na imza attı. Somali Cumhurbaşkanı Mahmud, Türkiye ile yapılan anlaşmanın Somali’de terörizm, dış tehditler, korsancılık ve yasa dışı balıkçılıkla mücadele ile kıyıların korunmasını ve deniz kaynaklarının geliştirilmesi gibi konularda iş birliğini kapsadığını belirtti. İki ülke arasında ortak bir deniz kuvvetleri oluşturulacağını açıklayan Mahmud, bu kuvvetlerin, Somali sularını 10 yıl boyunca koruyacağını ve deniz kaynaklarının gelişmesine katkı sağlayacağını söyledi. Öte yandan Mahmud, anlaşmanın, Etiyopya veya başka bir ülkeye yönelik düşmanca bir amacı olmadığını da sözleri arasına ekledi.

Somali hükümetiyle çatışma içinde olan ve ülkenin güney kısmını kontrol eden  Eş-Şebab, Ankara-Mogadişu arasında imzalanan anlaşmaya dair "Türkiye’nin bölgedeki hegemonik hırslarının yeni bir yansıması” şeklinde açıklamada bulundu. (Fotoğraf: Somali Savunma Bakanı Abdulkadir Mohamed Nur ve Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler, anlaşmayı imzaladıktan sonra.)

7 Mart tarihine gelindiğinde ise Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alparslan Bayraktar ile Somali Petrol ve Maden Kaynakları Bakanı Abdirizak Omar Mohamed arasında petrol ve doğal gaz alanında iş birliği anlaşması imzalandı.

Yapılan anlaşma, Somali’nin kara veya deniz bloklarında petrol arama, değerlendirme, geliştirme ve üretimini içeriyor. Bunun yanı sıra bu projelerle ilgili taşıma, dağıtım, rafineri, petrol ve ürünlerinin satışı ile hizmet operasyonları da anlaşma kapsamında yer alıyor. Anlaşma ayrıca, petrol projeleri alanında ikili bilimsel, teknik, teknolojik, hukuki, idari ve ticari iş birliğinin geliştirilmesini teşvik etmeyi de amaçlıyor.

Öte yandan petrol ve doğalgaz kaynakları bakımından Afrika'nın en büyük rezervlerinden birine sahip olan Somali'nin, çıkardığı yeraltı kaynaklarından elde edeceği gelirin yüzde 30'unu Türkiye'ye aktaracağı da gündeme geldi.

Hem Etiyopya’da hem de Somali’de çeşitli faaliyetler yürüten Türkiye, iki ülke arasında arabuluculuk rolünü üstlendi.

Etiyopya Dışişleri Bakanı Atske Selassie ve Somali Dışişleri Bakanı Ahmed Moalim Fiqi, 1 Temmuz’da Ankara’ya geldi. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın eşlik ettiği görüşmelerin ardından ortak basın açıklaması yapıldı.

Fidan, Türkiye'nin Etiyopya ve Somali'yle köklü ilişkileri ve geniş kapsamlı işbirliği nedeniyle bu konuya dair kolaylaştırıcı rol üstlendiğini ifade etti ve ekledi:

"Biz bugün kendimizi çok imtiyazlı bir pozisyonda buluyoruz. Her iki tarafın, Türkiye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan'a gösterdiği en üst seviyedeki güven ve vermiş oldukları yetki, bizim doğru yolda olduğumuz inancımızı güçlendiriyor."

Fidan, bütün tarafların çok daha iyi bir anlayışa ulaştığını dile getirerek, "Tabii ki çok komplike bir husustan bahsediyoruz, bunlar göz önünde bulundurulduğunda bu hususla ilgili başka değerlendirmelerin yapılması gerekeceği aşikardır. Bugün duyduklarımız ışığında gelecekle ilgili umudumuz pekişmiştir. Bakanlar ikinci tur bir görüşme için 2 Eylül 2024'te Ankara'da tekrar buluşmaya karar vermişlerdir" ifadelerini kullandı.

AKP'ye yakınlığıyla bilinen Yeni Şafak, görüşmeyi şöyle değerlendirdi: "Etiyopya’da en fazla yatırıma sahip ikinci yabancı ülke konumunda olan Türkiye’nin Somali, Etiyopya ve Mısır gibi tarihsel, siyasi ve ekonomik ilişkilerin realize ve optimize edildiği bir vasatta mevcut krizin aşılması için Somali özelinde varolan ağırlığı, Etiyopya ile son 4 yılda derinleşen ilişkisi ve Mısır ile tazelenen diplomatik diyalog bağlamında arabuluculuk misyonu üstlenmesi, Türkiye’nin bölgedeki varlığını güvence altına alırken bölgesel saygınlığını da yükseltecektir."

Etiyopya ile Somali arasındaki krizin nereye evrileceği 2 Eylül'de tekrarlanacak buluşma ve buluşmaya kadarki süreçte şekillenecek. 

Öte yandan yayılmacı bir çizgi izleyen Türkiye kapitalizminin Afrika'ya yönelik adımlarını hızlandıracağı ve bölgedeki etkisini artıracağı da aşikar. 

Etiyopya ve Somali'ye patronlarını, derneklerini, kurumlarını ve askerlerini sokan Türkiye'nin, kısa denilebilecek bir sürede kazandığı mevziler dikkat çekici. Bu bağlamda Yeni Şafak'ın da belirttiği gibi Türkiye'nin üstlendiği arabuluculuk misyonu önem arz ediyor ve bölgedeki varlığını devam ettireceğine işaret ediyor.

13 Temmuz 2024 Cumartesi

GÜNDEM BAŞLIKLARI -13 Temmuz 2024 -

AKP'nin sokak hayvanları düzenlemesi Meclis'te: Sağlıklı hayvanların öldürülmesinin önü açılıyor -soL-

AKP'nin sunduğu tartışmalı kanun teklifi hayvanseverlerin tepkisini çekerken, yeni düzenleme ile sağlıklı olan hayvanlara da "ötanazi" yapılmasının önü açılıyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/akpnin-sokak-hayvanlari-duzenlemesi-mecliste-saglikli-hayvanlarin-oldurulmesinin-onu-aciliyor)

Depremde 115 kişi ölmüştü: Sitenin müteahhidi ölenleri suçladı -Birgün-
Kahramanmaraş merkezli 6 Şubat depremlerinde yıkılan, 115 kişinin yaşamını yitirdiği Penta Park Sitesi davasının ikinci duruşması yapıldı. Müteahhit Mesut Başkır, suçlu olmadığını savunarak, depremde ölenleri yapı denetime başvurmamakla suçladı. Mahkeme heyeti, sanıkların tutukluluk halinin devamına karar vererek duruşmayı kasım ayına erteledi.(https://www.birgun.net/haber/depremde-115-kisi-olmustu-sitenin-muteahhidi-olenleri-sucladi-544347)                                     

                                                                 /././

Melih Gökçek’in eseriydi: Başkent’in en büyük kent suçu için yürütmeyi durdurma kararı verildi -Birgün-
Ankara’da Pasifik İnşaat’a ait Merkez Ankara projesi için yürütmeyi durdurma kararı verildi. Proje arazisi belediyeye aitken AKP’li Melih Gökçek döneminde satılarak, 2015'te ihale düzenlenmişti.(https://www.birgun.net/haber/melih-gokcekin-eseriydi-baskentin-en-buyuk-kent-sucu-icin-yurutmeyi-durdurma-karari-verildi-544266)

                                                                     /././

Afetzede, kayınvalidesi çıktı -İsmail Arı/Birgün-
AK Gençlik Ocakları Başkanı Aydoğan’ın, “Yardım eli uzattık, yeni ev yapıyoruz” dediği depremzedenin kayınvalidesi olduğu ortaya çıktı. Urkiye Yıldız da AKP’li Ferhat Aydoğan’ın eşinin annesi olduğunu söyledi.(https://www.birgun.net/haber/afetzede-kayinvalidesi-cikti-544304)

                                                                          /././

Erbaş’tan arkadaşına hac kıyağı -Mustafa Bildircin/Birgün-

Diyanet İşleri Başkanlığı tarihinde bir ilk yaşandı. Hacca gidenlerin dini sorularını cevaplamak amacıyla oluşturulan, kafile ile Mekke’ye giden Fetva ve İrşad ekibinde, Diyanet İşleri Başkanlığı personeli olmayan bir isme yer verildi. Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın lise ve üniversiteden okul arkadaşı olan Sakarya İl Milli Eğitim Müdür Yardımcısı Yakup Kalaycı’nın, ekip üyesi olarak Mekke’ye gönderildiği belirtildi.(https://www.birgun.net/haber/erbastan-arkadasina-hac-kiyagi-544322)
                                                               /././

Ata Emre Akman’ı bıçaklayarak öldüren E.Ö. ve babasının cezaları belli oldu -Cengiz Karagöz/Cumhuriyet-

Ata Emre Akman’ın katil zanlısı Erdoğan Özdemir (17) önce ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Ancak sanığın yaşı göz önünde bulundurularak cezası 24 yıla düşürüldü.

Mahkeme heyetince, sanık Erdoğan Özdemir “canavarca hisle veya eziyet çektirerek öldürme” suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verildi, sanığın 18 yaşından küçük olması nedeniyle 24 yıl hapse mahkûm edilmesi kararlaştırıldı. Sanık Erdoğan Özdemir ayrıca “ruhsatsız silah, bıçak, mermi bulundurma” suçundan verilen bir yıllık ceza yaşının küçük olması nedeniyle para cezasına çevrildi. Mahkeme, azmettirme iddiasıyla yargılanan Orhan Özdemir ise beraatına ve tahliyesine karar verdi. (https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/ata-emre-akmani-bicaklayarak-olduren-eo-ve-babasinin-cezalari-belli-2226905)
                                                             /././

Yardımcı’nın çekilmesi, Büyükekşi’nin önünün açıldığı yorumlarını getirdi -Arif Kızılyalın-

100’ün üstünde delegenin desteklediği UEFA İcra Kurulu Başkanı Servet Yardımcı’nın zehir zemberek sözlerle yarıştan çekilmesi kafalarda soru işaretleri bıraktı.(https://www.cumhuriyet.com.tr/spor/yardimcinin-cekilmesi-buyukeksinin-onunun-acildigi-yorumlarini-2226908)

                                                                 /././
'Yabancı etki' yasası: Fransa'dan Gürcistan'a doğrudan yardımı dondurma kararı -soL-
Fransa'nın Gürcistan Büyükelçisi Sheraz Gasri, AB kararının ardından Paris'in ülkeye doğrudan yardımı geçici olarak askıya aldığını duyurdu.(https://haber.sol.org.tr/haber/yabanci-etki-yasasi-fransadan-gurcistana-dogrudan-yardimi-dondurma-karari-394170)
                                                                      /././

Ülkü Ocağı trollerini Emre Yüksel yönetmiş: 'Solcu gibi yazdım başkan' -Can Bursalı/duvaR-

Sinan Ateş davasında tutuklu yargılanan Emre Yüksel, cinayetten sonra telefon bilgilerini sıfırladı. Bilirkişi raporunda, Yüksel'in 7 ayrı trol hesabı koordine ettiği tespit edildi.(https://www.gazeteduvar.com.tr/sinan-ates-cinayeti-ulku-ocaklari-yoneticisi-trol-hesaplari-yonetiyormus-haber-1705360)

(DERLEYEN: mstfkrc)

Evrensel "KÖŞEBAŞI" -13 Temmuz 2024 -


Üç konfederasyon emek güçlerini seferber etmek için adım atmalı -İhsan Çaralan-

En son 2022’nin asgari ücretini konuşmak için 17 Kasım 2021’de bir araya gelen Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay, Hak-İş Genel Başkanı Mahmut Arslan ve DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu 4 gün önce (9 Temmuz 2024’te) bir araya geldiler ve 10 maddelik bir talepler manzumesi açıkladılar.

Temmuz başından itibaren bir araya geleceklerine dair haberlerden anlıyoruz ki, konfederasyon başkanları açıklamaya gelen bir haftalık sürede “enflasyon”, “ücret zamları” ve “vergide adalet” taleplerini formüle ettirmek için ortak bir çalışma yaptırmışlar.

Sendikal hareketi izleyenler bilmektedir ki, üç konfederasyonunun yaklaşık üç yıl aradan sonra bir araya gelişleri öyle pek de gönüllü değil. Tersine üç konfederasyon başkanı;

1- Son yıllarda iktidarın giderek azgınlaşan ve alt sınıflardan en üst sınıflara servet aktarma aracı olarak kullandığı enflasyonun “Erdoğan-Şimşek programı”na dönüştürerek “kemer sıkma”nın da ötesine geçip tüm emeği ile geçinenlerin boğazını sıkmaya başlamasının ilk adımlarının işçi ve emekçiler arasında yarattığı tepkilerin yaygınlaşması,

2- Sendika merkezlerinin emek mücadelesinin bu büyüyen sorunları karşısında bir araya gelerek bir şeyler yapmazlarsa tepkilerin kendilerini de hedefe koymaya başlayacağını görmüş olmalarından ileri gelmektedir.

PATRONLARIN PATRONU TÜSİAD’DAN ŞİMŞEK’E TAM DESTEK!

Son yılların gelişmeleri dikkate alındığında üç işçi sendikası konfederasyonu; öncesini bir yana bıraksak bile daha iktidarın 2023 Eylül ayında yayımlanan ve Erdoğan-Şimşek programının anlayışı ve başlıca önlemelerinin devreye sokulmasının gündeme alınacağının ilan edildiği “Orta Vadeli Program”ın (OVP) yayınlanmasından sonra “Burjuvazinin OVP’sine karşı işçi sınıfı ve emekçilerin taleplerinden oluşan, tüm emek güçlerinin etrafında birleşebileceği bir talepler manzumesi” oluşturabilirdi. Oluşturmalıydı da. Ama bunu yapmadılar.

Evet bunu vaktiyle yapsalar iyi olurdu ama şimdi yapmaları da bir şeydir ve elbette önemlidir. Tüm emek güçleri tarafından “şu eksik bu fazla” tartışması gereğinden fazla öne çıkarılmadan önemsenmelidir!

Dahası emek mücadelesinden yana her çevre bu mücadelede kendilerine düşeni yerine getirmek için harekete geçmelidir!

Çünkü sermaye ve iktidarının saldırısı sistemin bütün yükünü emekçilere yıkmanın yanında işçi sınıfı ve emekçilerin yüz yıllık kazanımlarını ortan kaldırmayı da amaçlayan bir saldırıdır. Bu yüzden tüm emekçi sınıflar ve emekten yana güçleri doğrudan ilgilendirmektedir.

Nitekim bu saldırı programının baş mimarı olan Hazne ve Maliye Bakanı Şimşek kamuoyundan sır gibi sakladığı programının “orijinalini” geçtiğimiz hafta TOBB, TÜSİAD, MÜSİAD, TİM… gibi sermaye örgütlerinin yöneticilerine gönderdikten sonra önceki gün de patronların patronu TÜSİAD’a giderek hem programını savundu hem de onların öneri ve isteklerini birinci ağızdan dinledi.

Şimşek, konuşmasının merkezine “En zoru geride kaldı!” iddiasını koysa da TÜSİAD İstişare Kurulu Başkanı Ömer Arat ve TÜSİAD Başkanı Orhan Turan yaptıkları konuşmalarda Şimşek’e pek inanmış görünmediler. Arat ve Turan ekonomiden eğitime, hukuktan insan haklarına hemen her konuda iktidarı eleştirip Şimşek’e, “Keşke 10 yıl geriye gitsek” diye karşılık verirken kendilerine servet aktarmayı merkeze koyan Erdoğan-Şimşek programına tam destek vereceklerini de söylediler.

İKTİDAR TALEPLEREMİZE YANIT VERMEZSE NE YAPILACAK?

Gelinen yerde şu çok açık ki: Sermaye ve örgütleri iktidardan başka talepleri olsa ve bazı uygulamalarına itirazları olsa da Erdoğan-Şimşek programının arakasında birleşmişlerdir.

Bu koşullarda üç işçi konfederasyonunu 10 maddelik açıklamaları da işçi sınıfı ve emekçilerin, sendikalardan emek meslek örgütlerine, emekten yana siyasi partilerden şu ya da bu vesileyle örgütlenmiş tüm emek güçlerini bu talepler etrafında birleşip ortak mücadelesini gerektirmektedir. Nitekim gerek mücadeleci sendikacılar ve ileri işçi kesimlerinden gerekse emekten yana çevrelerden bu taleplere destek verilmektedir.

Tabi burada konfederasyonların bugüne kadar sınıfın ve tüm emekçilerin acil talepleri karşısında bile sessiz kalmalarını, ayrı ayrı tutum ifade ettiklerini bilen işçiler bu 10 talep için birleşmesini önemli buluyorlar ama, “Peki iktidar ve sermaye bu talepleri yerine getirmezse ne yapılacak?” diye de bir soru soruyorlar!

Bu çok temel bir sorudur? Çünkü konfederasyonların ifade ettiği sorunlar ve bu sorunlar karşısında emekçilerin talepleri konusunda az çok emekçiden, halktan yana iktisatçılar, sendikacılar ve siyasetçilerin bu taleplere bir itirazları yoktur. Tersine eğer üç konfederasyon taleplerin arkasında durup işçileri bu talepler için harekete geçirip mücadele etmeyi göze alırlarsa toplumun çok büyük kesimlerinin sadece gönül değil pratikte de desteğini alacaklardır.

GÖK KUBBEDE HOŞ BİR SEDA OLARAK KALMAYACAKSA…

Konfederasyonlar talepleri ortak ifade etmiş olmakla yetindiklerinde bilmelidirler ki bu 10 talep kubbede hoş bir seda olarak kalır!

Çünkü sendikalar diğer pek çok örgüt biçiminden farklı olarak işçi sınıfının gücünü kullanabilecekleri bir imkana sahiptirler. Eğer sendikalar öne sürdükleri taleplerin arkasına işçi sınıfının, emekçilerin örgütlü gücünü koymuyorlarsa bir bürokratik, hatta sınıf işbirlikçisi sendika örgütü olma konumuna düşerler.

Bu yüzden de eğer;

  • * Konfederasyonlar, onlara bağlı sendikalar,
  • * Her işkolundan ve her kademeden mücadeleci sendikacılar, her iş yerinde ve hizmet kurumundaki ileri işçiler ve emekçiler,
  • * Emek ve meslek örgütleri,
  • * Emekten yana siyasi partiler, akademisyenler, bilim ve kütür çevreleri,
  • * Merkezi ve yerel her ad altındaki emek güçleri talepleri etrafında birleşip ortak mücadelede yerlerini almak durumundadırlar.

Aksi halde taleplerin haklılığı ve doğruluğunun, konfederasyon başkanları tarafından en yukarıdan ilan edilmiş olması, emekçiler tarafından “çok güzel talepler” olarak övülmesi… sermaye güçlerinin ve iktidarının sermaye sistemin yükünü emekçilere yıkma saldırısını püskürtmeye yetmez.

Dolayısıyla üç konfederasyon attıkları bu adımla sadece kendilerini değil ülkedeki emekten yana tüm güçleri harekete geçirebilecekleri bir sorumlulukla da karşı karşıyadırlar. Bunu yapmaktan şu ya da bu gerekçelerle geri durmaları, ilan ettikleri 10 talebin önemi yanında emek mücadelesinde edindikleri pozisyonu da heder edecektir.                                          /././

Şimşek öncesinde de, Şimşek sonrasında da hep aynı mantık -İzzettin Önder-

Şimşek öncesinde faiz inadı vardı. Aniden kur yükseldi ve fiyatlara yansıdı. Kur Korumalı Mevduat cambazlığı ile korumaya alınanlar dışında toplumun tüm kesimleri fakirleşti. Hükümetin can simidi olarak Şimşek geldi ya da gönderildi, ilk beyanatında her şeyin yanlış olduğunu ve düzeltileceğini söyledi. Evet, bir şeyler değişir gibi oldu. Fakat sistem değişmeden kafa da değişmemiş olduğundan aynı politika farklı görüntüde uygulanmaya başladı. Umarım, artık burjuva iktidarlarının nelere kadir olduğunu anlayabiliriz de, biraz olsun nefes alabileceğimiz daha makul siyasi açılımlara yöneliriz.

Hiç birinin geçerliliği olmayan farklı sebeplerle faiz baskılanırken kimileri milyonlarına milyon kattı. Yerli paradan kaçanlara tarihte görülmemiş avantajlar tanınarak servetleri korundu. Emekçileri ise, ne gören oldu, ne de sesini duyan. Politika tarihine bir burjuva hükümetinin yapabileceği en soyguncu politika olarak geçecek olan bu safhayı tarihe gömelim ve bugünkü sorumuza dönelim. Bu arada, ezilen emekçi dostlarımız siyasi iktidara bir şekilde yanıt vermeye çalıştı, fakat bu haklı çaba, yoksulluklarını partiye rüşvet karşılığı satma haysiyetsizliği engeline takıldı. Ne var ki, tüm tökezlemeleri yandaş çıkar-oy mübadillerin ülke aleyhine geliştirdikleri öz çıkarcı davranışları ile açıklamak da yeterli olamaz. Kapitalizmin teslim aldığı toplumsal bilinç fazla bir desteğe gereksinim duymadan kendi altarını –kafa kesme masası-  özenle korur, hatta gerekli durumlarda geliştirir dahi. Nitekim NATO zirvesi dönüşü, toplantıdan da yağ çıkarırcasına, bölgemizin savaş tehdidi ile karşı karşıya olduğu açıklandı. Tehditler olmasa iktidarlar nasıl ayakta kalabilirler ki, sanki tehditleri yaratanlar kendileri değilmiş gibi!

Şimşek geldi işler düzeldi mi? Evet, bir kesim için düzelme yoluna girdi. Fakat aynen geçmişte de olduğu gibi, bu yol diğer kesimin ciğerinin sökülmesi pahasına gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Para babaları için Türkiye pazarı tedricen düzeltiliyor; TÜİK’in olağanüstü gayretleriyle fiyat baskılanması gerçek ya da kâğıt üzerinde sağlanmaya çalışılıyor. Emekçiler ve emekliler insanlık dışı şiddetle baskılanıyor. Sermaye ise olağanüstü avantajlarla korunuyor. Buna ilaveten, bazı belediyelerin el değiştirmesinden sonra ibret ve nefretle gördüğümüz özellikle merkezi ve yerel kamu kurumlarında yaşanmış ve merkezi yönetimde hala yaşanan akıl almaz israfın yükü çalışanların üzerine yazılıyor. Yatırım yapılmadan sermayenin servet değerinin korunması ve kamu dairelerinin olağanüstü israfı ülke gelirine katkı yapan harcamalar değildir. Aşırı borçlu konumumuz yanında, ekonomik verimliliğin yükseltilemediği ülkemize gelebilecek yabancı para ancak borç itfasında kullanılıp, faizi ile ülkeyi terk edecektir. Bu durumu kazanç olarak görmek, anı kurtarıp, atiyi riske atmaktır. Var olan siyasi kadronun yaptığı da zaten budur.

Şimşek de, eleştirdiği geçmiş politikalara başka açıdan eklemlenerek süreci değiştirmeden devam ettirmektedir. Programın ana omurgasını emeği baskılamak ve ekonomiye katkısı olmayan kesime iktidarı ayakta tutabilecek kadar politik soslu mali destek sağlamanın dışında tüm kaynakları adaletsiz vergi ve harcama politikaları ile yerli ve yabancı sermayeye yöneltmektir. Bu arada anlamsız ve plansız şekilde betona gömülen kaynakların oluşturduğu, torunlarımıza dek sarkacak borç yükü de işin cabası. Ne var ki, burjuva mantığında bu politikada bir yanlış yoktur. İşte Şimşek’in asgari ücreti baskılamasının ana sebebi, sermayeye olabildiğince bol kaynak tahsisidir.

Şimşek baskılama politikalarını enflasyonu denetleme görüşüne oturtmaktadır. Oysa enflasyon baskılanamaz, çünkü enflasyon parasal bir sorun olmayıp, ekonomik işleyişin çok çeşitli alt bölümlerindeki reel bozukluklardan kaynaklanan gerçek bir sosyo-ekonomik sonuçtur. Günlük yaşamımıza enflasyon olarak yansıyan nihai görüntünün arkasında, kamu kesimi açığı ve cari açık aktarım mekanizmalarıyla yansıyan derin sorunlar bulunmaktadır. Ekonominin derinlerinde oluşan söz konusu patolojilerden kaynaklanan enflasyona siyasi yaşam süresinde çare üretemeyen hükümet, şimdilerde de Şimşek simidinin arkasına saklanarak toplumu baskılama yoluna gitmekte ve maalesef fıtratı gereği sömürücüyü değil, sömürüleni baskılamaktadır.

Enflasyona talep baskısı tanısı koyan hükümet elindeki en etkin dizgini kullanmaktan çekinmemektedir. Gerek asgari ücret, gerek emekli ödentileri, hatta memur maaşları ekonomide bir ücret skalası oluşturur. Hükümet çevreleri ve Şimşek tüm ifadelerinde talep baskısı ve ücret konusuna ağırlık koyduğuna göre,  öyle anlaşılıyor ki, ücret skalasının bozulmaması tek hedeftir. Ücret skalasında bir alanın yükseltilmesi tüm diğerlerini de aynı yönde tetikleyerek skalanın yükseltilmesine yol açar. Ücret artışları açık beyanlarla yapıldığından, firmaların fiyatlara yaptığı zam aksine, skala yükselişleri bilgisi anında toplumda yaygınlaşır. Enflasyon açısından ise, beklenti ya da fiyat artışı psikolojisi çok etkilidir. Hükümetin korkusu, böylesi bir fiyat artışı olabileceği beklentisini, dolayısıyla enflasyon beklentisini kırmaktır. Bu hedeflere yönelik servet vergisi, servet beyanı ya da sermaye üzerine ağır vergi önerileri kapitalizmin işleyişimi anlayamamış kesimlerin safiyane önerilerinden öteye gidemez. Kapitalizm ailesinde öz-kardeşler gözetilir, tüm yük üvey kardeşler üzerine yıkılır. İşin kuralı budur, bunu lütfen çok iyi düşünelim! 

Ücret ve gelirler politikası sosyal alanda gelir dağılımını etkileyerek, toplumsal davranış kalıpları, toplumsal etik değerleri vb gibi toplumsal moral değerler üzerinde zamanla silinmesi güç çok derin izler bırakan hassas süreçlerdir. Ne var ki, elindeki tek manevra aracını bir türlü bırakamayan, zira iktidar koltuğu kadar, devlet korumasını da terke asla niyetli olmayan hükümetin başka çıkışı da, maalesef, gözükmemektedir. Bu yoldan tek çıkış, AKP hükümetinin ferasetinde değil, ezilen ve sömürülen emekli ve emekçi halkımızın ve durumdan rahatsızlık duyan toplumun elindedir.                             /././

Ölüleri saymak, yoksulları saymak, sayılar ve insanlar -Pınar Öğünç-

Geldiğimiz noktada bir yandan sayı olmaya çalışıyoruz, diğer yandan da şu hayatta sadece sayı olmadığımızı kanıtlamaya.

*

Geçen hafta bazı sayılar güncellendi. Sadece tarihsel bir güncelleme değil bu, bir tashih.

Birleşmiş Milletler İnsani Yardım Koordinasyon Ofisi’nin Gazze Sağlık Bakanlığı'ndan edindiği bilgilere göre 19 Haziran 2024 itibarıyla İsrail’in Ekim 2023'teki işgalinden bu yana hayatını kaybedenlerin sayısı 37 bin 396'ydı. Bu elbette İsrail devletinin itiraz ettiği bir sayı. Koşullar nedeniyle Gazze Sağlık Bakanlığı'nın veri toplaması çok güç. Hastanelerde ölenler ya da ölü olarak getirilenler gerçekçi bir toplam etmeyeceğinden zamanla güvenilir medya kaynaklarından ya da ilk müdahale ekiplerinden alınan bilgiler de eklenmeye başlandı. Kimliği belirlenemeyen cesetler ayrı raporlanıyor, ki 10 Mayıs'a kadarki toplam ölü sayısının yüzde 30'u kimliği belirsiz Filistinlilerden oluşuyor. 

Uluslararası bağımsız kuruluşlar verileri düzenlemek, doğru bir tasnif yapabilmek için farklı yollar deniyor. Üçte birinden fazlası yerle bir olmuş Gazze Şeridi'ndeki binaların molozları hâlâ gün yüzü görmemiş kadın, erkek, çocuk ölüleriyle dolu. Ayrıca işgalin çatışma uzantısı olan sağlık sorunları, salgın, açlık gibi nedenlerle hayatını kaybedenler de mevcut. Bakanlığın bildirdiği 37 bin 396 ölüm bu bilgilerle değerlendirilerek sahadan gelen verilerle birleştirildiğinde sayının “186 bin veya daha fazla” olduğu tahmin ediliyor. 2022 yılında yapılan nüfus sayımına göre bu, Gazze Şeridi'ndeki toplam nüfusun yüzde 7,9'una karşılık geliyor.

Filistin, İsrail ve Lübnan merkezli bağımsız kişi ve kurumların katkısıyla şekillenen bu dehşet uyandırıcı sayılar, saygın tıp dergilerinden The Lancet'te geçen hafta yayınlanan bir makalede yer aldı.

*

6 Şubat depremini bir yıl sonra İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya'nın ağzından sunulan resmi verilerle hatırlayalım: “120 bin kilometrekarelik alanda 11 il, 124 ilçe, 6929 köy ve mahallede ağır yıkımlara neden olan bu depremlerde 53 bin 537 canımızı yitirdik, 107 bin 213 vatandaşımız da yaralandı.”

Gerçekçi bir bakışla, bunun hayatını kaybedenlerin gerçek sayısı olmadığını tahmin ediyor, biliyoruz. Peki o zaman kaç? Deprem sonrası 300 bin cep telefonunun, 183 bin kredi kartının hiç kullanılmadığına dair iddiaları hesaba katarak, depremin merkezindeki ya da çeperindeki tecrübesine dair çıkarımlarda bulunarak insanlar tahmin etmeye çalışıyor; biz kaç kişiyi kaybettik?

*

Cinayet oldukları ortaya çıkmasın diye iş kazalarına dair veri yok. Covid'den kaç kişi öldü bilmiyoruz. Sınırlar dahilindeki ve haricindeki operasyonlarda ölen, yaralanan askerlerin gerçek sayısına güvenen yok. Kırk yıla yayılmış “Kürt meselesi” kaynaklı ne sivil ölümlere, ne de çatışma sürecinin doğrudan ya da dolaylı sonuçlarına dair bilanço var elimizde. Her ay kaç kadın erkek şiddeti yüzünden ölüyor, bağımsız kadın girişimleri olmasa yaklaşık sayılara bile ulaşamayacağız.

Bu ülkede bazı ölüler tam sayılmıyor.

*

Neoliberal iktisat, biraz da hesaplama “sanatıdır”; zaten bu düzenden kazananları kollayan politikaların yıkıcı sonuçlarını hafifletmek için, baktığınızda kâğıt üzerinde doğru işlemlere dayanan tablolar sürerler önünüze. Oysa neyi esas alarak, hangi verileri görünmezleştirerek o işleme başlandığı önemlidir.

Türkiye'nin “saymakla” mükellef kurumu TÜİK'in son verilerine göre iş işsizlik yüzde 8,4’e gerilemiş. Buna kim inanır? DİSK Araştırma Grubu'nun son açıklamasına göre ise geniş tanımlı işsizlik oranı yüzde 25,2. Zamana bağlı eksik istihdam bir yılda 1 milyon 39 bin kişi artmış durumda. Resmi olarak işsiz sayılanların yüzde 87’si işsizlik ödeneği alamıyor. Genç kadınlar işsizler kategorisinde hâlâ çok geniş bir yer tutuyor; yüzde 33,9'u işsiz!

İşsizlik oranı önemli ama çalışanların da neredeyse yüzde 70'inin asgari ücret seviyesinde kazandığını bu sayılarla birlikte düşünmek gerekiyor. Asgari ücret, emekli maaşları deseniz enflasyon karşısında açlık hudutlarına yakınlar. Velhasıl bu ülkenin ezici çoğunluğu bıçağı kemiğinde hissederken bir de şuna inandırılmaya çalışılıyor: Her şey iyi gidiyor. Derdin dert değil. Aslında sen yoksun.

*

İsviçre bankası UBS'nin en taze Küresel Servet Raporu'na göre, kişisel servet artışında yaklaşık yüzde 157'lik büyüme ile Türkiye dünyada ilk sırada. Bu zaferi, gıda enflasyonundaki birincilikle birlikte düşünebiliriz.

*

Fazlaca rakam doldu bu yazıya. Genelde insan hayatlarının istatistikleşmesine, tablo kutucuklarına sığıştırılmış rakamlara indirgenmesine içimiz elvermez. O toplama eklenecek 1'in içinde ismi, çocukluk anıları, yaraları, ne bileyim çilleri, habis yanları, komik fıkraları olan canlı bir insan vardır. “Sayı değil insan” diye düzeltme gereği duyarız.

Bir yandan da 1 olarak dahil edilmediğimiz toplamlar vardır, hiçe sayanların denklemlerinde varlığımızı kanıtlamak istercesine bir sayı olmak isteriz.

                                                           /././

Rezerv yapı alanı sorunsalı: Samandağ -T.Gül Köksal-

6306 sayılı yasada geçen ve geçen yılın son düzenlemeleri ile hukuki zemini güçlenen rezerv yapı alanı, Türkiye’de bir kentleşme pratiği olarak uygulanıyor. Bugün söz konusu uygulamanın nasıl da kent hakkının içini boşalttığını Samandağ örneği üzerinden anlatacağım. Ve bu sorunsala karşı demokratik güçlerin ve meslek örgütlerinin Samandağ’a odaklanmasına dikkat çekmeye çalışacağım.  

2012’de yürürlüğe giren 6306 sayılı “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında” Kanunun -güncel kullanımıyla “Kentsel Dönüşüm” Yasasının- 2. Maddesinde geçen “rezerv yapı alanı” tanımı, riskli alan ve yapılarda oturanların öncelikli hedef olarak yerinde iskân edilmesi yerine, yeni yerleşim alanlarına yönlendirme hedefi taşır (1). Fevzi Özlüer’in gayet isabetli yorumuyla “rezerv yapı alanı kavramsallaştırmasının dışarıda tuttuğu tek bir kara parçası bulmak mümkün olmadığı gibi, yapılaşma biricik ve temel hedef haline gelirken, yasanın amacı olarak gösterilen sağlıklı ve güvenli yaşama çevreleri oluşturma hedefi de bu bağlamda kaybolur”.

7 Kasım 2023’te ilgili yasadaki değişiklik ile, rezerv yapı alanı olarak tarif edilen yeni yerleşim alanı ibaresi kalktı ve zaten halihazırda da uygulandığı gibi, artık her yer imar alanı oldu. Yasanın çerçevesi hakkında güncel bir değerlendirme için Nehna’daki Ceyhan Çılğın söyleşisine bakılabilir (2).

6306’nın güncel haline ek olarak, 24 Şubat 2023’te ilan edilen 126 no’lu Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi (3) ile de imar planını gerektiren imar kanunu ve diğer hukuki düzenlemelerin önü kesildiğinden şu an sahada Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı (ÇŞİDB) serbestçe hareket ediyor (4). Burada detaya giremeyeceğim başka hukuki müdahalelerle de önümüzdeki süreçte deprem sahasında yeni bir kentleşme laboratuvarı tesis edildiği açık.

Geçen hafta Hatay/Antakya kentsel sit alanında kültürel miras ve müşterek değerlerimize yönelik hamleler hakkında söz ettiğim laboratuvar ortamı Samandağ’da şöyle işliyor;

13 Nisan 2024 tarihli Samandağ’da “bir imkânsızı hayal edelim” dediğim yazıda (5) ele aldığım üzere, Samandağ sadece depremden etkilenen bir yer değil, aynı zamanda bir sol ittifakın yerel yönetimi kazandığı, halkının haksızlıklara karşı direngen olduğu, doğal-kültürel değerleri ile güçlü bir yer. Diğer yandan deprem öncesinde de kentleşme hususunda çeşitli sorunlar yaşamış, feodal ilişkilerin de sürdüğü, çeşitli çatışmaları olan bir yerleşim.

Rezerv yapı alanı konusu Samandağ’da güçlü bir tartışma konusu. Halkın bir kısmı açıktan rezerve hayır derken, bir kısmı da bazı kentleşme sorunlarının çözüleceği veya kişisel çıkarları nedeniyle rezerve evet diyor. Hayır-evet-havet gibi karşılık bulan gerekçeler hayli detaylı. Rezerv alan sınırlarının muğlak tutulması, neredeyse dedikodu biçiminde alan tariflerinin dile gelmesi veya sınırların sürekli değişmesi vb. belirsizliklere, gündelik yaşamı giderek zora sokan kent sorunları eklenince haliyle halkın rezerv konusunda kafası da karışıyor.

Halk nezdinde bir kutuplaşma yaratan rezerv yapı alanı uygulamalarının, bilimsel, hukuki ve ekonomi-politik yönleriyle halka ayrıntılı olarak açıklanması gerektiği açık. Samandağ’da oluşturulan mahalle meclisleri bunun uygun bir zemini. Geçen hafta işaret ettiğim Barınma Hakkı Platformu’nun taleplerini bu ortamlarda yaygınlaştırmak mümkün (6).

Tam da bu noktada rezerv sorunsalına karşı demokratik güçlerin ve meslek örgütlerinin Samandağ’a odaklanması gerekiyor. Zira “Samandağ laboratuvarının” iktidar lehine kazanılması hususunda dikkate değer hamleler var.

Örneğin 7 Temmuz 2024 tarihinde yeniden ÇŞİD Bakanı olan Murat Kurum’un Samandağ’ı ziyaretini politik olarak dikkatli bir şekilde okumak gerekiyor. Kurum’un önceki bakanlığı döneminde imar afları, Emlak Konut’un sermayeye sunulması, İliç’te maden tekellerine izin vermesi, yerel seçimlerde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adayı iken yaptığı açıklamalar ile Türkiye’nin kentleşmesindeki pozisyonu ortada. Özlem Songül Abayoğlu’nun haberi gayet detaylı bir şekilde Kurum’un imar icraatlarını işaret ediyor (7).

Kurum, deprem illeri ziyaretinin Samandağ ayağındaki 9 dakikalık konuşmasında halkın itirazlarını teskin edecek biçimde bir konuşma yapıyor ve 6. dakika civarında sözü Samandağ Belediye başkanı Emrah Karaçay’a veriyor (8). Karaçay’ın konuşmasında geçen “siyaset üstü, samimi, çözüm odaklı kentleşme” ifadeleri Samandağ’a sol-sosyalist kentleşme birikiminin ivedilikte sunulmasına işaret ediyor.

Zira Samandağ yerel yönetim ittifakından TİP’in kent ve yerel yönetimler çalışma grubunun hazırladığı ilkeler ve yol haritası (9) ile hiç de örtüşmeyen bu ortama başta ittifakın güç odakları, TMMOB meslek odaları ve yerelin konuyu dert edinen kişileri olmak üzere hepimizin destek olması gerekiyor. Çünkü bu laboratuvar ortamını derhal halklar lehine, kent hakkına bağlamak şart.

Bir yandan Samandağ 1/100.000’lik planları yapılırken halen zemin etütleri yapılmamış, halihazır haritalarının çıkarılmamış, rezerv sınır tariflerinin havada uçuştuğu ve dahası geçiş aşaması yapılaşmasının doğru düzgün sağlanmadığı ve gün be gün türlü kent suçlarının inşa edildiği bu yerleşimde TMMOB çatısı altındaki meslek örgütlerinin, artı TTB, Barolar Birliği vb. ile Hatay Akademik Meslek Odaları’na (HAMOK) katkı sunması lazım ki, yerel yönetim tüm birimleriyle güçlenebilsin. 

Sadede gelirsem; Evrensel’e yazdığım ilk kent hakkı yazısında işaret ettiğim gibi (10), kent hakkı bir talep siyaseti aracı değil, bir mücadele zemini ve bunu ancak güçlerimizi birleştirerek sağlayabiliriz…

-----------------------------------------------------

1.http://www.mimarlikdergisi.com/index.cfmsayfa=mimarlik&DergiSayi=380&RecID=2972#:~:text=“REZERV%20YAPI%20ALANI”&text=Kanuna%20göre%20rezerv%20yapı%20alanı,belirlenen%20alanları%2C”%20olarak%20tanımlanmıştır.

2. https://www.nehna.org/post/yeni-baslayanlar-icin-kentsel-donusum-yasasi-deprem-riski-mi-i-mar-ranti-mi

3. https://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/19.5.126.pdf

4.https://www.barobirlik.org.tr/Haberler/depremzedeye-cozum-getirmeyen-cumhurbaskanligi-kararnamesi-mulkiyet-haklari-bakimindan-da-risk-olus-83595

5. https://www.evrensel.net/yazi/94662/bir-imk-nsiz-hayal-edelim-2-samandag

6. https://www.evrensel.net/yazi/95151/hataydan-istanbula-deprem-gercekleri-3

7.https://www.evrensel.net/haber/522414/rantcilarin-favori-bakani-murat-kurum?utm_source=newslettervesaire&utm_medium=email&utm_term=2024-07-11&utm_campaign=+Alenen+soygun+

8. https://www.youtube.com/live/oNRSeZqQaec

9. https://tip.org.tr/wp-content/uploads/2024/02/tip-bilim-kuluru-kent-yasami-ilkelerimiz-yol-haritamiz.pdf

10. https://www.evrensel.net/yazi/94403/baslangic-radikal-kent-hakkina-dogru

                                                         /././

Parayı Çin verdi, düdüğü UEFA çaldı -Yücel Özdemir-

Haziran ortasında başlayan ve 14 Temmuz'da sona erecek Avrupa Futbol Şampiyonası'nda, çoğunluk kimin şampiyon olacağına, hangi futbolcunun başarılı, hangisinin beklentilerin altında kaldığına odaklanmış durumda. Ancak maçların oynandığı stadyumlardaki reklam panolarından ekranlara yansıyanlar da dikkat çekici. Bunların başında ise şampiyonaya sponsor olan tekeller geliyor. Şampiyona Almanya'da oynandığı için Alman tekelleri durumdan yararlanarak markalarını dünyaya tanıtmanın peşinde. UEFA ile yapılan ana sponsorluk anlaşmasında dikkat çeken Alman tekelleri Telekom, Deutsche Bahn, Adidas, Ergo, Lidl, Wiesenhof ve Bitburger. Ancak Alman tekellerinden daha fazla dikkat çeken ise Çin tekelleri AliExpress, AliPay, BYD, Hisense, Vivo. Alman basınında yer alan haberlere göre UEFA'nın toplam 13 uluslararası sponsorunun 5’i Çin'den. Bu da sponsorların yaklaşık yüzde 40'ının Çin tekeli olduğu anlamına geliyor.

Daha önceki turnuvalardan farklı olarak Çin tekellerinin ekranlarda fazla görünmesi, üstelik tam da AB'nin Çin ile ticari ilişkileri sınırlandırmayı, gümrük duvarlarını yükseltmeyi tartıştığı bir döneme denk geliyor.

Avrupa Futbol Şampiyonası'na sponsor olan Çin tekellerinin faaliyet alanları ve hedefleri şu şekilde:

AliExpress: Amazon'a benzer internet üzerinden satış yapan dünyanın en büyük tekellerinden biri olan AliExpress, 2010 yılında kuruldu ve Alibaba Grubu'na ait. Şirket tam 16 dilde faaliyet sürdürüyor ve dünyanın her yerine internet üzerinden satış yapıyor. Birçok işlemde gönderme parası almıyor. Bu nedenle Amazon başta olmak üzere birçok batılı tekele rakip. Bu nedenle dünyanın diğer bölgelerinde de aktif olmak, satış yapmak için uluslararası bir platform olan şampiyonada en fazla sponsorluk harcaması yapan şirketlerden birisi oldu.

AliPay: AliExpress gibi Alibaba Grubu'na ait olan AliPay, aplikasyon üzerinden ödeme işlemleri yapıyor. İnternet üzerinden yapılan alışverişler AliPay ile ödenebiliyor. Kullandığı alanlar ise oldukça yaygın. Çin dışında 8 milyona yakın müşterisi var. Önümüzdeki dönemde batılı kapitalist ülkelerde mali açıdan krizlerin yaşandığı durumda Çin devletinin desteğini alan AliPay, genişleyen bir ödeme platformu olabilir.

BYD: Çin'in en büyük otomobil tekeli olan BYD, son yıllarda yan kolu BYD Company Ltd. tarafından üretilen elektrikli araçları Avrupa pazarına satmasıyla dikkat çekiyor. Avrupa'daki otomobil tekellerinin en önemli rakiplerinden birisi. Önümüzdeki yıllarda Avrupa'daki pazar payının büyümesi bekleniyor. Bunun farkında olan AB, 5 Temmuz'dan itibaren Çin'den gelen elektrikli araçlardan daha fazla gümrük vergisi alınmasını kararlaştırdı. Alınacak vergi oranı yüzde 19.9 ile 37.6 arasında değişiyor. Çin, DTÖ bünyesinde bir çözüm bulmaya çalışıyor. BYD yaptığı sponsorluk sayesinde Avrupa'da daha fazla tanınırken, yüksek vergiler satışını engelleyebilir. Vergiye rağmen başta Almanya olmak üzere AB tekelleri tarafından üretilen araçlardan ucuza mal edilmesi durumunda pazar kavgası sertleşmeye devam edecek.

Hisense: Çin'in liman kenti Qingdao'da merkezi bulunan ve elektrikli ev aletleri üreten Hisense, dünyadaki en büyük tekellerden biri olma özelliği taşıyor. Özellikle televizyon üretiminde isim yapmış durumda. Üçüncü kez UEFA tarafından düzenlenen Avrupa şampiyonasına sponsor olan tekelin 80 bin çalışanı var. Spor, Hisense'in küresel büyümesi ve dünya çapında marka bilinirliği oluşturması için kilit önem taşıyor.

Vivo: Çin'in en büyük telefon üreticisi olan tekel, 2020'de de Avrupa Futbol Şampiyonası'na sponsor olmuştu. Yaptığı reklamlar sayesinde tekel tarafından üretilen telefonlar dünya çapında tanınmaya başlandı. 2023'ün sonundaki verilere göre dünya telefon pazarının yüzde 7,4'ü Vivo tekelinin elinde. Keza 2018'de Rusya'da yapılan Dünya Futbol Şampiyonası'nda da sponsor olmuştu. Yaptığı sponsorluklar dünyadaki pazar payının artmasına yardımcı oldu.

TOPLAM GELİR AÇIKLANMADI

Daha önce büyük spor müsabakalarında yaptıkları reklamlar sayesinde pazar paylarını arttıran Avrupa ve ABD'li tekellerin son yıllarda Çin tekellerinin gerisinde kaldığı görülüyor. Bunun başlıca nedeni ise Çin firmalarının devlet desteği nedeniyle ekonomik olarak daha güçlü olmaları. Ekonomik açıdan rekabet koşulları zorlaştığı için Çin'de insan hakları ihlallerinin yapıldığı ve sponsor tekellerin de bu politikanın parçası haline geldiği eleştirileri yapılıyor. Ancak bütün bunlara rağmen, UEFA verilen maddi destek nedeniyle Çin tekellerinden vazgeçmiyor. Bu şampiyonada UEFA'nın ne kadar sponsorluk geliri elde ettiği ise belirsiz. Resmi bir açıklama yapılmış değil.

Fransa'daki Euro 2016’da sponsorluk ve lisans ücretlerinden elde edilen gelir yaklaşık 480 milyon euroya ulaşmıştı. 2018'de Rusya'da düzenlenen Dünya Kupası'nda ise sponsorluk geliri yaklaşık 1,6 milyar ABD doları olmuştu. Pandemi nedeniyle 2021'de yapılan İngiltere'deki Euro 2020 ise 500 milyon avroluk sponsorluk geliri elde etti. Bu yıl miktarın daha yüksek olduğu tahmin ediliyor.

Evrensel

Engin Polat’ın Gürcistan seyahatleri - Murat Ağırel-Cumhuriyet

 

Kamuoyunun yakından takip ettiği ve bir dönemin “Görgüsüzlük sembolü” olarak tarihi kayıtlara geçecek olan Dilan Polat-Engin Polat davasının iddianamesi hazırlandı.

İddianamede 30 kişi sanık durumda. Baştan sona okudum. Bu yazıyı ilk hazırladığımda 14 sayfa tuttu. Özetin özetini ancak üç yazıya sıkıştırabildim.

Kısaca süreci anlatayım.

Polat davasına dair iddialar gündeme geldiğinde MASAK bir ön rapor hazırlayarak kaynağı belirsiz bir para olduğunu tespit etti. Bu paranın kredi kartı dolandırıcılığı, sanal bahis gibi faaliyetlerden elde edildiğine dair şüphelerine raporunda yer verdi.

Sonra bu rapor ile İstanbul Adliyesinde bir soruşturma başladı. Gizli olması gereken rapor şüphelilerin avukatlarının talebine istinaden UYAP’a yüklendi. Sonra yetkisizlik ile dosya Anadolu Adliyesine gönderildi. Anadolu Adliyesi kendisinde olan ihbar ve şikâyetleri İstanbul Adliyesinde yürütülen ve Anadolu Adliyesine gönderilen dosyalar ile birleştirdi. Şüphelilerin mal varlıklarına kısıtlama getirdi. Soruşturmayı derinleştirdi.

Kamuoyu her gün bu dosya ile yatıp kalkmaya başladı.

Ferrari arabalar, Uçak kiralamalar, pahalı hediyeler, gösterişler… Toplumun gözüne sokulan bu “muhteşem” hayat ekmek parasını zor kazanan, gece gündüz çalıştığı halde bırakın birikimi borcunu ödeyemeyen öfkeli milyonlarca insanın tepkisini ve ilgisini çekti

Konu hakkında ben de yazı yazdım ve kaynaklarımdan Polat ailesinde tespit edilen paranın sanal bahis parası olduğu ve Derkan Başer ile bağı olduğu bilgisiydi. Bu hususta olayların içerisinde yer alan bir tanık bana ulaştı ve anlattı.

Uzun uzun anlatmayayım. Çok defa yazdım. Ne Savcıyı yönlendirdiğim kaldı, ne gizli tanık yerleştirdiğim kaldı, ne WhatsApp gruplarında olduğum kaldı.

İddianame ile bu iftiralarda çöktü.

Çünkü soruşturma savcısı tayin edilmiş yerine yeni savcı gelmişti. Bu iddianameyi de yeni gelen savcı ve Başsavcılık hazırladı.

İddianame çıktı ve televizyon ekranlarında atıp tutanlar ve tetikçiler yerlerini almaya başladılar.

Ek klasörleri görmeden nasıl kesin hükümler kurabiliyorlar aklım almıyor. Anneannesi Zehra Yılmaz üzerine şirketler kurup, 489 milyon TL sahte fatura kestiren, vergi kaçıran; şoför olarak çalışan yeğenine 33 milyon TL para yatırtan... Bitmedi! Tanesi 72 TL olan sabunu bin 866 seferde toplam 16 bin 560 adet Erdinç Özel adlı kişinin aldığına inanmamızı isteyen arkadaşlar var tabii ki... Çarşıları Pazar ola!

Hatta sanal bahsin KKTC’de yasal olduğunu dahi söylediler!

Sanal Bahis dosyalarında bir çok somut olayı irtibatlandırmak çok zordur ama imkansız değildir. Bu davanın başlangıcındaki savcı da değişti, dosyadaki emniyet yetkilileri de değişti. Gizli tanığın ismi adresi sanal bahis baronlarının tetikçileri tarafından ifşa edilmeye çalışıldı ve bu sayede davaya katkı sunmak isteyen kişiler korkutuldu. Davada en kilit isim olan sahte faturaları kesen isim etkin pişmanlıktan yararlanıp itiraflarda bulundu sonrasında savcı değişince ifade değiştirdi.

Şu bir gerçek bu tür sanal bahis dosyalarında tepedeki kişilerin telefon irtibatları zor tespit ediliyor. Zira kriptolu özel yazılım kullanıyorlar ki iddianamede de bu belirtilmiş. Para izinin de sürülmesi çok zor. Paraların banka havalesi ile gönderilmesini beklemek saflık olur para taşımada kripto, soğuk cüzdan gibi elektronik para birimleri kullanılıyor.Ancak bu olayda mail order sistemi kullanıldığı için bu satış ile bağı kurulabilirdi.

Gelelim iddianameye…

Kimse ile alıp veremediğim yok. Tamamen ulaşabildiğim dosyadaki evraklar ve iddianame kapsamında gördüklerimi yazacağım. Lütfen çok dikkatli okuyun.

İddianame 75 sayfa.

25 sayfa sanıklar hakkında bilgi İddianamenin 26. sayfasında girişinde kara para ve aklama yöntemleri anlatılmış ve sonunda şu ifadeler kullanılmış:

“İşbu soruşturmamızın konusunu oluşturan somut olayda da, yukarıda genel hatlarıyla izah edilmeye çalışılan yasa dışı faaliyetlerden kazanılmış maddi unsurların ticari hayat içerisinde aklanması şeklindeki sürecin vaki olduğu eylemler bütünü karşımıza çıkmaktadır.”

Şunu kabul etmek lazım. İddianamede Savcı kara parayı ve sistemi gayet iyi anlatmış. Öncül suç olarak Sanal bahis gösterilmiş. Savcı sanal bahis olayını çok iyi anlattığını ve irtibatlandırdığını düşünerek birincil öncül suç olarak belirlemiş. Bunun yerine sahte fatura gerçeği birincil suç olarak gösterilebilirdi. Sanal bahis iddialarında Engin Polat ile Derkan Başer’in bağlantısı tanıkların ifadesinde belirtilen bilgiler ile delillendirilmiş.

İddianamede Engin Polat “örgüt lideri” olarak tanımlanmış.

Tek tanık yok. Tanıklardan biri gizli diğerleri gizli değil.

Gizli tanık “Mert” daha önce Veysel Şahin’in sahibi olduğu sonrasında Derkan Başer’e geçen “Jasminbet” adlı bahis sitesinde müdür olarak çalışan biriymiş. Bahis sitesi Derkan Başer’de…

2017 yılında Engin Polat’ın Derkan Başer ile Kıbrıs’ta görüştüğünü ve Engin Polat’ın “Jasminbet” adlı sitede müdürlük yapmaya başladığını belirtmiş.

Gizli tanığın ifadesinde belirttiği Engin Polat’ın da gittiği iddia edilen Kıbrıs’taki yer bu fotoğrafta görünen yer. Ben “Veysel Şahin ile görüşüp bu yeri tanıyor musunuz” diye sorduğumda önce “Hayır” dedi sonra “Evet ama sattım orayı” cevabını verdi.

Bu yerde Veysel Şahin, Halil Falyalı, Derkan Başer’in bet siteleri vardı. “Falyalı geliyor muydu” diye sordum, “Evet gelir tavla oynardık(!)” dedi.

Bahis Baronu Halil Falyalı  2022’de Girne’de otomatik silahlarla taranarak öldürüldü. 

Engin Polat’a dönelim. HTS kayıtları incelendiğinde garip hareketler görülmüş.

Engin Polat’ın KKTC’ye girişine dair kayıt yok ama Türkiye’ye giriş kaydı var. Yani gidiş kayıt dışı. Hangi tarihte 2 Nisan 2017’de THY ile gelmiş. Engin Polat’ın Avukatlarına sordum 1 Nisan 2017 tarihinde KKTC'ye Sabiha Gökçen havalimanından çıkış yaptığına dair resmi belgenin olduğunu beyan ettiler.

Soruşturma dosyasında da yer alan giriş-çıkış bilgileri var. Tarih doğru ama THY değil Pegasus ile giriş yapmış. Aynı giriş-çıkış listesinde Gürcistan giriş çıkışı var. Soruşturma dosyasında yer alan bu bilgi neden iddianamede yer almamış anlamadım.  

Değerli okuyucular lütfen saate iyi bakın;

21.11.2019 tarih saat 20:07 Türkiye Artvin Sarp Kara Hudut Kapısı çıkış

22.11.2019 tarih saat 01:29 Türkiye Artvin Hudut Kapısı Giriş,

22.04.2023 tarih saat 00:46 Türkiye Artvin Sarp Kara Hudut Kapısı çıkış

22.11.2023 tarih saat 05:50 Türkiye Artvin Hudut Kapısı Giriş kayıtları var.

Yani araç ile giriş çıkış yapılmış. Saat aralığının kısalığı dikkatinizi çekti mi? Ve ziyaret saatleri?

Devam edelim.

İddianamede Derkan Başer’in yasadışı bahis kaynaklı elde ettikleri haksız kazançları paravan şirket hesapları, hesaplarını kullandıran üçüncü kişilere ait hesaplar vb. tespit edilmemesi için Kripto Cüzdanlarına aktarıp Gürcistan ve KKTC’ye çıkarttıkları belirlenmiş.

Engin Polat hangi ülkeye sık sık girip çıkmıştı?

Gürcistan ve KKTC… 

Daha yazacak o kadar çok şey var ki buraya sığdıramam. Toplamda 1.1 milyar liralık bir paranın döndürüldüğünden bahsediliyor. İddianame ile ilgili şunu belirtmem gerekiyor.Savcılık makamı yeterli gördüğünden mi yoksa yetersizlikten mi bilmiyorum iddianamedeki sanal bahis gelirlerinin toplamını ve kaynağını belirtmemiş.Bu durumda iddianamenin  zayıf olduğu görüşüne imkan tanımış oluyor.

Bir sonraki yazımda Trendyol’da yapılan dalavereyi anlatacağım. 

Vatandaş ağır vergiler altında ezilip tatil bile yapamazken bu toplumun kanını emenler bir bir hesap vermeli.

Murat Ağırel-Cumhuriyet