14 Temmuz 2024 Pazar

Evrensel "KÖŞEBAŞI" -14 Temmuz 2024 -

 İtibardan tasarruf olmaz denetimden olur -Deniz İpek-

Hükümetin tasarruf paketi, milletin israftan, şatafattan kusar hale geldiği bir ortamda ‘Bak bunlara son veriyoruz’ imajı Türkiye Futbol Federasyonunun 600-700 kişilik yandaş seyirci grubuyla Almanya’da futbol şampiyonasında gitmesiyle sarsılmıştı; Erdoğan’ın “konvoy geçidi” ile itibarını da yitirdi. Tasarruf paketinde faturanın halka çıkması gündemdeyken, günde 6 işçinin iş cinayetinde öldüğü ülkede Erdoğan hükümeti ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının işçi sağlığı ve güvenliği alanındaki denetim görevlerine bakalım.

SEÇİM VARSA DENETİM YOK

İş teftişi; çalışma süreleri, ücretler, iş sağlığı ve güvenliği, işçilerin refahı, çocuk ve gençlerin çalıştırılması, kayıt dışılık, işsizlik, istihdam ve işgücü piyasası uygulamaları gibi çalışma şartlarına ve ortamına ilişkin tüm mevzuat hükümlerinin uygulanmasıyla ilgili olarak araştırma, inceleme ve denetlemeyi de kapsayan, devlet adına gerçekleştirilen teftiş faaliyetleri ile mevzuat ve verilen diğer teftiş faaliyetlerini kapsar. Teftiş görevi, 4857 sayılı İş Kanunu ve 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu uyarınca, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına bağlı, teftiş ve denetlemeye yetkili iş müfettişleri tarafından yerine getiriliyor. 2024 yılı itibarıyla görevde olan iş müfettişi ve yardımcısı sayısı binin altında. 2023’te iş sağlığı ve güvenliğine yönelik iş yeri teftişleri, genel seçimler sonrasına haziran ayına bırakılmıştı. Çalışma Bakanlığı Aralık 2023’ten itibaren de 31 Mart 2024 yerel seçimlerine kadar iş sağlığı ve güvenliği yönünden teftiş yapmadı.

İSTANBUL’DA DENETİM ORANI YÜZDE 3

2022 yılında SGK verilerinde 953 meslek hastalığı ve meslek hastalıkları sonucu 8 ölüm tespit edildi. ILO normlarında, iş kazalarında bir ölüme karşın meslek hastalığından 6 ölüm olduğu kabul ediliyor. Buna göre Türkiye’de yıllık bin 500 iş cinayetine karşılık 9 bin meslek hastalığı tespiti gerekiyor. İşçi sınıfının başkenti denebilecek İstanbul aynı zamanda iş cinayetlerinin de en çok olduğu illerden. İstanbul Rehberlik ve Teftiş Grup başkanlığı tarafından 164 bin 559 işçinin çalıştığı 540 işyerinde İSG yönünden denetimler yapılmış. Bu rakam, SGK 2023 verilerine göre İstanbul’da çalışan 5 milyon işçinin sadece yüzde 3’üne denk geliyor.

ÇIRAK VE STAJYERLERİN BİNDE BİRİ DENETLENMİŞ

Rehberlik ve Teftiş Başkanlığının tüm ülke genelinde iş sağlığı ve güvenliği yönünden denetlediği işyerlerinde çalışan çırak ve stajyer sayısı 6 bin 761. MESEM’lerle birlikte sayısı 1,5 milyonun üzerinde olduğu ifade edilen, kayıt dışı ve mevsimlik çalışan çocuk işçileri katılırsa yaz aylarında sayısı 5 milyonu bulan çocuk işçilerin sadece binde 1,4’ü iş sağlığı ve güvenliği yönünden denetlenmiş. İş sağlığı ve güvenliği yönünden yürütülen 1.898 program dışı teftişte; 385 işyeri için toplam 30 milyon 779 bin 332 TL idari para cezası uygulanması istenmiş ve 27 işyerinde işin durdurulmasına karar verilmiş. İş Sağlığı ve Güvenliği Genel Müdürlüğü tarafından Kişisel Koruyucu Donanımların (KKD) piyasa gözetimi ve denetimine ilişkin 745 denetim gerçekleştirilmiş, 223 uygunsuz/güvensiz bulunan KKD tespit edilmiş ve 4 milyon 300 bin TL ceza kesilmiş.

DENETİM BÜTÇESİ BAKANLIK BÜTÇESİNİN BİNDE 2,5’İ

2023 yılında Rehberlik ve Teftiş Başkanlığına Çalışma Bakanlığı bütçesinden ayrılan bütçe payı bakanlığın tüm bütçesinin binde 2,5’ine tekabül ediyor. Yine 2023 yılında Bakanlık bütçesinden mevsimsel tarımda çocuk işçiliğinin önlenmesi için ayrılan bütçe miktarı 41 milyon TL. Tamamı kullanılan bu para nereye harcandı diye sormak farz; çünkü 2023 yılında en az 54 çocuk iş cinayetinde hayatını kaybetti. MESEM’ler sermayenin ucuz emek rezervlerini doldurmanın dışında doğrudan patronlara finansman desteğinin de bir aracı oldu. 2024 yılında bedavaya çalıştırılan öğrenci-işçiler için patronlara 1 milyar 698 milyon TL ödenirken, son üç yılda MESEM programlarına aktarılan kamu kaynağı 15 milyar liraya yaklaştı. Öte yandan, 6111 ve 7103 No’lu teşvik şartlarının zorlaşması üzerine patronların yeni finansman arayışında ‘ustalık telafi programı’ öne çıktı. 2023 yılında programa başvuran patron sayısı 1 milyonu geçti. Başvuru üzerinden hesaplandığında aylık ödeme yaklaşık 4,2 milyar lirayı buluyor.

TÜM İŞ YERLERİNİN SADECE BİNDE 4’Ü DENETLENDİ

İktidar kamu kaynakları üzerinden patronlara ekonomik olarak her türlü kolaylığı sağlarken hem bütçede hem de tasarruf paketinde yükün büyük bölümünü bir kez daha ücretli emeğin sırtına yıkıyor. İşçiler, kamu emekçileri ve emekliler tasarruf bahanesiyle sefalet koşullarına mahkûm edilirken, Çalışma Bakanlığına ayrılan bütçe de iş sağlığı ve güvenliği yönünden yapılan denetim sayıları da ortada. 2023 yılında 2 milyon 179 bin 123 işyerinden sadece 8 bin 591’i, yani her bin iş yerinden sadece 4’ü denetlenmiş. Yine 2023’te 16 milyon 406 bin 420 sigortalıdan sadece 1 milyon 386 bin 587 kişi, yani çalışanların sadece yüzde 8,46’sı müfettişle muhatap olan bir işyerinde çalışmış.

                                                        /././

Tasarruf gösterisinin siyasal baskı boyutu -Yücel Demirer-

KHK ile kamu görevimden ihraç edilmeden önce, dönemin yeni türedi bir kamu kurumuna iki günlük bir seçme-değerlendirme görevi için davet edilen akademisyen yakınım evimde konuğum olmuştu. İlk mesai gününün sonunda evde akşam yemeği sırasında birbirimize günümüzün nasıl geçtiğini anlatırken aradan geçen uzun yıllara rağmen hala aklımdan çıkmayan bir detay paylaştı. Öğle vakti geldiğinde şehrin pahalılığı ile bilinen bir lokantasında ağırlandığından söz etti. Bundan daha da önemlisi, öğle yemeği için binadan ayrılırken onunla ve yaptığı işle hiç ilgisi olmayan 10’a yakın kişinin yemek grubuna katıldığını, o pahalı restoranda yemek yendikten sonra kuruma dönüldüğünü ve gruba sadece yemek aşamasında katılanları bir daha görmediğini anlattı.

                                                            ***

Mehmet Şimşek liderliğinde hazırlanan, “Kamuda Tasarruf ve Verimlilik Paketi” adı altında açıklanan tasarruf önlemleri sekiz ana başlıkta toplanıyor. Paket ile yeni araç, bina, mobilya ve demirbaş alımının üç yıl süreyle durdurulmasının, personel servislerinin kaldırılmasının, deprem ve zorunlu harcamalar hariç mal ve hizmetler ile yatırım ödeneklerinde kesintiye gidilmesinin, yönetim kurulu üyelik ödemelerine üst sınır getirilmesinin, kamu kurumlarına emekli olan personel sayısı kadar alım yapılabilmesinin, üç yıl süreyle yeni araç satın alma ve kiralama yapılmamasının, enerji verimliliğinin artırılmasının, uluslararası toplantılar ve milli bayramlar hariç gezi, kokteyl ve yemek daveti düzenlenmesine son verilmesinin, eşantiyon türü hediye dağıtımının yasaklanmasının, haberleşme ve iletişim giderlerinde kısıtlamaya gidilmesinin, arşivlerin elektronik ortama taşınmasının, elektronik tebligat sistemlerinin kullanılmasının hedeflendiği söyleniyor.  

Ülke ekonomisinin eşine rastlanmamış bir krizde olduğu dönemde tasarruf programının neden bu kadar geç açıklandığı, paketin layıkıyla uygulanması durumunda ne kadar tasarruf hedeflendiğinin bilinmemesi eleştiri konusu oldu. Siyasetçiler ve yorumcular paketin örtülü bir IMF programı olduğunu, muhalif belediyelerin hızını kesmeyi hedeflediğini, kamu özel işbirliği projeleriyle ve yolsuzluğun temel kaynağı olan Kamu İhale Yasasıyla ilgili bir adım atılmadığını, başta Varlık Fonu olmak üzere Hazine’ye paralel kurum ve uygulamalara son verilme niyetinin söz konusu olmadığını, Cumhurbaşkanı’na çok yüksek tutarda ödenek sağlama yetkisine dokunulmadığını, Sayıştay denetiminden kolayca kaçılmasının önüne geçilmediğini ve bu nedenle şeffaf olmayan yöntemlerle harcama yapma uygulamasına son verilme ihtimalinin çok düşük olduğunu ifade etti. Paketin göstermelik, yaptırım boyutu eksik ve gevşemeye açık olduğu, bu paketteki herhangi bir tedbirden kalıcı, bütçeye deva olacak sonuç çıkma ihtimali olmadığı yazıldı.

Geçtiğimiz pazar günü Evrensel’in bu konuda hazırladığı kapsamlı dosyada yer alan değerlendirmelerde, TBMM’ye sunulan tasarruf paketinin sermayeyi nasıl kayırdığı, müteahhide yönelik teşviklere dokunmadığı vurgulandı. Vergi paketi ile bir arada değerlendirildiğinde “tasarruf önlemleri”nin talebi kısarak enflasyonu düşürmekten çok, ücretlerin ortalama seviyesini geriletme odaklı olduğunun altı çizildi.

Algı yönetimi eksenli bir gösteri niteliği taşıyan “tasarruf paketi”, yazının başlangıcında aktardığım anıyı aklıma getirmesi yanında, hayal bile edemeyeceğimiz hırsızlık yöntemlerine karşı hazırlıklı olmamız gerekliliğini de gösterdi. Makam arabası sayısı, lojmanların keyfi kullanımı ve benzeri örneklerde olduğu gibi buzdağının görünen kısmındaki yağma örneklerine takılıp kalmak yerine bütüncül bir bakış açısının gerekli olduğu ortaya çıktı.

                                                     ***

İtalyan faşizminin 1922-1925 yılları arasındaki erken dönemi, tasarruf ve kemer sıkma uygulamaları üzerinden nasıl baskıcı politikaların geliştirildiğine ilişkin zihin açıcı bir kesittir. Bu dönem, mutfağında Maffeo Pantaleoni, Luigi Einaudi, Alberto De Stefani ve Umberto Ricci gibi akademisyen, gazeteci, danışman ve siyasetçi olarak faaliyet göstermiş ekonomistlerin bulunduğu tasarruf önlemleri ile toplumsal baskı arasındaki ilişkiyi gözler önüne seriyor. Bu dönemde faşist tasarruf politikaları Birinci Büyük Paylaşım Savaşı sonrasındaki altüst oluş sürecinde demokratikleşme arzusunun önüne dikilen en önemli setlerden biri oluyor. 1920’ler İtalya’sında yaşananlar, ekonominin asla saf ve nötr bir bilgi kaynağı olmayıp, bir iktidar alanı olduğunu açık bir biçimde gösteriyor. Daha da önemlisi ekonomi alanının nasıl siyasetteki baskıcı uygulamaları “rasyonel” göstermeye yaradığına ışık tutuyor.

Birinci Dünya Savaşı müttefik ülkeler için büyük bir sosyo-politik öneme sahipti ve İtalya'da refah devletinin gelişimini teşvik etmişti. Bu savaş sonrasında İtalya’da güçlü bir demokratikleşme süreci başladı. Savaşın etkileri, devletin ekonomik durumu düzeltmek için yeni ve aktif bir rol üstlenmesine neden oldu. İşçiler ve köylüler arasında mücadelenin yükseldiği Biennio Rosso (İki Kızıl Yıl) döneminde işçi örgütlenmeleri güçlendi, işsizlere yönelik destek artırıldı ve hatta işsizlik sigortası yasalaştı. Yoksul ailelere ve savaş yetimlerine aylık bağlandı.  Şubat 1919'da hükümet günde sekiz saatlik çalışma yasasını kabul etti ve aynı sonbaharda asgari ücret uygulamasına geçildi. Nominal ve reel ücretler keskin bir şekilde yükselişe geçti.

Ekim 1922'de kurulan Mussolini'nin ilk kabinesi ile demokratikleşme eğilimi durdu. Kemer sıkma politikası yol gösterici ilke haline geldi ve zor kazanılmış sosyal reformlar iptal edilmeye başlandı. Mussolini, 16 Kasım 1922 tarihinde Parlamento'da yaptığı ilk konuşmada birincil ekonomik hedefinin bütçeyi dengelemek olduğunu ifade etti. Faşist iktidarını kurmadan önce ılımlı ve liberal kamuoyuna kendisini ekonominin kurtarıcısı olarak sunarak onları ikna etti. Dönemin İtalyan basınının çoğunluğu Mussolini'yi bütçeyi yeniden dengeleme yeteneğine sahip tek kişi olarak tasvir ediyordu.

3 Aralık 1922'de yazılan bir kraliyet kararnamesi ile ekonomide “tam yetki” faşistlere devredildi. "Tam yetki dönemi" (periodo dei pieni poteri) olarak bilinen bu kesitte kemer sıkma önlemlerini uygulamak için yönetime sınırsız yetki verildi. "Hiçbir şey için hiçbir şey" sloganıyla bilinen vergi reformları ve harcama kesintileri ile açılan alanda sadece ekonomi yeniden düzenlenmekle kalmadı İtalyan faşizmi payandalandı. Mussolini İtalyasındaki ‘tam yetki dönemi’, kemer sıkma politikaları ile faşist baskıların normalleştirilmesi arasındaki süreklilik ilişkisinin en yalın örneklerinden birisi olarak hatırlanıyor.  

                                                       ***

Ülkemizde yığınların açlık koşulları içinde uygulanan ekonomi politikaları, farklı zaman ve yerlerdeki deneyimler hatırlanarak dikkatle izlenmeli. Mücadele için stratejiler oluşturulurken, öncelikle teknokratik kılıflar arkasına gizlenen faşizm teşhir edilmeli.

                                                            /././

Astana’dan Washington’a kavga sertleşiyor -Mustafa Yalçıner-

Geçen yüzyılın ortasına gelinirken dünya yaman bir kavgaya tutuşmuştu. Emperyalistler arasında kapışma olarak başlayan savaş, Hitler Almanya’sının sosyalist SSCB’ye saldırmasıyla antifaşist savaşa dönüşmüş; ABD, İngiltere, Fransa faşist saldırgan karşısında Stalin Rusya’sıyla ittifak yapmaktan kaçınamamıştı. Stalingrad’dan başlayarak faşist orduları kovalayıp Almanya kapılarına dayanan SSCB’nin ilerleyişinin önünü kesmek üzere, batıda ikinci cephe açmayı yıllarca geciktiren emperyalistlerin önde geleni olan ABD, Japonya’ya attığı atom bombasıyla halklara gözdağı vermişti. Bomba, zaten yenilmiş faşist mihverden çok dünya halklarını hedef almıştı.

1945’te sonuna gelinen, 60 milyon ölüme neden olan ikinci büyük savaştı. İlki aynı yüzyılın başında patlamıştı. Şimdi dişinden tırnağına kadar silahlanmış olmakla yetinmeyip silaha hâlâ yılda trilyon doları aşkın harcama yapan emperyalistler dünyayı yeni bir savaş belasına sürüklüyor. Üstelik bu kez sosyalist bir ülkeden de yoksunuz.

1945’te sadece ABD nükleer silaha sahipti. Şimdi Pakistan’la İsrail ve K. Kore’ye varana dek birçok ülke nükleer güç durumunda. ABD ile çoktan kapitalist emperyalist bir ülkeye dönüşen Rusya’nın nükleer cephaneliği ise binlerce tek ve çok-başlıklı bombadan oluşuyor.

Geçen yüzyılın son on yılına gelinirken Amerikan emperyalizmiyle dişe diş çekişen modern revizyonizmin egemenliğindeki sosyal emperyalist SSCB çökmüş ve kısa bir süre ABD dünyanın görünür tek egemeni olarak kalmıştı. Avrupalı ve Japon emperyalistler onunla boy ölçüşebilecek kapasitede değildi ve “alttan almak” zorunda kalıyor, güç toplamaya çalışıyorlardı. AB bu amaçla oluştu.

Ancak kapitalizm hiçbir zaman eşit ve dengeli bir gelişmenin zemini olmadı. Ne tekelleşmiş şirketler ne sektörler ne de ülkeler eşit hızlarla gelişiyordu. Gelişme eşitsiz ve sıçramalıydı. Örnekse; cep telefonunun ilk markaları olan Ericsson ve ardından Nokia’nın şimdi sektörde adları bile geçmiyor! Sadece kalaycılık gibi eski zanaatlar değil, örneğin yazılı basın gibi koca sektörler müzelik olma sürecinde.

Geçen yüzyılın ilk yarısının yarı-sömürgesi Çin, 1949’daki kurtuluşunun ardından girdiği ikircikli kapitalist kalkınma yolunda “Cüce” Deng’le ikirciklenmesine son vermesinin ardından milenyumla birlikte atağa kalktı. Küçük burjuva kısıtları “aştı”, kapılarını yabancı sermayeye açtı. Yakın geçmişi köylülük olan ucuz işgücü kaynağıyla önce dış pazarlara yönelik bir “dünya atölyesi” oldu. Avrupa ve ABD’nin otomotiv tekelleri örneğin kendi ülkelerinden çok Asya pazarına yönelik olarak Çin’deki fabrikalarında üretti. Çinli ve batılı şirketler ortak yatırımlara gittiler. Bu süreçte iç pazarı da genişleyen Çin geniş bir “orta tabaka”ya sahip oldu. 2000’lerin ikinci on yılına gelinirken batılı emperyalistlerin “katkısıyla” artık tüm dünyaya yayılan bir Çin’le yüzleşilir oldu. Her yıl yüzde 10 civarında büyüyen sanayisiyle geçen yüzyılın başlarında emperyalistleşen kapitalist ülkelere meydan okur hale geldi. Çin artık sadece Asya’da değil, L. Amerika dahil tüm kıtalarda rakiplerinin önünde. Tümünden çok doğrudan ve ortak sermaye yatırımı var. Tümünden büyük dış ticaret hacmine sahip. Verdiği borç ve kredi tüm emperyalist rakiplerini geride bıraktı. Şimdiden yüz milyarlarca dolar yatırdığı 2013’te başlattığı “Kuşak Yol Projesi”yle dünyanın fethine çıktı.

Başlıca rakibi, hâlâ en güçlü emperyalist ülke olan ABD şüphesiz. Ve ilk “dur bakalım!” diyen de o oldu. ABD, 5-6 yıldır “ticaret savaşları” açarak başlattığı hızla gelen ve böyle giderse kendisini her alanda geride bırakacak olan Çin’in önünü kesmeye yöneldi. Ardından Çin’e yatırımlarını peyderpey durdurdu. “Stratejik ürün” diyerek, başta yarı iletkenler/çipler olmak üzere Çin’in gelişmesine hız katacak ürünlerin ihracını yasaklamakla kalmadı, bu yasağı Avrupalı ve Asyalı müttefiklerine dayatma yoluna gitti. Başta tam onaylamasa bile, Ukrayna Savaşının ardından müttefikleri bu yönüyle ABD’nin “dümen suyu”na girmeye başladı.

Kuşatılmaya başlanmasıyla batılıların da “üretim üssü” olmaktan çıkmasının yanına gelişkin bir kapitalist ülke olmanın ek sıkıntıları eklenince Çin’in büyüme hızı yavaşlayarak şimdiden yarı yarıya düştü, ama hâlâ kendi eski yerine Hindistan’ı ikame etmeye yönelen rakiplerinden hızlı gelişiyor.

Ekonomik gelişmesine ağırlık vermiş, silaha rakipleri kadar yatırım yapmamaktaydı Çin; birkaç yıldır bu tutumunu değiştirdi. Rakipleri görece eski teknik temele sahipken kapitalizminin son derece modern teknik temeli sanayisinin diğer üretim dalları gibi silah sanayisinin de gelişkin üretimini olanaklı kılıyor. Bu yönüyle eksiğini kapatmakta olan Çin, yine de düşmanlarının düşmanı olan eski rakiplerinden Rusya ile ilişkilerini geliştirdi. Bu ülke ve başkalarıyla oluşturduğu Şanghay İşbirliği Örgütü’yle NATO içinde birleşmiş rakiplerini dengeleme çabasında. Rusya ile ittifakıyla nükleer silah yığınağının eksiğini de telafi etmekte olan Çin, Ukrayna Savaşının ardından uyguladıkları yaptırımla Rusya’dan çekilen rakip şirketlerin boşluğunu doldurarak Rusya’da da önemli pozisyonlara sahip oldu. Başlıca eksiği enerji, onu da Rusya, İran ve iyi ilişkiler geliştirdiği Körfez ülkelerinden tedarik edebiliyor.

Şanghay İşbirliği Örgütü NATO’dan farklı olarak merkezi komutadan yoksun, ancak bu eksiğini kapatma yolunda ilerliyor. Dezavantajı, ABD ve Avrupalı emperyalistlerle de yakın denebilecek ilişkilere sahip Hindistan, Pakistan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Tacikistan’ın örgütün ekonomik ve ticari işbirliği içeriğini aşarak siyasal ve askeri işbirliği örgütü olarak kendisini pekiştirmesine mesafeli duruşları. Üstelik Hindistan ile Çin, Hindistan ile Pakistan ve Tacikistan ile Kırgızistan arasında sınır sorunları bulunuyor ve bu da örgütün daha ileri adımlar atmasının önünde engel.

ŞİÖ’nün büyük “sıkıntısı”, kendi ülkesinden başlayıp Suudiler üzerinden Avrupa’da sonlanacak yeni bir “ekonomik koridor” inşasıyla ABD ve Avrupalı emperyalistlerle ilişkilerini yenileyen Hindistan olarak görünüyor. Bu ülke Rusya ile askeri ilişkileri ve silahlanmasının bu ülkeye dayalı oluşuyla ŞİÖ’de bulunuyor; ancak örneğin Başbakanı Modi Astana’daki zirveye katılmadı ve Hindistan’ı Dışişleri Bakanı temsil etti. Bu ülke geçen yıl da Hindistan’daki zirveyi bir olağanüstülük olmamasına rağmen çevrimiçi düzenlemişti. En azından iki yıldır Hindistan’ın tutumu ŞİÖ’den uzaklaşmasının göstergesi.

Ancak Astana’da yine de Putin, NATO karşısında ekonominin yanı sıra “bir güvenlik işbirliği kurulması”, Xi Jinping ise, ŞİÖ’nün “birliği pekiştirmesi ve dış müdahalelere ortaklaşa karşı çıkması” vurgularını yaptı.

Çin’le Azerbaycan arasında stratejik ortaklık anlaşması imzalanırken Azerbaycan Çin’den ŞİÖ’ye üyelik statü düzeyinin yükseltilmesini talep etti ve olumlu yanıt yaldı.

Astana’nın bir önemi, BM Genel Sekreterinin zirvenin onur konuğu olması ve tüm toplantılara katılmasıydı. Astana Bildirisi BM’nin önemine vurgu yaptı. Çin’in geliştirdiği “küresel güvenlik girişimi” güçlü bir BM ve uluslararası hukuk düzenini savunuyor ve girişim ŞİÖ tarafından benimseniyor.

Washington Zirvesi’nin ardından yayınlanan sonuç bildirgesinde NATO ise, “barışı korumak için kurulan” “tarihteki en güçlü ittifak olduğunu” yeniden ilan etti. Yalandan kimse ölmüyor! “NATO savunmaya yönelik bir ittifaktı”. Bildirge, “Bizi birbirimize bağlayan ortak değerlerimiz vardır: Bireysel özgürlük, insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü. Uluslararası hukuka ve Birleşmiş Milletler Şartı'nın amaç ve ilkelerine bağlıyız ve kurallara dayalı uluslararası düzeni korumaya kararlıyız” diyor. Kendi koyduğu kuralları, eski Yugoslavya’da, Irak ve Afganistan’da olduğu gibi dayatmayı sürdürecek!

Ukrayna Savaşı sonrası yeni katılımlarla üye sayısı 32 oldu ve artık eskiden gerçekleştirilemeyen her üyenin GSMH’sinin en az yüzde 2’sini silahlanmaya harcaması “ilkesi”ni 23 ülke şimdiden tutturdu.

Zirvenin sonuç bildirgesinde, Rusya'nın “müttefiklerin güvenliğine yönelik en kayda değer ve doğrudan tehdit” olduğu, Rusya’nın savaşı sürdürmesinde ise Çin'in “etkili” olduğu, iki ülkenin genişleyen ilişkilerinin “endişe” yarattığı vurgulandı ve NATO, Çin’e Rusya'ya malzeme sağlamayı ve siyasi destek vermeyi kesme çağrısı yaptı.

Çin’in hızlı yanıtı ise, “NATO'nun, savaşın kökeni olan nedenlere odaklanmak yerine başkalarını suçladığı” oldu.

Ukrayna savaşı sürdürmede zorlandığı için savaşın sonuna gelindiği sanılmaktaydı, ancak zirve savaşa yeni bir hız verilmesini kararlaştırdı. Konuşmasında Biden, Ukrayna’ya yakın zamanda “onlarca ek taktik hava savunma sistemi” gönderileceğini söyledi, aralarında balistik füzelerle F-16’lar da olacaktı.

Blinken’ın özeti, “Barışa giden en hızlı yol güçlü bir Ukrayna’dan geçer” şeklindeydi.

NATO üyeleri Ukrayna'ya gelecek yıl için 1 milyarını Türkiye’nin sağlayacağı 40 milyar avroluk askeri yardım yapacak. NATO Genel Sekreteri J. Stoltenberg açık sözlülükle, “Ukrayna'ya desteğimiz bir hayırseverlik işi değil, bunu kendi güvenliğimiz için yapıyoruz” dedi.

Washington Zirvesi, Rusya ve müttefiki Çin’le ilişkileri iyice germeyi, Rusya’nın kolunu kanadını kırıp Çin’i müttefiksiz bırakmayı kararlaştırmış durumda.

                                                              /././

Avrupa patlamaya hazır barut fıçısına döndü -Yücel Özdemir-

9-11 Temmuz tarihleri arasında Washington’da yapılan NATO Zirvesine yansıdığı gibi, Rusya ve Çin’i düşman ilan eden Batılı emperyalist devletler, Ukrayna’ya verdikleri askeri desteği bir üst boyuta taşıdı. Bu destek bölgesel büyük savaş tehlikesinin artmaya devam ettiğini gösteriyor. Desteğin birinci nedeni Ukrayna’nın savaşı kaybetmemesini sağlamak, ikinci önemli nedeni ise savaşı uzun bir sürece yayarak silahlanmayı ve askeri harcamaları artırmak.

Savaş sanayisinin devasa büyümesi, aynı zamanda silah üreten Batılı emperyalist ülkelerin ekonomilerinin hızla dönmesine, büyümesine hizmet ediyor. Görünen o ki, savaşın ömrü uzadıkça emperyalist devletler hem askeri harcamaları artırıyor hem de daha fazla silah satıyor. Muhtemel bir NATO-Rusya savaşını bu iki olgunun zirvesi olarak görmek gerekiyor.

Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsünün (SIPRI) 1987’den bu yana düzenli olarak yayınladığı veriler, dünyanın yıldan yıla biraz daha fazla patlamaya hazır bir barut fıçısına dönüştüğüne dikkat çekiyor.

2023’TE 2,4 TRİLYON DOLAR İLE REKOR KIRDI

SIPRI’nin geçtiğimiz nisan ayında açıkladığı 2023 yılı raporunda, dünya çapında askeri harcamaların 2,4 trilyon dolarla tarihinde görülmedik düzeyde rekor seviyeye ulaştığı ifade ediliyordu. 2022’ye göre sağlanan yüzde 6,8’lik artış da kendi içinde bir rekoru içeriyordu.

Harcamaların aslan payını yüzde 37 ile ABD yaptı. Onu yüzde 12 ile Çin, yüzde 4,5 ile Rusya takip etti. Her üç ülkenin yaptığı toplam “savunma harcamaları” böylece dünyanın diğer ülkeleri tarafından yapılan harcamaların yarısından biraz fazlasını oluşturuyor. 2023’te NATO üyesi ülkelerin askeri harcamaları 1,3 trilyon dolara ulaştı ve dünya çapındaki harcamaların yüzde 55'ine tekabül etti.

AVRUPA’NIN ASKERİ HARCAMALARI

Avrupa ülkeleri arasında en fazla harcamayı İngiltere, Almanya, Ukrayna, Fransa, İtalya ve Polonya yaptı. İngiltere ve Rusya ile savaş halindeki Ukrayna’yı bir yana bırakırsak ilk 15’e giren dört AB ülkesinin harcamaları toplam harcamaların yüzde 8’ini oluşturuyor. Bu oranın içinde Almanya’nın NATO tarafından belirlenen Gayri Safi Yurtiçi Hasılanın (GSYİH) yüzde 2’sini savunmaya ayırma şartını yerine getirmesi yer almıyor. Bu veri açıklandığında Almanya’nın askeri harcamaları 66 milyar dolar olarak görünüyordu. Ancak yaklaşık bir ay önce NATO, Almanya’nın askeri harcamalarının 90,6 milyar dolara ulaştığını ve böylece yüzde 2 şartını yerine getirdiğini duyurdu. Hedef tutturulduğu için şu anda Almanya, Hindistan ile birlikte en fazla savunma harcaması yapan ilk dört ülke arasına girmiş durumda. Bu, Ukrayna savaşının başlamasından bu yana çok hızlı bir artış anlamına geliyor.

Ukrayna savaşının başlamasından hemen sonra işbaşındaki hükümet, silahlanma politikasında “milat” (Zeitenwende) ilan edilen bir değişime gitmiş ve 100 milyar avroluk özel askeri fon ilan etmişti. Almanya’nın kısa sürede askeri harcamaları rekor düzeyde artırması, yakın dönemde Fransa’nın da benzer bir eğilim içerisine girmesine yol açabilir. 2023’te Fransa yaklaşık 52 milyar dolar savunma bütçesi ayırdı. Özellikle nükleer caydırıcılık ve dış operasyonlara büyük bütçeler ayıran Fransa, uzun yıllar askeri olarak kendisinden ekonomik olarak güçlü olan Almanya’nın üstünde durmanın çabası içindeydi. AB’deki askeri üstünlüğü Almanya’ya bırakması, her iki ülke arasındaki dengenin Almanya lehine hızla değişeceği anlamına geliyor. Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un son aylarda Ukrayna savaşında daha aktif role soyunma hamlelerinin arkasında aynı zamanda askeri harcamaları artırma planı da var.

Bu tabloya bakıldığında, özel olarak AB’nin genel olarak Avrupa ülkelerinin askeri harcamalar yarışında ABD ve Çin’in yanında cüce kaldığı söylenebilir. Ayrıca, AB’nin ortak bir savunma bütçesi de yok. Bunun yarattığı boşluğu doldurmak için bir AB Savunma Komiserliği kurulması daha önce gündeme getirilmişti. Ancak somut olarak fazla ilerleme sağlanamadı. AB’nin askeri bir güç olarak paylaşım savaşı mücadelesinden geri durmaması için ise çeşitli girişimler devam ediyor. AB Anlaşması, askeri harcamaların AB bütçesinden karşılanmasını yasakladığı için, AB Komisyonu bunu ‘sanayiyi destekleme’ adı altında gizliyor. Desteklenecek olanların başında AB ülkelerindeki silah tekelleri geliyor. AB Komisyonu tarafından mart ayında kamuoyuna açıklanan “European Defence Industrial Strategy” (EDIS - Avrupa Savunma Sanayisi Stratejisi) belgesinde silah üretiminin artırılması için tekellere destek ve ortak silahlanma kompleksinin oluşturulması hedefleniyor. Buna dayanak olarak da askeri düzeyde uluslararası rekabet gösteriliyordu.

2021’de kurulan Avrupa Savunma Fonu aracılığıyla 2021-2027 yılları arasında savunma sanayisine AB bütçesinden yaklaşık 8 milyar avro aktarılacak. Geçen yıl, Avrupa Mühimmat Üretimini Artırma Programları (ASAP) ve Uluslararası Savunma Alımlarının Finansmanı Programları (EDIRPA) da bu fona eklendi. Böylece AB bütçesinden savunma sanayisinin desteklenmesi için 2025’e kadar toplam 800 milyon avro daha ayrılmış oldu.

SOĞUK SAVAŞ YILLARINA DÖNÜŞ

Hızla artan askeri harcamalar, dünyanın savaşla yeniden paylaşılmasının en güçlü işareti. Aynı zamanda, dünyanın Soğuk Savaş yıllarında olduğu gibi askeri harcamaları artıracağının habercisi. Uluslararası Para Fonunun (IMF) daha önce açıkladığı verilere göre, Soğuk Savaş yıllarında gelişmiş sanayi ülkeleri bütçelerinin yüzde 3’ünü askeri harcamalara ayırıyordu. Soğuk savaşın bitmesinden sonra ise bu oran 2015’e kadar aşamalı olarak 1,6’ya kadar geriledi. Mart 2014’te Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesinden sonra süreç tersine döndü ve silahlanma yeniden ivme kazandı. Nitekim 2014’te İngiltere’de (Galler) yapılan NATO Zirvesi’nde üye ülkelere bütçelerinin yüzde 2’sini askeri harcamalara, bunun yüzde 20’sini silahlanmaya ayırması zorunluluğu getirildi.

Yüzde 2 şartının ilan edildiği 2014’te sadece ABD, İngiltere ve Yunanistan bu oranın üzerinde askeri harcama yapıyordu. 10 yıl içinde yerine getirilmesi hedeflenen bu şartı gelinen aşamada 32 NATO üyesi ülkenin 23’ü yerine getiriyor. Bu sayı 2023’te 11, 2022’de 7 idi. NATO üyeleri arasında kısa sürede gerçekleşen bu artış, Avrupa’daki NATO üyelerinin kısa zamanda askeri harcamaları devasa düzeyde artırdığını gösteriyor. Önümüzdeki dönemde bu şartı yerine getirmeyen üye ülkeler üzerinde baskı yapılmaya devam edilecek. Özellikle Doğu Avrupa ülkelerinin çoğu, yüzde 2’nin çok üzerinde, yüzde 3-4 askeri harcamalara bütçe ayırıyor. SIPRI’nin son raporuna göre, küresel askeri harcamalar 2023’te GSYİH’nin yüzde 2,3’ünü oluşturdu. Soğuk Savaş'ın son dönemindeki seviyeye ulaşan Avrupa savunma harcamalarındaki öngörülen artış, Rusya'nın Ukrayna'ya karşı başlattığı savaşla bağlantılı. Savaş uzadıkça askeri harcamalara ayrılan bütçeler de hızla artıyor.

Denilebilir ki, 1991’de başlayan süreç 2015’te kapandı. Ukrayna savaşı ise emperyalist ülkelerin askeri harcamalar için kesenin ağzını sonuna kadar açmasına vesile oldu. Bu, aynı zamanda sosyal alanlardan, eğitimden, sağlıktan, emeklilikten yeni kesintiler anlamına geliyor. Halktan toplanan vergiler askeri harcamalara ayrılırken, bundan en fazla yararlanan ve yararlanacak olanın da silah tekelleri olduğu görülüyor.

ASKERİ HARCAMALAR SİLAH SATIŞ REKORLARINI TETİKLİYOR

Dünya çapında artan savunma harcamaları bir taraftan silah tekellerinin büyümesine, daha fazla silah satmasına yol açarken diğer taraftan durgunluk içindeki ekonomilerin yükselişe geçmesine de neden oluyor. Dolayısıyla askeri harcamalardaki artış ile silah satışındaki rekorlar arasında doğrudan bir bağlantı bulunuyor. SIPRI tarafından açıklanan rapora göre son 10 yılda Avrupa'nın silah ithalatı yaklaşık iki katına çıktı. Avrupa ülkelerinin 2019-2023 yıllarındaki silah ithalatının yaklaşık yüzde 55'i ABD tarafından sağlandı. Bu oran 2014-2018 arasında yüzde 35 idi. Silahlanma arttıkça Avrupa’nın ABD’ye bağımlılığı da derinleşiyor.

ABD ve Batı Avrupa'daki ülkeler, 2014-2018'de tüm dünyadaki silah ihracatının yüzde 62'sini gerçekleştirirken bu oran 2019-2023'te yüzde 72'ye yükseldi. Dünyanın en büyük beşinci silah ihracatçısı Almanya’nın silah ihracatı ise söz konusu yıllar arasında yüzde 14 düştü. Rapora göre 2019-2023 yılları arasında Almanya'dan en çok silahı Mısır, Ukrayna ve İsrail aldı. Almanya'nın silah ithalatı ise 2014-2018 ile 2019-2023 yılları arasında üç katına çıktı.

Silah ihracatı 2019-2023 yılları arasında bir önceki döneme göre yüzde 47 artan Fransa, ilk kez Rusya'nın önüne geçerek dünyanın en büyük ikinci silah ihracatçısı oldu. Fransa'nın silah ihracatının en büyük alıcısı yaklaşık yüzde 30'luk payla Hindistan. Artış büyük ölçüde Hindistan, Katar ve Mısır'a sattığı savaş uçaklarından kaynaklandı.

Avrupa ülkelerinin silah ithalatı ortalama olarak Ukrayna savaşı nedeniyle yüzde 94 oranında artış gösterdi. Avrupa’nın ikinci ve üçüncü tedarikçileri ithalatın sırasıyla yüzde 6,4'ünü ve yüzde 4,6'sını oluşturan Almanya ve Fransa oldu.

Şubat 2022'den itibaren Ukrayna da Avrupa'nın en büyük, dünyanın dördüncü büyük silah ithalatçısı haline geldi. Ukrayna’ya en fazla silah satanların başında Avrupa’daki silah tekelleri geliyor.

Fotoğraf: Elif Görgü/Evrensel


(EVRENSEL)

Birgün "KÖŞEBAŞI" -14 Temmuz 2024 -

 

Fotoğrafın resim hali -Atilla Aşut-

“Fotoğraf” ve “resim” sözcüklerinin ayrı kavramlar olduğunu, o yüzden de birbiri yerine kullanılmayacağını söyleyenler var. Öyleyse bugün “fotoğrafın resim hali”nden söz edelim biraz…

Son zamanlarda TV yorumcularından şu tümceyi çok sık duyuyoruz: “Büyük resme bakmak gerekir.” Bir konuya bütüncül yaklaşılması gerektiğini anlatmak için söylüyorlar bunu. Onların “resim” dedikleri şey, herhalde ressamların fırçasından çıkmış tablolar değil. “Büyük resim” derken, çok açık ki eğretileme yoluyla “fotoğraf”ı imliyorlar…

İlkel dönemlerde mağara duvarlarına çizilen ilk resimlerin binlerce yıllık tarihine karşılık, fotoğrafın tarihi iki yüzyılı geçmez. Böyle olunca da insanların her görüntüyü “resim” diye algılamalarına şaşırmamak gerekir. Zaten çok sayıda yazar ve ozanımız da halkın bu doğal sezgisine uygun olarak “resim” sözcüğünü “fotoğraf” yerine kullanmakta sakınca görmemiştir. İşte birkaç örnek:

AZİN NESİN’İN ANLATIMIYLA…

Ünlü yazarımız Aziz Nesin, “Annemin hiç fotoğrafı yoktu” diye başladığı bir yazını şöyle sürdürüyor:

“1926 yılında yirmi altı yaşındayken veremden ölen annem bütün yaşamında resim çektirmedi. Çünkü o zaman bizim ortamımızda - yeni kuşaklar pek şaşacaklar belki de - resim çektirmek günah sayılırdı. Yalnız, askerlik gibi resmi işleri için erkekler vesikalık resim çektirirlerdi.”

Aziz Nesin’den “resim”li birkaç alıntı daha:

-“Bu resim, 20 Kasım 1981 tarihinde çekilmiştir. Resimde üç planda üç ayrı yapı görülmektedir.”  (Nesin Vakfı 1982 Edebiyat Yıllığı arka kapak yazısından.)

-“Yıllıklarımızın arka kapaklarındaki resimlerden, Nesin Vakfı yapılarının gelişim durumları görülmektedir. (Yukarıdaki resim, 10 Nisan 1983 günü çekilmiştir.)” (Nesin Vakfı 1983 Edebiyat Yıllığı arka kapak yazısından.)

-25 Ağustos 2019 günlü Cumhuriyet gazetesinin “Bulmaca” sayfasında Turgut Özakman’ın fotoğrafı var. Bulmacayı hazırlayan Sedat Yaşayan’ın açıklaması şöyle: Resimde gördüğünüz, tiyatro oyunlarının yanı sıra Şu Çılgın Türkler ve Diriliş gibi romanlarıyla da tanınmış yazarımız…”

Aynı günkü BirGün’ün “Bulmaca” sayfasını Selda Bağcan’ın fotoğrafı süslüyor. Orada da “Resimdeki şarkıcı kim?” diye
sorulmuş okura…

BAŞKA YAZARLARDAN ÖRNEKLER

Özdemir İnceCumhuriyet’teki köşesinde “fotoğraf” ve “resim” sözcüklerini aynı tümcede kullanmış:

-“Ertuğrul Özkök’ün sözünü ettiği görüntü tam anlamıyla bir Potemkin fotoğrafı, bir Yekaterina resmi!” (Özdemir İnce, “Laf Söyledi Balkabağı”, Cumhuriyet, 25 Ağustos 2019)

Peki, Yaşar Kemal’e ne diyeceksiniz? Onun en ünlü romanı İnce Memed’in girişinde şu iki dize vardır:

-’’Duvarın önünde resmim aldılar / Ak kâğıt üstünde tanıyın beni ‘’

Bir örnek tümce de Erken Cumhuriyet Dönemi yazarlarından Aka Gündüz’den:

-”Güzel İnebolu kızı, duvara yapıştırılan Gazi’nin resmine uzun uzun baktı.”

BİRAZ DA ŞİİRLİ RESİMLER!

“Resim” sözcüğünü “fotoğraf” yerine kullanan ozanlarımızın sayısı da az değil. İşte onlardan tadımlık birkaç dize:

-“Bende bir resmi var, yarısı yırtık” (Bekir Sıtkı Erdoğan, “Binbirinci Gece” şiirinden.)

-“Ah çekerim resmine her bakışta / Bir mahzunluk var o boyun büküşte” (Bekir Sıtkı Erdoğan, “Kışlada Bahar” şiirinden.)

-“Nedense bütün resimlerimde ben / Böyle mahzun ve perişan çıkarım.” (Ümit Yaşar Oğuzcan’ın “Resim” adlı şiirinden.)

Sevgili Eray Canberk kardeşim de duvarda sararmış bir “resim”den söz ediyor “Ayrılık Türküleri” şiirinde:

“genç bir kadın tutuyor şimdi yasını / ki zamansız ak düşmüş saçlarına / resminse sarardı duvarlarda / ve örselendi kenarları” (İç: Kent Kırgını, YKY, Ekim 2011, s. 74)

Son örneğimiz de bir “haiku” olsun:

“Yılbaşı resmim / Nasıl kıskanmam onu / Benden bir yıl genç” (Ali Rıza Güç, “Haikular”, SarmalÇevrim, Temmuz-
Ağustos 2024, Sayı: 40)

∗∗∗

Görülüyor ki “resim” ile “fotoğraf”ın yolu yazınsal metinlerde çok sık kesişiyor.

Varlıkların görüntüleri ister makineyle ister kalem ya da fırçayla kaydedilsin, sonuçta hepsi de birer “resim”dir. O nedenle bu iki kardeş sözcüğü karşıt kavramlarmış gibi görmemek gerekiyor.

HAFTANIN NOTU

Tunç Tayanç

Bu yaz art arda çok değerli aydınlarımızı yitirdik. Yazar ve çevirmen dostumuz Tunç Tayanç da ne yazık ki katılmış “evvel giden ahbaplar” kervanına…

Çok donanımlı bir değerimizdi Tunç Tayanç. Onlarca kitaba imza atmış; araştırma yazıları, derlemleri ve çevirileriyle düşünce dünyamızı genişletmiş, zenginleştirmişti. Tarihsel TİP’in aydın kadrosunda yer almıştı. “Birleşik Haziran Hareketi”ne de eylemli katkı vermişti. Son zamanlarda Ahmet Cemal’in yazılarını derlemeye çalışıyordu. Onun ölümüyle yazın ve düşün dünyamızdan bir yıldız daha kaydı. Dostluğunu ve yokluğunu her zaman derinden duyumsayacağız...

                                                       /././

Kadınların soyadı mücadelesi -Gözde Bedeloğlu-

Kadınlar ve hakları üzerine kelam etmeden önce yapılması gereken ilk şey Türkiye’deki kadına yönelik erkek şiddetine dair verileri paylaşmak ve buradaki istikrarı hatırlatmak. Çünkü bu devamlılıkta kadına bakışın ideolojik alt yapısını görebilmek ve kadınları ilgilendiren yasal düzenlemelerle neyin amaçlandığını anlayabilmek mümkün.

bianet.org'un her ay, yerel ve ulusal gazetelerden, haber sitelerinden ve ajanslardan derlediği haberlere göre; erkekler haziran ayında en az 34 kadını öldürdü. İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın, TBMM Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’nda verdiği bilgiye göre de bu yılın ilk altı ayında erkekler 166 kadın öldürüldü. 2023 yılında 308 kadın uğradığı şiddet nedeniyle hayatını kaybetmişti.

                                                      ***

2021’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın imzasıyla İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmış ve iktidar bu kararı 6284 sayılı kanunun yeterli olacağı fikriyle savunmuştu. Yasalar, elbette tek başına işe yaramazlar. Yorum ve uygulamada hakim bakışın izleri açıkça görülebilir. Yasaların zamanın koşullarına uygun olarak yenilenip değiştirilmesi gerekebilir ancak bunun ne kadar özgürlükçü ya da kısıtlayıcı olacağını yasa yapıcının ideolojisi ve dünyayı kavrayışı belirler. Türkiye’deki muhafazakar milliyetçi iktidar ortaklığının kadınların talep ve ihtiyaçlarına, hak ve özgürlüklerine yaklaşımı, bizzat kendi söylemlerinden referansla, zamanın çok gerisinde.

Kadının giyim kuşamından kahkahasına, kaç çocuk doğuracağından doğurmak istememesine, rujunun renginden eteğinin boyuna, ulaşabilecekleri en yüksek mertebenin annelik olduğuna kadar, sadece kadını ilgilendiren her kararda söz ve yetki sahibi olduğunu düşünen ve dahası kadın ve erkeğin eşit olmadığını açık açık söyleyenler tarafından yönetilen tek bir ülke yoktur ki kadınlar hak ettikleri şekilde hür ve güven içinde yaşayabilsin.

Dolayısıyla, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasının, kadına karşı şiddetin önlenmesine dair 6284 sayılı kanunun seçim pazarlığına konu edilmesinin yanında Medeni Kanun da bugün, iktidar öncülüğünde, bir tartışma konusu. EMEP Milletvekili Sevda Karaca’nın hatırlattığı üzere, Adalet Bakanı Yılmaz Tunç göreve gelir gelmez katıldığı bir yayında aile hukukunu sil baştan ele alacaklarını söylemişti. Karaca, kadınların eşit yurttaşlığının en temel güvencesi olan Medeni Kanun’un kadınlara sorulmadan, kadın örgütleriyle istişare edilmeden, üstelik ‘sil baştan’ bir şekilde değiştirilmesine hangi grupların hangi ihtiyaçlarına cevap verme motivasyonunun eşlik ettiği hususunun kaygı verici olduğunun altını çiziyor.

Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’nda konuşan İçişleri Bakanı Yerlikaya, kültürümüzde toplumumuzun yapı taşının aile olduğunu söyledi ve “aile varsa devlet vardır” dedi. 2011’de, dönemin Başbakanı Erdoğan “Biz muhafazakar demokrat bir partiyiz. Bizim için aile önemli” demiş ve Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı’nın yerine, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı kurulacağını açıklamıştı. Kadın ve ailenin eşdeğer görülmesi zaten bir eleştiri konusu iken bu kez kadının adı hepten dışarıda bırakılmıştı.

Kadının tek başına özgür bir birey olduğu gerçeğinin ısrarla göz ardı edildiği örneklerden biri de soyadı meselesi. İktidarın meclisten geçirmeye çalıştığı 9.Yargı Paketi Düzenlemesi’nde, Anayasa Mahkemesi kararına rağmen, kadınların evlendikten sonra sadece bekarlık soyadlarını kullanmaya devam etme hakkı engelleniyor. AYM, erkeklerin ömür boyu kendi soyadlarını kullanabilmesine karşın kadınların evlendikten sonra bekarlık soyadını tek başına kullanamamasının eşitlik ilkesinin ihlali olduğuna karar vermişti.

AYM’nin iptal kararından sonra kadınlar, başvuruda bulunarak sadece kendi soyadlarını kullanabilcekken, iktidar sanki böyle bir karar hiç verilmemiş gibi davranarak bir kez daha AYM’yi yok sayıyor. Oysa yasama yeni bir düzenlemeyle ya da buna gerek duyulmadan AYM kararının uygulanmasını sağlamakla görevli. Bunun yerine iktidarı sürekli, kadınların kazanılmış haklarını tırpanlayan, geriye götüren bir hazırlık içinde görüyoruz.

                                                       ***

Türk Medeni Kanunu hazırlanırken örnek alınan İsviçre Medeni Kanunu’nda, zamanın ilerleyişi ve eşitlik ilkesi dikkate alınarak, 2013 yılında ilgili maddede değişiklik yapıldı. Bu düzenlemeye göre İsviçre’de “Eşler kendi adlarını koruyabilirler. Eşler nüfus memurluğuna erkeğin ya da kadının bekarlık soyadını ailenin ortak soyadı olarak kullanmak istediklerini beyan edebilirler. Eşler kendi adlarını korudukları takdirde, doğan çocuklarına verecekleri soyadını kendileri kararlaştırabilirler.” Boşanma halinde ise “Evlenmekle soyadını değiştiren eş, boşanmadan sonra bunu korumaya devam eder, fakat dilerse nüfus memurluğuna başvurmak suretiyle bekarlık soyadını alabilir.” İşte bu kadar basit! Mesele, ülkenin insan haklarına saygılı, demokratik bir hukuk devleti olup olmayacağına karar vermekten ibaret.

                                                               /././

Washington Zirvesi'nde gizlenmek istenen gerçekler: NATO bekçiliği için ülkeyi ateşe attılar -İbrahim Varlı-

İktidar ve yandaşlar NATO’nun Ukrayna savaşına dahil edildiği zirveden Türkiye adına bir "başarı öyküsü" yazmaya çalışsa da gerçekler farklı. “Türkiye NATO’nun belkemiğidir” diyen Erdoğan'ın da imzaladığı kararlarla ülke resmen ateşe atıldı. İttifak üyeleri Rusya'ya -ve Çin'e- karşı cepheye sürülürken Türkiye de bu görevlendirmede tehlikeli roller üstlenmek zorunda kalacak.

İktidar ve yandaşları Washington'daki NATO Zirvesi’nden Türkiye adına bir “başarı” çıkarmaya çalışırken alınan kararların ülkenin başına ne tür çoraplar öreceğini saklamaya çalışıyorlar. Türkiye’nin önem verdiği birçok konunun metne yansıdığının ileri sürüldüğü bildirgede en kıvanç duyulan nokta ise iki yıl sonraki zirvenin Türkiye’de yapılacak olması. Ancak gerek zirvedeki konuşmalar gerekse de 38 maddelik sonuç bildirgesindeki maddeler Türkiye’nin büyük bir tehlike ile karşı karşıya olduğunu gösteriyor.

ÖVÜNDÜKLERİ MADDELER

• NATO’nun 2026 zirvesinin Türkiye’de yapılacak olması.

• Terörizmin ikinci büyük tehdit olarak kayda geçirilmesi.

• Müttefiklerin birbirlerine yaptırım uygulamamaları gerektiği yönünde Vilnius kararının yeniden teyit edilmesi.

• Balistik füze savunması bağlamında tüm NATO müttefiklerinin tamamen koruma kapsamına alınması taahhüdü yeniden kabul edildi.

• NATO-AB arasında işbirliğinin bir müktesebat temelinde yürütülmesi kararı.

İKTİDARIN GİZLEMEK İSTEDİĞİ TEHLİKELER

Rejimin “başarı” diye sunmaya çalıştığı bu maddeler, Türkiye’nin bugününü ve yarınını ipotek altına alan tehlikeli kararları gizleyemiyor. Washington’daki 75’inci kuruluş yıldönümü zirvesinde sadece Türkiye’yi değil, bütün bir küresel güvenliği tehdit eden kararlar açık bir deklarasyonla kayda geçirildi.

- Balkanlar ve Karadeniz NATO gölüne çevriliyor

Batı Balkanlar ve Karadeniz, NATO açısından stratejik öneme sahip bölge olarak ilan edildi. Bölgenin "güvenliği ve istikrarı"na katkı adı altında NATO’nun burayı Rusya'ya karşı merkez üsse çevirmesine karar verildi. NATO’nun buraya yığınak yapması, Romanya ve Bulgaristan’ı özel olarak seçmesi yeni gerilimlere neden olacak. Bu da her yönüyle Türkiye’yi etkileyecek.

- Savaş örgütü Ortadoğu’ya sokuluyor

Bir Atlantik ittifakı olan NATO’nun Ortadoğu’ya fiilen sokulmasının önü açıldı. Savaş örgütü NATO’nun Ürdün’de ofis açmasına karar verildi. “Ofis”, İsrail’in güvenliğini sağlayacak ve de İran’a karşı ileri karakol işlevi görecek. ABD ve İngiltere, İsrail ile NATO ilişkisini derinleştirme peşinde. Uzun vadede “ortaklık” ilişkisinin daha da geliştirilmesi planlanıyor. NATO askerlerinin bu vesileyle Ortadoğu’ya ayak basacak olması Filistin, Suriye, Irak denkleminde Türkiye’yi de her yönüyle etkileyecek.

- Milli gelirin yüzde 2’si savunmaya gidecek

Ekonomik kriz derinleşirken silahlanma ve savunmaya milyar dolarlar akıtılacak. ABD’nin dayatmasıyla pek çok ülke gibi Türkiye de milli gelirin (Gayri Safi Yurtiçi Hasıla-GSYİH) en az yüzde 2’sini savunma harcamalarına ayırma koşulunu yerine getirdi. Ankara’nın bu yıl GSYİH'nin yüzde 2,09'una karşılık gelen kaynağı savunmaya ayırması kayda geçildi.

- Ukrayna savaşına “resmen” taraf olundu

Washington’daki zirvede NATO, fiili olarak yer aldığı Ukrayna’da “resmen” devreye sokuldu. 32 ülkenin liderleri Ukrayna'ya silah yardımı ve askeri eğitim sorumluluğunu NATO'ya devretti. Bu da NATO’nun savaşa aktif olarak dahil olması demek. Bu karar, olası bir savaşa “ittifak”ın önemli bir üyesi olan Türkiye’nin de dahil edilmesi anlamını taşıyor. Türkiye veya herhangi bir ittifak üyesinin bundan kaçınma şansı yok.

- Kiev’e milyar dolarlar akıtılacak

Bildiride, İttifak üyelerinin gelecek yıl Ukrayna'ya en az 43,3 milyar dolar askeri yardım sağlayacakları taahhüt edildi. Türkiye de Ukrayna’ya bu yardımı sağlamak zorunda kalan ülkelerden birisi. Ve payına da yaklaşık 1 milyar dolar düşüyor. Bu yardım askeri teçhizat göndermek şeklinde de olabilir başka türlü de. Halktan sakınılan kaynaklar dahil olunmaması gereken bir savaş için harcanmış olacak. Ekonomik, siyasi, askeri yardımlar artarak devam edecek. Bu da daha fazla ekonomik yük demek.

- Nükleer silahlar ve nükleer caydırıcılık

Zirve bildirgesinin bir diğer önemli maddesi de NATO’nun bir nükleer ittifak olduğunun ilan edilmesiydi. Nükleer caydırıcılığın ittifak güvenliğinin temel taşı olduğunun belirtildiği bildirgede, nükleer silahlar var olduğu sürece NATO nükleer bir ittifak olarak kalacaktır denilerek Rusya ve Çin’e açık mesajlar gönderildi. Bu nükleer tehditlerin ne tür bir felakete yol açabileceği gündeme getirilmedi.

- Çin’e karşı Asya-Pasifik görevi

Zirvenin en önemli bir diğer kararı da bir Kuzey Atlantik İttifakı olan NATO’nun dünya jandarmalığına soyunmasının resmen ilan edilmesi oldu. NATO Çin’e karşı Asya-Pasifik’e yöneltildi. Japonya, Güney Kore, Endonezya, Avustralya, Yeni Zelanda NATO zirvelerinin artık yeni “müdavimleri.” Emekli diplomat Engin Solakoğlu da “NATO’nun artık bir Atlantik ittifakı olmaktan çıkarak dünyaya nizam vermeye çalıştığını” söylüyor. Ve haliyle Asya-Pasifik seferinde Türkiye’ye de görevler yüklenecek. Ve Ankara’nın bu görevlerden kaçınması mümkün olmayacak. Benzer bir durum Amerikan emperyalizminin hedefindeki olası İran ve Kuzey Kore görevleri için de geçerli olacak.

ÜLKE ATEŞ HATTINDA KALIR

Zirveden çıkan kararları BirGün'e değerlendiren gazeteci-yazar Murat Yetkin’e göre NATO’nun Rusya’yla doğrudan çatışması halinde Türkiye ateş hattındaki ülkelerden birisi olacak. Yetkin, “Olası bir savaş halinde “ittifak”ın güney kanadındaki en önemli üyesi olan Türkiye’nin bundan kaçınması mümkün olmayacak. NATO’da tüm kararlar oy birliği ile alınıyor, haliyle NATO savaşa girerse Türkiye de girecek. O nedenle ben Türkiye’nin ve sadece Türkiye değil başka NATO üyelerinin de Rusya doğrudan bir NATO üyesine saldırmadan Rusya’yla savaştan uzak durma çabasında olacağı kanısındayım. Çünkü Türkiye’nin de bu kararlarda imzası var/olacak. Bu nedenle kararlar bağlayıcı ve “ben yokum” deme seçeneği yok. Rusya ve İran ile komşu Türkiye “ittifak” içinde askeri güç sıralaması açısından üçüncü sırada. Bu ülkelere yönelik herhangi bir müdahale her yönüyle Türkiye’yi olumsuz etkiler” dedi. Yetkin, yetkinreport.com’daki “Ankara NATO Zirvesi sonuçlarında aradığını buldu mu?” yazısında da NATO’nun küresel saflaşmanın netleşmeye başladığını deklare ettiğini belirtiyor.

ÇEMBER İYİCE DARALIYOR

ABD ile Rusya arasında tarafların kendisine tanıdığı görece “özerk” alanda “denge” adı altında top çevirmeye çalışan AKP iktidarı için mesafe kısalıyor. Batı emperyalizminin NATO’yu bir global jandarmaya dönüştürme girişimleri Saray rejimini ilerleyen günlerde açık taraf tutmaya zorlayacak. Pragmatist gerekçelerle Ukrayna’da bugüne kadar açılan kapı iyiden iyiye kapatılmaya çalışılacak. Üyesi olduğunuz emperyalist askeri birlik komşu bir ülkeye karşı savaş baltalarını çıkarırken büyük bir “gurur”la “Türkiye NATO’nun belkemiğidir” diyen Saray rejiminin “ben bu oyunda” yokum deme şansı olabilir mi?

                                                                /././

Ballı maaşlılar ordusu daha çok büyüyecek -Nurcan Bilge Gökdemir-

Kamu kurumlarındaki görevlerinden dolayı üçer beşer maaş alanlarla ilgili düzenleme istisnalar dolayısıyla iddia edildiği sonucu doğurmayacak. Bu koltuklara yine AKP-MHP ortaklığının belirlediği yeni isimler oturacak.

İktidarın “Tasarruf önlemleri konusunda kararlıyız” şovuna malzeme olan “Ballı maaşlara son” söyleminin büyük bir kandırmaca olduğu ortaya çıktı. Tüm kamuya yayılan ve gözde bürokratların 3-5 yerden birden maaş almasını engelleyen, altı asgari ücrete yakın bir ücretle yani sadece 98 bin TL ile yetinmek zorunda bırakacak düzenleme tipik bir AKP düzenlemesi aslında.

TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda görüşmeleri tamamlanan Torba Kanun Teklif içinde yer alan bu düzenleme kamu kurum ve kuruluşlarının yönetim kurulu, denetim kurulu, tasfiye kurulu, danışma kurulu üyeliğinde ve komisyon, heyet, komite ile benzeri organlarında görev alanlara, kurum içi ve kurum dışı ayrımı yapılmaksızın bu görevlerinden sadece biri için ücret ödeneceği açıklaması ile kamuoyuna duyuruldu.

Görüşmeler başlamadan milyonlardan esirgenen kaynakların istisnalar nedeniyle çok da değişmeden iktidara yakın isimlere aktarılmasına devam edileceği anlaşıldı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Yönetim Kurulu Başkanı olduğu Varlık Fonu şirketlerinin kapsam dışında kalacağı anlaşıldı. Bunlar tam da bu ballı maaş uygulamasının en yaygın yaşandığı dev şirketler. Yani eski bakanların, milletvekillerinin, güreşçilerin yönetim kurullarında boy gösterdiği kamu bankaları, BOTAŞ, TÜPRAŞ, Türk Telekom, Türk Hava Yolları, Türkiye Petrolleri gibi kamunun en önemli şirketleri…

Bu şirketler kapsam dışında kaldığında zaten üçer beşer koltuk uygulamasının neredeyse aynen süreceğini görmek mümkün.

MEVZUATTA DÜZENLEMELER

Burada şunu da hatırlatmak gerekiyor. AKP’nin mevzuatı istediği gibi yorumlayıp uyguladığının, hatta kolaylıkla yok sayabildiğinin sayısız örneği var. Bu da bunlardan biri. Zaten mevzuatta önleyici düzenlemeler bulunuyor.

2001 yılında çıkartılan 631 Sayılı KHK’de şu hüküm yer alıyor: “Memurlar ve diğer kamu görevlilerinden kurum ve kuruluşların yönetim kurulu, denetim kurulu, tasfiye kurulu, danışma kurulu üyelikleri ve komisyon, heyet, komite ile benzeri organlarda görev alanların, kurum içi ve kurum dışı ayrımı yapmaksızın bu görevlerden sadece biri için ücret ödenir.”

“Kurum içi/kurum dışı” tanımı ile ortaya çıkan tereddütleri gidermek için de 2011 yılında bir KHK daha yayımlandı. 666 Sayılı KHK’de de “Tek bir yer” vurgusu yapıldı. KHK’lerle yetinilmedi Yüksek Planlama Kurulu’nda da kararlar alındı. Ama bugüne kadar bunların hiçbiri işlemedi, yok sayıldı. Şimdi de uygulayacağının garantisi yok.

TESPİT DE ZOR

Bir de özel sektörde görev yaparken atananlar, TMSF bünyesindeki şirketler, bakan yardımcıları, Cumhurbaşkanlığı bürokratları ile ilgili tartışma var. Muhalefet milletvekilleri teklifin görüşüldüğü komisyonda bizzat kendisinin de yönetim kurulu üyelikleri olan Hazine ve Maliye Bakanı İsmail İlhan Hatipoğlu’na sordu bu kuşkuları. Eski Ziraat Bankası Yönetim Kurulu üyesi halen Türk Telekom Yönetim Kurulu Başkanı olan İsmail İlhan Hatipoğlu’nun açıklamaları muhalefetin kuşkularını gidermediği gibi AKP milletvekillerinin kafasında da sorulara yol açtı. Hatipoğlu, tüm kamu görevlilerini kapsayacağını iddia etse de özel sektörden atanan üyeler için bu kısıtlamanın söz konusu olamayacağını üstelik bunların tespitinde de güçlükler yaşanabileceğini söyledi. Komisyonda bu madde ile ilgili kuşkuları giderici düzeltmelerin yapılması konusunda mutabakat sağlandı. Bakan Yardımcısı Hatipoğlu, bunun sözünü “Sayın vekillerimizin eleştirilerindeki muğlak olan konuları not aldık. İstisna olabilecek hususları da çalışacağız” diyerek verdi. Bu düzeltme yapılacak mı yapılmayacak mı, önümüzdeki hafta Genel Kurul’da görüşmeler başladığında göreceğiz.

6 ASGARİ ÜCRET HAK OLDU

Ancak bu düzenlemenin tek sorunu bu da değil. Öncelikle 17 bin 2 liralık asgari ücretle geçinmeye mahkûm edilen çalışanların, 10 bin TL’nin altında emekli maaşı ile yaşaması istenen emeklilerin olduğu bir ülkede ayrıcalıklı bir grubun en az 98 bin 42 lira aylık alması kanun yoluyla hakka dönüştürüldü. Komisyon görüşmeleri sırasında CHP’nin ikinci görevlerden dolayı en fazla asgari ücret ödenmesi teklifi de iktidar milletvekillerinin oylarıyla reddedildi.

Teklifteki düzenlemenin kapsamının kuşkuları giderecek şekilde yeniden yazıldığını, özel sektörde görev yapanların, Varlık Fonu bünyesindeki, TMSF bünyesindeki şirketlerin kapsama alındığını, kapsam dışı kaldığı iddia edilen bürokratların da sadece bir yerden maaş alabilmelerinin sağlandığını varsayalım.

ADAYLAR SIRADA

Bunun bir başka sonucu olacak. Bu “ballı” kişilerin ekstra maaşlar alamayacakları için büyük ihtimal boşaltacakları yerlere yeni isimler atanacak. Yani 100 kişilik bir ballı maaş ordusu olduğunu düşünelim, sayı 200’e çıkacak. Üçüncü, dördüncü maaşlar yine AKP-MHP ortaklığının belirleyeceği yeni isimlerin cebine girecek.

Düzenleme eksikleri, istisnaları ile zaten tartışmalı, AKP’nin mevzuattaki hükümleri uygulamama konusundaki sabıkası da malum. Ancak kesin olan bir şey var ki düzenleme kamuoyuna açıklandığı şekilde uygulanacak olsa bile bir tasarruf kalemi olmayacak. İktidarın kamu kaynaklarını kullanarak yarattığı imtiyazlılar sınıfı daha da büyüyecek.

                                                               /././

Tahrip edilen kurumlar -Oğuz Oyan-

TÜİK, yayınladığı kadar yayınlamadığı istatistiklerden de sorumlu. Yayınlamadıkları çoğunlukla görevi ihmal kapsamına giriyor. Geçen yılın Haziran ayından beri mahkeme kararına rağmen TÜFE veri tabanını madde temelinde yayınlamıyor olması doğrudan suç kapsamına giriyor.


AKP döneminde tahrip edilen kurumları saymak zordur; tahrip edilmeyen kurumları saymak ise çok daha kolaydır, sıfır sayısı işinizi hemen görür! Bu durumda ağır yara alan kurumları ayırt etmek belki daha anlamlı olabilir. Burada da ikili bir ayırım yapılmalıdır.

Birincisi, tüm toplumu, toplumsal-siyasal ilişkileri hatta toplumun geleceğini etkileme potansiyeli bakımından yaygın hizmet kurumları öncelikle ele alınmalı. Burada adalet/yargı ve eğitim sistemlerinin aldığı (ve almaya devam ettiği) ağır saldırılar elbette başa yazılmalı. TSK’nın ve tüm kolluk güçlerinin ele geçirilme sürecinde uğradığı ağır tahribat da (ki sonuçları görüldü ve görülmekte) bunlara eklenmeli. Bunlar yeni bir rejim inşasının da olmazsa olmaz aygıtları. Elbette kamu sağlık sisteminin aşındırılması ve piyasalaştırılması da bunlara iliştirilmeli.

İkincisi, genel idarenin işletim sistemine ilişkin kurumlar var. Burada denetim kurumlarının tasfiyesi ve/veya işlevlerinin iyice sınırlandırılmasını başa yazmak gerekir. Despotik bir karşıdevrimci rejim inşası ve onun yolsuzluk ekonomisi denetime gelmez. İkinci sıraya ise ekonomiye ilişkin kurumlar yazılabilir. Ama burada da en başa Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) yazılmalı. Çünkü güvenilir istatistiki veriler başta hanehalkını ve onun çıkarlarını savunmak üzere örgütlenmiş siyasal-sendikal kurumlar olmak üzere emek kesimini yakından ilgilendirir.

Sermaye kesimi açısından da alacağı ekonomik kararların güvenilir bir veri tabanına dayanması esas olmalıdır. Olgun bir sermaye sınıfının/burjuvazinin oluştuğu toplumlarda, istatistik kurumunun güvenilmezliğinin en çok bu kesimlerin tepkisini çekmesi beklenirdi. Türkiye’de bu olmuyor. Sadece burjuvazinin oturmamışlığından mı? Yoksa, aynı zamanda, TÜİK denilen istatistik kurumunun iktidarın bölüşüm ilişkilerine sermaye lehine müdahalesinin temel aygıtı durumuna getirilmiş olmasından dolayı mı?

TÜİK DENİLEN KARARTMA KURUMU

TÜİK, yayınladığı kadar yayınlamadığı istatistiklerden de sorumlu. Yayınlamadıkları çoğunlukla görevi ihmal kapsamına giriyor. Geçen yılın Haziran ayından beri mahkeme kararına rağmen TÜFE veri tabanını madde temelinde yayınlamıyor olması doğrudan suç kapsamına giriyor. TÜİK’in yayınlamadığı veya zamanında yayınlamadığı istatistiki bilgiler uzun bir liste tutar. Örneğin pandemi döneminde ölüm istatistiklerini yayınlamaması, Sağlık Bakanlığı’nın (yani iktidarın) pandemiden ölenlerin sayısını düşük gösterme politikasının destek hizmetleri arasında yer alıyordu.

20 küsur yıldır tarım sayımlarını yapmaması; tarım topraklarının mülkiyet ve işletmelere göre dağılımının Türkiye’nin en iyi korunan sırları arasına sokması nasıl bir sorumsuzluktur? Bu koşullarda tarım konusunu çalışan araştırmacıların elini kolunu bağlamak kadar Tarım Bakanlığı’nın da geleceğe ilişkin tarım politikaları oluşturması engellenmiş olmuyor mu? Gerçi Türkiye’de Tarım Bakanlığı’nın böyle kaygıları olduğu çok kuşkuludur; nasıl olsa tarım "politikaları" çokuluslu tekellerin isteklerine göre şekillendirilmektedir. Bir başka olasılık da, TÜİK’in bu verileri oluşturmayı sürdürmesi ancak kamuoyuyla paylaşmamasıdır. Bu çok daha vahim bir durumdur; dahası, uluslararası finans kuruluşları ve küresel tekellere bu bilgilerin sızdırılıyor olma ihtimali de öyle.

TÜİK’in hesaplamadığı daha doğrusu yayınlamadığı veriler arasında, TÜFE’nin çeşitli gelir kategorilerine (başta ücretliler kategorisine) göre ayrıca hesaplanmaması veya kamuoyuyla paylaşılmamasıdır. Aynı şey, gelir dağılımına göre ayrıştırılan nüfus kategorilerine göre (yüzde 20’lik hatta yüzde 10’luk dilimlere göre) TÜFE değerlerinin yayınlanmaması bakımından da geçerlidir. Bereket versin DİSK-AR, TÜİK verilerini kullanarak, gıda maddeleri enflasyonunu yüzde 20’lik nüfus/gelir dilimlerine göre hesaplamaktadır ve böylece tüketim sepetleri içinde gıda ürünlerinin farklı ağırlıklara sahip olduğu alt ve üst gelirli nüfus kategorilerinin maruz kaldıkları gıda enflasyonundaki bariz farklılıklar ortaya çıkabilmektedir.

Sendikalar açısından bu veriler Toplu İş Sözleşmeleri için olsun Asgari Ücret Tespit Komisyonu tartışmaları için olsun, mükemmel dayanak noktalarını oluşturabilir. İktidar yanlısı işçi ve memur konfederasyonlarının bunları gereğince kullanmıyor olmaları, keza TÜİK’e karşı hiçbir eylemli itiraz yöneltmemeleri, büyük sermayeye habire brifing veren ekonomi yönetimini sendikalara açıklama yapmaya zorlamamaları ayrı bir tartışma ve mücadele başlığıdır.

TÜİK’İN SİS PERDESİ ARALANINCA...

Değerli ekonomi gazetecisi Alaattin Aktaş’ın geçen hafta başında TÜİK TÜFE verilerini gruplandırılmamış maddeler bakımından en son açıklanan Nisan 2022 verilerinden türeterek bugüne kadar getirmesi büyük gazeticilik olayıydı ve geniş yankı uyandırdı. TÜİK yönetiminin suç işleme pahasına madde bazında fiyat istatistiklerini niçin yayınlamadığı da daha iyi anlaşılmış oldu. Ülkedeki "ortalama fiyatlar" aldatmacası altında TÜİK’in fiyat endekslerini ne ölçüde baskıladığı/eğip-büktüğü da ortaya çıkıverdi! O kadar ki, TÜİK erişilebilir durumdaki Nisan 2022 öncesindeki gruplandırılmamış madde verilerini de yayından kaldırıverdi!

Aslında TÜİK Başkanının bu vesileyle açıklama yapmaya zorlanması da iyi oldu. Bir yandan sis perdesini sürdürmeye çalışırken bir yandan da iki itiraf yapmış oldu: 

-Ücretlerin enflasyona etkisinin düşük olduğunu açıklaması (ki bunu TCMB’nin bir raporu da açığa vurmuştu); 

-Şirketlerin enflasyonist ortamı fırsat bilerek fahiş kârlara yönelmesi ve enflasyonu böylece körüklemesi (tekelci fiyatlamanın kâr itişli enflasyona neden olması olgusunu doğrulayan son zamanlarda yapılmış çeşitli akademik çalışma zaten vardı). 

TÜİK üzerinden geliştirilen bu savunma pozisyonu, sonuçta Şimşek "programının" gerekçelerini de çürütmüş olması bakımından kayda değerdi. Sermaye (TOBB Başkanı) üzerinden TÜİK Başkanına yöneltilen "toptancı anlayışla bütün şirketler suçlu ilan edilemez" biçimindeki salvolar da, enflasyonun bölüşüm ilişkileri bakımından oynadığı sınıfsal rolün adeta gözlere sokulması anlamındaydı.

Şimşek’in TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi toplantısında yaptığı sunum da uygulanan programa güven sağlanmasının sermaye katında bile iyice zorlaştığını göstermekteydi. Bu nedenle de bu toplantıda Şimşek, tam da parçası olduğu iktidarın eğitime dinci saldırısının dozunu iyice arttırdığı bir anda "son 20 yılda eğitimde sağlanan büyük başarıyla OECD ortalamasına yaklaşıldığından"; gelir dağılımını daha da bozan bir programı uygularken "gelir dağılımının bu programla düzeltileceğinden"; orta gelirli ülkeler düzeyinden yüksek gelirli ülkeler düzeyine çıkılacağından (bunun için AKP’nin ilk dönemlerinde olduğu gibi düşük değerli döviz kurları sayesinde dolar bazında büyümenin hormonlu bir sıçrama yapacağına güvenmesinden); enflasyonun da sanki herkesin bildiği gibi baz etkisi nedeniyle değil de kendi başarılarıymış gibi Temmuz’da yıllık yüzde 60’lar, Ağustos’ta yüzde 50’ler platosuna gerileyeceğinden dem vurarak bir güven gösterisi yapma ihtiyacı duyuyor!

SONUÇ: EN BÜYÜK TAHRİBAT

Tahrip edilen kurumlardan söz ettik ama kuşkusuz en büyük tahribat, toplumun ideolojik dönüştürülmesi alanında yapıldı. Dinci ideolojinin önünün açılması, buna karşılık Cumhuriyetin kurucu partisinin bile laiklik mücadelesini vermekten kaçındığı bir ortamın yaratılmasından daha büyük tahribat ne olabilirdi? Şimdilerde buna yeni bir tahribat ekleniyor: Gelir ve servet bölüşümünde giderek büyüyen eşitsizliğin yanında, adalet sisteminin sürekli adaletsizlik üreterek yarattığı büyük toplumsal çürüme. Her türlü yolsuzluğun/mafyalaşmanın hoş görüldüğü, kolay para kazanmanın meşrulaştırıldığı, geniş kitlelerin büyük bir muhtaçlık ve çaresizlik ilişkisi içine itildiği ve bütün bunların sıradanlaştırıldığı, sonuçta gençlerin gelecek umutlarının söndürüldüğü bir kirli düzen kurulmuş durumda. İşte asıl zorlu mücadele bu alanda verilecek.

(BİRGÜN)