18 Temmuz 2024 Perşembe

Cumhuriyet "KÖŞEBAŞI" - 18 Temmuz 2024 -

 

Bir mermiyle birçok kuş -Ergin Yıldızoğlu-

Trump’ı hedef alan başarısız suikast girişimi ABD’de ve hatta dünyada yoğun bir tartışma başlattı, komplo teorilerini canlandırdı. O tetikçinin tüfeğinden çıkan mermi Trump’ı teğet geçti ama birçok kuşu birden vurdu. 

‘SÜREÇ OLARAK FAŞİZM’ HIZLANDI

Trump’ın başkan yardımcısı olarak seçtiği J.D. Vance’ın “Biden kampanyasının temel önermesi, Başkan Donald Trump’ın ne pahasına olursa olsun durdurulması gereken otoriter bir faşist olduğudur. Bu söylem doğrudan Başkan Trump’a suikast girişimine yol açmıştır”  sözlerine bakınca, ilk vurulan kuşun antifaşist direniş olduğunu görebiliriz. Şimdi Trump önderliğinde ilerleyen “süreç olarak faşizmin” projesine ilişkin siyasi gerçekleri açıklamaya çalışanlar “terörizmi kışkırtma” suçlamalarıyla karşılaşacaklar.

İkinci vurulan kuş, Biden’ın kutuplaşmayı, karşı tarafa taviz vererek, kapsayıcı olmaya çalışarak azaltabileceğine inanan söylemiydi. Trump’ın, korumak için üzerine kapanan, güçlü kuvvetli gizli servis ajanları arasından sıyrılarak, kanlı yüzüyle, sıkılmış yumruğu havada “kavga, kavga” (fight, fight) diye bağırması tüm birleştirici çabaların boşuna olduğunu, ABD toplumundaki kutuplaşmanın tehlikeli bir noktaya doğru koştuğunu gösteriyordu.

Bir kuş da tabii, Biden’ın Trump’la yarışabileceğine ilişkin iddiaydı. Kısa bir süre Trump’a danışmanlık yapmış, Anthony Scaramucci’nin deyimiyle, Biden “adeta canlı bir kadavra” gibiyken, Trump, yumruğu havada, bayrak önünde, kendisini zapt etmeye çalışan ajanlara rağmen ayağa kalkabilecek güce, cesarete ve tutkuya sahip olduğunu gösterdi. O anı saptayan fotoğraf da dünya gazetecilik tarihine geçti. O fotoğraf seçim gününe kadar her gün, her an Trump’ın ne kadar canlı, Biden’ın ne kadar zayıf olduğunu kanıtlamak için kullanılacak.

Nihayet vurulan kuşlardan biri de genel olarak demokratik muhalefetin, zaten zayıf olan moraliydi. Biden’ın o tartışma fiyaskosundan sonra iyice zayıflayan,  “Trump’ı durdurabiliriz” inancı yerle bir oldu. Biden’ı gönderme çabaları hızlandı. Şimdi iç çatışmalar daha da keskinleşecek. Seçime Biden’la gidilse, gidene kadar kim bilir daha ne “fiyaskolar” yaşanacak ve seçmeni sandığa götürmek daha da zorlaşacak. Bu dinamik Trump’ın kazanmasını kolaylaştıracak. Kararsızların hızla Trump’a yönelmeye başladığı ileri sürülüyor.     

TRUMP SONRASI DA TAMAM

Bu, Trump’ın anayasal olarak (ayrıca, kazanırsa dönemini 82 yaşında bitirecek) katılabileceği son seçimler. Peki ondan sonra? Trump döneminde devlette ve toplumda, “Project 2025” doğrultusunda yaşanacak dönüşümleri, “faşistleşme” sürecini, Amerikan faşizmi MAGA hareketinin liderliğini, kim devralacak?

Trump’ın Ohio’dan senatör J.D. Vance’ı başkan yardımcısı olarak seçmesi bu sorulara anlamlı bir cevap veriyor. J.D. Vance 39 yaşında bir “hedge fon”  yöneticisi, Elon Musk, Peter Thiel gibi teknoloji-finans sektörü devlerinin desteğini alıyor. Daha önemlisi, Vance’ın büyük ilgi çeken ve Netflix tarafından uyarlanan “Hillbilly Elegy” (Türkçeye “Taşralının” ya da bir Trakya deyimiyle  “Ağmaçyalının Ağıdı” -GPT de Ağmaçyalı sözcüğünün daha uygun olduğunda benimle aynı fikirde- olarak çevrilebilir) adlı biyografik romanının gösterdiği gibi Vance, faşist hareketin destekçisi beyaz/Hıristiyan işçi sınıfın, kır/küçük kasaba “alt sınıflarının” kültürüne, siyasi duyarlılıklarının ideolojisine, işsizlik, yoksulluk, tecrit edilmişlik, uyuşturucu bağımlılığı (Fentanyl) krizi gibi sorunlarının içinden gelerek yükselmiş biri. MAGA hareketi içinde çok saygı gören bir “faşist entelektüel”. J.D. Vance, Heritage Foundation tarafından Trump döneminde devlette yapılacak dönüşümleri hazırlayan “Project 2025”i destekliyor. Vance, “İşçi Partisi yönetiminde İngiltere’nin nükleer silahlara sahip ilk İslamist devlet olacak” diyebilecek kadar fanatik bir faşist.

Ve Vance, “Sezar’ın diktatörlüğünden önceki döneme atıfta bulunarak ABD’nin Roma İmparatorluğu gibi bir ‘geç cumhuriyet’ döneminde” olduğuna inanıyor”... “Buna karşı koyacaksak, oldukça çılgın ve sıradışı olmamız, şu anda birçok muhafazakârın rahatsız olacağı bir yöne gitmemiz gerekecek” diyor (Washington Post). Belli ki Vance, Trump’a bakınca Mussolini’yi görüyor. Ve böylece, “Project 2025” fiilen başlamış oluyor.

Fransa: İyi haber-kötü haber -Ergin Yıldızoğlu-

Önce iyi haber: Faşist Marine Le Pen’in Ulusal Toparlanma (UT) partisi beklediği oyu alamadı. Yeni Halk Cephesi (YHC) seçimden zaferle çıktı. Kötü haber: UT sandalye sayısını 2022’ye kıyasla yüzde 60 artırdı. Fransa hâlâ “dehşet verici bir şeyin eşiğinde”.

GÜNDEM: YÖNETİM KRİZİ

Seçim sonuçları, hiçbir ittifakın çoğunluğu elde edemediği bir meclis ortaya çıkardı. Fransa Boyun Eğmez (FBE) partisi önderliğindeki YHC, (Sosyalistler, Yeşiller ve Komünistler) 182 sandalye kazandı. Macron’un merkezci  “Birlikte”   ittifakı 168 sandalye ile takip ediyor ve UT’nin ise tek başına 143 sandalyesi var. Cumhuriyetçiler ise 60 sandalye kazandı.

Bu parçalanmışlık içinde istikrarlı bir hükümet kurmak olanaksız. Yakın gelecekte ya dengesiz bir koalisyon hükümeti ya da teknokratik bir yönetim olasılığı yüksek. Fransa savaş sonrası Dördüncü Cumhuriyet’in istikrarsızlık dönemine geri dönmüş gibi görünüyor.

Le Pen’in UT’si, en büyük parlamento bloku olamadı ama iskemle sayısını 89’dan 143’e yükseltti. Bu yükseliş, Fransız toplumundaki derin bölünmeyi, UT’nin çok ciddi bir tehlike olmaya devam ettiğini gösteriyor.

YHC’nin zaferi, faşizmi durdurma şansına, yalnızca bir sol birliğin sahip olduğunu gösterdi. Ancak bu henüz çok kırılgan bir birlik. FBE ile ortakları, sosyalistler, yeşiller ve komünistler arasında ciddi ideolojik farklılıklar var. Bu durum, hükmet kurma ve yönetme konusunda önemli, bir engel oluşturuyor. Ayrıca YHC’nin Macron’un emeklilik reformlarını geri alma, asgari ücreti artırma ve servet vergisini yeniden getirme gibi politika önerileri, egemen sermayeyi endişelendiriyor. Bu endişeler (ve tabii şantaj yapma çabaları) sermaye kaçışını tetikleyebilir. Bu koşullarda YHC programında ısrar ederse, daha fazla ekonomik siyasi  istikrarsızlık riskiyle, özellikle ekonomik konularda taviz vermeye başlarsa da dağılma ve halk sınıflarının desteğini kaybetme riskiyle karşı karşıya kalır. Uzun sürecek siyasi müzakereler ve teknokratik hükümet olasılığı büyük sermayenin hesaplarını aksatabilir ve ekonomik büyümeyi yavaşlatabilir, sadece Fransa’yı değil, daha geniş Euro Bölgesi’ni de etkileyebilir.

YA ‘ULUSAL TOPARLANMA’ ANA MUHALEFET OLURSA?

Bu istikrarsızlık ortamında, ekonomik kriz derinleşirken Le Pen’in artan parlamenter varlığı, hükümeti zorlayacak güçlü bir platform sağlar, bu da meclisin politik yaşamında potansiyel olarak istikrarsızlık yaratabilir. Ana muhalefeti UT temsil etmeye başlarsa, “yerlici”“yabancı düşmanı”, göçmenlik tartışmaları, Ukrayna gibi jeopolitik konulardaki ayrılıklar derinleşir ve “süreç olarak faşizm” içinde kaçınılmaz olarak faşist-antifaşist çatışması, kesin bir karar anına doğru daha da sertleştir. 

Bu sertleşme ortamında, UT’nin basıncı, YHC karşısında, ana akım partileri kilit konularda daha sağ, uzlaşmaz pozisyonlar almaya zorlayabilir, böylece genel siyasi dengeleri daha da sağa kaydırabilir. Bu senaryo, Fransız siyasetinde kutuplaşmayı derinleştirir, etkili yönetim için gerekli olan geniş tabanlı koalisyonların oluşmasını zorlaştırır.

BİR HALK CEPHESİ HÜKÜMETİ

Zaferine rağmen, YHC hükümet kurma konusunda zorlu bir görevle karşı karşıya. Koalisyonun içindeki bölünmeler, Mélenchon’un liderlik tarzı, potansiyel ortaklarla yapılan müzakereleri zorlaştırıyor. YHC, başbakanlığı güvence altına almayı başarsa bile, küçük bir çoğunlukla veya azınlık hükümeti ile yönetmek, sürekli müzakere, uzlaşma gerektirecek, bu da YHC’yi tatsız tavizler vermeye zorlayacak. Kültür endüstrisinin, güvenlik ve devlet bürokrasisinin YHC’nin sosyal politikalarına direnci ve bu direncin alacağı biçimler kritik öneme sahip olacak. Kapitalist devletin sınıfsal özelliklerini unutanlar, bu unutkanlığın faturasını eninde sonunda öderler.

Evet, seçim sonuçları faşizmin, bir hükümet kurarak devleri şekillendirmeye başlamasını engelledi. Ancak gündemde ekonomik etkiler yaratacak siyasi istikrarsızlıklar var. İş dünyasının tepkisi, ülkenin ekonomik geleceğini şekillendirmede önemli olacak, sermaye kaçışı ihtimali ise büyük bir tehdit oluşturuyor. Fransa bu çalkantılı zamanlarda yol alırken demokratik kurumlarının dayanıklılığı ve sol hareketin direnme gücü her zamankinden daha fazla sınanacak. Fransa hâlâ “dehşet verici bir şeyin eşiğinde”.(11/07/2024)

                                                                             /././

Trump’a ‘uzun savaş’ kurşunu - Mehmet Ali Güller-

Çağımız ne yazık ki kavramların altüst edildiği, anlamlarının boşaltıldığı ve olgunun algıyla perdelenmeye çalışıldığı bir çağ. Bunun bir örneği ABD seçiminde yaşanıyor. Biden ile Trump’ın seçim yarışı, demokrasi ile faşizmin mücadelesi diye sunuluyor. Trump’ın adaylığı Amerikan demokrasisine tehdit olarak görülüyor. 

Amerikan demokrasisinin ne derece demokrasi olduğu zaten ayrı konu. Ancak Biden’ı demokrat, Trump’ı faşist yapan ne?

Amerikan mali sermayesinin, askeri endüstrisinin, enerji şirketlerinin çıkarları için Ukrayna’da son Ukraynalı kalana kadar “uzun savaş” isteyen Biden demokrat ama Ukrayna’da savaşa karşı olan Trump faşist, öyle mi?  Uluslararası hukuku ve kurallı düzeni ayakları altına alarak Rusya’nın 300 milyar dolarına çöken Biden demokrat ama Rusya’ya yaptırıma karşı çıkan Trump faşist, öyle mi? (İkisi de emperyalist ABD’nin başkanıdır nihayetinde!)

BRÜKSEL’DEN BUDAPEŞTE’YE YAPTIRIM 

Benzer durum Macaristan Başbakanı Viktor Orban için de geçerli. Orban da ülkesinin AB dönem başkanlığını alır almaz, Avrupa için büyük bir tehdit olan Ukrayna-Rusya savaşını durdurmaya soyundu. 10 günde Ukrayna, Rusya, Çin ve ABD’de barış turu yaptı; Zelenski, Putin, Şi Cinping ve Trump’la barışı konuştu.

Ama Atlantik medyasına göre Avrupa için barış arayan Orban faşist, ABD’nin arkasına vagon gibi dizilerek kıtayı ateşe atan Avrupa liderleri ise demokrat, öyle mi?

Avrupa’nın Atlantikçi liderleri Orban’a kazan kaldırmış durumdalar: 

- 63 Avrupa Parlamentosu milletvekili, Macaristan’ın AB’deki oy hakkının elinden alınmasını talep etti.

- AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, Orban’ın Avrupa’nın kararlılığını baltaladığını savundu. 

- AB Konseyi Başkanı Charles Michel“AB dönem başkanlığının AB adına Rusya ile temas kurma yetkisi yoktur” dedi. 

- AB Dış ilişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell“Macaristan başbakanının hiçbir şekilde AB’yi temsil etmediğini” iddia etti. 

- AB Komisyonu, AB üyesi Macaristan’a yaptırım uyguladı.

- AB hükümetleri, Macaristan’daki bakanlık toplantısına bakan yerine devlet memuru gönderdi.

ORBAN’IN ÜÇ ÖNERİSİ

Oysa Ukrayna’daki savaşın bitmesi Ukrayna’nın da Avrupa’nın da çıkarına. Ama ABD mali sermayesinin, askeri endüstrisinin, enerji şirketlerinin çıkarlarına değil!

Washington, bu çıkarların gereği olarak adım adım, zorlaya zorlaya Berlin’i Paris’i, Brüksel’i kendi stratejisine eklemledi ve şimdi bu başkentler Avrupa’nın çıkarını savunan Orban’a karşı ABD’nin çıkarının tetikçiliğini yapıyorlar!

Orban’ın temaslarının ardından Avrupalı liderlere gönderdiği mektup gerçeği çırılçıplak ortaya koyuyor. Washington-Brüksel hattında olgu algıyla ne kadar eğilip bükülmeye çalışılsa da bükülemiyor. İşte barış misyonuna soyunan Orban’ın mektubundaki üç öneri:

1) “NATO adına Avrupa stratejimiz, ABD’nin savaş yanlısı politikasını kopyaladı. Bugüne kadar egemen ve bağımsız bir Avrupa stratejimiz ya da siyasi eylem planımız olmadı. Bu politikanın devamının, gelecek için mantıklı olup olmadığının tartışılmasını öneriyorum.”

2) “Kiev ile üst düzey temasları sürdürürken Moskova ile doğrudan diplomatik iletişim hatlarının yeniden açılmasını öneriyorum.”

3) Çin ile bir sonraki barış konferansının detayları üzerine görüşmeler yapılmasını öneriyorum.”

BARIŞ ARAYIŞINA KURŞUN

Ve asıl önemlisi de şu: Trump’la görüşmesinden edindiği izlenimi bir mektupla Avrupalı liderlere aktaran Orban açık açık belirtiyor: Trump, seçim zaferinin hemen ardından, resmen göreve başlamayı bile beklemeden Ukrayna’da barış için arabulucu olarak hareket etmeye hazır.”

İşte Trump’a 13 Temmuz 2024’te sıkılan kurşunun önemli bir nedeni de bu. O kurşun Amerikan egemen sınıfı içindeki 2008 kriziyle birlikte derinleşmeye başlayan çelişmenin, artık uzlaşmazlığa evrildiğinin işaretidir.

Trump seçildiğinde iddia ettiği gibi hızla Ukrayna’ya barış getirebilir mi getiremez mi göreceğiz. Zira uzlaşmaz çelişkiler nedeniyle, namluya yeni mermiler sürülebilir!

Ama mesele şudur: Son tahlilde Türkiye için de stratejik özerklik ve bağımsızlık arayan Avrupa için de Ukraynalılar için de dünya için de asıl önemli olan bu savaşın bir an önce bitmesidir. Üstelik Trump’ın bu bitişi “Asıl hedefimize yani Çin’e yönelelim” diye istemesine rağmen!

Erdoğan’ın NATO’da Gazze başarısızlığı -Mehmet Ali Güller-

Cumhurbaşkanı Erdoğan, beş uçak ve geniş heyetiyle Washington’a giderken şöyle diyordu: “NATO liderler zirvesinde Gazze’de Filistin halkına yönelik katliamları gündeme taşıyacağız.” (AA, 9.7.2024).

Sonuç mu? Elbette ABD’nin patronu olduğu NATO’da bu mümkün değildi. Nitekim açıklanan 38 maddelik sonuç bildirgesinde ne İsrail’in İ’si ne Filistin’in F’si ne de Gazze’nin G’si vardı. 

38. maddenin sonunda 2026 zirvesinin Türkiye’de yapılacağı yazılıydı. Demek ki AK-medya için yine de bir “başarı öyküsü” haberi vardı! Bir de Erdoğan’ın açığı kapatmak için zirve sonrasında yaptığı basın toplantısında söyledikleri. Örneğin “İsrail’i Lahey Adalet Divanı’na Güney Afrika ile şikâyet ettik” diyordu, oysa şikâyet eden tek başına Güney Afrika’ydı ve AKP aylar sonra davaya müdahil olma kararı almıştı. Örneğin, “İsrail yönetiminin NATO’yla ortaklık ilişkisini sürdürmesi mümkün değildir” diyordu, oysa İsrail’in NATO ortaklığında Ankara’nın onayı vardı, İsrail’in NATO’yla işbirliği mekanizmalarına katılmasında AKP’nin oluru vardı! 

ABD FERMANIYLA HAREKET EDEN ÖRGÜT

Türkiye’nin NATO içinde ne kadar “değerli” olduğunu propaganda eden renk renk düzen siyasetçileri, Türkiye’nin NATO’da ne denli etkili olduğunu “pazarlayan” bıyıksız ve badem bıyıklı diplomatlar, Türkiye’nin NATO’da ABD’yi dengelediğini “savunan” liberal ve siyasal İslamcı akademisyenler, NATO üyelerinin eşit olmadığını, ABD’nin NATO’nun patronu olduğunu, ABD’nin tek oyunun diğer tüm üye ülkelerin oylarının toplamından daha ağır olduğunu anlamışlar mıdır sizce? 

Elbette gerçeği onlar da biliyor ama NATO’nun propagandasını, pazarlamasını ve savunmasını yapmak en temel işleri. O nedenle Türk milletine yalan söylemeyi sürdürecekler.

Tabii istisnalar da var. Örneğin AKP’li Mehmet Metiner o gerçeği çırılçıplak ortaya koydu: “NATO ABD’nin silahlı sopasıdır. ABD başkanları ne ferman buyurursa ona göre hareket eden askeri ittifakın adıdır. Gerisi kamuflajdır. Hatta kandırmacadır.” (Yeni Şafak, 12.7.2024). Kuşkusuz  Metiner’in partisi o kamuflajı ve aldatmacayı en çok yapan partidir.

‘NATO TEHDİT AMA YİNE DE NATO’DA OLMALIYIZ’ YANLIŞI

Metiner’in yazısının asıl üzerinde durulması gereken kısmı ise şöyle: “NATO dünya barışını asıl tehdit eden bir ABD silahlı aparatıdır. Türkiye’nin başkaca şansı olmadığı için bulunmak mecburiyetinde olduğu bu askeri ittifak son kertede Türkiye’nin de ulusal güvenliği ve toprak bütünlüğü açısından bir tehdit unsurudur. Rusya’ya ve Çin’e boyun eğdirebilirlerse bütün dünya ABD imparatorluğunun siyasi, ekonomik ve askeri anlamda sömürgesine dönüşecektir.”

Öncelikle şunu belirtelim: ABD’nin Rusya ve Çin’e boyun eğdirebilmesi mümkün değil. Tersine hegemonyası zayıflayan ABD, boyun eğdirebilmenin değil, mevcut düzenini “kendi bölgesinde” koruyabilmenin stratejisini izliyor. 

Ve gelelim tartışılması gereken noktaya: Evet, Metiner haklı, bu gerçeğe gözler kapatılsa da, son kertede NATO Türkiye’nin ulusal güvenliği ve toprak bütünlüğü açısından tehdittir. Ancak Metiner “Türkiye başka şansı olmadığı için NATO’da bulunmak zorunda” görüşünde ise büyük yanlış içerisindedir. Öyle ki bu yanlış, yazısındaki tüm doğruları götürecek önemdedir. 

BAŞKA ŞANS ELBETTE VAR

Tersine, Türkiye’nin başka şansı var, Türkiye NATO’da olmak zorunda değil. Hele de 38 maddeli sonuç bildirgesinden sonra NATO’da olmak Türkiye için artık daha büyük bir yüktür. Çünkü NATO’nun Washington’daki bu son zirvesinden çıkan temel sonuç şudur: ABD, NATO’daki müttefiklerini Rusya ve Çin’e karşı cepheye sürmeye çalışıyor. 

“Başka şansı olmadığı için NATO’da bulunmak zorunda” olduğunu iddia ettikleri Türkiye’nin ABD tarafından Rusya ve Çin’e karşı pozisyon almaya zorlanması, Ankara’nın intiharı olur!

II. Dünya Savaşı’nın ardından “Başka şans yok” söylemiyle izlenen Atlantikçilik siyaseti dün de yanlıştı çünkü Türkiye’nin “bağlantısızlık” gibi başka bir şansı vardı. “Başka şans yok, NATO’dan çıkamayız” söylemi bugün daha da yanlıştır; çünkü yine “bağlantısızlık” var, hele de “çok kutupluluk” şartlarında geniş manevra alanları var, “NATO’daki gibi fiilen egemenliğinizi devretmek zorunda kalmadan” siyasi ve ekonomik ortaklıklar kurabileceğiniz platformlar var, Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) var, BRICS var, yükselen Asya var, bölgesel birlik olanakları var.

Yeter ki “NATO göz bağı” çıkarılabilsin!  (13/07/2024)

                                                       /././

Tampon bölge hayalinden tampon tedaviye geçiş -Miyase İlknur-

ABD’de NATO’nun 75’inci yıl zirvesine beş uçak filosu ile giden Cumhurbaşkanı  Erdoğan, burada düzenlediği basın toplantısında Suriye Devlet Başkanı Esad’a  “Aramızdaki kırgınlığı aşalım” çağrısında bulundu.

Geçtiğimiz günlerde Esad’ın “Türkiye ile görüşmeye kapalı değiliz” açıklaması belli ki Erdoğan’ı iyiden iyiye umutlandırmış. Öyle ya çok değil, daha bir yıl önce  “Erdoğan’la neden görüşelim meşrubat içmek için mi” diyen ve görüşmek için şartlar koşan Esad, şimdi görüşmeye kapalı olmadığı mesajını veriyordu. Esad’ın bu ani dönüşü Erdoğan’la tatil yaptığı günleri özlediği için yapmadı elbet. Önümüzdeki günlerde bölgenin daha da karışması, İsrail’in Hizbullah bahanesi ile Lübnan’a saldırmasının ardından sıranın kendi ülkesine geleceğini Esad görüyor.

Aslında “Arap Baharı” adı altında bölge ülkelerinin yeniden dizayn edilmeye çalışıldığı günlerde de görüyordu. Görmeyen Erdoğan ve Suriye politikasını şekillendirdiği dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile MİT Müsteşarı  Hakan Fidan’dı.

Bu üçlü bir o günlerde bir hayal dünyasında gezindiğinden başlarına gelecek tehlikeleri görecek durumda değildi. ABD dışişleri bakanı, “Suriye’ye müdahale edebiliriz” sinyali verince Türkiye, Libya’daki gibi geç kalma endişesiyle öne atıldı.

İÇ SAVAŞ ÇIKMADAN KAMPLAR KURULDU

BM ya da NATO’nun müdahalesini çabuklaştırmak için sığınmacılar sınırlarını alabildiğine açtı. Öyle ki daha Suriye’de iç savaş başlamadan Antakya’da mülteci kampları çoktan kurulmuştu. Beşşar Esad, 2010’de Utku Çakırözer’le söyleşisinde “Türkiye daha mülteciler gelmeden sınırdaki illere kamp kurdu. Merak ediyorum, nasıl oldu da bildiler mülteci geleceğini?” sözleriyle bu konuya dikkat çekiyordu.

Askeri müdahale olmayacağını anlayınca bu kez de tampon bölge hayaline kapılan Erdoğan yönetimi, ne kadar çok sığınmacı kabul ederse tampon bölgenin kurulmasını çabuklaştıracağını sandı. Sığınmacıların da canına minnet. Çatışmanın olmadığı bölgelerden bile milyonlar akın akın Türkiye’ye geldi. 

Esad’ın bir an önce devrilmesi için açık sınır politikasının gelecekte başına ne işler açacağını hesaplamadı. Dünyanın dört bir yanından gelen cihatçıların ara istasyonunun Türkiye olması onları hiç kaygılandırmadı. Sınırları kapatınca bu kez öfkeye kapılan IŞİD, Türkiye’yi kana buladı.

PKK İLE DAVUTOĞLU AYNI GÖRÜŞTE

IŞİD’le ne tür bir örtülü anlaşmamız varsa bu örgütle mücadele için kurulan Uluslararası Cephe’ye katılmayı bile reddetti. Sonuç; ABD bu işi PKK’ye ihale etti. Karşılığında da güneyimizde bir kantonluk kurma imtiyazı elde etti. Zaten Davutoğlu da o günlerde “Türkiye Sykes-Picot haritalarının bekçisi değildir” dememiş miydi? PKK de bunun gereğini yaptı. Erdoğan’ın saplantılı Suriye politikası sayesinde içeride 10 milyon sığınmacı, güneyde devletleşme adımı atan ABD destekli PKK devletçiği.

Bir yandan güneyimizdeki YPG’nin kurduğu kantonluğunun özerklik çalışmaları, bir yandan sığınmacılara duyulan öfkenin AKP’ye yönelmesi nedeniyle Erdoğan zorda. O nedenle Esad’la barışmak istiyor. Bu kez de İdlib’de koruma altına aldığı cihatçılarla başı dertte. Şimdilik İdlib’de ayaklandılar. Esad’la anlaşma olursa IŞİD gibi Türkiye’yi kana bulamaları kuvvetle muhtemel.

Esad’la buluşunca sığınmacıların geri döneceğini sanmak ham bir hayal. Nereye gidecekler ev yok, iş yok, altyapı yok. Esad’a “Bunlara ev yap, iş bul” diyecek hali de yok. Onu demesi halinde Esad da “Evlerini kim yıktıysa, onları kim kışkırttıysa o yapsın” derse ne olacak?

Erdoğan’ın sadece Esad’la görüşmesi içerinin gazını almaktan öte hiçbir işe yaramayacak. Türkiye’nin Suriye politikasının özeti Anadolu’da yaygın olan şu tekerlemede saklı:

“Tamah ettim mala/ Kızı verdim lala/ Lal öldü/ Kız kaldı başıma bela.”

                                                    /././

‘Öğretmen Akademisi’ dayatması -Mustafa Gazalcı-

AKP iktidarı bir oldubittiyle 2022’de yasalaştırdığı Diyanet Akademisi’nden sonra kendine göre öğretmen yetiştirmek için “Öğretmen Akademisi” kurmayı dayatıyor. Bu amaçla öğretmen sendikaları ve kuruluşlarının karşı çıktığı, demokratik eylemlerle sesini yükselttiği “Öğretmenlik Meslek Yasası”nı TBMM’ye gönderdi.

Bilindiği gibi bundan önceki Milli Eğitim Bakanı Mahmut Özer döneminde yine öğretmenlere danışılmadan, 2022’de “Öğretmenler Meslek Yasası” çıkarılmıştı. Öğretmenleri kariyer basamaklarına ayıran bu düzenlemenin kimi maddelerini Anayasa Mahkemesi, 13.07.2023’te iptal etti. Şimdi yeniden öğretmenlere sözde yeni haklar tanınıyormuş gibi 39 maddelik yeni bir meslek yasa önerisi hazırlanıyor. Bu öneride de yine öğretmenleri bölen kariyer basamakları korunuyor. (Md: 20)

ÖZGÜR KUŞAKLAR  

Milli Eğitim Bakanlığı, laik Cumhuriyeti, bilimsel eğitimi yok sayan “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” adıyla yürürlüğe soktuğu tartışmalı eğitim programından sonra sanki o programı uygulayacak öğretmen yetiştirmek için yeni bir meslek yasa önerisi hazırlıyor. O öneriyle “Öğretmen Akademisi” kuruluyor.

Akademi kurma, öğretmenlerin çağdaş sendikalaşma haklarını engellemek için Avni Akyol’dan bu yana dillendirilen, sağ iktidarların bir özlemidir.

Bundan 176 yıl önce 16 Mart 1848’de ilk öğretmen okulu açılarak öğretmenlik meslek olarak kabul edilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar başta Atatürk olmak üzere özellikle Mustafa Necati döneminde öğretmen mesleğine büyük önem vermişler, onların özgür kuşaklar yetiştirmesi için toplumsal saygınlığını sağlamışlardır. Onlar da Cahit Külebi’nin dediği gibi “düşe kalka” da olsa kara gökleri aydınlatmışlar, “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” yani “tepeden tırnağa özgür” kuşaklar yetiştirmeye çalışmışlardır. 

Günümüzde öğretmen, üniversitelerin eğitim fakültelerinde yetiştirilmektedir. İktidar, Milli Eğitim Bakanlığı ile TBMM’ye sunduğu Öğretmenlik Meslek Yasa önerisiyle eğitim fakültelerinin verdiği öğretmenlik diplomasını, eğitimini yok saymaktadır. Yıllar sonra sanki siz öğretmen yetiştiremiyorsunuz, asıl öğretmeni ben yetiştireceğim, der gibidir.  

Zaten yüz binlerce atanmayan öğretmen varken taslakla yeni elemeler ve ölçütlerle bırakın yeni haklar vermeyi tam tersine meslek yaralanmaktadır.

Sözde, mesleğe hazırlamak için kurulacak akademide kuramsal ve uygulamalı bir eğitim öngörülüyor. Öğretmenlik mesleğinin gelişimi için meslek içi eğitim verilebilir. Bunun için ayrıcalıklı akademi kurmaya gerek yoktur. 

Öğretmen statüsü ilkeleri

Eğitim fakülteleri arasında eşgüdüm sağlanabilir, nitelik artırma için önlemler getirilebilir. Bu fakültelerin tümünün bağlı olduğu “Eğitim ya da Öğretmen Üniversitesi” kurulabilir. İktidarların güdümünde hele AKP gibi sicili belli bir iktidara bağlı akademi yarardan çok mesleğe zarar verir.

Tasarı öğretmenlere yeni haklar vermekten çok onlara disiplin ve cezalar öngören, bunları artıran maddelerle dolu. Tasarı, öğretmenleri potansiyel suçlu gibi görüyor, kolayca meslekten çıkarmayı amaçlıyor. 

Eğer iktidar gerçekten öğretmen haklarını geliştirmek istiyorsa UNESCO ve İLO’nun ortaklaşa 5 Ekim 1967’de kabul ettiği, Türkiye’nin de altına imza attığı, kabul edildiği günün, bütün ileri, çağdaş ülkelerde Dünya Öğretmenler Günü olarak kutlandığı, “Öğretmenlik Statüsü Tavsiyesi” ilkelerini yaşama geçirmelidir.

16 Haziran 2024’te “Dünyanın hiçbir yerinde bu kadar büyük bir öğretmen kitlesi kamu tarafından fonlandırılmıyor” diyerek öğretmenlere adeta savaş açan Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in mesleğe vereceği en küçük bir iyileştirme olamaz.

                                                    /././

Çözümsüz oyalama taktiği -Öztin Akgüç-

AKP’nin genel taktiği, dikkatleri ayrıntılar üzerinde yoğunlaştırmak, uzlaşı yapılıyormuş, kamunun tepki ve istekleri göz önüne alınıyormuş izlenimi yaratarak asıl sorunu, amacı perdelemek, gizlemektir. Bu taktik, enflasyon, vergi paketi konusunda izleniyor.

Sorun çözülmek isteniyorsa, öncelikle sorunun neden/nedenlerine doğru tanı koymak, ayrıntılarla ana neden arasında ayrım yapmak, amacı belirtmek gerekir.

Sorunların ana kaynağı, 24 Ocak 1980 Kararları ile getirilen düzen, izlenen politikalar, yönetim anlayışıdır. Tartışılan, dikkatler çekilmeye çalışılan konular, ana neden yanında ayrıntı dahi değildir. Vergi alınmasında amaç, kamusal malları üretmek, kamu harcamalarını karşılayabilmek için gerekli kaynağı sağlamak, gelir bölüşümünü yeniden düzenlemek, ekonomik istikrarı, dengeyi sağlamaktır. Tartışmalar, öneriler, vergi paketi bu açılardan değerlendirilmelidir.

24 Ocak Kararları ile serbet pazar ekonomisi sloganı altında kamuyu mülksüzleştirme, özelleştirme, yabancı sermayeyi teşvik, yerli özsermayeye destek, uluslararası finansal piyasalara eklemlenme, vergi yerine borçlanma hedeflenmiştir.

Türkiye, 24 Ocak Kararları sonrası, özelleştirme, teşvik, kamu ihaleleri, yap işlet devret (YİO) daha süslü ifadeyle kamu-özel işbirliği (KÖİ), tutarsız kur ve faiz politikaları uygulamalarıyla soyuldu, soyduruldu.

24 Ocak Kararları alındığında Türkiye’nin dış borcu 15 milyar USD bütçede faiz giderlerinin gelirlere oranı yüzde 3 düzeyinde idi. Günümüzde dış borç 500 milyar ABD Doları’na ulaşmış, OVP’ye göre merkezi yönetimin faiz giderlerinin bütçe gelirlere oranı yüzde 15’e yükselmiştir. 7 trilyon TL’yi aşkın olan iç borç stokunun bütçe açığı nedeniyle yıl sonunda 9 trilyon TL’yi aşması beklenmektedir. Ortada kazanç, varlık olarak sadece övünme var. Yüksek enflasyon, işsizlik, büyüyen bütçe, dış ticaret, cari işlemler açıkları, giderek derinleşen yoksulluk, her olumlu göstergede dünya ekonomisinde gerileyiş, düzeltmenin vergi paketi ile sözde tasarruf tedbirleriyle sağlanması olanağı da yoktur. Ancak 24 Ocak Kararlarını silecek, köklü tedbirlere, değişime gereksinim vardır.

Yeni vergiler, vergi oranlarını artırmak yerine mevcut vergilerde tahsilat oranını yükseltmek, kamu gelirlerini savurganca, keyfi kullanmamak, daha etkili olur. Bu bağlamda: 

* Gelir ve kurumlar vergilerinde vergi istisnaları kaldırılmalıdır. İstisnalar, vergi delikleri açmakta, delikler zamanla genişlemekte, vergi kayıpları olmakta, vergi tahsilatı azalmaktadır.

* Vergi aflar, vergi silmeleri, şeffaf hale getirilmeli azaltılmalıdır.

* Servet beyanı, bir vergi güvenlik önlemi olarak yeniden sisteme alınmalıdır. Servet beyanı, servet vergisi değil, beyanı kontrol, inceleme aracıdır. Servet beyanı da Özal döneminde kaldırılmış, bir vergi güvenlik uygulamasına son verilmiş, vergiden kaçınma, vergi kaybı artmıştır.

* Yabancı sermaye ve özel kesim teşvikine son verilmelidir. Teşvik, istihdam yaratılsın, döviz kazancı, tasarruf sağlanarak dış ticaret, cari işlemler açıkları kapansın katma değer yaratılarak büyüme hızlansın diye verilir. Elli yıllık uygulama ile amaçlar gerçekleşmez, gelir kaybı artmış, gelir dağılımı daha da bozulmuş, kaynaklar israf edilmiş, bürokraside etik olmayan uygulamalar, haksız zenginleşmeler artmıştır.

* Vakıf ve cemiyetlere bütçeden kaynak aktarılmamalıdır. Vakıf kurmakta amaç, kamuya eğitim, sağlık, sanat konularında katkıda bulunmak olmasına karşın AKP döneminde yandaş vakıflar kamu kaynakları ile beslenmiş, sömürülmüştür. Vakıf, kamuya yük olmuştur. 

* İtibar harcamları sonlandırılmalıdır. Harcama ile itibar sağlanamaz. Oyalama değil, kesin, etkili önlem gerekir.

                                                         /././

Lozan, maden-petrol -Sinan Meydan-

“Maden işleri yeni bir açılma devresindedir. Maden mühendislerimizi, ihtiyaca yeter sayı ve değerde yetiştirmeye önem vermek gerekir. Kömür havzasının rasyonel işletmesi için tedbirler aramak da lazımdır. Maden işletmesi gelişme halindedir. Madenlerimiz bizim başlıca döviz kaynağımız olduğu için de yüksek dikkati çekmeye değerdir. MTA’nın çalışmalarına azami inkişaf vermesini ve bulunan madenlerin planlı şekilde hemen işletmeye alınması lazımdır. Elde bulunan madenler için üç yıllık bir plan yapılmalıdır.”  (Mustafa Kemal Atatürk, 1935)

Türkiye’de en popüler Lozan yalanlarından biri, “Lozan Barış Antlaşması nedeniyle petrollerimizi, madenlerimizi çıkaramıyoruz! 2023’te Lozan Barış Antlaşması bitecek, biz de petrollerimizi, madenlerimizi çıkaracağız!” şeklindedir. 143 maddelik Lozan Barış Antlaşması’nda, antlaşmanın eklerinde, protokollerinde ve mektuplarında bu yönde hiçbir madde ve konferansta verilmiş hiç bir söz yoktur. Tam tersine, Lozan Barış Antlaşması’nda kapitülasyonlar kaldırıldığı için ve yabancı şirketlere yeni ayrıcalıklar verilmediği için Türkiye madenlerini istediği gibi işletme hakkına sahip olabilmiştir. Bu sayede Türkiye, 1924’ten itibaren milli maden, petrol politikası belirleyebilmiştir. 

OSMANLI’NIN MADEN POLİTİKASI

1861 Maden Nizamnamesi ile ilk defa yabancılar hissedar olarak Osmanlı’da maden imtiyazı alma hakkına sahip oldular. (1861 Maden Nizamnamesi, madde 13) Osmanlı, 1867’de yabancılara toprak satın alma izni verdi. Bu süreçte yabancılara Osmanlı topraklarında maden arama izni de verildi. 1869 Maden Nizamnamesi ile de yabancılara doğrudan maden ihalelerine girme hakkı verildi. Ayrıca maden imtiyaz hakkının diğer mal ve eşyalar gibi başkalarına satılabilmesine veya miras bırakılabilmesine de olanak tanındı. 

1869 ve 1887 maden nizamnamelerine göre yerli yabancı pek çok kişi tek başına veya ortaklık kurarak Osmanlı’dan maden işletme imtiyazı aldı. Vedat Eldem’in ifadesiyle Osmanlı’da “madenlerin büyük çoğunluğu yabancı sermayenin elinde idi.” Osmanlı, 1870-1899 arasında 144 maden imtiyazı, 1900-1911 arasında ise 138 maden imtiyazı verdi. Bu maden imtiyazlarının büyük bir bölümü yabancılara verildi. Örneğin Osmanlı’da Sultançay borakslarını İngiliz-Amerikan Borax Company Limited, Balya ve Karaaydın’daki simli kurşun ve linyiti Fransız Balya-Karaaydın Şirketi, Ereğli’deki maden kömürünü Fransız Ereğli Maden Şirketi, Kozlu’daki maden kömürünü İtalyan-Yunan sermayeli Közlü Kömür Maden Şirketi işletti. 19. yüzyılda, Osmanlı madenlerini işletecek şirketlere 99 yıl ile 15 yıl arasında işletme imtiyazları verildi. 1870-1899 yılları arasındaki maden imtiyazlarının yüzde 80’e yakını 99 yıllıktı. 

CUMHURİYET’İN MADEN POLİTİKASI

Türkiye, Lozan’da kapitülasyonları kaldırıp yabancı şirketlere yeni ayrıcalıklar vermediği için bir milli maden, petrol politikası belirleyebildi. Bu kapsamda; 

18 Mart 1924’te yürürlüğe giren 442 sayılı Köy Kanunu’nun 87’nci maddesindeki,  “Türkiye Cumhuriyeti tabiyetinde bulunmayan gerek şahıslar ve gerek şahıs hükmünde olan cemiyet ve şirketlerin (eşhası hususiye ve hükmiye) köylerde arazi ve emlak almaları memnudur (yasaktır)” şeklindeki hüküm ile yabancı gerçek ve tüzel kişilerin köylerde gayrimenkul edinmeleri yasaklandı. 

12 Nisan 1925’te çıkarılan 608 sayılı kanunla Türkiye’de terk edilmiş, ihaleleri feshedilmiş veya yeni keşfedilmiş kayıtlı madenleri işletmek isteyen şirketlerin sermayesinin yüzde 51’inin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına ait olması şartı getirildi. 26 Mayıs 1929’da yapılan düzenleme ile madenlerde “Yüzde 51 T.C. vatandaşı” şartı yerine madenler “Türk şirketlerine ihale olur” şartı getirildi.

26 Ağustos 1924’te Türkiye İş Bankası, 19 Nisan 1925’te Türkiye Sanayi ve Maadin Bankası kuruldu. Her iki bankanın çalışma alanları arasında madencilik de vardı. Türkiye İş Bankası, madencilik kuruluşlarının millileştirilmesini sağlayacak; Türkiye Sanayi ve Maadin Bankası ise maden imtiyazları alıp maden işletecekti. Türkiye İş Bankası, 1926’da üç anonim şirket kurarak Ereğli Kömür Havzası’na girdi. 

1924’de Zonguldak’ta Yüksek Maden ve Sanayi Mektebi açıldı. 17 Mart 1926’da 786 sayılı yasa ile Türk Demir Çelik Sanayi kuruldu. 

1933’te hazırlanan Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı’na göre Türkiye’de kurulacak 5 temel sanayi dalından ikincisi “maden” sanayiydi. Planda demir-çelik, kömür, bakır, kükürt, sömikok (suni antrasit) konularında çalışmalar yapılacağı belirtiliyordu. Madenciliğin toplam yatırımlar içerisindeki payı 11.850.000 TL ile yüzde 26.9 oranındaydı. 

1936’da hazırlanan ve 9 bölümden oluşan İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı’nın 1. bölümü “madencilik” başlığını taşıyordu. Bu planda, madencilik sektörüne yapılması planlanan yatırımların, toplam yatırımlar içerisindeki payı yüzde 40.2-42.1 gibi oldukça yüksek bir orana karşılık geliyordu.

1937’de, İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı ile uyumlu Üç Yıllık Maden Programı  hazırlandı. 1938’de de Üç Yıllık Maden Programı’nı da içeren İkinci Dört Yıllık Sanayi Planı hazırlandı. Her ne kadar 13 Mart 1939 tarihli bir Bakanlar Kurulu kararıyla bu plan ertelenmişse de bu plandaki Guleman krom, Ergani, Murgul ve Karahisar bakır, Divriği demir madencilik işletmeleri 1950’ye kadar işletmeye açıldı. 

Türkiye’nin yeraltı zenginliklerini arayıp bulmak, bunları inceleyerek işletmeye uygun olanları belirlemek amacıyla bilimsel bir araştırma kurumu olarak 14 Haziran 1935’te 2804 sayılı kanunla Maden Tetkik Arama Enstitüsü (MTA) kuruldu. Bulunan madenleri işletmek için de 14 Haziran 1935’te 2805 sayılı kanunla da Etibank kuruldu. Etibank Kanunu’nun 7.maddesine göre bankanın elindeki ayrıcalık ve ruhsatların devredileceği şirketlerin hissedarlarının Türk olması gerekiyordu.

                                 İzmir Enternasyonal Fuarı Etibank Haritası Kartpostalı

Türkiye’deki linyit, krom, bakır, bor, manyezit, çinko ve kurşun başta olmak üzere birçok madenin aranması ve işletilmesi için projeler hazırlandı. MTA, 1935’ten itibaren Seyitöemer, Soma ve Tavşanlı bölgelerinde arama ve üretim çalışmaları için yatırım kararı aldı. 

1935’te Sümerbank ve Türkiye İş Bankası ortaklığıyla Keçiborlu Kükürt İşletmesi kuruldu. 1935’te Türkiye İş Bankası iştirakiyle Zonguldak Antrasit Fabrikası kuruldu. 1936’da Kuvarshan Bakır İşletmesi kuruldu.

1937’de temeli atılan Karabük Demir-Çelik Fabrikaları 1939’da 140 bin ton kapasite ile üretime başladı. Daha sonra yüksek fırın kapasitesi 800 bin tona, çelikhane kapasitesi de 680 bin tona çıkarıldı. Hammadde ihtiyacını karşılamak için demir armalarına başlandı ve Divriği A-Kafa Demir Yatağı 1938’de işletmeye açıldı. 1939’da Divriği Demir Madenleri İşletmesi kuruldu. 1960’ta Ereğli Demir-Çelik Fabrikaları kuruldu. 1970’te İskenderun Demir Çelik Fabrikaları Entegre Tesisleri kuruldu. 

Özellikle MTA ve Etibank’ın çalışmaları sayesinde Türkiye’de maden üretiminde çok büyük artışlar oldu. Özellikle linyit, kömür, krom, bakır, çinko ve demir üretimindeki artışlar dikkat çekiciydi. Türkiye’nin toplam maden üretimi, 1930 yılı 100 olarak alınırsa 1935’te 157’ye 1940’ta 232’ye yükseldi. 

1950’lerde borasit madeniyle de ilgilenmeye başlayan Etibank, 1958’de bor yataklarına ciddi yatırımlar yaptı. 1960’da Türkiye’nin bor üretimi 97.5 bin tona yükseldi.1 Haziran 1964’te Bandırma Boraks ve Asit Borik Fabrikalarının temeli atıldı. 1978’de 2172 Sayılı “Devletçe İşletilecek Madenler Hakkında Kanun” çıkarıldı. Bu kanunla tüm bor sahaları Etibank’a devredilerek kamulaştırıldı. Kamulaştırmadan sonra arama çalışmalarına hız verildi. Rezervler 2 milyar tona çıktı. Uzun yıllar 25-30 milyon dolar olan yıllık ihracatlar, zamanla 250 milyon doları geçti. 

CUMHURİYET’İN PETROL POLİTİKASI

24 Mart 1926’da 792 sayılı “Petrol Kanunu” çıkarıldı. 22 maddelik bu kanunun 1. maddesinde “T.C. sınırları içinde petrol aranması ve işletilmesi devlete aittir” denilerek yeraltı kaynakları devletleştirildi. Bu kanun; Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde bütün petrol arama ve işletme haklarını Türk hükümetine vererek, yabancıların ve yurt içindeki özel şirketlerin imtiyazlarına (ayrıcalıklarına) son verdi. Kanunun yürürlüğe girmesiyle birlikte Türkiye’de petrol aramak için uzmanlar görevlendirildi. Mürefte, Simak, Cizre, Mardin, Herbol bölgelerinde araştırma ve incelemelerde bulunuldu. Bu kanunun kabulünden bir yıl sonra, 9 Mart 1927’de çıkarılan bir kararnameyle de Türkiye’deki petrol yataklarının belirlenerek bir devlet kurumu tarafından işletilmesi ve bu iş için gerekli sermayenin Türkiye İş Bankası tarafından karşılanması kararlaştırıldı.  

20 Mayıs 1933’te 2189 sayılı bir kanunla Altın ve Petrol Arama ve İşletme İdaresi kuruldu. Bu kanunla Türkiye’de altın, petrol ve diğer madenleri arayıp işletecek şirketlerin İktisat ve Maliye Vekâleti’ne bağlı olarak çalışacakları belirtiliyordu. Bu kanunla Türkiye’de ilk kez petrol kuyusu açmak için sondaj çalışmaları başladı. Mardin Basbirin’de Türkiye’nin ilk petrol kuyusunu açmak için sondaj çalışmaları yapıldı. 13 Ekim 1934’te ilk sondaj başladı. Ancak burada verimli petrole ulaşılamadığı için sondaj çalışması sonlandırıldı.

MTA, 1937’de Midyat’ın kuzeyinde Hermis Köyü civarında sondaja başladı. Ayrıca İskenderun, Hayrabolu, Mürefte, Van ve Adana’da da sondaj çalışmaları yapıldı. Ancak bu çalışmalar sonunda verimli petrol rezervlerine ulaşılamadı. MTA, 24 Temmuz 1939’da Batman’da sondaj çalışmalarına başladı. Bu çalışma sonunda 20 Nisan 1940’ta Türkiye’nin ilk petrol yatağı Raman’da bulundu. Bulunan petrolün arıtılması amacıyla 1942’de MTA tarafından Batman Rafinerisi kuruldu. Türkiye’de 1954 yılına kadar 37 adet arama, 7 adet tespit, 13 adet üretim ve 19 adet test kuyusu olmak üzere toplam 76 kuyu açıldı. Toplam 76 kilometreden fazla sondaj yapıldı. Raman ve Garzan gibi iki ticari petrol sahası keşfedildi. 95 bin tonun üzerinde petrol üretildi. Ayrıca bu dönemde ülkemiz için çok önemli jeoloji haritaları hazırlandı, jeofizik etütleri yapıldı, personel eğitildi. Türkiye, sondaj çalışmalarına sonraki yıllarda da devam etti, bugün de devam ediyor.     

1950’lerde, DP döneminde her ne kadar yabancı sermayeye çeşitli kolaylıklar sağlanmış olsa da Türkiye’nin petrol-maden politikası uzun yıllar boyunca devletçi niteliğini korudu. Bu süreçte TPAO, PETKİM, TÜMAŞ, BOTAŞ, DİTAŞ, ADAŞ (POAŞ), İPRAŞ, TÜPRAŞ gibi petrol KİT’leri kuruldu.

Kısacası Türkiye, Lozan’dan sonra milli, devletçi bir petrol, maden politikası belirledi. Bu politika zaman içinde zayıflamış olsa da, Türkiye 100 yıldır topraklarında petrol çıkarmaya devam ediyor. 

                                                    ***

Çok açıkça görüldüğü gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin Lozan Barış Antlaşması nedeniyle madenlerini, petrollerini çıkaramadığı kocaman bir yalandır. Tam tersine, Lozan Barış Antlaşması’ndan sonra Türkiye Cumhuriyeti, petrol-maden konusunda çok sayıda yasal düzenleme yaptı, MTA, Etibank, TPAO gibi ulusal petrol-maden kurumları kurdu, sondajlar yaptı, petrol bulup çıkardı, maden üretiminde Osmanlı döneminde görülmemiş düzeyde büyük artışlar sağladı.

KAYNAKLAR

A. Afetinan, Devletçilik İlkesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Birinci Sanayi Planı 1933, TTK Basımevi, Ankara, 1972.

Ertan Gökmen, “II. Abdülhamit Dönemi Osmanlı Maden İmtiyazları, (1878-1899)”TTK Belleten, C.71, Aralık 2007, S. 262. 

Kemalettin Apak, Cevdet Aydınelli, Mehmet Akın, Türkiye’de Devlet Sanayi ve Maadin İşletmeleri, Selüloz Basımevi, İzmit, 1952.

Mehmet Temel, “Atatürk Döneminde Muğla Madenlerinin İmtiyaz, Devir ve Ferağ Muameleleri”Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Yıl 2015, S.37. 

Mustafa Haydar Terzi, “Mustafa Kemal Atatürk Dönemi Türkiye Madenciliği”Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Kasım 2021, C. XXXVII.S.104. 

Özkan Keskin, “Osmanlı Devleti’nde Maden Hukukunun Tekâmülü (1861-1906)”OTAM, 29/Bahar 2011.

Stanford J. Shaw, Ezel Kural Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, Reform, Devrim ve Cumhuriyet: Modern Türkiye’nin Doğuşu, C.2, Çev. Mehmet Harmancı, E Yayınları, İstanbul, 1983.

Uğur Selçuk Akalın, Suat Tüfekçi, “Türkiye’nin Petrol Politikaları ve Enerji Özelleştirmelerine Bir Bakış”İktisat Politikaları Araştırmaları Dergisi, C.1, S.1, Yıl 2014. 

Vedat Eldem, Osmanlı İmparatorluğu’nun İktisadi Şartları Hakkında Bir Tetkik, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1970.

Yavuz Haykır, Özkan Demir, “6326 Sayılı Petrol Kanunu ve Demokrat Parti Dönemi Petrol Politikası”SUTAD, Bahar 2017; (41).

“Cumhuriyet Dönemi Madenciliğimiz”, https://api.maden.org.tr/ (Son Erişim, 15 Temmuz 2024)

BCA, 030.18.01.01 / 23.15.9.

(CUMHURİYET)



"GÜNDEM BAŞLIKLARI" - 18 Temmuz 2024 -

 

Katliamın önünü açan "sokak hayvanları" teklifi: İlk 3 madde kabul edildi, görüşmeler ertelendi -Birgün-
Sokak hayvanlarının katledilmesinin önünü açacağı gerekçesiyle tepki çeken düzenlemeler içeren kanun teklifinin TBMM Tarım, Orman ve Köyişleri Komisyonu'nda 18 saat süren görüşmelerinde ilk 3 madde kabul edildi. Komisyonda, görüşmelere 22 Temmuz Pazartesi günü devam edilecek.(https://www.birgun.net/haber/katliamin-onunu-acan-sokak-hayvanlari-teklifi-ilk-3-madde-kabul-edildi-gorusmeler-ertelendi-545500)

                                                                   /././
Vergi cenneti Türkiye: Sanayi odaları başkanları ya hiç vergi vermedi ya da cüzi vergi ödedi -Evrensel-
Türkiye’de sanayi patronlarının temsilcileri son üç yılda ya hiç vergi vermedi ya da servetlerine oranla çok az vergi ödedi. Sanayide kârın ikiye katlandığı 2022 yılında Sanayi Odaları Başkanlarına ait şirketlerin yüzde 54’ü; 2023’te yüzde 31’i hiç vergi vermedi. ‘Tersine vergi şampiyonu’ ise son üç yıldır sıfır vergi ‘veren’ İstanbul Sanayi Odası Başkanı Erdal Bahçıvan.(https://www.evrensel.net/haber/523482)
                                                            /././
Erdoğan, AYM üyeliğine Metin Kıratlı'yı atadı -Evrensel-

AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan, AYM'ye Cumhurbaşkanlığı İdari İşler Başkanı Metin Kıratlı'yı atadı.(https://www.evrensel.net/haber/523486)

                                                                       /././
ÖSO'cular dün Bahçeli'ye, bugün Çakıcı'ya gitti -Evrensel-


Türkiye'ye gelen Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) komutanları Seyf Bolat ve Muhammet Cesim, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ile bir araya geldikten sonra bugün de organize suç örgütü lideri Alaattin Çakıcı'yı ziyaret etti. 
Söz konusu görüşmeler AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad'a görüşme çağrıları yaptığı dönemde gerçekleşirken Çakıcı'nın paylaştığı ziyaret fotoğrafında, masada duran 'kama' dikkati çekti. ÖSO'cu Bolat ve Cesim, dün Ankara'da Bahçeli dahil birçok MHP'liyle bir araya geldi. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'yi ofisinde ziyaret eden ÖSO'cular Bahçeli'ye plaket vermişti.(https://www.evrensel.net/haber/523485)
                                                           /././
Serbest çalışana denetim yağmuru -Mustafa Çakır/  Cumhuriyet-

AKP’nin Meclis’e sunduğu “torba teklifle” Gelir Vergisi Yasası’nın 1998’de kaldırılan “götürü usul” başlıklı 69. maddesi değiştiriliyor. Maddenin yeni başlığı, “ticari ve mesleki kazançlarda günlük hasılat tespiti ve gelir vergisi matrahının belirlenmesi” olacak. Yeni maddeyle doktor, avukat, mühendis gibi meslek gruplarına denetim artacak. Buna göre günlük hasılatı belirlemek için ayda üç, bir takvim yılında 12’den az olmamak kaydıyla yoklama yapılabilecek ve aylık-yıllık ortalama hasılatlar belirlenecek. Bu hasılat tutarı ile “bilanço”, “işletme” veya “serbest meslek” esasına göre defter tutanların ilgili tutarları karşılaştırılacak. Aradaki fark yüzde 20’yi aşarsa açıklama istenecek. Bu yeterli bulunmazsa ilave vergi salınacak. Cumhurbaşkanı yüzde 20’yi bir katına kadar artırmaya veya sıfıra indirmeye yetkili olacak.

                                                     /././

Resmi Gazete'de yayımlandı: Elektronik alkol takip sistemi devrede -Cumhuriyet-

Tarım ve Orman Bakanı İbrahim Yumaklı, sahte alkol kaynaklı can kayıplarının önüne geçmek amacıyla oluşturdukları Elektronik Alkol Takip Sistemi’nin (EATS) tüm unsurlarıyla devrede olduğunu belirtti.(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/resmi-gazetede-yayimlandi-elektronik-alkol-takip-sistemi-devrede-2228545)

İzmir’de elektrik akımına kapılan iki gencin ölümünden sorumlu tutulan şirket ihale zengini -Işık Kansu/ Cumhuriyet

İzmir’de elektrik akımından yaşamını yitiren iki gencin ölümünden sorumlu tutulan şirketin AKP döneminde yaptığı yatırımlar ve ihaleler ile büyüdüğü belirlendi.(https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/izmirde-elektrik-akimina-kapilan-iki-gencin-olumunden-sorumlu-tutulan-2228511)

                                                                        /././

soL "KÖŞEBAŞI" -18 Temmuz 2024-


Enerjide bağımlılık -Ali Rıza Aydın-

Enerji artık tüm hak ve gereksinimlerin motoru durumuna gelen bir güç. Herhangi bir alt başlığında çıkan sorun birçok alanı etkiliyor, can kaybına neden oluyor.

Türkiye’nin üçüncü büyük kenti İzmir’in merkezinde yağmur altında, su göletleri içinde yürümek zorunda kalan yurttaşlarımızdan ikisi neye uğradıklarını anlamadan, suda debelenerek yaşamlarını yitirdiler. Neden? Yoldaki elektrik kaçağı ve çarpması yüzünden. Kurumsal açıklamalar, tartışmalar çarpışıyor.

Başımız sağ olsun demek, acıyı paylaşarak azaltmak elbette gerekli ama burada durmak, aşırı yağmura ya da kazaya sığınmak, başka teselli başlıklarına sığınmak ne ailelerine, dostlarına ne de yüreği bu toplum için çarpan duyarlı, emekçi halka yetmez.

Elektrik mi çarptı, piyasa mı? 

İnsanlık mı çarptı, kimi insanların ve siyasetin doymak bilmez zenginleşme, eşitsizleştirme, sömürü hırsları mı?

O şirket şöyle, bu şirket böyle demeden bütüne bakınca cinayet bütün çıplaklığıyla ortada. Fail belli.

Aşağıdaki, “Elektrik Üretiminde Kamu ve Özel Sektör Paylarının Gelişimi (%) 1984-2024” başlıklı grafiğe geçiştirmeden, dikkatlice bakalım:

1984-2023 dönemini, son kırk yılı gösteren TEİAŞ (Türkiye Elektrik İletim AŞ) ve Makine Mühendisleri Odası kaynaklı bu grafik hem ANAP dönemini hem 1990’ların (DYP, SHP, CHP, RP, DSP, ANAP, MHP, DTP ve bağımsızların farklı dönem ve bileşimlerle içinde olduğu) koalisyonlar dönemini hem de yirmi bir yıllık AKP dönemini kapsıyor. Bütünüyle neoliberal politikaları, 12 Eylül askeri darbesi sonrasını kapsadığını da anımsamak gerekir. Yıl yıl, hızlı ya da yavaş, kararlı, programlı biçimde kamucu üretimden özel sektör üretimine nasıl geçildiğinin fotoğrafı. AKP dönemindeki özel sektör ağırlığı dikkat çekici. Özel sektör derken büyük sermayenin ağırlığı ve de uluslararası alanda başka devletlere imtiyaz veren, geniş ve belirsiz yetkiler içeren anlaşmaları vurgulamadan olmaz. Bağımlılıkta ulusal-uluslararası ayrımına sığınmak -tıpkı sömürü de olduğu gibi- kandırmaca.   

Elektrik üretiminde 1990’ların ortalarına kadar %90’larda seyreden kamu payı hızla gerilemeye başlıyor ve 2023’de %13,5’e kadar düşüyor. Bu düşüş kamusal olanın özel girişimcilere bağımlılığının her yıl artması anlamına geliyor. Bu şirketlere kamusal destek veriliyor. Arada şirket birleşmeleri ve yeni şirketlerce satın almalar da var. Piyasa işi olunca üretim, satış ve emek sömürüsünün yanına şirketler arası pazar ekleniyor, büyük kârlar ediniliyor, sermaye büyütülüyor. Yenilerde Türkiye Petrollerinin başına geldi.  

Denetimi de piyasa yapacakmış. Oh ne âlâ… Tilkiyi kümese müdür yap, sonra da kamusal hizmet bekle.   

TEİAŞ’ın sözleriyle “Modern dünyada elektriğin günlük yaşam içerisindeki vazgeçilmez konumu, elektriği karşılanması gereken temel insani ihtiyaçlardan biri haline getirmiştir. Bu durum, beslenmeden barınmaya, ulaşımdan ısınmaya, elektriğin ekonomik, kesintisiz, güvenilir ve çevreye duyarlı bir şekilde tüketiciye ulaştırılması hedefini doğrulamaktadır.”

“Doğru söze ne denir” diyenler olacaktır hemen. Tamam da temel gereksinme sahibi olan “insan”ın “tüketici” sayılması neyin nesi?  

Temel insan gereksinmesi ve günlük yaşamın vazgeçilmezi olan elektrik neden, nasıl piyasanın, kârın, zenginleşmenin konusu olabiliyor? Elektrik güvenilir şekilde ulaştırılıyorsa insan canına nasıl kıyabiliyor?

Grafikteki başlangıç yılı önemli. TEK dışındaki özel hukuk hükümlerine tabi yerli ve yabancı şirketlerin elektrik üretimi, iletimi, dağıtımı ve ticareti ile görevlendirilmesini düzenleyen bir kanun 1984’de çıkarılıyor. Elektrik hizmetlerinde yap-işlet-devret modeli bu kanunla düzenleniyor. 1994 yılının Şubatında da TEK’in özelleştirilmesi yasalaşıyor. 2001’in Şubatında Elektrik (sonra Enerji) Piyasası Düzenleme Kurulu ve Kurumu kuruluyor. 2013 yılında; “Elektriğin yeterli, kaliteli, sürekli, düşük maliyetli ve çevreyle uyumlu bir şekilde tüketicilerin kullanımına sunulması için, rekabet ortamında özel hukuk hükümlerine göre faaliyet gösteren, mali açıdan güçlü, istikrarlı ve şeffaf bir elektrik enerjisi piyasası” oluşturma hedefiyle Elektrik Piyasası Kanunu devreye giriyor.   

“Başımız sağ olsun” yetmiyor. Piyasaya bağlı kaldıkça da yetmeyecek. 

“Şükür bu günlere, emeklilerin asgarisi 12.500’e çıkarılıyor” demek de yetmiyor. Piyasanın kâr, rant, mülkiyet, yağma ve soygunu sürdükçe yetmeyecek.

Enerji denilince petrol, doğalgaz, kömür, HES, RES, GES, elektrik üretimi, iletimi, dağıtımı, satışı, bilim ve teknoloji bir arada. Ortak başlık kamu yararına politikalardan uzaklaşıp özelleştirmeler ve desteklemeler yoluyla özel girişim ve piyasa ağırlıklı uygulama. Hedefleriyse en az yatırım ve yenilemeyle, en düşük maliyetle, en ucuz işgücüyle, yüksek kâr ve sermaye birikimi; doğa, çevre, orman, tarımsal alan, su, kıyı, kültür varlığı tanımadan insan yaşamının vazgeçilmezleri üzerinden sömürü.

Konu petrol ve doğalgaz örneğinde olduğu gibi ithalat bağımlılığıyla da sınırlı tutulamaz. Zorunlu ithalat, ulaşımından rafinerisine, dağıtımından satışına kadar sermayenin elinde olan bir düzenle bütünleştirildiğinde halka süreklileştirilen zamlar ve pahalı faturalar kalıyor. Siyasal iktidarların en kolay ve yüksek oranda vergi alacağı alanın enerji olması da bonusu. “Vergilendirilmiş kazanç kutsalsa, büyük sermayenin zenginliğine zenginlik katmak da kutsal!” deniliyor. 

Enerji artık tüm hak ve gereksinimlerin motoru durumuna gelen bir güç. Herhangi bir alt başlığında çıkan sorun birçok alanı etkiliyor, can kaybına neden oluyor.

Bağımlılık sorununu emperyalist ilişkilerle ele alıp ekonomik ve siyasal bağımlılığı yalnızca bu ilişkilerde arama alışkanlığı, ulusal sermayeye göz yumma alışkanlığı yanılsama ve kolaycılık. Bu alışkanlık sermaye sınıfı ve siyasal iktidarı yönünden de kolay yönetilebilirliğin vazgeçilmezi. 

Enerji, “toplumsal emeğin”, “kamuculuğun”, “toplum yararına kamusal hizmetin”, “merkezi ve eşitlikçi planlamanın” ürünü olarak toplumsal mülkiyetin ve üretimin aracı olmak zorunda. Piyasa ve özelleştirmeler de insan yaşamına zarar verdiği ya da yaşamı sona erdirdiği zamanlarda değil her zaman akılda ve hedefte olmalı, her zaman toplumsal savaşım konusu olmalı. 

Sermayeye, toplumsal üretim araçlarının özel mülkiyetine, bu düzeni savunan ve koruyan düzen içi siyasete bağımlılık soygunun, yoksullaştırmanın, katliamların, sömürünün en büyük destekçisi. Kapitalizmle barış içinde yaşayan toplum sömürücülerin en büyük istekleri. Emekçiler kapitalizmin yaşam ve tüketim kalıplarını kırıp attıkça, kendi çözüm yollarını ürettikçe, “ama”sız, “fakat”sız örgütlü eylemlerle çözümü yaşama geçirecek koşulları büyüttükçe hevesleri kursaklarında kalacak.  

                                                                /././

Ankaralılar her gün Ethem Sancak'a haraç mı ödeyecek? -Ali Ufuk Arıkan-

"Bir yere yetişecekseniz, uçsuz sıralarda bekleyebilecek gibi değilseniz ya da şaşırtıcı olmayan bir şekilde kiosk arızalıysa illa ki Ethem Sancak’ın şirketine komisyon kesintili ödeme yapacaksınız."

12 Kasım 2023 tarihinde Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş, kent içi ulaşımda kullanılacak yeni ücret toplama sisteminin devreye gireceği müjdesini veriyor, ABB resmi sayfasından da bu şirketin Asis olduğu duyuruluyordu.

'Müjde' olarak duyurulan bu haberin ardından basına, ABB'nin Asis'ten sözleşmede yer almamasına rağmen 4000 adet validatör, bin de sürücü kontrol paneli aldığı iddiası yansıdı. EGO'nun adı geçen şirkete bağımlı kılındığı, cihazların fahiş fiyatlara mâl edildiği, şirketin hemen her başlıkta önceki sözleşmeden çok daha kârlı bir anlaşmaya imza attığı ifade edildi. Hatta iddialardan biri, sözleşmeye imza atmayan bürokratların görevden alındığı şeklinde oldu…

Artık ülkenin AKP'li ya da CHP'li her belediyesinde alıştığımız türden, sadece şirketleri koruyan, belediye kaynaklarını patronlara aktaran sözleşmelerden biri diye geçirebilecek bir haber mi bu?

Sonrasında Ankara'da gündeme gelen ve yine başta önemsiz gibi görünen gelişmeler olmasaydı, belki bizim için dahi bu konu gündemden düşebilirdi.

                                                            ***

Önce Asis'e bir bakalım, öyle ya kime aitti bu şirket?

Şirketin resmi sayfasına girdiğinizde ve yönetim şemasına baktığınızda karşınıza pek bilinmeyen iki isim çıkıyor. Bu isimleri araştırınca da üzerine gidecek başka bir ipucu bulunmuyor. 

Ancak şirketin resmi sitesi üzerinden yönlendirdiği Merkezi Veritabanı Hizmeti aracılığıyla karşınıza başka bir isim daha çıkıyor, Ethem Sancak. Üstelik de yönetim kurulu başkanı olarak. 

Şirketin sahibinin adının şirketin resmi sitesinde neden yer almadığı sorusu ortada. Sanıyoruz ihalelerin çekeceği olası tepkileri azaltmak gibi bir amaç taşıyor, yoksa her yere kendi adlarını büyük puntolarla işlemek patronların en sevdiği şey malum…

Peki, bu kadar mı?

Konu gündemimize nasıl girdi, hemen ona gelelim. 

Ankara'da bir süredir Ankarakart kullanıcıları online kart yüklemelerinden kesinti olduğunu duyurmaya başladı. Sosyal medyaya taşınan bu tepkiler, bir şikayet sitesinde onlarca mesaja da konu olmuş durumda, hemen hepsi son bir ayda atılan mesajlardan sadece birkaçı şöyle:

"EGO kart yükleme uygulamasını kullanıyorum. 500 TL yüklemek istediğimde 10 TL civarında ücret kesintisi yapıyor. Önceden böyle bir kesinti olmuyordu. Uygulama neden değişti? Her yükleme yapıldığında böyle para mı kesilecek? Her şeyden ilave para kesmek hangi sosyal belediyeciliğe sığar? Uygulamanın düzeltilmesini istiyorum"

"EGO cepte uygulaması komisyon almaya başladı. Metro istasyonlarındaki kiosk cihazlara çalışmıyor. Ankaralıları zorla komisyon ödemeye mahkum ediliyor. Sadece metro istasyonlarında kiosk cihazları var. Sadece otobüs ile ulaşım sağlayan Ankaralılar komisyon ödemek zorunda kalıyor. Çalışan kiosk bulmakta o kadar zor bir durum haline geldi.”

“Ankara EGO karta bakiye yüklemede komisyon alınmaya başlanmış. Eski sistemimizde böyle bir komisyon yok iken hayırdır ne oldu da komisyon almaya başladınız. Otobüse binen garibana bir yükte biz mi olalım dediniz? Sevgili ABB ve kurumu olan EGO bu yanlışınızdan dönün. Herkese kopyala yapıştır bir metni göndererek işlem ücretini bankanın aldığını söyleyerek işin içinden sıyrılamazsınız. Biz de o zaman yıllardır neden ödemiyorduk da şimdi ödüyoruz deriz. Savunacak bir tarafınız yok. Halk şikayetçi. Yanlışınızdan dönünüz. Bedel ödemenin bedeli mi olur?”

***

Evet, ABB'nin Ethem Sancak'ın şirketiyle yaptığı anlaşma sonrası karta her yükleme yapıldığında komisyon kesilmeye başlandı.  Ve evet, bu sistemi daha iyi hale getirecek diye müjde olarak duyurulan anlaşma sonrası, nakit yükleme yapılan ve ücret kesintisi olmayan kiosklar eskiye oranla çok daha fazla arızalanıverdi. İddia o ki, yakında düzelecek…

Yani, mecbursunuz, işe gitmek istiyorsanız, bir yere yetişecekseniz, uçsuz sıralarda bekleyebilecek gibi değilseniz ya da şaşırtıcı olmayan bir şekilde kiosk arızalıysa illa ki Ethem Sancak’ın şirketine komisyon kesintili ödeme yapacaksınız.

Sadece komisyon da değil, başlangıçta ödenen tüm tutar, Mansur Yavaş'ın ilgili şirketle yaptığı anlaşma gereği doğrudan Asis'in kasasına gidiyor. Online para yüklemede de komisyonun ve yatırılan paranın hangi şirkete gittiği her yükleme sonrası kısa mesaj olarak cebinize geliyor. Paranın ne kadar süre ilgili şirketin tasarrufunda kaldığını anlaşmanın içeriğini görmediğimiz için henüz bilemiyoruz.

Duruma dair bilgi almak adına belediye yetkililerini aradığınızda ise "Çok şikayet var bu konuda, kesinti şirkete gidiyor ama neden böyle bir kesinti var biz de bilmiyoruz, isterseniz şikayetinizi kayıt altına alalım" diyorlar, ötesi yok…

Ego'dan ısrarla daha doyurucu bir yanıt talep ettiğinizde ise “para bize gelmiyor, şirket değişince böyle oldu” deyip sizi başından savmaya kalkıyorlar. Şirket kendi kasasına giden para için bankaları işaret ediyor, kimse bu son anlaşmaya kadar neden bir kesinti olmadığını, Ankaralılar üzerinden şimdi kimlere kaynak aktarıldığını açıklamaya yanaşmıyor.

Halkın ücretsiz ulaşım hakkının hiçe sayması bir yana, üstüne bir de Ankaralıların her yüklemede şirketlere haraç ödemesini sağlayan Mansur Yavaş, sağcı belediyeciliğin tipik örneklerinden birini daha halkın gözüne sokmayı başardı.

Mansur Yavaş çok istiyorsa Erdoğan aşığı olduğunu her fırsatta dile getiren bu patrona kendi cebinden komisyon ödeyebilir, halkın cebine sürekli yeniden el uzatılmasına ise izin vermeyeceğiz. 

Soygunun bütünüyle durdurulması, Sancak’ın şirketine ABB üzerinden kaynak aktarılmasını sağlayan bu sözleşmenin derhal iptal edilmesi için şimdi mücadele zamanı.

                                                                /././

Ebrar Sitesi'yle yerle bir olan adalet: Sorularla dolu yargılama süreci -Aslı İnanmışık-

'Buradan daire alan cennete gidecek' denilerek satılan sitede 1400 kişi yaşamını yitirdi. Yargılamaya dahil edilmeseler de blokların müteahhitlerinin yanında kamu görevlilerinin de sorumluluğu büyük.

6 Şubat 2023'te saat 04.17'de ve 13.24'te Maraş'ta meydana gelen 7,7 ve 7,6 büyüklüğündeki iki depremde 53 binin üzerinde yurttaş yaşamını yitirdi. Maraş adeta yerle bir oldu.

Kent merkezinde yer alan 22 bloklu Ebrar Sitesi'nin büyük bölümü de ilk depremde birkaç saniye içerisinde yıkıldı. Çoğu 10 katlı binalardan oluşan sitede 18 blok yıkıldı, toplam 1400 kişi öldü. 4 binaysa ağır hasar aldı.

Ebrar Sitesi'yle ilgili her blok için ayrı ayrı davalar açılmaya başlandı. Bu davalarda kamu görevlilerinin yargılanmaması, hatta kamu görevlilerinin isimlerinin belirlenememesi, sanıkların pek çok davadan tutuksuz yargılanmaları çok tepki çekti. Ancak mahkemelerde yaşanan sıkıntılar bununla sınırlı değil.

Aslında yargılamaya geçmeden önce Ebrar Sitesi'nin yıkılmadan önceki durumunu ve bulunduğu alanı biraz anlamak gerekiyor.

Bilindik bir hikaye: Dere yatağına bina

Maraş'taki yıkımın sembolü olan 22 bloklu sitenin kurulduğu bölge kentin merkezi bir yerinde bulunuyor. Söz konusu bölge daha önce dere yatağı olan bataklık diyebileceğimiz bir alan ve imara açılmadan tarlalar var.

Binaların imarlaşma süreci 2000-2014 arası boyunca devam ediyor. Başta 5 blok yapılıyor. Pek çok usulsüzlüğün yanında bazı binaların zemin etüdü bile yok. 

Ebrar Sitesi dahil Maraş'ta yıkılan çok sayıda binada 2011'e kadar imzası olan kişi Kahramanmaraş Belediyesi İmar İşleri Müdür Yardımcısı Hacı Mehmet Güner. Güner, şu anda İstanbul Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürü. Aslında bu isim yargılamanın nasıl yapıldığına ve kamu görevlilerinin sanık sandalyesinde neden yer almadığına ilişkin önemli bir ipucu.

'Buradan daire alan cennete gidecek'

1400 kişinin katili blokları yapanlarsa 4 müteahhit. Akraba olan bu kişilerden 3'ü yıkılan onca bloktan yalnızca 5'i ya da 6'sından tutuklu. Diğeri Mustafa Timur Manga Gülen Cemaati üyesi, firari. 

Müteahhitler binaların yapımı sırasında kooperatif kurarak binalarla ilgisi olan olmayan çok sayıda kişiyi yönetim kurulu üyesi yapıyor. Sıvacı, boyacı, muhasebeci ne kadar kişi varsa ortak edip binanın sorumluluğundan kurtulmaya çalışıyor. Kamu görevlilerinin göz yummasıyla, türlü dolandırıcılıkla belgeleri alıp binaları dikiyorlar.

İki müteahhidin ismiyse resmi evraklarda geçmiyor. Bunlardan biri Tevfik Tepebaşı. Tepebaşı B Blok'un ilk duruşmasında, "Nasıl oluyor da hiç inşaattan anlamayan ben bundan sorumlu olabiliyorum, anlamıyorum. Ben yöneticiyim, beraatimi talep ediyorum" demişti. Din Kültürü Öğretmeni olan Tepebaşı'nın annesinin "din alimi, hoca" olduğu söyleniyor. Ve Ebrar Sitesi'ndeki daireler "Buradan daire alan cennete gidecek" denilerek satılıyor.

Sitenin yıkılmadan önceki görüntüsü. Depremde eşini ve kızını kaybeden bina görevlisi Halil İbrahim Hasırcı duruşma sırasında, "Asansörünün tabanından su çıkardı. Zeminin sulak bir arazi olduğunu, tabanının sulak olduğunu şimdi anladık" demişti.

Ebrar Sitesi'nin utanç davası: K Blok'tan tutuklu kimse yok!

Aileler sadece müteahhitlerin yargılanmasına sürecin başından bu yana karşı çıkıyor. Öte yandan mahkemede sorumlulukları kabul edilen müteahhitlerin, tutuklanmadığı davalar da var. 

Bunlardan biri de K Blok'un davası.

75 kişinin öldüğü, 8 kişinin de yaralandığı Ebrar Sitesi K Blok davasında tutuklu kimse yok. Karadeniz Teknik Üniversitesi'nin (KTÜ) bilirkişi raporunda eksik de olsa işaret edilen usulsüzlüklere, ölenlerin yakınlarının ifadelerine ve tanıklara rağmen kimsenin tutuklu olmamasına aileler tepkili.

Görüştüğümüz dava avukatlarından Eren Selanik geçtiğimiz günlerde ikinci duruşması yapılan davayla ilgili önemli bazı noktalara işaret ediyor. 

"Zemin etüdü, bina hangi tip temelle yapılmış kabaca bunu anlatıyor diyebiliriz. Ancak K Blok'un zemin etüdü raporu bile yok. KTÜ’nün hazırladığı bilirkişi raporunda zemin etüd raporu alınmadığı, yan parselin zemin etüd raporu baz alındığında ise K Blok’un temeli zemin emniyet geriliminin yetersiz olduğu tespit edildi. Aynı zamanda binanın kirişlerinin donatı alanı açısından yetersiz olduğu yani betondan çalındığı, projenin müteahhit bilgisi eksik şekilde belediyeden onaylandığı da belirlendi. Bu kadar açık usulsüzlüklere rağmen tutuklu kimse yok. Kamu çalışanlarının soruşturulması talebimizeyse valilik 1,5 yıldır izin vermiyor."

Sanıklara az ceza verilerek davaların üstü kapatılmak isteniyor

Selanik yargılamanın "bilinçli taksir"den yapılmasının da büyük bir sıkıntı olduğunu belirtiyor. Sorumluların bu nedenle az ceza alacağını tüm ölümlerden tek bir yargılama yapılacağını ifade eden Eren Selanik, sanıkların "olası kast"tan yargılanması gerektiğini söylüyor ve Soma Katliamı davası örneğini veriyor.

"Bunun bir organize suç olarak değerlendirilmesi gerekir. K Blok davasında yargılananlar hakkında 'olası kast' doğrultusunda ceza verilmesi için yeterli delil mevcuttur. Ebrar Sitesi'ni inşa eden müteahhitler düzmece yöntemlerle çok sayıda kooperatif oluşturmuş, bu kooperatiflerden birinin sorumluluğunda K bloğu inşa etmiştir. Sanıklar K bloğun projesini müteahhitsiz şekilde onaylatmayı başarmışlar, zemin etüt raporu almadan binayı inşa etmişler, düşük kalitede malzeme kullanmışlardır. Yani sanıklar yıkımı öngörmelerine rağmen bu sonucu göze almışlardır. Sanıkların suçları bilinçli taksirle değil olası kastla işlediklerinin kabulü gerekmektedir."

"Bilinçli taksirle ölüme ve yaralanmaya sebep olma" suçundan ceza verilmesi halinde sanıkların, yaşamını kaybeden ve yaralananların tümü için 2 yıl 8 ay ile 22 yıl 6 ay arasında değişmek üzere tek bir ceza almaları mümkün olacak. 'Olası kast ile ölüme ve yaralanmaya sebep olma' suçundan cezalandırılmaları durumundaysa sanıklar hakkında, her bir ölen ve yaralanan yurttaş için ayrı ayrı daha yüksek bir ceza tayini yapılabilecek.

'Sanık olması gerekenler tanık yapıldı'

Avukat Eren Selanik, sanık olması gerekenler hakkındaki takipsizlik kararına da dikkat çekiyor. Selanik, sanık olması gerekenlerin bir de tanık sıfatıyla dosyaya eklendiğini, birçok kişi hakkında yargılama başlatılamadığını, böylelikle sorumluların ortaya çıkarılması için gerekli maddi bilgilerin saklandığını anlatıyor.

"K Blok'un yapımı öncesi ve sırasında hukuki sorumluluğu bulunan çok sayıda kişi soruşturma aşamasında şüpheli sıfatıyla soruşturulmuş. Ancak yargılaması devam eden 8 sanık dışındaki şüpheliler hakkında kamu davasının açılmasına yer olmadığı yönünde karar verilmiş. Bu kişiler daha sonra da tanık sıfatıyla dava dosyasına eklenmiş. Bunlar arasında K Blok yapımında menfaat elde etmiş kişiler var ve bu kişilerin tanık sıfatıyla dinlenmesi hukuka aykırı."

'Katillerin itibar bile kaybetmediği dava süreçleri yaşıyoruz'

Böylesine açık usulsüzlüklerin sonucunda tutuksuz yargılama yapılmasına, sanıkların tanık koltuğuna oturtulmasına yakınlarını kaybeden aileler de tepkili.

Ebrar Sitesi K Blok'ta ağabeyi ve kardeşiyle birlikte yakınlarını kaybeden Fatma Irmak da onlardan biri. Irmak'ın annesi de enkazdan yaralı olarak kurtarılmış.

Kendisi de Maraşlı olan ancak İstanbul'da yaşayan Fatma Irmak, davadan sorumlu yargılanan olmamasına anlam veremiyor. Dere yatağının ıslah edilip üzerine apartmanların yapıldığını söyleyen Irmak, ailesinin yaşadığı bloğun 4 kat içeri gömüldüğünü söylüyor:

"Zemin etüdü raporu olmaması ve bunlar olmadan statik projesiyle mimari projenin yapılması büyük sıkıntı. Ve bunlar kamu görevlilerinden onay alınmış. AFAD'ın raporlarıyla bile bölgede zemin sıvılaşması olduğu biliniyormuş aslında. Buna rağmen hiçbir önlem alınmamış."

3-4 duruşmalara müteahhitleri belirleyemediklerini, 75 kişinin ölümüne neden olan binayı yapan kişilerin bulunamadığını "Bu çok büyük bir trajedi" diyerek anlatan Fatma Irmak, "Hakimin belli bir kararla gelmiş ki bu çok üzücü. Katillerin itibar bile kaybetmediği dava süreçleri yaşıyoruz. Birileri korunuyor" diyor.

Fatma Irmak'ın Ebrar Sitesi'nin bulunduğu alana ilişkin anlattıkları da çarpıcı.

Aynı alanda "İyileştirme yapıyoruz, 4 kata müsaade ediyoruz" denilerek inşaatlara izin veriliyormuş. "2 bina yapıldı bile, devamı da gelecek" diyor Fatma Irmak. 

Fatma Irmak 4 ay boyunca enkazda ağabeyini aramış. Ağabeyinin cenazesi kimsesizler mezarlığında bulunmuş. Irmak, insanların yakınlarını bulmakta neden zorlandığını şöyle anlatıyor: "Ölenlerin bir kısmının beden bütünlüğü yoktu. Cenazeler apartman önündeydi. Binalarla birlikte cenazeler de karışıyordu.

'Kendi evlerimizi yeniden satın alıyoruz'

Ailelere vefat parası 100 bin lira, ilk dönemdeyse 25 bin lira yatırıldığını belirten Irmak, kendi ailesinin Mersin'e taşındığını ifade ederken insanların yıkılan evlerini yeniden satın almak zorunda bırakıldığını dile getiriyor:

"Ailem Mersin'de. Kentten epey göç oldu. Merkezdeki çadır kentler konteyner kente dönüştürüldü. Şimdi oradan da çıkarılıyorlar. Seçime kadar bir kısmı TOKİ evlerine çıkarıldı ancak seçim sonrası durdu bu süreç durdu. 'Evleri yapıyoruz' diyorlar. Örneğin 500 bin lira, 750 bin lira veriyorlar 5 milyonluk eve. Kendi evlerimizi yeniden satın alıyoruz. Çok sayıda insan 'sıfır' hale geldi. Şehirde işsizlik var. Hâlâ akıbeti belli olmayan bölgeler, evler var. 

Ebrar Sitesi için 'yerinde dönüşüm' diyorlar. İnsanlar şu anda Maraş'ta 2-3 aile bir eve geçebiliyor, kiralar çok yükseldi. Evler sıva yapılıp yeniden kiralanıyor insanlara."

Cadde üstü yıkılmayan ağır hasarlı binaların hâlâ olduğunu anlatan Fatma Irmak, ilk 3 ay sonrası bölgeden çekilme söz konusu olduğunu deprem bölgesindeki insanların yaşamlarının önemsenmediğini, depremzedelerin her gün aynı travmayı yaşadığını, bir de üstüne aylardır toz bulutu soluduğunu ifade ediyor.

'Ebrar Sitesi davaları hızlı bir şekilde bitirilmek isteniyor'

Irmak, davanın yeterince adaletli sürmediğine de işaret ediyor ve bu durumun son bulması gerektiğini vurguluyor:

"Bir duruşma yarım saat sürebilir mi? Hakimler anladığımız kadarıyla çok hızlı bir şekilde Ebrar Sitesi davalarını bitirmek istiyor. Avukatların uzun uzadıya savunma yapmalarına dahi izin verilmiyor, baskı yapılıyor. Aileler duruşma salonunda çıkarılmak isteniyor. Yanlı bir yaklaşım olduğunu düşünüyoruz. Yani aslında bir yandan da psikolojik bir savaş veriyoruz."

Fatma Irmak'ın anlattığına göre, kentte Ebrar Sitesi'nden sorumlu olan müteahhitlerin yaptığı başka binalar da var. O binalardan yargılanmıyorlar bile.

                                                                           /././

Konu Gülen Cemaati, söyleyen Yeni Şafak yazarı: Meğer AKP’liler İslam dinini de zerre bilmiyormuş -Ege Galip-

Hüseyin Likoğlu’na göre solcular Gülencilere “dinci” diyormuş ama onların dinle alakası yokmuş… E onlarca yıl din konusunda da mı kandırıldınız?

Yine 15 Temmuz’un yıldönümü geldi, en çok suç ortaklarının sesi çıktı. Hâlâ konuşuyorlar, bir süre daha sürer.

Dün (17/07/2024) Yeni Şafak’ta Hüseyin Likoğlu yazmış, gazete hemen internette manşete taşımış: “FETÖ’yü kurtaramayacaksınız”

Likoğlu diyor ki, “Fetullahçı ihanet şebekesi Türkiye toplumunda varlığını hissettirdiği günden beri, sözde Atatürkçü, Kemalist, sol ve İslam karşıtı çevreler tarafından ‘dinci’ diye lanse edilmeye çalışılıyor.”

Fethullah Gülen ne zaman “Türkiye toplumunda varlığını hissettirdi”? Kabaca 1962’de Erzurum’da Komünizmle Mücadele Derneği’ni kurduğu günden hesaplasak, 62 yıl.

62 yıl boyunca Türkiye’de solcular Gülen’i “dinci” diye lanse ettirmeye çalışıyormuş. Halbuki, Likoğlu’na göre, Gülen’in İslam’la ilgisi yokmuş!

Şöyle diyor Likoğlu:

“Evet, Fetullahçılık ‘dinci’dir ama o dinin İslam’la bir ilgisi yoktur. Fetullahçılığı İslam ile ilgili tarikat ve cemaatlerle bir tutup, özde İslam’a düşmanlık yapıp, perde arkasında FETÖ’yü gizlemek isteyenler var. Bir kısmı bunları cahilliğinden yapıyor olabilir. Ancak bir kısmının kasıtlı ve bilerek yaptığı gerçeğini bilmemiz gerekir.”

Yani…

Velev ki solcular “cahil”.

Peki size sormazlar mı? 1962’den 2016’ya kadar geçen 54 yılda hadi siz bu cemaatin “siyasi emelleri konusunda kandırıldığınız” yalanını ortaya attınız, siyasi salaklığı kabullendiniz…

E İslam konusunda da mı bu kadar cahilsiniz de, 54 yılda bu cemaatin dininin İslam olmadığını anlayamadınız?

                                                               /././

Kanafani ve 'Güneşteki Adamlar' -Erkan Yıldız-

73 sayfalık bu kısa romana dünyayı sığdırmış Kanafani. Tıpkı öykülerinde yaptığı gibi edebiyatı politik mücadelesinin bir enstrümanı gibi kullanmış ve çok etkili bir eser yaratmış.

Gassan Kanafani, evinin önünde, İsrail tarafından tertiplenen bombalı bir suikastle katlediliğinde 36 yaşındaydı. Katliam Kanafani'nin henüz küçük bir çocuk olan kızları Leyla'nın gözü önünde yaşandı. Yaşanan patlamada bir başka çocuk, Kanafani'nin 12 yaşındaki yeğeni yaşamını yitirmiş, oğlu ve eşi ise o sırada evde oldukları için hayatta kalmışlardı. Olay 8 Temmuz 1972’de Beyrut'ta gerçekleşti.

9 Nisan 1936 yılında Akka'da doğan Kanafani, 12. yaşına girdiği günlerde, İsrail'in 1948 yılında giriştiği katliamların sonucu olarak ailesi ile birlikte ülkesini terk etmek zorunda bırakıldı. Katledildiğinde 24 yıldır zorunlu sürgünde olana Kanafani, halkının geri döneceği özgür bir Filistin'inin olabilmesi için mücadele ediyordu. Önemli bir gazeteci, aydın, araştırmacı olarak bilinen Kanafani, FHKC'nin kurucuları arasında yer alıyordu ve hali hazırda örgütün sözcüsüydü.

Adeta İsrail işgalinin içine doğan Kanafani'nin, sürgünlerde geçen kısacık ömrüne sığdırdığı mücadele başlıklarından biri de edebiyat. Okurlar, kendisini Türkçe’ye çevrilmiş eserlerinden tanıyor .Çeşitli yayınevleri yazarın eserlerini Türkçe’ye kazandırdı. Ancak ne yazık ki “Güneşteki Adamlar” dışındaki eserlerinin Türkçe baskılarına an itibariyle ulaşmak mümkün değil.

“Güneşteki Adamlar”ın ilk baskısı 1963 yılında yapılmış. Kanafani’nin en önemli eseri olarak işaret edilen roman Arap edebiyatının da en önemli metinleri arasında gösteriliyor. 2023 yılında Metis Yayınları tarafından yayımlanan “Güneşteki Adamlar”ı Arapça aslından Türkçe’ye Mehmet Hakkı Suçin çevirmiş.

Hangi göçmenlik?

Son yılların en çok işlenen konularından birisi göçmenlik. Sanırım biraz da bu nedenle roman genellikle bu çerçevede değerlendirilmiş.

Sosyal bilimlerden performans sanatlarına, sinemadan edebiyata pek çok alanda kendisine bir karşılık yaratıyor bu başlık. Genellikle ve özellikle, trajik yanları öne çıkaran,  “kadere” teslim olan, boyun eğmek zorunda kalan insanları anlatan işler görüyoruz, okuyoruz. Göçmenlik, ırkçıların insana düşmanlığını açık eden, liberallerin yarattıkları bu leş dünyanın üzerini “sahte, vıcık vıcık hümanizmleriyle örtmelerine olanak sağlayan,  İslamcıların ise  “takdir-i ilahi” diyerek vicdanlarını temize çekebildiği ikiyüzlülüğe bir imkân sunuyor aynı zamanda. Suç ortaklarının görev paylaşımına denk düşen duygu durumları bunlar.

Üç kaçak ve bir kaçakçı…

Kanafani, 1962 yılında zorunlu bir göçmen ve kaçak olarak yaşadığı Beyrut’ta yazdığı “Güneşteki Adamlar”da bize bir başka göçmenlik hikâyesi anlatıyor. 

Irak'ın Basra kentinden iş olanaklarının daha bol olduğu Kuveyt'e kaçak geçmeye çalışan üç kişinin ve bir de kaçakçının hikâyesi ile başbaşayız. Tüm karakterler erkek, Filistinli, yoksul ve 1948 İsrail saldırısının hemen ardından ya da ona bağlı olarak sonraki yıllarda Filistin’i terk etmek zorunda kalmış insanlar. 

Romandaki dört karakterden en yaşlı olanı Ebu Kays. Bahçesinde uzanıp, göğsünü iyice yere yasladığında yüreğinin sesini duyabildiği topraklardan on yıldır uzakta, büyük bir yoksulluk içinde küçük kızı ve karısıyla yaşamaya çalışıyor. İsrail’in 1948 saldırısında sadece toprağını değil, yüreğini de Filistin’de bırakmış ve Irak'a göçmek zorunda kalmış. Şimdi, aradan geçen on yılın ve kendisini iyice teslim almaya hazırlanan ihtiyarlığın arifesinde kendisine bir kurtuluş yolu olarak Kuveyt’i gösteren komşusunu dinliyor:
 
“Şu son on yılda beklemekten başka bir şey yapmadın. Ağaçlarını, evini, gençliğini ve bütün köyünü kaybettiğini anlaman için açlık içinde koskocaman on yıl geçmesi gerekiyordu. Bu sürede herkes kendine bir yol açtı. Sen ise yaşlı, sefil bir köpek gibi çömelip kaldın evde. Neyi bekliyordun ki?” s.13

İkinci kaçağımız MervanMervan henüz 16 yaşında, iki ay önce doktor olmanın hayallerini kurarak okula giderken, ağabeyinin Kuveyt'ten gönderdiği para kesilip, babası da evi terk edince “Artık sıranın kendisine geldiğini, dişe dokunur bir şey öğretmeyen o sefil okulu bırakıp herkes gibi tavada pişmesi gerektiğini” s.35 düşünerek Kuveyt'e doğru yola çıkıyor. 

Son kaçağımız genç eylemci Esad.

“Adın bütün sınır kapılarında kayıtlı. Şimdi seni yanımda görseler. Pasaport yok, vize yok. Devlet aleyhine çalışan bir terörist.” s.19 

İlk kaçakçısı yaptıkları pazarlıkta elini güçlendirmek için böyle sesleniyor Esad'a.

Kuveyt'e geçmeyi ikinci kez deniyor genç eylemci. İlk seferinde kaçakçılar tarafından dolandırılmış. Şimdi eşeğini sağlam kazığa bağlamak istiyor.

Ve son karakterimiz Ebu’l Hayzuran. 

"1948'den önce Filistin'deki İngiliz ordusunda beş yıl çalışmıştı. Ordudan ayrılıp mücahit gerilla gruplarına katıldığında da çevrenin en iyi büyük araç şoförü olarak tanınıyordu.” s.39 

Mücahitlik yaptığı sırada bacaklarının arasında patlayan bir bomba ile hadım olan Ebu’l Hayzuran, şoförü olduğu su tankeri ile başka Filistinlileri topraklarından daha uzağa kaçırmaya çalışırken kendi kendine sayıklıyor:

“Peki, vatanseverlik ne işine yaradı? Hayatını maceralarla geçirdin. Şimdi ise bir kadının yanında uyumaktan âcizsin. Şu anda tek isteğim daha fazla para kazanmak. Daha fazla para.” s.61

Gidenlerin ardından…

“Koca tanker yol boyunca sadece onları değil, hayallerini, ailelerini, hırslarını, umutlarını, mutsuzluklarını, umutsuzluklarını, güçlerini ve güçsüzlüklerini, geçmişlerini ve geleceklerini de götürüyordu” s.60

Güçlü bir yol hikâyesi var elimizde. Bir su tankerinin içinde, güneş en tepedeyken çölü geride bırakmaya çalışan üç adamın yolculuğu, Kanafani’nin hikâyesi ve trajediyi değil gerçeği arayan, göç etmenin nedenlerini sorgulayan diliyle birlikte her sayfada bir yay gibi biraz daha gerilmenize neden oluyor. 

Kanafani tıpkı “Filistin'in Çocukları” isimli kitapta yer alan öykülerinde olduğu gibi yoksulluk ve sürgün olma haline hikâyesinin merkezinde yer veriyor. Hikâye boyunca görüyoruz ki karakterlerin yurtsuz kalmalarıyla yoksullukları arasında kaçınılmaz, birbirine sıkı sıkıya bağlı bir ilişki var. Yazar, bu dört karakter nezdinde yoksulluk ve yurtsuzluk içindeki tüm Filistinlileri, onların yalnızlığını, aynı dili konuştukları tüm komşu ülkelerin dayanışmalarının sahteliğini de ince ince işliyor romanında. Öyle olmasa neden Kuveyt'e kaçak girmeye çalışsınlar ya da yaşadıkları diğer Arap devletlerinde ekmek bulamasınlar.

Roman, arka planda karakterlerin geçmişlerinde ya da bugünlerinde iz bırakan 1948 İsrail işgalinin sonuçlarını gösteriyor. Bunun dışında bir başka şey daha yapıyor Kanafani. 1948 yılında dağılan ve kitabın yazıldığı 1962 yılında henüz bir direniş cephesi oluşturamayan Filistin toplumuna da sesleniyor. Romanın sonunda Ebu'l Hayzuran'ın sessizce arka arkaya sorduğu “neden?” sorusunu, yurdundan umudunu kesmiş, vazgeçmiş Filistin halkına yazarın sorduğu bir soru olarak düşünebiliriz. Neden bu haldeyiz? Neden direnmiyoruz? Neden bu kadar çaresiz hissediyoruz?

Bizim epeyce bir zamandır gidenlere soramadığımız bir sorudur bu. Bu güzel ülkenin iliğini kurutan, “giderlerse gitsinler” diyen bir iktidara ve bu berbat düzene itiraz etmek, ülkeden vazgeçmemek için bundan daha meşru bir soru olabilir mi?

73 sayfalık bu kısa romana dünyayı sığdırmış Kanafani. Tıpkı öykülerinde yaptığı gibi edebiyatı politik mücadelesinin bir enstrümanı gibi kullanmış ve çok etkili bir eser yaratmış. Denilebilir ki 62 yıl önce yazılan bir roman bu ve ele alınan konunun koşulları, dünyanın o zamanki şartlarıyla şimdiki koşullar aynı değil. O köprünün altından çok sular aktı. Bu yanlış değil ama bir de yazarın durduğu yer var. Emin olun Kanafani'nin durduğu yerden bakarsanız her şey onun 1962’de gördüğü şekilde ve netlikte görünür. Üstelik sadece Filistin'de değil dünyanın her yanında.

Kitabı okumaya niyetlenenler için son bir notum var.

Evet, kısa bir roman Güneşteki Adamlar. Kısa ama nefesinizi kesecek bir derinliğe sahip. O yüzden okumaya başlamadan önce derin bir nefes almanızı öneririm. 

                                                               /././