19 Temmuz 2024 Cuma

T24 "KÖŞEBAŞI" -19 Temmuz 2024-

 

Gelirler ve giderler: Bütçenin son görünümü -Binhan Elif Yılmaz-

Yılın ilk üç ayına göre son üç ayda 4,6 milyar TL enerji tasarrufu sağlanmış. Kettle'ları kaldırıp, tüm yaz boyunca klimalar çalıştırılmazsa ve önümüzdeki kış kaloriferler yanmazsa kamu daha çok tasarruf eder!

2024 Haziran ayı merkezi yönetim bütçe gerçekleşmeleri açıklandı. Bütçe giderleri 866,5 milyar TL olurken bütçe gelirleri 591,2 milyar TL olarak gerçekleşti. Haziran ayı bütçe açığı 275,3 milyar TL, ilk altı aylık bütçe açığı da kümülatif olarak 747,2 milyar TL'ye ulaştı. Bütçe haziran ayında faiz dışı fazlaya geçemedi.

Geçen yıl bütçe açığının GSYH'ye oranı yüzde 5,4 olarak gerçekleşti ve bu oran son 20 yılın en yüksek bütçe açığı/GSYH oranıydı. 2024 yılı için bütçe açığı/GSYH OVP'de yüzde 6,4 olarak öngörüldü, ancak yüzde 4'e kadar gerileyebileceğini tahmin ediyorum. Çünkü geçen yılın ilk altı ayıyla karşılaştırıldığında bütçe giderlerinde azalış trendi düşük olsa da bütçe gelir performansı daha iyi durumda. Aşağıda yer alan ve HMB'nin sitesinden aldığım grafikten de bu durumu görebilirsiniz.

Tabii GSYH öngörülen düzeyde kalırsa. Sonuçta bu bir oran, payda kısmı küçülürse oran daha büyük olacaktır. Bütçe açığının üçte biri borç faiz giderlerinden oluşuyor. O nedenle faiz dışı açığa da dikkat etmek gerek. Faiz dışı açık, faiz giderlerinin ulaştığı boyutu göstermesi açısından önemli bir veri. Haziran ayında 99,3 milyar TL ile oldukça yüksek düzeylerde seyrediyor. Bu tutar haziran ayı vergi gelirlerinin beşte biri.

Gelirler, geçen ayki gibi yüksek seyretmedi.

Mayıs ayında kurumlar vergisi beyanı ve kurumlar geçici vergi nedeniyle vergi gelirlerinde çok önemli bir yükseliş olmuştu. Yine de haziran ayında vergi gelirlerindeki artış oranı yüzde 100,5 oldu.

Ancak her verginin gelirindeki artış oranı yüzde 100 değil, daha da fazla. Yüzde 71,60 olarak TÜİK tarafından açıklanan enflasyondan daha da yüksek oranda vergi geliri tahsilatı var.

Örneğin kişisel gelir vergisi hasılatı geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 127 artarken, dahilde alınan KDV hasılatı yüzde 247, akaryakıt üzerinden alınan ÖTV hasılatı ise yüzde 327 oranında artmış durumda (değerli meslektaşım Prof. Dr. Murat Batı şu yazısında vergi gelirlerinde gerçekleşmeleri özetledi.). Zaten KDV ve ÖTV gibi dolaylı vergilerin hasılatı bir aylık vergi gelirlerinin yarısını oluşturdu bile (her zamanki gibi).

Giderler, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 93,7 artış gösterdi.

Kamunun en önemli giderlerinden olan personel giderlerinde geçen aya göre önemli bir değişiklik yok. Temmuz ayında da kısmi bir artış olur, kısmi diyorum çünkü kamuda temmuz maaş zammı oranı yüzde 19,73'te kaldı. Kamu personeli bu zamla beraber enflasyona açık bir farkla yenilirken, bütçenin gider tarafına çok hafif bir yük gelecek.

Giderlerin en geniş hacimlisi olan cari transferler geçtiğimiz aya göre daha da yüksek. Bu farkın nedenlerinden biri, bayram ikramiyesi dolayısıyla 42,2 milyar TL'lik sosyal güvenlik kurumuna yapılan transfer. Ancak transferler sadece sosyal güvenlik kurumu ile kalmıyor.

Geçtiğimiz aylardan daha yüksek düzeyde olmak üzere Ziraat Bankasına 6,7 milyar TL ve Halk Bankasına da 2,8 milyar TL'lik tutar görevlendirme gideri karşılığında aktarılmış.

Bazı cari transfer kalemlerinde ise geçtiğimiz aya göre azalış gerçekleşmiş. Örneğin haziranda ekonomik ve mali amaçlı transferler 16,2 milyar TL'den 2,6 milyar TL'ye inmiş fakat bu farklılığın nereden kaynaklandığını bilemiyoruz. Çünkü bu tutar, “ekonomik ve mali amaçla diğer transferler" kaleminde yer alıyor.

Bütçede diğer giderler ya da sınıflandırmaya girmeyen giderlerin sayısı ve hacmi giderek artıyor.

Bu yıl bu şekilde adlandırılan yaklaşık 20 gider kalemiyle toplam giderler 84,5 milyar TL'ye ulaştı. Üstelik bu tutarın yarısı ekonomik ve mali amaçlı diğer transferlerden oluşuyor. Ayrıca çok önemli bir kısmı da “sınıflandırmaya girmeyen hazine yardımları".

Bir başka örnek; bütçeden ilk altı ayda 179,3 milyar TL'lik müteahhitlik gideri yapılmış, ancak sosyal tesis, yüzer tersane, içme suyu tesisi, atıksu arıtma tesisi gibi yaklaşık yirmi türü olan bu müteahhitlik giderlerinin 87 milyar TL'lik kısmı “diğer müteahhitlik giderleri" olarak gözüküyor.

Giderleri yazarken bahsetmeden geçmeyelim; peki kamuda tasarruf ne oldu?

Hatırlarsanız iki ay önce yeni tasarruf genelgesi yayımlandı. Genelge taşıt giderlerini, enerji, haberleşme, kırtasiye-baskı-cilt, temsil-tanıtma-organizasyon, lojman-sosyal tesisler vb. giderleri kapsıyordu.

Kamuda tasarrufla özdeşleşen tüm bu kalemlerin yılın ilk üç ayı ve son üç ayındaki değişimini göstermek için aşağıdaki tabloyu hazırladım.

Yılın ilk üç ayında yeni kamuda tasarruf genelgesi henüz yayınlanmamıştı, ama 2021 tarihli genelge kamu kurumlarına bir yıl önce gönderilmişti, yani kamuda tasarruf bir yıldır hayatımızda.

Ancak bütçede bir farklılık oluşmuyor. Hatta tasarruf edileceğine giderek daha çok harcanıyor. Basında da çıkan haberler bütçeye yansımış durumda. Çünkü nisan-mayıs arasında bir ayda taşıt alım giderleri ile lojman onarım giderleri üç kat, kırtasiye, baskı giderleri 1,5 kat, temsil, tanıtma giderleri ise tam 7 kat artmıştı.

Belki Haziran'da azalmıştır, aşağıdaki tabloya birlikte bakalım: Yılın ilk üç ayında taşıt giderleri 2,1 milyar TL iken son üç ayda yaklaşık yüzde 40'lık artışla 2,9 milyar TL'ye ulaşmış. Haberleşme giderleri ilk üç ayda 2,2 milyar TL'den son üç ayda yaklaşık yüzde 20 artarak 2,6 milyar TL'ye ulaşmış. Keza kırtasiye, baskı, cilt giderleri ile lojman, sosyal tesis giderlerinde artış devam etmiş durumda.

Ancak son üç aydaki temsil-tanıtma-organizasyon giderleri ilk üç aya göre azalmış. İlk üç aydaki yükseliş seçim nedeniyle çok hızlıydı. Ocak ayında sadece 19 milyon TL idi ve seçim ayı olan mart ayında 715 milyon TL'ye kadar yükselmişti. O seviyelere yeniden çıkması gerçek anlamda kamu kaynağında israf olur.

Kamuda tasarruf enerji alım giderlerinde kendini göstermiş. Yılın ilk üç ayına göre son üç ayda 4,6 milyar TL enerji tasarrufu sağlanmış. Kettle'ları kaldırıp, tüm yaz boyunca klimalar çalıştırılmazsa ve önümüzdeki kış kaloriferler yanmazsa kamu daha çok tasarruf eder!           /././

Lâl Denizli, Despina Vandi konseri krizini T24'e anlattı: Sahip çıktığım şey Atatürk ve Türk bayrağı, "Şehri terk etsin" derken dostluğu değil hanımefendiyi hedef aldım -Candan Yıldız-

"Vatandaşlar galeyana gelmesin diye gittim; hanımefendiye gidin saldırın demedim"

İzmir - Çeşme'de Yunan sanatçı Despina Vandi'nin Türk Eğitim Vakfı'nın yardım konserine çıkmamasıyla başlayan tartışmanın odağındaki isim Çeşme Belediye Başkanı Lal Denizli T24'e konuştu.

Bir iddiaya göre Despina Vandi, konser öncesi sahnedeki Türk bayrağının yanına Yunan bayrağının da konulmasını talep etti. Bu nedenle kriz çıktı. Başka bir iddiaya göre ise Türk bayrağı ve Atatürk posteri indirilmezse sahneye çıkmayacağını söyledi.

Sanatçı Vandi ise konserden 2 ya da 3 saat önce Instagram hesabından yaptığı paylaşımda Türk Eğitim Vakfını yararına "konser" olarak nitelendirilen etkinliğin, önceden üzerinde anlaşılandan farklı olarak siyasi bir anlam yüklenerek yapıldığını, bu durumda konsere katılmasının mümkün olmadığını yazdı.

Krizden haberdar edildikten sonra konser alanına gelen Lal Deniz'e hem eleştirilen hem de onaylanan konuşmasını sorduk. Lal Denizli sorularımızla açıklıkla yanıt verdi…

- Lâl Denizli, Despina Vandi'nin Atatürk ve Türk bayrağının indirilmesini değil, Yunanistan bayrağının da asılmasını istediği yönünde bir iddia var. Ne diyeceksiniz?

Yunanistan bayrağı asılmasını istediği bilgisi nerden çıktı bilmiyorum. Hanımefendi Instagram hesabından zaten politik semboller sebebiyle konsere çıkmayacağını bildirmiş. Bunun için de Türk vatandaşlarından özür dilediğini yazmış.

- Sonuçta "Türk bayrağı ve Atatürk posterinin inmesini istiyormuş" diyorsunuz konuşmanızda. Sosyal medya hesabında ise öyle bir ifade yok… Bu bilgi size nereden geldi, teyit ettiniz mi?

Türk Eğitim Vakfı'ndan bu bilgi geldi. Bu konser bizim belediyemizin konseri değil. Bizden sadece anfi kullanmak için gün ve saat istediler. Zaten ben yangında kaybettiğimiz vatandaşlarımız sebebiyle hiçbir etkinliğe gitmiyorum üç gündür. Ben orada değildim. Yardımcım aradı, hanımefendinin çıkmadığını söyledi. Atatürk ve Türk bayrağı olması sebebiyle çıkmayacağını, indirilirse çıkabileceğini söylemiş. Konu bu…

- Bu bilgi size yardımcınızdan geliyor öyle mi?

Yanındayım zaten o sırada. Ben de TEV yetkililerini ara ve doğrula dedim. Aradı ve doğruladı. Belediye meclis üyelerimiz, aile dostlarım da konserdeydi. Cemil Tugay'ın (İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı) eşi de konserdeydi. Bize mesajlar gelmeye başladı. Ben gitmeden önce alanda Atatürk ve Türk bayrağı indirilmeden sahneye çıkmayacağı duyurulmuştu. Ben vardığımda anfinin üçte biri doluydu sadece, vatandaşların üçte ikisi ayrılmıştı konser alanından.

- "Defolup gitsin" gibi bir ifade kullandınız mı?

Konuşmam ortada. Gözünüzü seveyim. Ben size diyorum ki konserde değildim hangi arada böyle bir konuşma yapmış olabilirim ki…

- Sahneye çıktığınıza göre oradasınız ama…

Ben sahneye çıkmadan üç dakika önce konser alanına girdim zaten. Ben oraya geldiğimde sosyal medyaya düşmüştü hanımefendinin bu yüzden sahneye çıkmadığı. İzmir'deki haber sayfaları girmişti zaten "Çeşme'de bayrak skandalı" diye…

- CHP'li bir belediye olarak, genel başkanınız Özgür Özel Syriza'nın lideri Çipras'la görüştü. Barış mesajları verdiler…

Benim Yunan vatandaşlarıyla bir derdim yok. Konuşmamda da bunu çok net söylüyorum…

- Türk -Yunan dostluğunu gölgeleyecek ifadeler kullanıldı gibi yorumlar da oldu…

Hangi ifademde var bu? Ebedi kardeşlik ve dostluk dediğim bir konuşmada hangi şey Türk-Yunan dostluğunu zedeleyecek.

- "Bu şehrin sınırlarını terk etsin" dediniz…

Kendisinden bahsediyorum. Hanımefendi bu şehrin sınırlarını terk etsin diyorum.

- Siz bir siyasetçisiniz. Tarihsel olarak Türk- Yunan dostluğu ve düşmanlığına ilişkin tartışmaları biliyorsunuzdur…

Benim kökenimi araştırdınız mı bana bunu sorarken…

- Ben köken tartışması yapmıyorum…

Benim nereden geldiğimi biliyor musunuz? Bunun bir Yunan-Türk dostluğuna ket vuracak bir konuya evirmenin lüzumu yok. Ben hanımefendinin şahsını hedef alıyorum. O yüzden konuşmamda özellikle Yunan generallerin ayağının altına Türk bayrağı serildiğinde Atatürk'ün ayaklarının altına Yunan bayrakları serildiğinde Atatürk "Hiçbir milletin bayrağı ayaklar altına alınamayacak kadar kıymetlidir" demiştir diyorum. Bu nasıl dostluğa nasıl zarar veriyor. Ebedi kardeşlik ve dostluğa inanan bir liderin evlatlarıyız dediğimde hangisi nefret söylemini söylemiş oluyorum! Hiçbir şekilde dostluk anlayışına zarar verecek tek bir ibare olduğunu düşünmüyorum. Ben hanımefendi şehri terk etsin diyorum. Ben bir kişiyi hedef alacağım zaman onun milletine, dinine, inancına göre değil bize yaşattığı toplumsal olarak hissiyata göre hareket etmek zorundayım.

- Sizin göreviniz sanatçıyla doğrudan konuşup, gerçek nedir öğrenmek ve toplumu sakinleştirmek değil mi?

Hanımefendi orada değildi ben oraya gittiğimde. Bu konser benim konserim değil. Orada vatandaş büyük bir tepki gösterdi. Benim de oraya gitme sebebim bu zaten. Galeyana gelmesin diye… Hanımefendiye gidin saldırın demedim. Hanımefendinin adresini ifşa etmedim.

- Zaten asla bunu demezdiniz değil mi?

Bunu sormaya gerek duymayacağınızı ummak istiyorum. Ben bir siyaset bilimciyim. 15 yıldır aktif siyaset yapıyorum. Onun yanında köklü bir ticari geçmişim var. Hayatımın üçte birini yurt dışında geçirdim. Birçok toplulukla iç içeyim. Ailemin yarısı çok kültürlü bir toplumdan geliyor. Benim ailemde gayrimüslümler var, farklı kökenlerden gelenler var. Babamın ilk eşi Yahudi, ikinci eşi Çerkes, üçüncü eşi Kürt vatandaşıdır. Hiçbir kişinin dinini, dilini, ırkını gözetmeyen bir anlayışla yetiştirildim.

- Bir sanatçı apar topar Türkiye'den ayrıldı ama… Sizce iyi bir şey mi bu?

Bunun sorumlusu ben mi oluyorum. Zaten oraya gittiğimde hanımefendi kararını almıştı. Bu ülkenin bayrağı ve en büyük kurucu liderinin senbolünün indirilmesini teklif ettiğinde Türkiye gibi milli değerlerine bu denli bağlı bir memlekette böyle bir şeyin tolere edileceğini düşünmesi… Böyle bir şey olabilir mi?… Ben Yunanistan'a gidip Yunan bayrağının indirilmesini isteyebilir miyim? Hayır. Böyle bir haddim olabilir mi? Hayır…

- Despina Vandi siyasal semboller olmasın mı, indirilsin mi diyor?

Siyasal semboller olması sebebiyle diyor…

- Arada fark var, o açıdan soruyorum.

Hayır arada fark yok. Siyasi semboller sebebiyle çıkmamasıyla şunu söylemiş oluyor hanfendi; indirilirse çıkarım. Indirilmezse çıkmam. Bu kadar ve çıkmıyor. Ben oraya gittiğimde hanımefendi çıkmamaya karar vermişti. Atatürk ve Türk bayrağı siyasi bir sembol mü…

- Belki TEV'le anlaşması o yöndeydi… Bunu biliyor musunuz?

Türk bayrağı, Atatürk siyasal bir sembol mü? Hiçbir ülkenin liderinin portresi, bu Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da olabilirdi, siyasal semboller değildir, temsiliyettir. Ben oraya sahneye çıkmak için gitmedim. Onlar beni sahneye çağırdılar.

- Sözlerinizin arkasında mısınız?

Arkasındayım çünkü yanlış hiçbir şey söylemedim. Kardeşlik, dostluk ve barış vurgusu yaptım. Edebi dostluk vurgusu yaptım. Hiçbir savaş zaruri olmadıkça cinayettir diyen bir liderin evlatlarıyız dedim. Daha ne demem gerekiyordu?

- Despina Vandi ile herhangi bir görüşme yaptınız mı?

Bir görüşmem olmadı ne öncesinde ne sonrasında… Çünkü bu organizasyon bana ait değil. Ben sadece çeşme anfiyı kullanmalarına müsaade ettim bu kadar.

- Hemen ayrılmış oradan diye biliyorum.

Bilmiyorum… Onu da takip etmedim. İlgilendiğim şey Despina Vandi'nin ne yaptığı değil, oraya gelen vatandaşlara ne hissettirdiği... Oraya gelen herkes kendini aşağılanmış ve küçümsenmiş hissetti. Kriz akşamüstü altı gibi başlamış. Gittiğimiz hiçbir ülkede bir ülkenin bayrağının indirilmesini teklif edemeyiz. Ben kuru milliyetçi bir insan değilim. Hayatım boyunca da bu tip sembollerden uzak kalmış bir insanım. Yaptığım açıklama son derece yerinde kardeşlik ve barış vurgusu yapıyorum. Sabahtan beri de aldığım bütün telefonlar, tepkimin ne kadar yerinde olduğu yönünde…. Devlet bürokrasisinden, farklı partili insanlardan da takdir ve tebrik alıyorum. Sahip çıktığım şey Atatürk ve Türk bayrağı… AK Parti, MHP, HDP bayrağı değil. Basit ucuz kaygılar taşıyan bir insan olsaydım, en başta böyle bir yardım konseri yapacaksanız niye Türk sanatçıya yer vermiyorsunuz niye Yunan vatandaşı çıkarıyorsunuz derdim. İki ay önce TEV, Despina Vandi'yi çıkartmak istediğini söyledi. Dostluk barış ve kardeşlik kaygısıyla… Ben de yardım konseri olduğu için gün verebileceğimizi söyledim. Galeyena getirmek isteseydim seçtiğim kelimeler barış dostluk olur muydu? Ben kahrolsun Yunan vatandaşları demiyorum. Ben hanımefendiyi hedef alıyorum. Oradaki vatandaşların öfkesini dindirmek için yaptım ve dindirdim de. Çünkü konuşmamın ardından iki marş söylendi ve herkes sakince dağıldı.                                              /././

AKP dönemindeki ilk "partili vali" ataması ve Özel Harekât'taki fotoğraf! -Tolga Şardan-

Van'daki görevi sırasında kayyım belediye başkanlığından tecrübesi olan Zorluoğlu'nun, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi'ne yapılacak olası kayyım atanmasında görev alması, hem AKP'ye hem de Ataman Ailesi'ne nefes aldıracak!

Murat Zorluoğlu

İçişleri Bakanlığı, geçen hafta beş kentin valisini değiştiren mini valiler kararnamesini yayımladı. Kararnameyle, merkezde Mülkiye Başmüfettişi kadrosuyla görev yapan Vali Murat Zorluoğlu, Diyarbakır'a atandı. Kocaeli Valisi Seddar Yavuz Malatya Valisi, Çanakkale Valisi İlhami Aktaş Kocaeli Valisi, Elazığ Valisi Ömer Toraman Çanakkale Valisi ve Tokat Valisi Numan Hatipoğlu Elazığ Valisi oldu.

Malatya Valisi Ersin Yazıcı ise aynı kararnameyle görevden alındı. Merkeze çekildi.

Bürokraside hemen her atamanın kendi içinde bir dinamiği var.

Mülki idare yani vali/kaymakam kararnamelerinde de bu durum, belirleyicidir. Şaşmaz kural olarak işler.

Çoğunlukla siyasi tercihler, kimi zaman atanacak veya görevden alınacak bürokratın dünya görüşü, içinde yer aldığı camia, cemaat ya da tarikata iktidarın yakınlığı, bölgesel farklılıklar gibi parametreler başat rol oynar bu dinamiklerde.

Her ne kadar mini kararname olsa da son atamalarda aynı durum var, kuşkusuz.

Kararnamenin en dikkat çekici ataması, Murat Zorluoğlu'nun Diyarbakır Valisi olarak görevlendirilmesi kanımca.

Zorluoğlu'nun Güneydoğu'nun en önemli kentine gönderilmesinin önemini aktarmaya çalışayım.

Bilindiği üzere Zorluoğlu'nun mülki idaredeki son görevi Van Valiliği idi.

Kariyeri mülki idarede geçen ve aynı zamanda Haymanalı olan Zorluoğlu, valilikle birlikte Van Büyükşehir Belediyesi'nin kayyım belediye başkanlığını yürüttü.

2018'deki yerel seçimler öncesinde her iki görevinden istifa etti. İktidar partisi AKP'den Trabzon Büyükşehir Belediye Başkan Adayı olarak siyasete girdi.

AKP'ye üye oldu Zorluoğlu. Seçimi kazandı ve beş yıl boyunca Trabzon'un kent yönetiminde "seçilmiş" konumunda görev yaptı.

Zorluoğlu, geçen marttaki seçimlerde partisince aday gösterilmedi. AKP, farklı bir adayla seçime girdi.

Hâl böyle olunca Zorluoğlu, siyasetten yeniden kamu yönetimine geçiş yaptı. İçişleri Bakanlığı bünyesinde merkez valisi statüsüyle Mülkiye Başmüfettişi olarak göreve başladı bir kez daha.

Atamanın ardındaki siyasi bağlantı

İşin püf noktası da burası.

Siyasi parti üyesi olmasına rağmen kamu görevine dönen Zorluoğlu, bu kez Diyarbakır Valisi olarak atandı.

Ülkenin mülki idare geçmişinde bir elin beş parmağını geçmeyecek sayıda benzer atamalar oldu elbette.

Kamu yönetiminin siyasetin kontrolünde olmasına rağmen devlet idaresinin çok tercih ettiği bir uygulama değil, "partili vali" ataması.

Bir önceki görevi AKP'li Büyükşehir Belediye Başkanı olan Zorluoğlu, AKP döneminin ilk "partili vali" ataması olarak kayıtlara girdi.

Burada bir ekleme daha yapayım. Bu atamayı ilginç hale dönüştüren bir bağlantı daha var.

Bu bağlantı partili vali atamasının önünü açtı.

Şöyle ki, Zorluoğlu Trabzon Büyükşehir Belediye Başkanı iken Başkan Vekili kentin önemli isimlerinden Atilla Ataman'dı.

Zorluoğlu – Ataman ikilisinin görevleri sırasında kentin yerel siyasetinde rahatsızlık yaratan kimi icraat ve söylemleri bir yana Ataman'ın AKP'de etkili isimlerden olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Aynı zamanda Ataman'ın eşi Suna Kepolu Ataman, AKP'den Diyarbakır Milletvekili!

Zorluoğlu'nun Diyarbakır Valisi olarak atanmasında bu bağlantıyı göz ardı etmemek gerekiyor.

Akla doğal olarak kayyım iddiaları da geliyor. Van'daki görevi sırasında kayyım belediye başkanlığından tecrübesi olan Zorluoğlu'nun, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi'ne yapılacak olası kayyım atanmasında görev alması, hem AKP'ye hem de Ataman Ailesi'ne nefes aldıracak!

Malatya Valisi, Kurum'la tartıştı, merkeze alındı

Kararnamede yer alan Malatya Valisi Ersin Yazıcı'nın merkeze çekilmesinin ardında, yeniden Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı olarak kabineye giren Murat Kurum'la yaşadığı tartışmanın yattığı İçişleri Bakanlığı kulislerinde ifade ediliyor.

Bilindiği üzere Kurum, ikinci kez bakan olması sonrasında 6 Şubat depreminin yaralarını sarmaya çalışan Malatya'ya gitti.

Yapılan çalışmaları yerinde inceleyen Kurum, deprem süreci ve sonrasında Malatyalıların tepkisini çeken Vali Yazıcı ile tartıştı. Mevzuatın el verdiği ölçüde çalışıldığını öne süren Yazıcı'nın açıklamaları karşısında Bakan Kurum, yapılan işlerden memnun olmadığını Ankara'ya döndüğünde İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya ile paylaştı.

Sonrasında Yazıcı kararnameyle görevinden alındı.

Özel Harekat'taki tartışılan fotoğraf

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, 15 Temmuz'da, darbe girişiminde bombalanan, 51 polisin şehit olduğu Özel Harekat Başkanlığı'nı ziyaret etti. Ziyareti sırasında Özel Harekat Başkanı Süleyman Karadeniz, Bahçeli'nin elini öptü.

15 Temmuz şehitlerinin anılması kapsamında Emniyet Genel Müdürlüğü Özel Harekat Başkanlığı'nın Gölbaşı'ndaki merkezini ziyaret eden MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin elinin, birimin başkanı Süleyman Karadeniz tarafından öpülmesi tartışma yarattı.

Fotoğrafta da görüleceği üzere Karadeniz, misafirini tokalaşmayla karşılamak yerine iki eliyle deyim yerindeyse iki büklüm halde öpmesi, polis teşkilatının siyasallaşmasının nereye geldiğini göstermesi açısından önemli.

Bu fotoğraf her ne kadar "Özel Harekat üzerinden siyasallaşan polis görüntüsü"nü ortaya koysa da aynı zamanda Cumhur İttifakı'nın içindeki kırılmayı gösteren yeni ipucu oldu.

Zira Bahçeli; 15 Temmuz sonrasında Özel Harekat'ı ilk kez ziyaret etmiyor. Önceki yıllarda ziyarete Önceki İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun eşlik ettiği biliniyor. Son ziyarette İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya'nın bulunmaması dikkat çekici.

Ev sahibi olarak Emniyet Genel Müdürü Erol Ayyıldız var. Zaten kamuoyuna yansıyan fotoğrafta Karadeniz'in Bahçeli'nin elini öptüğü sırada Ayyıldız'ın yüz ifadesinden "görevin başarıyla yerine getirildiği" izlenimi mevcut.

Diğer yandan; fotoğraf sonrası MHP cephesinden eleştirilere ağır yanıtlar verilmesine karşın AKP'den dikkat çekici açıklama / açıklamalar gelmemesi dikkate değer.

Fotoğrafın yarattığı intiba; polis teşkilatının neredeyse tamamen MHP'nin kontrolüne girdiği.

Özel Harekat'ta bir süredir rahatsızlık veren ancak Emniyet üst yönetimince halı altına gizlenmeye çalışılan sıkıntılar var.

Bir bölümünü geçen nisanda Büyüteç'e konu ettim. Emniyet yönetimi sessizliğini koruyor. Bir nev'i "sükut ikrardan gelir1 durumu var.

Bu arada bir noktaya daha dikkat çekmekte fayda var.

15 Temmuz'dan hemen önce hakkında yönetimsel sorunlar çerçevesinde iddialar bulunan Başkan Süleyman Karadeniz, iktidar yanlısı gazeteye "Devletimizin istihbarat birimlerinin titiz çalışmaları sonucunda, FETÖ ve diğer taraflara aidiyeti olduğu tespit edilen 1200 personeli özel harekât branşından çıkardık. Özel Harekât Başkanlığı uzun zaman sonra en saf ve en temiz dönemini yaşıyor" değerlendirmesini yaptı.

15 Temmuz fotoğrafıyla tartışılan Karadeniz, bu değerlendirmesiyle Soylu dönemine "Onun döneminde alınanlar arasında FETÖ'cüler var" mesajını veriyor. Ancak birimden gönderilenler arasında Ülkücü görüşe sahip olan personelin yanı sıra Güneydoğu'da özellikle hendek operasyonlarında görev yapanların bulunduğu şikayetleri, bu satırların yazarının da aralarında bulunduğu medya mensuplarına aktarılan iddialardan.

Şimdi MHP Genel Merkezi'nin pek hoşuna girmemekle beraber, belirtmek gerekir ki, partide bazı isimlerin Menzil tarikatıyla temasının bulunduğu biliniyor. Bu isimlerden bazıların polis müdürleriyle fotoğrafları kamuoyuna yansıdı.

Bununla bağlantılı olarak Başkan Karadeniz'in, "FETÖ'cü ve diğer taraflar" diyerek tanımladığı oluşumlarla bağı olup gönderilenlerden boşalan kadrolara MHP kontenjanından Menzilciler'in birime alındığı iddiaları konuşuluyor son günlerde Emniyet kulislerinde.

Geçmişte yaşanan bir olay

Özel Harekat biriminin siyasallaşması konusunda bu satırların yazarının da tanık olduğu bir süreci anlatayım.

Eskiler hatırlayacaktır, PKK ile mücadelenin en sıcak olduğu 1990'lı yılların ortasında Şırnak Emniyet Müdürlüğü'nde kriz baş gösterdi.

Krizin sebebi; Şırnak Emniyeti kadrosundaki Özel Harekatçı polislerin MHP'yi simgeleyen bıyıklarının bizzat il emniyet müdürünün, polislerin uygulamakta sorumlu olduğu kılık ve kıyafet mevzuatına uygun şekle dönüştürülmesi talimatıydı.

Sosyal medyanın, internetin olmadığı, bölgede yaşanan bir olayın en yakın 3-4 gün içinde Ankara'ya ulaştığı günlerde yaşanan bu kriz, Özel Harekatçıların göreve çıkmayı kabul etmeyecek hale dönüşmesine evrildi.

Bıyık krizinin Ankara'ya ulaşması sonrasında yanılmıyorsam dönemin Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar, Özel Harekât Dairesi'nden yetkililerle birlikte bizzat Şırnak'a gitti.

Ağar'ın görüşmesiyle kriz daha büyük yönetim krizine dönüşmeden sonuçlandı. Sonuçta, Özel Harekâtçılar bıyıklarını kılık ve kıyafet yönetmeliğine göre şekillendirdi ve göreve çıktılar!

Bu aralar; bir dönem Özel Harekât Dairesi Eski Başkanı merhum Behçet Oktay'ın sağ kolu / sol kolu gibi tanımlamalarla kendini göstermek isteyen bir grup polis yöneticisi peydah oldu bir anda.

Yeri gelmişken aktarayım; mesleğim gereğince Oktay'ı yakın tanıma fırsatım oldu. Özellikle Susurluk skandalından sonra Özel Harekat'ın başında göreve getirildiğinde kamuoyunda itibarını kaybetmek üzere olan, deyim yerindeyse enkaza dönüşmekte olan bir birim vardı.

Zaman içinde birimi yeniden ayağa kaldırdı. Gerek teşkilat, gerekse kamuoyu önünde yeniden itibarlı hale getirdi. Siyasetin hiçbir tarafına Özel Harekâtı malzeme yapmadı.

Kendisini Atatürk milliyetçisi ve devletin adamı olarak tanımladı. Hiçbir cemaat ve tarikata yakın durmadı. Ülkücü olmasına karşın, Ülkücülük kelimesini kendisine itibar öğesi yapmadı.

Hayat görüşümüz uyuşmasa da; kendisi siyasete boyun eğen değil, devletin adamı oldu.

Şimdilerde kendilerini Oktay'ın devamı olarak tanımlamaya çalışanların, kendisiyle uzaktan yakından ilgisi yok. Etiket kullanmaktan başka.

Karadeniz'in çocuğu, polisliğe neden alınmadı?

Olayları takip ederken, süreçleri kişiselleştirmek gibi bir mesleki yaklaşımı tercih etmemekle birlikte süreçlerde yer alanların kimi zaman kişiselleştirmeye yol açan tutumları, yöntem değişikliğini kaçınılmaz hale getiriyor, maalesef.

Örneği şöyle vereyim; Başkan Karadeniz, az önce okuduğunuz değerlendirmesinde Özel Harekat'taki FETÖ'cülerin atıldığını söylüyor. Bu bilgi doğru. Çünkü Garson'dan elde edilen yeni veriler ışığında hakkında işlem yapılanlar arasında Özel Harekatçılar da yer alıyor.

Peki bu bağlamda, Başkan Karadeniz, yakın tarihte çocuğunun neden Polis Akademisi'ne alınmadığını açıklayabilir mi? Ya da Emniyet Genel Müdürlüğü, Karadeniz'in çocuğunun neden polis olmasının akademi tarafından mümkün kılınmadığı sorusunu yanıtlayabilir mi?

Polis Akademisi'nin söz konusu tasarrufunun perde arkasında, Manisa'daki görevi sırasında çocuğunun eğitim aldığı okul olabilir mi?

                                                             /././

Yalan dünya: Kadının soyadı, yargı paketi, tasarruf paketi -Yalçın Doğan-

AKP'nin attığı her adım artık sivil topluma çarpıyor. Halkta karşılığı olmayan adımlar...

Türk - Japon Bilim ve Teknoloji Üniversitesi'nin dış yardımları...

Yüksek Öğretim Kurumları Kanunu'nda değişiklik...

Türk Standartları Enstitüsü'ne Hazine'den yapılacak yardım...

BOTAŞ'ın satın alacağı doğalgazın Kamu İhale Yasası kapsamı dışına çıkartılması...

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'ndaki taşıtların satışı...

Ne bunlar?..

Meclis'e sunulan bir yasa teklifi, teklifin başlığı şöyle:

"Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi".

Teklifin başlığı böyle ama, Meclis'e sunulurken, AKP bunun adına ne diyor?..

"Tasarruf Paketi!.."

Tasarruf mu?.. Hani nerede tasarruf?.. Tasarrufla ilgili maddeler nerede?..

Gelecek Parti milletvekili Anayasa Profesörü Dr. Serap Yazıcı Özbudun:

"Bu teklifte her şey var ama, tasarruf yok. Bu torba kanun. AKP'nin sık sık yaptığı gibi, birbiriyle hiç ilgisi bulunmayan yasalarda değişikliğe gidiyorlar, bu da yine öyle. Bu teklifi getirirken, ‘tasarruf paketi' dediler, tasarrufa ilişkin ne var, baktım, bulamadım. Yine tipik algı operasyonu, tasarruf paketi diyorlar, ama, içinde tasarruf yok".

Anayasa'ya aykırılıklar

Bugünlerde bir başka paket var. Meclis Komisyonu'nda saatlerce konuşulan bir paket:

"9. Yargı Paketi".

Adı üstünde "Yargı Paketi" ama, Anayasa'ya aykırı maddeleri var. Örneğin, Milattan Önce 6. yüzyıldan itibaren varolan Roma Hukuku'ndan bu yana, bütün hukuk fakültelerinin birinci sınıflarında okutulan "yasalar geriye işlemez" kuralı, "Yargı Paketi'nde" çiğneniyor.

Teklif 11 Temmuz 2024'te Meclis Komisyonu'da görüşülüyor, yasalaşması bu ayın sonuna sarkabilir.

"Ancak, 9. Yargı Paketi'nde bazı maddelerin yürürlük tarihi 29 Haziran 2024!.."

Komisyondaki görüşmeler sırasında söz alan Prof.Dr. Özbudun:

"Anayasa'ya aykırılık sadece yürürlük maddesiyle sınırlı değil, paketin tamamı değerlendirildiğinde, Anayasa'nın çeşitli maddelerine aykırılıklar var, Anayasa Mahkemesi'nin iptal etttiği yasaların bu pakette tekrar yer aldığını görüyoruz".

Kadının soyadı

Paketin en tartışmalı maddelerinden biri "kadının soyadı, kadın evlenince hangi soyadını alır" maddesi.

Kadının soyadı ile ilgili Medeni Kanun'da yer alan "kadın evlenince erkeğin soyadını alır" maddesini Anayasa Mahkemesi "eşitlik ilkesine aykırı" buluyor ve iptal ediyor, "eşitlik ilkesine uygun yeni bir düzenleme yapılmasına" karar veriyor. Geçen yıl iptal ettiği bu maddenin en geç Ocak 2024 tarihine kadar yenilenmesini istiyor.

Şimdi 2024 Temmuz ortası, şu anda zaten yedi ay gecikmiş bulunuyor. Hukuk, AKP için ne gam!..

Her adımda sivil toplum

Meclis'teki komisyonda büyük gürültü çıkartırken, ilgili sivili toplum örgütleri haklı olarak kıyameti kopartıyor.

AKP'nin attığı her adım artık sivil topluma çarpıyor. Halkta karşılığı olmayan adımlar.

Hayvanların öldürülmesi mi, sivil toplum...

Öğretmenlerin özlük hakları ve atamaları mı, sivil toplum...

Emekli gelirlerinin düşük kalması mı, sivil toplum...

Tarım ürünlerinde düşük taban fiyatları mı, sivil toplum...

Rezilce, arsızca ihmal sonucu iş cinayetleri mi, sivil toplum...

"Aile birliği"

Kadının soyadıyla ilgili yeniden aynı düzenlemeye dönüş kadınlarla ilgili sivil topluma çarpıyor.

Madde şu:

"Kadın evlendiği erkeğin soyadını alır".

Bu zaten Anayasa Mahkemesi'nin iptal ettiği madde.

Muhalefetin yoğun itirazlarına karşı, komisyondaki AKP'li üyeler sürekli "aileyi korumak, aile birliğini sağlamak zorundayız" lafını tekrarlıyor. Kadının soyadı üzerinden "aile birliği" nasıl korunuyorsa!..

Adalet Komisyonu'nda AKP'liler "aile yapısını zayıflatacak girişime karşı teyakkuzda olmalıyız" diyor.

Oysa, bu zorlama erkek egemenliğinin ilanı ve Anayasa'nın eşitlik ilkesine aykırı. Her ikisi de, AKP'nin teğet bile geçmediği çağdaş ilkeler.

İşin bir başka boyutu Adalet Bakanı Yılmaz Tunç'un konuya ilişkin sözü:

"Kadın evlenmekle kocasının soyadını alır, isterse kızlık soyadını da bununla beraber kullanabilir, hükmü Adalet Komisyonu'nda aynı şekilde korundu ama, Anayasa Mahkemesi'nin gerekçelerkine atıf yapılarak, yeni bir düzenleme gerçekleştirildi".

Korundu mu gerçekten?.. Kadın isterse kızlık soyadını da kullanabilir mi?..

Yargı paketiyle getirilen madde aynen şöyle:

"Kadın evlenmekle kocasının soyadını alır.

Şu kadar ki, kadın evlendirme memuruna veya daha sonar nüfus dairesine yapacağı yazılı başvuruyla kocasının soyadı önünde önceki soyadını da kullanabilir".

Maddenin ikinci bölümü kadın örgütlerinin zaferi. AKP istemeye istemeye bu bölümü eklemek zorunda kalıyor.

(T24)



18 Temmuz 2024 Perşembe

Birgün "KÖŞEBAŞI" -18 Temmuz 2024 -

Eski hikâye, yeni gösteri: Neden şimdi? -Berkant Gültekin-

15 Temmuz darbe girişiminin üzerinden 8 yıl geçti. Ordu içindeki varlığını, AKP iktidarının onay ve desteğiyle büyüten Fetullahçı çete, geleneksel statükonun yıkılmasının ardından AKP ile “devleti paylaşma” savaşına tutuşmuş, bu savaşın zirvesine bir darbe girişimiyle ulaşılmıştı. Darbe girişimi başarısız olunca siyasal İslamcılığın Fetullahçı kanadı devletten tasfiye edilmiş, devlet mekanizması rejimin ve ‘tek adam’ın ihtiyaçlarına uygun şekilde yeniden organize edilmişti. Devlet bürokrasisi ve kadroları, Erdoğan’ın siyasi ittifaklarına sadık kalınarak biçimlendirilmiş, Fetullahçıların tasfiyesinden sonra ortaklar değişse de düzenin DNA’sı aynı kalmıştı.

FETÖ ile yol ayrılığının ardından Erdoğan’ın ortağı olan ve anti-demokratik başkanlık rejiminin kurumsallaşmasında kritik bir rol oynayan MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, önceki gün, 15 Temmuz’un 8. yıldönümü nedeniyle Emniyet Genel Müdürlüğü’ne bağlı Özel Harekat Başkanlığı’nı Ankara Gölbaşı’ndaki adresinde ziyaret etti. Özel Harekat Başkanı Süleyman Karadeniz’in karşılama sırasında Bahçeli’nin elini öpmesi büyük bir tartışma yarattı. Bahçeli’nin arkasında bulunan Emniyet Genel Müdürü Erol Ayyıldız’ın da bu anı tebessümle izlediği kameralara yansıdı. Bu arada MHP liderinin elini öpen tek özel harekatçı Karadeniz değildi. Bahçeli yerleşkeden ayrılırken Karadeniz’in emrindeki diğer özel harekatçı polisler de kendisinin elini öpmek için sıraya girdi. Görüntülere kamuoyu ve muhalefet tepki gösterirken, AKP sessiz kaldı.

Güvenlik teşkilatının kritik bir parçasının, bir parti liderine gösterdiği ileri düzey hürmetin ne anlama geldiğini kestirmek zor değil. Özel harekatçıların Bahçeli’nin elini öpmesi, açık bir “lidere sadakat” gösterisi, net bir güç ilanı. Bilinen ama bugüne kadar gölgede tutulan bağların, kazanılan özgüvenle dosta-düşmana sergilenmesi. Hikâyeyi daha iyi anlamak için biraz eskiye gidelim.

40 YILLIK MEVZU

1983’te Özel Harekat Şube Müdürlüğü ile tohumları atılan Özel Harekat Başkanlığı, özellikle 90’lı yıllardan bu yana MHP’nin yoğun şekilde kadrolaştığı bir yapı. 28 Şubat ile birlikte askerin müdahalesiyle pasifize edilen ve taşıdığı ağır silahları TSK’ye devreden Özel Harekat, AKP’nin iktidara gelmesinden sonra, 2010-2011 dolaylarında, “iç güvenlikte polisin daha etkin kullanma projesi” kapsamında yeniden aktif rol kazanmaya başladı. Hatta liberaller bu konuda da iktidarı alkışlamayı ihmal etmedi. Oral Çalışlar, Temmuz 2011’de Radikal’de yayınlanan köşe yazısında, “Yeni proje, asker sayısının azaltılmasını, Genelkurmay’ın yetkilerinin kısılmasını ve askerin sivil yönetimin emrine girmesi gibi konularda eskiden hayal bile edilemeyen bir tablo sağlayabilir” ifadeleriyle AKP’nin “terörle mücadele” vasıtasıyla ülke demokrasisine yaptığı katkıyı(!) öve öve bitiremiyordu.

Bu dönemde elbette Fetullahçılar da emniyetteki güçlerine paralel şekilde özel harekat içinde daha sıkı şekilde örgütlenmeye çalıştı. Ancak MHP’lilerin Özel Harekat’taki gücü yadsınamazdı. Sivas’ta 2011 yılındaki polis gününde yapılan yürüyüşte ortaya çıkan manzara bunun göstergesiydi. Yürüyüş yapan polisler arasında yer alan Özel Harekat ekipleri, ülkücülerin önemli ismi Ozan Arif’in bestelediği “Ölmez bu hareket” marşını koro halinde söyleyerek ilerlemiş ve “Kim bunlar; bozkurtlar” sloganını atmıştı. Kamuoyunda tartışma yaratan bu yürüyüş, Emniyet Özel Harekat Daire Başkanı Cemil Yurtsever’i koltuğundan etmişti.

15 Temmuz darbe girişimi sırasında Fetullahçıların hedeflerinden biri Özel Harekat Daire Başkanlığı’ydı. Gölbaşı’na atılan bombalar sonucu özel harekatçılar 50’ye yakın kayıp verdi. Darbe girişimi, neden olduğu hasarın yanı sıra siyasal kırılmanın da miladıydı. “Yenikapı Ruhu”, AKP-MHP ittifakıyla taçlandı. 2017’deki bıçak sırtı referandumda rejim değişti. 2018’de Erdoğan ilk kez yeni rejimin cumhurbaşkanı seçildi. Devlet yönetimine güvenlikçi/militarist bir anlayış ve “anti-terör” konseptiyle belirlenen politikalar hâkim oldu. Erdoğan’ın arkasında artık liberaller değil milliyetçiler vardı. Fetullahçılardan boşalan kadrolara da MHP ile diğer cemaat ve tarikatlar doluştu.

YENİ REJİMLE STATÜSÜ YÜKSELDİ

Yeni rejimde yeniden kurgulanan kurumlardan biri de MHP’nin etkin olduğu Özel Harekat Dairesi’ydi. Ocak 2018’de Emniyet Genel Müdürlüğü, Özel Harekat Dairesi ilgili Bakanlar Kurulu’nun aldığı karara ilişkin açıklama yaparak, Özel Harekat Dairesi Başkanlığı’nın statüsünün yükseltildiğini ve Özel Harekat Başkanlığı’nın kurulduğunu duyurdu. Yükseltilen statü, MHP ile kurulan ittifakın bir sonucuydu. Tıpkı Fetullahçılarla yol yürünen dönemde olduğu gibi devlete şekil veren iktidarın ittifak stratejisinin ihtiyaçlarıydı. Bir “kaynak” olarak görülen devlet kadroları, ittifaktaki güç dağılımı ve talepler gözetilerek pay ediliyordu. Bahçeli’nin elini öpen Süleyman Karadeniz ise İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya tarafından geçen yılın ağustos ayında Özel Harekat Başkanlığı görevine getirildi.

Bu arada Özel Harekat Başkanlığı, Aralık 2022’de eski Ülkü Ocakları Başkanı Sinan Ateş’in öldürülmesi olayında da gündeme geldi. Çünkü tetikçi Eray Özyağcı’yı Ankara’ya getirenler, Aşkın Mert Gelenbey ve Murat Can Çolak adlı iki özel harekat polisiydi. Bu iki isim cinayete ilişkin görülen dava kapsamında halen tutuklu bulunuyor.

Belki 12 sene önce yapılan “bozkurt” gösterisi Özel Harekat’ın başına iş açabiliyordu ama bugün durum değişti. Onlar da bunun farkında. Temsilcisi oldukları zihniyet artık devletin içinde herhangi bir unsur değil, en tepede söz sahibi. Mesele de zaten Özel Harekat-MHP ilişkisi değil, bu vakiydi, mesele ilişkinin resmi bir karşılama törenine şekil verecek düzeye gelmesi. Vaziyet aynı zamanda, Cumhur İttifakı’nın sıradan bir ittifak olmadığını bir kez daha hatırlatıyor. İttifakın sonu gelirse, bu sıradan bir ayrılık olmayacak. El öpme gösterisi muhalefete olduğu kadar ortağa da bir mesaj. Bir bakıma Bahçeli, Erdoğan’a, elindeki enstrümanları gösteriyor.

                                                                /././

Müthiş fırsat: Bu ülke kaçmaz! -Kaan Sezyum-

Ülkede değişen bir şey yok. Çıtır hasarlı, cemaati, şeyhi, tuhaf vakıflarının bakımı yapılmıştır. Darbeye dayanıklı tasarımı sayesinde çarpmalara, dibe vurmalara, çökmelere karşı dirençlidir. Değişeni yoktur. 20-30 yıldır ne oluyorsa aynen devam etmektedir. Kurumları rüşvete uyumludur. Yabancı para birimleri ya da altın da kullanılabilir. Başınıza bir iş gelirse, sıkıntı çekmezsiniz. Hakimi, savcısı, borsası mevcuttur. Yeterli derecede şirinlere yakınsanız, gerekirse arabayla insan ezin, bir yolu bulunur, işiniz hallolur. Mafyatik yapılar için son derece uygundur. Eğer mafyanız yurt dışında sıkıntı çekiyorsa, bize gelebilir, vatandaşlık, oturma izni alabilir, mafyafik faaliyetlerinizi dünyalar güzeli coğrafyamızda, size özel sağladığımız güvencelerle devam ettirebilirsiniz. Silah kaçakçılığı, uyuşturucu trafiği gibi alanlarda deneyimli kadrolarımız sizlere her an bir telefon kadar yakındır.

Cemaatler için dönem dönem açılan ve dönem dönem kapanan kampanyalarımız vardır. Güncel desteklenen cemaatler listesini web sitemizden günü gününe takip edebilirsiniz. Sizlere özel animasyon ve PR faaliyetlerimiz arasında “Türkçe Olimpiyatları” gibi dev organizasyonlardan, adınıza para bastırmak gibi tatlış promosyonlar arasındaki geniş yelpazemizden dilediğinizi seçebilirsiniz. Çok uluslu bir şirket misiniz? Gelin size Türkiye şartlarında, bu güzel doğayı mahfetme fırsatı sunalım? Madencilikten, enerji sektörüne geniş bir hizmet yelpazemizle, ücreti ve komisyonu karşılığında ülkemizin yeraltı ve yerüstünü birbirine getirebilir, ormanlarını kesebilir, toprağını siyanürle zehirleyebilir, derelerini, nhirlerini kurutabilir, dilerseniz az maaşlı köle gibi çalıştırdığınız işçilerinizin hayatlarıyla, sokakta gördüğü bir böcekle oynayan bir kedi yavrusu gibi oynayabilirsiniz. Tabii ki bunların hepsi güvence altındadır.

∗∗∗

Hukuk konusunda sıkıntılarınız olursa, Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını (altında imzası olmasına rağmen) tanımayan deneyimli kadrolarımız sayesinde hiçbir işiniz ters gitmeyecektir. Siz yeter ki kendinize uygun bir suç bulun, gerisi bize kalmış.

Saçlarınız mı döküldü, kelleştiniz mi? Çözüm size, gelin sizlere Turkish Hair Lines kalitesiyle güzel bir kampanya sunalım. Kelliğinize çare, kel başınıza merhem olalım. Ülkemizden at yelesi gibi saçlarınızla ayrılırken, bir sonraki yolsuzluğunuz da bizden promosyon.

Patron musunuz? Oligark mısınız? İşte tam sizlik bir ülke. Gelin burada sizlerle birlikte, el ele verip işçi haklarını tek tek yok edelim. Tek imzayla tüm grevleri yasaklayabilen, tüm gösteri ve yürüyüşleri iptal edebilen, demir yumruklu irademiz sayesinde “Çalıştırdığım işçi başıma iş açar mı?” derdi olmadan paranıza para katın. Siz zenginleşirken onlar fakirleşsin.

Çok mu para kazanıyorsunuz? Neden daha çok kazanmayasınız? Aç gözlülüğün ve paraya tapmanın dünya üzerindeki cennetlerinden biri olan ülkemizde, tek imzayla vergi borçlarınızın tamamını silelim. Maksat siz kazanın, siz kazandıkça bizi de görürsünüz zaten. Görmezseniz de bir sizi görürüz, buluruz, o ayrı. Siz muhteşem vergi ayrıcalıklarından ve teşviklerden yararlanırken, biz sizin yerinize halkımıza nefes alma vergisi bile getirebiliriz. Zaten yaşayanı bir şekilde hayatta kalıyor, öbür türlü de sokakta yürürken bile elektrik akımına kapılıp gidiyor. Maksat işiniz görülsün.

∗∗∗

Büyük ihale tutkunlarına özel kampanyalarımızı mutlaka deneyin. Geçiş garantisi ve yolcu garantisi gibi önceden aramızda belirleyeceğimiz anlamsız sayılarla, siz yolunuzu yapın, biz de size yol yapalım. Ülkenin kasasından sizlere düzenli olarak, kullanılmayan tesisleriniz için ödeme yapalım. Ayrıca ödemelerimizin garantisi de yurt dışı mahkemelerdir. Ödemelerinizi düzenli olarak döviz üzerinden alacağınızı da unutmayın.

Haydi şimdi siz de Türkiye’ye gelin. Böyle bir ülkede yaşanmaz da ne yapılır?

                                                                 /././

İktidar emekliyi yoksullukta eşitledi: AKP sermayeye yine kıyamadı -Nurcan Bilge Gökdemir-

Torba Teklif, “KÖİ işletmecileri de 557 milyon TL daha fazla vergi ödeyecek” makyajı ile milyonlara anlatılmaya çalışıldı. 2024’te 162,4 milyar TL garanti ödemesi yapılacak bu şirketlere düşen fedakarlık bir “hiç”

İktidarın emekliyi açlık sınırının altında emekli aylığına mahkum etme anlayışı tüm emeklileri yoksullukta eşitleyerek sürüyor. TBMM'ye sunulan Torba Yasa Teklifi içinde yer alan ve emeklinin sorununu çözmeyen düzenleme “Yükün tüm kesimlere yayıldığı” yalanıyla anlatıldı.

4 milyona yakın emeklinin 19 bin liraya çıkan açlık sınırının çok altında bir ücretle yaşamaya mahkum edildiğinin itirafını da teklifi kamuoyuna duyuran AKP TBMM Grup Başkanvekili Abdullah Güler’in ağzından duyduk.

İktidarın kamu kaynaklarının paylaşımında sermaye çevrelerini kollama tercihinin vücut bulmuş hali olan Kamu Özel İşbirliği projelerinin işletmecilerinin kurumlar vergisi oranının yüzde 25’ten yüzde 30’a çıkarılması da bu teklifin makyajı oldu. Bu 5 puanlık artışın rakamsal karşılığını da Gelir İdaresi Başkanlığı’nın AKP Grubu’na yaptığı sunumdan biliyoruz: 557 milyon TL.

Başkanlığın sunumunda düzenleme şu ifadelerle yer aldı:

“Hali hazırda bu kapsamda 44 mükellef bulunduğu tespit edilmiş olup, 2023 yılında bu mükelleflerden 7’si 12,6 milyar TL matrah beyan etmiş ve bu tutar üzerinden 2,8 milyar TL kurumlar vergisi tahakkuk etmiştir. 37 mükellef matrah beyan etmemiştir.

Bu kapsamda, bu mükellefler için kurumlar vergisinin %30 olarak uygulanması 557 milyon TL kurumlar vergisi etkisi oluşacaktır.”

TEK KURUŞ ÖDEMİYOR

Bir başka ifadeyle bu sunumdan anlaşılan bu 44 şirketten 37’sinin zararda olduğu, sadece 7’sinin kar elde ettiği…

Biz bu şirketlerin uzun yıllar boyunca devam edecek sözleşmelerle kamu kaynaklarını hortumladıklarını biliyorduk. Bu zarar nereden çıktı? Bunu da Prof. Dr. Uğur Emek anlatıyor. KÖİ sözleşmeleri konusundaki uzmanlığıyla bilinen Emek, uzmanların anlayabileceği bir muhasebe sisteminin buna yol açtığını anlatıyor. Çok fazla teknik ayrıntıya girmeden Emek’in satırlarıyla devam edelim:

“Şirketler uzun vadeli proje finansmanını döviz üzerinden temin etmektedirler. Ancak Vergi Usul Kanunu’na göre bu borçları mali tablolarında Türk Lirası olarak muhasebeleştirmektedir. Kur değer kaybettikçe bu şirketlerin TL borçları artmaktadır. Şirketler bu borç artışını kur farkı zararı olarak yazmaktadırlar. Bu nedenle bu şirketler borçlarını sıfırlayana kadar hep zarar edecekler ve devlete bir kuruş vergi vermeyecekler.”

Emek, bunlardan da vergi alınmasının ancak işletmecilerin KÖİ sözleşmelerinden kaynaklanan hak ve yükümlülüklerinin tahakkuk esaslı muhasebe sistemine göre kayıt edilmesi durumunda mümkün olabileceğinin altını çiziyor.

Dün TBMM’ye sunuldu vergi yasalarında düzenleme yapan Torba Kanun Teklifi. Bu yapıldı mı elbette hayır. Yapılmadı ancak vergi mükellefi milyonlara, asgari ücret düzeyinde bile maaş alamayan emeklilere şu anlatıldı: “Fedakarlığı hep birlikte yapıyoruz, KÖİ işletmecileri de daha fazla vergi verecek.”

MİLYARLAR AKTARILIYOR

44 işletmeciden 37’si zaten tek kuruş vergi ödemiyor, ödeyenlerin cebimden çıkacak olan da  557 milyon TL. Devletten aldıkları garanti ödemelerinin yanında devede kulak bile değil.

YİD ve KÖİ projeleri için 2023 yılında sadece bütçeden 103,1 milyar lira ödendi. 2024 yılındaki ödeme en az 162,4 milyar liraya çıkacak. Bu şirketlerin sadece 557 milyon lira fedakarlık etmesini sağlamak, asgari ücretin açlık sınırına bile çıkarılmasını, emekliye en az asgari ücret kadar maaş ödenmemesini ve bunlar yapılmazken yandaş şirketler yoluyla devletin soyulmasını gizlemeye yetmez…

                                                               /././

Sınır şehrinde diller kimlikler ve hafıza -Şükrü Aslan-
Artvin, tarihsel ve toplumsal tecrübelerin gösterdiği gibi her zaman çok dilli, çok dinli, çok etnili bir şehirdi. Ermeni, Laz, Gürcü, Müslüman, Katolik gibi birçok kimlik ve dil bir arada yaşadı. Milliyetçiliğin kurduğu “dilsel hiyerarşi” insanlığa ölüm, sürgün, katliam mirası ve derin bir “kültürel fakirleşme” bıraktı. Ancak silinmeye çalışılan hafıza şehrin mahallelerinde hâlâ yankılanıyor.

Rahşan İnal tarafından derlenen ve yakın zamanda İletişim Yayınları’ndan çıkan “Dağlardan Denize Artvin” kitabı, şehrin toplumsal-politik hafızası ve bu bağlamda dilsel-inançsal kimlikleri ile gelecek için nasıl bir kıymetli saha olduğunu düşünmek için iyi bir vesile oldu. Kitap, tıpkı Artvin’in doğası gibi zengin ve etkileyici temaları içeriyor. 1970’li yılların simge örneklerinden biri olarak toplumsal hareketlerden, mekânsal-kültürel-dilsel geleneklere kadar pek çok konuya odaklanıyor ve silinip gitmesi beklenen geçmişi açıklıkla bugünlere taşıyor. Rahşan İnal başta olmak üzere, tüm yazarlara ve katkıda bulunan herkesin emeklerine sağlık olsun.

Artvin, öncelikle bir sınır şehridir ve bunun etkilerini açık/örtük çeşitli biçimlerde yaşamış ve yansıtmıştır. “Ulusal” sınırlarda olmak, kimlik manzarası açısından çok daha ilgi çekicidir. Bilhassa ‘tek dile’ yemin etmiş bir ülkenin şehri olmak, Artvin’i daha da özgün kılmaktadır. Görünüşe bakılırsa Artvin tek dilli bir şehirdir fakat tarihsel toplumsal tecrübelerin gösterdiği gibi her zaman çok dilli, çok dinli, çok etnili bir şehirdi. Üzerindeki politik örtüye rağmen bugün de bir ölçüde böyledir. Lazca, Hemşince, Gürcüce gündelik iletişimde kolaylıkla duyulabilir. Şehrin hafızası bu açıdan ilgi çekici deneyimlerle yüklüdür.

DAĞLARDAN DENİZE ARTVİN- Rahşan İnal-İletişim, 2024

OSMANLI ARTVİN’İNDE KİMLİK MANZARALARI

Artvin, imparatorluğun diğer kadim şehirleri gibi, Osmanlı’daki genel etnik manzaradan köklü izler taşıyordu. Mesela 1835 yılı verilerine göre Kiskim Sancağı köylerinde toplam erkek nüfusun % 64,28’i Müslüman, %29,75’i Katolik ve % 5,95’i Ermeniydi. Yine 1835’de merkezi Satlil olan Şavşat Nüfus Defteri’ne göre 613 hanede toplam 2 bin 611 Müslüman, 15 hanede 27 Kıpti erkek kaydedilmiş; buna karşın 198 hanede 565 erkek ‘Katolik milleti’ ve ‘Ermeni milleti’ olarak kayıtlara geçmişti. 20’nci yüzyılın başlarında Ardanuç’ta da nüfusun çoğu Katolik Ermenilerden oluşuyordu. Kayıtlara göre kasabada kadın erkek toplam bin 329 Katolik Ermeni yaşıyordu. Buna karşın köylerin çoğu Müslümandı.

Etnolog Maçavaria’nın gezi notlarına göre Artvin vilayetinde genellikle Gürcüler, Türkler ve Ermeniler yaşıyordu. Ama en fazla iz bırakanlar Gürcülerdi. 1877 Trabzon Vilayet Salnamesi verilerine göre, Artvin merkezde Rebat Hayteb Mahallesinde 314 hane (bin 240 kişi) Katolik Gürcü nüfus vardı. Şehirdeki Ermeni nüfusunun çoğu da 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi’nden sonra boşalan yerlere civar bölgelerden gelen Ermenilerin iskânı ile oluşmuştu.

19’uncu yüzyıldan 20’nci yüzyıla giderken, bilhassa Osmanlı Rus savaşlarının ardından Osmanlı’dan Kafkasya’ya Ermenilerin, Kafkasya’dan Osmanlı topraklarına da Gürcü Müslümanların göçü yoğunlaşmıştı. Mesela 1828-1829 Osmanlı Rus savaşı sonrasında 84 bin Ermeni Osmanlı topraklarından Erivan, Gence, Tiflis ve Karabağ’a yerleştirilmişlerdi. Aynı süreçte Samse-Cavaheti’deki 35 bin Müslüman da Osmanlı topraklarına gelip yerleşmişlerdi.

Artvin’de görece güçlü kimliklerden birisi de Lazlardı. Lazların Doğu Karadeniz’de yaşadığı üç önemli merkez; Arhavi, Hopa ve Borçka idi. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda, yerlisi oldukları bölgelerin ve Batumi’nin Rusların eline geçmesiyle, Müslüman Lazların bir kısmı Osmanlı topraklarına göç etmişlerdi. Sovyet devriminden sonra Gürcü hükümet denetiminde kalan Lazlar, 16 Mart 1921’de Artvin Türkiye’ye dahil olduğunda Lazlar ağırlıklı olarak Pazar, Ardeşen, Fındıklı, Arhavi ve Hopa’da yerleşiklerdi ve Artvin’in dil ve kimlik grupları Gürcü, Türk ve Ermenilerin yanında Lazlar da yerlerini almışlardı.

Artvin’in dilsel kimlik manzarasına bir de Kafkasya göçmenleri olan Poşa’ları ekleyebiliriz. Poşalar, görece küçük gruplar halinde, Artvin gibi bölgedeki şehirlerin tümüne yayılmışlardı. Bugün de hemen her şehirde bu kimliğin izlerini görmek mümkün. Nüfus miktarı konusunda somut bir veri olmasa da, Poşalar dilleri ve kültürleriyle Artvin’in kimliklerinden birisiydi.

CUMHURİYET ARTVİN’İNDE KİMLİK MUHAREBELERİ

Cumhuriyet’in dilsel kimlikleri yönünden Artvin’in manzarasını biraz daha somut verilerle 1935 yılında yapılan ikinci nüfus sayımı verilerinde görebiliyoruz. Bu sayımın sonuçlarında diğer şehirlerde olduğu gibi Artvin’in de ‘anadillerine’ dair veriler yer almıştı. Buna göre Türkiye’de anadilinin Lazca olduğunu söyleyenlerin toplamı 63 bin 253 kişiydi ve bunların 53 bin 646’sı Artvin’de yaşıyordu.

Benzer bir durum Gürcüce için de geçerliydi. 1924 yılında Artvin Eğitim İdaresi’ne müfettiş olarak tayin edilen Muvahhid Zeki’nin yazdığına göre; 1920’li yıllarda Artvin’de “mühim bir kısım halk” Gürcüce konuşmaktaydı. O yıllarda Borçka, Maradit, Murgul’un bir kısmı, Maçahel ve İmerhev Nahiyeleri tamamen Gürcüce konuşmaktaydılar. 1935 nüfus verilerine göre ülkede anadilinin Gürcüce olduğunu belirtenler 57 bin 327 kişiydi ve bunların 15 bin 25’i Artvin’deydi.

Cumhuriyet dönemi Artvin’in kimliklerinden hem görünen hem de görünmeyeni Ermenilerdi. Ermenilerin bu coğrafyanın eski topluluklarından biri olduğunu değişik kayıtlardan ve Cumhuriyet rejiminin ilk yıllarındaki bazı metinlerden okumak mümkündü. Mesela Muvahhid Zeki’nin notlarında yer aldığına göre 1926’da Merkez Artvin kasabasında Ermeniler de dâhil 479 hanede bin 77 erkek, bin 962 kadın olmak üzere toplam 2 bin 139 nüfusu vardı. Bu nüfustan Çarşı Mahallesinde 61 hanede 177 erkek, 127 kadın toplam 304 nüfus yabancıydı. 84 hanede 136 erkek ve 175 kadın olmak üzere 311 nüfus Ermeniydi. Dere Mahallesinde 2 hanede 4 erkek, 6 kadın Ermeniydi. Korzul Mahallesinde 4 hanede 7 erkek, 8 kadın olarak 15 nüfus Ermeni olarak kayıtlara geçmişti. Haypet Mahallesinde 36 hanedeki nüfus kâmilen (tümüyle) Ermeniydi. Sirya Nahiye merkezinde Müslüman ve Ermeni Mahallesi ismiyle iki mahalle vardı. Ancak Ermeniler, bütün o gerilim sürecinde kitleler halinde Batum’a geçmişlerdi. O kadar ki vilayette Ermenilerden kalma kiliseler harap haldeydi.

1967 yılında yayınlanan Artvin İl Yıllığı’nda Artvin’de ilk nüfus yazımının yapıldığı 1925’te 478 Ermeni nüfus olduğu ama sonradan bunların tamamının Rusya’ya göç ettiği yazılmıştı. Aynı bilgi Cumhuriyet’in 50’nci Yılında Artvin İl Yıllığı’nda da yer almıştı.

Özetle Cumhuriyet döneminde Artvin’de Gürcüce ve Lazca ağırlıklı olarak konuşulan dillerdi. Türkçe ağırlıklı dil olarak elbette varlığını (daha da gelişerek) koruyordu. Bir dönem Artvin’in en çok konuşulan dillerinden olan Ermenice ise neredeyse tasfiye olmuştu. Bununla birlikte ilgili akademik literatürde Ermenice ile doğrudan ilişkilendirilen “Hemşince” bu coğrafyanın yerli dillerinden biri olarak kuşaklar boyu sürmüştü.

MİLLİLEŞTİRİLEN ÖTEKİ MEKÂNLAR

Cumhuriyet’in “millileştirme” politikaları pek çok farklı bağlamda öteki kimliklerin yeni milli kimliğe dönüştürülmesini amaçlıyordu. Bu politik tercih dönemin politik aktörlerinin dillerine yansıdığı gibi, yasal düzenlemelere de konu olmuştu. Bunun için dilsel yasaklar getirilmiş ve ulusal dil olarak Türkçenin ikamesi için pek çok tedbir alınmıştı. Bu tedbirlerden birisi de mekânı millileştirmek olarak tercüme edilebilecek olan yer isimlerinin değiştirilmesiydi. Zira Artvin çapında köy, bucak, mahalle isimleri genellikle geleneksel Artvin dillerinin (Gürcüce, Lazca, Ermenice vb.) izlerini taşıyordu.

Cumhuriyet’le kurulan yeni rejim, diğer şehirlerin büyük bölümü için ancak 1950’li yıllarda gündemine aldığı yer isimleri değişikliğine, ilginç biçimde ilk önce Artvin’de başlamıştı. Yeni rejim daha ikame bile olamamışken, adeta telaşla Artvin’deki yer isimleri çok büyük ölçüde değiştirilmişti. Muvahhid Zeki, Artvin’de ilköğretim müfettişi olarak görev yaptığı yıllarda yazdığı ve 1927’de basılan “Artvin Vilâyeti Hakkında Ma’lumat-ı Umumiye” adlı kitabında, Artvin’de yerleşim yeri adlarının değiştirilmesine dair şunları yazmıştı: “Mahalleler ve köylerin isimleri İl Genel Meclisi’nin 1925 yılı toplantısında tümüyle değiştirilmiş, yeni isimler verilmiştir.” M. Zeki’nin bu eserinde, merkez ilçe, Ardanuç, Borçka, Murgul ve Şavşat’a bağlı köylerin eski ve yeni adlarını, nüfuslarını da ekleyerek listeler halinde yayınlamıştı.

Cumhuriyet’in erken zamanlarında başlattığı isim değiştirme uygulamalarından etkilenmemiş olan ‘bucak’ statüsündeki yerlerin isimleri ise 1964 yılında değiştirilmişti. 10 Temmuz 1964 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanan, “yabancı kökten gelen ve iltibasa yer veren bucak adlarının Türkçeleştirilmesi ile ilgili kararname” ile artık görünüşe göre her yerin bir Türkçe adı vardı.

ÇOK ETNİLİ HAFIZAYI GÖRÜNMEZ KILMAK

Türkiye’nin genelinde olduğu gibi Artvin’in dilsel/dinsel kimliklerine dair manzarayı esasta değiştirerek, zaman içinde yeni ve tek dilli bir şehir yaratma girişimleri hemen hemen kesintisiz olarak devam etmişti. Hatta tek partili dönem bit-tikten sonra da bu idealin gerçekleşmesi için yoğun bir çaba gösterilmişti. Bu çabalar o kadar etkiliydi ki neredeyse şehrin sesi sayılabilecek tüm kurumlar ve basın, Artvin’in çoğul kimlikli halinden söz etmemekte mutabakat sağlamıştı.

1965’te yayımlanan Artvin: Toplum Kalkınması Bülteni’nde köylülere/köylere dair neredeyse her şeyden bahsedilirken gelenekleri ve dillerine dair tek cümle bile yer almamıştı. Aynı şekilde “Kazalarımızı Tanıyalım” başlıklı bir yazı dizisinde Artvin ilçelerinin dilleri-kültürleri dışında her şeyden bahsedilmişti. İlk sayısı 16 Nisan 1962’de çıkan “Serhad Artvin” adlı günlük siyasi müstakil gazetenin yıllarca çıkan sayılarında Artvin’in dillerine dair tek bir yazı bile yer almamıştı. Artvin Yüksek Tahsil Talebe Cemiyeti’nin “Yeşil Artvin: Yöresel Fikir Sanat ve Folklor Dergisi”nde “Serhat Şehrimiz Artvin” başlıklı yazıda Artvin’in kısa da olsa neredeyse tüm özellikleri yer alırken, dillerinden tek cümle bile bahsedilmemişti. Sanki bütün Artvin’de anadil ezelden Türkçeymiş gibi. Aynı şekilde Artvin’in kurtuluşunun 50’nci yılında bir sınır bucağı olan Camili’nin (Maçahel) sorunları yazısında bu mahalde dünyaya gelmiş İsrafil Akdemir, kasabanın her tür özelliğine yer vermiş ama dilsel-dinsel niteliklerden hiç bahsetmemişti. Azmi Tozkoparan, yine aynı dergide Cevat Bozkurt’un 1970 yılında yayımlanmış “Artvin Tarihi Üzerine bir İnceleme” başlıklı yazısının, ‘Ermenice olan Artvin adının’ diye başlamasına bile öfkelenmişti. Bu durum daha sonraki yıllarda da devam etmişti. Mesela “İlimiz Artvin” gazetesinin Mart 1982 tarihli sayısında 1877-78 Osmanlı Rus savaşından başlayarak bilhassa Ermeni ve Gürcüler işgalci olarak işlenmiş ve onların gidişi ile Artvin’in bir daha kopmamak üzere anavatana bağlandığı, katı ulusalcı bir dil içinde aktarılmıştı. Özetle Artvin’in dilsel ve mekânsal hafızası, türlü biçimlerde gözlerden uzak tutulmuş, yok sayılmıştı.

SONUÇ

Bütün tarihsel tecrübenin özeti şudur: Modern milliyetçilik kurduğu “dilsel hiyerarşi” insanlığa ölüm, sürgün, katliam gibi olumsuz bir tarihsel miras ve derin bir “kültürel fakirleşme” bıraktı. Öyle bir fakirleşme ki çoğu “anadil” için geriye dönülmesi artık olanaksızlaştı. Ötekini görünmez kılmak ve bunu mümkün hale getirecek bir araç olarak ondan söz etmemek gibi bir başka politik tutumla birlikte bugün Artvin’de hangi dillerin, ne kadar nüfusun anadili olduğuna dair resmi bir veri-bilgi bile yok. Ayrıca Artvin’de kimlikleri yansıtan fiziksel mekânlar da artık neredeyse yoklar. Bilhassa başka kimliklerin inanç mekânları ya yıkıldı ya da yıkılmaya yüz tutarak mekânsal olarak silindiler.

Bugün Artvin’de geleneksel kimliklerden referans alan yer isimleri resmen silinmiş durumda ama yine de halk dilinde kısmen yaşamaya devam ediyor. Halk gündelik hayatta bildiği, işittiği gibi yer adlarını kullanmaya devam ediyor. Müziğinde ve halk danslarında da yine geleneksel aidiyetleri gözlemlemek mümkün. Keza yaygın olmasa da gündelik hayatta Gürcüce, Hemşince ya da Lazca konuşmalar duymak da olağan. Artvin’de belleksizliğe karşı “kayıt altına alma” yönünde bilinçli bir duruş da var, Rahşan İnal’ın kitabı da aynı zamanda bu eğilimin aracı, sesi ve dili gibi. Artvin geleceğini, geçmişindeki geleneksel birikiminin üzerine kurmaya çalışıyor, hafızasını silmeye çalışanlara inat…

                                                                  /././

Cumhur sonrası sağda yeni diziliş -Yaşar Aydın-

AKP ve MHP’nin kaderi giderek ortaklaşıyor. Sağ cenahı domine eden iki liderin siyasi yaşamlarının sonuna geliniyor. Bu durum, Soylu’dan Babacan’a sağ siyasilerin meseleye kendi ikballeri açısından bakmalarına yol açıyor.

Post kelimesi artık Türkçe’ye de girdi. Herkes biliyor ki bir kelimenin başına “post” gelince o tanım için “sonrası” kastediliyor. Her konuda kullanmayı çok sevdik, en çok da siyasette. Türkiye’nin geleceğini konuştuğumuz her toplantıda mutlaka kullandığımız “Post Erdoğan ve post Bahçeli” kavramı, bu yazının da konusu oldu.

Erdoğan ve Bahçeli, Türkiye siyasetinin son 30 yılına damga vuran isimlerden en önemlileri. Bu iki isim aynı anda hem rakiplerine hem doğanın seyrine karşı güçten düşmüş durumda. Bu durum, ülkenin yaklaşık yüzde 50’sine yakın bir kesimi etkileme gücüne ulaşmış iki partinin, geleceği konusunda çok daha hararetli tartışmalara neden oluyor. Orada yaşanan her hamle ilgiyle izleniyor.

ARAYIŞ SÜREKLİ KRİZ ÜRETİYOR

Rejim, içine sürüklendiği “Erdoğan’dan sonra ne olacak” krizini 14-28 Mayıs 2023 seçimlerinde bir an olsun ötelemeyi başardı. Ama soru o kadar can yakıcı ki ötelemenin süresi de kısa oldu. Seçimden sadece 2 ay sonra rejim birçok önemli başlıkta derin sarsıntı yaşadı ve yaşamaya devam ediyor. Erdoğan ve Bahçeli olmadığında ne olacak sorusuna yanıt bulunmadığı ölçüde de bu krizler devam edip gidecek.

Aslına bakıldığında muhafazakâr-milliyetçi sağın krizi gibi duran bu konu, iktidarda olan Cumhur İttifakı dolayısıyla tüm ülkenin meselesi haline gelebilir. Partilerdeki birkaç yıl sonrasına dair her arayış, sinir uçları açıkta kalan bir insan gövdesine dönüşen Cumhur İttifakı’nın acıyla zıplamasına yol açıyor. AYM’den Danıştay’a, Van’dan Kulp’a, Ali Yerlikaya’dan Soylu’ya kadar tartışılan ne kadar konu varsa gelip dayandığı yer “rejimin geleceği ne olacak” sorusu oldu.

Bu sorunun arkasında “Erdoğan ve Bahçeli olmadığında rejim işler mi” kaygısı var. Süreci kendi yönüne çekmeye çalışan güçler, klikler, hizipler tüm gücüyle bu meselenin üzerine abanıyor. Fidan ve Kalın ikilisi uzun süre Erdoğan’ın içeride ve dışarıda politikasını belirledi. Aynı zamanda MHP ile kurulan ilişkide kullandıkları dil ve yöntemle de çok önemli işlev yürüttüler. Parti ve Erdoğan üzerindeki etkileri devam ediyor. Ama artık daha farklı güçler de var. Damat Bayraktar ve damat Albayrak, hatta oğlu Bilal iddialarından bütünüyle vazgeçmiş değiller. Çeşitli ekiplerle elleri sürekli partinin üzerinde. Davutoğlu devre dışı kalsa da AKP’nin eskileriyle Abdullah Gül ve Babacan trafiği sır değil. Yine bu isimlerin irili ufaklı tarikat ve cemaat yapılarıyla da çok fazla mesai harcadığı biliniyor. Tüm çaba AKP tabanını “kimsesiz” bırakmama üzerine kurulu. Süleyman Soylu, eli son derece zayıf olsa da kadrajda kalmayı bugüne kadar başardı. Şimdiye kadar kişisel güvenlik kaygılarıyla yapılan hamlelerin artık geleceğe dair başka arayışların parçası olduğunu hissettirmekten çekinmiyor.

MHP’DEKİ İŞLER ÇOK DAHA KARIŞIK

Sinan Ateş davasının MHP içinde birçok taşı yerinden oynattığını söylemek mümkün. Bahçeli her ne kadar “gedik açtırmam” demiş olsa da ciddi bir türbülansa girmiş bir partiden söz ediyoruz. Dört beş yıl öncesinde bile MHP’nin yeni lideri olacak isim diye birden fazla kişi işaret edilirken, şimdi kafalar iyice karışık durumda. Önümüzdeki dönem MHP’de, kimin liderliğinde, hangi ittifakla ve hangi siyasetle yol yürüneceğine dair soruların yanıtı verilmiş değil.

Çokça konuşulan Soylu isminin MHP’nin tabanında kimi kesimler tarafından bir karşılığı olsa da yönetim düzeyinde ihtimal dışı olduğunu belirtmekte fayda var. MHP’de diğer bir sorun Mehmet Uçum gibi dolayımda yer alan isimlerin post Bahçeli döneminde nerede konumlanacağı.

SAĞDA LİDER VE SİYASET SIKINTISI

Bugün siyaset sahnesinde etkili gözüken hiçbir figürün Erdoğan ya da Bahçeli efektinin yanına dahi yaklaşamıyor olması sağ siyasetin bir açmazı olarak gözüküyor. Bununla birlikte sağdaki isimler, ülke konjonktürünün kendilerine yardım edeceğinden çok eminler. Ülkede yükselen iki dalganın milliyetçilik ve İslamcılığın kendilerine alan açacağını düşünüyorlar. Bu iki alanın sahipleri Ümit Özdağ ve Fatih Erbakan olarak öne çıkıyor. Ama iki ismin de esen rüzgârın çok altında bir enerji ile yol aldıkları söylenebilir. İki ismin taşıdığı bagaj dışında ülkede yaşandığı iddia edilen yeni sağcılığa karşılık verecek bir siyasetleri yok.

Bozkurt işareti ve hilafet bayrağı üzerinden başlayan yeni moda akımlara rağmen sağ zihniyetin kriz içinde olduğunu söylemek mümkün. 30 yıllık alışkanlıklar üzerinden kurulan siyaset dili ve ittifaklar bugün yetmiyor. Yeni her arayış ise kriz nedeni. Post Erdoğan, post Bahçeli sözünün bile sağda yarattığı yıkım ortada. Bir de gerçekleşmeye başladığı durumu hayal edin. Parçalı, saldırgan bir sağ blok göreceğimiz zamanlar çok uzak değil.

İş, ülkeyi ve halkı bunlardan uzak tutmak.

(BİRGÜN)