22 Temmuz 2024 Pazartesi

soL "KÖŞEBAŞI" -22 Temmuz 2024-

Asteriks’in ‘kişisel gelişimci’ye naniği! -Asaf Güven Aksel-

Sezar daha “E, git şu delilerin köyünde dene yöntemini, ya şanın yürür ya aslanlarla oynarsın” mealinde konuşur konuşmaz, bu ruhanî liberale acırsınız…

Asteriks çizgiromanının yeni çıkan sayısındaki macerada, direnişçi köylülerimizi bu kez “kişisel gelişimci” alıklaştırmayla mücadele ederken görüyoruz.

‘Beyaz Süsen’de herkesin özel alanı olarak günümüz dinleri, inanç sistemleri ti’ye alınıyor.

Şöyle yapalım mı… Sokak hayvanlarının itlafının bile “ötenazi hakkı” diye tanımlanabildiği, nereye dokunsanız irin fışkıran bir çürümüşlükle mücadelenin göbeğinde, ne de olsa pazar yazısıdır deyip, biraz soluklanma kaçamağı için, MÖ 50 yılına atalım mı kendimizi? Hatta daha ötelere gidelim, kadim efsaneler zamanına… Maksat girizgâh olsun ya, gitmişken de yakamıza bir çiçek iliştirelim.

Bu çiçekten öyle bir renk cümbüşü yayılsın ki, gören yakamıza gökkuşağı doğdu zannetsin. 

Çok başarılı olmadı sözü çiçeğe bağlamak, kabul. Bari adını da verelim. İris diyelim, gökkuşağı tanrıçasına reveransla. Soyadı, Süsen olsun.

Tanrıça İris, gökkuşağından çıkıp çıkıp gelerek, yeryüzüne gökyüzünün haberlerini taşısın. “Zeus ve Hera, müjdeliyor ki…” filan diye gönüllere cennet bahçesinden ferahlıklar salsın. Sonra, yeryüzünü terk edecek kadınların ruhlarını tutsun ellerinden, geldiği yere götürsün.

Çiçek, adını aldığı tanrıçayı öyle sembolize etsin ki. İlk bakışta, göz alıcı gökkuşağı renkleriyle cıvıldasa, ilettiği mesajlar en çok pembe rengin tonlarını taşısa bile, bir görevinin de, ruhların yer altı dünyasına geçişine rehberlik etmek olması nedeniyle, hüznün grisi de düşse üzerine. Ayrılıkların, vedaların grisi de düşse. Bir “mezar çiçeği” olmanın, ölümle vedalaşılanın toprağında kendiliğinden bitmenin acı karası da düşse…   

Hoppalaa… Tatlı tatlı giderken, gökkuşağından siyaha, cennet mesajından yerin dibine, müjdelerden hüzünlere, kavuşmalardan vedalara, ne oldu da, langadank düştük böyle? Nasıl soluklanma kaçamağı bu, diyeceksiniz? Ben de anlamadım ki. Ne acayip çiçekmiş değil mi? Efsanesini de batırdı. 

Belki de çok ileri, yani geri gittik. Biz yine MÖ 50’de kalalım. Roma İmparatoru Jül Sezar’ın bütün Galya’yı fetheden muazzam ordusunun kuşatıp da bir türlü içine adım atamadığı  bir köyde konaklayalım. Evet evet, orada…

1961’den bu yana,  başlangıçta René Goscinny’nin senaryoları, Albert Uderzo’nun çizimleriyle dünyanın her köşesindeki her yaştan okurların büyük ilgisini çekmiş olan, 1977’de Goscinny’nin ölümüyle, Uderzo’nun tek başına sürdürdüğü, 2003’te yazarlığı Jean-Yves Ferri’nin, çizerliği Didier Conrad’ın üstlendiği çizgiroman Asteriks’in maceralarının 40’ıncısı yayınlandı.

Adını yukarıda kısaca anlattığımız çiçekten alan “Beyaz Süsen” (“L'Iris Blanc”) macerasında Conrad’ın çizgilerine bu kez Fabrice Caro’nun (“Fabcaro”) senaryosu eşlik ediyor.

Maceraya geçmeden, değinmemiz gereken bir şey var. 63 yılda 40 kitap, bir çizgiroman için, düşük bir sayı gibi gelebilir. Asteriks’in, yansıttığı felsefesi, dünya görüşü, politik mesajı kadar ayırt edici yönlerinden biri de budur ama. Sanki, okurların “gülüp eğlenmesi” kadar, hatta daha çok, günceli izleyip, sosyal olgular, akımlar, gelişmelerle ilgili “durup düşünülmesi” gerektiğine karar verince, çıkıp sözünü söylemeyi gözetir gibidir. Yerimiz bunları örneklemeye elvermez, kesip konuya geçelim.

İris, Türkçeleştirelim, Süsen çiçeğinin beyaz renkli olanının anlamı, “saflık” olarak tanımlanıyor. Beyaz ve saflık deyince, akla gelen olumlu birleştirmeler malum tabii. Ama macerayı okuyunca, bu “saflık” anlam değiştiriyor.

Konu şu: Koskoca Roma ordusu, işgalciye inatla direnen küçücük, yoksul bir Galya köyü yüzünden hayattan bezmiştir. Kepazelik düzeyindeki bozguna uğramaların sürekliliğiyle bölgede yaşanan moral çöküntü,  her yere yayılmış, istila savaşlarından yorgun düşmüş askerler ve komutanlar düzeyinde, askerden kaçmalar, görevden toplu istifalar başlamıştır.  Sezar, “akıldane”lerine bu durumdan yakınıp çare sorduğunda, “orduların hekimbaşı” Dilibalsıçanyus, ilhamını Yunan felsefeci Spekülos’tan alan “Beyaz Süsen” yöntemini uygulama izni ister. Orduyu yeniden savaşa yönlendirecektir.

Nedir o yöntem? “Kişisel gelişim” modasının doğuşudur! Pozitif düşünce, sağlıklı beslenme, empati, güzel enerji, olumlu ifade, olumsuzluğu, öfkeyi, hırçınlığı törpüleme, karşılıklı diyalog, kendiyle barışık olma… “Meseleyi mesele etmezsen, ortada mesele kalmaz!” 

Dilibalsıçanyus’un yöntemi şimdi tabii yabancı gelmez, MS 2024’teyiz!

Neyse, Sezar daha “E, git şu delilerin köyünde dene yöntemini, ya şanın yürür ya aslanlarla oynarsın” mealinde konuşur konuşmaz, bu ruhanî liberale acırsınız…

Bir yandan Romalılar “yapıcı bir işgale” ikna edilirken, bir yandan da, “bal dilli” söylemlerle sızılan Galya köyünde, “bireyliğin farkına varış ve kendi önemine vurgu”yla egolar okşanmaktadır.

“Dalgayla mücadele etmemeliyiz, dalganın akışına kendimizi bırakmalıyız!” Salak lejyonerler!

Şimdi, ister bir şeyhin göbeğe divitle müdahalesi, ister bir yoginin “hum”laması, ister Merkür’ün yalpaları, ister kucak terapisi, ister evrene enerji dalgaları, gizem tütsüleri, cinsel arınma ayinleri… Herkesin kendi özel alanı olarak günümüz dinleri, inanç sistemleri çeşit çeşit. Ama sadece para tuzağından, inanç ticaretinden ibaret değil bunlar. Nitekim, Asteriks’in köyünde para geçmez. Dilibalsıçanyus da, beş kuruş talep etmez. Asteriks maceraları, daha derine bakar. Ticari sömürünün ötesine. Sosyal ve kültürel inşa amacına.

Beyaz Süsen çiçeği, “saflık”tı. “Alıklık” anlamındaymış desek, çiçeğe ayıp. Nereden alıyordu adını? Olimpos tanrılarının mesajını yeryüzüne iletenden. Tanrıça, tanrıları övmüyor, ölümlülere müjdeler veriyordu, “önemli olan sizsiniz”… “Çok güzel bir enerjin var Oburiks. Arkaik hödüklüğünün arkasında başkaları için çarpan yumuşacık...” “Dediğimdediks, itkilerini yapıcı bir güce…” Tanrıçanın ölümcül yüzü, ölümlüleri yerin dibine taşıyan zarif refakatinde mi görülüyordu? Dilibal…’ın, Kakofoniks’in ezgilerini bile övmesiyle yarışır bir düzen…

Her macerada olduğu gibi, kötüler, işgalci işbirlikçileri tam kazanacaklarına ikna olurken, çarşı karışacaktır.  “Tam da Galyalılar gevşemeye bizim askerler yiğitlenmeye başlarken…” Dahası köyün şefinin karısını bile ikna etmişken…

— Bu çakma bilge yumuşak yumuşak bizi uyuşturuyor gibi gelmeye başladı bana. Romalıların muhtemel saldırılarına karşı da gardımızı düşürüyor. Bizimkiler eleştirel düşünce ve direniş konseptini komple kaybetti…

Bu arada köyde rabarba: “Her nabza ayrı şerbet… her şeyin bir şeyi… İfade özgürlüğü her şeyden ön… Azınlıklara alan açmak… Şerefli mağlu…”

Ve çok tanıdık bir yumruk sesiyle perde: Donk!

Finalde bütün cakası sönmüş foyası açıkta “kişisel geliştirici”nin köyü terk edişi… Sezar’ın küplere binişi…

Her maceranın son karesi olan köyün şölen masası…

Asteriks, sadece ticarete bakmaz… Altındaki tehlikeye karşı uyarır, gereğini gösterir. Hem de çoktanrılı bir köyde.

— Tanrıların sevgili kulu Galyalıların köyüne nasıl giderim?
— Tanrıların nesi, nesi? Bir daha söyle de gör gününü!

Bir çizgiroman bunu yapmayı görev bilirken, ülkemizin aydın birikiminin de, bu sözde mistik, irrasyonel yatıştırıcılara, bu öfke dindiricilere, kendi içine yani bomboşluğa astral yolculara, bu enerji israfçılarına, özetle sistemin uyuşturucu şırıngası düzenbazlara bir yanıtı olacaktır elbet: Donk!

Tatlı dilli felsefenin pembesini kazıyınca, ölümün siyahı görülecektir.

                                                                   /././

Neşe ile Hüzün -Ayşe Şule Süzük-

"Etkileşim bizler için yaşamsal. Kapitalist toplumda modernliğin ve teknolojik gelişmelerin girdabında kuru bir yaprak gibi savrulurken biz, ahir zaman efendileri ellerini ovuşturuyor."

Yazmak yalnız yapılan bir etkinlik… Yazarken yalnız oluruz, okurken de öyle. Şimdilerde ise film platformlarında film ya da dizi izlerken de yalnız olmayı tercih ediyoruz. Bu durum tuhaf değil, sonuncuyu dışarıda bırakırsak bu eylemlerin doğasında var ve insanın derin okuma yapması, yazması için kendi kendine kalması, yalnızlığına bürünmesi bir gereklilik. Ancak okuduklarımız, izlediklerimiz ve yazdıklarımızdan sonra izlenimlerimizi, hissettiklerimizi, çağrışımlarımızı kısaca değerlendirmelerimizi birileriyle paylaşmamak ise tüm bu etkinlikleri sakatlayan ve bizi körelten bir nitelik barındırıyor. 

Yapmadığımızda güzelim süreçler sekteye uğruyor, onlarla ilgili derin düşünmemizi kısıtlayan; yoğurmamızı, içkinleştirmemizi, bağlamlar oluşturmamızı, geçişlerin ve çağrışımların izinde “başkaları” ile farklı yollarda, patikalarda buluşmayı, gezinmeyi ve yeni yollar bulmayı, farklı lezzetler almayı engelliyor. Birlikte düşünme, birlikte söyleşme, birlikte eyleme pratikleri ortadan kalktıkça o sevmediğimiz sosyal medya cengâverliğine doğru ittiriliyoruz. 

Daha öfkeli, daha neşesiz, daha kavgacı, daha keskin ve daha sirke… Ama nihayetinde aslında daha hareketsiz, daha yalnız ve daha kendimizden uzaklaşmış ve yabancılaşmış. Hep söylediğim gibi eylemeyen, söylemeyen ama söylenen insanlar oluyoruz. 

Bir araya gelmenin canlandırıcılığı var. Öyle değerli ki… Bir araya gelmekten kastettiğim büyük teoriler, büyük hikâyeler, büyük “işler” için yan yana gelmekler değil. Şüphesiz kendine güvenen, niyeti ve becerisi olanı kimse tutmaz ama ben ön yargısız, angajmansız yalnızca paylaşmak, söyleşmek, bir arada olmaktan ve gerçek anlamda derin konuşmaktan söz ediyorum. Bir araya gelerek birlikte üstesinden geleceğimiz minik ve neşeli “işler” etrafında kendimizi çoğaltmaktan, paylaşmaktan yabaniliği, egoları, bencilliği bir yana bırakarak aslında kendimizi inşadan bahsediyorum. 

Size soru: Birileri ile gerçek anlamda konuşmayalı ne kadar zaman oldu? Örneğin okuduğunuz bir metinde sizi büyüleyen bir sözü, bir yargıyı, bir çağrışımı heyecanla birilerine aktarmanızın üzerinden ne kadar süre geçti? 

“… günümüzde de varlıklarını sürdüren ancak seküler toplumun başarılı bir yolla karşılamayı beceremediği iki temel gereksinim nedeniyle dinleri yarattığımızı anlıyoruz. Bu gereksinimlerin ilki çok derinlerde kök salmış bencil ve vahşi dürtülerimize rağmen hep birlikte, topluluklar hâlinde, uyum içinde yaşama gereksinimi. İkincisi mesleki başarısızlıklar, sorunlu ilişkiler, sevdiklerimizin ölümü, sağlığımızın bozulması ve kendi ölümümüz karşısında kırılganlıklardan kaynaklanan ürkütücü yoğunluktaki acıyla baş etme gereksinimi.”1

Tam da Botton’nun da dediği gibi topluluk ruhunu hissetmemiz gerekiyor. Sosyal varlıklarız. Etkileşim bizler için yaşamsal. Kapitalist toplumda modernliğin ve teknolojik gelişmelerin girdabında kuru bir yaprak gibi savrulurken biz, ahir zaman efendileri ellerini ovuşturuyor. Motto şu: Ayrılın, yan yana gelmeyin, birbirinizden uzaklaşın!

Tam tersini yapmayı öneriyorum. Kulüpler kuralım, okuma grupları planlayalım, dikiş atölyesi düşünelim, tiyatro yapalım, Tematik konuşma odalarında buluşalım, evrenin devasalığı karşısında birlikte şaşalım. Ama bunları yabancılaşmadan, derinleşerek, kendimi katarak yapalım…

Kendimi bir bakıma şanslı hissediyorum. En azından okuduklarımı, hissettiklerimi yazabiliyor ve bunları sizlere taşıyabiliyorum. Hayali bir okur ile konuşuyor, onun orada heyecanla yazdıklarımı okuduğunu, bazen dudak bükerek bazen eleştirerek, bazen kaşlarını çatarak bazen de mutlulukla beni kendi yaşamına buyur ettiğini hayal ediyorum. Ama yine de diyorum ki etkileşim çok önemli. Göz göze, yüz yüze, kimi zaman karşıtlaşarak kimi zaman uzlaşarak, kimi zaman anlayarak, kimi zaman dayanışarak inşa ettiğimiz alan ya da mekânlarda yan yana gelişler çok değerli. 

Yeri gelmişken kısacık söz edeyim. Anna Seghers’in “Balıkçıların İsyanı”nı okudum. Seghers’in erken döneminde yazdığı bir roman bu. Anlatının sadeliği, yalınlığı şaşırttı beni. Bu iyi bir şey mi? Kimi metinler için evet ancak bir isyan romanında, duygudan, heyecandan, alt metinlerden uzak bir kurgu açıkçası yavan ve tatsız geldi bana.  Şöyle başlıyor roman: “St Barbaralı balıkçıların isyanı, ayaklananların denize açılmalarıyla sona erdi. Sefer biraz gecikmişti ama koşullar yine eskisi gibiydi. Aslında isyan Hull, Port-Sebastian’a gönderilmeden Andreas da kayalıklardan kaçarken düşüp parçalanmadan sonuçlanmıştı.”2

Yazar bilinçli bir şekilde olacakları en başından anlatıyor. Okuyucu ise bu ipucundan (spoiler) sonra öyle bir akış bekliyor ki sonun baş olmasında bir sakınca olmasın. Yalnız olamıyor. Aynı tekdüze anlatım, aynı kanıksanmış, rutin, coşkusuz akış Seghers neden böyle yazdı ki acaba sorusunu sorduruyor. 

“Ne zamandır bu kadar insanın önünde konuşmamıştı. Önce söyledikleri yetersiz geldi kendine, koca bir kayaya, küçücük bir çekiçle vurulan darbeler gibiydi kelimeleri, silikti ama güçlendiler, salonda çınlamaya başladılar. Balıkçıların yüzlerinde öfke belirtileri göze batıyordu. Hull’ün ağzının içine bakıyorlardı. Tıpkı duydukları gibiydi Hull, bütün istediklerini, içlerinden geçirdiklerini dile getiriyordu.”

Peki, isyan neye dairdi, balıkçılar ne istiyordu, Hull ne konuştu ve kimin adına, ne için? Tüm bunların yanıtları romanda yok. Yalnızca korkunç bir yoksulluk ve haksızlık olduğunu betimlemelerden görüyor ve hissediyorsunuz. Lukacs’la mektuplaşmalarında Lukacs’ın anlattığı Seghers’in gelecekten kuşkulu olması, Marksist bir çizgiye sadık kalmakla beraber “kalıplaşmış bir gerçekçilik” yerine onun da, Brecht gibi araştırmayı önermesi. Alın size çorabın ucu, isteyen takip etsin. 

Ancak balıkçıların isyanı konusu olunca edebiyatımızda ilk basımı 2021 olan Ahmet Büke’nin “Deli İbram Divanı”nı anımsamamak olmaz. Nasıl dolu dolu, olgun yemişler gibi lezzetli, heyecanlı, derinlikli ve sarsıcı bir roman Büke’ninki. Pek bir gururlandım açıkçası iki romanı karşılaştırıp bizimkinin misliyle iyiliğini,  güzelliğini, derinliğini, usta işi olmasını görünce bir kez daha ne güzel yazmış Ahmet Büke dedim. Konuyla ilgili geçmiş iki yazımı şuraya koyuyorum.3 İşte bunları konuşmalıyız örneğin.

Bazen yazarken yoruluyorum ve çok uzun oldu diyorum oysa ilmeklenecek, örülecek ne çok başlık ve ne çok bağlam var daha. O zaman henüz okuduğum ve iştahla sizinle de paylaşmayı istediğim bir romanın sonu ile bitireyim yazıyı. Sevgili Özkan Öztaş ve Yusuf Şaylan’ın “Sahaflar Çarşısı”ndan okuyup hadi bakalım diyerek Alexandra Kollontai’ın “İşçi Arıların Aşkı”4nı okumamla gelen güzellik bu. 

Yaşamak ve çalışmak!
Yaşamak ve savaşmak.
Yaşamak ve hayatı sevmek.
Leylak dalındaki anlar gibi!
Bahçe ağaçlarındaki kuşlar gibi!
Çayırdaki cırcırböcekleri gibi!...

                                                                                  /././

Gambiyalı kadınların uzun soluklu mücadelesi: Sünnet yasağını kaldırma tasarısına ret -Can Kuyumcuoğlu-

Gambiyalı kadınlar, ülkede köktendincilerin kadın sünnetinin yasağının kaldırılması girişimlerine karşı uzun süredir mücadele ediyor. Yasak karşıtı tasarı bu hafta başında parlamentoda reddedildi.

Batı Afrika ülkesi Gambiya'da parlamento, bu hafta kadın sünneti yasağının kaldırılmasını öngören yasa tasarısını oy çokluğuyla reddetti.

Milletvekilleri, tasarıya ilişkin 24 Temmuz'da yapılması planlanan üçüncü ve son oturum öncesinde yasa tasarısının her bir maddesi için oy kullandı. Milletvekillerinin çoğunluğu tüm maddelere aleyhte oy kullandı. Bu durum, Ulusal Meclis Sözcüsü Fabakary Tombong Jatta'yı yasa tasarısının son oturuma geçmesini durdurmaya yöneltti. Jatta oylama sonrasında "Ulusal Meclis, yasa tasarısının üçüncü okumaya geçmesine izin verecek kadar boş bir çabaya giremez. Yasa tasarısı reddedildi ve yasama süreci sonlandı" dedi.

İkinci oturumda onaylanmıştı

Gambiya'da kadın sünnetine yönelik 2015'te getirilen yasak, uygulamayı üç yıla kadar hapisle cezalandırılabilir hale getirmişti.

Kadın sünneti uygulamasını suç olmaktan çıkarmayı amaçlayan "Kadın Yasasında Değişiklik Tasarısı", Mart ayında 53 milletvekilinden yalnızca beşinin aleyhte oy kullanmasıyla ikinci oturumda onay almıştı. Bu durum, insan hakları örgütleri arasında Gambiya'nın kadın sünnetini yasağını geri çeken ilk ülke olacağı endişesini doğurmuştu.

Mart ayındaki parlamento oturumu sırasında, Gambiyalı kadınlar parlamento binası önlerine gelerek protestolar düzenlemişti.

Gambiyalı kadınlar, tasarıya dair Mart ayında yapılan 2. oturum sırasında Parlamento önünde. (Reuters)

Sürgündeki eski dinci devlet başkanı Yahya Jammeh'in bir destekçisi olan milletvekili Almameh Gibba tarafından sunulan yasa tasarısının metni, kadın sünnetinin "köklü bir kültürel ve dini uygulama" olduğunu öne sürüyordu. Kadın sünneti karşıtı kampanya yürütücüleri ve uluslararası hak gruplarıysa bunun kadınlara ve kız çocuklarına karşı zararlı bir ihlal olduğunu ısrarla vurguluyordu.

Ölümcül sağlık sorunlarına yol açıyor

Dünya Sağlık Örgütü, kadın sünnetinin sağlık açısından hiçbir faydası olmadığını ve aşırı kanamaya, şoka, psikolojik sorunlara ve hatta ölüme yol açabileceğini vurguluyor. Kadın sünneti, enfeksiyonlar, kanama, kısırlık ve doğum sırasında komplikasyonlar gibi ciddi sağlık sorunlarına yol açabiliyor.

Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu'nun (UNICEF) 2024 rakamlarına göre Gambiya'da, 15 ila 49 yaş arasındaki kadınların ve kız çocuklarının yüzde 73'ü bu prosedüre tabi tutuluyor. Gambiya, bu kapsamda, en yüksek kadın sünneti uygulaması oranlarına sahip 10 ülke arasında yer alıyor.

Bununla birlikte, ülkede sünnet edilen 14 yaş altı kız çocuklarının oranı 2010'da yüzde 42,4'ken, 2018'de bu oran yüzde 50,6 oldu.

İslamcı lider sürpriz şekilde yasaklamıştı

Gambiya'nın kadın sünnetini suç sayması Batı Afrika'da bir ilk olmasa da bir sürpriz olarak karşılanmıştı. O dönemin devlet başkanı Yahya Jammeh, ülkede yaygın olarak uygulanan bu geleneğin "zararlı, dini olmayan bir uygulama" olduğunu ilan etmişti.

1994'ten 2016'ya kadar devlet başkanlığı yapan Jammeh, kadın haklarıyla ilgili yasaların çıkarılmasını da yönetti. 2013 Aile İçi Şiddet Yasası, aile içi şiddetle her türlüsüyle mücadele ve özellikle kadınlar ve çocuklar için koruma sağlamak için bir çerçeve sağladı. Cinsel Suçlar Yasası 2013'le de tecavüzün tanımı genişletildi, bireylerin suçlanabileceği koşulların kapsamı artırıldı ve kovuşturmalarda ispat yükü azaltıldı.

Jammeh ayrıca 2016 yılında çocuk evliliklerini yasakladı. Bu, 15-19 yaş aralığındaki her beş gençten birinin evli olduğu bir ülkede kritik bir değişiklik oldu.

Öte yandan, Jammeh, iktidarı döneminde birtakım katı dini kurallar da getirmişti. Müslüman çoğunluklu ülkesini 2016 yılında İslam devleti olduğunu ilan eden Jammeh, kadın hükümet çalışanlarının peçe veya başörtüsü takmasını zorunlu kılmıştı.

Eski asker olan Yahya Jammeh, 1994'te bir darbeyle iktidarı ele geçirmişti. Jammeh, iktidarı döneminde yargısız infazlar, işkence ve keyfi gözaltı da dahil olmak üzere insan hakları ihlallerinden suçlanıyordu.

Jammeh'in halefi olan Adama Barrow'sa, dini hoşgörüyü vurgulayarak dini sembolizmi kullanmaktan kaçındı. Jammeh rejimi altındaki devlet destekli homofobinin aksine, Barrow, LGBT düşmanlığını körüklemek isteyen bazı kesimleri de püskürtme yöntemlerine başvurmuştu.

Jammeh'in kadın hakları girişimleri: 'Uluslararası topluma gösteriş' mi?

Gambiya, uluslararası sivil toplum kuruluşlarından gelen bağışlara oldukça bağımlı bir ülke. Bu nedenle, özellikle Jammeh'in döneminde kadın haklarına dönük yeni düzenlemeler, iktidarın özgürlükçü tavır takınmasından ziyade "uluslararası arenaya bir gösteriş" olarak değerlendiriliyor. Diğer yandan, Afrika ülkelerindeki yönetimlerin, genel olarak iç siyaset dinamiğini sürdürmek için küresel cinsiyet normlarına uyum sağladıkları görülüyor.

Jammeh, lüks hayatını finanse etmek için ülkenin kasasından milyonlarca dolar çalmakla suçlanıyor. Görevden ayrıldıktan sonra birçok ülke tarafından mal varlığı donduruldu ve Ekvador Ginesi'ne sürüldü.

Yasağa rağmen kadın sünnetini destekleyen köktendinciler

Gambiya anayasal olarak laik olmasına rağmen, din toplumun hemen hemen her yönünü etkiliyor. Ülkedeki İslamcı köktendinciler, Ahmediye Müslüman topluluğuna ve Hristiyan topluluğuna karşı nefret söylemi de dahil olmak üzere dini azınlıklara yönelik saldırılarıyla tanınıyorlar.

                    Gambiya'nın Serekunda kentindeki Ahmediye Müslümanlarına ait Beytu Selam Camisi

Önde gelen köktendinci aktörler, sürgündeki eski devlet başkanı Jammeh'den ilham alıyor ve hala onu destekliyorlar. Kadın sünneti karşıtı yasaya karşı son zamanlardaki tepkinin ön saflarında yer alan bu kesim, yasağın 1997 anayasasında garanti altına alınan "dini ve kültürel özgürlüklerini" ihlal ettiğini öne sürüyorlar.

Yasağa rağmen bazı bölgelerde uygulanıyor

Gambiya'da geçtiğimiz Ağustos ayında, üç kadın sekiz kız çocuğuna kadın sünneti uyguladıkları için para cezasına çarptırılmıştı. Bu kadınlar, uygulama karşıtı yasa kapsamında hüküm giyen ilk kişiler olmuşlardı.

Gambiya'nın köktendinci liderlerinden İmam Abdoulie Fatty, üç hüküm giymiş kadınların para cezasını ödeyerek manşetlere çıkmıştı.

                                                               İmam Fatty

Sünnetçi Mba-Yasin Fatty de dahil olmak üzere kadınlar, yasağa rağmen ülkenin Orta Nehir Bölgesi'ndeki uygulamanın yaygın olduğu Niani Bakadagi köyünde sünnet olmuşlardı.

İmam Fatty'nin kadın sünnetine olan desteği  kadın hakları savunucuları ve kadın sünneti karşıtı kampanya yürütücüler arasında öfkeye neden olmuştu.

İmam Fatty, tüm bu tepkilere rağmen duruşundaki ısrarı sürdürerek, bunun "İslami geleneğin ayrılmaz bir parçası" olduğunu ileri sürüyordu.

Kadınların baskı gördüğü diğer Afrika ülkeleri

Geleneksel cinsiyet rollerini yeniden öne sürme çabası yalnızca Gambiya ile sınırlı değil. Kenya'da da kadınlara ve kız çocuklarına yönelik yasal korumaları ortadan kaldırma girişimleri görülmüştü. Sudan'daysa devlet onaylı şiddet ve toplumsal baskıyla kadınların kamusal katılımının kısıtlanması amaçlanıyor. Benzer şekilde, Tanzanya daha önce genç annelerin kamu okullarına gitmesini yasaklayan bir politika yürürlüğe koymuş, ancak bu politikadan daha sonra vazgeçilmişti.

                                                               /././

Elma, armut, ceviz -Engin Solakoğlu-

Kıbrıs sorunu Türk-Yunan ilişkilerinin, iki ülke arasındaki sorunlar paketinin içinde mi, dışında mı? Biraz daha farklı ifade edersek iki sorun arasındaki ilintinin mahiyeti ne?

Yazılı olmayan kuraldır: Sonu 5’le ya da 0’la biten yıldönümleri genellikle diğerlerine göre gündemde daha çok öne çıkar. Hele 25, 50, 75, 100 filan söz konusu olduğunda kutlamanın veya anmanın çapı büyür. Türkiye’nin Kıbrıs çıkartmasının 50. yıldönümü de buna uygun olarak geçmiş yıllardaki törenlere kıyasla daha fazla yer buldu Türkiye medyasında. 

Yelpazenin en sağından en soluna herkes bir şekilde kalem oynattı, yorum yaptı. Nadir durumlar dışında Kıbrıs’ta olup bitenlere pek de aldırmayan görsel medyada Kıbrıs sorununa, atını itini nallayıp adaya taşınan Türkiye siyasi erkânı üzerinden şöyle bir dokunuldu ama sonra yeniden hamasete, fütuhat güzellemelerine, kahramanlık öykülerine geri dönüldü.

O arada sanırım ben de ilk kez ana akım sayılabilecek bir kanalın haberlerine bağlanıp Kıbrıs konusundaki görüşlerimi açıklama fırsatı buldum. İtiraf edeyim ki çok sevindim. Bu vesileyle iyi bildiğimi düşündüğüm, sürekli kafa yorduğum, daha fazla öğrenme iradesini hiç yitirmediğim bir konunun hâlâ yeterince üzerinde durmadığım bir yönü bulunduğunu da fark ettim. 

1994’ten beri mesleki olarak takip ettiğim, yine aynı tarihten beri kişisel olarak da hiç kopamadığım Kıbrıs sorununun elbette birçok farklı boyutu, uzantısı yönü var. Belki de bu nedenle görmeyenlerin odada bulunan file dokunarak hayvanı tanımlamaya çalışmaları gibi bir durum yaşanmasını olağan karşılamak gerek.

Dün o kanalda konuşurken gelen sorular, sonrasında da yakınlarımdan aldığım geri dönüşler sebebiyle genel bir kafa karışıklığı yaşandığı konusunda ikna olduğum bir sorunsal daha ortaya çıktı Kıbrıs’a dair: Kıbrıs sorunu Türk-Yunan ilişkilerinin, iki ülke arasındaki sorunlar paketinin içinde mi, dışında mı? Biraz daha farklı ifade edersek iki sorun arasındaki ilintinin mahiyeti ne?

Bizim Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunları içinde telakki ettiğimiz ana paketin içerisinde neler bulunduğunu bir anımsayalım. Aslında birçok komşu ülke arasında yaşanan sorunlarla benzeşen sınır meseleleri. İşin içine bir deniz, hele ki binlerce ada ve adacığın bezelye taneleri gibi dağılmış olduğu, yarı-kapalı Ege gibi atipik bir deniz girince sınır sorunları daha da karmaşık hale geliyor doğal olarak. 

Karasularının belirlenmesi bunların başında geliyor. Zira karasuları diğer deniz parçalarından farklı olarak ülke topraklarınızın tartışmasız bir parçası sayılıyor uluslararası hukuka ve teamüle göre. Vatan kavramını boya kutusuna daldırarak Çin tezlerinden apartılmış terimlerle lüzumsuz hamaset yapanların iddia ettiğinin aksine bir ülkenin topraklarına yani “Vatan”a dahil olan tek deniz parçası bu. Bu yüzden de sınırlarının belirlenmesinin önemi büyük.

Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunların en önemlisi karasularının belirlenmesi. Halen uygulama 6 mil. Yunanistan BM Uluslararası Deniz Alanları sözleşmesine dayanarak 12 mil istiyor, Türkiye 12 millik sınır belirlenmesinin Ege’yi hem kendisine hem de uluslararası seyrüsefere kapalı bir Yunan denizi haline getireceği gerekçesiyle karşı çıkıyor. 

Bununla bağlantılı olduğu kuşku götürmeyen bir diğeri de hava sahası sorunu. Yunanistan 10 mil diyor, Türkiye bunun fiilen uygulanamaz olduğunu söylüyor. Çok teknik konulara girmek istemiyorum ama bir de az telaffuz edilen F.I.R (Uçuş Bilgi Bölgesi) hattı meselesi var.

Denizden devam edersek, Türkiye’ye yakın adaların statüsü bir diğer konu başlığı. Lozan Antlaşması’yla getirilmiş olan silahsızlandırılmış statünün Montrö sonrasında değişip değişmediği konusunda iki ülke arasında yorum farkı mevcut. Aidiyeti belirlenmemiş ada ve adacıklar meselesini de bunun altına ekleyebiliriz.

Sonra yıllardır devam eden Kıta Sahanlığı’nın tespiti ile nispeten daha yeni sayılabilecek bir konsept olan Münhasır Ekonomik Bölge’nin (EEZ) belirlenmesi başlıkları geliyor. Son yıllarda daha fazla konuştuğumuz Ege ve Doğu Akdeniz’in “doğal kaynaklarının” sermaye tarafından yağmalanmasına dair kavga da işte bununla ilintili. Hâlâ denizdeyiz ama karaya da çıkacağız şimdi.

Azınlıklar sorunu. Ömrünü tamamlayıp tarihe karışmış bir imparatorluğun bıraktığı miras. Yunanistan’da Türk azınlığın, Türkiye’de ise Patrikhane’nin hakkı, hukuku, statüsü ve geleceği. Denklemin Türk tarafına Rum azınlık yerine “Patrikhane”yi koymamın bir sebebi var. Teorik olarak yanlış ama İstanbul’daki Rum azınlık artık soluk gölgeye dönüştüğü, daha doğrusu dönüştürüldüğü için fiilî olarak gerçekle uyumlu olduğu kanısındayım.

Hem karada hem denizde devam eden bir diğer mesele ise göç. Göçün engellenmesi, engellenmemesi ve bu arada kullanılan insanlık dışı yöntemler.

Daha fazla ayrıntıya girmek niyetinde olmadığım için bu ikili sorunlara daha uzun değindiğim iki yazının linklerini şuraya ve şuraya bırakıyorum.

Peki Kıbrıs sorununun yukarıda özetlemeye çalıştığım paketle ilişkisi ne boyutta? Belki de en doğrusu soruyu şu şekilde formüle etmek: Kıbrıs sorunu çözülürse Türk-Yunan sorunları da ortadan kalkar, uzlaşma yolu açılır mı?

Bu sorunun yanıtı çok kolay. Kesinlikle hayır. Bırakın sorunu çözmeyi Kıbrıs adasını toptan ortadan da kaldırsanız bunun ikili pakete etkisi marjinal düzeyde olacaktır. Öncelikle Türk-Yunan sorunları teknik olarak da politik olarak da Kıbrıs sorunundan bağımsızdır.

Bu kısım yeterince açık olduğuna göre bir de tersinden soralım. Türk-Yunan sorunları çözülürse Kıbrıs meselesi de otomatik olarak hallolur mu? Bu soruya getirilecek yanıtın öncekine kıyasla biraz daha nüanslı olması gerekiyor. Her şeyden önce Kıbrıs sorununun tarafları Türkiye ve Yunanistan’dan ibaret değil. Nedense akla pek gelmeyen, yazıp çizenlerce nadiren anımsanan bir Birleşik Krallık faktörü orada duruyor. Üstelik Birleşik Krallık da sadece Birleşik Krallık değil. İsrail’in Filistin halkına karşı sürdürdüğü sömürgecilik ve  soykırım siyasetinin son aşaması olan Gazze saldırıları sırasında da açık şekilde gördüğümüz gibi Birleşik Krallık’ın Kıbrıs’taki üsleri, ABD tarafından da Ortadoğu’ya yapılan her türlü emperyalist müdahale için etkin bir şekilde kullanılıyor. Bunlar sıradan askeri üsler değil, Kıbrıs literatüründe yaygın kullanılan isimle “egemen üs bölgeleri”. Örnek olsun, Birleşik Krallık AB üyesiyken bile bu bölgelerde AB mevzuatının bir bölümü uygulanmıyordu. Yani o kadar “egemen”! Demek ki, Kıbrıs’ta herhangi bir çözümün bu ülkenin ve ABD’nin desteği olmadan hayata geçmesi mümkün değil.

Kıbrıs sorununun yine çok sık unutulan iki tarafı daha var. Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum halkları. Türkiye’de bu konuda ahkam kesenler belki de bilinçli olarak bu iki halka Türkiye ve Yunanistan’ın özgül iradeden yoksun basit uzantıları olarak bakıyorlar. Türk ve Yunan milliyetçiliğinin her iki tarafta güçlü ve tarihsel kökleri olduğu ne kadar doğru ise, iki halkın da “anavatanlar”a göre farklı kültürel, tarihsel ve siyasal kimliklere sahip oldukları da o kadar doğru. Bu yüzden, sorunu Türk-Yunan milliyetçiliklerinin çarpışmasına indirgeyici bir bakışın sorunun çözümüne bir katkı yapma ihtimali sıfırın altında. İki halkın istemediği bir formülü 7 düvel de dayatsa o gemi yürümez.

Toptancılık ticarette bir yöntem olabilir, genelleme bazı şeyleri kolay anlamamızı sağlayabilir ama bu yaklaşımların diplomaside, karmaşık uluslararası sorunlarda uygulanması genellikle felâketle sonuçlanır.

Muhtemelen Kıbrıs Harekatı’nın 60. veya 75. yıldönümüne kadar pek sık tartışmayacağız ama aklımızın bir köşesinde bulunsun: Kıbrıs sorunu Türk-Yunan uyuşmazlıkları paketinin organik, doğal bir parçası değildir. Türk-Yunan sorunlarının çözümünün Kıbrıs’ta göreli bir rahatlama yaratacağı kesin de olsa, bunun başlı başına bir çözüm dinamiği oluşturacağı düşüncesi de bu yüzden temelsizdir.

Ceviz de ağaçta yetişir ama elma veya armut gibi ısırarak yemeğe kalkışırsanız dişinizi kırarsınız.

                                                              /././

İşçi eğitimi: Yalnız yeryüzünü değil gökyüzünü de istiyoruz! -Gamze Yücesan Özdemir-

Sıradan yaşayışların deneyime, parçalı itirazların kolektif harekete dönüşmesinde etkindir eğitim. Kalkıp da yürüme zamanı geldiğinde eğitimlerin taşıdığı deneyim kocaman marşlara dönüşecektir.

İşçilerle eğitim için buluştuğunuzda daha yakından tanırsınız onları. Yorgunu da vardır, içi içine sığmayanı da. Meraklısı, hiç umursamayanı, sınıf öfkesini kuşanmış olanı, bıkkın hissedeni… Türkiye’nin farklı coğrafyalarından gelen işçilerle birlikte, onların serüvenlerini, içinde yaşadıkları dünyayı ve ülkeyi nasıl gördüklerini, gündelik hayatlarının nasıl olduğunu, yaptıklarını kendilerine ve çevrelerine nasıl anlattıklarını ve siyasetle nasıl ilişkilendiklerini deneyimlersiniz. Onlara söyleyeceğiniz bir şeyler vardır. Siz söylerken dinlerler, tepki verirler, cevap verirsiniz, anlatmak istediklerinizle duyduklarınız birleşir, her eğitim başka kelimelere dokunur, biçimlenir. İşçi eğitimi de tam böyle olmalıdır zaten.

Eğitim deyince, işçi sınıfı pedagojisini düşünmekle başlamalı. Bu pedagojiyle sınıfın kendisini kuşatan ekonomik, politik ve ideolojik yapıları anlaması ve değiştirmesi için eleştirel düşünmesi amaçlanır. Eğitimin niteliğinin düştüğü ve kamusal karakterinin aşındığı bir dönemde sınıfın içinde bulunduğu koşulları anlamlandırabilmesi hem çok daha zor hem çok daha hayatidir. Eleştirel düşünme işçilerin anlam dünyaları ve referans çerçevelerinin çözülüp yeniden oluşturulmasıdır. Diğer bir deyişle, eğitime katılanların sahip oldukları varsayımlara eleştirel yaklaşarak hayata bakışlarının değişmesi ve hayatlarını yeni geliştirdikleri bakış açılarına göre devam ettirmeleridir. İşçi sınıfı pedagojisi, işçilerin kendi referans çerçeveleri üzerinden bilgi üretme, dünyayı okuyabilme ve yazabilme (dönüştürme) becerisini hedefler. Sessizliği kırma ve politik irade kazanma yolunda ilerlemesini amaçlar. 

İşçi eğitiminde “nasıl anlatmalı”?.. Sendika dergilerinde, akademik çalışmalarda eğitimlerde yer alan konulara, derslere dair bilgiler bulmak mümkün. Fakat “nasıl anlatmalı”ya dair çalışma yok denecek kadar az. Sınıfla birlik sağlayabilen, onunla iletişim kuran bir anlatımdır üzerinde düşünülmesi gereken. İşçi sınıfından olan ve sınıfını akademiye taşıyan Raymond Williams şöyle diyor: “İşin aslı hiç kimse bir şeyler anlatılmasına itiraz etmiyor. Mesele anlatılma biçimi ve insanın kendisine bir şeylerin nasıl anlatılmasını istediği: Hayatın bir parçası olarak anlatma, deneyimin bir parçası olarak öğrenme.”

Eğitimlerde işçilerin öğrenme ihtiyacına uygun, onların deneyimleriyle doğrudan ilgili basit ve yaratıcı anlatımlar iz bırakıyor. Günlük bir dille konuşma ve hayatın içinden örnekler verme, eğitimi çarpıcı kılıyor. İşçiler, soyut ve genel düşünceler karşısında daha kişisel ve somut düşüncelere açıklar. İşçi sınıfında şöyle bir eğilimi saptamak mümkün: Kendi yaşamlarının mantığına tercüme edilebilecek ya da bu yaşamlara eklemlenebilecek olanları almak, geri kalanı ise pek bir yere oturtamamak. Sınıf mücadelesinin karmaşıklığını, derinliğini, çelişkilerini hiç kaçırmadan bunu günlük dille anlatabilmek işin en zoru belki de. Sınıf karşıtını çok fazla somutlaştırırsanız gerçek düşmanın bir sistem olduğu gerçeğini ortaya koyamazsınız. Sınıf karşıtını çok fazla soyutlaştırırsanız hak meselelerinde işçilerin karşısına bir muhatap çıkartamazsınız. Zor iştir işçi eğitimi.

“Nasıl anlatmalı”da öne çıkan eğitimci kuşkusuz. Eğitimci kişiliği nasıl oluşuyor? El yordamıyla mı yapılanıyor? Kişiliği böyle olduğu için mi işçi eğitimcisi oluyor? İşçi eğitimcisi olmak mı insanı şekillendiriyor? Eğitimler hem eğitimciyi hem işçiyi dönüştürme potansiyeline sahiptir. Eğitimci, kendisinde bu “değişim/dönüşüm”ü yaşayabilir, yeter ki işçilerin deneyimleriyle bu değişimi mümkün kılacak bir ortaklıkta buluşsun.

Eğitim konuları, kapitalizmin ve toplumsal mücadelenin seyrine göre farklılaşıyor. 60’lı-70’li yıllarda eğitimlerde sınıf, sınıf bilinci, emperyalizm gibi kavramlar öne çıkarken ve işçilere temel bir bakış açısı sunulurken son yıllarda konularda mevzuat daha ağırlıklı yer tutuyor. Sınıf olarak hareket etme becerisi yitirildiğinde bireysel hakların öğrenilmesi öne çıkıyor. Bugün eğitim konularının, işçi sınıfının bilimi rehberliğinde hazırlanması yarına dair önemli bir sorumluluk olarak duruyor. 

Peki eğitim materyalleri? Önce anlatmak zorunda olduğunuz bir şey olacak. Bunu sevdiğiniz insanların gözlerinin içine bakarak iletmek isteyeceksiniz. Eğitim araç ve materyalleri ancak bu adımdan sonra geliyor. Kitapların, broşürlerin, dergilerin yanı sıra dijital görsel ve işitsel ürünler sahip oldukları içerik, katılım, zaman ve erişimle son dönemin önemli bir imkanı. 

Eğitimin dönüştürücülüğünde, eğitim ve eylemin çift yönlü doğası ufuk açıcıdır. İşçiler grevlerde, direnişlerde eylemliliği doğrudan deneyimlerken bu anlardaki eğitimlerde çok daha yaratıcı, çok daha katılımcı oluyorlar. İşçilerin pratiği eğitimcilerin eğitimine dönüşüyor. “İşçilerin pratiğinin işçi eğitimi karşısındaki mantıksal önceliği” de budur aslında.

Sınıfın tüm üyelerine ulaşmak da eğitimin temel hedeflerinden olmalı. Sadece işçiler değil, onların aileleri ve çocukları da sürece katılırsa, mücadele çok daha geniş halkalara yayılabilir. Ailelere ve çocuklara yönelik eğitimlerle sınıfı daha kapsamlı sarmak mümkün. Halk arasında sıklıkla kullanılan bir söz vardır: “İşveren grevi evden kırar.” Grevler sırasında bazı işverenler evlere mektup yollar. Aile de ev de mahalle de güçlü olmalı öyleyse.

Ve en önemli devrimci adımsa eğitimde akıl ve yüreğin bir aradalığıdır. İşçiler politik bir tavrı ancak gerçek yaşama değen, dokunan bir süreçte kurarlar. Eğitimdeki temel hat siyasal mücadele duyarlılığını yükseltmek, derinleştirmek ve yaşamın bütün alanlarının mücadeleyle dolu olduğunu açıklamak ve hissettirmek olmalıdır. Ancak öfkelerinin, neşelerinin, inatlarının parçası olabildiğiniz insanların arasında söz söylediğinizde duyulur sözünüz. 

İşçi eğitimi, onu anmadan olmaz. Asla olmaz. İşçi sınıfının Süleyman Hocası’nı. Onun paltosundan çıkmıştır birçok işçi eğitimcisi. Süleyman Üstün eğitmenliğe Kepirtepe Köy Enstitüsü mezunu olarak 1947’de başlar. Köy Enstitüsü’nden mezun olup eğitimciliğini ülkenin pek çok ilindeki fabrikalarda işçiler arasında sürdürmeyi görev edinen ilk ve belki de tek öğretmendir. İşçi eğitimciliğinin ilk döneminde 1980 yılına kadar DİSK/Maden-İş sendikasında çalışır. Her sendika eğitiminde, grev eğitiminde, miting kürsüsünde o vardır, gözler de onu arar zaten. Süleyman Hoca 12 Eylül’ün ardından yurtdışında siyasi göçmendir. 11 yıl Berlin’de yaşar. 1991’de ülkeye döndüğünde ise Birleşik Metal-İş, Harb-İş ve Petrol-İş sendikalarında eğitimcilik yapar. Ne umudunu ne de de işçi sınıfını unutmuştur. 2007 yılında 77 yaşında hayatını kaybedene kadar işçi eğitimcisi olarak kalır. 

Süleyman Hoca’nın anlattığı öyküler, verdiği örnekler hayatın içindendir. Bu memleketin şiirine, edebiyatına ve halk kültürüne hakimdir. En karmaşık konuları, herkesin anlayabileceği ve akılda yer edecek şekilde anlatır. Onun yanında eğitim verme şansına sahip olduğum günlerde sımsıcak bakışıyla bana şöyle demişti: “Bak, ‘ben 20 yılda bunları öğrendim, size de 15 dakikada anlatacağım’ yapma sakın. Az ve öz söyle ama söylediğin kalsın akıllarında. Yalnızca akıllarında değil yüreklerinde de kalsın!”

Sıradan yaşayışların deneyime, parçalı itirazların kolektif harekete dönüşmesinde etkindir eğitim. Kalkıp da yürüme zamanı geldiğinde eğitimlerin taşıdığı deneyim kocaman marşlara dönüşecektir. Birleşeceğiz, emekçi cumhuriyeti için… Ve işçi eğitimlerinde şu sözü yükselteceğiz: Bugünü değil yarını da, yeryüzünü değil gökyüzünü de istiyoruz!

                                                                     /././

150 kişinin öldüğü Palmiye Sitesi’nin müteahhidinin arsa oyunu: İkinci kez el değiştirdi -Utku Beycan-

Palmiye Sitesi'nin müteahhidi Ali Babaoğlu’nun yakalama kararına rağmen malvarlığını sattığı ortaya çıkmıştı. Sitenin bulunduğu arsa ikinci kez el değiştirmiş.

Kahramanmaraş'taki Palmiye Sitesi'nin 3 bloğu 6 Şubat depremleri sırasında yıkılmıştı. Enkazın altında kalan yaklaşık 150 kişi yaşamını yitirmişti. Müteahhit Ali Babaoğlu'nun, 5 Nisan 2024 tarihinde arandığı sırada arsasını oğlunun sevgilisine sattığı ortaya çıkmıştı. Aynı arsanın, Babaoğlu'nun oğlunun ortağına devredildiği iddia edildi.

6 Şubat depremleri sırasında Kahramanmaraş'ın Onikişubat ilçesindeki Palmiye Sitesi'nde bulunan altı bloktan üçü yıkılmıştı. Enkazın altında kalan yaklaşık 150 kişi hayatını kaybetmişti. Siteyi inşa eden müteahhit Ali Babaoğlu için depremden 6 gün sonra yakalama ve yurtdışına çıkış yasağı kararı alınmıştı. 

Aranırken arsa satmıştı 

Vatandaşlar, Babaoğlu'nun mallarına ve banka hesaplarına tedbir konması için Kahramanmaraş Cumhuriyet Başsavcılığı’na dilekçe vermiş, fakat sonuç alınamamıştı. Babaoğlu, yıkılan Palmiye Sitesi'nin bulunduğu araziyi 5 Nisan Cuma günü, arandığı sırada oğlunun sevgilisine sattı. Babaoğlu’nun taşınmazlarını tapuda vekaletname aracılığıyla devretmeye çalıştığı, vatandaşlar tarafından savcılığa verilen dilekçede de yer alıyordu.

Paylaşılan tapularda, arazinin 5 Nisan 2024 günü satıldığı görüldü.

Müteahhidin oğlunun ortağına satıldı

Yeni iddiaya göre Babaoğlu'nun oğlunun sevgilisi, yıkılan sitenin olduğu araziyi Babaoğlu'nun oğlunun ortağına devretti. Tapu kayıtlarında devir işleminin 9 Mayıs 2024'te yapıldığı görüldü.

10 Kasım 2023 tarihinde Ticaret Sicili Gazetesi'nde yer alan bilgilere göre, araziyi alan kişinin, Babaoğlu'nun oğlundan pay alarak İstanbul merkezli bir şirkete ortak olduğu anlaşıldı. İstanbul Ticaret Odası'ndaki verilere göre iki ortağın, şirkette 125 biner liralık sermayesi bulunuyor.

150 kişinin hayatını kaybetmesine ilişkin 3 sanık hakkında 22 yıl altışar aya kadar hapis istemiyle açılan Palmiye Sitesi davasının duruşması Eylül ayında görülecek.

Palmiye Sitesi'nde zemin etüdünün göz kararıyla yapıldığı ortaya çıkmıştı. Bilirkişi raporunda zemin etüdüne göre yapının 9 katlı olması gerektiği ancak yıkılan binanın 12 katlı olduğu da belirtilmişti.

                                                                               /././

Diyarbakır’da sağlıkçılardan yemekhane boykotu: Zehirlenmeye neden olan şirket tanıdık -YEKTA ARMANC HATİPOĞLU-

Dicle Üniversitesi Hastanesi’nde 100’e yakın kişi hastane yemeğinden zehirlendi, sağlıkçılar yemekhane boykotuna başladı. DTO Başkanı ve SES Diyarbakır Şube Eş Başkanı soL'a konuştu.

Diyarbakır’da bulunan Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde personel, hasta yakını ve refakatçilerden oluşan 100’e yakın kişi 17 Temmuz günü yedikleri öğle yemeğinden sonra ani mide bulantısı, kusma, ateş, ishal ve baş dönmesi gibi şikâyetlerle hastanenin çeşitli birimlerine başvurdu. 

Zehirlenen yurttaşların ilk tetkik ve muayenelerde hastanede yedikleri yemek nedeniyle rahatsızlandıkları belirlendi. Tedavi altına alınan hastaların durumlarının stabil olduğu, tedbir amaçlı müşahede ve gözetim altında tutuldukları bildirildi. 

Zehirlenme olayları Diyarbakır’daki devlet hastanelerinde sıkça yaşanıyor. Sağlık Bakanlığı ve hastane yönetimlerinin duruma sessiz kalması, zehirlenmelerin sürmesine neden olan faktörlerin başında geliyor. Çeşitli şirketlerin ihale usulüyle üstlendiği yemek sağlama işi, şimdiye kadar yüzlerce yurttaşı mağdur etti. 

Zehirlenmeye neden olan şirket tanıdık: Manisa’da yüzlerce asker zehirlenmişti

Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) Diyarbakır Şubesi’nin soL’a aktardığı bilgilere göre hastanenin yemek ihalesini alan firma, 2017 yılında Manisa’da bir ayda yüzlerce askerin zehirlenmesi ve bir askerin yaşamını yitirmesine neden olan Rota Yemekçilik

Çiğdem Toker, Manisa’daki zehirlenme vakalarının ardından Cumhuriyet gazetesinde Rota Yemekçilik’le ilgili önemli bilgiler aktarmıştı. 2013 yılında Diyarbakır’da Veysi Avşar tarafından 100 bin TL sermaye ile kurulan şirketin, sahipleri aynı kişilerden oluşan Tatal, Avşaroğulları, Çamlıca, Ova, Mendika isimli şirketlerin devamı olduğunu aktarmıştı. Toker, 2015 yılında HDP Milletvekili Levent Tüzel’in Dicle Üniversitesi’nde şirketin faaliyetleriyle bir soru önergesi verdiğini ancak önergenin cevaplanmadığını ve önergeyle ilgili haberlerin linklerinin ortadan kalktığını söylemişti.

Toker’in yazısında şirketin büyümesiyle ilgili olan kısım şöyle: 

“Rota Yemekçilik’e kuruluşundan sonra Osman Avşar da ortak olmuş. Bir yıl içinde sermayesini 2 milyon TL’ye çıkarmış. 2014’te şirket merkezini Ankara’ya taşımış. Şirket sermayesi iki ay önce 7 milyon TL’ye yükselmiş. Şirket yönetimi, Veysi Avşar, Osman Avşar, Ahmet Türkmen isimleri arasında gidip geliyor. Şu anda Veyşi Avşar ile Osman Avşar eşit ortak. Şirket web sitelerinde Türkiye’nin büyük metropollerinde devlet daireleri, askeri birimler, hastaneler, okullar, üniversiteler, fabrikalar, şantiyeler, havayolu ikram hizmetleri verdiklerini gururla anlatıyorlar. (İki yıl önce de Maliye Bakanlığı’ndan 11 milyon TL’lik iş almışlar.) Rota Yemekçilik’in AKP iktidarı ve bakanlıklar açısından önemli ve etkili bir ikili olduğu anlaşılıyor.”

DTO ve SES’ten ortak yemekhane boykotu

Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde yaşanan skandalın ardından SES ve Diyarbakır Tabip Odası (DTO) yemekhane boykotu ve basın açıklaması yaptı. “Sağlıklı, hijyenik ve doyurucu yemek haktır!” başlığıyla düzenlenen basın açıklamasından önce simit-ayran dağıtıldı.

AKP’li yıllardaki özelleştirmelerin yarattığı tahribata değinilen basın açıklamasında 2022 yılında yemekhanede çıkan kötü yemekleri protesto eden SES’lilerin taşeron şirketten birinin silahlı saldırısına uğraması hatırlatıldı.

“Bizler yemek yerken hasta düşmek değil sağlıklı, hijyenik ve doyurucu yemek istiyoruz. Hasta düşüren sistemi kabul etmiyoruz” denilen açıklamada sorumlulara gereken cezaların verilmesi gerektiği kaydedildi. 

Taleplerinin karşılanmaması durumunda il ve Türkiye genelinde yemek boykotu ve iş bırakma dahil olmak üzere eylemlerden geri durulmayacağı belirtilen açıklama, kaliteli yemeğe ulaşım için mücadelenin devam edeceği sözleriyle noktalandı.

Üç günlük yemek numunelerinin tutulması gerekiyor: ‘Kuralın uygulanıp uygulanmadığını bilmiyoruz’

Yaşanan zehirlenme vakalarını Diyarbakır Tabip Odası Başkanı Veysi Ülgen ve SES Diyarbakır Şube Eş Başkanı Mehmet Nur Ulus ile konuştuk. 

Diyarbakır Tabip Odası Başkanı Ülgen, üç günlük yemeklerin numunelerinin tutulması gerektiğini ancak bunun yapılıp yapılmadığına ilişkin sorularına cevap alamadıklarını söyledi: 

“Zehirlenme olayından sonra yetkililerle görüştük. Bu tarz olaylara karşı tutulması gereken üç günlük yemek numunelerinin tutulup tutulmadığını sorduk. Şimdilik bir geri dönüş sağlanmadığı, yuvarlak cevaplar verildiği için bu kuralın uygulanıp uygulanmadığını bilmiyoruz. 100’e yakın zehirlenme vakası var. Basit şikâyeti olanlar yatış yapmadığı için sayı 50 civarı olarak geçiyor. Biz böyle olaylarda herkesin müşahede altında tutulması gerektiğini, numunelerin sonuçları çıkana kadar da müşahedenin devam etmesi gerektiğini düşünüyoruz.” 

Zehirlenme vakasının aynı zamanda bir iş sağlığı ve güvenliği sorunu olduğunu söyleyen Ülgen, 2022 yılında yemekhaneden çıkan kötü yemekleri protesto eden SES’lilerin taşeron şirketten birinin silahlı saldırısına uğradığı olayı hatırlattı: 

“Burada bir iş sağlığı ve güvenliği sorunu da var. Toplu bir zehirlenmeden söz ediyoruz. Bir-iki kişiye mahsus bir durum yok. Bir şeyleri düzeltmek için insanların hastaneye mi yatması lazım? Bu sorunun çözülmesi gerekiyor. 

Diyarbakır’daki bir kamu hastanesinde ilk kez yaşanmıyor toplu zehirlenme vakası. Hatta geçtiğimiz senelerde SES’in Kadın ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi’nde yaptığı yemekhane eylemine taşeron şirketten bir kişi silahla saldırmıştı.” 

‘Hastane yemeklerinin şirketler aracılığıyla verilmesine karşıyız’

Ülgen, sözlerini sağlıktaki özelleştirme politikalarına değinerek noktaladı: 

“Yıllardır TTB olarak taşeronlaşmanın, bunu yanı sıra sağlıkta özelleştirmenin karşısında durduk. Doğal olarak hastane yemeklerinin şirketler aracılığıyla verilmesine de karşıyız. Yıllardır bunu söylüyoruz. Bu ihaleyi alanlar daha çok para kazanma güdüsüyle hareket ettikleri için gıda güvenliği riske giriyor, böyle olaylar yaşanıyor.”

‘Bu yaşananların nedeni özelleştirme mantığı’

SES Diyarbakır Şube Eş Başkanı Ulus, hastaneye yemek sağlayan firmanın Manisa’daki askerlerin zehirlenmesine neden olan Rota Yemekçilik olduğunu söyledi. Ulus, yaşananların nedeninin özelleştirme mantığı olduğunu kaydetti: 

“Hastane personeli dışında hasta yakınları da bu yemekten faydalandı. İsimleri değişiyor ama 2017’de Manisa’daki asker zehirlenmelerine neden olan firma üstleniyor Dicle Üniversitesi Hastanesi’ndeki yemek dağıtım işini. 

17 Temmuz günü yemek yiyen arkadaşlarımız mide bulantısı, kusma gibi şikayetlerle hastaneye gittiler. Arkadaşlarımız başta hastane yemeğinden zehirlendiklerini düşünmemiş ama hastanede diğer arkadaşları görünce hastane yemeği olduğunu anlamışlar. Sonrasında yapılan incelemelerde zehirlenmenin hastane yemeği nedeniyle olduğu açığa çıktı. Bu yaşananların nedeni özelleştirme mantığı. Ekonomik kriz nedeniyle yemek firmaları aldığı ücretin üstünde maliyet çıkınca kalitesiz, sağlıksız yemekler çıkıyor. Bu da başlı başına sağlık sisteminin problemlerinden bir tanesi.” 

‘Yemek şirketleri mafyalaşmış durumda’

Yemek şirketlerinin mafyalaştığını söyleyen Ulus da 2022’de yaşanan silahlı saldırıyı hatırlattı. Ulus, saldırıdan sonra bakanlık ve valiliğin geçmiş olsun demek için bile kendilerini aramadığını, dönemin başhekiminin SES’i suçladığını söyledi:

“Maalesef şöyle bir problem de var, yemek şirketleri mafyalaşmış durumda. Biz ‘Bu yemeği niye dağıttınız?’ diye hakkımızı aradığımızda karşımıza dikiliyorlar. Hatta 2022’de yemekhane eylemi sırasında bize silah sıkıldı. O dönemin Sağlık Bakanlığı, Valiliği bir geçmiş olsun demek için bile bizi aramadı. Hatta dönemin başhekimi ‘SES’liler firmayı kışkırtıyor, hastanedeki yemekler çok güzel ama SES yemekleri beğenmiyor. Sorunlar SES nedeniyle yaşanıyor’ dedi. Ancak geçen zaman maalesef bizim haklı olduğumuzu gösterdi.”

(soL)

Çarpanlar AKP’li, çarpılanlar AKP’li, savunanlar AKP’li - Zekeriya Albayrak / SÖZCÜ

2011-2020 arasında “10 milyon dolar yatır, 100 milyon dolar al” vaadiyle AKP çevrelerini dolandıran çete üyelerinin avukatlığını AKP’li 2 isim yaptı.

Türkiye’de son yılların en büyük vurgununun 2011-2020 yılları arasında yapıldığı ortaya çıktı. “300 milyar dolarlık fon gelecek” diyerek AKP çevrelerinden milyarlarca dolar para toplayan çetenin avukatlığını AKP MKYK üyeleri Mücahit Birinci ile Türk İslam Karakoç yürüttüğü ortaya çıktı.

YSS Köprüsü’nü pazarladılar

Aralarında farklı şehirlerden birçok iş insanı, bürokrat, siyasetçi ve gurbetçinin olduğu mağdurlardan yıllar boyunca para toplandı. Enver H. isimli çete lideri, Endonezya’nın ilk Devlet Başkanı Ahmed Sukarno’nun ev hapsinden kurtulduktan sonra altınlarını İsviçre’ye kaçırdığını ve bu altınlara karşılık Türkiye’ye 300 milyar dolarlık fon geleceğini vaat etti. Sahte belgeler ve dekontlarla iş insanlarına taahhütname verildi, “10 milyon dolar yatır, 100 milyon dolar al” diye yüksek karlar vaat edildi. Ali Sıtkı Ş. isimli şikayetçi, para istenirken kurulacak fonla Kanal İstanbul ve 3. köprü yapımına finans sağlanacağı vaadinde bulunulduğunu söyledi. Bursa 9. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davanın dosyasında Ali Sıtkı Ş.’nin ifadesindeki ilgili bölüm şöyle:

MAĞDURLAR NE DEDİ?

“İshak isimli şahıs bana SRC Fon isimli bir şirketin olduğunu, bu fonda tanınan bilinen ünlü şahısların ve iş dünyasının ünlü simalarının olduğunu söyledi. Bu fonun bizzat Erdoğan tarafından desteklendiğini, ileride daha da büyüyeceğini, bu fonun ülkemiz için çok faydalı olacağını, Kanal İstanbul ve 3. Köprü’nün bu fonun desteği ile yapılacağını, Türkiye Varlık Fonu’nun bu fonu destekleyeceğini, katılanların ucuz kredi de çekebileceği belirtti...”

Kanal İstanbul’u pazarladılar

Sahte faturalar ve senetlerle binlerce kişiyi dolandıran çete Bursa 9. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılandı.

Zekeriya Albayrak / SÖZCÜ


T24 "KÖŞEBAŞI" -22 Temmuz 2024-

Vergi kanun teklifinin komisyonda görüşülmesi üzerine…-Murat Batı-

Komisyon görüşmelerinde katılımcıların büyük bir kısmı benzer şeyleri söylemesine rağmen söylenen verilerin bir kısmının teyit edilmesi gerekiyor. Daha da önemlisi katılımcıların sunulan bu verileri teyit etmeden bunları doğru kabul etmeleri de ayrı bir sorun olsa gerek.

Vergi değişikliklerini içeren ve aylardır konuşulan vergi kanun teklifi Bütçe Komisyonunda görüşüldü. Komisyon görüşmeleri sonucunda bazı cezalar indirildi ve bazı maddeler tekliften çıkarıldı. Bu teklif, Genel Kurul sonrasında son halini alacak ve Cumhurbaşkanının onayına sunulacak.

Söz konusu kanun teklifi Komisyonda görüşülürken birçok tartışmaya sahne oldu. Komisyon görüşmeleri TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı tarafından kayıt altına alınmakta ve Meclisin internet sayfasında yayımlanmaktadır. Vergi kanun teklifine ilişkin tutanak da yayımlandı. 483 sayfa olan bu tutanağa buradan ulaşabilirsiniz.

Tutanakta da göreceğiniz üzere milletvekili olan komisyon üyeleri kanun teklifini madde madde konuşup tartışırken Gelir İdaresi başkanı, Gelir İdaresi başkan yardımcılarının yanı sıra TURMOB Başkanı gibi dışardan katılımcılar da bulunmaktadır.

483 sayfalık tutanak metninde bazı verilerin hatalı olduğu görülüyor: Ya veri bazında hata yapılmış ya yorumlama anlamında ya da vergi tekniği açısından.

Verilerin devletin resmi organlarınca açıklanmasına rağmen katılımcıların bu verileri eksik ve/veya yanlış sunmalarına karşın diğer katılımcıların özellikle vekillerin danışmanlarıyla bu verileri doğru kabul edip onun üzerinden tartışmaları ve tutanaklara da bu şekilde geçmiş olması ilginç bir durum olsa gerek.

Bu “yanlış izahatların” bir kısmını aşağıda sizler için derledim.

Asgari ücret istisnasının bütçeye getireceği yük karmaşası

Ak Parti Denizli Milletvekili Nilgün ÖK Tutanağın 34’üncü sayfasında “asgari ücretin vergi dışı bırakılmasından dolayı bütçeye bu yılki maliyeti 677 milyar lira” ifadesine karşın Cumhurbaşkanı yardımcısı Cevdet Yılmaz katıldığı hemen hemen tüm programlarda bu tutarın 590 milyar olduğunu belirtiyor. Örneğin Cevdet Yılmaz’ın TRT’de katıldığı bu programın 44’üncü dakikasında olduğu gibi. Yılmaz, yakın tarihli programlarda da aynı sayıyı defalarca zikretmiştir. Ök ile Yılmaz’ın beyanları arasında yaklaşık 87 milyar lira fark var. İzaha muhtaç bir fark.

Uzlaşmaya ilişkin veri tutarsızlığı

Yine Nilgün Ök’ün, tutanağın 44’üncü sayfasında “Aslında zaten vergi aslı uzlaşma kapsamında asla değildi” beyanı ilginç olmuş. Çünkü Gelir İdaresi Başkanlığı’nın yayımladığı 2023 Yılı Faaliyet Raporu’nun 131’inci sayfasında vergi asılları uzlaşmaya konu olmuş görünüyor.

Aşağıdaki tabloda görüldüğü üzere Vergi Daireleri Koordinasyon Uzlaşma Komisyonuna uzlaşma sonucu silinen vergi aslı 158 milyon 530 bin 691 liradır.

Bu kez yine uzlaşmayla alakalı tutanağın 285’inci sayfasında GİB Başkan yardımcısı “2023 yılı sonuçlarımıza göre Merkezî Uzlaşma Komisyonuna 3 dosya gelmiş 2023 yılında. Yalnız merkezde iki tür komisyonumuz var, bir de Koordinasyon Uzlaşma Komisyonumuz var, oraya da 177 dosya gelmiş. Toplamda 265 milyon liralık bir uzlaşma konusu vergi talebinde bulunulmuş. Uzlaşma sonucunda vergi cezalarında 389 milyon liralık vergi cezası uzlaşmaya konu olmuş. Toplamda 126 milyon 130 bin 310 liralık cezada uzlaşılmış, geri kalan kısmı reddedilmiş Merkezî Uzlaşmada. Taşra uzlaşma komisyonlarımızda 38.895 dosya için başvuruda bulunulmuş, 252 milyon liralık bir vergi için başvuru yapılmış. Uzlaşma sonucu vergimiz 242 milyon yani oran yüzde 96 olmuş, uzlaşmaya konu vergi cezası 659 milyon 832 bin liradan 113 milyon 419 bin liraya bir düşme olmuş cezalarda efendim. Faaliyet raporlarımızda her yıl düzenli yayınlanıyor bu veriler efendim.” şeklinde izahatta bulundu.

Lakin bahsi geçen faaliyet raporunun 131’inci sayfasında pek denildiği gibi değil. Şu şekilde:

Daha birçok husus var

Tutanağın 95’inci sayfasında “cezalar en fazla 23 katına çıkıyor” ifadesine binaen aslında gelir vergisinden muaf esnafa kesilecek ikinci derece usulsüzlük cezası 23 liradan bin liraya yani yaklaşık 43 kat artırılıyor.

Bazı ifadeler ise sosyal medyadan duyulduğu ölçüde söylenmiş gibi. Örneğin tutanağın 57 ve 122’nci sayfalarında gelir vergisi tarifesinin (GVK m.103) ilk diliminin ücretliler için yüzde 15’ten yüzde 10’a indirilmesi gibi bir önerinin ücretler üzerinde GVK m.23/18’den dolayı sıfır etki yaratacağı bilinmeden söylenmiş gibi.

Ayrıca gelir vergisi tarifeleri (GVK m.103), vergi affı sayıları, inceleme oranları, inceleme elemanlarının tam unvanları (denetmen deniliyor tutanaklarda), OECD nezdinde bazı oranlar gibi birçok husus maalesef gerekli özen gösterilmeden zikredilmiş.

Ezcümle

Komisyon görüşmelerinde katılımcıların büyük bir kısmı benzer şeyleri söylemesine rağmen söylenen verilerin bir kısmının teyit edilmesi gerekiyor. Daha da önemlisi katılımcıların sunulan bu verileri teyit etmeden bunları doğru kabul etmeleri de ayrı bir sorun olsa gerek.

Kanunların bu anlamda ülke menfaatine en uygun şekilde yapılması gerekirken sözlü yapılan beyanlarda gerekçe gösterilen verilere karşı taraflarca şüphe yaklaşılıp anında doğru bilgiyle sağlamasının yapılması, yasalaşacak olan madde hükümlerinin daha sağlıklı işlemesini sağlayacaktır. Gördüğüm kadarıyla hiç yapılmamış.

Örneğin uzlaşma maddesi görüşmelerinde iktidar partisi temsilcilerinden birinin aslında vergi aslı hiç uzlaşmaya konu olmuyor gibi yanlış bir ifadenin o an Komisyonda olanlarca araştırılıp aslında hayır öyle değil denilmesi gerekmekteydi ama denilmedi. Ve bu yanlış ifadenin de dayanak olduğu bir anlayışla vergi aslını uzlaşmanın konusundan çıkaran madde hükmü komisyonda kabul edildi.

                                                               /././

İşçiler verimli çalışıyor ama reel ücretleri sürekli azalıyor! -Mustafa Durmuş-

İşçi ücretlerinin düşüklüğünün bir nedeni kuşkusuz işçilere verilen ücretlerin (ödenmiş emek) çok düşük olması ve diğer bir nedeni yüksek enflasyon. Bu durum aslında kapitalist sistemin işleyiş biçiminin bir sonucu.

İktisatta işgücü verimliliğindeki artış, “çalışılan saat başına daha fazla hâsıla üretmek ya da aynı hasılayı daha az çalışma saatiyle üretmek” olarak tanımlanıyor.

Teknolojik yenilikler, eğitim ve sıkı çalıştırmaya dönük mevzuat ve uygulamalar işgücü verimliliğini artırıyor.

Verimlilik artışı mutlaka ücret artışını sağlamıyor!

Diğer yandan işçilerin verimliliğinin artması demek patronların kârlarının da artması demek iken, bu durum mutlaka işçi ücretlerinin de artacağı anlamına gelmiyor.

Normal koşullarda, işçilerin sınıf ve sendika bilincine sahip olduğu, sendikaların birlik halinde, örgütlü, bilinçli ve güçlü olduğu ülkelerde işçiler verimliliklerindeki bu artıştan paylarını daha yüksek ücretler biçiminde alırlar.

Ancak Türkiye’de tam tersine bir gelişme var: İşçilerin verimlilikleri artarken reel ücretleri düşüyor.

Patronlar kâr, devlet vergi peşinde

İşçi ücretlerinin düşüklüğünün bir nedeni kuşkusuz işçilere verilen ücretlerin (ödenmiş emek) çok düşük olması ve diğer bir nedeni yüksek enflasyon. Bu durum aslında kapitalist sistemin işleyiş biçiminin bir sonucu.

Yani işçiler, üretim sırasında yarattıkları değerin önemli bir kısmına patronlar kâr; devlet ise vergiler ve bir tür vergiye dönüşen yüksek enflasyonla el koyduğu için, sahip çıkamadıklarından giderek yoksullaşıyorlar. Gelir dağılımı da giderek daha da bozuluyor.

Türkiye OECD ortalamasına çok yakın

Aşağıdaki tabloda OECD’nin çalışılan saat başı üretilen hâsıla miktarı biçimindeki işgücü verimliliğine ilişkin son istatistiklerine (2022) yer veriliyor. (1)

Buna göre, en yüksek işgücü verimliliğine sahip 5 ülke sırasıyla: İrlanda, Norveç, Lüksemburg, Danimarka ve İsviçre iken, en düşük verimliliğe sahip 5 ülke sırasıyla: Kolombiya, Meksika, Kosta Rika, Şili ve Yunanistan.

Türkiye ise OECD ortalamasının hemen altında yer alıyor. Yani ülkedeki işgücü verimliliği çok da kötü değil, aslında OECD’nin birçok ülkesinden daha yüksek durumda.

Buna rağmen, asgari ücretlilerin toplam ücretliler içindeki oranının yüzde 40’ı aştığı Türkiye işçi sınıfı nasıl OECD’nin en düşük 5’inci asgari ücretini alıyor? Bırakın yoksulluk sınırını, açlık sınırının dahi altında ücretler karşılığında çalışmaya razı oluyor?

Bilinçlenmenin önündeki engeller!

Bunda sermaye yanlısı sağcı otoriter rejimin ve bu rejim altında işçilerin örgütlenme ve eylem hak ve özgürlüklerinin yok edilmesinin ve yüksek orandaki işsizliğin olduğu kadar, işçi sınıfının bilinçlenmesini önleyen; korku, patronlara biat etmeyi öğütleyen ideolojiler ve inançların etkili olduğu ileri sürülebilir.

Bu tespitler doğru ancak bunlardan biri diğerlerine göre daha önemli ve acilen üzerine gidilmesi gerekiyor.

Sonuç

Kısaca söylersek, sadece işgücü verimliliğinin yüksek olması reel ücret düzeyinin otomatik olarak yükselmesini sağlayamıyor. Yükselen reel ücretlerse korunamıyor. Reel ücret artışlarını sağlayan asıl faktör işçi sınıfının örgütlülüğü ve ekonomik ve demokratik hakları için mücadele gücü ve kararlılığıdır.

Türkiye işçi sınıfının ihtiyacı olan tam da budur aslında: Örgütlü ve birlikte mücadele. Yüksek enflasyon gerçeğini, TÜİK’in enflasyonu düşük göstermek için yaptığı manipülasyonları iktidarın yüzüne vurmak, onları halka şikâyet etmek ücret artışı sağlamak ya da yaşanabilir bir ücret düzeyine sahip olmak için yeterli olmuyor, olmayacak.  

Bu tespit “bu eylemler yapılmasın” anlamına gelmiyor. Söylenen şey, sendikaların ve emekten yana olan hareket ve siyasal partilerin mücadelesinin bu eylemlerle sınırlı kalmamasıdır.

Asıl olarak da daha örgütlü olmak, işçi sınıfının birliğini sağlamak ve toplumun diğer ezilen kesimlerini de yanımıza alarak ve üretimden gelen gücümüzü de gerektiğinde kullanarak, kararlı bir ekonomik ve demokratik mücadele yürütmemiz gerekiyor.

Dip notlar:

(1) https://www1.compareyourcountry.org/snaps/compendium-productivity-indicators-2024/en/6165/LatestYear (20 Temmuz 2024.)

                                                                              /././

Haşhaş ekiminin intikamı: Sampson Darbesi -Yalçın Doğan-

Kıbrıs’a çıkarmanın ellinci yılında perde aralığından, her zaman ders olur, unutulmaması gereken bir sayfa

“Nereye bakıyorsun, ne arıyorsun Turan?..”

Tarih 1 Temmuz 1974. Ankara Başbakanlık makamı.

Soruyu soran Başbakan Bülent Ecevit.

Duvarlara bakarak arayış içinde olduğunu belli eden Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Turan Güneş.

CHP içinde Ecevit’in “Turan sen” diye ismiyle hitap ettiği tek kişi Turan Güneş. Buna karşılık, Genel Başkan Ecevit’e “Bülent sen” diye hitap eden tek kişi de Turan Güneş.

Muhteşem kıvrak bir zekâ ve birikimiyle siyasetin yıldızları arasında yer alan Turan Güneş’in Ecevit’e yanıtı:

“Başbakanı arıyorum!..”

Başbakan Ecevit o sırada ünlü daktilosunun başında basına bir açıklama yazıyor. Onca kişi varken ve asıl onca iş varken, Başbakanın basın açıklamasını bizzat kendisinin yazması karşısında, Turan Güneş olayı biraz da mizaha dökerek, eleştirisini yapmaktan çekinmiyor.

Çok kritik ve cesur karar

Ecevit’in hazırladığı basın açıklaması ne?..

Ecevit-Güneş arasındaki diyaloğun beş, on dakika sonrasında CHP-MSP Koalisyonunu oluşturan Bakanlar Kurulu var. Kurul tarihi bir karar alacak.

CHP-MSP Koalisyonu 1971 yılında yasaklanan haşhaş ekimine o gün yeniden izin veriyor. Hükümet halka ve dünyaya ekim iznini Ecevit’in yazdığı basın açıklamasıyla duyuruyor.

Ve kıyamet kopuyor, özellikle Amerika’da.

1 Temmuz 1974, ekim kararının yankısını yaşamak için Türkiye çok beklemiyor.

Faşist darbenin yasağı

Haşhaş Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde yüzlerce yıldır ekiliyor. Pek çok çiftçi ailesinin ana geçim kaynağı. Haşhaştan elde edilen afyon hem ilaç hem de çeşitli uyuşturucuların üretiminde kullanılıyor.

Amerika’nın tepkisi haşhaşın uyuşturucu hammaddesi olmasından ileri geliyor, 1965 yılından itibaren Türkiye’de haşhaş ekiminin yasaklanması için baskı yapıyor.

1969’da Başkan Nixon:

“Türkiye ile uyuşturucu sorunu yaşıyoruz. Amerika’daki uyuşturucunun yüzde 80’i Türkiye kaynaklı. Haşhaş üretimini durdurmadığı takdirde, Türkiye’ye yapılan yardımları gözden geçirmeyi düşünüyoruz.”

Bu açık tehdit ve baskı 12 Mart 1971 faşist darbe döneminde sonuç veriyor. Amerika’ya bağlı faşist cunta ve hükümeti haşhaş ekimini yasaklıyor.

Haşhaş üreticisinin zararını karşılamak hesabıyla, üç yılda 35 milyon dolar karşılığında.

Faşist cunta bu rüşveti önce az buluyor, sonra kabul ediyor ve haşhaş üretimi yasaklanıyor.

Başkan Nixon radyo, TV konuşmasıyla Türkiye’ye teşekkür ediyor.

Sadece 15 günlük takvim

1 Temmuz 1974’te CHP-MSP Koalisyonunun haşhaş ekimini serbest bırakmasından dört gün sonra...

5 Temmuz’da Ankara’daki Amerikan Büyükelçisi Macomber Washington’a gidiyor, sanki geri çekilmiş izlenimi veriliyor.

9 Temmuz’da Amerikan New York Post gazetesi “Türkiye’deki haşhaş ekim alanlarını B-52 uçaklarıyla bombalayalım” diye yazı yayımlıyor.

10 Temmuz’da Amerikan Senatosu Türkiye’ye ekonomik ve askeri yardımın kesilmesini ele alıyor. 

11 Temmuz’da Amerikan Temsilciler Meclisi’nde, haşhaş ekimini yeniden yasaklayacağı tarihe kadar Türkiye’ye banka kredilerinin durdurulması için tasarı hazırlanıyor.

Sampson devrede

Ve 15 Temmuz 1974...

Başbakan Ecevit haşhaş ekimini serbest bırakma töreni için Afyon ve Denizli’de iken...

“Kahrolsun Söktüren, Var Olsun Ektiren” sloganlarıyla karşılanırken…

Aynı gün, 15 Temmuz 1974 günü, Kıbrıs’ta darbe!...

Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması amacıyla kurulmuş olan Kıbrıs Savaşçıları Milli Örgütü (EOKA-B) komutanı, yani Kıbrıs Rum terör örgütü komutanı Nikos Sampson Yunanistan’da yedi yıldır yönetimde olan Albaylar Cuntası desteğiyle Kıbrıs’ta darbe yapıyor.

Amerikan takvimi pürüzsüz işliyor, alt yapısı bir süredir hazırlanan darbe, en uygun zamanı Ecevit’in Afyon ve Denizli’de haşhaş ekiminin serbest bırakılması nedeniyle düzenlenen törene denk getiriliyor.

Sampson Kıbrıs’ta Yunan Cumhuriyeti kurulduğunu açıklıyor, kendisini cumhurbaşkanı ilan ediyor.

Türkiye’nin haşhaş ekimine yeniden izin vermesinden sadece on beş gün sonra.

Haşhaş ekiminin intikamını Amerika Kıbrıs’ta darbeyle çıkartıyor.

Çıkarma ve ambargo

Türkiye darbeye Kıbrıs Barış Harekâtı ile cevap veriyor.

20 Temmuz’da Türkiye, Amerika’nın bütün önleme çabalarına rağmen, Kıbrıs’a çıkarma yapıyor. Başkan Nixon Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e mektup gönderiyor, Dışişleri Bakanı Kissinger ve İngiltere Ecevit’i defalarca uyarıyor.

Ankara o uyarıları dinlemiyor. 1959-60 Zürih ve Londra Anlaşmalarıyla, İngiltere ve Yunanistan’la birlikte Kıbrıs’ta garantörlük hakkına sahip, Türkiye o hakkını kullanıyor.

Uyarısına rağmen, Kıbrıs’a çıktığı için intikamın devamı geliyor. Amerika üç yıl süreyle askeri ve ekonomik ambargo uyguluyor. O ambargo Türkiye’yi 1979 ekonomik krizine sürüklüyor.

Kıbrıs’a çıkarmanın ellinci yılında perde aralığından, her zaman ders olur, unutulmaması gereken bir sayfa.

(T24)

21 Temmuz 2024 Pazar

"GÜNDEM BAŞLIKLARI" -21 Temmuz 2024 -

 

Montrö Sözleşmesi’nin 88. yıldönümü -Çağdaş Bayraktar/ Cumhuriyet-

Türkiye’ye İstanbul ve Çanakkale boğazları üzerinde kontrol ve savaş gemilerinin geçişini düzenleme hakkı veren Montrö Sözleşmesi 88 yaşında.

Başta Ukrayna-Rusya savaşı olmak üzere Karadeniz’de yaşanan gerilimlerle değeri çok daha iyi anlaşılan Montrö Boğazlar Sözleşmesi, 88 yıl önce 20 Temmuz 1936’da imzalandı. Uluslararası Boğazlar Komisyonu’nun da görevini sonlandıran bu sözleşme Lozan ile birlikte imzalanan Boğazlar Sözleşmesi’nin yerine geçti. Montrö’de iki ay süren toplantılardan sonra sözleşme, Bulgaristan, Fransa, Büyük Britanya, Avustralya, Yunanistan, Japonya, Romanya, Sovyetler Birliği, Yugoslavya ve Türkiye tarafından imzalandı. Bu sözleşme ile Türkiye boğazlar üzerinde tam kontrol hakkına sahip oldu. Barış ve savaş dönemlerinde yabancı sivil ve askeri gemilere, belirlenen kurallara uyma yükümlülüğü getirildi. Uzmanların “Lozan’ın eksik kalan denizci parçası” olarak değerlendirdiği sözleşme, geçmişte İkinci Dünya Savaşı’nın, bugün ise Ukrayna-Rusya savaşının dışında kalmasında önemli bir manevra alanı sağladı.(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/montro-sozlesmesinin-88-yildonumu-2229419) 
                                                             ***

İktidarın bütçesi ayar tutmuyor -Mustafa Bildircin/Birgün-
İktidarın enflasyon öngörüsü doğrultusunda hazırladığı 2024 yılı bütçesine yönelik hesap tutmadı. Yılın ilk yarısında Diyanet’in de aralarında olduğu kamu idarelerinin bütçesine 149,1 milyar TL’lik ekleme yapılmak zorunda kalındı.(https://www.birgun.net/haber/iktidarin-butcesi-ayar-tutmuyor-545961)

                                                                    ***
Artvin’de çay üreticileri tepkili: Artık bittik, çayın kökünü çekeceğiz -Evrensel-

Artvin Hopa'da çay üreticileri çay fiyatlarına tepkilerini dile getirdi. Bir çay üreticisi, " 9 liradan çay alıyorlar biz çalışanlara 7 lira veriyoruz. Artık bittik, çayın kökün çekeceğiz" dedi.(https://www.evrensel.net/haber/523703)

                                                                    ***
Moody's ağzındaki baklayı çıkardı: Asgari ücrete en fazla yüzde 30 zam yapılsın -soL-

Coşkuyla karşılanan Moody's karar metnindeki bir ayrıntıysa emekçiler için daha da karanlık günlere işaret ediyor. "Ücretlerin geriye dönük endekslenmesi uygulamasını sona erdirmek reformlar için olumlu olacaktır."  Metinde iki defa geçen bu ifadeyle ücret ayarlamalarının gerçekleşen değil, beklenen enflasyona göre yapılması gerektiği kaydediliyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/moodys-agzindaki-baklayi-cikardi-asgari-ucrete-en-fazla-yuzde-30-zam-yapilsin-394280)

                                                                ***

Kalamış Yat Limanı ihalesini alan Karaarslan: İnsanlar zenginleşiyor, alternatif olsun diye bu sektöre girdik -soL-

Koç'u geçerek Kalamış Limanı ihalesini alan Karaarslan "İnsanlar zenginleşiyor, alternatif olsun diye bu sektöre girdik" dedi. Kadıköylüler kim alırsa alsın ihaleyi yok hükmünde saydıklarını ilan etti 

('İhaleyi kim alırsa alsın yok hükmündedir') Fenerbahçe-Kalamış Yat Limanı'nın özelleştirilmesine itiraz Kadıköylüler'den geldi. Geçtiğimiz gün Süreya Operası önünde buluşan Fenerbahçe-Kalamış Dayanışması "Kıyılar halkındır, satılamaz" dedi.  Liman alanın büyütüleceğine dikkat çeken Kadıköylüler, kent merkezinde bir yat limanının olmaması gerektiğini savunuyor.  Özelleştirme ihalesinin iptal edilmesini, çitlerle halka kapatılmış olan yat limanının kaldırılmasını ve yeniden halka açılmasını isteyen Fenerbahçe Kalamış Dayanışması, tüm İstanbulluları mücadeleye çağırdı: "Bu ihalenin gerçekleşmesiyle halkımızın anayasal hakkı olan Fenerbahçe, Kalamış kıyılarından yararlanma hakkını hiçbir şekilde kullanamayacak. Biliyoruz ki iktidar Üsküdar'dan Tuzla'ya kadar olan sahil şeridini sermayeyle işbirliği yaparak halkın elinden almayı planlıyor. Tüm İstanbulluları bu talana karşı durmaya çağırıyoruz."   Eyleme destek veren Kadıköy Halk Meclisi de "Fenerbahçe Kalamış kıyıları halkındır" dedi. Kamusal alanlara dokunulmaması gerektiğinin altı çizilerek, "Bizim için ihaleyi kim alırsa alsın yok hükmündedir" denildi.

https://haber.sol.org.tr/haber/kalamis-yat-limani-ihalesini-alan-karaarslan-insanlar-zenginlesiyor-alternatif-olsun-diye-bu

                                                                     ***

Dalga mı geçiyorsunuz? - Deniz Ayhan / SÖZCÜ

 

SGK’nın internet sitesinde emeklilere sağlıklı yaşam önerileri sunuluyor. Ancak tavsiyeler kirasını ödeyemeyen, gıda masrafını karşılayamayan emeklilerin gerçekleri ile uyuşmuyor.

İktidar, 2024’ü emekli yılı ilan etti ancak milyonlarca emekli de açlık sınırının altında yaşamaya mahkum edildi. İktidarın Türkiye’deki emeklilerin durumunu görmekten ne kadar uzak olduğunun yeni bir örneği daha yaşandı. Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) tarafından açılan internet sitesinde ayda 12.500 liraya geçinmesi beklenen emeklilere ’Günde 3 öğün beslenin’, ‘3 porsiyonun 2’sinde et ve süt ürünü olsun’ önerileri sunuluyor. Konuyu değerlendiren CHP Ankara Milletvekili Umut Akdoğan, “İnsanlarla dalga geçiyorlar. Emeklilerle alay ediyorlar” dedi.

‘METİDASYON YAPIN’

SGK’nın bu ay devreye aldığı ‘emekliler.gov.tr’ sitesindeki ‘Emeklilik akademisi’ bölümündeki videoda, Hacettepe Üniversitesi Hemşirelik Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. İmatullah Akyar, emekliler için sağlıklı yaşam önerileri sıralıyor. Mutfak masraflarına yetişemediği için pazarda çürük sebze-meyve aramak zorunda kalan, ekonomik krizin yükü altında ezilen emeklilere, stresle başa çıkmak için de meditasyon ve yoga yapmaları tavsiye ediliyor. Ayrıca emeklilere yeni hobiler edinmeleri, müzik aleti çalmaları da öneriliyor. Videoda, eti de bayramdan bayrama gören Türkiye’deki emekliler için ‘yeterli ve dengeli beslenmenin’ sağlığın temeli olduğu belirtiliyor. SÖZCÜ’ye değerlendirmelerde bulunan CHP Ankara Milletvekili Umut Akdoğan, “İnsanlarla dalga geçiyorlar. Emeklilerle alay ediyorlar. Yerel seçimde emeklilerin sandıkta attığı sillenin etkisiyle kendilerine geleceklerine, kendilerinden geçtiler. Yapma kardeşim, kim sizden internet sitesi istedi? Yönettiğiniz ülke bu haldeyken, bu maskaralığı kim yapıysa hemen işine son verilmeli” dedi.

SGK’nın tavsiyeleri

3 ÖĞÜN DENGELİ BESLENİN

“Protein, kalsiyum, fosfor ve B Vitamininden zengin süt ve süt ürünleri ile protein, demir, çinko, fosfor, magnezyum, et, yumurta, kuru baklagil grubu besinlerden iki porsiyon günlük olarak tüketilmeli.”


STRES İÇİN YOGA YAPIN

“Sağlığımızı korumak için stresi yönetin. Yoga, meditasyon, derin nefes alma gibi teknikleri deneyebilirsiniz. Yeni hobiler edinmek, kitap okumak gibi rahatlama aktiviteleri de stresi azaltmaya yardımcı olur.”

5 porsiyon sebze-meyve tüketmelisiniz

“Vitaminler, posa, magnezyum ve demir zengini sebze meyvelerden en az 5 porsiyon, temel enerji kaynağı olan tahıl ve tahıl ürünlerinde de günlük 4 ila 6 porsiyon tüketilmelidir. Yaşamın ana öğesi olan su, temiz kaynaklardan elde edilip günde en az 2.5 litre tüketilmeli.

Deniz Ayhan / SÖZCÜ

Koç’un 1 milyon dolarlık trajedisi ve sermayenin marina savaşları - Bahadır Özgür / duvaR

 

Yat limanları, sermayeler arası rekabeti ve siyasetin rolünü görmek bakımından şahane aynalardır. Tamamen zenginlere hitap ederler çünkü. Yatlar servetin yüksek rütbelerindendir. Metresi ve lüksü, zenginlikle doğru orantılıdır. Dolayısıyla zenginlere ait bu saf dünyayı yönetmek, ne olursa olsun bir güç göstergesidir.

Fenerbahçe Kalamış Marina ihalesinin sonucu, Koç Holding için bir trajediydi. 504 milyon dolarlık teklifi, 505 milyon dolarla karşılık buldu. Ve iş müteahhit Vahit Karaarslan’a kaldı. Cumhuriyet rejiminin ana hissedarlarından Koç Holding ile Erdoğan rejiminin müteahhidi arasındaki 1 milyon dolarlık fark, 27 tur boyunca hiç kapanmadı. Mezat devam etse, yine kapanmazdı.

Onca mali güce rağmen yaşanan trajedi buydu.

                                                       ***

Yat limanları, sermayeler arası rekabeti ve siyasetin rolünü görmek bakımından şahane aynalardır. Tamamen zenginlere hitap ederler çünkü. Yatlar servetin yüksek rütbelerindendir. Metresi ve lüksü, zenginlikle doğru orantılıdır. Yat limanları paranın serbest bölgeleridir de. Dini, milliyeti, kaynağı olmaz. Dünyanın her yanından gelen para sahipleri için en mahrem mekanlardır. Gösterişli yat fotoğrafları dışında gelir dağılımı piramidinin alt tabakalarına tek bir bilgi bile sızmaz.

Dolayısıyla zenginlere ait bu saf dünyayı yönetmek, ne olursa olsun bir güç göstergesidir.

Kalamış ihalesine bir de bu açıdan bakalım. Türkiye’deki siyaset-sermaye ilişkisinin seyrini, çarpıcı bir örnek olan Yalıkavak’tan başlayıp Kalamış’a uzanan sahiplik değişimleri ile beraber okuyalım.

BODRUM’UN DEĞİŞİMİ VE YALIKAVAK’IN DOĞUŞU

Bodrum’un evrimini hızlandıran dinamiklerden birisi finansal serbestleşmeydi. 80’lerin bohem mekanı, 90’ların bankacılık, reklamcılık, borsa vb. faaliyetleri ile aniden zenginleşmiş yeni orta-üst sınıfın, genç yaşta bol para kazanan futbolcuların, şarkıcıların gözde tatil-eğlence-yatırım destinasyonuna dönüşüyordu. Haliyle para ve rant nerede yoğunlaşıyorsa oraya çöreklenen mafya da eksik kalmıyordu. Susurluk’un, Susurluk kazası olmadan önceki fotoğrafını görmek isterseniz, magazin sayfalarında Bodrum’a ait tatil haberlerine bakmanız yeterliydi. Kim bol para kazanmışsa, kimin siyasi gücü varsa, kim mafyatik düzene hakimse yazın Bodrum’da belirirdi. 70’lerin Antalyası, 80’lerin Kuşadası gibi…

Yalıkavak Marina bu dönemin ürünüydü. Özal’ın prenslerinden, Çiller’in karanlık DYP’sinin vekillerinden Jefi Kamhi, 1997’de Milli Emlak’tan kiraladığı el değmemiş koya, dünyadaki servetin rotasına uygun ilk süper yat limanını inşa etti. Aslında bir dönemin kapanışıyla, yeni bir dönemin başlangıcının tam ortasında duruyordu Yalıkavak. 2002’de iktidara gelen AKP’nin sermayesi de yavaş yavaş zenginlik coğrafyasında boy göstermeye başlıyordu. Antalya’da üst üste Rixos açan Fettah Tamince, 2003’te Bodrum’a el attı. Onun cebinden çıkan nice yandaş otelci kısa sürede kentin hatırı sayılır rantını kaptı.

Yalıkavak’taki ilk el değiştirme, iktidarla eski sermaye grupları arasındaki paylaşım savaşının kızıştığı 2010’a denk düşüyordu. Batı’da 2008 Krizi'ne çare olarak piyasaya pompalanan dolarların oluşturduğu ucuz küresel kredi havuzundan Türkiye’nin kana kana içtiği, başta ihale yasası olmak üzere ekonomide kaynak dağıtımını düzenleyen pek çok yasanın değiştirildiği, meşhur referandumun yapıldığı, Erdoğan’ın ‘ustalık dönemim’ diyerek rejimini inşaya giriştiği yıl yani.

Mübariz Mansimov, Yalıkavak’ın işletmesini alıyor, 2007’de Petkim özelleştirmesiyle Türkiye’ye girip yeni rejimle bütünleşen Socar’a uzanan karmaşık bir ortaklık yapısı ortaya çıkıyordu. Arada Erdoğan ailesinin gemicikleri de gündem oluyordu. Bir anlamda yeni rejimin yerli-yabancı hissedarlarının sancağını diktiği ilk burçtu Yalıkavak. Burasının rejimin mafyatik yüzünün de en açık temsillerinden birisine sahne olduğunu biliyoruz.

Her haliyle eksiksiz bir dönem fotoğrafıydı Yalıkavak Marina.

Kalamış da benzer bir tarihe sahip işte. Siyaset-ticaret ilişkisindeki değişimi şimdi Kalamış üzerinden okuyalım.

SİYASİ GÜÇ DEĞİŞTİKÇE DEĞİŞEN SAHİPLİK

Özal’ın zengin sever politikasının ürünü olarak 1987’de yapıldı. Dönemin İstanbul Belediye Başkanı Bedrettin Dalan’dan istemiş, “Siz yapın, yasal düzenleme ardından gelir” demişti. Marinayı dört ortak kiraladı. Kimdi bunlar?

İlki; Cumhuriyet’in başkenti inşa edilirken siyasi iltimaslarla kaptığı müteahhitlik işleriyle ilk birikimini yapan, Demokrat Parti iktidarında İstanbul’a adım atıp iplik ve dokuma tüccarlığıyla büyüyen, İstanbul Sanayi Odası’nın kurucularından Raif Dinçkök’tü. 1993’te İstanbul’un göbeğine diktiği Akmerkez, Özal iktidarıyla elde ettiği gücünün abidesiydi. İkinci isim Fahrettin Aslan’dı. Özallı yılların gazinocular kralıydı. 1989’daki birinci MİT raporunda müstesna bir yere sahipti. Üçüncüsü Hürriyet’in patronu Sedat Simavi, dördüncü kişi Mehmet Ali Yılmaz’dı. İkisini de tanıtmaya lüzum yok. Tabii mafyayı unutmayalım. 90’larda Kalamış, mafyanın boy gösterdiği mekanlardandı. Unvanını büyük oranda Yalıkavak’a kaptırsa da son olarak 2023’te, Susurluk’un meşhur özel harekatçısı Ziya Bandırmalıoğlu orada vuruldu.

Kısaca Kalamış Marina da her şeyiyle mükemmel bir dönem fotoğrafı sunuyordu.

Siyasette ve ekonomide köklü değişimlerin yaşandığı 1998’de, Kalamış için yeni ihale tartışması başladı. Lakin Özal’ın karmakarışık yaptığı yasal durumların içinden çıkılamıyordu. Gürültü patırtı arasında marinanın sahipliği, Koç’a geçti. 1998 ve sonrasının siyasi-iktisadi iklimiyle uyumlu bir el değiştirmeydi bu.

Nitekim Susurluk’tan 2001’deki Derviş programına kadarki süreci nefis şekilde ifade edenlerden birisi Rahmi Koç’tu. Kaptanlık meziyetini konuşturuyor, ‘güverte temizliği’ yapıldığını söylüyordu. Özelleştirmelerden aslan payını büyük sermaye alıyor, maddi/siyasi imkanların kısıtlılığı içindeki AKP’ye yakın sermaye grupları, henüz ciddi parçalar koparamıyordu. Bunun için 2007’lerden sonrasını bekleyeceklerdi. Metro ve duble yollarla başlanan inşaata dayalı birikim, 2010’lardan sonra mega projelerle arşa çıkacaktı.

Koç’un, Kalamış’ın sahipliğini devraldığı dönem önemliydi. Siyaseti ve bürokrasiyi teslim alacak, özelleştirme ihalelerine girecek, banka bile edinecek güce erişmiş çetelerin, 1998’deki MGK kararıyla ‘doğal sınırlarına’ çekilmesi sağlanırken, ekonomideki istikrar programı ve halkın ikna edildiği AB’ye üyelik hayali, siyasi güç/ekonomik güç dengesini büyük sanayi sermayesi lehine tekrar kuruyordu. Koç da gücün simgesi olan sancağını Kalamış’a dikmişti.

Fakat bir 10 yıl sonra, siyasette ve ekonomide yine değişim dalgasının başladığı 2009’da, marinanın sahipliğinin de değişimi gündeme geliyordu. Taliplilerin başında Doğuş ve Ülker vardı. İkisi de yükselen güç Erdoğan’a biat etmiş büyük sermayedarlardı. Mülk, para ve siyasi güç el değiştirirken, İstanbul burjuvazisinin gözde mekanı Kalamış mücevher gibi parlıyordu.

TÜRKİYE’NİN MARİNA HARİTASINDAKİ DEĞİŞİM

Burada, 2010’lardan sonra sayısı süratle artan Türkiye’nin marina haritasındaki değişime de bakmak önemli. Durum kabaca şöyle:

Ülker’in iki Göcek’te, bir İstanbul’da, Doğuş’un ise Didim, Göcek ve Turgutreis’te marinaları var. Kamu ihalesi aboneleri IC İçtaş Çeşme’de, Kolin Sığacık’ta, yine inşaat ihaleleriyle dikkat çeken ve AKP’den vekil aday adayı olmuş Erol Bulut Kemer’de, AKP dönemi parlayan diğer bir inşaat şirketi Bayraktar Tuzla’da, adı Zindaşti-Burhan Kuzu vakasının merkezinde yer alan Ömer Erdal Akkartal İstanbul Güzelce’de marina sahibi oldular. Torunlar GYO, Marmaris’teki Netsel Marina’yı Koç ile ortak işletiyor.

Koç Holding ise 2014’ten sonra atağa kalktı. Ali Koç, Nisan 2014’te yaptığı açıklamada şöyle diyordu: “Marina yatırımlarımız öncelikli. Bu işe girdiğiniz zaman inci gibi dizmeniz gerekiyor.” Antalya, Ayvalık, Çeşme Altınyunus, Finike, Kaş, Kuşadası, Marmaris, Gökova Ören, Yalova ve Midilli ile beraber gerçekten inci gibi dizdi Koç. Ayrıca 2014’te Ülker’in Pendik Marintürk’üne talip oldu. Ama satış gerçekleşmedi.

Çünkü 2014 de kritik yıllardan birisiydi. İktidar-Gülen kavgası alenileşiyor, Erdoğan hiddetle cemaatin üzerine gidiyordu. Ülker toz duman arasında bazı varlıklarını elden çıkarıyor, İngiltere yatırımlarını artırıyordu. Koç’a satmaya çalıştığı marinalar da bunlardandı. Gezi protestoları üzerinden Erdoğan ise Koç’a açıktan ateş ediyordu. Mustafa Koç aynı günlerde Hürriyet’e verdiği röportajda, 100 yıllık tarihleri olduğunu, onurlarını çiğnetmeyeceklerini vurguluyordu.

Koç’un elinden önce milli gemiyi, ardından milli tankı alan Erdoğan, 2013’te de otoyol ve köprü ihalelerini bir gecede iptal etti.

Ve nihayetinde Özelleştirme İdaresi, Kalamış’ın 40 yıllığına kiralanması için yeni ihale kararı aldığını açıkladı. İlk ihalede Koç en yüksek teklifi verendi. Hukuki karmaşa sebebiyle vazgeçildi. Ekim 2021’de yapılan ikinci ihalede de Koç tek alıcıydı. Rekabet Kurulu sonucu tescil etti ve karar 12 Kasım’da duyuruldu. Ne var ki 21 Ocak 2022 gecesi Erdoğan devreye giriyor, bu ihaleyi de feshediyordu.

Kurt bir sermayedar olan ve yıllar önceki değişimden memnuniyetini ‘güverte temizliği’ diye tarif eden Rahmi Koç, 2018’deki bir açıklamasında şunları dile getirmişti: “Türkiye için kâfi derecede büyüdük, iki derece büyük geliyoruz artık. Yani iki puan daha pazar payı alsak Rekabet Kurulu hemen çok şey yaptınız, durun diyor. Yeni bir şey satın alsak müsaade etmiyorlar. Dolayısıyla bizim yatırımı yurtdışına taşımamız lazım.”

DÖNEMİN RUHUNA UYGUN BİR EL DEĞİŞTİRME

Sonuçta bu hafta içinde yapılan Kalamış ihalesini Vahit Karaarslan, Koç’tan 1 milyon dolar fazla vererek kazandı. 1 milyon dolarlık o fark, dönemin ruhundan geliyordu. Diyarbakır’da tarım işleriyle başlayan, akaryakıt istasyonları ile devam eden Karaarslan da inşaatla sıçrama yapmıştı.

Son 5 yıldır ihale ile satılan ne kadar önemli Hazine arazisi varsa en yüksek fiyatı verip topluyor. Antalya, Didim, Kuşadası derken İstanbul ve Ankara’daki arazilere de el attı. Ne yat sahibi ne de denizle, muhtemelen yüzmek dışında, bir ilişkisi var. Ama ortaya çıkan manzara, marina sahipliğindeki değişimle siyasi güç arasındaki tarihsel seyre gayet uygun.

Böylece nefis bir dönem fotoğrafı daha karşımıza çıkıyor.