22 Temmuz 2024 Pazartesi

Evrensel "KÖŞEBAŞI" -22 Temmuz 2024-

Parası olmayana ne sanat var ne tarih -Berfin Bağdat Koca-

İstanbul’da 100’den fazla müze ve sergi alanı olduğu halde öğrenciler erişemiyor. Sergilerin ücretleri pahalı. Öğrenciler müzelere Müze Kartla indirimli girse de rehber ücreti ödeyemiyor.

Kültür ve sanat etkinlikleri açısından en çok imkanı barındıran şehir olan İstanbul’da müze, sergi alanları ve galeriler çeşitli sanatları, sanatçıları, kültürel ve tarihi eserleri, araştırmaları sunan yerler. Bunun gibi kültür-sanat mekanları turistik bölgeler olmak üzere Beyoğlu, Kadıköy, tarihi yarımada gibi birkaç alanda yoğunlaşıyor. Bu tür alanlar dışında kalan yerlerde belediyelerin kültür merkezleri dışında kültür-sanata erişime imkan sağlayabilecek mekanların kısıtlı olduğu söylenebilir. Üniversite öğrencileriyle kendi bulundukları üniversite ortamları dışında kültür sanat alanlarına erişimlerini, müze ve sergilerin ücretlerini, müze ve sergi gezme alışkanlıklarını konuştuk.

100’ÜN ÜZERİNDE MÜZE VE SERGİ ALANI VAR

2024 yılı itibariyle İstanbul’da 100’e yakın sayıda müze bulunuyor. Bu müzeler arasında Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı olanlar, İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından işletilenler ve özel müzeler yer alıyor. Bunların arasında Topkapı Sarayı, İstanbul Arkeoloji Müzeleri, İstanbul Modern, Pera Müzesi, Sakıp Sabancı Müzesi ve Rahmi M. Koç Müzesi gibi birçok popüler müze bulunuyor.

2024 yılı itibariyle İstanbul’da yaklaşık 100’ün üzerinde de sergi alanı bulunuyor. Öne çıkan bazı sergi alanları arasında Pera Müzesi, Arter, Salt Beyoğlu, Contemporary İstanbul ve çeşitli üniversitelerin sanat galerileri bulunuyor.

‘KAPIDAN GİRSEN DE REHBER ÜCRETİNİ KARŞILAYAMIYORSUN’

18 yaşından önce müze ve sergi gezemediğini söyleyen lisans öğrencisi olan Can, “18 yaşına kadar Erzincan’da yaşadım. Üniversite okumak için İstanbul’a geldiğimde müze ve sergileri gezmeye başladım. Ücretli olan müzelerin fiyatları fahiş. Taksimdeki İllüzyon müzesi çok gitmek istediğim bir yer, ancak bilet fiyatları sebebiyle gidemiyorum. ‘Bir gün o parayı dert etmezsem gideceğim’ diye ertelediğim yerler var” ifadelerini kullandı.

Müze Kart kullanan Can, Müze Kart’ın giriş sağladığı yerlerin bireysel gezilerek anlaşılabileceğini düşünmediğini belirterek “Buraları rehber eşliğinde gezmek gerekiyor ancak bir öğrencinin rehber ücretini karşılayabilmesi mümkün değil. Müzekart kapıdan içeri girmeni sağlıyor fakat içerde ne olduğunu anlaman için senin ekstra bir para harcaman gerekiyor. Yoksa müzeden daha az faydalanmış oluyorsun” dedi. 

‘MÜZELER TURİSTTEN PARA KAZANILAN YERLERE DÖNÜŞTÜRÜLDÜ’

Ülkemizde gezi kültürünün birkaç tarihi yapı görmekten ibaret olduğuna değinen lisans öğrencisi Can, “Kültür ve sanata merakın küçüklükten gelen bir alışkanlık olması lazım. İnsanlar, sanata ve bilime müzeleri gezerek merak duyarlar. Ben, moleküler biyoloğum ve Türkiye’de  bir tane doğa tarihi müzesi yok. Kendilerine doğa tarihi müzesi diyen yerler o kategoriye girmiyor. Maalesef ülkemizde seçenekler çok kısıtlı” şeklinde konuştu.

Birçok kurumun turizme yönelik ticari yerler haline getirilmesine dair Can, “Müzelerin ve kültür sanatla ilgili devlete bağlı birçok kurumun başında liyakatsiz insanlar oturuyor. Buralar tamamen turistlerden para kazanılan yerler haline getirildi. Müzelerin içinde mağazalar oluyor, bir şeyi beğenip almak istesen, ilgilensen bile fiyatlardan dolayı alamıyorsun. Müze kataloglarının fiyatları da inanılmaz pahalı, müzeden bir katalog bile alamadığın için tekrar gitmediğin takdirde müzeyle olan bağını kaybediyorsun” dedi.

‘İNDİRİMDEN FAYDALANAMIYORUZ, GÖSTERMELİK YAPILIYOR’

Boş zamanlarında ilk baktığı şeyin güncel sergiler ve müzeler olduğunu belirten Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi Damla ise “Genellikle ücretsiz sergilere gitmeye çalışıyorum açıkçası. Ücretler uygun gelmiyor, öğrenci veya çalışan birisi olsun düzenli olarak karşılanabilecek ücretler olduğunu düşünmüyorum. Özel müzelerin ulaşılabilir olduğunu düşünmüyorum. Örneğin İstanbul Modern’de öğrenci biletleri 170 TL. Öğrencilere hafta içi bir gün gündüz saatlerinde ücretsiz ziyaret hakkı tanımışlar ama gündüz saatlerinde okuduğumuz veya çalıştığımız için pratikte işlemeyen, göstermelik bir durum olarak kalıyor” dedi.

‘EKONOMİK SIKINTININ İÇİNDE SANAT GÜNDEMİMİZ OLAMIYOR’

Damla erişilebilirlik konusu içinse, “Konum olarak ise müze ve sergilerin 2-3 ilçede konumlanmış olması buralara erişimi çokça sınırlıyor. Bütün bir öğrenci kesimini düşündüğümüzde insanların Beyoğlu veya Kadıköy’e çok nadiren gidebildiğini görüyoruz. Uzak ilçelerde yaşıyorsa ulaşım büyük bir dert. Zaten insan böyle büyük bir ekonomik sıkıntının içerisindeyken kafasını kaldırıp estetik zevklerini tatmin etmeye yeltenemiyor, hayatında böyle bir gündem olmuyor” ifadelerini kullandı.

‘SERMAYENİN SANATA DESTEK PROPAGANDASI ÜCRETLERE YANSIMIYOR’

Müze ücretlerine ilişkin Damla, “Büyük müzeleri düşündüğümüzde arkalarında Sabancı, Koç, Eczacıbaşı gibi büyük sermaye gruplarının bulunduğunu görüyoruz. Her yerden sanatı ve sanata erişebilirliği desteklediklerinin propagandasını yapsalar da müze ücretlerine asla yansımıyor” dedi.

Yüksek lisans öğrencisi olan Ertuğrul “Lisans eğitimimde tarih okudum. Tarihe ilgili olduğum için galerilerdense müzeleri gezmeyi tercih ediyorum. Pek gitmesem de sanat galerilerinin giriş ücretlerinin çok pahalı olduğunu biliyorum. Müzekart çok büyük bir rahatlık sağlıyor ancak özel müze fiyatlarının pahalı olduğunu söyleyebilirim. Konum açısından bilindik müzelerin yerlerinin ulaşılabilir olduğunu düşünüyorum” dedi. Müze, sergi ve galerilerin birçok öğrencinin gündeminde olmamasına dikkat çeken Ertuğrul, bunun sebebinin merak edilmemesi olduğunu belirtti.                                        /././

Trump’a suikast, küresel sağa gaz -Ertan Erol-

Geçtiğimiz hafta bir grup ABD temsilciler meclisi üyesinin oluşturduğu bir heyet, El Salvador’un otoriter lideri Nayib Bukele ile temaslarda bulunmak amacıyla El Salvador’a gitti. Tamamını Cumhuriyetçi Partili üyelerinin oluşturduğu heyette yer alan Matt Gaetz, Dan Bishop, Andy Biggs ve Alex Mooney, aynı zamanda partinin aşırı sağcı ve Trumpçı kanadından, göçmen karşıtı ve komplo teorici grubun önemli isimlerinden. Kendisi hakkında cinsel taciz, yasadışı uyuşturucu kullanmak, rüşvet yerine geçebilecek hediyeler kabul etmek ve meclis soruşturmalarını baltalamak gibi suçlamalardan araştırma komisyonu kurulmuş olan Matt Gaetz ise bu grubun en öne çıkan üyesi. 6 Ocak 2021’de yaşanan ve tarihe Capitol Baskını olarak geçen saldırının düzenleyicilerinden olan ‘Proud Boys’ adlı aşırı sağcı örgüt için Trump’ın kullanmış olduğu ‘geri çekilin ve bekleyin’ tabirini tekrar tekrar kullanmaktan çekinmeyen Florida Temsilcisi Gaetz, aynı zamanda parti içerisinde de yoğun eleştiriler alan bir isim. Arizona Temsilcisi Andy Biggs ise 2020 Başkanlık seçimlerinde Arizona eyaletinde 400 bin posta oyunun değiştirildiğini iddia ederek eyalet seçim sonuçlarına müdahale etmeye çalışan grubun içinde yer alması ile tanınıyor. Alex Money de kampanya parasını kendi şahsi harcamaları için kullanmak, özel şirketlerin ailesiyle birlikte tatil masraflarını karşılaması gibi konularda kongre etik komisyonun araştırmalarına mazhar olmuş bir isim. Aşırı sağcı grupları normalleştirmek, seçim sonuçlarına müdahale etmek, rüşvet ve yolsuzluk iddialarının parçası olmak gibi özellikler ise tek noktada birleşiyor ki o da koyu Trumpçılık. ABD’de aşırı sağın merkez siyaseti ele geçirmesi bu bağlamda Latin Amerika’daki sağ otoriter çevrelerin dikkatinden kaçmıyor ve kasım seçimleri öncesi iktidarı ele geçirmesi muhtemel görülen bu isimlerle ilişkiler konsolide edilmeye çalışılıyor.

El Salvador, Trump’a yapılan suikast sonrasında en hızlı tepki veren ülkelerden biri oldu. Aynı şekilde Arjantin Devlet Başkanı Javier Milei de Trump’a yönelik saldırıya en güçlü reaksiyon gösteren liderlerdendi. Milei saldırıyı kınamaktan daha da ileri giderek uluslararası solun çaresizlik içinde demokrasileri istikrarsızlaştırmak için şiddete başvurmalarının şaşırtıcı olmadığını, sandıklarda kaybedeceğini gördüğü an terörizme başvurduklarını yazdı. Milei’in Trump’a olan hayranlığı daha önceki karşılaşmalarında neredeyse Trump’ın ayaklarına sarıldığı utanç verici görüntülerle zaten biliniyordu. Ancak saldırganın kimliği daha belli bile değilken bunu iç politika malzemesi yaparak bir siyasi niteliğe büründürmek her ne kadar Milei’in karakterine uygun bir davranışsa da bir devlet başkanı ciddiyetine yakışmayacak diplomatik bir skandal. Bu arada Milei ülke ‘ekonomisini kurtarırken’ Arjantin Merkez Bankasındaki altın rezervlerinin ‘atıl durumda kalmaması’ için İngiliz bankalarına taşındığının ortaya çıkması da ülkenin nasıl bir iktidar tarafından yönetildiğini göstermesi açısından önemli.

Trump’a yönelik suikast teşebbüsüne bir tepki de Brezilya’dan geldi. Eski Başkan Bolsonaro kendisine yönelik 2018’de yapılan bıçaklı saldırı girişimi ile bir paralellik kurarak sosyal medya hesaplarından nedense sadece muhafazakarların saldırıya uğradığını yazarak, Milei’e yakın bir biçimde saldırının ‘küresel sol’ diye adlandırdıkları gruplar tarafından yapıldığını ima etti. 2018’deki bıçaklı saldırı sonrasında hastanelik olan Bolsonaro kampanyasını yarıda kesmek zorunda kalsa da seçmen desteği önemli ölçüde artmış ve seçimleri kazanarak başkanlık koltuğuna oturmuştu. Başkan Lula da Silva da aynı paralelliği kurarak saldırıdan en çok Trump’ın faydalanacağı yönünde açıklamalarda bulundu. 2018’de Bolsonaro saldırıdan sonra hem sempati toplamış hem de kampanyasını yarıda kestiği için birçok konuda fikir belirtemeyerek merkezde bulunan seçmenler açısından da oy verilebilirliğini korumuştur. Bolsonaro ve Trumpçı klikler arasındaki yakın ilişkiler ise herkes tarafından bilinen bir durum.

Trump’ın başkan seçilmesi durumunda Latin Amerika’nın birçok ülkesi için sıkıntılı bir dönemin de başlayacağını tahmin etmek güç değil. Trump’ın Başkan Biden’ı yaşı ve zayıflığı konusunda eleştirirken Meksika’dan istediği her şeyi aldığını yeni dönemde Ekonomi Bakanı olacak olan eski Dışişleri Bakanı Marcelo Ebrard’ın ismini sürekli olarak anması buna örnek olarak gösterilebilir. Trump’ın muhtemel başkanlığı bu sebeple bölgede kaygı uyandırıyor. Bir yandan da birçok çevre için yeni ve daha kuvvetli bir sağ dalganın öncüsü ve destekçisi olarak görülüyor.

Trump’a yönelik suikast girişiminin ABD’deki seçim sonuçlarına büyük etkisi olacağı düşüncesi de çok güçlü.

                                                              /././

Kutlu Adalı’nın ‘Sancılı Toplum’u -Fatih Polat-

“Kıbrıs Türk Toplumunun, dinmek bilmeyen sancıları, 1878’de başlamış ve günümüze kadar gelmiştir. Çok yönlü olan bu sancıların bir türlü dinmek bilmemesi, özgürlük ve var olma savaşı yapmasında, bayrağının altında hür bir şekilde yaşamak istemesindedir.

Bu kutsal istekledir ki, her türlü iktisat ve ekonomi kurallarına toplum olarak göğüs gerilmekte, yoksunluklarla dolu yaşantıya katlanılmakta, çöküntü bekleyenlerin karşısında, her geçen yıl daha güçlü, daha inançlı, Kutsal Savaş sürdürülmektedir.

Savaşın iktisadi değil, özgürlük ve var olma savaşı olduğunu haykıran Türk toplumu; bu savaşı, Anavatan Türkiye ile birleşinceye dek sürdürecektir.”

Kıbrıslı gazeteci Kutlu Adalı, Lefkoşa’da Beşparmak Yayınları tarafından 1970 yılında yayımlanan ‘Sancılı Toplum’ adlı kitabının ön sözüne böyle başlıyor. Kitap, Zafer ve Bozkurt gazetelerinde 1969 yılı içinde yayımlanmış olan yazılarına, iki yazı daha eklenerek oluşmuş.

Yazarın, bu kitaptaki yazılarında milliyetçi bir perspektifin hakim olduğu görülür. Hatta Kutlu Adalı, sosyalizmin o yıllarda dünya ölçeğindeki etkisinin doğal bir sonucu olarak Kıbrıs’ta da tartışıldığı ortamda, sosyalizmi savunan gençlere, bakış açılarının ‘ütopik’ olduğunu öne süren nasihat tonunda ifadelerle yanıtlar verir.

1961'den 1972 yılına kadar Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş'ın özel sekreterliğini yapan Kutlu Adalı, Türkiye’nin Kıbrıs’a 1974’te yaptığı çıkarmanın ardından, yıllar içinde Ada’da Susurluk ve ‘derin devlet’ ilişkilerinin yaygınlık kazanması, kara para aklamanın bir sektör haline gelmesi, bu arada da eski ‘kurtuluş mücadelesi’ neferlerinin başında bulunanların küpünü doldurması karşısında yollarını ayırır. 1985'ten sonra Denktaş'a muhalefet eden ve Kıbrıslılık kavramını öne çıkaran köşe yazıları yazmaya başlar.

Tam bu noktada, Serkan Seymen’in, Evrensel’de önceki gün ‘Bir kara para çamaşırhanesi’ başlığıyla yayımlanan yazısına bir atıf yapalım: “‘90’lı yıllar KKTC’nin inanılmaz bir para girişine, son derece şaibeli ticari faaliyetlere, bankalara, döviz bürolarına, bahis ofislerine, kumarhanelere ve fuhuş sektörüne ait gece kulüplerine tanık olduğu zamanlardı. Susurluk Çetesi olarak uzun zaman gündemi meşgul edecek ilişkiler ağında ismi geçenlerden, Abdullah Çatlı’ya, Haluk Kırcı’ya, Korkut Eken’e; yeraltı dünyasının en tanınmış simalarına kadar herkes bir şekilde KKTC’ye sürekli gidip geliyor, tam olarak çözülemeyen faaliyetlerde bulunuyordu. 14 Mayıs 1996’da Kıbrıs’ın kuzeyinde dönen bu dikkat çekici ilişkiler ağını yazılarında konu edinen Gazeteci Kutlu Adalı evinin önünde uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetti.”

Eşi, Şair İlkay Adalı’nın, Kutlu Adalı’nın katledilmesinden sonra kendisiyle yaptığım görüşmede bana verdiği Kutlu Adalı kitapları arasında yer alan ‘Sancılı Toplum’da dile getirdiği ‘Anavatan’ merkezli görüşlerinden, Anavatan-KKTC hattındaki ilişkiler silsilesinin geldiği boyutu görerek uzaklaşması ve bu kirli ilişkileri sorgulaması sonrası katledilmesine giden kararın verildiği aşikar.

Kutlu Adalı’nın Kıbrıs’ın Uğur Mumcu’su olarak anılması da Serkan Seymen’in ifade ettiği gibi, bu kirli ilişkiler ağını yazılarında konu ederek eleştirmesi nedeniyledir. Dolayısıyla artık savunduğu ‘barış’ da o kirli ilişkileri temsil edenlerin karşısında duran bir içeriğe sahiptir.

Otel, kumarhane, bahis, uyuşturucu gibi bir dizi ilişkilerle gündem olan ‘iş insanı’ Halil Falyalı’nın 8 Şubat 2022’de silahlı saldırı sonucu katledilmesi de madalyonun diğer yüzünde duruyor.

Her iki suikast da bir noktada birbirine bağlanan mesajlar içeriyor. Adalı suikastı, “Eğer bir ‘barış’ savunulacaksa ’74 Barış Harekatı’ ile tesis edilen düzenin kritik ilişkilerini sorgulamadan savunulmalı” derken, Falyalı suikastı da, Ada’nın elverişli koşullarındaki hızlı yükselişin, Türkiye’den Ada’ya uzanan mimarisi içinde belli sınırları olduğunu hatırlatıyor. Falyalı’nın kaymağını yediği ballı sektörler bugün de varlığını koruyorlar ama artık o balı tutan parmaklar farklı.

Kutlu Adalı’nın ‘Sancılı Toplumu’, bağlamı daha da genişleyen sancıları yaşamaya devam ederken, Kıbrıs’ta çözümü konuşmak, Ada’ya yukarıdan boca edilen cerahatleri de derinlikli konuşmayı ve hesaplaşmayı gerektiriyor.

                                                        /././

Yandı, bitti, kül oldu!..-Özer Akdemir-

Yangının alafı 40 dereceyi aşan hava sıcaklığına karışıyordu. Üç gündür yanan fabrikaya iki km uzaklıktaki AVM’de çalışanlar ellerinde bezlerle masalara, kapı pencerelere, mağazaların önüne yağan külleri silmekten helak olmuşlardı. Günde en az 20 kez tekrarlanıyordu bu silme işlemi. Yine de bana mısın demiyordu kül! Mağazanın içine kadar giriyor, giysilerin, beyaz eşya ürünlerinin, incik boncuk tezgahının, incele incele kağıt gibi kalmış televizyonların, birbirinden pahalı el kadar cep telefonlarının, türlü ekran boyutları ve kalınlıkları ile onlara sahip olabilmek için küçük birer servet harcamak zorunda kalınan laptopların üzeri bir karış küle bulanıyordu. Bu kadar değerli cihazların gün aşırı silinmesine rağmen kül içinde kalmasına mağaza sahipleri deli oluyordu ancak artık ilk günlerdeki gibi çalışanlara bağırıp çağırmıyorlardı. Onların bir kabahatleri yoktu, görüyorlardı. Günlerdir yanan fabrikanın külleri ne edilirse edilsin bir yolunu bulup mağazadan içeri giriyor, her şeyi yavaş yavaş kaplıyordu. Ya tüm satılık eşyaları iyice paketleyip mağazayı kapatmak lazımdı, ya da gün aşırı ellerine birer bez alıp külleri silmekten başka çare yoktu.

MAĞAZALARA DOLAN KALABALIK

Yemek satan mağazalar da ise tuhaf bir durum söz konusuydu. Yangının ilk günü yağan küllere, ovanın kuzey yönündeki yanan fabrikadan buğu buğu gelen sıcaklığa bakıp ‘eyvah’ diyen işletme sahipleri bu durumun satışları etkilemediği gördüklerinde derin bir ohh çektiler. Hatta, her gün dışarıdaki 40 derecelik sıcağı mağazaların klimalı serinliğinde atlatmak için AVM’leri dolduran avare kalabalığa, yangını seyretmek için gelenler de katılmış, haliyle bir süre sonra acıkan kalabalık, geniş bir alana yayılan iki katlı mağazaların üst katındaki yiyecek içecek mağazalarını doldurmaya başlamıştı. Yangını uzaktan gören mağazalar gün aşırı müşterilerle ağzına kadar dolu oluyordu. Bir sandviç alıp saatlerce oturduğu yerden yangına, göğe yükselen alevlerin arasında bir kaybolup bir görünen itfaiyecilere, sirenleri sürekli yanıp sönen itfaiye araçlarına dalıp gidenler de vardı, ki cebinde parası olmayanlar ya da doğuştan cimri, mağaza sahiplerinin diş gıcırdattığı tiplerdi bunlar. Kimileri ise yangını distopik bir film izlermiş gibi izlerken, sanki birazdan dünya yok olacakmışçasına, kredi kartlarının limitlerini burada bitirme aşamasına gelene kadar sürekli bir şeyler yiyip içenlerdi.  Yiyecek içecek mağazalarını dolduran kalabalığın büyük çoğunluğu bırakın fabrikayı dünya yansa umurlarında olmaz gibi davranan müşterilerdi. İlk günlerde yiyeceklerdeki kül tadına biraz homurdansalar da zamanla bu duruma da alışmışlardı. Her gün yüzlercesi adete hipnotize olmuş gibi bakan boş gözlerle kasaya gidip yiyecek - içeceklerini söylüyor, eğer camdan yanan fabrika görünmüyorsa salon içinde bir masa bulup cep telefonuna gömülüyor, on dakika sonra isimlerinin çağrıldığı tezgaha gidiyor, ellerine tutuşturulan plastik bir tepsi ile sandviç, patates kızartması, kızarmış çıtır tavuk parçaları, soslu mayonezli döner gibi yiyeceklerle tekrar masaya oturup, sol elleri ile masaya koydukları telefonları kurcalarken, sağ elleri ile ağızlarına yüzlerine ketçap mayonez bulaşmasına aldırmadan yemeklerini yiyorlardı. Yiyeceklerini masaya koyduklarında burunlarına gelen kül kokusunu da artık umursamıyorlardı müşteriler. İlk ısırıktan önce yiyecekleri, içecekleri bir süre kokluyorlar, birkaç saniye düşünüyor, sonra omuz silkip önce fotoğrafını çektikleri yemekleri sosyal medyalarında paylaşırken ağır ağır yiyorlardı. 

                                                        ***

FABRİKAYA KARŞI MÜCADELE VE KÖYLÜLER

2017 yıl başına birkaç gün kala, Aralık ayının son günlerinde, Söke ovasının ortasında henüz bu AVM’ler ve kağıt fabrikası yokken, ilçeye artık bitişik konumdaki Sazlıköy’ün İzmir-Söke yolu kıyısındaki düğün salonunda bir toplantıya katılmıştım. Köylüler, yıllardır başlarına bela olan çimento fabrikasından sonra bir zamanlar pamuk, tütün, bamya, börülce ektikleri tarlaların üzerinde bir kağıt fabrikası kurulacağını öğrenmişler, panikle tanıdıkları kim varsa davet edip bu beladan nasıl kurtulacaklarının derdine düşmüşlerdi. Aydın ve İzmir’den gelen çevre örgütlerinin yanı sıra ilçedeki kamu ve işçi sendikalarının temsilcileri, çeşitli dernekler, siyasi parti üyelerinin doldurduğu salonda Sazlıköy’den gelen insan sayısı ise bir avuç ya var ya yoktu. Toplantıyı organize edenler bu duruma epey içerlemişler, onca yerden gelen konuklarından özür üstüne özür diliyorlardı. 

Çimento fabrikası köyün kimyasını bozmuştu ne zamandır. Fabrikada işe girenler her gün toz talaz içerisinde çalışsalar da yolun batı tarafındaki dağları delik deşik edip raylı sistemlerle, kamyonlarla fabrikaya taşımanın, her gün toz yağan geleceklerinin ağır vebalini omuzlarında hissetseler de kaderlerine boyun eğmişler, ses soluk çıkarmıyorlardı. Yıllar önce memleketlerinden gelip ilçenin bir zamanlar en ücra köşesi sayılan, bataklık diye kimsenin yüzüne bakmadığı, sivrisinekten, yılan çıyandan yerlilerin yakınına dahi yanaşmadığı bu köye yerleşen Kürt kökenli yurttaşlarda vardı köyde. Garibanlıklarını temiz yürekli olmaları, yardımsever ve çalışkanlıkları ile kapatıp kendileri gibi gariban olan civar köylülerle kısa sürede kaynaşmışlardı. İşte kağıt fabrikasına en çok karşı çıkanlar da bu Kürt asıllı köylülerdi. Göç gelmişlerdi doğup büyüdükleri uzak dağ köylerinden bu sarı sıcağın içerisine ve buradan bir adım öteye gidecek mecalleri kalmamıştı hiçbirinin…

Salonu dolduranlara bu tür çevre yıkımına yol açan projelere karşı mücadele edenlerin başarılı olduğu örneklerden bir seçki gösterdim ben. Video gösterisinin ardından “Ülkenin dört bir yanında sizin gibi toprakları, suları, ormanları ellerinden alınmak istenenler direndiler, kazandılar. Sizler de birlik olup direnirseniz kazanabilirsiniz” minvalinde birkaç cümle ettiğimi anımsıyorum. Aydın Tabip Odası Başkanı kağıt sanayi ve özellikle çimento sanayinin yol açtığı sağlık sorunlarını anlattı. “Hayatta karşılaşacağınız en zehirli kimyasallar kağıt fabrikasının atıkları içerisinde var” dedi. Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı jeotermaller, maden ocakları, çimento fabrikası, diğer sanayi kuruluşları ve son olarak kağıt fabrikasının yöreyi bir ekolojik felaketin eşiğine getirdiğini söyleyerek, “Bu kirlilik içerisinde en büyük tehlikeyi Söke yaşayacak. Çünkü ovadaki yeraltı suları kuruyor” dedi. Söz alan Sazlıköylüler yıllardır sanayi kuruluşları tarafından topraklarının adeta işgal edildiğini kağıt fabrikasının ise bu durumun üstüne tüy diktiğinden yakındılar. 

Sazlıköy’de üç dönem belediye başkanlığı yaptığını söyleyen Abdülmuttalip Demir diye birisi panele katılanlara “Sizin tuzunuz kuru. İnsanlar burada işsiz. Kağıt fabrikasının istihdam yaratacak” diye çıkıştı. Salondaki köylülerinin yükselen sesleri sonrası kuyruğunu kıstırıp yerine oturdu. Eski belediye başkanının sözleri sonrası ayağa kalkıp konuşan Sazlıköylü Muhammet Adil çevrenin, sağlığın kirlenmesinden sonra iş bulunmasının bir anlam ifade etmeyeceğini söyleyerek, “Buralar bir şirkete peşkeş çekiliyor. Bizim suyumuz bu fabrikaya yetmez” diye konuşmuştu. 

                                                        *** 

"YANGIN ŞAİBELİ"

Geçen sene, Söke Güllübahçe’de oturan bir arkadaşımıza giderken, aracın camından ovanın ortasındaki kağıt fabrikasını gösteren Çineli arkadaşım şunları söylemişti; “İçeriden bilgi geldi. Yakında kağıt fabrikası kapanabilir, çünkü su yok! Ovada onlarca su kuyusu açtı fabrika ama yeteri kadar su bulunamamış”. 

Kağıt fabrikasında yangının başladığı gün gece yarısı mesaj attı aynı arkadaşım. “Bu yangın şaibeli, sanırım fabrikayı bu şekilde kapatacaklar, sigortadan paralarını alacaklar” diye. 

Beş gün sürdü yangın. Beş günün sonunda ovaya yağan küllerin ve siyah islerle kaplı bina kalıntılarının dışında bir iz kalmadı fabrikadan. 

Ovanın suyunu bitirdi. Yanı yöresinde ne varsa iliklerine kadar sömürdü.  Ve belki de giderken bile alevlerin arasından yükünü tutup gitti. 

Aslında kağıt fabrikası değil, bir zamanlar tütün, pamuk, bin türlü sebze ve meyvenin yetiştiği, dağlarını zeytinin, düzünü incirin gölgelediği Söke Ovası yandı, bitti, kül oldu!..

 (EVRENSEL)


Birgün "KÖŞEBAŞI" -22 Temmuz 2024-


TÜİK şeffaf ve denetlenebilir olmalı: Enflasyon mikro verisi açıklansın! -Aziz Çelik-

"TÜİK tartışması büyüyor, TÜİK krizi derinleşiyor. TÜİK’in güvenilirliği için yapısı demokratikleşmeli, şeffaf ve denetlenebilir olmalı. Bunun ilk yolu ise enflasyon mikro verisinin açıklanmasıdır."

Temmuz ayı boyunca Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tartışmaların odağında yer aldı. TÜİK en tartışmalı kamu kurumları arasında yer alıyor. TÜİK’in en çok tartışılan yönü ise enflasyon verisi, Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE). TÜİK, TÜFE yoluyla adeta en büyük işveren durumunda. Ülkedeki emek gelirlerinin (ücretler, maaşlar, aylıklar) neredeyse tamamı ya TÜFE oranında veya TÜFE kerteriz alınarak belirleniyor. O yüzden milyonların gözü TÜİK’in üzerinde. TÜİK verileri güven vermiyor ve TÜİK’e dönük kuşkular artıyor.

Ancak TÜİK ise bu sorumluğa uygun davranmıyor. Özellikle enflasyon verileri konusunda kuşku ve şaibeyi ortadan kaldırmak için çaba harcamıyor. Şeffaflaşma taleplerine veri karartarak yanıt veriyor. Kesinleşmiş yargı kararlarını uygulamak yerine hukuku çiğnemeyi tercih ediyor. TÜİK yönetimi şeffaflığı ve denetimi artıracak yerde daha sansürcü bir yapıya bürünüyor. Geçen haftaki BirGün yazımda TÜİK’in giderek sansürcü bir kurum haline geldiğini yazmıştım. Ülkede bir enflasyon verisi krizi, bir TÜİK krizi yaşanıyor. Kimse TÜİK’e güvenmiyor ama TÜİK on milyonların kaderini belirliyor.

KAMUSAL GÖREVİNİ YAPMALI

TÜİK ülkenin en büyük veri derleme kurumu. Devasa kaynakları, kadrosu ve birikimi var. TÜİK’in işlevlerini herhangi bir başka girişimin yerine getirmesi olanaklı değil. Özellikle enflasyon ölçümü gibi kapsamlı bir konunun alternatif yöntemlerle çözümü mümkün değil, doğru da değil. Nitekim enflasyonu ölçmeye dönük alternatif girişimlerin bütün iddialarına ve popülaritelerine rağmen tatmin edici ve ikna edici olmadığı görülüyor. Dahası bu girişimlerden bazılar veri ve detay taleplerine nahoş karşılıklar veriyor.

Bu nedenle TÜİK’i kamusal işlevini yapmaya zorlamanın, şeffaf ve denetlenebilir ve özerk bir yapı haline gelmesi için mücadelenin hayati bir konu olduğunu düşünüyorum. Bu yazıda TÜİK’in neler yapması gerektiği konusunda somut ve uygulanabilir önerilerde bulunacağım. Bu önerilerin “TÜİK krizinin” aşılmasında yararlı olacağını düşünüyorum.

MİKRO VERİ YAYIMLANSIN

TÜİK idari kayıtlara ve anketlere dayalı olarak pek çok alanda veri derliyor ve bu verilerin özet sonuçlarını kamuoyuna açıklıyor. Ancak kamuoyuna açıklanan bu özet verilerin arkasında devasa bir veri seti var. Örneğin ankete dayalı verilerde her bir veri kaynağının ankete verdiği yanıtlar önem taşıyor. Detaylı veri setleri mikro veri olarak biliniyor. TÜİK derlediği pek çok verinin mikro veri setini talep halinde -belirli kısıtlara dayalı olarak- kullanıma sunuyor. Örneğin Hanehalkı İşgücü Araştırması (HHİA), Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması, Nüfus Araştırması ve daha pek çok alanda mikro veriye ulaşmak mümkün.

Mikro veri yanıtlayıcı ve veri kaynağı özelinde detayları ortaya koyduğu için büyük önem arz ediyor. Mikro veriler hacmi büyük ve kapsamlı veriler niteliğinde. Örneğin HHİA araştırması 600 bin satır ve 100 sütunu kapsıyor. Diğer bir ifadeyle bir mikro veri tablosu 60 milyona yakın veri içerebilir. Bu detaylı verileri süzüp çeşitli sonuçlara ulaşmak mümkün.

TÜİK, TÜFE’nin mikro verisini açıklamıyor. Dahası TÜİK TÜFE endeksinin dayandığı 406 maddelik mal ve hizmet sepetinin ortalama fiyatlarını açıklamayı bile durdurdu. DİSK tarafından açılan davayla madde fiyat listesinin açıklanması gerektiği yargı kararıyla kesinleşmesine rağmen TÜİK veri karatmaya devam ediyor. TÜİK yönetimi nafile işler peşinde.

Hodri meydan! İşte size köklü bir çözüm önerisi. TÜFE mikro verisini açıklayın! TÜFE için 81 il merkezinin tamamını da içeren toplam 227 ilçeden fiyat derleniyor. TÜFE kapsamında ayda 28 bin 852 işyerinden 608 bin 594 fiyat derlenmekte ve 5 bin 246 kiracı endeks kapsamında takip edilmektedir. Fantastik değil gerçekçi bir öneri sunuyorum. Teknik olarak gayet mümkün. TÜİK bu veriyi her ay bir hesap işlem tablosu (Excel) olarak yayımlayabileceği gibi ayrıca bir enflasyon veri tabanı da kurabilir. Böylece mikro düzeyde hangi verinin nereden ve hangi fiyata derlendiği ortaya çıkar. Böyle bir tablonun yayımlanması ve bir enflasyon veri tabanı hazırlanması için TÜİK’in yeterli uzman insan gücüne sahip olduğu sır değil. Enflasyon mikro verisinin yayımlanması şeffaflık yönünde önemli bir adım olacaktır. Hodri meydan. Kendinize güveniyorsanız TÜFE mikro verisini her ay yayımlayın!

GELİRE GÖRE ENDEKS

TÜİK bütün ülke çapında tüm nüfus için ortalama ve tek bir tüketici fiyat endeksi açıklıyor. Enflasyonun ölçümünde bir sorun olmasa dahi TÜİK’in verileri tamamiyle güvenilir olsa dahi tek tip TÜFE yeterli değil. Enflasyonun bölgesel ve gelire grupları düzeyinde ciddi biçimde farklılaştığı biliniyor. Gelir durumuna göre harcama kalıplarının değiştiği ve bunun da farklı gelirlere sahip tüketiciler için farklı enflasyonlar anlamına geldiği biliniyor.

Örneğin 2023 yılındaki dağılıma göre en düşük gelir grubu olan birinci yüzde 20’lik grupta yer alan hanehalkları, gıda ve alkolsüz içecek harcamalarına yüzde 36,6, konut ve kira harcamalarına yüzde 29,2 harcarken, en yüksek gelirli yüzde 20’lik grup gıda harcamasına yüzde 14,5 pay ayırmaktadır. Bu durum farklı gelir gruplarının enflasyonunu da farklılaştırmaktadır. Bu nedenle gelire göre tüketici fiyat endeksleri özellikle düşük gelir gruplarının gelirlerinin korunması için çok yararlı olacaktır.

TÜİK görev alanı gereği özerk ve siyasi müdahaleden uzak bir kurum olmalıdır. Ancak son yıllarda tersine TÜİK üzerindeki siyası tasallut artmış ve TÜİK idarenin bir aparatı haline gelmiştir. TÜİK’in faaliyetleri ve yapısı eskiden olduğu gibi kanunla düzenlenmeli ve siyasi müdahaleye son verilmelidir.

Öte yandan TÜİK’in şeffaflaşması ve etkin denetimi için adımlar atılmalıdır. TÜİK’i sadece sadece başkan ve yardımcıları değil bir yönetim kurulu yönetmelidir. Tıpkı SGK ve İŞKUR da olduğu gibi yönetim kurulunda sendikal konfederasyonlar ve meslek örgütleri tarafından seçilen temsilciler yer almalıdır. Milyonlarca çalışanın kaderini etkileyen bir kurumun yönetiminde çalışanları temsil eden örgütlerin yer alması gerekir.

Halen TÜİK bünyesinde var olan İstatistik Konseyi işlevsiz ve göstermeliktir Dahası bu Konsey antidemokratiktir. Konsey ağılıkla kamu kurumu temsilcilerinden oluşurken Konseye işverenleri temsilen Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) katılmaktadır. TÜİK Konseyine TOBB katılırken sendikalar ve meslek odaları yoktur. Bu ne perhiz ne lahana turşusu! Konseyin bu antidemokratik yapısı değiştirilmeli ve daha sık toplanması sağlanmalıdır. TÜİK çeşitli alanlara uzman ve kurum temsilcilerinin yer aldığı dönük danışma kurulları oluşturmalıdır. TÜİK bu kurular yoluyla daha şeffaf ve denetlenebilir hale getirilmelidir.

NAFİLE DAVALAR

TÜİK enflasyon verilerine olan güvensizliğin arşa çıkması ve artan veri karatma girişimleri karşısında son günlerde bazı avukatlar tarafından “TÜİK’e dava açalım, TÜFE’nin hatalı olduğu tespit ettirelim, kayıplarımız geri alalım” şeklinde iddialar ortaya atılmaya başlandı. Yaşanan ekonomik kayıplar nedeniyle bu iddia pek çok kişiye cazip görünmeye başlandı.

TÜİK’e çeşitli konularda dava açmak elbette mümkün ve gerekli. Örneğin madde fiyat listesinin yayından kaldırılması üzerine DİSK dava açtı ve davayı kazandı ve dava kesinleşti. Bu davada söz konusu olan hukuksuz bir idari işlemdi. DİSK, TÜİK’in madde fiyat listesinin yayından kaldırmasına karşı dava açtı ve bu bilginin açıklanmasını talep etti. İdari yargı da madde fiyat listesinin açıklanmasının TÜİK’in görevi olduğuna karar verdi. Sendikalar, meslek örgütleri, partiler böyle somut konularda ve hukuksuz işlemlere karşı elbette dava açmalı.

Ancak son günlerce gündeme getirilen “TÜİK’e dava açalım. Kayıpları geri alalım” şeklinde özetlenebilecek davaların gerçekçi ve mümkün olmadığını, yurttaşları boş hayallerin peşine takmak anlamına geldiği düşünüyorum. TÜFE’nin hatalı olduğunun tespiti ve idari yargı yoluyla yeni endeks ihdası gibi bir idari yargı usulü yok. İdari yargı, idarenin hukuka aykırı eylem ve işlemlerini denetlemekle yükümlüdür. İdarenin işlem ve eylemlerine karşı iptal (yürütmeyi durdurma talepli) dava açmak elbette mümkün. Ayrıca tartışmalar olsa da idareye karşı munzam zarar davası yolu da denenebilir. Ancak söz konusu dava iddiasının bunlarla ilgisi olmadığını düşünüyorum.

DAVA SÜREÇLERİ ZORLU

TÜİK işlemleri (TÜFE) idari işlemler olduğu için idari yargı yolu dışında bir yargı yolu yok. Ancak idari yargıda TÜFE endeksinin hatalı olduğuna ilişkin dava açmanın sonuç vereceğini sanmıyorum. İdari yargının endeksin hatalı olduğunu tespit etmesi (tespit davası) ve yerine yeni endeks hesaplamasının idari usul hukukuna göre mümkün değil. Dava açacak ilgili TÜFE endeksinin hatalı olduğunu gerekçeleriyle ortaya koymalı ve bundan zarar gördüğü belirtmelidir. Bu yolla TÜFE endeksinin iptali istenebilir. Öte yandan her ay açıklanan ve yaklaşık 600 bin veriye dayanan bir endeksin hatalarını ortaya koymak kolay iş değildir.

İdari bir işleme dava açmak istisnalar hariç 60 gün içinde mümkün. Geriye dönük endekslere idari yargılama usulü açısından nasıl dava açılacağı da meçhul. Dahası her ay derlenen bu 600 bin veri yayımlanmıyor, aleni değil. Yayımlanmayan verinin hatalı olduğunu ileri sürmek de pek mümkün değil.

Öte yandan idari yargı TÜFE’yi hatalı bulsa bile yerindelik denetimi yapıp endeksi idare yerine yeniden hesaplayamaz. Yani idari yargının endeksin hatalı olduğunu tespit ettirmesi ve bu endeks yerine yeni bir endeks hesaplatması (yerindelik denetimi) pek olası değil. İdari yargının idarenin yerine geçerek idari işlem yaratmaması ve bu içerikte karar verememesi idare hukukunun en temel ilkelerindendir. Bu ilke kuvvetler ayrılığı ilkesinin mantıksal ve hukuki sonucudur. Dolayısıyla bir an için açılan davada TÜFE için iptal kararı verilse dahi mahkeme tarafından yeni enflasyon oranı belirlenemez.

BİLGİ EDİNME EYLEMİ

O yüzden “TÜİK’e da açalım, haklarımız alalım” iddiasını sonuç alıcı ve anlamlı bulmuyorum. Bu davalar olsa olsa dava açacaklar için boşuna masraf ve kamu avukatları için kazanç kapısı olabilir. Dava harcı ve davanın kaybı halinde TÜİK avukatına ödenecek vekâlet ücreti toplamı ciddi meblağlara ulaşabilir (yaklaşık 20-25 bin TL). Bu yol neredeyse çıkmaz yoldur. Bunlarla uğraşmaya değmez.

Böyle fantastik bir dava yolu yerine ben bütün vatandaşların CİMER yoluyla TÜİK’ten DİSK’in dava açtığı ve kazandığı madde fiyat listesini ve enflasyon mikro verisini talep etmesini öneriyorum. Vatandaş hiç masrafsız bir şekilde bu verileri CİMER üzerinden isteyebilir. E-devletten CİMER’e girin ve madde fiyat listesi ile enflasyon mikro verisini talep edin. Bilgi edinme mevzuatına göre 15 gün içinde yazılı cevap vermek zorundalar. Varsın TÜİK on binlerce bilgi talebini reddetmekle uğraşsın! TÜİK reddederse Bilgi Edinme Kuruluna başvurun. Binlerce onbinlerce bilgi edinme başvurusu nafile davalardan çok daha etkilidir. Bilgi edinme hakkı bir yurttaş hakkıdır. Etkin biçimde kullanılabilir.

Mesele teknik-hukuki bir mesele değil toplumsal ve siyasal bir meseledir. TÜİK verilerini şeffaflaştırmalı, TÜİK demokratikleştirilmeli ve denetlenebilir olmalıdır. Bu yönde toplumsal ve siyasal baskıyı artırmak lazım. Ancak “nafile” davalarla zaman ve para ve hatta ümit kaybetmeye gerek yok bence.

                                                      /././

Toplumu gerecek yeni fay hattı bulundu -Gözde Bedeloğlu-

Türkiye 2003 yılında, “Ev Hayvanlarının Korunmasına Dair Avrupa Sözleşmesi”ne taraf olmuş ve 24 Haziran 2004’te Hayvanları Koruma Kanunu çıkarmıştı. Yasanın amacı, havanların rahat yaşamalarını ve hayvanlara iyi ve uygun muamele edilmesini temin etmek, hayvanların acı, ıstırap ve eziyet çekmelerine karşı en iyi şekilde korunmalarını, her türlü mağduriyetlerinin önlenmesini sağlamaktı. Buna göre; sahipli sahipsiz, bütün hayvanlar eşit doğar ve bu kanun hükümleri çerçevesinde yaşama hakkına sahiptir. Yerel yönetimler, gönüllü kuruluşlarla iş birliği içerisinde, sahipsiz ve güçten düşmüş hayvanların korunması için hayvan bakım evleri kurarak onların tedavilerini sağlar. Kontrolsüz üremeyi önlemek amacıyla, toplu yaşanan yerlerde beslenen ve barındırılan kedi ve köpeklerin sahiplerince kısırlaştırılması esastır. Hayvanlara kasıtlı olarak kötü davranmak, acımasızca ve zalimce işlem yapmak, dövmek, aş susuz bırakmak, aşırı soğuğa ve sıcağa maruz bırakmak, tecavüz etmek, bakımlarını ihmal etmek, fiziksel ve psikolojik acı çektirmek ve öldürmek yasaktır.

∗∗∗

Sahipsiz sokak hayvanlarının korunmasına yönelik bu yasal düzenlemeye kadar, Türkiye’de toplu itlaf uygulamalarının yapıldığını biliyoruz. On binlercesi insansız bir araziye terk edilerek ya da zehirlenerek öldürüldü. Ancak bugün yine aynı sorunun gündemde olması, itlafın hiçbir zaman kalıcı bir çözüm sağlamadığının kanıtı. Bu anlamda, 2004’te çıkarılan Hayvanları Koruma Kanunu ile kontrolsüz çoğalmanın önüne geçebilmek için kısırlaştırma yönteminin tercih edilmesi ve barınakların yapılması olumlu bir gelişmeydi. Ama nasıl ki sokak köpeklerinin topluca öldürülmesi yeniden çoğalmalarını engellemediyse, yaşam hakkını savunan bir yasa çıkarmak da, doğru ve etkin bir şekilde uygulanmadığı sürece çözüm olmuyor. Hayvanların topluca öldürülmesi, hem işe yaramamış bir yöntem hem de her canlının eşit yaşam hakkı ilkesine karşı olması sebebiyle, kamuoyunda güçlü bir destek bulamıyor. Bunu, tasarıda öldürmek-itlaf etmek yerine ‘ötanazi’ sözcüğünün seçilmiş olmasından anlayabiliyoruz. Ötanazi, belli şart ve koşullar altında kişinin bilinçli bir şekilde kendi hayatına son verdiği bir uygulama. Dolayısıyla bilinçten yoksun, insanlarla yaşamaya bizzat insanlar tarafından alıştırmış sokak köpekleri için kullanılamaz.

∗∗∗

2005 yılında, Hayvanları Koruma Kanunu ile ilgili İçişleri Bakanlığı’ndan valiliklere bir genelde gönderilmişti. Bakan Abdülkadir Aksu, dünyanın artık toplumsal, ahlaki ve vicdani açıdan tüm hayvanların yaşamlarının güvence altına alınması yolunda önemli mesafeler kat ettiğini ve AKP hükümeti olarak kendilerinin de bu yönde çabaları olduğunu belirtmişti. Aksu, Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeye atıfla, “bütün hayvanların eşit doğduğu ve eşit hakka sahip olduğu” temel ilkesi gözetilerek, sahipsiz hayvanların kontrolsüz üremesini önlemek amacıyla kısırlaştırılma yönteminin esas alınacağını söylemişti. Üzerinden 20 yıl geçti. O zaman AKP, kendini muhafazalar demokrat olarak tanımlayan, evrensel haklar bakımından yüzünün Avrupa’ya dönük olduğunu savunan bir partiydi. Bugün ise kanunda toplu itlafın önünü açacak bir değişiklik teklifiyle gündemde. Yasa gereği bu alandaki sorumluluk yerel yönetimlere aitti. Yıllarca AKP tarafında yönetilen belediyelerin gerek ilgisizlik gerek AKP hükümetinin bütçe tercihleri doğrultusunda başarısız olduğu ortada. Eğer konuya ciddiyetle eğilinseydi, Türkiye de, pek çok Avrupa ülkesinin yaptığı gibi kısırlaştırma yöntemi ve sokağa hayvan bırakanlara kesilen caydırıcı cezalarla, soruna kalıcı çözüm getirebilirdi.

∗∗∗

Hal böyleyken, sorun sanki kendi kendine ortaya çıkmış, yürürlükteki yasaya 20 yıl boyunca uyulmamasının sorumluluğu iktidarda değilmiş gibi bir hava estiriliyor. Dahası, evrensel bir hak meselesi günlük siyasetin aracı haline getiriliyor. Bunun sinyallerini iktidar medyası çalışanlarının yorumlarından okumak mümkün. Her canlının eşit yaşam hakkı var, “ama” diye şerh düşülerek, insan hayatı diğerlerinden değerlidir deniyor. Yasaya karşı çıkanlar toplumun ‘elitleri’ olarak etiketleniyor. Akılcı, vicdani, ahlaki yöntemlerle sorunun çözümünden yana olanların ‘batıcı’, ‘modern’ ve ‘emperyalizm hayranı’ olduğu iddia edilerek, aslında toplu itlafa karşı çıkarak bir yaşam tarzının, yani sekülerlik savunusunun peşinde oldukları söyleniyor. Ülkeyi 20 yıldır yöneten iktidarın beceriksizliğini gözden kaçıracağım diye, yaşam hakkı için Türkiye’de başlayabilecek yeni bir direnişten, sokakların terörize edilme riskinden bahsediliyor. Toplumu gerecek yeni fay hattı bulunmuşa benziyor.

                                                             /././

15 Temmuz -İlhan Cihaner-

783 Bin metrekare büyüklüğündeki ülkemizi, devasa sorunları altına süpürdüğümüz devasa bir halıya benzetebiliriz sanırım. Hesaplaşılmayan ve bastırılan her travma, her suç iktidarların ihtiyacına göre çıkarılıp “kullanılmak” üzere halı altında bekletiliyor. Hiçbir zaman gerçek bir yüzleşme ve hesaplaşma yaşanmadığı için de benzer altüst oluşları, hukuksuzlukları sürekli yaşıyoruz.

Ülkemizin yaşadığı en önemli kırılmalardan olan, “15 Temmuz” diye adlandırılan darbe girişimi sonrası da aynı şeyleri yaşıyoruz. Aradan geçen sekiz yıla rağmen ne etkin/adil bir hesaplaşma ve yüzleşme söz konusu ne de tekrarının yaşanmaması ve travmaların sağaltılması için bütünlüklü bir yaklaşım söz konusu.

HALKA MAL EDİLMİŞ BİR ÖZELEŞTİRİ YOK

Kuşkusuz bu sonuçta ana belirleyen Fetullahçı yapılanmaya alan açan  iktidarın değişmemiş olması. Fetullahçı yapılanma ile kadro ve dünya görüşü olarak etle tırnak kadar iç içe geçmiş AKP iktidarının bu hesaplaşmanın “tek belirleyeni” olması. Sonradan AKP’ye eklemlenen MHP’nin de sorumsuz iktidar ortaklığının konforunu yitirmemek için bu konuda AKP çizgisine angaje olması da belirleyici tabii ki. Bu haliyle iktidarın ve genel olarak sağ/milliyetçi iktidarların birkaç kuşağı etkileyecek, gelecekteki siyasi iklimin de ana dinamiklerinden birisi olacak bu “sorunu” çözmeleri, hesaplaşmaları ve yüzleşmeleri olası değil. Çünkü iktidarın derdi Fetullahçı yapılanmanın toplumla, devletle, emperyalizmle kurduğu “ilişki” değil o yapının kendisi ile olan “karşıtlığı”. O nedenledir ki yargılayanlarla yargılananların aynı eylemleri yaptıklarını, bakanlarla müebbet alanların, ihraç edilenlerin hangisinin daha Fetullahçı olduğunu karıştırabiliyoruz. O nedenledir ki iktidar, model olarak aynı olan yapılara (Menzil, Süleymancılar, İskenderpaşa, İsmailağa, vs.) alan açmaya devam ediyor. Fetullahçı yapılanmanın hamisi olarak gördüğü ABD ile bu eksende derdi yok. Halka mal edilmiş bir özeleştiri bile söz konusu değil. En fazla “Kandırıldık, Allah affetsin”!

AKP/MHP iktidarının 15 Temmuz’u her anlamda kullanması “anlaşılabilir". Etkin bir mücadele ve yüzleşme sermayesiyle, medyasıyla kadrolarıyla iktidarı bitirir. Kurmak istedikleri yeni rejimin ihtiyacı olan “kurucu bir mit” olarak da işlevsel 15 Temmuz. Ancak AKP/MHP, ülkeyi 15 Temmuz’a götüren süreçteki rolünü tartıştırmak istemiyor. TBMM’de kurulan araştırma komisyonunun başına getirdikleri isim ve komisyonun çalışma yöntemi bile gerçek bir hesaplaşmadan ziyade “halı altına süpürme” girişimiydi. Maalesef muhalefet Yenikapı’ya verdiği destekten sonra bu tuzağa da düştü. Böylece asıl sorumluyla mücadele ve hesaplaşma önderliği terkedildi, sorumlulara meşruiyet verildi. Ülkeyi 15 Temmuz’a getiren sürecin aktörleri ya arazi oldular ya yargıç koltuğuna oturdular ya da Fetullahçıların varlıklarına ganimet olarak el koydular. Hatta yeni dönemde daha pervasızlaştılar. Üstelik kişisel çıkarlarını bile “Fetö”  söylemi ile büyüttüler. “Fetö” borsası bile kuruldu, daha ne olsun! Fetullahçılarla el ele kumpas davalarını yürütenler, geçmişte Fetullahçılarla iç içe olan yargı, bürokrasi ve sermayenin “acaba beni de sanık koltuğuna oturturlar mı?” korkusunu alabildiğine kullandı, kullanıyor. Bu arada neredeyse sürecin faturası CHP’ye kesildi!

Dediğim gibi AKP ve sermayenin bu tutumu “anlaşılabilir”. Ancak anlaşılamaz ve bence yanlış olan solun/sosyalistlerin tutumu. Şöyle ki; liberallerin aksine, baştan beri özel olarak Fetullahçı yapılanma, genel olarak cemaat ve tarikatlarla her aşamada (referandum, laiklik, vs.) doğru tutum alan, bunun için bedel ödeyen sol, 15 Temmuz’la birlikte özellikle entelektüel anlamda “ilgisini” azalttı. Bu da AKP’ye siyasi olarak alan açtı. Oysa devlete (bürokrasi, sermaye, medya, vs.) hakim olan bir yapının karşısına bir gecede yabana atılmayacak (üstelik saatler önce o yapı adına sokağa çıkabilecek) bir kitlenin karşı çıkışındaki dinamikler iyi analiz edilmeliydi. Özellikle CHP’nin AKP/MHP ittifakının yalnızca ceza hukukunu araç olarak kullanma yaklaşımının karşısına yalnızca bu süreçlerdeki hukuksuzluklara vurgu yapan refleksif yaklaşımı yerine, daha bütünlüklü, etkin ve adil bir hesaplaşma/yüzleşme programı ortaya konulmalıydı, halen de konulabilir.

Vurguladığım gibi mevcut iktidar ve sağ/milliyetçi iktidarlar, 15 Temmuz ve ülkeyi 15 Temmuz’a götüren süreçle hesaplaşamazlar. Yenilerini de engelleyemezler. Diğer temel meselelerde olduğu gibi bu sorunu da ancak “biz” çözebiliriz. 

(BİRGÜN)

"GÜNCEL BAŞLIKLAR" -22 Temmuz 2024 -

ABD'nin Soğuk Savaş silahı Ford Vakfı: Türkiye'de eğitime müdahaleler ve Fen Lisesi -soL/Özel-

Soğuk Savaş döneminde ABD'nin diplomatik çabalarıyla uyum içinde çalışan Ford Vakfı, Türkiye'de de çalışmalar yürüttü. Vakfın projelerinden biri de açılan ilk Fen Lisesi'ydi...

Türkiye'de kurumsallaşmış bilimin yakın tarihinde, 1956 ve 1964 yılları arasındaki sekiz yıllık zaman diliminde üç bilim kurumu kuruldu. 1956’da Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ), 1963’te Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK) ve 1964’te Fen Lisesi.

Bu kurumların ortak özelliği ise önemli ölçüde Ford Vakfı tarafından finanse edilmeleriydi. Vakıf, ODTÜ'nün lisansüstü programlarını kurması ve Araştırma Konseyi’nin araştırma hibeleri sunması için fon sağladı, Fen Lisesi’nin maliyetlerinin yarısından fazlasını karşıladı…

Geçtiğimiz günlerde Dr. Öğr. Üyesi Mehmet Alper Yalçınkaya tarafından kaleme alınmış olan bir makale yayımlandı. “Bilimsel İş Gücü Krizini İnşa Etmek: Soğuk Savaş Türkiye'sinde Bilim Eğitimi ve Ford Vakfı” başlıklı makalede, vakfın 1960'larda Türkiye'deki bilim eğitimine yönelik faaliyetleri ele alınıyor.

Makalede, vakfın faaliyetleri özellikle Fen Lisesi’nin kuruluş süreci, amacı ve döneminde yarattığı tartışmalar üzerinden işleniyor.

soL, makalede öne çıkan kısımları okuyucuları için derledi. Soğuk Savaş Türkiye'sinde Ford Vakfı'nın eğitime müdahalesi..

ABD'nin eğitim politikası: 'Bilimsel elitler' üretmek

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Sovyetler Birliği’ne kıyasla yeterince bilim insanı yetiştiremeyen ve bilimsel çağ için gerekli becerileri geliştiremeyen ABD’de, eğitime yönelik kapsamlı bir reform başlatıldı ve bu reform kısa süre içinde Batı Avrupa ülkeleri tarafından da benimsendi.

Söz konusu reformun ana fikri, “azgelişmiş” toplumlarda “modernleşen elitler” üretiminin önemiydi. Bu fikir kapsamında eğitim, "insan gücü ihtiyaçlarını" karşılamanın bir yolu olarak, yeni bir kavramsallaştırmaya tabii tutuldu.

Reform sadece eğitimin öncelikli hale getirilmesiyle de sınırlı kalmadı, aynı zamanda tartışmanın terimlerinde de bir değişikliğe neden oldu. Genellikle askeri ve istihdam değerlendirmelerinde kullanılan “insan gücü” kavramı, savaş sonrasında daha geniş bir kullanım alanı kazandı. Söz konusu yaklaşımı karakterize eden aciliyet vurgusu, yetenekli öğrencilerin eğitimini öncelikli hale getirdi.

Elitlere ve bilimsel eğitime odaklanmak, savaş sonrası eğitim trendlerinin ortak bir özelliği haline geldi. Modernizasyon teorisyenlerine göre az gelişmiş ülkeler, iyi eğitimli elit bir kadro tarafından yürütülen “evrimsel ekonomik değişim” yoluyla “Amerikan modernitesine” ulaşabilirlerdi.

SSCB’nin 1957 yılında Sputnik'i uzaya fırlatmasının ardından, ABD'li bilim insanlarının bilim eğitimi reformu için yaptıkları baskı, Ulusal Bilim Vakfı (NSF) projesinin başlatılmasıyla doruğa ulaştı. Bu proje kapsamında yeni öğretim materyalleri üretildi ve öğretmenler yeniden eğitildi.

ABD'li bilim insanlarının öncülük ettiği reform, "bilim insanı merkezli" bir yaklaşıma sahipti. Bu yaklaşım, üst düzey bilim insanları yetiştirmeyi ve bilim insanlarının çalışmalarına sempati duyan bir kamuoyu oluşturmayı amaçlıyordu. Yaklaşım, 1950'ler ve 1960'lar boyunca “hayır kuruluşları” ve uluslararası organizasyonlar tarafından teşvik edildi.

Eğitimin "bilimsel elitler" üretmenin bir yolu olarak görülmesi fikri, Türkiye'de de karşılık buldu. Kitle eğitiminin genişletilmesi ve ulusal bir kimlik inşa edilmesi çabalarının yanı sıra Türk eğitim politikası, nitelikli öğrencileri yurt dışındaki üniversitelere göndererek iyi eğitimli profesyoneller yetiştirmeyi hedefliyordu. Küçük elit kadroların toplumsal değişimin meşru mühendisleri olarak kavramsallaştırılması, çeşitli siyasi görüşlere sahip entelektüeller arasında zaten yaygındı. Bu nedenle Batı’da yükselişe geçen bu reform hareketi, Türkiye için yeni bir anlayış değildi.

OECD ve NATO da dahil oldu

“Hayır kuruluşları” bu dönemde ABD’nin faaliyetlerinde önemli bir role sahipti ve vakıfların desteklediği projeler ABD’nin diplomatik çabalarıyla uyum içindeydi.

Vakıflar, eğitimi ve ekonomik büyümeyi "gelişmemiş" ülkelerde Sovyet etkisiyle mücadele etmek için anahtar unsurlar olarak kullandı ve Amerikan/Batı yaklaşımı benimsemiş akademik kadrolar oluşturmayı amaçladılar. Ekonomik ve sosyal sorunları çözmeye yardımcı olacak ve komünizme karşı bir siper oluşturacak "bilimsel elitler" ağları oluşturmak ana hedeflerden biri oldu ve bu durum, özellikle Ford Vakfı'nın Türkiye gibi kritik öneme sahip ülkelerde bilim eğitimine yatırım yapmasına yol açtı.

ABD’de başlayan yaklaşım hızla Ekonomik Kalkınma ve İş Birliği Örgütü (OECD) ve NATO aracılığıyla yayıldı. 1958'de OECD, Bilimsel ve Teknik Personel Komitesi'ni (CSTP) kurdu ve üye ülkelerde bilimsel ve teknik insan gücünü araştırmak için bir proje başlattı. CSTP'nin Akdeniz Bölgesel Projesi'ne (MRP) bir Türk ekibi de katıldı ve bu proje, eğitimin Akdeniz ülkelerinde uzun vadeli insan gücü ihtiyaçlarını karşılamaya nasıl katkıda bulunabileceğine dair değerlendirmeleri içerdi.

NATO ise 1952'de askeri personel ve bilim insanlarını bir araya getiren Havacılık Araştırma ve Geliştirme Danışma Grubu'nu (AGARD) kurdu. Ardından, 1958'deki açılış toplantısında, Bilim Komitesi, "NATO'nun üye ülkeleri bilimsel ve teknik insan gücü alanında daha etkili eylemler yapmaya teşvik etmesi gerektiğini" ve üye hükümetlere "bilim eğitimi için daha büyük ödeneklerin acil ihtiyacını hatırlatması” gerektiğini açıkladı. Ford Vakfı'nın desteğiyle, Komite, "Batı Biliminin Etkinliğini Artırma" konulu bir çalışma grubu kurdu ve 1960 yılına dair raporda üye ülkeler, bilimsel araştırmalara ve bilim eğitimine daha fazla yatırım yapmaya çağrıldı.

Türkiye’nin NATO’ya katılmasının ardından Yarbay Fuat Uluğ, Türkiye'nin AGARD temsilcisi oldu. Uluğ, genelkurmay içinde Bilimsel Danışma Kurulu kurdu ve NATO'dan Türkiye'deki temel bilimlere destek sağlamasını istedi.

Devlet Planlama Teşkilatı tarafından 1962'de hazırlanan ilk beş yıllık kalkınma planı, eğitimi kalkınma için gerekli olan insan gücünü üretmenin bir yolu olarak tanımladı ve OECD'nin tavsiyesi üzerine bilimsel araştırmaları koordine edecek bir ajansın kurulmasını önerdi. Ancak ajans, Ford Vakfı'nın müdahalesinden sonra kuruldu.

'NATO'nun ileri karakolu' Türkiye'ye müdahale

1923 ile 1950 yılları arasında Türkiye'yi ziyaret eden 79 danışmandan yalnızca 7’si ABD'liydi. Ancak Demokrat Parti’nin iktidarda olduğu 1950 ila 1960 yılları arasında bu oran büyük bir değişime uğradı. Söz konusu zaman diliminde Türkiye’ye gelen 44 danışmandan 41'i ABD’liydi.

ABD'nin ilgisi, şüphesiz Türkiye'nin Orta Doğu'da güvenilir bir NATO müttefiki olarak görülmesiyle ilgiliydi. Bu durum eğitim alanında fikir alışverişlerine ve uzman ziyaretlerine yol açtı, Birleşmiş Milletler ile ABD tarafından desteklenen iki eğitim kurumunun kurulmasına neden oldu: 1952'de bürokratları eğitmek için kurulan Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü (TODAIE) ve 1956'da teknik personel yetiştirmek amacıyla kurulan Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ).

Milli Eğitim Bakanlığı'na Ford Vakfı tarafından atanan bir danışmana göre, “Türk eğitim liderlerinin düşüncelerini şekillendirmeye yardım etmek” başlıca hedefti. Danışman, “Türkiye'nin, Yakın Doğu'da NATO'nun ana ileri karakolu olarak ABD'ye sadık kaldığını ancak karşı hareketlerin ortaya çıktığını ve kültürel değişimin yavaş olduğunu, çünkü Türklerin ırksal geçmişinin Doğu’ya ait olduğunu” vurguladı. “Doğulu zihin” bilginin kullanım amacıyla ilgi gösteriyordu, Ford uzmanlarının ele alması gereken ana mesele buydu.

Ford’un girişimleri modernleşme teorisine dayanmaktaydı ve ABD dış politikasıyla bağlantılıydı. Vakıf temsilcileri, Türk "kanaat önderlerini" Soğuk Savaş’ın gerekliliklerine göre şekillendirme konusundaki ilgilerini gizlemiyorlardı.

Temsilci Ankara'ya taşındı: Akademisyenler ve patronlarla ilişki kurdu

1950’lerin sonlarına doğru, Vakfın yatırım düzeyi kalıcı bir temsilci atayacak kadar arttı ve Eugene Northrop, Vakfın faaliyetlerini denetlemek ve yeni alanları belirlemek üzere Ankara’ya taşındı. Northrop’un çözümü üç maddeden oluşuyordu: “En iyi öğretmenleri alın, en iyi öğrencileri alın, en üst düzey bilimsel insan gücünü yetiştirin."

Kısa bir süre sonra 27 Mayıs 1960'ta darbe gerçekleşti. Bu belirsiz dönemde Northrop, müttefikler aramaya başladı.

Northop,Türk bilim insanlarıyla olan görüşmelerini yoğunlaştırdı. Listede Besim Tanyel, Saffet Süray, Adnan Sokullu, Ratıp Berker, Cengiz Uluçay, Bahattin Baysal ve Erdal İnönü vardı. Bu akademisyenler, öne çıkan bilim insanları olmanın yanı sıra uluslararası ağlarla da iyi bağlantılara sahipti.

Northrop'un müttefik aradığı bir diğer alan ise Türk iş dünyasıydı. Northrop bu dönemde Nejat Eczacıbaşı ve Behçet Osmanağaoğlu gibi patronlarla düzenli olarak yazıştı. Süreç içinde Türkiye'de bilimin ve eğitimin organizasyonunda iş dünyasının rolünün genişletilmesi fikri öne çıktı. Northrop'un görev süresi boyunca, Vakıf gerçekten de iş dünyası tarafından önerilen projeleri finanse etti.

Hükümetle görüşmeler başladı, proje hayata geçti

Northrop bir yandan da hükümetle görüşmelere başladı. Eğitim konularına ilgi duyan ve görüştüğü bilim insanlarıyla yakın temas içinde olan Millî Birlik Komitesi üyesi Sami Küçük’ü ziyaret etti. Daha sonrasında Küçük, Fen Lisesi’nin tamamen Northrop’un fikri olduğunu rapor etti:

“Bana … matematik ve fen derslerinde üstün başarı gösteren öğrencileri bir araya getirecek bir Fen Lisesi’nin, Türkiye’nin gelecekteki teknik personelinin yetiştirilmesi açısından son derece faydalı olacağını ve Amerikan teknolojisinin bu tür okulların mezunlarından geniş ölçüde yararlandığını söyledi.”

Fikirden etkilenen Küçük, Milli Eğitim Bakanlığı’nı bu fikri benimsemeye teşvik etti. Uzun müzakerelerin ardından proje onaylandı. Süreci denetlemek için oluşturulan komite, projeyi şöyle tanımladı:

“Her ülkenin en değerli varlığı insan kaynaklarıdır. İnsan kaynaklarının en önemli unsuru, kuşkusuz, yüksek yeteneklere sahip insanlardır. … Çok zor siyasi, sosyal ve ekonomik sorunları çözme gerekliliğiyle karşı karşıya kaldığımız zamanlarda ve hızlı gelişime ihtiyaç duyan ülkemizde, her zamankinden daha fazla yetenekli liderlere ihtiyacımız var.”

Böylece, Türk bilim insanlarının mesleki çıkarları, Vakıf kaynaklarının etkili kullanımı ve uluslararası organizasyonların etkisiyle şekillenen Fen Lisesi projesi, küresel bir trendin yerel bir ürünü olarak ortaya çıktı.

Hükümet inşaatın finansmanını AID fonları kullanarak üstlenmeyi taahhüt etti, projeye seçilen Türk profesörler ile öğretmenlerin ekipman masrafları, ABD seyahatleri, ders kitaplarının yazımı ve öğretmenlerin eğitim süreçleri ise Vakıf tarafından karşılandı.

Öte yandan uluslararası örgütler de bilim eğitimi alanında önemli aktörler haline geldi. OECD, UNESCO’nun da katkıda bulunduğu ABD ders kitaplarına yönelik reform projesini uluslararasılaştırdı. OECD temsilcileri 1961 ve 1962 yıllarında Türkiye’de matematik eğitimi hakkında görüşmeler yaptı. Reform projesinin ana temsilcisi de Northrop oldu.

Eleştiriler arttı: Amerikan projesi...

Bu dönemde Türkiye’de elit eğitim yerine kitle eğitimini destekleme çağrıları da ortaya çıkmaya başladı. 1963 yılında TBMM’de bir milletvekili, hükümetin neden böyle alışılmadık bir kuruma yatırım yaptığını sordu. Eğitim Bakanı Reşat Hatipoğlu’nun verdiği yanıt şu oldu:

“Hiçbir fedakarlık yapmıyoruz. Amerikalılar parayı veriyor. Okul Ford Vakfı tarafından donatılıyor… Bu okulu… lisede öğretmenlerimizi eğitmek için kullanacağız; burada gelişecekler. Bu yüzden bu fen lisesi hakkında endişelenmeyin. Amerikalılarla bir ilgisi yok. Bu Türk okulu. Eğitim İngilizce olmayacak ya da başka bir şey. … Bu sadece bir yardımdır.”

Eleştiriler, 1965 yılında tarihsel Türkiye İşçi Partisi’nin Meclis’e girmesi ve Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın kurulmasıyla yoğunlaştı. Bu eleştiriler, eğitim ve bilim eğitimi de dahil olmak üzere, projeye dair birçok varsayımı sorgulayan bir bakış açısıyla şekilleniyordu.

Türkiye Öğretmenler Sendikası Başkanı Fakir Baykurt, eğitimin yabancı denetime teslim edilmesine “Milli Eğitim Bakanlığı’nın Bütçeleme ve Planlama Bölümü’nde yabancı uzmanlar var, AID’de yabancı uzmanlar var, Fen Lisesi’nde yabancı uzmanlar var” ifadeleriyle tepki gösterdi.

Dönemin TİP milletvekili Yusuf Ziya Bahadınlı, Northrop’u Türkiye’yi bir test sahası olarak kullanmakla ve hükümeti Türk uzmanlarını Amerikalılara boyun eğmeye yönlendirmekle suçladı. Ancak projedeki en önemli meseleler ekonomik ve sosyal gerçeklerdi. Çünkü giriş sınavını geçen öğrenciler elit ortaokullardan geliyordu, dolayısıyla “geleceğin bilim insanları zengin çevrelerden seçiliyordu.” Bahadınlı eleştirilerini şöyle devam ettiriyordu:

“Yüzlerce zengin kişinin çocuklarını milyonlarca lira harcanarak kurulan ve tamamen Amerikalıların talimatlarına teslim edilen bir okulda toplamak; onları tüm insani temaslardan izole etmek; Amerika sevgisiyle dolu vatandaşlar yetiştirmek. Oysa bu çocuklar daha sonra Türkiye’de fırsat bulamadıkları bahanesiyle özellikle Amerika’da ‘ucuz iş gücü’ olarak çalıştırılacaklarsa, bu okul, hala okuma yazma bilmeyen on yedi milyon Türk insanını ve hala okul bulunmayan on altı bin köyü alay etmekten başka bir şey değildir.”

Bahadınlı, Fen Lisesi'nin arkasındaki formülün Türkiye'deki eğitimi özetlediğini belirterek “Fen Lisesi = Amerikan parası + Amerikan projesi + Amerikan ders kitapları + Amerikan uzmanları” dedi. Onu kesen başka bir milletvekilinin kısa sorusu ise tartışmayı siyasi bağlamına yerleştirdi: “Yani onları Amerika’dan değil de Moskova’dan mı getirmeliyiz?”

Devlet Planlama Teşkilatı: Bilinçli bir yaklaşımı temsil etmiyor

1966 yılında Northrop, Vakıf projeleri üzerine yapılan anket kapsamında değerlendirmelerde bulundu. Fen Lisesi projesini değerlendirmenin zor olduğunu belirten Northrop, projenin bir başarı olarak başladığını ancak başarısızlıkla sonuçlanabileceğini ifade etti.

1967'de Fen Lisesi materyallerini diğer okullara yaymak amacıyla bir komisyon kuruldu, Vakıf bu proje için de fon sağladı. Ancak bu girişim karışık sonuçlar verdi ve ironik bir şekilde, Fen Lisesi'nin statüsünde bir düşüşe neden oldu. Bu dönemde sağlık durumu kötüleşen Northrop, Türkiye'yi terk etti ve 1969'da öldü. Vakıf ise 1972'de Türkiye ofisini kapattı.

1979’da Devlet Planlama Teşkilatı tarafından bir rapor yayımlandı. Raporda Fen Lisesi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi ve Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurulu, yani Ford destekli üç projenin de beyin göçüne katkıda bulunduğu belirtildi. 1980’de Teşkilat’ın okul hakkındaki raporunda yer alan verilere göre de Fen Lisesi mezunlarının yaklaşık yüzde 30’unun yurt dışına taşındığını belirtildi.

Fen Lisesi’nin düşük sosyo-ekonomik statüye sahip bölgelerden neredeyse hiç öğrenci almadığının aktarıldığı raporda, “Bu kurum gerçek yaşamla uygun şekilde bağlantılı değil... Topluma ve kalkınmaya katkıda bulunma konusunda bilinçli bir yaklaşımı temsil etmiyor...” denildi ve her öğrencinin devlete, sıradan bir lise öğrencisinin 19 katı kadar maliyet getirdiği vurgulandı.

Ayrıca 1980 tarihli bir Ford Vakfı raporu, mezunların temel bilimler yerine mühendislik ve tıp kariyerlerini tercih ettiklerini ortaya koydu. Raporda, bilimin ekonomik büyüme üzerindeki etkisinin, 1960’larda varsayılandan daha uzun vadeli bir mesele olduğu belirtildi.

                                                             ***

Hızlı trenin dev ihalesi Çeçenler’e -Mustafa Bildircin/ Birgün

Ankara-İstanbul YHT Projesi’nin ihalesi, Zafer Havalimanı’nda tutmayan astronomik yolcu garantileri nedeniyle yüz milyonlarca avroluk ödeme alan IC İçtaş’a verildi. İhale kapsamında 707,6 milyon TL’lik anlaşma yapıldı.(https://www.birgun.net/haber/hizli-trenin-dev-ihalesi-cecenlere-546384)
                                                               ***
Erdoğan’ın ‘Buralar uçacak’ dediği Gabar’da sondaj kulesi devrildi: 1 ölü, 2 yaralı -soL-
Şırnak’ta Gabar Dağı’ndaki petrol sahasında sondaj kulesi devrildi; bir mühendis yaşamını yitirdi, iki işçi yaralandı. Üretim hedefine ulaşmak için işçilerin baskı ve mobbinge uğradığı belirtiliyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/erdoganin-buralar-ucacak-dedigi-gabarda-sondaj-kulesi-devrildi-1-olu-2-yarali-394286)
                                                                    ***

2019’daki 492 konutluk projeyi tamamlayamayan TOKİ, 2022 projesinin ihalesini bile yapamadı -Çağdaş Bayraktar/Cumhuriyet-

Hatay’da deprem öncesinin konutları bile teslim edilemedi. CHP’li Kara, “TOKİ işini zamanında yapsa yurttaş evsiz kalmayacaktı. Yurttaş, temel barınma hakkından mahrum bırakıldı” tepkisi gösterdi.(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/2019daki-492-konutluk-projeyi-tamamlayamayan-toki-2022-projesinin-2229687)

                                                                      ***

Tasarruf genelgesi lafta kaldı: 15 Temmuz için keseyi açtılar -Mustafa Bildircin/Birgün-
Türkiye’nin en borçlu belediyesi olan AKP’li Kocaeli Büyükşehir Belediyesi, 15 Temmuz için kesenin ağzını açtı. Belediye, yalnızca bir günlük organizasyon için AKP’li bir ismin şirketine 1 milyon 970 bin TL ödedi.(https://www.birgun.net/haber/tasarruf-genelgesi-lafta-kaldi-15-temmuz-icin-keseyi-actilar-546401)

                                                                             ***

Murat Kurum'un katıldığı etkinlikte Şanlıurfa Belediye Başkanı protokolden çıkarıldı -Birgün-

Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum'un katılımıyla Şanlıurfa'da gerçekleştirilen İl Koordinasyon Toplantısı’nda, YRP'li Büyükşehir Belediye Başkanı Kasım Gülpınar protokolden çıkarıldı. Gülpınar, toplantıda Kurum'un da aralarında olduğu konuşmacılara seslenerek "Malatya’da, Maraş’ta, Adıyaman’da da muhalefet partisi belediye başkanı aynı şekilde koordinasyon toplantısında burada değil de orada oturmuştu. Sizin söylediğiniz siyasi anlayış, siyasi ittifak baştan böyle başlarsa farklı bir muameleye tabi tutulursak, burada 350 bin kişinin iradesiyle Allah bize nasip etti, bu koltuğa oturduk” diye tepki gösterdi.(https://www.birgun.net/haber/murat-kurum-un-katildigi-etkinlikte-sanliurfa-belediye-baskani-protokolden-cikarildi-546373)
                                                                 ***