25 Temmuz 2024 Perşembe

Cumhuriyet "KÖŞEBAŞI" -25 Temmuz 2024-

 

Uçurumun kenarında ters takla -Ergin Yıldızoğlu-

Kasım seçimlerinde Demokratların ABD başkan adayı artık Kamala Harris. O ana kadar morali bozuk, enerjisi düşük, dağınık bir parti izlenimi veren Demokratlar aniden hareketlendiler, seçimleri kazanma umutları canlandı.

GÖNÜLLÜLER, DOLARLAR... ONAYLAR

Demokratik Parti’nin seçim kampanyasına yardım etmek için başvuran gönüllü sayısı günde 200-300 kişi düzeyinde seyrederken Biden’ın Harris’in adaylığını desteklemesinin ardında ilk 24 saatte başvuran gönüllü sayısı 28 bini geçmiş. Partinin seçim kampanyasına yapılan bağışlar ilk 24 saatte tarihsel bir rekor kırarak 93 milyon dolara ulaşmış. Dahası bu bağışın yüzde 60’ı bireylerin, yaklaşık 430 binden fazla kişinin katkılarından kaynaklanıyormuş. Büyük bağışlarda da tarihsel bir sıçrama gözleniyor. Demokrat Partiyi destekleyen Süper PAC (Political Action Committee- Bunlar, bağımsızlık taklidi yaparak adaylar için sınırsız bağış toplayabiliyor, sınırsız harcama yapabiliyorlar) bir günde 150 milyon dolar toplamış. 

Demokratik Parti’nin Bill Clinton, Hillary Clinton, Nancy Pelosi, Chuck Schumer gibi ağır topları, Alexandria Ocasio-Cortez, Ilhan Omar gibi  “radikal”  isimleri olmak üzere 186 temsilcisi, New York Belediye başkanı, 23 eyalet valisi, çok sayıda insan hakları örgütü ile George Soros gibi büyük bağış kaynakları da Harris’in adaylığını onayladıklarını açıkladılar. Bu yazı yazılırken  Barack Obama  ve Bernie Sanders henüz onaylamamışlardı. Obama, Kamala Harris’in, Ulusal Kongre’de bir “taç giyme töreniyle” değil, bir önseçimi kazanarak aday olmasını tercih ediyormuş. Sanders, “Sonunda ben onaylayacağım demiş”. 

İKİ KORKU BİR DİNAMİK

Tüm bunlar, Kamala Harris’in öne çıkmasıyla partide kazanma şansını artırabilecek bir canlanma başladığını gösteriyor. Bu seçimlerde, ilginç ama çoğu kez dikkatlerden kaçan bir dinamik de genel olarak Demokratlardan özel olarak Harris’ten yana çalışabilecek. Bu dinamik iki korku vektörünün bileşkesinde şekilleniyor.

Birinci korku, liberal demokratik devletin, daha önce de birçok kez değindiğim “ikili yapısıyla” ilgili. Bir taraftan günlük işleyişi yöneten ve anayasal düzenin bekasını güvenceye alan “pratik hükümet” (güvenlik, yargı, idari bürokrasi: Anayasaya sadık seçilmemiş uzmanlar). Bu, liberal entelijansiyanın ve diktatör heveslilerinin  “derin devlet” olarak adlandırdıkları ortak nefret nesneleridir. Öbür tarafta, halk oyuyla seçilen temsilcilerden oluşan parlamento ve “törensel hükümet” var. Liberal demokrasinin normal işlediği durumlarda bu “törensel”, sözde halkı temsil eden hükümetler gelir gider ama birincisi bakidirDemirel  “Hükümetler geçici devlet kalıcıdır” gibi bir şey derdi ya... Bu nedenle, seçilerek gelen diktatör heveslileri, bir “atanmışlar-seçilmişler” karşıtlığı yaratarak, liberal işbirlikçilerden de yararlanarak “pratik devleti” yıkmaya, ikili yapıyı kendi iradeleri altında “bir”leştirmeye, böylece anayasal düzeni (hukuk devletini) işlevsizleştirmeye başlarlar. Trump’ı destekleyen, “2025 Projesi” bu “yıkımın ve ‘bir’leşimin”  projesidir. Bu olasılık hem “pratik hükümetin” unsurları hem liberal demokrasiyi çıkarlarına daha uygun bulan sermaye kesimleri ve “özgürlükler”   korumak isteyen ilerici entelijansiya arasında büyük korku yaratıyor. 

İkinci korku, 2020’de Trump’ın seçim sonuçlarını kabullenmemesi sonucu oluşan kargaşanın ve istikrarsızlığın anılarıyla ilgili. Bu kez Trump, faşist eğilimi teknoloji baronlarının da desteğini alıyor, çok daha güçlü toplumsal bir harekete dayanıyor; Heritage Foundation’dan, yeni personel, “2025 projesi” gibi kurumsal destekler alıyor. Bu hareketin destekçileri, “2025 Projesi”nin kadroları, seçimleri kaybetmeyeceklerini, kaybederlerse bir iç savaştan korkmayacaklarını sürekli vurguluyorlar. Hem “pratik hükümette” hem kimi sermaye kesimlerinde ve halkta,  bir iç savaş korkusu, Demokratik Parti ve Kamala Harris liderliğine destek verebilecek bir direniş olasılığı içeriyor. 

Ancak Demokratik Parti’deki canlanma ve bu iki korku bileşkesi dinamik; Demokratlar seçimi eğer, kıl payı kazanırsa doğacak riskleri ortadan kaldırmıyor: Tüm bunlara bakınca ABD, bana bir uçurumun kıyısında sırtı uçuruma dönük olarak bir ters takla atmaya hazırlanan akrobatı anımsatıyor. Umarım başarır ve uçuruma düşmez!                                           /././

Faşizm ile kaos arasında -Ergin Yıldızoğlu-

ABD ikili bir yol ayrımında. Yollardan biri, Trump ve Vance’ın seçimleri kazanmasıyla “süreç olarak faşizmin” devleti dönüştürmeye başlamasına açılıyor. Öbür yol, Demokrat Parti’nin adayının seçimleri kazanma olasılığı ile ilgili. Bu durumda, Trump ve Vance arkasında birleşmiş GOP, faşist hareket seçim sonuçlarını kabul etmeyecek. Bu yol, bir siyasi hatta toplumsal bir kaosa açılıyor. 

BİRLEŞİKLER VE DAĞINIKLAR

GOP’un, karizmatik Trump ile entelektüel alet çantası zengin Vance’in arkasında birleştiği, dahası bu birliğin ataerkil ideoloji ve Hıristiyan milliyetçiliği zemininde (Tanrı, aile, cemaat, vatan) Latin Amerika kökenli Katolik göçmen seçmeni ve dini duyarlılıkları güçlü siyah erkekleri de kendine çekmekte olduğu görülüyor. 

Demokratik Parti’nin başkan adayı henüz kesinleşemedi. Biden’in bu hafta sonu çekileceğine ilişkin kimi söylentiler henüz gerçekleşmedi. Biden çekilse bile sonrası belirsiz. İlk bakışta, başkan yardımcısı Kamala Harris ideal (siyah, kadın, kocası Yahudi) bir aday. Ancak birçok gözlemci Harris’in Latin Amerikalı seçmenin ve siyah Hıristiyan ataerkil kültürün erkeklerinin kabul etmeyeceğini iddia ediyor. 

GOP seçmeni siyasi eğilimleri ve ideolojik yapıları açısından oldukça homojen bir küme oluşturuyor. Demokratlar ise hem siyasi eğilimleri hem de ideolojik özellikleri açısından dağınık, çok parçalı bir görüntü sunuyorlar. Demokratların nasıl bir sosyal ekonomik ve jeopolitik programı önerdiği belli değil. Buna karşılık, Vance’ın GOP Ulusal Kongresi’nde yaptığı konuşma, işçi sınıfının ekonomik, örgütsel duyarlıklarını sınıf nefretini, kültürel kaygılarını, korkularını da dile getiriyor, Hristiyanlık ve milliyetçilik üzerinden kapsayıcı bir kültür, yeniden yapılanma vaat ediyordu.

VANCE’IN VAATLERİ

Vance’in yoksul, beyaz bir işçi sınıfı çevresinden geldiği doğru, bunu anlatan kitabının içeriğinin otantik olduğu da. Ancak sonraki yaşamı bir tuhaf! Vance Irak’ta ordunun halkla ilişkiler bölümünde askerlik yapmış. Dönünce Yale Üniversitesi Hukuk Bölümü’nden diploma almış. Bu noktadan sonra bugüne kadar Vance hep faşist eğilimli, “gay”, teknoloji milyarderi Peter Thiel’in kanatları altında yaşamış: İlk iki işini Thiel ayarlamış. Kurduğu iki şirketi ve sonra senatör adaylığı kampanyasını Thiel finanse etmiş. Önceleri Trump için “Amerikan Hitleri”, gibi ifadeler kullanan Vance’ı Thiel elinden tutup Trump’a götürmüş. Trump destekleyini alan Vance senatör seçildi. Geçtiğimiz haftalarda Thiel’in yakın dostu Elon Musk Trump’ı aramış, başkan yardımcısı olarak Vance’ı önermiş. Konuşmanın ardından da Trump’ı destekleyen kampanyaya 45 milyon dolar transfer etmiş. Vance’ın yaşamı boyunca bir bukalemundan daha çabuk renk değiştirdiği anlaşılıyor. 

Vance konuşmasına, yaşamının işçi sınıfı köklerini özetleyerek “Washington’daki egemen sınıfın unuttuğu yerden geliyorum” diyerek başladı. “Benimki gibi küçük kasabalarda, ülkemizin diğer eyaletlerinde işler denizaşırı ülkelere ve çocuklarımız savaşa gönderildi”...“Ülkemiz ucuz Çin malları, ucuz yabancı işgücü ve etkisi gelecek on yıllarda duyulacak ölümcül Çin fentanili akınına uğradı”. “Irak’tan Afganistan’a, mali krizden büyük durgunluğa, açık sınırlardan, durgunlaşan ücretlere kadar bu ülkeyi yönetenler başarısız oldular. Ta ki Donald J. Trump adında bir adam ortaya çıkana kadar.”...“Bizim, büyük şirketlerin cebinde olmayan, sendikalı ya da sendikasız çalışanlara hesap veren bir lidere ihtiyacımız var”  diyerek devam etti: “Wall Street baronları ekonomiyi çökertti, Amerikalı inşaatçılar iflas etti. Ve sonra Demokratlar bu ülkeyi milyonlarca yasadışı yabancıyla doldurdu.” Vance’ın dünya görüşü üreten düşünce kuruluşlarından  American Compas’ın baş ekonomisti Oren Cass’a göre, o konuşmada “serbest piyasa”, “vergi indirimi”, “devleti küçültmek”, “sendika düşmanlığı” gibi temalar yoktu. Vance, “Finansa değil sanayiye vurgu yaptı”

Vance’in Hıristiyan milliyetçiliğini, kürtajı yasaklama niyetini, yabancı, özellikle Müslüman fobisini, seri yalanlarını, teknoloji baronlarıyla bağlarını saymazsak çok güzel bir konuşmaydı; Mussolini’nin 1921’de yayımladığı “Faşist Manifesto” gibi.

                                                         /././

Bir mermiyle birçok kuş -Ergin Yıldızoğlu-

Trump’ı hedef alan başarısız suikast girişimi ABD’de ve hatta dünyada yoğun bir tartışma başlattı, komplo teorilerini canlandırdı. O tetikçinin tüfeğinden çıkan mermi Trump’ı teğet geçti ama birçok kuşu birden vurdu. 

‘SÜREÇ OLARAK FAŞİZM’ HIZLANDI

Trump’ın başkan yardımcısı olarak seçtiği J.D. Vance’ın “Biden kampanyasının temel önermesi, Başkan Donald Trump’ın ne pahasına olursa olsun durdurulması gereken otoriter bir faşist olduğudur. Bu söylem doğrudan Başkan Trump’a suikast girişimine yol açmıştır” sözlerine bakınca, ilk vurulan kuşun antifaşist direniş olduğunu görebiliriz. Şimdi Trump önderliğinde ilerleyen  “süreç olarak faşizmin” projesine ilişkin siyasi gerçekleri açıklamaya çalışanlar  “terörizmi kışkırtma” suçlamalarıyla karşılaşacaklar.

İkinci vurulan kuş, Biden’ın kutuplaşmayı, karşı tarafa taviz vererek, kapsayıcı olmaya çalışarak azaltabileceğine inanan söylemiydi. Trump’ın, korumak için üzerine kapanan, güçlü kuvvetli gizli servis ajanları arasından sıyrılarak, kanlı yüzüyle, sıkılmış yumruğu havada “kavga, kavga” (fight, fight) diye bağırması tüm birleştirici çabaların boşuna olduğunu, ABD toplumundaki kutuplaşmanın tehlikeli bir noktaya doğru koştuğunu gösteriyordu.

Bir kuş da tabii, Biden’ın Trump’la yarışabileceğine ilişkin iddiaydı. Kısa bir süre Trump’a danışmanlık yapmış, Anthony Scaramucci’nin deyimiyle, Biden “adeta canlı bir kadavra” gibiyken, Trump, yumruğu havada, bayrak önünde, kendisini zapt etmeye çalışan ajanlara rağmen ayağa kalkabilecek güce, cesarete ve tutkuya sahip olduğunu gösterdi. O anı saptayan fotoğraf da dünya gazetecilik tarihine geçti. O fotoğraf seçim gününe kadar her gün, her an Trump’ın ne kadar canlı, Biden’ın ne kadar zayıf olduğunu kanıtlamak için kullanılacak.

Nihayet vurulan kuşlardan biri de genel olarak demokratik muhalefetin, zaten zayıf olan moraliydi. Biden’ın o tartışma fiyaskosundan sonra iyice zayıflayan, “Trump’ı durdurabiliriz” inancı yerle bir oldu. Biden’ı gönderme çabaları hızlandı. Şimdi iç çatışmalar daha da keskinleşecek. Seçime Biden’la gidilse, gidene kadar kim bilir daha ne “fiyaskolar” yaşanacak ve seçmeni sandığa götürmek daha da zorlaşacak. Bu dinamik Trump’ın kazanmasını kolaylaştıracak. Kararsızların hızla Trump’a yönelmeye başladığı ileri sürülüyor.

TRUMP SONRASI DA TAMAM

Bu, Trump’ın anayasal olarak (ayrıca, kazanırsa dönemini 82 yaşında bitirecek) katılabileceği son seçimler. Peki ondan sonra? Trump döneminde devlette ve toplumda, “Project 2025” doğrultusunda yaşanacak dönüşümleri, “faşistleşme”  sürecini, Amerikan faşizmi MAGA hareketinin liderliğini, kim devralacak?

Trump’ın Ohio’dan senatör J.D. Vance’ı başkan yardımcısı olarak seçmesi bu sorulara anlamlı bir cevap veriyor. J.D. Vance 39 yaşında bir “hedge fon”  yöneticisi Elon Musk, Peter Thiel gibi teknoloji-finans sektörü devlerinin desteğini alıyor. Daha önemlisi, Vance’ın büyük ilgi çeken ve Netflix tarafından uyarlanan  “Hillbilly Elegy” (Türkçeye “Taşralının” ya da bir Trakya deyimiyle  “Ağmaçyalının Ağıdı” -GPT de Ağmaçyalı sözcüğünün daha uygun olduğunda benimle aynı fikirde- olarak çevrilebilir) adlı biyografik romanının gösterdiği gibi Vance, faşist hareketin destekçisi beyaz/Hıristiyan işçi sınıfın, kır/küçük kasaba “alt sınıflarının” kültürüne, siyasi duyarlılıklarının ideolojisine, işsizlik, yoksulluk, tecrit edilmişlik, uyuşturucu bağımlılığı (Fentanyl) krizi gibi sorunlarının içinden gelerek yükselmiş biri. MAGA hareketi içinde çok saygı gören bir “faşist entelektüel”. J.D. Vance, Heritage Foundation tarafından Trump döneminde devlette yapılacak dönüşümleri hazırlayan “Project 2025”i destekliyor. Vance, “İşçi Partisi yönetiminde İngiltere’nin nükleer silahlara sahip ilk İslamist devlet olacak” diyebilecek kadar fanatik bir faşist.

Ve Vance, “Sezar’ın diktatörlüğünden önceki döneme atıfta bulunarak ABD’nin Roma İmparatorluğu gibi bir ‘geç cumhuriyet’ döneminde” olduğuna inanıyor”...  “Buna karşı koyacaksak, oldukça çılgın ve sıradışı olmamız, şu anda birçok muhafazakârın rahatsız olacağı bir yöne gitmemiz gerekecek” diyor (Washington Post). Belli ki Vance, Trump’a bakınca Mussolini’yi görüyor. Ve böylece, “Project 2025” fiilen başlamış oluyor.                                                                                                                                       /././

Çin’in barış yapma gücü -Mehmet Ali Güller-

Çin, 14 Filistin örgütünü uzlaştırarak tarihi bir iş yaptı. Daha önce 30 Nisan’da El Fetih ile Hamas’ı bir araya getiren Çin Dışişleri Bakanlığı, bu kez 21-22 Temmuz’da 14 Filistinli örgütün “birlik bildirisi” imzalamasına aracılık etti.

İmzalanan Beijing Diyaloğu bildirisi, ABD-İsrail stratejisini bozacağı için kritik önemde. Zira ABD ve İsrail, Filistin’deki ayrılığı, iki parçalılığı, iki yönetimliliği bir avantaj olarak kullanıyordu yıllardır. Ayrıca ABD, İsrail-Filistin meselesini tekeline alarak İsrail lehine bir çözümsüzlük dayatıyordu.

İşte Çin’in hamlesi hem meseleyi ABD’nin tekelinden kurtarmanın yolunu açmış oluyor hem de Filistin’de birlik sağlanmasının zeminini oluşturuyor.

ÇİN, İRAN-SUUDİ BARIŞINI SAĞLADI

Bu başarı Çin’in artık küresel düzeyde bir “barış yapma” gücüne ulaştığına işaret ediyor. Ve barış masası kurma gücü, çoğu zaman savaş çıkarma gücünden daha önemlidir. 

Anımsayalım: Çin bir yıl önce, 10 Mart 2023’te büyük bir sürprizle İran ile Suudi Arabistan’ın barış yapmasına aracılık etmişti. Ortadoğu açısından çok önemli bir adımdı o barış. Çünkü ABD İran-Suudi Arabistan karşıtlığı üzerinden Ortadoğu’da oyun kuruyor, İran karşıtlığı üzerinden İsrail-Körfez cephesi kurmaya çalışıyordu. 

Çin Dışişleri Bakanlığı, CIA Direktörü William Burns’ün ifadesiyle “ABD’yi gafil avlayarak” Tahran-Riyad barışı sağlamış, bu da hızla bölgeye Körfez-İran normalleşmesi getirmişti.

UKRAYNA DIŞİŞLERİ BAKANI ÇİN’DE

Çin’in etkili bir “barış yapma” gücüne dönüştüğünün bir başka işaretini de Ukrayna cephesinde görüyoruz. ABD, Ukrayna’da “uzun savaş” stratejisi uyguluyor. “Uzun savaş” üzerinden Rusya’yı yıpratmayı, “uzun savaş” üzerinden Avrupalı müttefikleri kendi stratejisine mahkum etmeyi, “uzun savaş” üzerinden askeri endüstride ve enerjide büyük kazançlar elde etmeyi hesaplıyor. 

Çin ise ABD’nin “uzun savaş” stratejisinin karşısına “yararlı barış” programı koymuş durumda. Çin Dışişleri Bakanlığı, “barış yapma” gücünün etkisiyle Ukrayna Dışişleri Bakanı Dimitri Kuleba’yı misafir etmiş durumda. Kuleba, 24-26 Temmuz tarihleri arasında yetkililerle barışı görüşecek. 

İlk gün Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi ile görüşen Kuleba, Çin’in barışı ve uluslararası düzeni korumak için oynadığı aktif rolü takdir ettiklerini belirterek Çin ile Brezilya’nın “Ortak Anlayışlar” belgesini incelediklerini ve Rusya ile müzakereye hazır olduklarını söyledi. Kuleba, müzakerenin akılcı, somut, adil ve kalıcı barışı amaçlaması gerektiğini belirtti (CGTN Türk, 24.7.2024).

BRICS’in iki ortağı Çin ve Brezilya, mayıs ayında “Ukrayna Krizinin Siyasi Çözümüne İlişkin Ortak Anlayışlar Belgesi”ni yayınlamıştı. 

Bu arada Ukrayna’nın “Müzakereye hazırız” mesajı, Moskova’da olumlu karşılandı. Kremlin Sözcüsü Dmitri Peskov, “Ukrayna’nın müzakere mesajının Rusya’nın yaklaşımıyla uyumlu olduğunu” belirtti (AA, 24.7.2024).

TÜRKİYE’NİN ÖNÜNDEKİ FIRSAT

Çin’in hem İsrail-Filistin cephesinde hem de Ukrayna-Rusya cephesinde barış arayan ve tarafları barış için bir araya getiren tutumu, çok kutupluluğun inşasında yeni bir aşamaya işaret ediyor. 

Dünya, özellikle de Küresel Güney, Çin’in “barış yapma” gücünün avantajlarından önümüzdeki yıllarda çok daha fazla yararlanacak. 

Biz mi? Çin’in “barış yapma” gücünden, Kuşak ve Yol İnisiyatifi’nden ve ABD’ye karşı denge oluşturmasından, KKTC başta birkaç alanda yararlanabiliriz. Tabii buna uygun politikalar üretebilirsek...

                                                     /././

Askeri üsse karşı mescit -Mehmet Ali Güller-

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Kıbrıs Barış Harekâtı’nın 50. yıl töreninden dönüşte, uçakta gazetecilerin sorularını yanıtlarken çok vahim bir karşılaştırma yapıyor. 

Gazeteci, KKTC Bayındırlık ve Ulaştırma Bakanı Erhan Arıklı’nın açıklamasını anımsatıyor önce: “Güney Kıbrıs, Yunanistan’la Larnaka kıyılarında deniz üssü inşa etme girişiminde. ABD ve AB ile anlaştıkları haberleri çıktı ve yalanlanmadı.”    

Gazeteci, ardından Arıklı’nın “Kuzey Kıbrıs’ta Türkiye’yle anlaşarak deniz üssü kurma zamanı geldi” beklentisini de aktararak soruyor: “Deniz ve hava üssü kurulması kısa zamanda söz konusu olur mu?” 

Erdoğan’ın bu net soruya yanıtı ise şöyle: “Adada Kuzey Kıbrıs Cumhurbaşkanlığı binasıyla, Kuzey Kıbrıs Parlamento binası inşaatını yapıyoruz. Yanında da oraya hizmet verecek gayet güzel bir mescit yapılıyor. Herhalde bu üslerden daha önemli bir şey yok. Onlar askeri üs yapıyor, biz siyasi üs yapıyoruz” (AA, 21.7.2024) 

Böylece Kıbrıs konusunda Türkiye’nin en vahim politikalarını izleyen ve son yıllarda düzelttiği iddia edilen Erdoğan, “Yunan deniz üssüne karşı Türk mesciti” politikasıyla kırık dolu Kıbrıs karnesine bir kırık daha eklemiş oldu! 

DENKTAŞ’I TÜRKİYE’DEN KOVMAYA KALKTILAR

Üstelik Erdoğan’ın Kıbrıs’daki hataları, telafi edilecek taktik hatalar da değil, stratejik düzeyde hatalardı. Karşılığı, Rumların Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla 1 Mayıs 2004’te AB’ye katılması oldu. Böylece Kıbrıs meselesi, garantörler Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin meselesi olmaktan, fiilen AB’nin meselesi olmaya dönüşmüş oldu. 

Özetle AKP’nin Annan Planı’nı desteklemesi, stratejik düzlemde bir hataydı ve bedeli ağır oldu. O süreçte Annan Planı’na karşı Rauf Denktaş çırpınıyor, Türkiye’deki havayı değiştirmek için toplantılara katılıyordu. Başbakan Erdoğan ise ne yazık ki Denktaş’ı Türkiye’den kovmaya bile kalkmıştı, “Ne anlatacaksan git Kıbrıs’ta anlat” demişti. 

Bakmayın bugün iktidarın 50. yıl ve Denktaş söylemlerine. O yıllarda AKP-FETÖ-liberaller Denktaş’a karşı birleşmişti. Öyle ki Denktaş’ın adını Ergenekon  iddianamesine bile koymuşlardı! 

TOPRAK VERME VE ASKER ÇEKME TAVİZİ

Şimdilerde unutuldu ama o yıllarda toprak vermeye bile hazırlardı. Örneğin 2004 yılında, ABD’de, Harvard Üniversitesinde şöyle diyordu Başbakan Erdoğan: “Adanın şu an yüzde 36’sı KKTC’nin yaşam alanıdır. Belli bir oranda toprak verebiliriz. Biz garantör ülke olarak tavsiye ederiz. KKTC bu yaklaşımı gösterir” (Hürriyet, 31 Ocak 2004). 

Sırf AB’den müzakere tarihi alabilmek için, KKTC’den Türk askerini bile çekmeye hazırlardı! Örneğin o süreçte Erdoğan, KKTC Başbakanı Mehmet Ali Talat ile 5 bin Türk askerini çekme formülünü bile görüşmüştü (Barkın Şık, Milliyet, 14.6.2004). 

AKP’nin Kıbrıs’taki teslimiyetçi politikasını anlamak için Batılı diplomatların anılarına bakmak bile yeterli aslında. Örneğin İngiliz diplomat Peter Westmacott’un, kitabında, “başta Türk limanlarının ve havaalanlarının açılmasını öngören Ankara Protokolü’nün imzalanması olmak üzereBaşbakan Erdoğan ile Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ü nasıl tek taraflı ödünler vermeye ikna ettiklerini ve Türkiye’ye verilen sözlerin ne kadar havada kaldığını” yazması ibretliktir (E. Büyükelçi Süha Umar, Cumhuriyet, 15.9.2021). 

ERDOĞAN YENİ TAVİZLERE AÇIK

Peki Erdoğan Kıbrıs politikasındaki tüm hatalarından döndü mü? 15 Temmuz’dan sonra Kıbrıs konusunda değiştiği söyleniyor. Öyle mi peki? 

6-7 Temmuz 2017’de CransMontana’da hangi tavizlerin verildiğini KKTC’li gazeteci Sabahattin İsmail açıklamıştı. Daha geçen yıl Erdoğan “Samimiyetimizi Annan Planı dahil, şimdiye kadarki tüm süreçlerde gösterdik, gerekirse yine gösteririz” demişti (AA, 24.7.2023). 

Erdoğan, gerekirse yeni tavizler verebileceğini açık açık söylüyorken ve “askeri üsse karşı mescit” politikası açıklıyorken elbette hiçbir şeyin garantisi yoktur. Dahası ana muhalefet partisinin Kıbrıs politikası da bundan pek ileride ve olası tavizleri frenleyebilecek nitelikte değildir ne yazık ki.

                                                      /././

ABD’nin Karadeniz-Kafkasya planı -Mehmet Ali Güller-

Washington’da yapılan son NATO Liderler Zirvesi’nin sonuç bildirisindeki bir madde, AK-Medya tarafından AKP’nin başarısı olarak nitelendi. Zira bildirinin 31. maddesinde 1936 tarihli Montrö Sözleşmesi’ne atıf vardı. 

Doğru, vardı ama çarpıcı bir detayla... 

“Karadeniz’in güvenliği, emniyeti, istikrarı” denilirken araya “seyrüsefer özgürlüğü” kavramı da eklenmişti!

ABD’NİN ‘SEYRÜSEFER ÖZGÜRLÜĞÜ’ KURNAZLIĞI

Oysa Montrö Sözleşmesi, tam da Karadeniz’in güvenliği için savaş gemilerine “seyrüsefer özgürlüğünü” sınırlamanın sözleşmesidir. Karadeniz’de savaş gemileri için “seyrüsefer özgürlüğü” yok, “seyrüsefer kısıtlılığı” var. 

Elbette bunu en iyi bilen de “özgür/açık Karadeniz” isteyen ABD’dir. ABD, 75 yıldır Karadeniz’e “sınırsızca” girebilmek için “açık kapılar” bulma peşindedir. 

Dahası ABD için Karadeniz stratejik bir hedeftir; Arktik Okyanusu’ndan Doğu Akdeniz’e indirdiği “yeni demir perde”de Karadeniz kritik önemdedir. 

Öyle olduğu için de ABD, daha Ukrayna savaşı bile ortada yokken bu hedefini ince ince o zamanki NATO bildirisine işaretlemişti.

NATO BİLDİRİSİNDEKİ KARADENİZ HEDEFLERİ

Bugünü anlamanın önemli kılavuz metinlerden biri NATO’nun 14 Haziran 2021 tarihli bildirisidir. 

ABD NATO bildirisine iki kritik madde eklemişti:

1) NATO üyeleri, üyelikleri gerçekleşene kadar Ukrayna ve Gürcistan’la ikili ilişkilerini, özellikle de askeri ilişkilerini geliştirmelidir.

2) NATO, Karadeniz bölgesinde bir bütün olarak karada, denizde ve havada daha çok varlık bulundurmalıdır. 

ERMENİSTAN’DA PENTAGON TEMSİLCİSİ

ABD Ukrayna üzerinden Rusya’ya açtığı Batı cephesine ek olarak bir de Kafkasya’da Güney cephesi açmaya uğraşıyor ama bunda bir türlü başarılı olamadı. Saakaşvili’nin Ukrayna’dan dönerek ayaklanma başlatmaya çalışması Tiflis’in kararlı duruşuyla boşa çıkarıldı. Gürcistan hükümeti devamını önlemek için “Yabancı Acente Yasası”nı çıkardı.

ABD şimdilerde bir de Ermenistan kartı oynamaya çalışıyor. Ermenistan Dışişleri Bakanı Ararat Mirzoyan Washington’daki NATO Zirvesi’nin etkinliklerine davet edildi. Ardından ABD ordusunun Ermenistan Savunma Bakanlığı’nda temsilci bulunduracağı gündeme geldi. ABD Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Uzra Zeya  haberi doğruladı ve ABD ile Ermenistan arasında “yeni bir stratejik aşamanın başladığını” söyledi.

İKİ BÖLGESEL ADIM İHTİYACI

ABD bu hamlesiyle ikili bir hedefi sağlamaya çalışıyor:

1) Rusya’ya karşı Güney cephesi açmaya uğraşıyor.

2) Astana üçgeni (Türkiye-Rusya-İran) arasına kama gibi girmeye çalışıyor. 

Tam da bu zamanda, Astana üçgeninin en önemli gündemi olan Ankara-Şam normalleşmesi konusunda ABD’nin tutum açıklaması da önemli. ABD Dışişleri Bakanlığı “Türkiye ile Suriye arasındaki normalleşme çabalarını desteklemediğini”  açıkça ilan etti.

Bu durumda yapılacaklar ortada ve net: 

1) Ankara-Şam normalleşmesini başlatmak, hızlandırmak. 

2) 3+3 platformunu (Türkiye-Rusya-İran) + (Azerbaycan-Gürcistan-Ermenistan) hayata geçirmek.

Görüldüğü üzere Türkiye’nin NATO üyeliği, NATO’nun Türkiye’yi hedef almasını önlemiyor! Çare içinde değil, NATO’nun dışında olmakta...

                                                          /././
Bilimin dine, dinin bilime ihtiyacı yok (I) -Özdemir İnce-

Değerli okur, 1 Ocak 2000 ile 1 Nisan 2022 tarihleri arasında Hürriyet  gazetesinde 22 Nisan 2012 ile 2 Haziran 2014 tarihleri arasında Aydınlık  gazetesinde yazdım. Alet çantamı açıyorum başlıklı yazı ile 18 Eylül 2018 günü Cumhuriyet  gazetesinde yazmaya başlamışım. 2014 ile 2018 arasında değerli dostum, yol arkadaşım Alev Coşkun, Cumhuriyet Gazetesi Vakıf Yönetim Kurulu’na beni iki kez önerdi. İkisi de reddedildi. 2014 ile 2018 arasında benimsediğim bir gazetede yazı yazmak olanağı bulamadığım için artık kapalı olan kendi internet sitemi (özdemirince.com) kurdum. Burada gazete yazısı boyutlarını aşan daha özgür, daha derinlikli yazılar yazdım. Bu yazılar da bir gün kitap(lar) olacaklar. Birincisi hazır, adı “Aynaları Kırmak”.
Size bugün 5 Haziran 2017 günü o sitede yayımlanan “Bilimin dine, dinin bilime ihtiyacı yok” başlıklı yazıyı beş bölümlük dizi olarak öneriyorum. Yazı bağımsız bölümlerden oluşmadığı için birbirinin devamı olacak. Dilerim sizleri hayal kırıklığına uğratmam.

BİRİNCİ BÖLÜM

Dinlerin kutsal kitapları (Tevrat, İncil, Kuran) bilim (matematik, fizik, kimya, biyoloji, astronomi, vb.) kitapları değil, ahlak kitaplarıdır. Din kitaplarındaki dünyanın oluşumuyla ilgili çelişkili bilgiler gerçeklerle ilgili bilgiler karşısında bilimsel olarak kanıtlamaz. Allah var mı, yok mu soruları saçmadır. Dindarlara göre, ne Allah (Tanrı) ne peygamberler ne de kutsal kitaplar tartışılabilir. Doğrudur! Ancak din adamları, dinsel inançlara, kutsal kitaplara bilimsel anlam ve içerikler sokarak  “tartışılmaması gerekenler”i tartışılır hale getiriyorlar ki bu saçmalamaktır. Din adamlarının bilimsel kanıtlar üretme çabalarını bir yana bırakıp dinlerin ahlaki içerik ve amaçlarıyla ilgilenmeleri gerekir ama “ahlaksız” (ilkesiz) oldukları için, iktidarların, zenginlerin hınk deyicileri oldukları için, böyle bir şey yapamazlar. Yapabilselerdi, hırsızlığın günah olduğunu söylemekle yetinmezler, bu dünyadaki hırsızları parmaklarıyla gösterirlerdi.

“Her şeyi bilen, her şeyi kapsayıp içeren Kuran” iddiası ne zaman başladı, bilemem. Ancak Avrupa karşısında bilim ve teknik olarak geri kalmanın inkâr edilmez gerçekleri (teselli olarak) ortaya çıkmaya başlamasıyla olmalı. Bir başka tuzak daha var: İslam son dindir, Hz. Muhammed son peygamberdir, Kuran son kutsal kitaptır, bu nedenle en mükemmeldir dogması. İslam son din olabilir, Hz. Muhammed son peygamber olabilir ama Kuran indiği (ya da yazıldığı) dönemin bilgisinin dışında gelecek çağların bilgisini içermesi mümkün değil. Bilgi elde etme yollarını “ilham”a bağlayan Gazali“Çünkü Kuran her şeyi ihtiva eden bir okyanustur” 1 der. Ve ekler: “Ey oğul, gramer, aruz, şiir, astronomi, belagat, tıp, mantık, kelam gibi bilimleri okumakla, Tanrı’nın rızasının aksi yönde ömrünü kaybetmekten başka ne kazandın?... Ey oğul, bilgi edinmek için okuyarak, kitapları inceleyerek, nice geceler uykusuz kaldın, uykuyu kendine haram ettin. Bunun nedeninin ne olduğunu bilemem. Eğer amacın, dünyalık elde etmek, onun nimetlerini toplamak, mevki ve makam kazanmak ve arkadaşların arasında üstünlük sağlamaksa yazıklar olsun sana. Yok eğer amacın, peygamberin şeriatını yaymak, ahlakını düzeltmek, kötülüğü emreden nefsine hâkim olmak ise müjdeler olsun sana.”2

Gazali’nin yukarıda sunulan bilgi ve bilim karşısındaki eleştirel söylemi ve bilgi karşıtı tutumu bilime yönelmiş bilim insanlarından çok, bilimle pek fazla ilgisi olmayan halkı bilimden uzak tutmaya dönük olarak algılanabilir; onun bilginleri değil, çok fazla bir şey bilmesi gerekmeyen halkı inançlarında kuşku doğuracak, onların dünyevi uğraşlarla ilgilenmesini engelleyecek bir çaba içine girmekten uzak tutmaya çalıştığı söylenebilir.3

                                                                        ***

1 Dr. Hasan Aydın, Gazzâlî Felsefesi ve İslam Modernizmine Etkileri, Naturel Yayıncılık, 2006, s.118-119.

2 Dr. Hasan Aydın, İslam Düşünce Geleneği’nde Din-Felsefe ve Bilim, Naturel Yayıncılık, 2005. s.198.

3 Age., s.198.

                                                                             /././

Dış kaynak yük, yükümlülüktür - Öztin Akgüç-

Albert Einstein“Aynı denemeleri yaparak farklı sonuçlar beklemek budalalıktır” diyor. Bizim ekonomi alanında uygulamalarımız da, Einstein’ın 

savını doğruluyor. Yabancı kaynak girişi ile ekonomik sorunların çözüleceği beklentisi, saplantısı bu örneklerden biri.

Türkiye, II. Dünya Savaşı yıllarında kısıtlı dış alım yapabildiğinden, ihracat, özellikle maden, krom ihracı yoluyla, dış ticaret fazlası vererek ödeme aracı olarak altın birikimi yaptı. DP, iktidara geldiğinde hazır altın stokunu kullanarak, ithalat yoluyla yapay bolluk yaratarak başarı görüntüsü yarattı. Ancak yapay bolluk, Bretton Woods sistemi de yürürlüğe girmiş olduğundan bir Amerikan Doları; 2 lira 82 kuruş sabit kuru üzerinden ucuz ithalat uzun süremedi. 1952 yılı ortalarından sonra sorunlar belirlenmeye büyümeye başladı. DP, 1954 yılında 5224 sayılı “Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu” ile petrol kanununun yürürlüğe girmesiyle sorunların çözülebileceği sanısının sonuç vermesi üzerine 1958 istikrar programını uygulamak zorunda kaldı.

Dış kaynak, yurtdışı yerleşiklerden kaynak girişi, (i) doğrudan yabancı sermaye yatırımı, (ii) maddi, reel varlıkların el değiştirmesi, (iii) finansal varlıkların el değiştirmesi (iiii) borçlanma, yurtdışı yerleşiklerin talep hakkının artması (ıv) bağış, yardım, yurtdışından kesin dönüş yapanların beraberindeki varlıklar yoluyla olmaktadır.

Doğrudan yabancı sermaye yatırımı, mal veya hizmet üretecek yeni tesis, işletme kurulması mevcut bir tesisin üretim kapasitesinin genişletilmesi, modernizasyonu, faaliyete geçirilmesi amacıyla yurtdışından getirilen nakdi sermaye ile makine donanım, alet şeklinde aynı sermayeyi kapsar.

Yabancı sermaye yatırımının görünür en belirgin yükü dışarıya kâr ve sermaye transferi yoluyla getirdiğinden daha fazla kaynağı geri götürmesidir. Gerçekte yükü, maliyeti, sakıncası görünür olmandan çok daha fazladır. Girdilerinin bir bölümünü yurtdışından getiriyorsa yüksek fiyat, transfer fiyatlandırması uygulamasıyla örtülü kâr transferi de yapar; piyasada başat hâkim konumunu kötüye kullanarak, yerli özellikle küçük firmaları piyasadan dışlayarak, geri girişleri de önleyerek fiyat liderliği yaparak rekabeti sınırlar. Osmanlı döneminde de gözlemlendiği gibi siyasal olarak kendi ülkesinin çıkarlarını koruyan baskı aracı oluşturur.

Yabancı sermaye maden işletmeciliğinin sosyal maliyeti ise çok daha yüksek olmaktadır. İlke olarak madenlerin işletilmesi kamu hizmeti, ülkenin doğal servet ve kaynakları da devletin tasarrufu altındadır. Ancak Özal döneminde 1985 yılında çıkarılan maden kanunu ile yabancı sermayeye de maden işletme ruhsatı verilmekte ve süre 60 yıla kadar uzatılabilmektedir. Maden işletmeciliği gerekli koruyucu önlemler alınmadığında arıtma tesisleri kurulmadığında doğa yıkımı, çevre kirliliği yaratmakta, toprağı verimsizleştirmekte, geriye posa (taş, toprak, atık) yığınları bırakarak sosyal maliyeti çok yüksek olmaktadır. Göz boyamak, ikna edebilmek için altın istihracından söz edilmektedir. Siyanür kullanılarak sağlık sorunları da yarattığından altın çıkarılmasının ülkeye sosyal maliyeti çok daha yüksek olmaktadır. Altın istihracı ile bir ülke zengin olabilseydi, herhalde Güney Afrika dünyanın en zengin ülkesi olurdu. Altın çıkarılmasının ülkeye maliyeti yaygın yoksulluk doğal güzellikler yerine posa yığınları, yapay tepeler olmuştur. 

Ülkenin maddi varlıklarının, tesislerinin yabancılara satışıyla, katma değer yaratılmamakta, üretim kapasitesi genişlememekte yalnız mülkiyet el değiştirmektedir.

Yüksek faiz düşük kurla ülkeye sıcak para girişi özendirilmekte, portföy yatırımı dense de sıcak para beklentilerin değişmesi, daha yüksek geliri sağlayan piyasalar görüldüğünde ülkeyi hızla terk etmekte, maliyeti yüksek olduğu gibi istikrarsızlık da yaratmakta.

Dış kaynak, dış borçla sorunlarını çözmüş, kalkınmış, tek ülke örneği dahi olmamasına karşın, dış kaynak girişi, söylemiyle çözümsüz oyalamaya sürmektedir.

                                                              /././

Lozan düşmanlığı ve psikopolitik saldırı -Sinan Meydan-

“Bu antlaşma (Lozan), Türk milleti aleyhine, yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması’yla tamamlandığı sanılmış büyük bir suikastın yıkılışını bildiren bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasi zafer eseridir.” (Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk)

 24 Temmuz 2024; tam bağımsız, üniter ve laik Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin atıldığı Lozan Barış Antlaşması 101 yaşında. Türkiye’de Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarının öteden beri en çok çarpıtıp hakkında akla ziyan yalanlar ürettiği yakın tarih konularının başında Lozan Barış Antlaşması gelmektedir. 

LOZAN DÜŞMANLIĞININ KISA TARİHİ

Türkiye’de Lozan Antlaşması’na yönelik saldırılar özellikle 1960’larda arttı. Atatürk, İnönü ve Cumhuriyet düşmanlığıyla kaleme sarılan Kadir Mısıroğlu’nun kitaplarının ve Rıza Nur’un hatıralarının 1960’larda piyasaya çıkması, bu dönemde İslamcı yayımların sayısının artması, Lozan dezenformasyonunun (çarpıtmasının) da artmasına yol açtı. Aslında “Lozan’ın gizli protokolleri!” ve “Lozan’da Yahudi parmağı!” gibi asılsız komplo teorileri ilk kez, tescilli bir laik Cumhuriyet karşıtı Necip Fazıl Kısakürek’in yönetimindeki Büyük Doğu dergisinde, 1949’da başlayan bir yazı dizisinde gündeme getirildi. Bu tür Lozan yalanlarının kaynağı, 1923-1950 yılları arasında milletvekilliği de yapan İbrahim Arvas’ın hatıra notlarıydı. O zaman  “Dedektif X Bir” mahlasıyla bir yazı dizisine konu olan bu Lozan yalanları, 1960’larda “fesli tarihçi” Kadir Mısıroğlu’nun “Lozan Zafer mi Hezimet mi?” adlı kitabına kaynaklık edecekti. Mısıroğlu ve diğer siyasal İslamcılar, Atatürk, İnönü ve Cumhuriyet düşmanlığı ile Lozan’ı çarpıtmak için hayali senaryolar, hatta hayali konuşmalar uydurdular. Örneğin, Lord Curzon’un Lordlar Kamarası’nda söylediği iddia edilen ancak parlamento tutanaklarında olmayan; “Asıl bundan sonradır ki, Türkler bir daha eski satvet ve şevklerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları maneviyat ve ruh cephelerinden söndürmüş bulunuyoruz. Artık bunun üzerine her şey apaçık anlaşılıyor, değil mi?” şeklindeki uydurma ifadeler, yıllarca Lozan’ı ve Lozan’ı yapanları karalamak için kullanıldı. (1) 

Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı fesli tarihçi Kadir Mısıroğlu’nun bu tür hayali senaryolarla dolu “Lozan Zafer mi Hezimet mi?” adlı kitabı, yıllarca, Lozan Barış Antlaşması’nı itibarsızlaştırmak isteyenlerin adeta “kutsal kitabı” oldu. Peki, ama Lozan karşıtlarının iddia ettikleri gibi Türkiye Lozan’da büyük tavizler verdi mi? 

LOZAN ZAFERDİR

Tek taraflı olarak dayatılmayan hiçbir ikili ve çok taraflı antlaşmada tarafların her istediğini elde etmesi mantıken olanaksızdır. Eğer karşılıklı bir müzakere süreci söz konusuysa her iki tarafın da kazanç ve kayıpları olacaktır. Aksi halde anlaşmak mümkün değildir. Lozan masasının da çoklu bir müzakere masası olduğu dikkate alındığında -üstelik her iki tarafın da iki ayrı savaşın kazanan tarafı olarak bu masaya oturdukları düşünüldüğünde- Türkiye’nin veya Müttefiklerin tüm isteklerine ulaşması zaten olanaksızdı. Ancak Lozan’da Türkiye’nin kazanımları ile Müttefiklerin kazanımları karşılaştırıldığında Türkiye’nin mutlak bir başarı elde ettiği görülmektedir. Her şeyden önce Türkiye Lozan’da “taviz vermeyeceğim” dediği üç temel konuda (kapitülasyonlar, Ermeni yurdu ve askeri sınırlamalar) taviz vermedi. Diğer konularda ise Müttefik cepheye karşı kora kor bir mücadeleyle isteklerinin çoğunu almayı başardı. Çünkü Türkiye’nin istekleri haklı, meşru ve gerçekçi isteklerdi.

                                              Ulus, 24 Temmuz 1939, s.1

Sevtap Demirci’nin deyişiyle Lozan’da “Misakı Milli neredeyse tamamıyla gerçekleşti; Trakya ve Güney sınırları, Musul dışında, Misakı Milli’de tanımlandığı gibiydi. Savaş tazminatı ödenmedi ve bir Ermeni devleti kurdurulmadı. Kapitülasyonlar kaldırıldı ve Fransızlarla İtalyanlar umdukları elverişli iktisadi ve mali koşulları elde edemediler. Her ne kadar Türkiye boğazlar üzerinde tam denetime sahip olmasa da nihai bağımsızlığını ve egemenliğini tehdit eden birçok koşul kaldırıldı. Yunanistan ile Türkiye arasında planlanan nüfus mübadelesi gerçekleşti. Osmanlı borçları, kendisinden sonra kurulan devletler arasında paylaştırıldı. Yalnızca Musul sorunu çözümsüz kaldı ve Milletler Cemiyeti’ndeki görüşmelere havale edildi.” (2)

                                               
Akşam, 24 Temmuz 1939, s.1

Son tahlilde, 1923 koşullarında Lozan Barış Antlaşması’ndan daha iyi bir antlaşma imzalamak olanaksızdı. Koşullar dikkate alındığında Türkiye’nin Lozan’daki başarısını “zafer” olarak adlandırmak hiç de abartılı bir değerlendirme değildir. 

ULUSAL TRAVMAYI BİTİREN ANTLAŞMA

Lozan Barış Antlaşması’nın gözden kaçan belki de en önemli özelliği, Türklerin, yüzyılı aşkın bir zamandır devam eden yenilgiler, bozgunlar, katliamlar ve ölümlerden kaynaklı büyük travmasını bitirmesidir. Lozan’ı “Türk zaferi” yapan asıl neden de budur. 

Özellikle 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan 1919-1922 Kurtuluş Savaşı’na kadar devam eden yıkıcı savaşlar sırasında hayatını kaybeden ve kaybedilen topraklardan göç etmek zorunda kalan insanların sürekli anlatılarak güncelliğini koruyan acıları bir travmaya dönüşmüştü. Bu travma, her şeyden önce Türk insanının kendine güvenini ve güvende olma duygusunu kaybetmesine yol açmıştı. (3)        

Osmanlı’nın son dönemlerinde Türklerin toplumsal travmasını besleyip büyüten nedenlerden biri de “hasta adam” stigmasıydı. Savaş ve toprak kaybeden, her bakımdan geri kalmış, kapitülasyonlarla, dış borçlarla iliklerine kadar Batı’ya bağımlı hale gelmiş, adeta ölümü bekleyen Osmanlı Devleti’ne -ilk kez 1853’te Rus çarı Nikolay’ın adlandırmasıyla- “hasta adam” adı verilmişti. “hasta adam” stigması, Türklerin travmasını kronikleştirmişti. Çünkü emperyalist Batı, ölümünü beklediği hasta adamın mirasını paylaşmaya hazırlanıyordu. İşte Lozan Barış Antlaşması, bu “hasta adam” stigmasını paramparça ederek Türklerin travmasını bitirdi. Bir anlamda Lozan, Türklerin iyileşme sürecini başlattı. (4)

Bu bağlamda Deniz Ülke Arıboğan ve Hadiye Yılmaz Odabaşı’nın, “Travmadan Zafere: Lozan Antlaşması’nın Psikopolitiği”, “Psikopolitik İşlevi Açısından Lozan Antlaşması Nasıl Okunmalı” başlıklı ortak makalelerinde ve “Travmadan Zafere: Türk Ulusal Kimliğinin Psikopolitik Hikâyesi” adlı ortak kitaplarında ileri sürdükleri Lozan’ın “seçilmiş zafer” olduğu tezi dikkat çekicidir. “Seçilmiş zafer, büyük grup üyelerini bir araya getiren, başka bir gruba karşı elde edilmiş başarı ve zafer duygusunun zihinsel tasarımıdır.” Seçilmiş zafer, toplumların öz saygılarını geri kazanmalarında, ulusal kimliğin inşa edilmesinde, devletlerin uluslararası alanda eşit ve egemen olarak kabul görmelerinde doğrudan etkiye sahiptir. Bir seçilmiş zafer olarak Lozan Barış Antlaşması da “Erken Cumhuriyet Devri ulusal kimliğin inşasında ve sonraki devirlerde de bu kimliğin güçlendirilmesinde önemli işlevler yüklenmiş taşıyıcı sütunlardan birisi olmuştur.” (5)

Lozan Barış Antlaşması, yüzyıldan fazla bir zamandır devam eden yenilgilerin, kayıpların, katliamların, bağımlılıkların, aşağılanmaların ve “hasta adam” diye damgalanmanın yarattığı travma toplumundan, tam bağımsız, eşit, egemen zafer toplumuna geçin simgesidir. Cumhuriyeti kuranlar, Türkün büyük travmasına son veren Lozan Barış Antlaşması’nı, zafer toplumunun sembolü olarak kabul etmişti. Çünkü Lozan, uluslararası toplum tarafından da bir “Türk zaferi” olarak görülüyordu. Bu çerçevede Lozan’ın yıl dönümleri 1950’lere kadar “Lozan Günü” ve “Lozan Barış Bayramı” olarak kutlandı.  

Türkiye, Lozan Barış Antlaşması ile uluslararası sistemin “eşit bir parçası” olarak kabul gördü. Arıboğan ve Odabaşı’nın deyişiyle Lozan, Türk toplumu üzerinde yarattığı psikolojik tatmin duygusuyla hem revizyonist istekleri engelledi hem de yarattığı kalıcı barışla ve topluma verdiği umutla Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının geçmişin ağır travmasına saplanıp kalmasını önleyerek geleceğe yönelmelerini sağladı. Bu nedenle Lozan Barış Antlaşması’nı, maddelerindeki kazanımlarla değerlendirmek yeterli değildir. Lozan’ı Türkiye için gerçekten zafer haline getiren maddelerindeki kazanımlardan ziyade antlaşmanın kendisinden önceki büyük travmaya son vermesi ve toplumu yenilmişlik, ezilmişlik ve aşağılanmışlık duygusundan kurtarmasıdır. Lozan, Türkleri, “hasta adam” damgasından ve ona eşlik eden tüm olumsuz duygulardan kurtararak kolektif bilinçte “zafer toplumu” duygusunun yerleşmesini sağladı ve ulusal kimliği güçlendirdi. Böylece yüz yıldan fazla bir zamandır devletin ve toplumun ruhsal ve fiziksel bütünlüğünü bozan travmatik süreci bitiren iyileştirici bir etki yarattı. (6) 

LOZAN’A YÖNELİK SALDIRININ AMACI

Bütün bu anlatılanlar bağlamında Lozan’a yönelik planlı saldırıların psikopolitik amaçları olduğu göz ardı edilmemelidir. Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı Kadir Mısıroğlu ve takipçilerinin “Lozan hezimettir” tezi, -antlaşmanın içeriğinden bağımsız olarak- Türk ulusuna ve Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik psikopolitik bir saldırıdır. Bu saldırının hedefi Lozan’ı itibarsızlaştırarak, Türk ulusunun Lozan’la elde ettiği “zafer toplumu” algısını kırmaktır. Lozan’ın, travma toplumundan zafer toplumuna geçişi sağlayan bir eşik olduğu dikkate alındığında, Lozan’a yönelik bu psikopolitik saldırının, Türk ulusunu yeniden eski travmasıyla karşı karşıya bırakarak “hasta adam” stigmasını canlandırmayı amaçladığı anlaşılmaktadır. Türk ulusuna ve Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik bu çok tehlikeli ve sinsi saldırı, 1949’dan beri aralıksız devam ediyor. Bu saldırının asıl hedefi sanıldığı gibi Lozan Antlaşması değil, Lozan’ın yarattığı “Yeni Türkiye” ve Lozan’ın yarattığı yeni toplumsal psikolojidir. Lozan’ın yarattığı “Yeni Türkiye”, tam bağımsız, egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olduğu, üniter, laik, çağdaş bir Cumhuriyettir. Lozan’ın yarattığı yeni toplumsal psikoloji ise zafer toplumuna özgü kazanmanın haklı gururu, kendine güven, ulusa inanç, geleceğe umutla bakma, barış ortamında çalışarak toplumsal birlik bütünlük içinde yükselme, gelişme, kalkınma gibi olumlu değerlerle yüklüdür. Lozan’a yönelik saldırının psikopolitik amacı işte bütün bu olumlu değerlerle yüklü toplum psikolojisini yerle bir ederek Türkiye Cumhuriyeti’ni çökertmektir. Hedef, tam bağımsız, üniter, laik Türkiye Cumhuriyeti’dir. 

Lozan Günü’müz, Lozan Barış Bayramı’mız kutlu olsun. 

Not: 11 yıldır üzerinde çalıştığım LOZAN kitabımın yakında sizlere ulaşacağını da duyurmak isterim. 

KAYNAKÇA-DİPNOTLAR

1- Resul Babaoğlu, “Lozan Hafıza Savaşları: Karşıtlar Ne Dediler?”, Toplumsal Tarih, Temmuz 2023, S.355, s.43.

2- Sevtap Demirci, Belgelerle Lozan, Alfa Yayınları, İstanbul, 2011, s. 198.

3- Deniz Ülke Arıboğan-Hadiye Yılmaz Odabaşı, “Travmadan Zafere: Lozan Antlaşması’nın Psikopolitiği,” 100. Yılında Lozan Barış Antlaşması, İBB Yayınları, İstanbul, 2023, s. 1146-1150.

4- Arıboğan-Odabaşı, s. 1153-1154.

5- Deniz Ülke Arıboğan-Hadiye Yılmaz Odabaşı, “Psikopolitik İşlevi Açısından Lozan Antlaşması’nı Nasıl Okumalı?”, Toplumsal Tarih, S.355, Temmuz 2023, s. 47.

6- Arıboğan-Odabaşı, “Psikopolitik İşlevi Açısından Lozan Antlaşması’nı Nasıl Okumalı?”, s. 50-51; Arıboğan - Odabaşı, “Travmadan Zafere: Lozan Antlaşması’nın Psikopolitiği”, s. 1162.

(CUMHURİYET)

    






Birgün "KÖŞEBAŞI" -25 Temmuz 2024-

 

Kadın, erkek, tüm İranlılar köklü bir değişim istiyor -İbrahim Varlı-

Reformist aday Pezeşkiyan’ın seçilmesinin bir hafta sonrasında İran’dayız. Kafamızda bin bir soruyla adeta bir kapalı kutu olan ülkeye ayak basıyoruz. İranlıların reformist adaydan beklentileri neler? Sorunlarla boğuşan ülkede içeride ve dışarıda nasıl bir hat izlenecek? Restorasyon mümkün mü? Çelişkilerle dolu ülkede başı açık kadınların sayısı dikkat çekici. Sosyolog Shahzadeh N. İgual’e göre kadınlar, erkekler, İranlılar her alanda reform bekliyor.

Reformist olarak tanımlanan “ılımlı muhafazakâr” Mesud Pezeşkiyan’ın cumhurbaşkanlığına seçilmesinin bir hafta sonrasında İran’dayız. Kafamızda bin bir soruyla ayak basıyoruz ülkeye. Zira 5 Temmuz’da sürpriz şekilde sertlik yanlısı muhafazakâr adayları geride bırakarak seçimden galip çıkan Pezeşkiyan’ın neler yapacağı hem içeride hem de dışarıda büyük merak konusu. Herkesin yanıtını aradığı sorular aşağı yukarı benzer; İran’ı nasıl bir dönem bekliyor? Kelimenin tam manasıyla bir “kapalı kutu” olan ülkede yeni bir dönemin kapıları mı aralanıyor? İranlıların “reformist” adaydan beklentileri neler? İçeride ve dışarıda nasıl bir hat izlenecek? Pezeşkiyan’ı cumhurbaşkanlığına getiren toplumsal ve siyasal koşullar neydi? Neden ve nasıl “reformist” bir aday seçimi kazanabildi? Son NATO Zirvesi’nde de görüldüğü üzere Amerika’nın açıkça hedef aldığı ülkede neler oluyor?

Soruları daha da çeşitlendirmek mümkün, ama esas kafamızı karıştıran şuydu; Rejim nasıl oldu da Pezeşkiyan’a izin verdi? Bir yılı bulan Mahsa Amini protestoları İran’da ne tür değişimlere yol açmıştı? Aylar süren bu kitlesel protesto dalgasının muhafazakâr adaylar arasında örtünme zorunluluğunu eleştiren, internet kısıtlamasının kaldırılmasını savunan Pezeşkiyan’a seçimi kazandırdığı yönündeki değerlendirmeler baskındı.

RESTORASYON MÜMKÜN MÜ?

Tam da bu etkenler nedeniyle tüm gözler içeride, dışarıda pek çok sorunla cebelleşen İran’da Tebriz’den gelen gelerek Tahran’ın dümenine oturan Pezeşkiyan’ın üzerinde. Amerikan yaptırımları altındaki ülke bir taraftan İsrail’in savaşı yayma stratejisinin odağında, diğer taraftan da derin bir ekonomik ve toplumsal kriz sarmalının içinde.

Dini lider Hamaney’in de “reformist” Pezeşkiyan’a yol vererek rejimin restorasyonuna çalıştığı yönünde değerlendirmeler vardı. Ekonomik zorluklar ve temel hak ve özgürlüklere yönelik baskılar nedeniyle İranlıların çoğu seçimi boykot etmeyi planlıyordu. Bunu gören Hamaney’in Pezeşkiyan’a yol vererek rejimi bir meşruiyet krizinden kurtardığına dair yorumlar fazla. Rejimin temel taşlarına dokunmadığı müddetçe, toplumun farklı kesimlerine hitap edebilecek, ama müesses nizama meydan okumayacak bir cumhurbaşkanına ihtiyacının Pezeşkiyan üzerinden sağlandığı ifade ediliyordu. Pezeşkiyan'ın ılımlı profilinin, sistemden rahatsız İranlıları yatıştırması hedeflenenler arasındaydı.

2012’den bu yana bu İran’a üçüncü gidişim. Son olarak 2014’te yine bir yaz sıcağında Tahran, İsfahan, Kum kentlerini kapsayan bir ziyarette bulunmuştum. Gezi direnişinin hemen sonrasıydı. Bu süre zarfında neler olup bittiğini kıyaslama fırsatım da olabilecekti.

BÜTÜN ÜLKE YAS İÇİNDE

Türkiye Yazarlar Sendikası (TYS) üyesi yazar Shahzadeh N. İgual’in davetiyle Tasua Aşura adı verilen Şiiler’in matem törenlerinin yerinde gözlemlemek için bu ülkedeyiz. Tasua ve Aşûra olarak bilinen Muharrem ayının dokuzuncu ve onuncu gününde dünyada olduğu gibi İran'ın dört bir yanında da matem törenleri düzenleniyor.

Şunu vurgulamak gerek, gördüklerimiz sınırlı. Çünkü matem günleri dolayısıyla ülkede 2 günlük resmi 4 günlük bir tatile denk geliyoruz. Yeni cumhurbaşkanının hala kendi kabilesini kuramadığı ülkede Pezeşkiyan’ın seçilmesiyle matem günleri üst üste biniyor. İlk iki gün tüm ülkede hayat adeta duruyor. Her yer ve her şey kapalı. Tüm ülke matem törenlerine odaklanıyor. Biz de sokakların nabzını tutuyoruz.

Havalimanından ara sokaklara her yerde matemi simgeleyen siyah bayrak, flamalar ve pankartlarla donatılmış. Gerek Pezeşkiyan’ın henüz yönetimini oluşturmaması gerekse de Şii teolojisinin en önemli mateminin en önemli iki gününe denk gelmemiz beklenilen politik yanıtları almamıza mani oldu. Politik görüşmeler yerine kültürel bir geziye evrildi haliyle ziyaretimiz. Matem Pers yani İran kültürünün bir parçası. Şii teolojisinin en önemli ritüellerinden. Ancak öncesi de var.

Tahran’da ve ülkenin ikinci büyük kenti İsfahan’da değil sadece tüm ülkede hayat geceleri akıyor. Aşırı sıcaklar nedeniyle gündüzler bir nevi “siesta”lara dönmüş, iş ve sosyal yaşam akşamları yaşanıyor. Parklar, caddeler, sokaklar insan kalabalıklarıyla doluyor. 86 milyonluk ülke adeta akşamları yaşıyor. Bu durum İran’a özgü değil sadece, diğer Ortadoğu ve Akdeniz Havzası ülkelerinde de durum benzer. Malum aşırı sıcaklar ülkeleri kavuruyor, dayanılacak bir sıcaklık değil.

Gençler, kadınlar kentlerin ortasındaki kafelerde alkolsüz mojito eşliğinde derin sohbetlere dalıyor. Buralarda da başı açık kadınların güvenli duruşları uzaklardan hissedilebiliyor. Matem törenlerinde de motorlara binmiş, araç kullanan başörtüsüz genç kadınlar dikkatleri üzerine çekiyor. Sivil polislerin, Besicler’in varlığı kimseleri korkutamıyor.

EKONOMİ ANA ÖNCELİK

Peki Pezeşkiyan ne yapacak, nasıl yapacak? İranlılar Pezekşiyan’ın önceliğinin iç sorunlar yani ekonomi olacağı kanısında. Ekonomiyi düzeltmek için çalışacağını kaydediyorlar. Dış politikada, Ortadoğu’daki stratejide, ABD ile nükleer anlaşma gibi gerilimli konularda çizilen rotanın dışına çıkmayacağı görüşü hakim. Yeni cumhurbaşkanının nükleer çalışmalarda, dış politikada ve bölgedeki silahlı gruplara verdiği destekte ciddi bir değişikliğe yol açması beklenmiyor. Belli bir toplumsal tabana yaslanmayan Pezişkiyan’ın on yıllardır çizilen dış politik hattın dışına çıkması oldukça zor. İçerideki tepkileri dindirecek adımlar atmaya gayret edecek.

Uzun bir süredir yönetime karşı oluşan tepkinin dindirilmese de törpülenmesi açısından bu adımların atmasına izin de verilecektir. Tabi bu arada Tahran’ın Batı ile diyaloğunu açık tutması, yapabilirse gerilimi azaltması beklentiler içinde.

KADINLAR KORKU DUVARINI AŞMIŞ

Binlerce yıllık medeniyete sahip İran son 40 yıldır Şii teolojisi esas alınarak yönetiliyor. Kadınların kapanması zorunlu, içki, kumar yasak. Ancak kadınların yıllardır süren mücadeleleri o muhafazakar katı sistemde önemli gedikler açabilmiş. Başı açık kadınların sayısı dikkat çekici. Parklar, bahçeler, kafeler başı tamamen açık ve sadece saçının bir kısmını örten kadınlarla dolu. Korku duvarı aşılmış, rejim esnemek zorunda kalmış. Kuzey Tahran’daki tekkede konuştuğumuz 20 yaşındaki Nima Asgelyan temel sorunun Amerikan yaptırımlarının derinleştirdiği ekonomi olduğunu söylüyor. Ekonomik sıkıntılar toplumu kuşatmış. Herkes kirada, evler pahalı. Pezekşiyan’ın ekonomiyi düzeltmek için çalışacağını kaydediyor.

Şii teolojisiyle yönetilen ülkede kadınlar katı sistemde gedikler açmaşı başarmış. Tahran, Kashan ve İsfahan’da çok sayıda başı açık kadına rastlamak mümkün.

∗∗∗

KADINLARIN KAZANIMLARI UZUN MÜCADELENİN ESERİ

Pezeşkiyan seçildi, İranlıların temel beklentileri nedir?

İranlıların üzerinden durduğu en önemli konu pahalılık ve enflasyon. İnsanlar İran’ın içinde kayda değer reformlar istiyorlar. Kadınlar, erkekler, İranlılar her alanda reform istiyorlar. Eğitimde reform, sosyal yaşamda reform, yaşam tarzlarına yönelik müdahalelerde reform bekliyorlar. Halk kendisine sahip çıkılmasını istiyor. Bunu da söylemeden geçemeyeceğim, eğitimde reform derken, daha temel reformlardan söz ediyoruz. Yoksa İran’ı organ nakli ameliyatlarinda dünyanın ilk üçüne, nanoteknolojide  dünyanın ilk beşine, matematik alanında yine ülkeyi hatrı sayılır rütbelere yükselten çoğunlukla İran’da eğitim görmüş insanlardır.

Bu irade mi Pezeşkiyan’ı seçtirdi?

Pezeşkiyan’a kazandıran da bu değişim, reform iradesiydi. Nokta atışı reformlar getirilmesini savunuyorum.

Ne kadar reformist, ne kadar farklı, neyi, ne kadar yapabilecek?

Yeşil dalga içindeki isimler de sözde muhafazakârdı ama ılımlı muhafazakârlardı. Pezeşkiyan reformist bir muhafazakâr.

          Shahzadeh N. İgual - Sosyolog, Yazar

Dış politikada bir değişim bekleniyor mu?

İranlıların büyük kısmı, yüzde 60’dan fazlası, müzakerelerin başlamasını, ambargonun kalkmasını istiyor. Batı ile ABD ile flörtü istiyorlar, buna karşı değiller. Ancak İranlılar Batı’ya büyük tavizler verilecek bir müzakerelerden yana değil. A’dan Z’ye her maddeye “evet” demeden kendi çıkarlarını savunarak masada durulmalı.

Amerikan/Batı ambargosu ülkeyi nasıl etkillledi?

Ambargo esasında İran’ı daha güçlü yaptı, kendi sanayisini silahını, ilacını, arabasını, uydusunu, teknolojisini yarattı. Bu yönüyle ambargo İran’a yaradı. Tabi diğer taraftan da dünya ile bağını kopardı, ki bu sosyoekonomik çerçevesinde hiçbir ülkenin tercih etmeyeceği bir dayatma sistemidir.

Başı açık kadınların sayısı dikat çekici. Kadınlar korku duvarını yıktı mı?

Buna açıklık getirmek çok önemli; bu kazanımlar sadece son bir yıldaki protestoların neticesi değil. Onun öncesinde de uzun yıllardır devam eden bir mücadelenin sonucu. İranlı kadınlar son yıllarda başını zaten örtmemeye başlamıştı. Yıllardır gelip giderim bunu somut olarak gözlemleme, görme imkânım oldu. Dünya sadece Mahsa Amini eylemleri sonrası bu değişiklikleri fark etmeye başladı, kazanımlar daha belirgin görülmeye başlandı.

İran siyah giyenler ülkesi adeta!

Aksine, İran renkler ülkesidir. Newroz’da yeşil, Çelle Gecesi’nde (Yelda Gecesi. Mitra’nın doğuşu) kırmızı olur. Caddeler, sokaklar, meydanlar ve dahi evlerin içi bu renklerle bezenir. Yiyecek ve içecekler bile rengarenk olur. Ancak siyah, tarih öncesinden bu yana İran’in matem rengi olmuştur. İranlılar aslında beyaz giyerler. Ta ki İran mitolojisinin en önemli şahsiyetlerinden biri olan Siyaveş’in ölümüne dek… Onun ölümü milattan çok öncesinden günümüze değin uzanan bir mitolojik hikaye. İranlılar genellikle beyaz giyerlerdi çünkü Zerdüştlüğün rengi beyazdır. Siyaveş’in ölümünde ilk kez siyah giymeye başladılar, antik dönemde. Zamanla bu renk matem rengi olarak asırlar boyunca kültürel bir aktarım misali günümüz kadar geldi. Hz. Hüseyin’in öldürülmesi, Kerbela vakası, İran-Irak Savaşı… Siyah tercihi yazılmamış bir kanun gibidir, “matemin rengi siyahtır." Yani sorunuzun yanıtı, siyah İslamiyetten önce de var olan İran kültürünün matem rengidir.

                                                         /././

Tünelden mağaraya, mağaradan mezara -Kaan Sezyum-

Trump mermiden kaçmış, Biden adaylıktan çekilmiş, Kamala yerine gelmiş. Oy bakalım oyalar mı?

Köpekler ölsün denilmiş, insanlar isyan etmiş... Türkiye merhametini bulacak mı?

Soylu bıyık bırakmış, Akşener kırmızıya boyatmış… Bakalım saçlar çıkacak mı?

Varlık barışı, imar affı derken, paralar aklandı, çökenler çöktü, depremlerde onbinler toprak altında kaldı, suçlular suçsuz çıktı, olan ölene oldu. İşte hayatımız.

Yaşamanın hayatta kalmak olduğu bir ülkeden iyi günler dilerim. Gününüz artık nasıl iyi geçecek bilemiyorum. Belki bir top dondurma alabilirsiniz evladınıza, belki yolda yürürken elektriğe kapılıp ölürsünüz, belki bir mafya hesaplaşmasının arasında kalırsınız, belki bir cemaat evinde başınıza bir şeyler gelir… Belki de işleriniz iyi gider. Cinayet işler, salınır; içeri alınır sonra bırakılır; adam döver elinizi kolunuzu sallayarak dolaşırsınız. Belki çakarlı araçlarla yollarda gazlarken havaya sıkarsınız, belki tanesi bin liraya lahmacun yanında konyak içersiniz, belki lüks arabanızda kertenkele müzikleri dinlerken stori atarsınız, belki bir güzellik yapıp güzellik salonunda kara para aklarsınız. Sonuçta burası fırsatlar ve fırsatçılar ülkesi Türkiye. Bizim iki günümüz Finlandiya’nın bir yıllık gündeminden daha yoğun.

∗∗∗

Haliyle böyle bir ülkede çocukluktan itibaren yetişen birim vatandaş da bir noktada ülkenin gündeminin radyasyonunu yedikçe acayipleşmeye başlıyor. Bir zamanlar öyle ya da böyle uygulanan kanunlar, hukuk, adalet, giderek yerini hukuksuzluk, adaletsizlik ve “adamına göre muameleye” yerini bırakınca, haliyle vatandaşı da böyle bir ülkede hayatta kalabilmek için artık hayatını “kuralına” göre oynamaya başlıyor. Kuralların olmadığı, saçma sapan bir hayatın sizi beklediği, her günün bir öncekinden daha da karanlık ve zor geçtiği bir yerde, giderek karanlıklaşan bir tünelde, çıkıştan günden güne uzaklaşırken tünelin mağaraya, mağaranın da mezara dönüştüğü bir hayat döngüsü içine giriyoruz ister istemez.

İstemiyoruz, kabul etmiyoruz ama bir yandan da tamamen bezmiş, korkmuş ve ürkmüş durumdayız. Gösteri ve protesto hakkının kriminalize edildiği, üç öğrencinin yan yana gelmesinin “olay” sayıldığı, bir yerde basın açıklaması yapan vatandaşların iki katı güvenlik görevlisinin görevlendirildiği, beğenilmeyenin, istenilmeyenin hemen yasaklandığı, kapkaranlık bir tünel. Tünelin sonundaki ışık ise pamuk beyazı…

Zamanında da ifade edildiği gibi: Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde iktidara sahip olanlar, gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri, şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakruzaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir…

∗∗∗

Tabii tam durumumuzu tanımlayan bu satırlar bir yana, idarecilerimize kameralarımızı uzatsak, onlara göre tüm dünya bizi kıskanıyor, dünya yalan söylüyor ve daha mutlu olamayız… Cambaz ipte oynamaya devam ediyor, hokkabaz şapkasından bir tavşan daha çıkarıyor. İşaret edilen yere değil, yıllardır parmağa bakıyoruz. Baka baka hipermetrop olduk, şaşı olduk.

Eski bir arkadaşımın da dediği gibi: “En azından hayattayız, bu da bir şey abi.”

Ne olursa olsun, yaşamaya mecburuz. Güzel günler göreceğiz, belki yarın belki yarından da yakın. İnsanlık kazanacak, sevgi kazanacak, hayat kazanacak. O gün geldiğinde güneşe doğru süreceğiz güneş yağlarımızı. Şimdi bir kutusu 700 lira olmuş, hayatta alınmaz. Günü geldiğinde alırız artık.

                                                               /././

Önce Saray’a şimdi 154 kişiye -Nurcan Bilge Gökdemir-

Bahçeli, görüntüde KKTC konulu basın toplantısında, CHP Genel Başkanı Özgür Özel ve Sinan Ateş davasının görüldüğü mahkemeye şikayet edilen 154 kişiye sert mesajlar verdi. “Ateşle oynuyorsunuz” dediği Özel’in konuşmalarına Bahçeli, “Bölücü ağzı, deli saçması” diyerek tepki gösterdi. Mahkemenin kabul etmediği şikayet dilekçesinde ismi bulunan 154 kişiyi de siyah kapaklı fişleme dosyasını göstererek “Kimin hangi gün, hangi saatte ne konuştuklarını, MHP’ye hangi hakaretler yaptıklarının toplamını dosyaladık. Hukuk önünde hesaplaşacağız” diyerek uyarmayı sürdürdü.

SEÇİM GÜNDEMDE YOK

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin sürpriz bir şekilde partisinin genel merkezinde basın toplantısı düzenleyeceği haberi Ankara’da bir heyecan dalgasına yol açtı. Bahçeli’nin siyasi geçmişine damgasını vuran sürpriz erken seçim çıkışları ve ittifakın ilişkilerinde sık sık görünür olan karşılıklı güvensizlik ve yaşanan zorlu süreci dikkate alanların ilk aklına "Seçim mi diyecek?” sorusu geldi. Öncelikle bu sorunun bugünkü siyasi konjonktürde çok da isabetli bir soru olmadığını belirtelim.

Halk desteğinin azaldığı yerel seçimlerde rakamlarla görünür olan ve seçim sonrası da erimenin sürdüğü Cumhur İttifakı’nın önündeki dört yıllık süreci mümkün olan son gününe kadar kullanmaktan başka bir çaresinin olmadığı ortada. Erdoğan’ın normalleşme arayışları, Sinan Ateş cinayeti ile ilgili adresi belirsiz delillerin birbiri ardına ortalığa dökülmesine karşın Bahçeli’nin köprüleri atma noktasına gelmemesi de bu zoraki ittifakı sürdürme kararlılığını defalarca gösterdi. Muhalefetin 31 Mart’ta rejim değişikliği isteğini oylarıyla gösteren ve seçim sonrası yaşamı daha da zorlaşan milyonların bu talebini yükseltecek ataklıkta politikalar izlemediğini de belirtmemek eksiklik olur.

BİR DE SİYAH DOSYA

Sinan Ateş cinayetinin siyasi ayaklarının olabileceğini işaret eden deliller ortaya saçıldıkça Bahçeli’nin dosyalarla simgeleştirdiği tepkisi sürekli artan bir dozda sertleşiyor.

Bahçeli ilk dosyayı Sinan Ateş’in eşi Ayşe Ateş’in katillerin bulunmasını istemek üzere Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na çıkmasından önce gösterdi. Bahçeli “Allah bana yeter” yazılı bir yüzük taktığı eliyle tuttuğu dosya ile çektirdiği fotoğrafı sosyal medya hesabından yayımladı. “Adres Erdoğan” yorumlarının yapıldığı dosyalı yüzüklü fotoğraftan sonra ikinci dosya “MHP’yi hedef alıyorlar” iddiası ile suçlanan 154 kişi için geldi.

Sinan Ateş cinayeti ile ilgili açıklamalarından dolayı şikayet edilen isimler arasında yer alan CHP Genel Başkanı Özgür Özel’e yönelik sert ifadelerle başladı basın toplantısına Bahçeli.

BİLİNDİK SUÇLAMA

Bahçeli, Sinan Ateş  mahkemesine sunduğu şikayet dilekçesinin ilk sırasına konumlandırdığı Özgür Özel’i bilindik propaganda yöntemlerini kullanarak suçladı.

CHP’nin DEM Parti ile Türkiye’nin bölünmesi konusunda kapalı devre işbirliği halinde olduğunu hatta siyasi ortaklık kurduğunu savunarak ironik bir şekilde “Ateş”le oynadığını söyledi.

Bununla da yetinmedi, “Köksüz, kötü niyetli müflis, emperyalizmin piyonu, yalancı, aymaz” diyerek sürdürdü suçlamalarını…

Özel’in “Normalleşme”, Erdoğan’ın ise “Yumuşama” demeyi tercih ettiği sürece duyduğu tepkiyi ağır dille ifade eden Bahçeli bilerek ya da bilmeyerek bu süreci “yumuşama” diye niteleyerek eleştirdi. “Yumuşama dayatması altında Türkiye’nin, Türk siyaset ve demokrasi sisteminin ilkelerinden uzaklaşması, gene yumuşama dekoru altında ihanetin ve melanetin aklanma ve temize çıkarma uğraşları stratejik bir tuzak olarak karşımızdadır. Bu tuzağın kurnaz mimarı da dış güdümlü zillet cephesidir” dedi.

Her iki nitelemeyi birden kullanarak bu sürecin “Zemzem diye ikram edilen baldıran zehri” olduğunu söyledi.

Buradan Kıbrıs Barış Harekatı’nın 50’nci yıldönümü dolayısıyla görüşlerini açıklamaya geçen Bahçeli, metinden okuduğu açıklamalarını bu konuyla tamamladı.

İSTEDİĞİ SORU GELMEDİ

Bundan sonrası gazeteciliğin içine sürüklendiği kötü durumu bir kez daha gözler önüne seren bir şekilde gelişti. Gazetecilere soru beklediğini ifade etti ama sorular gündemin iç siyasetteki en sıcak konularından değil de ABD seçimleri ve hayvanların katlinin önünü açan yasal düzenlemeden geldi. Basın toplantısını izleyen hiçbir gazeteci aralarında 63 meslektaşlarının da bulunduğu 154 kişilik şikayet dilekçesine ilişkin soru sormadı.

Bunun üzerine Bahçeli sorulmayan soruya yanıt vermek zorunda kaldı. Sinan Ateş davasını etkilemeye çalıştıkları, MHP’yi hedef aldıkları gerekçesiyle mahkemeye şikayet edilen 154 kişi bir kez daha hedef tahtasına konuldu. Elindeki siyah kaplı dosyayı açan Bahçeli, bu 154 isimle hukuk önünde hesaplaşacaklarını şöyle anlattı:

“Bazı çevreler, 2024 yılının içerisinde MHP’ye karşı çok büyük haksızlıklar, itiraflar, küçük görmeler, suçlamalarda bulunmuşlardır. Bunların toplamı 154 kişidir. MHP olarak bunu hatırlatmak istiyorum. Televizyonda kabul etmediğimiz şahsiyetler var. Kimin hangi gün, hangi saatte ne konuştuklarını, MHP’ye hangi hakaretler yaptıklarının toplamını dosyaladık. Günü geldiğinde bu dosya faaliyete geçecektir.”

‘ETKİ AJANLIĞI’NIN İŞARETİ

Mahkemenin reddettiği dilekçenin Bahçeli’nin adres gösterdiği yeni adresi belirsiz. Ancak “Hukuk önünde hesaplaşma” yeni suç türlerinin yaratılacağını getirdi akıllara. AKP’nin muhalefetin TBMM’deki engellemelerini aşmak için 9. Yargı Paketi’nden çıkarttığı “Etki Ajanlığı” düzenlemesinden vazgeçmediğinin işareti olarak yorumlandı bu sözler.

AKP’nin yeni yasama yılında TBMM’ye sunacağı pakette bu isimlerin ‘Ajanlık’la suçlanmasını sağlayacak düzenlemelere yer verileceği beklentisi arttı.

Halk desteği sürekli azalan AKP-MHP ortaklığının iktidarını sürdürebilmek için sertleşmekten başka çaresi kalmadı. İktidara yönelik eleştirileri suçlama, korkutma, cezalandırma ile engelleme, siyasi rakiplerini, muhalifleri bu yolla susturma, özgür medyayı boğma zaten uygulanan ancak dozu daha da artması beklenen yöntemler…  Bahçeli’nin bazen iktidar ortağına bazen partisinden olmayan isimlere yönelen bu dosyalı tehditlerinin sürüp sürmeyeceğini göreceğiz. Oy desteğinin artmasına katkısı olmadığı görülen bu yöntemlerin AKP içinde rahatsızlık yarattığı da konuşuluyor. Yaz aylarının hararetini düşürmediği siyaset önümüzdeki günlerde daha da ısınacak gibi…

                                                               /././

Hükümetin sokakta görmek istemedikleri -Özgür Gürbüz-

5199 sayılı Hayvanları Koruma Yasası’nda değişiklik öneren ve milyonlarca hayvanın öldürülmesinin önünü açacak teklif, Meclis’in Tarım, Orman ve Köyişleri Komisyonu’ndan geçti. Teklifin sahibi AKP ve MHP’liler TBMM Genel Kurulu’nda evet oyu verirse, Türkiye tarihinin gördüğü en büyük hayvan katliamına davetiye çıkaran teklif yasalaşacak.

Uygulanabilirliği şüpheli bu yasa teklifi, Türkiye’yi Türkiye yapan bir başka güzelliği, insanla hayvanın paylaştığı sokakları tabiri caizse çöle çevirecek. En umutsuz, en yalnızımızı bile birkaç dakikalığına güldüren, mutlu hissettiren kedi ve köpekleri düşünün. Sokakta birbirine selam vermeyenleri birbiriyle tanıştıran, hayat tarzları birbirine benzemeyen yurttaşları bir kedinin başını okşarken yakınlaştıran, çocuklara doğada insandan başka canlılar olduğunu hatırlatan hayvan dostlarımız bu yasa Meclis’te kabul edilirse bir daha orada olamayacaklar. Sokaklar, yüzleri asık, birbiriyle konuşmayan insanlar ve binalara kalacak. Yaşayan hiçbir şey kalmayacak sokaklarda.

Hükümetin ortakları AKP ve MHP, kendisine benzemeyen, kendisi gibi konuşmayan canlıları sevebilen insanlarla dolu bir sokak istemiyor. Bozkurt işaretini bu ülkenin sembolü diye yutturmaya çalışanlar Bozkurt’un alt türü olan köpekleri katletmek istiyor. Ne garip bir ülke değil mi?

∗∗∗

Verdiğimiz bu sınav, hayvan sevme ve sevmemenin ötesinde. Aslında bir demokrasi sınavı. Bizi yönetme yetkisini beş yıllığına verdiğimiz bir iktidar 12 bin yıldan uzun bir süredir insanla yaşayan bir türü adeta ortadan kaldırma yetkisine sahip olduğunu sanıyor. Gerçek bir demokraside beş yıllık bir iktidarın aldığı yetkiyle doğaya böylesine kalıcı bir zarar verme hakkı olamaz. Elbette yaşadığımız bir demokrasi değil. Milyonları öldüren rejime ne dendiğini biliyorsunuz.

İktidar aslında sadece kedi ve köpekleri öldürmek istemiyor. 12 bin 500 TL maaş vererek emekliyi de ‘uyutmak’ istiyor. Açlık sınırının 19 bin 44 TL olduğu (BİSAM verisi) ülkemizde asgari ücretliye 17 bin TL ile yaşayın diyerek aslında ötanazi teklif ediyor. Halbuki, bu sefalet ekonomisinin sorumlusu ne emekli ne de asgari ücretli. Ülkeyi bu hale getiren 22 yıllık iktidar. Yarattığı sorunu, insanları açlığa ve ölümün kollarına bırakarak ortadan kaldırmaya çalışıyor. Sokaklardaki hayvanlara yaptıkları da aslında bu. 22 yılda kısırlaştırmayarak, hayvan satışına yasak koymayarak büyüttükleri sorunu şimdi katlederek çözme peşindeler. Yoksulların ve sokak hayvanlarının kaderinin bu kadar ortaklaştığı başka bir ülke var mı bilmiyorum.

∗∗∗

İktidarın sokakla derdi bitmiyor. Peki, iktidar aslında nasıl bir sokak istiyor?

Sokağa çıkıp, “barınamıyoruz” diyen öğrencileri de sevgilisini sokakta öpen ‘seven insanları’ da sokakta görmek istemiyorlar. Onların istediği tarzda giyinmeyenlerin olduğu sokaklar migren etkisi yapıyor, sokaklarını ranta karşı savunan insanların olduğu sokakları görünce baş ağrısı başlıyor. Sokaktaki merdiveni gökkuşağının rengine boyasanız ona bile tahammül edemiyorlar. Bakkalları markete dönüştüremeyip az para kazandıkları sokakları da hiç sevmiyorlar.

Özgür sokaklar, isyan eden sokaklar, gülen sokaklar, havlayan sokaklar, müzik dinleyen sokaklar, aşık eden sokaklar, ağaçlı sokaklar, mır mır eden sokaklar, ticarethanesiz sokaklar, komşuluk yapılan sokaklar, dans edilen sokaklar, kuş sesleriyle cıvıldayan sokaklar…

AKP-MHP koalisyon hükümeti böyle sokaklar görmek istemiyor.

                                                                  /././

Küçük kentin büyük festivali -Şükrü Aslan-

Yıllar önce yine bu başlıkta, Munzur Doğa Kültür Festivali üzerine izlenimlerimi yazmıştım. Şimdi artık 22. kez yapılan ve bir tür gelenekselleşen festivalin o dönem henüz dokuzuncu yılıydı ve yarattığı heyecan oldukça yüksekti. Küçük bir kent, onbinlerce insanın katıldığı ve kimi zaman uluslararası etkileri olan büyük bir festival geleneğine ev sahipliği yapıyordu.

O yıllarda kentlerde-kasabalarda genellikle merkezi bir tema etrafında düzenlenen festivaller, hem hemşehrilik bağını yeniden kuruyor, hem de kentlerin ulusal ve uluslararası düzeylerde tanınırlığını hedefliyordu. Bu nedenle kentlerin kamusal mekanları hemşehrilerin buluştuğu, müzik başta olmak üzere kültürel etkinliklerin gerçekleştiği bir gösteri alanına dönüşüyordu.

Munzur Doğa ve Kültür Festivali birçok yönüyle bu gelenekten de öte bir anlama sahipti. Zira festival programlarının içeriği, katılımcı profili ve etkinliklerin türleri yönünden; uluslararası bir akademik toplantı, muhalif bir politik gösteri, gönüllü bir çevre hareketi, inanç merkezine yapılan bir yolculuk, ideolojik bir tartışma platformu gibi türlü etkinliklerin toplandığı bir büyük etkinlik”ti. Bunu anlamak için festivallerin yıllık programlarına bakmak bile yeterliydi. Akademisyenler, uzmanlar, araştırmacılar, öğrenciler festival zamanlarında şehre akın ediyor; belki de günde üç-beş aracın geçtiği yollarda binlerce araç ve insan seli oluşuyordu.

∗∗∗

Festival temalarından birisi sanatsal etkinliklerdi. Bu kapsamda tiyatro gösterimleri, karikatür ve resim sergileri yer alıyordu. Müzik etkinlikleri içinde ülke düzeyinde ‘popüler’ sanatçılar, yine ülke düzeyinde tanınan bölge kökenli sanatçılar ve politik kimlikleriyle tanınan müzik grupları konserler yapıyorlardı. Keza dil ve kültüre ilişkin etkinlikler hemen her yıl yoğun bir ilginin konusuydu. Bu coğrafyanın kimlikleri; Kürtler, Ermeniler, Zazalar, Aleviler hemen her festivalin değişmez konularıydı. Kentte kadının gündelik ve kamusal hayattaki yerine yönelik ilgi de oldukça dikkate değerdi.

Festivalin temel konularından birisi de şehrin doğasıydı. Munzur Vadisine yapılacak barajlara karşı duyarlılık hali etkinliklere türlü biçimlerde yansıyordu. Aynı şekilde sosyal bilimlerin ilgi alanındaki daha bir dizi konu festival etkinlikleri içerisinde işleniyordu. Bunlar arasında göç, ekonomik kriz, yoksulluk, toplumsal cinsiyet, kırsal politikalar, toplumsal hareketler, gündelik hayat, şiddet gibi başlıklar yer alıyordu. Şaşırtıcı gelebilir ama 2000. yılında Darwin, Kuantum Düşünce Tekniği üzerine konferanslar ve futbol turnuvası ile plaj voleybol gibi etkinlikler de festival programlarında yer almıştı.

Dört güne sığdırılan festival etkinlikleri aynı zamanda ilçelere de taşınmıştı. Hem Dersim kent merkezinde hem de Nazimiye, Pertek, Hozat, Mazgirt, Ovacık ve Pülümür’de çeşitli politik ve akademik etkinlikler gerçekleştiriliyordu. Kuşkusuz etkinlikler arasındaki koordinasyon ve dayanışma bütün bu sürece olumlu etkilerde bulunuyordu.

∗∗∗

Fakat zamanla festivallerin içeriğinde, biçimlerinde ve dolayısıyla ruhunda aşınmalar oldu. Yanı sıra festivallere karar verme süreç ve biçimleri de giderek festivaller üzerinde olumsuz etkiler yarattı. Zamanla birbirine benzeyen, her yıl aynı şeyi söyleyen ve dolayısıyla yeni bir şey söylemeyen, etki ve ilginin zayıfladığı festival deneyimleri ortaya çıktı. Diğer yandan ‘Doğa Festivali’ neredeyse her festivalde şehrin doğasına zarar veren edimlerle bitti. Tuhaf ama Dersim, kısa süre içerisinde bir tür “festival yorgunu” haline geldi. Bu yorgunluk nedeniyle ‘festivalin gereksiz olduğu’ düşüncesi bile yaygın şekilde dillendirildi. Bu eğilim şimdi de devam ediyor.

2024 yılı Munzur Doğa ve Kültür Festivali bu karmaşık koşullarda yarın başlıyor. Bu yüzden kentin bugünkü yerel yöneticilerinin önünde önemli bir görev duruyor. Munzur Doğa ve Kültür Festivalini içerik, biçim ve inşa süreçleri yönünden yeniden değerlendirmek ve gelecek yıldan itibaren geleneğinden beslenerek daha etkili biçimde gerçekleştirmek. Unutmamak gerekir ki Dersim, Munzur Doğa ve Kültür Festivalinden vazgeçemez, bu büyük bir kayıp olur. Ama çok daha iyisini yapabilir. Çünkü şehir, bu duyarlılığa, dinamiklere, geleneğe ve imkana fazlasıyla sahiptir.

(BİRGÜN)