28 Temmuz 2024 Pazar

Cumhuriyet "KÖŞEBAŞI" -28Temmuz 2024-

 

Ülkemi yok etmek için kodlandılar! -Işıl Özgentürk-

Başlığımdan epey öfkeli olduğum anlaşılıyor. Kimseler umut dolu konuşmalar yapmasın! Her şey güzel olacak diye nutuklar atmasın! Olmuyor işte çünkü karşımızda iyi, doğru ve güzel olan her şeyi yok etmeye kodlanmış bir güruh var! Ve acayip iyi çalışıyorlar, çünkü işlerini aksatsalar, iyiden, doğrudan yana küçücük bir adım atsalar, efendileri onları çulsuz bırakacak. Alıştıkları her şey ellerinden alınacak.

Oldukça karışık anlatıyorum, biraz daha ayrıntıya girmeliyim. Hayatımda bildiğim ve doğruluğundan hiç kuşku duymadığım bir gerçek var: Bu ülke çok baştan çıkarıcı, bu ülke dünyanın en zengin ülkelerinden biri ve bu nedenden başımız beladan uzak olmuyor. Cumhuriyet kurulduğundan beri, emperyalist ülkelerin bu güzel ülke üstünde oynadıkları oyunların, kötülüklerin haddi hesabı yok! Ve şimdi, gerçekten içlerinde hiçbir vatan sevgisi, insan sevgisi olmayan bir iktidarı resmen başımıza bela ettiler. Bu iktidar; demokrasi filan palavra, resmen bu ülkeyi yok etmeye görevli! Bu ülkeyi batırmaya kodlanmış! Devam edeyim kodlananlar öncelikle yerleşmiş bütün kurumları yok ettiler! Yerleşmiş tüm insanı değerleri altüst ettiler. Onlara bu görev verildi: Kadim uygarlıkların toprağında, Anadolu’da bir vampir gibi dolaşın! Gençleri ya tüketim toplumunun bağımlı bir ferdi olmaya ya da tarikatların karanlık dünyalarına sürükleyin! Madenleri, kıyıları, ormanları bize açın! Ordunuzu bir oyuncak ordu yapın! Her gördünüz muhalif unsuru anında yok edin!

Kodlananlara şimdilik vampirler diyelim. Bu vampirler öylesine açgözlü ve kana susamışlardı ki “Emriniz başımız üstüne” deyip yola çıktılar. Ormanları, kıyıları talan ettiler. Ve “Yurtta sulh cihanda sulh” diyen bir büyük öndere sahip bu güzel ülkeyi, işgalci bir ülke yapmak için kollarını sıvadılar. 

Rusya ve Amerika’nın yeni silahlarını denemesi için, kendi ülkesinin yurttaşlarını feda etme durumuna geldiler. 

Sanki bir bilimkurgu filmi izler gibiyiz. Ve yok etmeye görevliler, vicdanları olmayan, merhametleri olmayan birer robot gibi göreve kilitlenmişler!

 Bu yok edicileri durdurmak için hepimiz sokaklara çıkmalıyız! Ölebiliriz, tutuklanabiliriz evet, ama bir yeni Kurtuluş Savaşı başlatmalıyız! Bunu ne Mısır yapabilir ne Suriye, bu görev bizim. Çünkü biz Anadolu’yuz!

Ölümcül vampirleri kodlayanların işte bilmedikleri, bir türlü anlayamadıkları, çözemedikleri bir şey var. Bu Anadolu denen toprak parçasından 42 uygarlık geçmiş. Yani bu ülkede yaşayanların bir kısmını hatta önemli bir kısmını kodlayabilirsiniz ama o kodlarınızın etkilemediği, o kodlara boyun eğmeyen insanlar yaşıyor. Onlar aç kalmayı da biliyorlar komşusuna yardım etmeyi de. Onlar sokaklarda dolaşan kedilerle arkadaş, onların en yakın dostları köpekler. Benden söylemesi bizi Paris yapamazsınız ya da Londra; oralarda sokaklarda kedi, köpek yoktur. Bu nedenle özellikle geceleri Paris metrosu fare kaynar. British Museum’da cirit atan fareler görürsünüz.

Kodlayıcıların bilmedikleri en önemli şey de kodlananlar dışında kalan ülke yurttaşlarının ülkelerini ölesiye sevdikleridir. Kodladıkları kitle eski masallarını, türkülerini, oyunlarını unutmuş bir kitledir. Bildikleri tek şey kötülük yapmak ve karşılığında cukkayı götürmektir. Oysa ötekiler en güzel türküleri söylerler, oryantal de dahil çok güzel dans ederler, en önemlisi kodlananların aksine, bayramlarda analarının babalarının ellerini öperler. Kodladıklarınız mı onlar, 7 yıldızlı otellerde canları sıkılarak dolaşırlar ya da atış poligonlarında talim yaparlar. Bu arada kodlarının biraz dışına çıkıp burundan pudra şekeri çekenleri vardır. Onların pudra şekeri çektikten sonra neler yaptıklarını ne yazık ki yazıp da gazetemi tehlikeye atamam. Siz tahmin edin!

Gördünüz mü vampirlerin ve onları kodlayanların işi pek zor. Burası, İngilizlerin zorla sahte sınırlar çizip oluşturduğu Suriye, Irak, Ürdün değil, burası Türkiye. Hadi bakalım kim kazanacak? Bu arada kodlananların bir kısmı ister istemez cukkasız kalacak. Çünkü bütün dünyada para suyunu çekiyor. Her yer yanıyor. Hadi bakalım doğayı da kodlayın, yemezler; doğa kendi bildiğini okur. Vampirlere karşı yaşamı savunanlar da! Boşuna umut etmesinler. Hay Allah ben yazımın başında her şey güzel olacak sözünü bana söylemeyin dedim, ben kendim söylüyorum. Bu yazıyı yazmak bana iyi geldi. Size de okumak iyi gelsin.

                                                     /././

Bilimin dine, dinin bilime ihtiyacı yok (III) -Özdemir İnce-

Nasıl bir evrende yaşadığımız tarih boyunca merak konusu olmuştur. Evrenin kökeni, yapısı ve işleyişine dair birçok iddia ortaya atılmıştır. Muhtemelen tarihte çok az konu bu kadar hararetle tartışılmış olunmasına rağmen görüş birliğine varılamamıştır.

Aristoteles, Batlamyus, Giordano Bruno, Telesio Patrizzi, Galileo Galilei, Isaac Newton gibi Batı biliminin en büyük dehaları yapmış oldukları gözlemler, ortaya koymuş oldukları formüller ve bilimsel uğraşlarıyla evrenin sınırlı-sonlu veya sonsuz olduğunu iddia etmiş, fakat hiçbiri genişleyen dinamik evren modelini öngörememiştir.

20. yüzyıla gelindiğinde Edwin Hubble, gelişmiş teleskobuyla yaptığı gözlemlerinde, tüm yıldız kümelerinin hızla birbirlerinden uzaklaştığını tespit etmiş ve böylece genişleyen dinamik evren modeli ortaya konulmuştur.

Ortaya konulan bu gerçek bir kez daha Kuran’ı tarihsel görüşler ve bilimin verileri karşısında haklı çıkarmıştır. Evrenin genişlediği ilk kez 1900’lü yıllarda ortaya atılmıştır. 1900’lü yıllardan önce ise Kuran dışında bu hakikati ortaya koyan başka bir kaynak yoktur.

Thales, Platon ve Batlamyus’un düşünce mirasına sahip antik Yunan, Kopernik, Kepler, Galileo ve Newton’lu ortaçağ, Descartes ve Kant ile yeniçağ, insanlık tarihindeki dehaların hiçbiri genişleyen bir evrende olduğumuzu ortaya koyamamışlardır.

Ancak Kuran, ortaya koymuş olduğu tüm iddialarda tarih boyunca haklı çıktığı gibi sürekli genişleyen dinamik bir evrende olduğumuza dair dev iddiasında da haklı çıkarak gerçekten görmek isteyen akıllara ve vicdanlara mucizevi yönlerinden birini daha sunmuştur.1

Yrd. Doç. Dr. Emre Dorman böyle diyor da 20. yüzyıla gelindiğinde Edwin Hubble adında bir kâfir, gelişmiş teleskobuyla yaptığı gözlemlerinde, tüm yıldız kümelerinin hızla birbirlerinden uzaklaştığını tespit etmiş ve böylece genişleyen dinamik evren modeli ortaya koymuş da bir Müslüman aynı işi neden yapamamış? Kuran’ı okuduğu halde Müslümanlar neden dalga geçmiş?

Gülünç iddiayı doğru kabul edelim: Önemli olan, önce Kuran’da yazanlardan habersiz o teleskopu yapmak, sonra “genişleyen dinamik evren modeli”ni oluşturmaktır. Bu nedenle Emre Dorman’ın yaptığına safsata ve gevezelik denir. “Pantalon olmadıysa düdüklü tencere verelim” gibi.

Üstelik bir de aşırı yorum zorlaması yapıyor: Zariyat Suresi’nin 47. ayetinde  “evren” diye bir sözcük yok, “gök” diyor. Bre Emre Dorman, sen Allah’tan daha mı iyi bileceksin? Allah, Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk çevirisinde “gök” diyor: “Göğe gelince, onu biz ellerimizle kurduk. Kuşkusuz, biz, genişleticileriz.”

Fransızcaya D. Masson şöyle çevirmiş: “Et le ciel? Nous l’avons solidement construit et nous lui avons donné de vastes proportions.”2

D. Masson’un da aklına “le ciel” (Gök) sözcüğünden sonra parantez açıp içine “l’univers” (Evren) yazmak gelmemiş.

Zavallı İngilizin de aklına gelmemiş: “And heaven - We built it might, and We extend it wide”3 diye çevirmekle yetinmiş.

Peki Emre Dorman neden çeviri ve yorum asparagası yapıyor? Yapıyor, çünkü din adamları, bütün dinlerde, her zaman sahtekârlık yapmışlardır. Oysa Kuran’ın bilgisi, son surenin (Nas Suresi) indiği günün bilgisiyle sınırlıdır.

Emre Dorman, 31 Mayıs 2017 günü de keşif ve uydurmalarını sürdürüyor:

“Güneş de bir karar yerine doğru akıp gitmektedir. Bu, üstün olan ve bilenin takdiridir.” (Yasin Suresi: 38)

“Güneş’e, Ay’a boyun eğdirdi. Her biri adı konulmuş bir süreye kadar akıp gitmektedir. Her işi yoluna koyup düzenler. Delilleri birer birer açıklar ki Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanasınız.” (Rad Suresi :2)

Tarihte uzun dönemler boyunca Dünya’nın evrenin merkezinde sabit bir şekilde durduğu, Güneş’in ise Dünya’nın etrafında döndüğü kabul edilmişti. Kopernik ile başlayan ve ardından Kepler ve Galileo tarafından devam ettirilen süreçte ise Güneş’in sabit bir şekilde evrenin merkezinde durduğu, Dünya’nın ise sabit duran Güneş’in etrafında döndüğü kabul edilmişti. Bilimde devrim sayılan bu keşif son derece önemliydi ama gerçekte Güneş’in sabit bir şekilde durduğu kabulü de hatalıydı. Bu hatanın fark edilmesi ise çok sonraları, gelişmiş teleskoplar sayesinde ve kozmoloji biliminin oluşturduğu birikimle gerçekleşecekti.

1 Yrd. Doç. Dr. Emre Dorman, Hürriyet, 28 Mayıs 2017.

2 D.Masson, Le Coran, Gallimard, Folio classique.

Arthur J. Arberry, The Koran Interpreted, Oxford University Press.

                                                                        (Cumhuriyet)

Birgün "KÖŞEBAŞI" - 28 Temmuz 2024-

Muhalefete çelme, halka eziyet -Berkant Gültekin-

Hükümet durdu durdu, muhalefet yerel seçimde önemli bir başarı yakalayıp belediyeleri Cumhur İttifakı’nın elinden alınca, “SGK borçlarını ödeyin” demeye başladı. Çoğu AKP’li yönetimlerce biriktirilen, uzun yıllardır tahsil edilmeyen ve bugün 96 milyar lirayı bulduğu ifade edilen borç, dümene CHP geçince bir anda devlet için “namus meselesi” haline geldi.

Kamu zararının giderilmeye çalışılması, teoride doğru bir yaklaşım elbette. Ancak mesele bu kadar basit değil. Önce bunun derdine düşen tutarlı davranmış mı, ona bakmak gerek. Madem iktidar mali disipline bu kadar önem veriyor, KKM’yi finanse etmek için bütçedeki o büyük delik neden açıldı? Yap-işlet-devret modeliyle hayata geçirilen projelerde, müteahhitlere hangi akla hizmet devlet garantileri verildi? Mayıs 2023 seçimleri öncesinde Merkez Bankası’nın döviz rezervleri ne amaçla, hangi ihtiyaca binaen eritildi? Buna benzer onlarca soru daha sorulabilir.

“Kamu zararı” argümanı işin ambalajı. AKP’nin ekonomiye verdiği zararın haddi hesabı yok. Türkiye tüm bunların bedelini ödüyor ve uzun yıllar boyunca da ödeyecek. İktidar, “Devlet zarara uğratılacaksa onu da benden başkası yapamaz” diyor. Kendileri ihtiyaç görürse devletin kaynakları çarçur edilebiliyor ama söz konusu muhalefetin belediye olanaklarını kullanması olunca işler değişiyor. Erdoğan açısından sorun tam olarak burada başlıyor.

Erdoğan’ın “tahsilat” adımının politik telaffuzu şu: “Ben Şimşek programıyla halkın boğazına vergi, faiz ve zamlarla çöküp milyonları sefalet ücretine mahkum ederken, sen elindeki belediye imkânlarıyla halkın geçim yükünü hafifletip buradan puan toplayamazsın.” O nedenle muhalefetin hizmet etme kabiliyetini kırmak, belediyeleri çalışamaz hale getirmek istiyor.

Dikkat edilirse, “Bundan sonra borç yapılmayacak” denmiyor, belediyelerin bu yokluk zamanında işi gücü bırakıp tüm enerjisini borç kapatmaya harcaması talep ediliyor. Muhalefet belediyeleri hizmetleri kıssın, kent lokantalarını, aş evlerini kapatsın, sosyal destekleri rafa kaldırsın, işçi kıyımı yapsın, çöpleri toplayamasın, yolları elden geçiremesin, parkları, bahçeleri, spor merkezlerini ilçelere, semtlere kazandıramasın, ortaya rezil rüsva bir manzara çıksın, halk da Erdoğan’dan gayrısına minnet etmesin, teveccüh göstermesin… Tüm dert bu.

Kısacası “muhalefet kilitlenip kalsın, milyonlar da iktidarın yarattığı düzene mahkûm olsun” mantığı üzerine kurulu bir politika yürürlükte. Böylece herhangi bir siyasi aktörün, ülkeyi Erdoğan’dan daha iyi idare edebileceğine dönük bir intiba yaratmasının önüne geçmek amaçlanıyor. Hayat pahalılığı, çözümü olmayan bir gerçeklik olarak kalsın ki muhalefet bir alternatif ortaya koyarak toplumsal zeminde alkış toplamasın. Erdoğan açık açık “Öyle 25 kuruşa simit yok” derken tam olarak bunu söylüyor.

Mesele bu kadar berrak. Erdoğan’ın yıllarca kendi kitlesine kötülediği CHP, ilk defa kendini kendi icraatlarıyla anlatma fırsatını ele geçirince, Erdoğan CHP’nin, kendi anlattığının ötesinde bir algıya erişmesini engellemek için elinden geleni ardına koymuyor. Bu diğer taraftan CHP’nin seçim başarısının altında “muhafazakârlara şirin gözükme” çabasından çok, sosyal politikaların yattığını, Saray rejiminin de bu gerçeği anladığını ve bundan çekindiğini gösteriyor.

Bir yandan muhalefet yumuşasın, toplumda “normalleşmeye” dair bir beklenti filizlensin, diğer yandan da iktidar yumruklarını sallamaya devam etsin. Sokağa çıkılmasın, yoksullaşmaya, eşitsizliğe, adaletsizliğe, çürümeye isyan edilmesin, işçi sınıfının grevleri sermayenin huzurunu kaçırmasın ama Saray kaybettiğini geri kazanmak, gücünü tahkim etmek için tüm imkânları zorlasın, plan üzerine plan üretsin.

Erdoğan istediğini alabilir mi? Büyük ihtimalle hayır. Hem muhalefet elindeki gücün heba olmasına izin vermeyecek hem de toplum bunu “belediyelere iş yaptırmama” girişimi olarak görerek ters tepki verecektir. Ancak Erdoğan, bu şartlar ve olasılıklar altında daha ideal bir ortamı hayal bile edemiyor olsa gerek! Şu an savunmada olması gereken taraf muhalefet değil, kendi yönetimi olmalıydı. Ne yazık ki muhalefet, hamle üstünlüğünü ele geçirecek etkili bir rüzgâr yaratamıyor. Bütün bunları da bu yüzden konuşmak zorunda kalıyoruz.

                                                             /././

Artvin’de kaybeden Cengiz’e AKP’den yeni ihale -Gözde Bedeloğlu-

Dünyanın en zengin bitki örtüsüne sahip yerlerinden biri Artvin, Cerattepe. 2016 yılında Cengiz Holding’e bağlı Eti Bakır şirketinin bölgede madencilik çalışmalarına başlayacağını duyurmasıyla Türkiye’nin gündemine oturmuştu. Bölge halkı ve doğa savunucularının başlattıkları eylemler etkili olmuş ve iktidar, direnişçilerin karşısına kolluk gücünü dikmekte gecikmemişti. Maden çıkarma girişimlerini protesto eden binlerce insanının üzerine biber gazı ve plastik mermi sıkılmıştı. Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği’nin raporuna göre (TMMOB) projenin hayata geçirilmek istendiği bölgenin tamamına yakını orman arazisi niteliğinde ve madencilik faaliyetinin yapılması halinde 50 bin ağacın kesileceğinden endişe ediliyordu. Dönemin Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, protestocuların yolu kapatmak için ağaç kestiğini söyleyerek cezai işlem başlatacaklarını söylerken yok olacak 50 bin ağaç ile hiç ilgilenmiyor gibiydi. Dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu’na göre de Cerattepe’de hem maden çıkarıp hem çevreyi korumak mümkündü. Ancak öyle olmadı. Asırlık orman delik deşik edildi, ağaçlar kesildi, toprak, su, hava kirletildi.

                                                            ***

Cengiz Holding burada maden aramak isteyen ilk şirket değildi, ama 90’lı yıllarda aldıkları maden çıkarma ruhsatlarına rağmen halkın tepkisi ve mahkeme kararları yüzünden bölgeyi terk etmek zorunda kalan diğer şirketlerin aksine, iktidarın tam desteğine sahipti. Holding aleyhine yargıdan dönen ÇED kararları AKP hükümetinin ilgili bakanlıkları tarafında yeniden onaylanıyordu. Akıl ve bilim, Artvin’in bir heyelan bölgesi olduğunu ve toprak kaymasını engelleyebilecek en önemli unsurun da ağaçlar olduğunu söylüyordu. Sermaye ve iktidar ise çıkarılacak madenlerin satışına odaklanmıştı ve asırlık ormanı kesip biçtikten sonra yeni fidanlar dikerek sorunu çözebileceklerini iddia ediyordu. 2015 yılında maden şirketinin bölgeye girmesini engellemek üzere nöbete başlayan bölge halkı, defalarca polisin TOMA’lı biber gazlı saldırısına maruz kaldı. 2016 yılında, arkasına iktidarı ve kolluk gücünü alan Cengiz Holding sonunda Cerattepe’ye girdi ve yıllarca sürecek madencilik çalışmalarına başladı. Doğa savunucuları da aynı şekilde mücadelesini sürdürdü.

                                                             ***

2014 yılında yerel mahkemenin bölgede maden işletilemeyeceğine dair verdiği karar Danıştay tarafından onanmış olmasına rağmen şirket ikinci bir ÇED raporuyla çalışmalarına başlamıştı. 21 Mayıs’ta Anayasa Mahkemesi (AYM), yıllardır süren çevre ve hukuk mücadelesinde son noktayı koydu ve Artvin Cerattepe’de madencilik faaliyetleri için verilen ÇED olumlu kararını iptal etti. AYM, iptal kararının gerekçesinde Artvinlilerin sağlıklı çevrede yaşama hakkına dikkat çekti. 22 Temmuz’da Rize İdare Mahkemesi de, AYM kararına uyarak Cengiz Holding’e verilen ÇED olumlu kararını iptal etti. Geçen süre zarfında her ne kadar bölgeye büyük zararlar verilmiş olsa da karar elbette önemli. Buna göre şirketin derhal üretimi durdurarak 1 ay içinde alanı terk etmesi gerekiyor. 2012 yılında Cerattepe için dönemin Enerji Bakanı Taner Yıldız şöyle demişti. “Allah Karadeniz’e güzellik vermiş ama altına da bu madenleri yerleştirmiş. Biz hesap yapacağız, hangisi daha faydalı ise onu tercih edeceğiz.” Bugün Artvin’in yüzde 71’i maden ruhsatlı. TEMA Vakfı’nın raporuna göre, AKP’nin Maden Kanunu’nda yaptığı değişikliklerin bir sonucu olarak 521 ruhsata bölünen Artvin’de doğal yaşam, meralar, insan sağlığı ve kadim bir kültür madencilik faaliyetleri ile yok olma tehlikesi altında. Özetle, AKP’nin tercihi ortada.

                                                            ***

AYM’nin kararına göre 8 yıllık talandan sonra Cengiz Holding’in Cerattepe’den çıkması gerekiyor. Ancak AKP iktidarı, Cengiz’e tepe tepe kullanabilmesi için yeni bir maden sahası, halka da yeni bir mücadele alanı açtı bile. Holding, Artvin’de 10 köyü içine alan, 2 bin 704 futbol sahası büyüklüğündeki alanda maden arayacak. BirGün muhabiri Gökay Başcan, ihaleyi 5 milyon TL vererek alan Eti Bakır maden şirketinin Arhavi’de 9, Hopa’da 1 maden sahasında maden araması yapacağını yazdı ve Karadeniz Teknik Üniversitesi Orman Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Oğuz Kurdoğlu ile konuşarak bölgede yaşanabilecek yeni tehlikelere ışık tuttu. Kurdoğlu, ihalenin altın ve bakır ile birlikte çok sayıda madeni kapsadığını ve madenciliğin doğal bir çıktısı olan asit maden drenajı ve ağır metallerin tüm ekosistemi ve özellikle sucul ekosistemi bütünüyle kirleteceğini söyledi. Arhavi’nin yüzde 80’i, Hopa’nın yüzde 86’sı madenciliğe ruhsatlı. AKP ve güç verdiği sermaye memleketin doğasını yok ede ede ilerliyor. Hesabı da tercihi de hiç değişmiyor.

                                                              /././

Erdoğan normalleşti -Nurcan Bilge Gökdemir-

“Normalleşme” süreci fiilen sona ererken Erdoğan kendi normaline döndü. Erdoğan, sandıkta kaybettiği yerel seçimin intikamını halkın hizmetsiz kalması pahasına CHP’li belediyeleri çalıştırmayarak alma peşinde.

31 Mart’taki yerel seçimlerden tarihi bir yenilgi ile çıkan ilk kez ikinci parti konumuna gerileyen AKP’nin Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, konforlu bir dört yıl için kurguladığı “Normalleşme/yumuşama” sürecinden sonuç alamadı. İktidar ortağı MHP’nin Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin itirazlarını açıktan göstermesi, CHP’ye oy verenlerin de bu süreçten duydukları hoşnutsuzluğu dillendirmesi ile bu süreç fiilen sona erdi.

ERDOĞAN BİLDİĞİNİZ GİBİ

Bunun ardından Erdoğan kendi normaline döndü. İlk ve en önemli adımı halkın desteği ile yerel yönetimleri AKP’den geri alarak göreve başlayan ve olası bir CHP iktidarı için önemli araç olacağını gördüğü yerel yönetimleri çalışamaz duruma getirmek için attı.

Kendisi de yerel yönetimlerdeki göreviyle parlayan, partisine 22 yıldır süren iktidarın yolunu açan yerel yönetimlerin siyasetteki belirleyici gücünü çok iyi bilen Erdoğan kurmaylarına düğmeye basmaları talimatı verdi. Hazine ve Maliye Bakanlığı yerel yönetimlere vermek zorunda oldukları ödenekler konusunda acele etmemeleri konusunda uyarıldı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı da SGK prim borçlarını ödemeleri için bildirimler gönderdi.

"YOK ÖYLE…" DEDİ

İlgili kurumlar hazırlıkları belli bir aşamaya getirdikten sonra Erdoğan partisinin grup toplantısında yeni oyun planını açıkladı:

"Buradan Sayın CHP Genel Başkanı'na şunu söylemek isterim dürüst siyaset verilen sözlerin arkasında durmayı gerektirir. Gücünüz yetiyorsa belediye başkanlarına söyleyin bedava yapacağız diyerek milletten oy istedikleri ancak 3 ayda 3-4 kez zam yaptıkları hizmetlerin fiyatlarını düşürsünler. Emeklilere faydanız dokunsun istiyorsanız talimat verin, belediyeleriniz Sosyal Güvenlik Kurumu'na olan birikmiş borçlarını ödesin. Meydanlarda oy verene bedava traktör vereceğiz demek kolaydır zor olan sözünün eri olmaktır. Hazine ve Maliye Bakanlığımız belediyelerin borçlarının kaynağında tahsiline başlayacak. Milletin varlığını değişik yerlerde harcamaya müsaade yok. Öyle 25 kuruşa simit yok."

Erdoğan bu alacakların Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından kaynağından tahsili yoluna gidileceğini de söyledi. Bu, yerel yönetimlere genel bütçeden verilmesi zorunlu ödeneklerin verilmeyeceği, yani aslında nefeslerinin kaynağında kesileceği anlamına geliyor.

BORÇ VAR AMA KİMİN?

AKP Genel Başkanvekili Mustafa Elitaş da hemen ardından alacak bilançosunu 96 milyar TL olarak açıkladı. Bunun büyük bölümü 31 Mart öncesinden kalan ve AKP’li başkanlar tarafından yönetilen belediyelerden kaynaklanan, CHP’li belediyelerin büyük bölümünün ise yapılandırılan bu borçları ödediğini iyi bilmesine karşın Elitaş, “2019, 2021, 2023 yıllarında yeniden yapılandırma yaptık ve belediyelere de 10 yıllık süre verdik. Ona rağmen bu işi yapmıyorlarsa yaptıkları işlerde yanlışlık var. Bu, bir darbe değil, aslında devletin alacak tahsilat işidir. Belediyelerden neden tahsil etmeyelim? Ayrım yapmıyoruz. Hangi belediyenin borcu varsa tahsilat yapılacaktır" dedi.

Elitaş bununla da yetinmedi ve “İcra yoluyla tahsilat” olanağından da söz etti. Ama bu borçların büyük bölümünün uzun yıllardır AKP’li başkanlar tarafından yönetilen hatta aralarında Erdoğan’ın İBB döneminden kalanların toplamından oluştuğundan söz etmedi elbette.

Bir süre sonra makam odası, hizmet araçları haczedilen, kapılarına kilit vurulan belediyeler görmek sürpriz olmamalı.

Özellikle Kürt siyasetçilerin kazandığı belediyelere karşı “Kayyum” modeli ile siyasi darbe yapan AKP, 31 Mart’ta birinci parti olan ve bu yoldan iktidara yürüme olasılığı artan CHP’nin yolunu kesmek için de ekonomik darbe yöntemini kullanacak.

CHP Genel Başkanı Özel, Erdoğan’ın normalleşmediği gibi yumuşamayıp tam tersi sertleştiğinin daha doğrusu bilindik siyaset yapma tarzına geri döndüğünün belediyeler üzerinde oynanan oyunlarla görünür olmasından sonra konuştu: Şantaja boyun eğmeyiz, gerekirse çöpleri elimizle toplarız…

AKP bu oyunu ilk kez oynamıyor. Kürt partilerinden seçilen belediye başkanlarını görevden alıp bir kısmını da cezaevine attıran ve böylelikle sandıkta kazanamadığı belediyelerde kayyum yoluyla yönetimine gelen AKP şimdi de CHP’li belediyeleri parasız bırakarak boğma peşinde… “Çöpleri elle toplama” propaganda yöntemi olarak şık ama sonuç alıcı değil. CHP’nin bu faturanın doğrudan halka kesileceğini anlatarak halk desteğini arttıracak politikaları hızla uygulamaya koyması gerekiyor.

                                                       /././

Bugün değilse ne zaman Özgür Bey? -Zafer Arapkirli-

31 Mart seçiminde, pek çok analistin üzerinde birleştiği üzere “böyle dönemlerde eşyanın tabiatı gereği tek şemsiye altına toplanma eğilimi gösteren başka partilerin tepkili seçmenlerinin de desteği ile” o meşhur “cam tavanı” kıran Cumhuriyet Halk Partisi 1977’den sonra ilk kez “Türkiye’nin birinci partisi” konumuna geliverdi.

Seçimin hemen ardından CHP Genel Başkanı Özgür Özel, bence de çok örnek bir tavırla (mealen) “Bu seçimin tek kazanını değiliz. Millet kazanmıştır. Bir zafer kutlaması yapmanın değil, yeni durumu iyi tahlil ederek ülkenin sorunlarına birinci parti olarak sahip çıkmanın ve mücadele etmenin zamanıdır” görüşünü savunmuştur. Sorumlu bir ana muhalefet liderinin alması gereken tavrı almıştır.

Ancak yine aynı Özgür Özel, seçmenin (sadece CHP değil, bu oy potansiyelinde katkısı olan ya da iktidar partisi AKP’den uzaklaşan) önemli bölümünün bugünkü rejimden bir an önce kurtulmak istediği gerçeğini okumayı becerememiş. Ya da bilerek “okumamayı” tercih etmiştir.

Burada anahtar tanım, “bir an önce”dir.

O günlerde de defalarca yazdığım, KRT TV’deki yayınlarımda dillendirdiğim üzere “Sarı kart mı, kırmızı kart mı?” meselesinde de Özgür Bey’in yanlış bir okuma içinde olduğunu gözlemlemekteyiz.

Tayyip Erdoğan’ın tek adam rejimi, halkın sorunlarını çözmek şöyle dursun, artık giderek daha da fazla halka savaş açmış, çaresizliğinden tam anlamıyla “Canınız cehenneme!..” tavrına girmiş bulunmaktadır. Artık Türkiye’yi, yoksulluğun diz boyu olduğu bir ülke olmaktan “açlığın kol gezdiği” bir ülke haline getirmiş, ötesine de hızla geçmektedir.

Ülkenin kaynaklarını har vurup harman savurduğu, bir avuç rejim yanlısı tufeyli hırsıza peşkeş çektiği yetmiyormuş gibi, halkını en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamaz duruma getirmiş, üstüne üstlük “Buna da dua edin, başka ülke halklarından daha iyisiniz” gibi ahlâksızca çıkışlarla, bir de alay etmektedir.

Son “Hayvan Yasası” pratiğinde olduğu gibi, halkın en temel ve en çok yaşama saygı içeren taleplerine bile sırtını çevirip, yasama organında ve sokakta sesleri bastırmak üzere faşizan bir tavırla, “Ölüm Yasası” olarak adlandırılmayı da hak eden yasayı apar topar TBMM komisyonundan geçirmiştir.

Bununla da kalmayan Erdoğan Rejimi, 31 Mart seçiminde aldığı tarihi yenilgiyi (tam da demokrasiye taban tabana zıt anlayışına uygun olarak) hazmedemediğini göstererek, bu Hayvan Yasası’nı, önemli bir çoğunluğu CHP’nin kazandığı yerel yönetimleri başarısız kılmaya dönük bir “kumpasa” dönüştürmeye hazırlanmaktadır. Bunun üzerine bir de geçmişte kasalarını tamtakır hale getirdiği ve gırtlağına kadar borç içine soktuğu belediyelerin CHP elinde olmasını fırsat bilerek “Borçları ödemezseniz kapik çalışmaz. Sizi iflas ettireceğiz. Çalışamaz duruma getireceğiz” diyerek, CHP’li belediyeler üzerinden halkı ağır biçimde cezalandırmanın planını bizzat “Rejimin Başı”, utanmadan ilan etmiştir.

CHP lideri Özgür Özel’in, “Saray’ı muhatap alıp diyalog kurarak normalleşmeyi amaçlayan” olağanüstü abartılı iyi niyetini adeta “yere atıp üzerinde tepinmek” anlamına gelen bu tavırlar, Türkiye’yi artık “dönüşü olmayan bir yola” çoktan sokmuştur.

Hayvan Yasası örneğinde, ya da işçilerin, öğrencilerin, emeklilerin hak aramaya dönük en küçük bir gösterisi ya da toplanma çabası tekme, tokat, yumruk, cop, gaz, hakaret, kelepçe, gözaltı ile şiddetle baskılanmaya çalışılmaktadır.

Tam da bunları yaşadığımız bir ortamda, “sabıkalı militan potansiyeli olduğu bilinen” gücünü elinde sopa olarak sallayan rejimin ortağı bir küçük parti, “hedef isim listeleri” hazırlayıp elinde sallayarak, “Ayağınızı denk alın” diye, siyasetçisinden akademisyenine, gazetecisine kadar, muhalif kim varsa alenen tehdit edecek kadar pervazısca bir tavır içine girmiştir.

İşin en ironik yanı, o listenin başında da Ana Muhalefet Partisi lideri Özgür Bey’in adı yazılıdır.

Buna karşın, Özgür Bey ne yapmaktadır?

“Ben seçmenden ‘sizi erken seçime götüreceğim vaadi’ ile oy istemedim. Bunu yapamam. Erken seçimi ben isteyemem” diyerek ipe un sermekte, topu taca atmaktadır.

Ağzını her açtığında partinin geçmiş hantal (ve adeta iktidar olmaktan ürken) tavrı ile arasına mesafe koyarak “Geçmişin özgüvensizliğinden arındık” diyen Sayın Özel, bu sözlerinin tam tersini hayata geçirerek “Millet isterse yapılır. Parlamento’da zaten bunu zorlayacak çoğunluğum yok” diyerek işi “aritmetik olanaksızlığa” indirgemekte, (futbol tabiriyle) “toptan kaçarak oynamaya”  çalışmaktadır.

Bu ayın başında kendisiyle yaptığım röportajda “Ben sokakçıyım. Sokak adamıyım. Meydanda mücadeleye çok önem veririm” lafının altını doldurmaya çalışmak üzere birkaç tematik miting düzenleyen ve açıkçası beklenen, arzu edilen sayılara ve etkiye ulaşamamıştır.

Özgür Bey ve partisi bu saatten sonra, artık rejimin izin verdiği ölçülerde değil, inisiyatifi kendi eline alarak kendi oyun planıyla muhalefetin zamanı geldiğini anlamalıdır.

“Halk isterse erken seçim olur” gibi bir pasifist ve kaçak söylemin arkasına gizlenmekten vazgeçip, “halkın önüne atlayıp” artık avazı çıktığı kadar “Erken seçim için mücadeleye buyrun. Düşün peşime” diyebilmek, Sayın Özel’in tek seçeneği haline gelmiştir.

Gün bugündür. Halk istemektedir.

Ezilen, aç bırakılan, horlanan, aşağılanan ve üstüne üstlük sopayla mermiyle tepdit edilen halkın isteği budur.

Çığ gibi büyüyen muhalefete önderlik edebilmek için tarihi bir fırsattır bu.

Arkadan değil, “önden” yürümenin zamanı gelmiş geçmektedir.

                                                       /././

Gündemdeki “Ötanazi” -Atilla Aşut-

AKP iktidarının sokak köpeklerini ortadan kaldırma planıyla ülkemizde güncellik kazanan ama doğru dürüst yazıp söyleyemediğiniz yabancı bir sözcük şu aralar herkesin ağzında: “Ötanazi”… İlk bakışta “Naziler”le ilintili bir şeymiş gibi görünse de dilbilim anlamında öyle değil! Belki “topluöldürüm” açısından aralarında eylemsel bir ortaklık sözkonusu olabilir…

Sokak hayvanlarına ilişkin yasa değişikliği önerisi konuşulmaya başladığında, iktidar medyası “ötanazi” yerine daha yumuşak bir sözcük olan “uyutma”yı yeğliyordu. Tıpkı operasyonlarda “öldürülenler” için “etkisiz duruma getirildiler” denmesi gibi. Çoğu insan, yasa önerisinde geçen “uyutma”nın  “öldürmek” anlamına geldiğini bilmiyordu bile! O kadar ki Devlet Bahçeli  bile “Yahu niye uyutuyorsunuz köpekleri? Onlar zaten öğlen sıcağında uyumuyorlar mı?” diye sormaktan alamamıştı kendini!

Sokak köpekleriyle ilgili tartışmalar sırasında “ötanazi” kavramı toplumda öylesine büyük tepki gördü ki, sonunda iktidar kanadı, yasa değişikliği önerisinin beşinci maddesinde yer alan bu sözcüğü çıkartmak zorunda kaldı. Ama TBMM Tarım, Orman ve Köyişleri Komisyonu’ndaki sözcük değişikliği hayvanseverleri mutlu etmeye yetmedi. Çünkü “Ölüm Yasası” olarak niteledikleri bu metinde topluöldürümlere kapı aralayan başka ifadeler vardı.

Kamuoyunun ve muhalefetin artan tepkilerinden bunalan AKP Genel Başkanı  Tayyip Erdoğan, Meclis’teki son Grup toplantısında, milletvekillerine “Bu işi hemen bitirin!” talimatı verdi. Yandaş basın da “gereğini yapmak” için kolları sıvadı. Örneğin Yeni Şafak gazetesi, tartışmalı taslağı “Sahipsiz Köpek Yasası”  diye sunarak sıradanlaştırmaya çalışırken “ceviz kabuğu” kadar değer taşımayan kimi siyasetçiler de işin içine Atatürk’ü katarak tarihi çarpıtma çabasına girişti…

∗∗∗

Sözlüklerde “ötanazi”nin (euthanasie) Fransızca olduğu yazılsa da eski Yunancadan geldiği biliniyor. Kavramın Yunanca anlamı “iyi ölüm”müş!

“İyi ölüm” sözü, bana 2010 yılında Zonguldak’taki bir maden cinayetinde yaşamlarını yitiren 30 işçinin ardından söylenenleri anımsattı. Türkiye Taşkömürü Kurumu’na ait Karadon Maden Ocağı’nda 17 Mayıs’ta meydana gelen grizu faciasında ölen emekçiler için dönemin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer“güzel öldüler” demişti!

“Ötanazi”nin anlamı, bir kimseyi acı çekmemesi için öldürmek olduğuna göre,  Dinçer’in bu sözünden yola çıkarak Zonguldak’taki 30 madenciye de o tarihte bir tür “toplu ötanazi” uygulandığını söylemek herhalde yanlış olmaz! Yazık ki ne yazık!

∗∗∗

Konunun bir de dilbilgisi boyutu var. Bütün bu tartışmalar boyunca “ötanazi”  sözcüğünün medyadaki yazılış ve söyleniş biçimi çeşitlilik taşıyordu. Gazete ve televizyonlarda “ötenazi” ya da “otonazi”  biçiminde yazıp seslendirenler oldu sözcüğü. Örneğin 24 Mayıs 2024 günlü cumhuriyet.com.tr’nin jeneriğindeki başlıklardan biri şöyleydi:

“Türk Veteriner Hekimleri Birliği’nden ‘sokak hayvanları’ kararı: Yasa çıksa da ötenazi yapmayacağız”

Türk Veteriner Hekimleri Birliği’nin kendi uzmanlık alanıyla ilgili bir kavramı yanlış kullanması düşünülemeyeceğine göre, bu yazım yanlışının sorumlusu gazete editörü idi.

∗∗∗

Yazımızı, değerli meslektaşımız Saim Tokaçoğlu’nun aynı konudaki iletisiyle bağlayalım:

Attila Abi merhaba,

AKP Grup Başkanı Abdullah GülerMeclis’te görüşülmekte olan sokak hayvanlarıyla ilgili yasa önerisi hakkında açıklamalarda bulundu. Ancak konuşurken ısrarla ‘ötenaaazi’ diye uzattı sözcüğü. Ardından Halk TV’de ana haber sunucusu Seda Selek“ötenaaazi değil, ötanazi” diyerek düzeltti AKP sözcüsünü. Ama ertesi gün öğlen haberlerinde ve daha sonraki günlerde kanala Meclis’ten bağlanan Sibel Mazrekdefalarca ‘ötenaaaazi’ diye kullandı bu sözcüğü. Kanal olarak başkasını düzelteceksin ama kendi muhabirin aynı yanlışı sürdürecek! Olmaması gereken bir şey! Bu arkadaşlar çalıştıkları kanalları da mı izlemiyorlar acaba?”

OKURDAN

Sokak adları üstüne

Hocam günaydın,

20 Temmuz 2024 tarihli BirGün’deki yazınız, bana durak adlarının rakamlaşmasını anımsattı.

Durak adları beni hep heyecanlandırırdı. Şimdi onlar da numaralı oldu.

Küçük bir araştırma sonunda, numaralandırmanın Bilgi-İşlem için zorunlu olduğu bilgisine ulaştım. Umarsızlıkların harman olduğu böylesi bir süreçte yazdıklarınızla umut devşiriyorsunuz.

Sevgilerimle, esenlikler Hocam.”

Nuray AKSAKAL

∗∗∗

“Sayın Aşut,

Adana’da sokak adlarının durumu rezalet! Örneğin ben size 81161. Sokak’tan yazıyorum! Böyle sokak adı mı olur? Akılda bile tutamaz insan bu sayıyı!

Bizim kentimizde her mahallenin sokakları kendi içinde zaten numaralıydı. Sonra birileri çıktı, tüm Adana sokaklarını zincirleme numaralayıp sayısal olarak birbirine bağladı. Kepazelik canım!!

Saygılarımla selamlıyorum.”

Haldun COŞKUN

                                                     (BİRGÜN)


Pullarla Olimpiyat Oyunları'nın kısa tarihi(III): 1896 Atina Olimpiyat Oyunları-Hayri Cem/T24

 

Yunan hükümeti, Olimpiyatlar'ın başladığı tarih 25 Mart 1986'da ilk modern olimpiyatların anısına bir puldan oluşan bir seri posta pulu bastırmıştır. Bu anma pulu basımı gelenek haline gelmiş ve sonra yapılan Olimpiyat Oyunları'nda da ev sahibi ülkeler anma pulları bastırmışlardır

Şenlikler, 5 Nisan 1896'da (24 Mart 1896) Panhelenik Stadyumu'nun önünde hayırsever Georgios Averof'un mermer heykelinin açılışı ile başladı.

İstanbul'a postalanmış kartpostal: ilk Olimpiyat Oyunları'nın açılışı

Birinci gün

İlk Olimpiyat Oyunları 25 Mart 1896'da Kral I. George tarafından Panathinaikon Stadyumu'nda Kraliyet ailesi üyelerinin, IOC Başkanı Demetrius Vikelas'ın ve Olimpiyat marşının yazarı Kostis Palamas'ın huzurunda 14 ülkeden 245 tamamı erkek olan yarışmacının katılımıyla açıldı.

İlk gün 100 metre ve 400 metre koşu eleme yarışmaları yapıldı. Üç adım atlama yarışlarında Amerikalı Conoly birinci oldu.

Kral I. George

İkinci gün

İkinci gün 11 ayrı branşta yarışmalar yapılmıştır. Yapılan faaliyetler ve yarışmalar aşağıda gösterilmiştir:

110 metre engelli koşu elemeleri, 800 metre koşu elemeleri yapıldı disk atma ve gülle atma yarışmalarında Amerikalı R. Garret birinci oldu.

Gülle atma yarışmalarında Amerikalı R. Garret, eskrim flörede Fransız E. Gravelotte, eskrim epede Yunanlı L. Pyrgos birinci oldular.

1.500 metre koşu yarışmalarında Avusturalyalı E. Flack, 400 metre koşu yarışmalarında ise Amerikalı T. Burke birinci oldular.

Uzun atlama yarışmalarında Amerikalı E. Clark, çift elle halter kaldırmada Danimarkalı V. Jensen Rowing, tek elle halter kaldırmada ise İngiliz Lang Elliot birinci oldular.

Üçüncü gün

Üçüncü gün 4 ayrı branşta yarışmalar yapılmıştır. Yapılan faaliyetler ve yarışmalar aşağıda gösterilmiştir:

Tüfekle atıcılık yarışmalarında Yunanlı P. Karasevdas, tabanca ile atıcılık yarışmalarında Amerikalı John Paine, 100 kilometre bisiklet yarışlarında Fransız Flameng birinci olmuştur. Çim tenisi eleme yarışları da üçüncü gün yapılmıştır.

Dördüncü gün

Dördüncü gün yarışları 8 ayrı branşta yapılmıştır. Yapılan faaliyetler ve yarışmalar aşağıda gösterilmiştir:

Bugün ağırlıklı olarak Jimnastik yarışmaları yapılmıştır. Asimetrik barda Yunanlı I. Georgiades, kulplu beygirde İsviçreli L. Zutter, paralel bar takım yarışmalarında  Alman takımı, halka yarışmalarında Yunanlı I. Mitropoulos, atlama beygirinde C. Schumann birinci olmuşlardır.

800 metre koşu yarışmalarında Avusturalyalı Edw. Flack, eskrim sabre branşında Yunanlı I. Gerogiades, çim tenisi teklerde İrlandalı J. Bolland, çiftlerde ise Bolland-Thraun birinci olmuşlardır.

Beşinci gün

MÖ 490 yılında Yunanistan'ın Maraton şehrinde yapılan savaşın sonucunu Atina'ya duyurmak için bir haberci yola çıkartılır. Bu haberci koşarak Atina'ya ulaşır, "Sevinin, kazandık" der ve ölür. Sonraki yıllarda, haberci Phiedippides anısına Maraton-Atina arasında koşu yarışmaları yapılır. Maraton-Atina arasındaki mesafe modern maraton yarışmalarının hedefi haline gelmiştir.

Modern Olimpiyat Oyunları'nın kurucusu kabul edilen Baron Coubertin kadın yarışmacıların Olimpiyatlara katılmasına şiddetle karşı idi. Bu tavrından ölene kadar vazgeçmedi. Ancak ilk Olimpiyat Oyunlarında ona bir sürpriz yapıldı: Melpomene  ve Stamata Revithi adlı iki kadın kendi inisiyatifleri ile maraton yarışına katıldılar ve tamamladılar. Ancak kadın oldukları için resmi kayıtlara geçirilmediler. Bu Maraton yarışının galibi Yunanlı Spyridon Louis'dir.

Beşinci gün yapılan diğer yarışmalar şunlardır:

Güreş eleme yarışmaları yapılmıştır. Sırıkla atlama yarışmalarını Amerikalı W.Hot, paralel bar yarışmalarını ise Alman A. Flatow kazanmıştır.

110 metre engelli koşu yarışmaları Amerikalı T. Curtis, 100 metre koşu yarışmasını Macar Alajos Szololyi, yüksek atlama yarışmalarını Amerikalı W. Clark, 30 metre tabanca ile Atıcılık yarışmalarını ise Amerikalı S. Paine kazanmıştır.

Altıncı gün

Yüzme yarışları ağırlıklı olmak üzere 10 ayrı branşta yarışmalar yapılmıştır. Yapılan faaliyetler ve yarışmalar aşağıda gösterilmiştir:

Yüzme yarışları Pire'de yapılmıştır; 100 serbestte Macar A. Hajos Gudman, 100 metre takım yarışında Almanya, 500 metre serbestte Avusturyalı P. Neumann, 1200 metre serbette ise Macar A. Hajos Gudman birinci olmuştur.

Tabanca ile atıcılık 25 metre yarışmalarında Yunanlı I. Frangoudes, tüfekle atıcılık 300 metre yarışmalarında Yunanlı G. Orphanides, 2 km ve 10 km bisiklet yarışlarında Fransız P. Masson, güreşte ise Alman C. Schumann birinci olmuştur.

Yedinci gün

Bugün gelenek haline gelen Olimpiyat meşalesi, Olimpia'dan Atina'ya atletler tarafından koşarak getirilmiştir. Bisiklet yarışlarına devam edilmiştir.

Sekizinci gün

Yapılması planlanan yelken yarışları kötü hava koşulları nedeniyle iptal edilmiştir.

Dokuzuncu gün

Stadyumda yapılması planlanan madalya töreni kötü hava koşulları nedeniyle ertelenmiştir.

Onuncu gün

Olimpiyatların son gününde Panathinaikon törene Kraliyet Ailesi ve halk Panathinaikon stadyumunda toplanarak kutlamaları başlattılar. Yunanistan Kralı, yarışmaları birinci bitirenlere ödüllerini takdim etti. 

Günümüzün aksine ilk sırayı elde edenlere birer gümüş madalya, zeytin dalından yapılan taç ve diploma; ikinci sırayı elde edenlere birer bakır madalya, defne yaprağından yapılan taç ve diploma verildi.

Yunan hükümetinin birinci Olimpiyatlar anısına bastırdığı posta pulları

Yunan hükümeti, Olimpiyatlar'ın başladığı tarih 25 Mart 1986'da ilk modern olimpiyatların anısına bir puldan oluşan bir seri posta pulu bastırmıştır. Bu anma pulu basımı gelenek haline gelmiş ve sonra yapılan Olimpiyat Oyunları'nda da ev sahibi ülkeler anma pulları bastırmışlardır.

Hayri Cem/T24