10 Ağustos 2024 Cumartesi

T-24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -10 Ağustos 2024-

Katliam yasasına bile aykırı katliamlar ve açık çağrı -Gökçer Tahincioğlu-

Tehlikeli olan şu; katliamlar her zaman göz göre göre yapılmaz. Bir halkın gaz banyolarında soykırıma uğratılmasıyla, yaşadığı kentlerin dünyanın gözü önünde bombalara boğulmasıyla olmaz her zaman. Bazen usule uygun davranıyor gibi hareket edilerek yapılır. Bazen parça parça yapılır. Tartışmayla, yalanlamayla vakit kazanılarak yapılır.

Bütün itirazlara rağmen, köpeklerin “ötanazi” kavramı adı altında yok edilmelerine olanak sağlayan yasa Meclis’ten çıktı. AKP’li vekiller zafer pozu vererek, başka canlıların hayatlarını yok etmeye olanak tanıyan düzenlemenin çıkmasını kutladı.

Yasanın anlaşılmayan tarafları vardı.

Sosyal medya bir cehennem.

Yasayla, belediyelere 2028’e kadar, barınakları kurmaları için süre tanınıyor ve bunun için kaynak ayırmayanların hapis cezası ile karşılaşacakları belirtiliyor.

Israrla birileri, bu tarih nedeniyle köpeklerin sokaklardan toplanamayacağını, harekete geçilemeyeceğini söyledi.

Elbette öyle değil.

Yasa, öyle bir dengeyle hazırlanmış ki yürürlüğe girdiği günden itibaren belediyeler düzenlemeyi gerekçe göstererek köpekleri toplamaya başlayabilir.

Daha yasa görüşülürken ortaya çıkan katliam görüntülerinin, yasa çıktıktan sonra sistematik bir hale gelmesinin nedeni de bu…

***

Yasanın yumuşak karnı barınaklar…

Yasanın gerekçesinde sokak hayvanlarının sayısı 4 milyon olarak açıklanıyordu ve muhalefet, barınak kapasitesinin 150 bini bulmadığını açıkça ortaya koydu.

2028’e kadar belediyelere süre tanınması ve nüfusu 25 bini geçen tüm belediyelerin sorumlu kılınmasının nedeni bu…

Evet, belediyeler sokak köpeklerini toplamak için 2028’e kadar beklemek zorunda değil ancak köpekleri toplayabilmek için yasadaki koşulları sağlamak zorunda.

İktidarın güvendiği bu düzenleme, köpeklerin korunmasını da sağlayabilecek tek düzenleme aynı zamanda.

***

Yasaya göre belediyeler sokak köpeklerini barınakta tutmak ve yaşatmak zorunda. Sadece hastalıklı ve saldırgan olanların öldürülmesine olanak tanınıyor.

Elbette bu kısım muğlak. Bir köpeğin saldırganlığına kimin nasıl karar vereceği, bunun için köpeğin ne kadar bir süre gözlemleneceği belirsiz.

Birkaç dakika içinde bu kararın verilmesine engel olacak bir düzenleme yok.

İş burada belediyelerin bünyesindeki veterinerlere düşüyor.

“Emir kuluyuz” demeden, mesleklerinin gereğini yaparak katliamların önüne geçebilirler.

Ancak Türkiye’de bunun bulunması ne güç bir meziyet olduğunu da hepimiz biliyoruz.

***

Peki, bu durumda köpekler toplanırken yurttaşların, “Nereye götürüyorsun?” diye sorma hakları yok mu?

Öyle ya, toplanan köpekler yasaya göre topluca öldürülemez! Bu durumda bakılacakları bir barınağın söz konusu olması gerekir.

Belediyelerin barınakları, buraların adresleri sır değil. Yer olup olmadığını özellikle hayvanseverler biliyor.

Kapasite olmadığı bilinen bir barınağa götürüleceği gerekçe gösterilerek köpekler toplanabilir mi?

Yasa, buna olanak tanımıyor. En önemli şart, barınak ve bakım alanlarının bulunması…

Önce Niğde, şimdi Altındağ’dan gelen haberler, her ne kadar ilgili belediyeler aksini söylese de tüyler ürpertici.

Ağızlarından kan gelerek öldürülen, poşete konulan yavru köpekler, sokak köpekleri.

Üzerleri başka hayvanların organlarıyla örtülerek gömülmeye çalışan köpekler.

T24 muhabirleri Özlem Ateş ve Ceren Bala Teke, günlerdir Niğde ve Altındağ’da yaşananları kamuoyuna duyuruyorlar.

Misal Niğde’de hayvanların acı içerisinde ölmelerine yol açacak bir ilacın ihalesinin bu katliam görüntülerinden kısa süre önce neden yapıldığının yanıtı yok.

Altındağ’da, barınaktaki köpek sayısının çarpıcı derecede düşmüş olmasının yanıtı yok.

Bütün bunların yanıtını bulmak şeffaf araştırmalara izin vermekle mümkün.

***

Ancak tehlikeli olan şu.

Katliamlar her zaman göz göre göre yapılmaz. Bir halkın gaz banyolarında soykırıma uğratılmasıyla, yaşadığı kentlerin dünyanın gözü önünde bombalara boğulmasıyla olmaz her zaman.

Bazen usule uygun davranıyor gibi hareket edilerek yapılır.

Bazen parça parça yapılır.

Tartışmayla, yalanlamayla vakit kazanılarak yapılır.

Günün sonunda ise artık olan olmuştur, ağlamaktan ve hesap sormaya çalışmaktan başka yapılacak kalmamıştır.

Ve canlı katliamları insanla sınırlı değil.

***

Madem sokak köpekleri konusunda yasa işaret ediliyor.

O zaman yasa, eksiksiz biçimde uygulansın.

Ortada çok kötü de olsa bir düzenleme varsa ona uyulsun.

Yasa, canının istediği gibi köpekleri toplayıp, topluca öldürmene falan izin vermiyor.

Topladığın köpekleri koyacağınız barınakları bir görelim.

Götürdüğünüz köpeklerin nerede yaşayacağını görelim.

O köpeklerden hangisinin saldırgan olduğuna nasıl karar verdiğinizi görelim.

Yasa çıktı diye bunca seviniyorsa köpeklere tahammül edemeyen ve bunun için dünyanın çeşitli yerlerindeki görüntüleri durmaksızın servis edenler, yasaya uyulmasını istesinler.

Bu katliam görüntüleri, yasaya uyulmadığının açık kanıtı.

Şu anda köpeklerle ilgili çalışma yapan belediyeler, önce barınaklarının olduğunu kanıtlamalı.

Zor değil, yaptıkları barınakları, bu konuda duyarlı insanlara açabilirler, onlara barınakları ziyaret etmeleri için kolaylık sağlayabilirler.

Derneklerin hukukçularına kapıları açık tutabilirler.

Ve tüm bunlar için elbette önce barınak inşa etmeleri gerekiyor.

                                                                  /././

VPN nasıl bir güvenlik sorununa yol açıyor? -Füsun Sarp Nebil-

VPN kullanımının patlamasıyla birlikte, PornHub aramaları da patlamış. Beş yıllık tabloya bakılırsa, PornHub 2020’de bir zirve yapmış. İkinci zirvesini ise Instagram/Roblox engellemesi ile yaşıyor. Bravo AKP, bravo…

Instagram'ın engellenmesi ile birlikte, Türkiye'de VPN kullanımı yeniden patladı. Roblox engellemesi de üzerine geldi. Kullanım artışlarına Google Trends'den baktığımızda şöyle bir tablo ile karşılaşıyoruz (Mavi çizgi Roblox, kırmızı olan Instagram ve sarı olan VPN)

Bu tablodan gördüğümüz engellemenin olduğu andan itibaren insanlar Google'da önce Instagram ve Roblox'a ne olduğunu araştırmaya başlamışlar ve arkasından da herkes VPN araştırmaya başlamış. Çoğumuz zaten 5651 sayılı Kanun’a 2014'de yapılan eklemelerden beri VPN uzmanı olduk.

VPN'nin son birkaç gündeki kullanım patlama oranına dair bir istatistik henüz bulamadım ama aşağıda son 1 yıl içinde Google'da "VPN" aramalarının oranına dair grafik var. Instagram'ın engellenmesiyle, bir anda zirveye fırlayan eğilimi görüyorsunuz.

Peki bu aramaları yapanlar acaba hangi illerden? Onun detayı da şu şekilde:

Anlayacağınız Instagram'ı sadece büyük şehirler değil, Cumhurbaşkanı’nın ili Rize dahil, Kayseri, Kilis gibi küçük iller de arıyor. Bu aynı zamanda AKP'nin aldığı ani kararla kimleri mutsuz ettiğinin bir resmini de veriyor.

Üstelik, etrafımızdan duyumlarımıza göre, şimdilerde AKP’nin Roblox’u engellemesi sayesinde 5-10 yaşındaki çocuklarımız VPN öğreniyor. Maalesef muhafazakâr AKP, “çocuk istismarı var” diye engellediğini iddia ettiği Roblox sayesinde şimdi çocukların PornHub gibi siteleri keşfetmesinin yolunu açtı. Aşağıda son 5 senenin PornHub istatistikleri var.

Görüldüğü üzere, VPN kullanımının patlamasıyla birlikte, PornHub aramaları da patlamış. Beş yıllık bu tabloya bakılırsa, PornHub 2020’de bir zirve yapmış. İkinci zirvesini ise Instagram/Roblox engellemesi ile yaşıyor. Bravo AKP, bravo…

VPN kullanımı riskli

Şimdi bu istatistikleri vermeye çalışmamızın nedeni bir tehlikeye işaret etmek. VPN finansal kurumlar ve iş dünyası için geliştirilmiş bir teknoloji türü. Görüşmenin içi gözükmesin (finansal kuruluş ise yapılan parasal işlem gibi) diye geliştirilmiş. Tabii ki özellikle banka işlemi yaparken, hackerlar hatlarımızın arasına dalıp, paranın yönünü kendisine çevirmesin diye.

Ama bunun diğer kullanılış tarzı, engellemeden kaçmak. Kullandığınız operatör de tünelin içinde ne yaptığınızı göremediği için sizi engelleyemiyor. Instagram ya da Roblox ya da her neyse gitmek istediğiniz yer, sorunsuz ve hatta daha hızlı ulaşabiliyorsunuz.

8 yıl önce BTK'nın VPN servislerine yönelik genel engellemesi üzerine yazdığım VPN yazısında konuya dair pek çok detayı anlatmıştım. Bu yazı BTK'nın yeni marifetleri (yeni engellemeleri) ortaya çıktığında yeniden okunuyor. Ancak 8 sene geride kaldığı için yazıyı güncelleyelim istiyorum. Çünkü risklerin iyi anlaşılması lazım. Bu arada artık tavsiye edebileceğimiz bazı VPN servisleri var. Onlardan da bahsedelim.

AKP kendi uygulamalarını halkın gözünden saklamakla uğraşıyor

AKP 2007'den beri kendisinin sorunlu uygulamalarına dair haber ve içerikleri yasaklatmakla meşgul. Böylece ülkede koca bir ifade özgürlüğü sorunu yaratıyorlar. Bunu aşmaya çalışanları ise VPN engelleme ile durdurmaya çalışıyor ama durduramıyor. Çünkü VPN şirketleri IP (adres) değiştiriyor, marka değiştiriyor. BTK da habire yenilerini engellemekle meşgul. Peki "internet?", "5G?", "ucuz internet?", "fiber?". Ama en önemlisi "siber güvenlik?”

Siber güvenlik diyoruz çünkü VPN'leri engellerken, halkı önüne gelen VPN'in kucağına atıyor. Bu büyük bir risk. Ama daha büyük risk sadece bireysel anlamda değil, Instagram engellemesi, VPN kullanımını patlatarak ve networkü körleştirerek, toplumsal anlamda da siber güvenlik riski anlamına geliyor.

Ama BTK’nın asıl görevi interneti geliştirmesi, siber güvenliği sağlaması değil midir? Biz neden internette dünya 110’uncusuyuz? Neden internetimiz bu kaliteye nazaran çok pahalı?

İstihbarat örgütleri ve hackerların VPN şirketleri

Genel internet üzerinde iken görüşmeleriniz izlenmesin, nereye gittiğiniz görülmesin, güvenli olsun istiyorsanız VPN kullanabilirsiniz. Ama tam da aynı nedenle risk taşıyor. Çünkü ne hackerlar ve ne istihbaratçılar uyuyor. İnsanların gizlenmek ya da güvenlik amaçlı olarak kullandığı araçları özellikle hedefliyorlar.

Bu saydığımız risklerin bir tanesi. Yani VPN kullanayım, izlenmeyeyim (aynı zamanda gitmek istediğim yere giderken engellenmeyeyim) derken, yanlış firmaya ait VPN seçip, hackerların eline düşme olasılığınız var. Bu nedenle yakın zamana kadar VPN tavsiyesi vermedik.

İstihbaratçıları söylemiyoruz bile. Çünkü bundan devlet memurları ve üst düzey yöneticiler, teröörgütü üyeleri, suç örgütleri vsvs korkmalı. Düz vatandaşın haberleşmesi ise istihbarat örgütü için önemsiz.

Bu arada her VPN kötüdür diyemeyiz. Gerçekten siber güvenlik işinde uzman olan firmaların geliştirdiği VPN uygulamalar da var.

VPN kullanımı artarken, networkler körleşiyor

Ama ikinci risk; sadece bireyleri değil. Ülkenin bütününü riske atabilir. Bu da doğrudan hükümetin önemli bir hatası. Yani vatandaşları resmen siber dolandırıcıların kucağına atıyor olabilirler. Çünkü VPN'in bir yan etkisi, ülke trafiğinin körleşmesine neden olması.

Ülkemizde şu andaki VPN kullanım patlaması için istatistik yok demekle birlikte, networkü düzenli izleyen bir siber güvenlikçinin tahmini, şu anda Türkiye'deki internet kullanıcılarının yarıdan fazlasının VPN kullandığı şeklinde.

VPN kullanıldığında, internet bağlantınız bir tünelin içine giriyor. Bu tünelin içini ancak tünelin iki ucundakiler ve bir de tünelin sahibi (VPN firması) görebilir. (Hackerların sızmadığı, düzgün bir VPN'den bahsediyoruz) Ancak VPN kullandığınızda, sadece Instagram için kullanmıyorsunuz. Tüm trafik VPN üzerinden gidiyor. Bankacılık uygulamaları veya e-devlet dahil. Normal trafik durumunda, bir kullanıcı farkında olmadan bile olsa dolandırıcı veya zararlı bir siteye bağlanıyorsa, USOM aracılığı ile operatörler onu kesiyordu. Şimdi VPN kullanımından dolayı kesemiyor. Çünkü körleşmiş durumdalar.

Aslında bu yazıyı yazmak gerektiğini de, eski zamanlarda birlikte çalıştığım bu siber güvenlikçi hatırlattı ve önemli bir güvenlik sorunu yaşanmaya başlanabileceğine işaret etti. Bu sorun, networkün körleştiği noktada dolandırıcılara müdahele edilememesi olasılığı. Bu sefer (hacker-istihbarat kurumunun sahibi olduğu için) doğrudan VPN'nin kendisinin yaratabileceği  riskten değil, VPN kullanımının artmasıyla, ortamda cirit atmaya başlayacak olan siber dolandırıcılardan bahsediyorum. İki risk birbirinden farklı.

Instagram engellemesi ülkenin siber güvenliğini tehlikeye atıyor

İkinci riski yani networkün körleşmesini daha da açalım; ülkenin trafiğini devlet kurumları, bankalar, büyük şirketlerin network grupları ve hatta reklam şirketleri devamlı izliyor. Bu hem data toplamak amaçlı olabilir, hem de anomalileri tespit etmek için.

Anomaliler, mesela bankaları taklit eden siteler, sahte hesaplar, sahte reklamlar, kart dolandırıcılıkları BTK'nın altında 2014 yılında kurulan (ve bizim proaktif davranmamakla sık sık eleştirdiğimiz) USOM'a raporlanıyor ya da doğrudan Instagram'a bildiriliyor. USOM'a bildirilirse, bu anomalilere karşı bilgilendirme ya da servis sağlayıcılarla işbirliği ile engelleme yapıyor. Instagram doğrudan ilgili dolandırıcı linkleri, içerikleri kaldırıyor ama bu süreç biraz daha yavaş ve zaman alıyor.

Şimdi VPN içinde kalan trafik nedeniyle, bu dolandırıcıların açtığı taklit sayfalar keşfedilemiyor. Eskiden günlük yüzde 3-4 düzeyinde olan VPN trafiği şimdi yüzde 50'lerin üzerinde olarak raporlanıyor. Bu nedenle de yukarıdaki izlemeler ve önlemler artık yapılamaz halde. Yani dolandırıcılara gün doğmuş durumda.

Ya da ülkenin istihbarat teşkilatı terörist grupların genel trafiğini takip edebiliyorken, devletin suçla mücadele eden ya da izleme istihbaratı yapan birimlerinde körlük oluştu. VPNli dünyada artık izleyemiyorlar.

Yani Instagram engellemesi nedeniyle patlayan VPN kullanımı sonucu, devletin az da olsa çalışan siber güvenlik süreci şu anda akamete uğramış durumda. Dolayısıyla Instagram engellemesi aslında ülke güvenliği açısından da risk teşkil ediyor.  

Hangi VPN?

VPN soranlar için bir kaç not verelim; öncelikle ücretsiz VPN'leri kesinlikle kullanmayın. Ücretsiz ise belki reklam yapıyordur denilebilir ama genellikle başka amacı vardır. Güvensiz olma olasılığı yüksektir.

Açık kaynak VPN, internet dünyasının, interneti özgür tutmak için başlattığı bir inisiyatif. Bunu kullanabilirsiniz. Ücretsizdir. Nasıl kuracağınızı burayı tıklayarak okuyunuz. Cloudflare'in WARP uygulaması da seçilebilir.

Yanı sıra tarayıcıların ya da işletim sistemlerinin içine gömülü gelen VPN'ler var. Ya da eğer bir VPN servisini tercih etmişseniz, sayfasından uygulamasını indirmeniz yeterli. Genelde VPN hizmetinin sitesinde indirilenler sayfası bulunur. Windows, Mac, Android, iPhone, farklı cihazlar için VPN indir” bağlantısına tıklayarak doğrudan üreticin sayfasından veya uygulama mağazasından cihazınıza indirebilirsiniz. Arkasından da cihazınızın “Ayarlar, Ağ ve İnternet” seçeneği ile VPN'i açmalısınız.                           /././

Enflasyon raporunda manşete çıkmayan iki önemli konu! -Mustafa Durmuş-

Faiz işçi sınıfı ve burjuvazi arasında da bir bölüşüm kavgasıdır. Yani faizler arttıkça ücretlerin milli gelir içindeki payı düşer. Aynı zamanda yüksek faizler yüzünden ekonomi durgunluğa girdiğinde işsizlik artar. Bu da ücret düzeylerinin baskılanmasına ve sendikaların giderek daha fazla güç kaybetmesine neden olur.

Dün açıklanan üçüncü enflasyon raporu (1), ekonomi yönetiminin önümüzdeki süreçte enflasyondaki gidişata ilişkin bakışını büyük ölçüde koruduğunu gösteriyor.

Her ne kadar Orta Doğu’da yoğunlaşan savaş, ABD’nin durgunluğa girme ihtimali gibi jeopolitik riskler ve bunların petrol ve gıda maddelerinin fiyatları üzerindeki artırıcı etkilerinden yola çıkılarak, örneğin yılsonundaki enflasyonun belli bir sayı olmaktan ziyade yüzde 34-42 arasında bir değer olabileceği Merkez Bankası Başkanı Karahan tarafından belirtilmiş olsa da, metinde daha önceki enflasyon raporunda açıklanmış olan, enflasyonun bu yıl yüzde 38’e, 2025’te yüzde 14’e ve 2026’da yüzde 9’a indirileceği yönündeki öngörü aynen korunuyor.

Raporda Ağustos ve Eylül oranları yüzde 2,5 ve son çeyrekteki aylık enflasyon oranı da (yüzde 1,5’in biraz altı) olarak hedefleniyor. Bu haliyle bile yüzde 40’ın üzerinde bir yılsonu enflasyonu olacağı bir yana, enflasyonda böyle bir indirimin nasıl sağlanabileceğine ilişkin bir ikna edici açıklama ya da bilgi raporda yok.

Belli ki yine beklentileri yönetmeye dönük bir açıklama söz konusu. Daha da önemlisi 2025 ve 2026 yıllarındaki enflasyonun sırasıyla yüzde 14 ve yüzde 9 olarak belirlenmesi, asgari ücrete, memur ve emekli maaşlarına daha düşük zam yapılacağını gösteriyor. Çünkü bundan böyle ücret zamları beklenen enflasyona göre yapılacak.

Reel işçi ücreti artışı işgücü verimlilik artışının altında kaldı

Oysa aynı raporun 25.sayfasında yer alan bir grafik reel işçi ücretlerinin 2021 yılından bu yana nasıl verimlilik artışlarının gerisinde kaldığını gösteriyor. Yani bırakın ekonomik büyümeden alınacak refah payını, eğer işgücü verimliliğindeki artış kadar ücretlere zam yapılsaydı, bugün işçiler çok daha fazla ücret alacaklardı. Bu sonuç raporun kendi verisinden çıkıyor.

Yani kârlar artıyor. Ancak enflasyonla mücadele faturasını emekçiye kesen iktidar asgari ücret artışına ve emekli ücretlerinin yükseltilmesine karşı çıkıyor.

Ters Getiri Eğrisi

Raporda dikkat çeken ama ekonomi basınının gözünden kaçan bir önemli saptama daha var: Devlet İç Borçlanma Senetlerinin (DİBS) vadelerine göre olan getirilerindeki terslik.

Raporun 16.sayfasında yer alan aşağıdaki grafiğe göre, kısa vadeli Hazine kâğıtlarının yıllık getirisi (faizi) uzun vadelilerin üzerinde seyrediyor. Bu durum Geçen yıl Ekim ayından bu yana böyle. Yani “ters ya da negatif bir getiri eğrisi” ile karşı karşıyayız.


Bu durum raporda şöyle açıklanıyor:

“Enflasyon görünümünde beklenen iyileşme henüz orta ve uzun vadeli DİBS getirilerine yansımamıştır (Grafik 2.2.6). Son dönemde DİBS piyasasına yönelik artan yabancı yatırımcı ilgisinin kısa vadeli kıymetler üzerinde yoğunlaştığı değerlendirilmektedir. Önümüzdeki dönemde dezenflasyon sürecinin güçlenerek devam etmesiyle birlikte piyasa beklentilerinin daha etkili biçimde çıpalanması ve DİBS piyasasında yatırımcı ilgisinin daha uzun vadelere kayması beklenmektedir”

Bu ne anlama geliyor ve emekçiler için nasıl bir tehlike içeriyor?

Getiri Eğrisi iktisatçılar tarafından gelecekteki ekonomik büyümeyi ya da durgunluğu tahmin etmede kullanılan bir eğri. Çünkü farklı vadelere sahip devlet tahvillerinin getiri oranlarıyla oluşturuluyor. Piyasa analistleri de ekonomik büyüme beklentisi ve resesyonu öngörmek için bu eğriyi kullanıyorlar.

Eğri normalde yukarı doğru (pozitif) eğimlidir zira riskleri ortadan kaldırabilmek için uzun vadeli tahvillerin getirisi daha yüksek olmalıdır. Ancak bu durum Türkiye’de tersine döndü.

Bir başka anlatımla Getiri Eğrisi, çeşitli vadelerdeki benzer devlet borçlanma senetlerinin getirilerini grafiksel olarak temsil eder. Kısa vadeli borçlanma araçları, aynı kredi riski profiline sahip uzun vadeli araçlardan daha yüksek getiriye sahip olduğunda ters bir getiri eğrisi oluşur. Ters bir getiri eğrisi olağandışıdır, normal bir getiri eğrisi yukarı doğru eğimlidir ve vadeler arttıkça düşükten yükseğe doğru ilerleyen getirileri gösterir. (2)

Ters Getiri Eğrisi, tahvil yatırımcılarının uzun vadeli faiz oranlarında düşüş beklentilerini yansıtır ve bu genellikle resesyon ya da en azından ekonomik durgunlukla ilişkilendirilir. Yani eğri tersine dönmüşse ekonomi de durgunluk içine girecek demektir. Ters getiri eğrisi sadece gelecekteki bir durgunluğa değil, hâkim ana akım makro iktisadın çaresizliğine de işaret eder.

Aslında ekonominin ve piyasaların durumu ve açıklanan kârlılık rakamları ve giderek artan şirket iflasları ve konkordatolar bu durumu doğruluyor. Öyle ki İSO 500 Anketine göre, çok büyük şirketlerin dahi kârları miktar olarak artsa dahi kârlılıkları azalıyor. KOBİ’lerse ciddi finansman maliyetleriyle karşı karşıyalar. Bu yüzden dolayı da ekonomideki güven endeksleri ikinci çeyrekten itibaren gerilemeye başladı. (3) İkinci çeyrekteki ekonomik büyüme sıfıra yakın gelirse, hatta negatif olursa bu bizim için sürpriz olmaz.

Faiz artı değer üzerinden yürütülen bir sınıf kavgasıdır

Bu nedenden dolayı da, başta sanayiciler olmak üzere burjuvazinin bir kesimi faiz oranlarının düşürülmesi için iktidara baskı yapıyor. Diğer yandan, adı konmamış IMF programına sadık hareket eden Şimşek ise enflasyon üzerinde artırıcı etkiye neden olacağı gerekçesiyle faiz indirimlerine (en azından birkaç ay daha) sıcak bakmıyor.

Bu durum faiz oranlarının teknik bir konu olmaktan ziyade sanayi sermayesi ile finans sermayesi arasında bir bölüşüm kavgası olduğunu gösteriyor. Faizler arttıkça sanayi sermayesi kârının bir kısmını daha fazla faiz olarak finans sermayeye vermek zorunda kalacaktır.

Faizler düşürüldüğünde ise bu kez ülkeye gelen ve son zamanlarda belirgin bir şekilde yavaşlama eğilimi gösteren sıcak paranın gelişi iyice azalacaktır. Yani burjuvazinin çeşitli fraksiyonları açısından tam bir “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” durumu söz konusudur.

Sonuç olarak

 Bu durum kapitalizmin açmazıdır. Yüksek faiz (durgunluğa yol açarak) yaygın işsizliğe, düşük faizse (yüksek enflasyona neden olarak) derin yoksulluğa neden olur. Çözüm bu çelişkiyi barındıran sisteme son vermektir.

Dip notlar:

(1) TCMB, Enflasyon Raporu 2024-III (8 Ağustos 2024).
(2) https://www.investopedia.com/terms/i/invertedyieldcurve.asp (7 July 2024).
(3) https://www.iso500.org.tr/500-buyuk-sanayi-kurulusu, 2023 (4 Ağustos 2024); TÜİK, Ekonomik Güven Endeksi, Temmuz 2024, https://data.tuik.gov.tr (6 Ağustos 2024).

                                                                      /././

                                              T-24 - GÜNDEM

Nike, Türkiye’den sipariş alımını durdurdu: Gerekçe, gümrük vergilerinin artırılması
Dünyanın önde gelen spor giyim ve aksesuarları markası Nike, Türkiye’den verilen siparişleri askıya aldı. Markanın sitesinde, "Türkiye gümrük mevzuatında yapılan son değişikliklerin Türkiye’deki tüketicilerimizin alışveriş deneyimine etkisini incelemeye devam ediyoruz" ifadeleri kullanılırken, Türkiye’den verilen online siparişlerin askıya alınmak durumunda kalındığı bildirildi.Dünyanın önde gelen spor giyim ve aksesuar markasının internet sitesinde yayımlanan açıklamada şu ifadelere yer verildi: “Türkiye gümrük mevzuatında yapılan son değişikliklerin Türkiye’deki tüketicilerimizin alışveriş deneyimine etkisini incelemeye devam ediyoruz. Bu süreçte Nike olarak tüketicilerimize siparişlerinin sorunsuz bir şekilde ve zamanında ulaşmasını garanti edemediğimiz için maalesef Türkiye’den verilen online siparişleri şu an için askıya almak durumundayız.”(https://t24.com.tr/haber/sebep-gumruk-vergilerinin-artirilmasi-nike-turkiye-den-siparis-alimini-durdurdu,1178594)

                                                             ***

Şener Şen'in Ankara'da sahnelenen Zengin Mutfağı oyununda seyircilerin olduğu bölüme dışarıdan cam şişe atıldı
Usta oyuncu Şener Şen'in başrölünde oynadığı "Zengin Mutfağı" oyunu Ankara Oran Açık Hava Sahnesi'nde sergilenirken, dışarıda atılan şişelerden bazıları seyircilerin olduğu bölüme geldi.(https://t24.com.tr/video/gazeteci-ismail-ari-sener-sen-in-rol-aldigi-tiyatro-oyununda-seyircilere-disaridan-cam-sise-firlatildi,60767)                                     ***

Türk futbolunda bu da oldu; beIN Sports, Sakaryaspor-Keçiörengücü maçını telefonla çekerek yayınladı
Trendyol 1. Lig'in açılış maçında Sakaryaspor ve Keçiörengücü takımları karşı karşıya geldi. Karşılaşma beIN Sports 2 ekranlarından canlı olarak yayınlandı. Yayın kalitesinde düşüklük olduğunu fark eden izleyiciler, canlı yayının telefondan yapıldığını tespit etti. Tribünlerde bulunan taraftarlar yayının yapılış şeklini sosyal medyada paylaştı.(https://t24.com.tr/haber/turk-futbolunda-bu-da-oldu-be-in-sports-sakaryaspor-keciorengucu-macini-telefonla-cekerek-yayinladi,1178581)                                     ***

(T-24)

9 Ağustos 2024 Cuma

Evrensel "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -9 Ağustos 2024-

Karpuz ve dolar: Küçük üreticinin mülksüzleşmesi -Ahmet Yaşaroğlu-

“Türkiye’de şu anda en ucuz şey döviz. Karpuzdan daha ucuz. Kur son üç ayda hiç artmadı. Ancak enflasyon yükseldi. Doların 33 lira olmasıyla 37 lira olması arasında bir fark yok. Yap 37 lira.” Bu sözler Türkiye İhracatçılar Meclisi -TİM- Başkanı Mustafa Gültepe’ye ait. (7 Ağustos Yeniçağ gazetesi) Dolardaki her yükselişin halkın yaşamını zindan ettiği gerçeğine karşın tuzu kuru patronun temennisi bu. Birkaç gün önce ise aynı gazetenin ekonomi sayfasında küçük çiftçi olduğu anlaşılan bir karpuz üreticisi elinde ikiye bölünmüş karpuzuyla, karpuzun kilosunu 1 liraya bile satamadıklarından yakınıyordu. Az çok gerçeğin peşinde koşan gazetelerin ekonomi sayfaları karpuz, soğan ve diğer tarım üreticilerinin bu tür yakınmaları ile dolu. Biraz kazanmak bir yana, yaptığı masrafı bile karşılayacak kadar para etmeyen ürününü tarlada bırakan, yöre halkının toplaması için çağrı yapan küçük üreticilere de rastlanmıştı.

TİM Başkanının sözleri ile küçük üreticinin sözleri sanki iki ayrı dünyadan geliyor gibi. Bir tarafta şu günlerde 33 lira olan dolar kurunda 4 liralık artışın hiçbir şey olduğunu ifade ederek daha fazla kâr hırsını dile getiren bir patron, diğer tarafta ise ürününün kilosunun 1 lira etmediğinden yakınan, bir karpuzun 5 kilo çekmesi hesabıyla 6 veya 7 karpuz satarak ancak bir dolar alabilecek olan bir küçük üretici! İhracat yapan patronların temsilcisi dolar kurunun müdahalelerle düşük tutulması nedeniyle kârlarında azalma olmasından yakınırken, muhtemelen gübresinden mazotuna, tarımsal girdilerini dolar fiyatlarıyla alan küçük üreticiler yüksek maliyetli ürününe verilen düşük fiyattan yakınıyor, tarımın bittiğini, köylünün perişan olduğunu dile getiriyorlardı.

Sözler iki ayrı dünyadan geliyormuş gibi görünse de aslında ikiye bölünmüş tek dünyanın halini anlatıyor. Ama bu dünyanın içindeki çelişkiler o kadar yoğun ve sert ki, ne tarafa dönülse oradan bir feryat yükseliyor. Bir tarafta işçi ve emekçilerin feryadına küçük üreticinin isyanı karışırken, diğer tarafta bambaşka çıkarların ifadesi olarak finans oyunları ile dolar kuru ve yüksek faizler üzerinden vurulan tatlı kazançlarının kendilerinin az kâr etmesine neden olduğunu söyleyerek yakınan fabrika sahibi patronlarının itirazı karışıyor. Bütün bu çelişkiler eşitsiz ve dengesiz gelişen, sektörler arasında kâr rekabetinin keskin olduğu, ama bu dengesizlik içinde ve her durumda işçi ve emekçiyi daha fazla ezen ve sömüren kapitalist ekonominin görünüş biçimleridir.

Ne ürettiğinden bağımsız olarak küçük üretici bir geçiş aşamasını temsil etmektedir. Onların bir bölümü tarıma el atmış büyük tekeller tarafından ezilmekte, onlarla yaptığı “anlaşmalı tarım” ile kendisine dayatılan koşullarda üretim yapmakta, adeta kendi tarlasında onların işçisi olarak çalışmaktadır. Bu bir geçiş biçimidir, şimdiden biçimsel hale gelmiş toprak üzerindeki mülkiyeti giderek bu toprağa tekellerin el koyması ile sonuçlanacak, küçük mülk sahibi mülksüzleşecektir. Kendi başına üretim yapan küçük üreticiler de karpuz ve diğer ürünlerin üretimini yapanları da benzer bir son beklemektedir. Şimdiden ortaya çıktığı gibi giderek üretim yapamaz hale gelecekler ve topraklarından olacaklardır. Küçük üreticilerin dayanışması, kooperatifler vb., bazıları açısından sadece bu süreci bir süre geciktirecektir. Kapitalizmin tarihsel gelişiminin de kanıtladığı gibi küçük üreticileri mülksüzleştirenler komünistler değil, kapitalistler ve tekelci sermayedir! Onları mülksüzleştirme görevini de devrim üstlenecektir.

Bu küçük üreticilerin kaderi mülksüzler sınıfı ile yani kendi iş gücü dışında satacak bir “malı” olmayan işçilerle birleşmektedir. Bu süreç her geçen yıl biraz daha hızlanmakta ve yaygınlaşmaktadır. İş birlikçi tekelci kapitalizm işçiyi, emekçiyi, küçük üreticiyi, tekel dışı kalmış kesimleri ezerek, sömürerek, mülksüzleştirerek ilerlemekte ve kendi saltanatını pekiştirmektedir. Erdoğan iktidarı bu süreci aldıkları ekonomik kararlarla biraz daha hızlandırmakta, soygun ve sömürüden azami ganimet alsınlar diye bu tekellerin önünü sonuna kadar açmaktadır.

Ama bu devran böyle gitmez ve gitmeyecek. Kendi içlerinde birliklerini sağlamayı başaracak ve ekonomik ve sosyal hakları için eyleme geçen, geçecek olan işçiler artık sadece kendi çıkarlarını değil, ezilen, sömürülen, yoksulluğa sürüklenen tüm kesimlerin temsilcisi olarak hareket etmeyi er ya da geç başaracaklardır. Üretim yapamaz hale gelen küçük üretici, taşına, toprağına, ağacına, suyuna sahip çıkarak yaşam alanlarını korumaya çalışan halk kesimleri elbette bu mücadelenin bir bileşeni olmayı, ortak çıkarlara sahip olduklarını anlayacaklardır. İşçi ve emekçi halkın gücü birleştiğinde bugün halkın tepesinde saltanat kurmuş olanlar gerçeklerle yüzleşeceklerdir. O zaman bugünden mallarını kaçırdıkları ülkelere bir göç başlayacaktır. Tabii o ülkelerde hâlâ eskisi gibi kalabilirlerse.                       

                                                        /././

MEB’in fütüvvete ve ahiliğe dayalı meslek okulu ve MESEM anlayışı: Kızıl saçlılar, mavi gözlüler, benekliler, kadınlar giremez -Adnan Gümüş-

Zaman var mı, hareket var mı, değişim var mı, değişim ve hareket belli bir yöne sahip mi, hep ileriye mi gider yoksa geriye doğru da gider mi, geriye doğru giderse ne olur? Zamanın, hareketin, değişimin ilke ve nedenleri nelerdir; zamanı, hareketi, değişimi ne, kim yönlendiriyor? İnsan içinde bulunduğu tarih ve şartlar içinde tarihini yazıyor da bu tarih yazımında, bu toplum kurgusunda “fikirlerin/idelerin” yeri nedir? İnsan fikri; bir gelenek, zümre, fırka/güç veya sınıf tarafından veya bunların bir bloku tarafından ele geçirilebilir mi, dikte edilebilir mi, en azından maniple edilebilir mi? Edilirse, bunun sonuçları ne olur? Muhafazakarlığın, dini muhafazakarlığın, dahası doğrudan dinciliğin çocukların ve toplumun fikrinin, görüşünün, görüsünün, ufkunun yerine geçirilmeye çalışıldığı hallerde ne olur? Hele de bu din, mevcut tanımlanmış norm ve gelenekleri dışında tüm yaratıcılığı olumsuzluyor, kendi norm çizgileriyle sınırlıyorsa?

MEB, meslek liselerini metalaştırmaya/ticari ürün yapmaya ve özelleştirilmeye, MESEM çıraklığı okul sayıp yaygınlaştırmaya, 7.-8. sınıf düzeyinde zanaat atölyeleri açarak çıraklığa yönlendirmeyi ortaokul düzeyine çekmeye, en son meslek ortaokulları açmaya yönelik adımlarını sürdürüyor.

Dahası çıraklık ve mesleki terbiye için “fütüvvet ve ahilik”i ana modeli/felsefesi saydığını şûra kararlarına, vizyon belgelerine, ders programlarına yazmış bulunuyor.

Tarihi olan her şey iyi, güzel, hoş olsa idi bugün hiçbir sorunumuz olmazdı. İyisi ile kötüsü ile tarihi tarih olarak okumakta ve dersler çıkarmakta da bir sorun yok.

Ama bu iş biraz başka, tarihi olanı tarihi bir deneyim değil güncel bir model saymada sorun. AKP’nin, İTO’nun (Daha önce onlar da basmışlardı), Aydınlar Ocağı, genel olarak dini muhafazakar grupların eğitim modeli diye öne çıkarttığı “fütüvvet ve ahilik” geleneğinin ne anlama geldiğine dair hiçbir eleştiri ve değerlendirme yapılmadan OLUMLAYARAK bunu çıraklık ve mesleki terbiyenin modeli saymasında. İmamoğlu yönetiminde İBB İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kütüphane ve Müzeler Müdürlüğü de Abdülbâki Gölpınarlı’nın fütüvvetname çevirilerini/makalelerini “Fütüvvet ve Fütüvvetname Makaleler” başlığı ile 2022 yılında basmış durumda.

Gölpınarlı’nın yaptığı çok yerinde akademik çalışmalar, iyi ki bu fütüvvetnameleri araştırmış, bulmuş, çevirmiş, yayımlatmış. Bunların hepsi önemli vesikalar, önemli olaylara doğrudan kaynak niteliğinde.

Fütüvvetin/ahiliğin çocuk, insan, esnaflık, iş, meslek, dünya anlayışının anlaşılması için Abdülbâki Gölpınarlı “Fütüvvet ve Fütüvvetname Makaleler” kitabında ilk sırada yer verilen 13. yüzyıl başlarına ait Harputlu Nakkaş İlyas oğlu Ahmed’in Tuhfat- al-Vasâyâ başlıklı Arapça fütüvvetnamesinden bazı küçük pasajlar aktaracağım.

GÖLPINARLI’NIN DİLİYLE MÜRÜVVET, FÜTÜVVET VE AHİLİK

Adamlık ve erlik manasına gelen “mürüvvet” kelimesiyle gençlik, yiğitlik ve cömertlik manalarını ifade eden “fütüvvet” kelimesi, esas itibarıyla tasavvufa dayanan, fakat ayni zamanda iktisadi teşekkülleri de kavraması ve sanat erbabını teşkilâtlandırması bakımından ekonomik bir hüviyet de taşıyan ehl-i fütüvvet tarafından daha şümullü mânalara alınmış ve bir terim olmuştur.  Bunlarca mürüvvet, fütüvvetin esasıdır, fütüvvetse mürüvvetin sonudur. Bu bakımdan her mürüvvet ehli, fütüvvet sahibi değildir, fakat her fütüvvet ehli, mürüvvette en ileri dereceye varmıştır. Arapçada fütüvvet ehline “fetâ, fityân”, bunların şeyhlerine “abu-l-fityân, seyyid-al-futuvva” dendiği gibi Farsçada fütüvvet ehli “fütüvvet-dâr, cüvan-merd, fetâ” adlarıyle anılmış ve yollarına Arapçada “al-futuva”, Farsçada “fütüvvet” denegelmiştir.Fütüvvet ehlinin şeyhlerine “ahı” da dendiğini kaynaklardan öğrenmekteyiz. Bu kelimenin, Türkçe “akı” kelimesinden geldiği söylenebilir (Mahmud-ı Kâşgarî: Dîvânu Lûgaat-al-Türk, İstanbul Matbaa-i Âmire basımı, c. I, s. 48).(Gölpınarlı, 2022, s.19).

Çok öz olarak Arap ve Acem geleneklerinden Selçuklu ve Osmanlı’ya geçmiş, kökleri Hıristiyanlığa, daha eski Zerdüşti geleneklere, belki daha da eskilere giden, içeriği Müslümanlıkla yeniden biçimlendirilmiş, Selçuklu döneminde 13. yüzyılda Anadolu’da da çok etkili olmuş hem kültürel/normatif/mistik tasavvufi (tekke ve zaviyeler) normatif düzen hem de feodalite/lonca türü askeri ve mesleki örgütlenme tarzını oluşturmaktadır. Modern dönemlerle birlikte, özellikle de 1908 Hürriyet Devriminden sonra resmi niteliğini kaybetmiştir.

Bugün konu edinmemiz, bu tarihi olguyla ilgili değil güncel ile ilgilidir. AKP, Milli Görüş, dinci çevreler yeniden resmiyet kazandırmakta ve dahası eğitime okula model saymaktadırlar. Gerçekten çağdaş bir seçenek oluşturabilir mi, uygulama ile ilgili birkaç kısa pasaj bunu anlamaya yeter.

BAĞLILIK YEMİNİ, BİAT ETME: ŞARAP, TUZLU SÜT, TUZLU SU, TUZLU KAHVE AYNI GELENEK Mİ?

Fütüvvet her şeyden önce söz ile, bağlılık ile, biat ile başlıyor. Bunun pekçok ritüeli var. Eski geleneklerde ve Hıristiyanlıkta “şarap içme” müslümanlıkla “süt içme” ritüeline, “tuzlu su”ya, şerbete” dönüşüyor, içerik aynı kalıyor.

Şürbî olanlar, kalkıp sahibin adına tuzlu şerbet içer. Bunun aslı şuradan gelmedir: Tanrı rahmet etsin ve esenlikler versin, Peygamberimize peygamberlik gelmeden önce fütüvvet sahiplerinde sahip adına şarap içilirdi. Ebû-Cehl o zamanlar fütüvvet sahibi olmakla tanınmıştı. Dörtyüz kişi onun adına şarap içmişti. Peygamber o vakit gençti. Gençlerden kırk kişi, Peygamberde çağdaştı ve daima beraber bulunurlardı. Tanrı rahmet etsin, Mustafa’ya ya Muhammed dediler, zâhir ve bâtına ait her hususta kutlu ayağınızın bastığı toprak bile Ebû-Cehl’in varlığından daha yücedir, daha iyidir. Sizin cana canlar bağışlıyan vücudunuz varken o, fütüvvet sahipliği süsünü takınmada. Biz de sizin kutlu adınızla fütüvvet yoluna girmek istiyoruz. Tanrı rahmet etsin ve esenlikler versin, Peygamber aramızda şarap kullanmamız doğru değil buyurdu ve tuzlu suyu koydu. Onlar da Peygamber’in kutlu adına tuzlu şerbet içtiler.”

(…) “Bu bakımdan sahabe, ulu Tanrının “Ağaç altında sana bîat ettikleri zaman, Tanrı o bîatta bulunan îman sahiplerinden razı oldu” buyurduğu gibi (LVIII, al-Feth, 18) bîat ettikleri zaman Peygamber, sahabeye süt verdi. Efendimiz, bilginler ve fetâlar Padişahı Urumyalı şerîat ve dîn İmâd’ından (İmâdeddin) duydum, Tanrı faziletini daim etsin, dedi ki: Şeceremizde, yâni Tanrı azîz ruhunu kutlasın, Şeyhler şeyhi, kutupların kendisine uydukları, yol erlerinin mürebbisi saygı değer Şeyh Şihâb-al-milleti valdin (Şihâbeddin) Sühreverdî’nin şeceresinde şöyledir. Şeyh, tarîkat, şerîat, hakıykat ve fütüvvette kemâl sahibiydi. Fütüvvette de nisbeti cihan halîfesi Nâsır Halîfe’ye ulaşır. Kendi eliyle şöyle yazmıştır: Tanrı yüzünü tekrim etsin, Emîr-al-mü’minîn Ebû-Tâlib oğlu Alî, tuzlu su verirdi. Bu zayıfın zannı şudur ki, Tanrı razı olsun, Ebû-Derdâ’, buna kızdı, Tanrı rahmet etsin Resûl, bîatta süt verirken sen neden bu bid’atı koydun? dedi. Emîr-al-mü’minîn zararı yok buyurdu, güzel bir bid’at. Her yerde süt bulunamaz, halk mahrum (227. a) kalır. Fakat sunulursa süte birazcık tuz atılması da gerektir ki, bu suretle her iki kavil yerine gelmiş olur.” (s.171-172)

Güncel bir bağ kurulursa, kız istemede tuzlu kahve geleneği bu ahilik geleneğinin uzantısı mı, “fedailik” başta olmak üzere daha hangi gelenekler fütüvvet ve ahilik ile ilgilidir, bunların araştırılması gerekmektedir.

SAHİBE BAĞLILIK YEMİNİ: AYAKTA DURMAK, ŞERBET İÇMEK, FÜTÜVVET LİBASI (ŞALVAR) GİYMEK

Biat 5-6 yaşlardan başlıyor. Ritüelleri, uzun duası var:

“Özetle “Kavlîyse hutbeyi “Yoksullar hizmetçisinin” cümlesine kadar okur ve “Tanrı fütüvvetini daîm etsin ve mürüvvetini arttırsın, fütüvvet sadrı, mürüvvet sahibi, kardeşlik dolunayı filân ahının adına” der. Bütün bunları söylemeden âcizse “Hamd âlemlerin rabbi Tanrıya. Rahmet ve esenlik Muhammed’e ve tertemiz ehli beytiyle bütün sahabelerine. Durdum, sonsuz günahlarıma istiğfar etmede, Tanrının emrine ve nehyine uyup kulluk etmiye, Mustafâ’nın sünnetine uymıya, analarla babalara muti’ olmıya, Murtazâ yolunu korumıya, yücelik cüvan-mertleriyle sâlihlerin arasında ve kapısında fütüvvet sadrı, mürüvvet bedri, Tanrı başarısını daîm etsin, filân ahı adına” der ve gidip onun elini öper.”  (Gölpınarlı 2022, s.174)

Yani sahibe biat ve bağlılık yemini etmiş olur.

Çıraklığa/adamlığa kabul için fütüvvet libası (şalvar) töreni bulunmaktadır. 

“Fütüvvet kardeşi olanlar halka olurlar (228. b). Sahiple terbiye de, kalktıkları zaman dönmeleri ve kıbleye karşı uçkur bağlamamaları için kıbleyi sol yanlarına almak şartiyle halkanın ortasında yere otururlar. Kıbleye karşı otururlarsa şalvar giyerken kıbleye saygısızlık göstermemek için ayakların uzatılmaması ve ayak tabanlarının yere dayanması gerektir. Önce sahip, terbiyenin beline, şalvarının üstünden bir peştemal kuşatır. Ondan sonra oturup kendi şalvarının önce sol ayağını çıkarır ve üstüne sol ayağını kor. Sonra sağ ayağını çıkarır ve o şalvarı, önce sağ ayağını, sonra sol ayağını paçasından tutarak terbiyeye giydirir. Bundan sonra tebriye kalkar, kıbleye döner. Sahibi de elini peştemalın altına sokup onun uçkurunu bağlar. Terbiyenin evvelki şalvarı, diğer armağanlarla beraber sahibe aittir. Sahibin, şalvar giydirirken kendi şalvarını çıkardığı zaman iç doniyle kalmaması için birbiri üstüne iki şalvar giymesi münasiptir. Sahip, terbiyeye şalvar giydirip fütüvvet icazeti verdiği zaman terbiyenin de kudreti yettiği kadar ona armağanlar sunması gerektir. Şalvar ne pek bol olmalı, ne de pek dar. Öyle ki, paçasından abdest bozmak imkânı olmamalıdır. İlk şalvar giyen, Tanrı rahmet etsin, İbrâhîm Halîl’di. İlk konuk ağırlıyan da oydu. Tanrı rahmet etsin ve esenlikler versin, Peygamber “ilk olarak konuk konuklıyan ve ilk şalvar giyen İbrâhîm’di” buyurmuştur. “Fetâlık, cüvan-mertlik, ancak şalvarla olur” denmiştir. Mânası da şalvar emanetini korumalarını ve harama uçkur çözmemelerini tenbihtir.” (Gölpınarlı 2022, s.175)

SAHİBLİK-TERBİYELİLİK ESAS, SAHİP DEĞİŞTİRİLEMEZ: FÜTÜVVET EHLİ ÜÇ DERECE

Fütüvvet ehli üç dereceye ayrılmaktadır: Şeyh Şeyh-i Temessük, Şeyh-i Tahallûk, Şeyh-i Teberrük. Fütüvette pirler üçtür: Kavlî, Şürbî, Seyfi Pîr. Esnad sahipliği çok önemlidir.

Fütüvvete giriş sebepleri de üç grupta sayılmaktadır: Sened ve zaruret sahibi, itikat ve muhabbet sahibi,  ikbâl ve himaye sahibi.

Burada en önemlisi sahiplik-terbiyelilik (sahip-çırak) ilişkisidir, dahası sahip değiştirilemez: “fütüvvetin iki kısmı şeref ve teberrük hükmünde olup senetleri kuvvetlendirme mahiyetindedir. Sahip, gerçekte ilk sahiptir, eğer fütüvvete müstahaksa ve fütüvvet şartlarını anlatırken söylediğimiz şartları haizse. Fakat bir kimse, esasen fütüvvete müstahak birisinin terbiyesiyse ve sonra gidip bir başkasına terbiye olursa eğer o ikinci sahip, onun başka birine intisabı olduğunu bildiği halde kabul eder ve bunu câiz görürse terbiye de merduttur, ikinci sahip de.” (Gölpınarlı, 2022, s.176).

KADINA, KÖLEYE, KIZIL SAÇLI, KAŞLI VE KİRPİKLİ, GÖK GÖZLÜ VE YÜZÜNDE BENEKLER BULUNAN KİMSEYE FÜTÜVVET VERİLEMEZ

Fütüvvet ve ahiliğin kapsayıcılığı nedir, kimler kabul edilebilir, bununla ilgili de çok açık ırkçı ayrımcı hükümler bulunmaktadır:

“Tanrı rahmet etsin, der ki: Bu yola giren ve kıble ehlinden olan her kişiye ulu Tanrının emirlerini tutmak ve Tanrı esenlikler versin, Peygamber’in sünnetine uymak gerektir. Fütüvvet sahibi, padişahın yardımcılarındansa ve kılıç sahibiyse onun fütüvveti sâbittir, çünkü din yardımcılarından ve Müslümanlara huzur verenlerdendir. 68 Ancak, Tanrı rahmet etsin, Peygamber’in “Ümmetimden on bölük, tövbe etmedikçe cennete giremez” buyruğunda bildirilen on taife, bu hükümden dışarıdır ki asıl kitapta bunlar anlatılmıştır. Şedd bağlanması, fakat tekfiyesi caiz olmıyanlar, çocuklardır ki bunlar ergenlik çağına girinciye dek tekfiye edilmezler, fakat şedd kuşatılması caizdir. Köle de ancak azad edildikten sonra tekfiye edilir. Köleye, efendisinin izni olmadıkça şedd de kuşatılamaz. Şeriatte fâsık olanlara da, islâm olduklarından şedd kuşatılabilir, fakat fâsık oldukları cihetle tekfiyeleri caiz değildir. Şedd kuşatılması da tövbe etmesi ve tâata dönmesi ümidiyledir. Kadınla erkeği buluşturana gelince: Onun fütüvveti esasen sahih olamaz. Bedeninde bir kusuru olanla kızıl saçlı, kaşlı ve kirpikli, gök gözlü ve yüzünde benekler bulunan kimseye de fütüvvet verilemez ve bu, Tanrı rahmet etsin ve esenlikler versin, Peygamber’den rivayet edilen merfû’ hadisle sabittir.69 Bid’atı benimsemiş olanla kötülük eden er, kadın ve müşrik de fütüvvete kabûl edilemez. Ulu Tanrı’nın, fütüvvet mânalarının incelikleriyle hususiyetlendirdiği muhakkık şeyhlerimizce bunların fütüvveti, fütüvvet mezhebinde doğru değildir.” (Gölpınarlı, 2022, s.147).

İrdelenecek söylenecek çok şey var.

Şu ama çok açık ki, fütüvvet ve ahilik bugüne model olamaz.

                                                              /././

Dolar karpuzdan ucuz! -Nuray Sancar-

                  Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) Başkanı Mustafa Gültepe | Fotoğraf: Anka

Büyük kentte yaşamanın maliyeti asgari ücretin dört katına çıktı. Yani çoğunluk açlıkla boğuşuyor. Ülkeyi terk eden beceri ve meslek sahibi kesimin sayısı geçen yılınkini şimdiden aşmış durumda. Ücretlerin sürekli erimesi, düşen yaşam kalitesi, baskılar, kadın cinayetlerindeki artış, iş cinayetlerinde genç hayatların sönmesi yoksul sınıfların can yakan realitesi.

Uluslararası finans kuruluşlarından toplayabildiği paralarla ve Türkiye’nin yabancı sermaye yatırım puanının bir nebze artmasıyla övünen Mehmet Şimşek önceki gün aynı ezberini yineledi: ‘Uluslararası finansal kuruluşlarla yaptığımız çalışmalar somut adımlara dönüşüyor, kalkınma odaklı projeler uygun koşullu finansmanla, uzun vadeli ve piyasa koşullarının altında faiz oranlarıyla destekleniyor, programa güven artarak devam ediyor. Bu yıl 2.9 milyar dolar finansman sağladık. Dünya Bankası tarafından onaylanan yaklaşık 1.9 milyar dolar tutarında 4 proje imzalanmak üzere… deprem bölgesinde küçük sanayi sitelerinin yeniden inşa edilmesi… Orta koridor demir yolu geliştirme projesi kapsamındaki çalışmaların sürüyor…reel sektörümüzü güçlendirecek programımıza duyulan güvenin bir göstergesidir.”

Şimşek’in sözlerinde halkın geçim sorunu ile ilgili olarak sadece ‘Bekleyin, çözüyoruz’ var. Her seferinde bir sonraki üç aya ertelenen refah vaatlerine devam ediyor Bakan. Borç alınan paralardan yapılan destek depremzedelere değil, bölgedeki sanayi sitelerine; yolu, okulu, hastanesi olmayan yerlere değil, meta dolaşımını kolaylaştıracak inşaatlara. Ekonomi programıyla güven inşa etmekte Şimşek! Halka değil, sermayeye.

Ancak Şimşek yine de sanayicisine, tüccarına yaranabilmiş değil. İç sanayiciler ve tüccarlar, Şimşek’in somut adımlarını yeterli bulmuyor. ‘Türkiye pahalı değil, çok pahalı bir ülke’ diye vurgulayan Türkiye İhracatçılar Meclisi Başkanı Mustafa Gültepe’nin pahalılıkla ilgili algısı halkınkinden farklı. Dolar karpuzdan ucuz, ‘33 lira olmasıyla 37 dolar olması arasında fark yok, doları çıkarın 37’ye' diyor. Dört işlem fukarası devam ediyor: Sanayiciler için sürecin ‘Batan batsın’ anlayışıyla yönetildiğini ileri sürüyor. Turizmci ise bu yıl doların 45-50 TL olacağı beklentisiyle hazırlandığı vurgunu yapamadığından, yerli turistin de Yunan adalarını tercih etmesinden şikayet ediyor.

İç tüketimi kısmak pahasına ülkeyi ‘ucuz emek’ cehennemine dönüştüren, ihracata, dış krediye abanan, kamu arazilerini parsel parsel satışa çıkaran iktidarın, IMF’siz ‘yapısal uyum programı’ dış sermaye akışı ve yatırımına ‘Güvenli bir ortam sağlamak’ için, memleket sathını ekonomik buldozerle dümdüz etti, ediyor. Ancak kısa zamanda bol kazanç ve kâr derdindeki sermaye protokolü, oy derdinde ve kazı bağırtmadan yolmak amacındaki iktidarın yeterince hızlı davranmamasından şikayetçi. TİM Başkanı tekstilde Mısır’a kaçış olduğundan ve yabancı sermayenin, Türkiye pahalı olduğu için Türk sanayicileriyle çalışmak istemediğinden yakınıyor; programın daha fazlasını, daha hızlısını istiyor. Çünkü diyor, ‘Dünyada sektörel bazda ihracat yapan ülkelerin senden ucuzluğu yüzde 40-50. Bir yılda kurdaki artış yüzde 25.’ Lira yerlerde sürünsün, ihracatçı kazansın yeter!

Çünkü sanayiciler ve tüccarlar ekonominin baş aktörü olarak kendilerini görmekteler. Memurlara ve emeklilere yapılan zammın bütçeye maliyetini çalışanların gözüne her fırsatta sokarken kendi sermayelerinin ve kârlarının halka ve bütçeye maliyetini ekonomi ilminin konusu haline getirmedikleri için iktidarla ve kendi aralarındaki diyalogda, kalkınmaya ne kadar katkıda bulundurduklarını ballandıra ballandıra anlatıyorlar.  

Doların TL karşısındaki değerinin yükselmesi akaryakıttan iğne ipliğe, ekmekten giyim kuşama, kiradan ulaşıma kadar her şeyin fiyatının misline katlanması demek. Tüccarlar ve sanayiciler kazansın, program yürütücülerine ve çevre çeperlerine de pay düşsün diye halkın inim inim inletilmesi demek.

Ancak emekçilere taşıtılan yük istiap haddini aşmış durumda. Öte yandan elini verip de kolunu kaptırdığı bu tablo, iktidarın içinden çıkamayacağı bir noktaya geldi. Çünkü orta vadeli program bir gayya kuyusudur, düştükçe düşen, battıkça batan orta boy boy sanayiciler ve ihracatçılar en alta doğru itilen kitlenin sırtından kuyunun ağzına doğru yükselemez hale geldiler; büyük balık tarafından yutulmak da cabası. Devlet onları kurtarmaya çalıştıkça en alttakiler daha da eziliyor. Borçlarına kefil gösterilen onların ucuz emeği, yoksulluğu çünkü.

Türkiye’nin yabancı sermaye yatırımlarının girişini kolaylaştırmak için ucuzlamasını talep eden, iktidara ‘Doları yap 37 lira’ diye dayatanlar devleti ve iktidarı halk için taşınamaz ölçüde ağırlaştırdılar. Vaktiyle, sosyal hakları budamak suretiyle ucuz bir devlete sahip olunacağını iddia eden asalak sermaye iktidarı halka bir külfet haline getirdi.

Bu pahalı sermayeden ve iktidardan kurtulmak; halkın yönettiği ucuz bir devlet ve ucuz bir devlet emekçilerin tek borcu olsun.

                                                      /././

"Ekonomi mucizesi" Almanya, nasıl "Avrupa'nın hasta adamı" oldu? -Yücel Özdemir-

Ekonomisi çöküş sürecinde olan ülkeler için kullanılan "hasta adam" tanımlaması, 20. yüzyılın başlarında Avrupalılar tarafından Osmanlı İmparatorluğu için kullanılıyordu. "Boğaziçi’deki hasta adam"ın ölümü, Birinci Dünya Savaşı’na katılması, emperyalistler tarafından işgal edilme planlarının devreye konulması ve Kurtuluş Savaşı’yla son buldu.

İngiliz "The Economist" dergisi, Osmanlı için yapılan "hasta adam" yakıştırmasını son 25 yılda iki kez Almanya için kullandı. İlk olarak 1999’da bu yakıştırmayı yapan dergi, tam bir yıl önce ikinci kez kapaktan "Almanya yeniden Avrupa’nın hasta adamı mı?" diye sordu.

Aradan geçen bir yıl ve son birkaç ay içinde olanlara bakıldığında, bir zamanlar "ekonomi mucizesi" (Wirtschaftswunder) diye tanımlanan Alman ekonomisi gerçekten de "Avrupa’nın hasta adamı"na dönüştü. Ekonomideki küçülmenin 2030’a kadar ciddi bir büyümeye dönüşmesini kimse beklemiyor. Beş yıl önce büyümenin yüzde 2.5’e kadar çıktığı ülkede, özellikle sanayi dallarında büyük bir daralma yaşanıyor. Sanayisizleşme tehlikesi her geçen gün daha fazla dile getiriliyor.

Alman ekonomisiyle adeta özdeşleşen ana sanayi sektörlerindeki daralma nedeniyle şimdiden on binlerce işçinin işten atılması planlanmış durumda. Bazı işletmelerdeki duruma baktığımızda sürecin hangi yöne doğru gittiği kısmen anlaşılıyor:

- En büyük otomobil tedarik zinciri Bosch, 2025’in sonuna kadar 2 bin işçiyi işten çıkaracak.

- İkinci büyük otomobil tedarik şirketi ZF, Almanya’daki 54 bin çalışandan 14 binini 2028’e kadar işten atacağını açıkladı. Sayının fazla olabileceğine dair basında haberler var.

- Üçüncü büyük otomobil tedarik tekeli Continental de büyük bir kriz içinde. Dünya çapındaki 203 bin çalışandan 7 bin 150’sinin işten atılacağı duyuruldu. Yüzde 40’ı Almanya’dan olacak.

- Tedarik şirketi Webasto, 16 bin çalışanın yüzde 10’unu işten atacak.

- Çip üreticisi Infineon, hafta başında aşırı üretim nedeniyle 1400 işçiyi işten çıkaracağını duyurdu.

- Yazılım alanında Almanya’nın en önemli tekeli SAP, 10 bin çalışanı işten atacak.

Sadece Bosch, ZF, Continental, SAP ve Webasto’daki gelişmelere bakıldığında, ülke sanayisinin kalbi otomobil sektöründe büyük bir krizin kapıda olduğu anlaşılıyor. Elektrikli otomobil için yapılan yatırımlar, tüketim düşük ve rekabet güçlü olduğu için karşılık bulmuş değil. Tedarik zincirindeki daralma doğal olarak yan orta ölçekli şirketleri de vuracak.

Benzer bir tablo kimya sektörü için de söz konusu.

BASF, üçte biri Almanya’da olmak üzere 2 bin 600 işçiyi işten çıkaracağını duyurdu. Evonik, 2026’ya kadar 1500’ü Almanya’da olmak üzere 2 bin işçiyi işten çıkarmaya karar verdi. Aspirin üreticisi Bayer, bu yılın ikinci çeyreğinde bir önceki yılın aynı çeyreğine göre yüzde 16.5 milyar avro zarar etti ve bunun sonucu olarak çok sayıda işçiyi işten çıkarmayı gündemine aldı. Korona aşısını bulduğu için rekor kârlar elde eden BioNTech, bu yılın ikinci çeyreğinde yaklaşık 800 milyon avro zarar etti. Şirketin yeni umudu, 2026’ya kadar onaylanması beklenen kanser ilacında.

Bunların dışında elektrikli ev aletleri üreten Miele, fabrikanın bir bölümünü Polonya’ya taşımaya karar verirken, toplamda 2 bin 700 işçiyi işten çıkaracağını açıkladı. Deutsche Bahn, 30 bin çalışanı işten atacağını duyurdu.

Sadece buraya kadar olan kesin rakamları alt alta topladığımızda, işten çıkarılacak kalifiye işçi sayısı 70 bini buluyor. Bir de bunların dışında küçük ve orta ölçekli işletmelerden işten çıkarılacakları eklersek, ekonomideki durgunluğun faturasının asıl işçilere kesildiği anlaşılıyor.

Ekonomideki durgunluğun aşılacağına dair veriler ise bulunmuyor. 2025’e dair yapılan en iyimser büyüme tahmini yüzde 0.5. Peki Alman ekonomisinin diğer gelişmiş kapitalist ülkelere nazaran bu denli “Avrupa’nın hasta adamı”na dönüşmesinin nedenleri neler? Bırakalım ABD, Çin, Rusya ve Hindistan’ı; Fransa ve İngiltere’nin ekonomilerindeki büyüme de Almanya’dan daha iyi. Son 15 yıl içinde ekonomi sadece 2009 (mali kriz), 2020 (korona krizi) ve 2023’te (Ukrayna savaşı) küçüldü.

Birçok burjuva ekonomisti küçülmeye gerekçe olarak “kalifiye iş gücü yetersizliği”ni gösteriyor. Halbuki ilgisi yok. Son iki yıl içinde işsizlik oranı yüzde 5.3’ten yüzde 6’ya yükseldi. Büyüme oranlarının Almanya’da eksiye düşmesinin başlıca nedeni elbette Ukrayna savaşı. Ancak, savaşa tam destek veren siyasetçiler ve ekonomistler bu gerçeği halktan gizlemeye çalışıyor. Halk ise her şeyin farkında. Ülkeyi savaşa sürükleyen hükümete güven, rekor düzeyde düşük. Hükümet partileri sürekli güç kaybediyor.

Uzun yıllar dış ticaretten beslenen Alman ekonomisinin en önemli avantajı Rusya’dan ucuza aldığı enerji idi. Sanayinin çarklarını çeviren bu ucuz enerji iki yıldır kesik ve başka ülkelerden katbekat enerji ithal ediliyor. Savaşla birlikte artan enerji fiyatları bir yandan alım gücünü düşürürken, diğer yandan parça başı ürün fiyatını arttırdı. Hal böyle olunca zorunlu olmayan malların tüketimi azaldı. Alman Ticaret ve Sanayi Odası (DIHK) tarafından yayımlanan “enerji barometresi”ne göre yüksek enerji fiyatları nedeniyle sanayi şirketlerinin yüzde 37’si üretimi, enerji ve emek maliyetlerinin daha düşük olduğu ülkelere kaydırma niyetinde. Bu oran savaşın başladığı 2022’de yüzde 21 idi.

Özetle; Ukrayna savaşının uzaması Alman ekonomisindeki “hastalığı” daha da ağırlaştıracağı, “hastane faturası”nın ise daha fazla işçi ve emekçiye kesileceği anlaşılıyor. Bu nedenle özellikle işçi sınıfının savaşa karşı verilen mücadelenin başında yer alması gerekiyor.

                                                        /././

İsrail’in Filistin’i işgali Dokufest’te: Susmayan sirenler -Nil Kural-

23. Dokufest Uluslararası Belgesel ve Kısa Film Festivali, proğramında İsrail’in Filistin’i işgaline geniş bir yer açıyor ve çalan bir siren gibi mevzunun aciliyetini izleyicisine hatırlatıyor.

Bu yılki Berlin Film Festivali’ni takip edenler, Filistin konusunda İsrail’i eleştiren filmlerin ve sinemacıların yaşadıkları baskıyı hatırlar. Berlinale’ye damga vuran bu boğucu atmosfer, fikir özgürlüğü ve her şeyden önce sanatın ne üzerinde konuşması ve ne konuda susturulmaması gerektiğine dair güçlü bir fikir vermişti. Bu yıl Kosova’nın Prizren kentinde 23. kez düzenlenen Dokufest Uluslararası Belgesel ve Kısa Film Festivali, seçkisiyle İsrail’in Filistin’i işgalinin geçmişten bugüne nasıl geldiğini, konusu ekoloji olan filmlere bile sızmasının kaçınılmazlığını gösteriyor. Seçkide can alıcı konuların nasıl öne çıkarılması gerektiğini de…   

Balkanlar’ın en önemli festivallerinden olmasının yanı sıra belgesel odaklı festivaller arasında özel bir yerde duran Dokufest’in programında adını bu yılın dikkat çekici belgesellerinden “No Other Land”den alan özel Filistin bölümünün yanı sıra programın farklı bölümlerinde bu konuya eğilen filmler göze çarpıyor.

Mesela Uluslararası Yarışması’nda yer alan Filistinli Yönetmen Kamal Aljafari’nin yönettiği “A Fidai Film”, arşiv görüntülerine müdahalelerle oluşturulmuş bir deneysel belgesel. Beyrut’ta yerle bir edilen bir Filistin arşivinden yola çıkan film, kayboluşun yasını tutmak yerine işgalcilerin görüntülerini sabote etmeyi seçiyor. Aljafari’nin arşive müdahalesindeki amaç hem görüntüleri müdahalelerle özgürleştirmek hem de çok uzun yıllardır süren bir yıkıma dair bir hissi izleyiciye geçirmek. Bu iki alanda da başarılı olan belgesel aynı zamanda, sinema dilinde savaş ve yıkımı işlerken arşivin nasıl esnetilebileceği üzerine de bir düşünce egzersizi sunuyor.

Festivalin 1974: Now and Then (Şimdi ve O Zaman) adlı bölümü 1974 yapımı filmlerin günümüzün önemli tartışmalarını nasıl işlediğini gösteriyor. Bu bölümün seçkilerinden birinde Filistin’e odaklanan dört filmden biri olan “Arab Israili Dialogue" adlı orta metraj, özel bir yerde duruyor. Bağımsız ABD’li Belgeselci Lionel Rogosin’in imzasını taşıyan film, aynı zamanda arkadaş olan Filistinli Şair Rashed Hussein ve İsrailli Gazeteci Amos Kenan’ın tartışmaları üzerine. İsrail ve Filistin toprakları ve hak iddiaları üzerine argümanların bu iki entelektüel tarafından birbiri ardına sıralandığı filmde, Yönetmen Rogosin’in müdahaleleri de dikkat çekici: İkilinin tartışmasını bölgenin görüntüleriyle bölmenin yanı sıra İsrailli Kenan’ın tartışmaya haksız bir ağırlık koymasını veya daha düşünerek konuşan Hussein’i susturmasına izin vermeyen bir kurguyu tercih ediyor. Rogosin’in iki tarafa da söz verirken yönetmen olarak aldığı bu pozisyon, belki bugün 50 yıl önce olduğundan da daha değerli.

Konuya doğrudan odaklanan filmlerin yanı sıra başka odakların içinde yolu Filistin’e uzanan filmler, yönetmenlerin dünyanın aciliyet gerektiren mevzularını göz ardı etmemeleri açısından ayrı bir yerde duruyor. Ekoloji konulu filmlerin yarıştığı Green Dox seçkisindeki Sofie Benoot imzalı “Apple Cider Vinegar”, emekli bir doğa belgeseli anlatıcısının böbrek taşı düşürmesinin ardından insan bedeninin dünyayla bağlarını bizlere anlatmaya karar vermesi üzerine. Böbrek taşı üzerinden dünyanın taşlarına, minerallerine uzanan bu makale filmde, Belçikalı Yönetmen Benoot, Filistin’deki taş ustalarını da ziyaret ediyor. Tüm gün büyük bir ustalıkla kırdıkları kadim taşları İsrail’e gönderen ustalara büyük bir alan açan Benoot, çevreden bahsederken sömürgeciliğine arkasını dönmemeyi seçiyor. Tüm taşlar İsrail’e giderken, ustaların bu taşlarda buldukları balık fosilleriyle Filistin’deki evlerini süslemesi ise filmin çıktığı yolculukta keşfettiği bir cevher.

Uluslararası yarışmada yer alan Aura Satz imzalı “Preemptive Listening”, Londra’da yaşayan İspanyol sanatçının sirenler üzerine yaptığı bir deneysel belgesel. Çeşitli müzisyenlerden siren sesini yorumlamasını isteyen ve dünyanın paniğe, savaşa, çevre felaketine karşı diktiği bu alarmları yaratıcı bir dille gösteren film, zamanın ruhunu yakalıyor. Satz, filminde İsrail ve Filistin sirenlerine geniş bir yer ayırırken, haksızlığın yanında politik bir pozisyonu seçiyor ve iki ulusun uyarı sistemleri arasındaki eşitsizliğe geniş bir yer açıyor. Film, felaketlere karşı geç bir uyarı olarak inşa ettiği sirenleri bir alarm olarak kabul edip harekete geçme mesajıyla sonlanıyor. Bu harekete geçme çağrısı, festivalin seçtiği İsrail ve Filistin’i ele alan filmlerin genel ruh haliyle de birebir örtüşüyor.                                             

                                                    /././

Roblox yasağı/Gökhan Ahi: Engelleme kanuna aykırı, uzun vadede çözüm değil -Gözde TÜZER-

Instagram’a erişim yasağının ardından bir engel de çocuklar arasında popüler olan Roblox Corporation tarafından geliştirilen çevrim içi oyun platformu ve oluşturma sistemi Roblox, mahkeme kararıyla erişime engellendi. Evrensel'e konuşan Bilişim Hukukçusu Gökhan Ahi engellemenin usule ve kanuna aykırı olduğunu belirterek “Zaten toplum olarak erişim engellemelere karşı şerbetli bir hale geldik. Görüldüğü üzere, erişim engellemeleri, kısa vadede etkili olabilir ancak uzun vadede kalıcı bir çözüm sunmuyor” dedi.

Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumunun resmi internet sitesinde yapılan bilgilendirmede, “roblox.com, 07/08/2024 tarihli ve 2024/5282 D. İş sayılı Adana 6. Sulh Ceza Hakimliği kararıyla erişime engellenmiştir” cümlesine yer verildi. Adana Cumhuriyet Başsavcılığı Bilişim Suçları Bürosunun talebi üzerine verilen kararın yasal dayanağı ise 5651 sayılı Kanun’un “Milli güvenlik ve kamu düzeninin korunması” hakkındaki 8/A maddesi oldu.

"DİŞE DOKUNUR BİR GEREKÇE SUNULMADI"

Gazetemize konuşan Bilişim Hukukçusu Gökhan Ahi erişim engelleme kararlarının, 5651 sayılı "İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi" hakkındaki kanun çerçevesinde verildiğini belirterek “Kamu düzeni, milli güvenlik, halk sağlığı gibi konularda, Cumhurbaşkanı ve bakanların talebi üzerine BTK başkanı tarafından erişim engelleme kararları verilebiliyor. Sulh ceza hakimlikleri ise katalog suçlar ve fikri hakların ihlalleri nedeniyle erişim engelleme kararı verebiliyor” dedi.

Ancak “çocukların istismarı” konusunun teknik olarak 5651 sayılı Yasa’da yer almadığını belirten Ahi şöyle dedi: “Kanunda ‘çocukların cinsel istismarı’ maddesi geçiyor ama cinsel istismar çok farklı bir konu. Çocukların istismarı çocuk işçilerden çocuklara kötü davranmaya kadar çok geniş bir alanı kapsarken, cinsel istismarda çocuklara cinsel amaçlı fiziki olarak dokunmak suç sayılıyor. Roblox'un erişiminin engellendiği kararda, katalog suçlardan hareket edilemediği için 8/A'daki kamu düzeni, milli güvenlik gibi konular gerekçe gösterilmiş. Ancak bu konuda da sulh ceza hakimleri yetkisiz, çünkü bu tip kararları BTK başkanı alıyor ve Ankara'daki sulh ceza hakimine hukuki denetim için gönderiyor. Buradan bakıldığında bile Roblox erişim engelleme kararı usule ve kanuna aykırı görünüyor. Kaldı ki, erişim engelleme kararında dişe dokunur ve kamuoyunu tatmin edecek bir gerekçe de sunulmamış.”

İKTİDAR POLİTİKALARINA GÖRE ŞEKİLLENEN KAVRAM: "KAMU DÜZENİ"

Kamu düzeni, milli güvenlik, halk sağlığı gibi geniş spektrumlu kavramların muğlak olduğu gibi siyasal iktidarların politikalarına göre kolay şekil alabilen kavramlar olduğunu vurgulayan Gökhan Ahi “Dolayısıyla bu kavramların içi günlük politikalara göre kolaylıkla boşaltılabiliyor. Sonuç olarak, bu kavramları ele alarak her türlü çevrim içi içerikler engellenebiliyor. Ki bunun örneğini Instagram'da ve Watpad'de görüyoruz. Daha önce Twitter, Wİkipedia ve YouTube'ta da görmüştük” ifadelerini kullandı. “Erişim engeli günümüz internet dünyasını da düşününce mümkün mü?​” diye sorduğumuz Gökhan Ahi şöyle dedi: “Kullanıcılar, erişim engellerini aşmak için VPN veya alternatif DNS sunucuları kullanabilirler. Zaten toplum olarak erişim engellemelerine karşı şerbetli bir hale geldik. Görüldüğü üzere, erişim engellemeleri, kısa vadede etkili olabilir ancak uzun vadede kalıcı bir çözüm sunmuyor. Streisand etkisiyle kullanıcısı ve etkileşimi daha çok artıyor. Türkiye'deki erişim engellemeleri sürekli hale geldikçe, sadece internet özgürlüğü, ifade özgürlüğü ve kullanıcı hakları konusunda tartışmalara neden olmuyor, ayrıca ekonomik sonuçlar da doğuruyor. Bu tür platformlar üzerinde ciddi bir ticaret, alışveriş, takas, reklam ve yan hizmetler var. Dijital tabanlı ekonomi de etkileniyor.”

                                                            /././

Roblox sansürü çocukları koruyabilir mi? -İsmail Gökhan Bayram-

Bilgi Teknolojileri Yazarı İsmail Gökhan Bayram, Roblox'a getirilen erişim engelini değerlendirdi: "Aynı gerekçelerle, her platform sansürlenebilir."

78 milyona ulaşan günlük aktif kullanıcısı ile Roblox, özellikle genç kuşakların en büyük çevrimiçi eğlence alanlarından biri. Çocukların ve gençlerin çeşitli inşa bloklarını ve basit bir programlama dilini kullanarak kendi oyun ve eğlence yerleşkelerini oluşturabildikleri bu dev çevrimiçi oyun parkı çarşamba akşamı Adana 6. Sulh Ceza Hâkimliğinin kararı ile erişime engellendi. Engelleme kararı için atıfta bulunulan madde 5651 sayılı Sansür Yasası’nın 8/A maddesi: Yaşam hakkı ile kişilerin can ve mal güvenliğinin korunması, milli güvenlik, kamu düzeninin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi veya genel sağlığın korunması sebeplerinden bir veya bir kaçına bağlı olarak… Çok sayıda genel, soyut ve kontrolsüzce geniş yorumlanmaya müsait başlık içeren bu maddeden Roblox’un kapatılma gerekçesini anlamak imkansız. İletişim Başkanlığı Medya Koordinatörü Aslan Değirmenci X/Twitter’da yaptığı açıklamada[0] sansür kararını “çocuk istismarı” ve “eşcinselliğe özendirme”ye dayandırırken, Adalet Bakanı Yılmaz Tunç[1] “çocuk istismarı” ve “çocukların gelişimini olumsuz yönde etkileyecek faaliyet” vurgusu ile temellendiriyor.

Çocukların bir şekilde var olabildiği hemen her çevrimiçi platformun çocuk istismarcıları tarafından “avlanma alanı” olarak görüldüğü bilinen bir gerçek. Yaş grubu olarak çocukları ve gençleri hedefleyen bir platform olarak Roblox da bu durumdan azade değil. 3 bin kişilik bir moderatör kadrosu ve çeşitli teknik izleme yöntemleri ile bütün yazılı ve sesli mesajları takip ettiğini iddia eden Roblox’un tedbirlerinin çocukları korumak için ne kadar yeterli olduğunu elbette tartışmak gerek. Ancak buraya koca bir “AMA” koymalıyız: Bu tartışmadan vardığımız nokta sansür oluyorsa bir yerlerde hata yapıyoruz demektir. Çünkü Roblox için kullanılan gerekçeler ya da benzerleri ile çocukların girdiği hemen her platform için benzer nitelikte sansür kararları almak fazlasıyla mümkün. Steam, Epic, Gog, ve diğer oyun platformlarının tümü “erotik oyunlar” gerekçesi ile, sosyal medyanın tamamı istismarcıların çocuklara erişimini mümkün kıldığından, web siteleri içerikleri çocuklara uygun olmadığından vb. kolayca sansürlenebilir.

Öte yanda ise bütün bu sansür çabalarının çocukları koruma yönünde ciddi bir karşılığı olmadığını da ayrıca not düşmek gerek. Salt Türkiye’deki değil dünyadaki diğer örnekler de dahil olmak üzere güncel erişim engelleme pratiklerinin neredeyse tamamı çocukların bile arkasından dolaşmayı başarabileceği/başardığı pratikler. Bir içerik sansürlendiğinde bir kesim VPN, Tor vb. yollarla içeriğe erişirken, daha küçük bir kesim de sansürlenen içeriğe ya da benzerlerine ulaşmak için karanlık ve şaibeli kaynaklara yönelir. Söz konusu şaibeli kaynaklar çoğunlukla orijinal sansürlenen içerikten daha büyük risk oluşturmaktadır.

Gerek Türkiye’de gerekse de dünyada çocukların cinsel istismardan korunması önemli bir tartışma konusu. TÜİK’in 2024 yılı başında açıkladığı 2022 verilerine göre ülkede çocukların cinsel istismarı 9 yılda üç kat artarak vaka sayısı 31 bin 890’a ulaşmış[2]. Çevrimiçi platformlardaki istismar vakalarını elbette önemsiz görmemek gerek ancak yapılan çeşitli çalışmaların (Türkiye’de de dünyada da) gösterdiği somut bir olgu çocuğun cinsel istismarında failin çoğunlukla tanıdık ya da aileden olduğu. Bu veriden yola çıkarak aileyi ve tanıdıkları tümüyle engellemek ne kadar anlamsızsa platformların engellenmesi de bir o kadar anlamsız.

Özellikle dijital oyunlar ve çevrimiçi platformlar söz konusu olduğunda ebeveynlerin fazlasıyla anlaşılır olan endişelerinden politik, pratik ya da mali bir çıkar elde etmek üzerine yaratılmış çeşitli algılar var. “Şiddet içeren oyunların çocuklarda gerçek hayatta benzer davranışlara yol açacağı” bu iddialardan biri örneğin. Son yıllarda yapılan akademik çalışmaların hemen hiçbiri bu yönde doğrudan bir ilişki bulamamış olsa da 1999’daki Columbine Lisesi katliamından beri oyunlardaki şiddet özellikle de endişeli ebeveynlerden gelecek tıklamalara iştahla bakan medyanın da etkisi ile 25 yıldır bir korkuluk gibi sallanıp duruyor. Bu elbette her oyun her yaş grubuna uygun anlamına gelmiyor ancak buradan yola çıkarak oyunları tümden yasaklatamasa da kendi çocuklarının dijital oyun oynamasını yasaklayan çokça ebeveyn var. Çocukların cinsel istismarı tartışmalarında da oldukça benzer bir mekanizma aynı şekilde işliyor. Ringe çıkan boksör bir korkuluğa yumruklarını saydırarak ekran önünde ve medyada kahraman ilan edilirken gerçek düşman gölgelerden sırıtarak bu saçma maçı izliyor.

Çevrimiçi platformların ve çok oyunculu oyunların çocuklar ve gençler için çeşitli riskler barındırdığını kimse reddetmeyecektir. Esas soru bu risklerle ebeveynlerin ve devletin nasıl başa çıkması gerektiği. Hemen her şeyin yasaklı olduğu bir senaryoda çocukların yasaklı şeylere geniş kitleler halinde erişmeyeceğini düşünmek ahmakça olur. 7/24 çocukları gözetim altında tutan, minik bir diktatörlüğü andıran bir ebeveyn olmayacaksanız öncelikle çocuklara müdahil olamadığınız alanlarda karşılaşabilecekleri çeşitli vakalar karşısında ne yapabileceklerinin öğretilmesi sonrasında da çocuklara güvenmemiz gerekiyor.

Halihazırda ülkemiz eğitim ve okul öncesi müfredatları çocukların cinsel istismarı tanımlamalarına ve bu konuda ne yapabileceklerini öğrenmeye dönük bir program içermiyor. Oysaki okul öncesi dönemde dahi çocukların istismar kavramını öğrenebileceklerine ve kendilerini koruma yetisini kazanabileceklerine dair çokça çalışma literatürde mevcut. Türkiye’de 2018’de 3-6 yaş arası 83 çocukla yapılan çalışmada 20-25 dakikalık 7 seansta verilen eğitimlerin ardından deney grubu çocuklarının uygun/uygun olmayan dokunmayı tanıma, söyleme, yapma, anlatma ve bildirme becerilerinde kontrol grubu ile karşılaştırıldığında artış saptanmış, ön test ve son test puan ortalamaları arasındaki fark istatistiksel olarak ileri düzeyde anlamlı bulunmuştu (p<0.01)[3]. Eğer bugün çocukların cinsel istismardan korunması için atılacak adımları tartışacaksak Roblox ya da tek tek çevrimiçi platformları  tek tek tartışmaktansa bu tip programların okul öncesi ve ilkokul müfredatlarına alınmasını savunmaktan başlamak gerekir.

[0] https://bit.ly/4cgQErQ

[1] https://bit.ly/4dgTzSw

[2] https://bit.ly/3YDfWgK

[3] https://bit.ly/46G63k5

                                                              /././

                                              Evrensel - GÜNDEM

Tüm Eczacı İşverenleri Sendikası: MS, kanser ve antibiyotik gibi ilaçlar yok

Tüm Eczacı İşverenleri Sendikası (TEİS), ilaç yokluğuna dair açıklama yaptı. Bulunamayan ilaçların eczacıların önemli mücadele alanlarından biri haline geldiğini ifade eden TEİS Başkanı Ecz. Nurten Saydan, "Piyasada birçok ilaca ulaşmakta sıkıntı yaşanıyor. Özellikle, aralarında kanser, MS, hormon, antibiyotik, ağrı kesici, göz damlası, kulak damlası ve hatta hemoroit ilaçları gibi birçok ilaç hâlâ bulunamıyor" dedi.(https://www.evrensel.net/haber/525184)

                                                              ***

Türkiye’de 6.5 milyon çocuk şiddetli yoksulluk içinde

Türkiye, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) verilerine göre, Türkiye’de beslenme ve gıda krizinden doğrudan etkilenen 6.5 milyon çocuk şiddetli yoksulluk içinde. Her beş çocuktan biri yeterli ve besleyici gıdaya erişemezken, her dört çocuktan biri ise okula aç gidiyor. OECD’nin raporuna göre; Türkiye çocuklarda yoksulluğun en yüksek olduğu ülkelerden biri.  Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın Sosyal ve Ekonomik Destek programının raporuna göre ise maddi durumu kötü ailelere yapılan yardımdan yararlanan çocuk sayısı 172 bine dayandı. Yardım 2012’de 37 bin 295 çocuk ile başlamıştı. 2020’de 129 bin olan yardımdan yararlanan çocukların sayısı, 2023 yılı sonu itibarıyla 164 bin 995’e ulaştı. 2024’ün ilk 6 ayı itibarıyla ise 171 bin 895’e yükseldi. Yıllara göre yardım alan çocuk sayısı da şöyle: *2018: 122 bin 489, *2019: 129 bin 422, *2020: 129 bin 422, *2021: 140 bin 275, *2022: 157 bin 248, *2023: 164 bin 995, *2024: 171 bin 895 (İlk 7 ay) (MA)

                                                             ***

ABD F-22 Raptor uçaklarını Ortadoğu'ya konuşlandırdı

ABD, hiç kimseye satmadığı F-22 savaş uçaklarını İran-İsrail gerilimi nedeniyle Ortadoğu'ya konuşlandırdı.Bölgeye kaç tane F-22 geldiği veya hangi ülke veya ülkelere konuşlandırıldığına ilişkin ise bilgi verilmedi.(https://www.evrensel.net/haber/525173)

                                                                   ***
Düzce'de yolcu otobüsü TIR'a çarptı: 25 yaralı

Düzce'de, Anadolu Otoyolu'nda yolcu otobüsünün TIR'a çarptığı kazada 25 kişi yaralandı.  Kaza, saat 01.00 sıralarında Anadolu Otoyolu'nun Gümüşova rampaları mevkisinde meydana geldi. İstanbul’dan Sinop’a gitmekte olan Muhammed Çaylak yönetimindeki Boyabat Tur'a ait 57 AAG 077 plakalı yolcu otobüsü, önünde seyir halinde olan Çağatay Kaçan yönetimindeki 81 AED 319 plakalı TIR'ın dorsesine  çarptı. Çarpmanın şiddetiyle otobüs şoförü Muhammed Çaylak ve 24 yolcu yaralanırken, ihbar üzerine kaza yerine Sakarya ve Düzce'den çok sayıda sağlık, jandarma ve polis ekibi sevk edildi. Yaralı yolcuların bir kısmı yol kenarında oturarak ve yatarak sağlık ekiplerinin gelmesini bekledi. Yaralılar, sağlık ekiplerinin kaza yerindeki ilk müdahalesinin ardından Düzce’deki hastanelere kaldırdı. Kazayla ilgili başlatılan inceleme sürdürülüyor.

(Evrensel)