28 Ağustos 2024 Çarşamba

Birgün "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -28 Ağustos 2024-

 

Cennetin cinneti -Kaan Sezyum-

Günlerin günleri kovaladığı, gerçekliğin yerini manasızlığa bıraktığı, adaletin bir özleme dönüştüğü, yaşamanın hayatta kalmaya evrimleştiği, dünyanın çok özel bir noktasındayız. Başımızdakiler sağ olsunlar, sonsuza dek daha da güçlü olmak isteyen açgözlülükleriyle hepimizin tepesine çıkmış, oturmuş ve oradan da ayrılmak istemeyen bir yaşama sevinciyle bizlerden sürekli daha sabırlı olmamızı, şükretmemizi ve güzel günlerin geleceğine inanmamızı bekliyor… Olaylar böyle gelişirken, yarınımız bugünümüzden beter bir hale gelmeye, çaresizken daha da çaresiz kalmaya, fakirken daha da fakirleşmeye ısrarlı ve umursamaz bir şekilde devam ediyoruz. Düdüklü bir tencerenin içinde mahsur kalan patates parçaları gibi günden güne artan sıcaklık ve basınç yüzünden daha da parçalanıyor, daha da yok oluyoruz.

Tarım arazilerini ısrarla betona banmış, ata tohumlarını yasaklamış, topraklarını ısrarla yabancı tohuma muhtaç bırakmaya yemin etmiş idaremiz ise denizlerden ferah, güneşlerden parlak bir halüsinasyon dünyasında yaşamaya devam ediyor gibi görünüyor.

∗∗∗

Aslında herkes her şeyin farkında iken, idarecilerimiz bitmeyen konvoylarında, sayısı bilinmez özel uçaklarında, özel helikopterlerinde ülkenin üzerinde, yanan ormanların çevresinde, sahil şeritlerinin en güzel yerlerinde turlarını atmaya devam ediyor. Şizofren bir gerçeklik algısıyla sürekli “Bizi kıskanıyorlar” ve “Dıjjj güçler” nidalarını ata ata dolaşıp, vatandaşın kafasına oyuncak, eline 200 liralık banknot ikramına devam ediyorlar… Eskiden satranç seti veriliyordu, yıllar içinde mevzuya ve halkın eğitimsizliğine uyanmış olacaklar ki, çok uzun süredir neyse ki vatandaşla iyice alay etmeyip satranç seti verme işini bıraktılar. Buna da şükür. Zaten şükürsüz bir günümüz geçmiyor. Hayatta kaldığımıza şükrediyoruz, eşimiz dostumuzun başına korkunç bir iş kazası gelmedi diye şükür ediyoruz, yıllardır neredeyse tek bir hazırlık bile yapmadığımız ama vergilerini topladığımız ve onlarla da yol filan yaptığımız deprem gerçekleşmedi diye şükürden şüküre koşuyoruz. Çok şükür hala hayattayız da her gün başka bir yerde, başka birimizi kaybediyoruz. Gün geliyor zam isteyen işçilere “Patronun selamı var” dedikten sonra kafaya diz basmalı kelepçe takan kolluklarımız, gün geliyor milyonlarca ton toprağın altında kalan ve umursanmayan madencilerimiz, ya da en basitinden “Bu işler böyle olmaz” dediği için keyfi bir şekilde tutuklanan vatandaşımıza, o da olmazsa Anayasa Mahkemesi kararına rağmen içeride tutulan canlarımıza, haklarımıza ve vatandaşlarımıza üzülür halde buluyoruz kendimizi.

Bu da yetmezse, ayrı bir canilik kapısını aralıyor, paramparça edilen sokak hayvanlarına isyan ederken buluyoruz kendimizi. Türkiye insanın kadere isyanının en demokratik merkezi değil de nedir? Tabii bizimkilere sorsanız, uçuyoruz, kaçıyoruz. Sürekli bir de “Bize iki ay verin”, “Bize birkaç gün verin” diye diye, ailenin kumarbaz ferdinin tüm akrabalarının paralarını alıp ortadan sıvışması gibi bir halin de içinde yaşıyoruz. İşin güzel kısmı kumarbaz akraba bütün paraları bitiriyor, ailenin tüm arsalarını, topraklarını, ağaçlarını, nehirlerini, evin içinde ne varsa ne yoksa hepsini satıyor, sonra gelip yine bizden para istiyor. “Bu sefer çözümü buldum IBAN atıyorum, bu sefer olacak.” diyerek bizi seri bir biçimde kandırmaya devam ediyor. Bizim halkımızın en güzel yanı da bu zaten. Kendisine her söylenene inanıyor ama yaşadıklarına bir türlü inanamıyor. Ailece harikalar diyarında gibiyiz. Anamız babamız bizi pek sevmiyor. Sürekli takıldığı birkaç eşi dostu dışında kimseyi de sevmiyor. Bizim altınlarımızı bozdurup arabasını yeniliyor, o sırada “Baba biraz para ver çok sıkıştık” deyince de yeni arabasının elektrikli camını indirip “Bizim de durumumuz iyi değil, biraz sık kendini” diyerek telkinlerin en güzeliyle bizi buluşturuyor.

Dev bir açık hava tımarhanesinde gibiyiz. Sağ olsunlar itibarımızdan tasarruf etmeye etmeye, dünyanın en vasıfsız pasaportlarından birine sahip olduk sürek içinde. Kimse bizi -misafirlik için bile olsa- ülkesine almak istemiyor. Oysa biz öyle yüce gönüllüyüz ki, tüm dünyanın en karanlık isimlerine uygun bir ücret karşılığında pasaportumuzu verip, ülkemizi mafyaların birbirleriyle hasbihal edebileceği seçkin bir cennet haline getirdik. Cennette zebaniler yaşıyorsa, cennetin de cehennemden farkı kalmıyor.

                                                             /././

İnsanlar ve hayvanlar -Şükrü Aslan-

Tecrübelerin gösterdiği gibi insanların, hayvanlarla ilişkisi her zaman hiyerarşik ve hükmedici olmuştur. Şu sıralar köpeklerin öldürülmesiyle ilgili gerilimin her aşamasında, hep bu tarihsel tecrübe kendini hatırlatıyor. Hayvanlara sınırsız müdahaleyi ‘meşru’ hale getiren bu hiyerarşik ilişkinin Müslüman dünyadaki referansı, dini metinlerden gelmektedir: “İnsan, yaratılmışların en şereflisidir”!

Bu hiyerarşik ilişki, hayvanları ezen pek çok uygulama üzerine kurulmuştur. Bunlardan biri, insanlar arası küfürlü iletişimde kendini gösterir: “Hayvan oğlu hayvan”! Hayvanların en alt sırada olduğuna işaret eden bu rutin küfür hemen tüm dillerde kendine yer bulmuştur. Sonra hayvanlara yüklenen işlevler gelir ki bunların listesini çıkarmak dahi imkânsızdır. Mesela hayvanlar birer yük taşıma araçlarıdır. Bu eziyetten hayatını kaybeden hayvan sayısına dair bir araştırma bile yoktur. Gerçekte hayvanların ölümü bir haber değeri bile taşımaz. Hatta ‘öldü’ demek yerine ‘telef oldu’ ifadesi kullanılır, ‘en şerefli’ varlığın ölümüyle karışmasın diye.

İnsanın, hayvanlarla kurduğu bu ilişki, hayvanlardan maksimum düzeyde yararlanmaya yönelik çeşitli araçların inşasına yol açmıştır. Etinden, sütünden, derisinden istifade etmiş, gerektiğinde eğlence aracı olarak kullanmıştır. Mesela hayvanları açık ya da kapalı mekânda dövüştürerek para kazanmak gibi bir ‘ticari akıl’ geliştirmiştir. Pek çok coğrafyada hayvanlar, birer cinsel obje olarak da kullanılmıştır. Hatta hayvanlara tecavüz etmek, bazı topluluklarda gündelik kültürün bir parçası haline bile gelmiştir.

∗∗∗

Hayvanlar gelenekselden bugüne insanların güvenlik ve iktisadi ihtiyaçlarının araçları olarak da kullanılmıştır. Mesela köpekler evin-ailenin kapısında nöbet tutan görevlilerdir ve her şey onlara emanettir. Bu hayvanlar modern zamanlarda ve günümüzde kriminal işlerin çözümünde de kullanılmışlardır ki uyuşturucunun aranmasında yetiştirilmiş köpeklerin çok önemli rolleri olmuştur. Hayvanların iktisadi fonksiyonları sayılamayacak kadar çeşitlidir. Evcilleştirilmiş hemen her hayvan türü farklı iktisadi foksiyonlarla yüklüdür.

Bu hiyerarşik ilişki insanların, eğlence olsun diye hayvanların canına kıymasını da normal hale getirmiştir. Adına “avcılık” denen iş, gerçekte bu tür bir keyfiliktir ve bazı zamanlar yönetici kesimler için özel bir meslek ve iş olarak deneyimlenmiştir. Vaktiyle devlet yöneticilerinin hayvanları avlama zevkini gerçekleştirme mekânları olarak inşa ettikleri ‘av köşkleri’nin bir kısmı bugün de değişik coğrafyalarda gözlenebilmektedir.

Hayvanlar, insanların öteki dünyada kalıcı huzura ermeyi tahayyül eden dini hayatlarının aktif araçları olarak da kullanılmıştır. Yaygın uygulama olarak tarihe geçmiş olan ‘kurban kesmek’, Tanrıya ibadetin bir ispatı olarak dini metinlerin ve söylemlerin neredeyse anahtar cümlesidir. Bu inancın gereği olarak dünyanın değişik kültürlerinde her yıl milyonlarca hayvan kurban kesme ritüellerinde feda edilmektedir.

∗∗∗

Öte yandan devletlerin, bütçe kaynağı oluşturma politikalarında hayvanlar yine önemli işlevler üstlenmişlerdir. Bu politikaların bir gereği olarak hayvanlar için düzenli kayıtlar tutulmuştur. Özellikle köylerde hangi hanenin kaç hayvana sahip olduğu üzerinden vergi alınması politikası, biçim değiştirmiş olmakla birlikte bugün de devam etmektedir.

Modern zamanlarda hayvanları evcilleştirmek ve seyirlik bir nesne haline getirmek insan ve hayvan arasında kurulan ilişkinin yeni görünümlerinden birisidir. Doğal ortamından koparılıp kapatıldıkları kafeslerde hayvanları seyirlik malzeme yapmak, bir modern turistik deneyimdir. Geleneksel kültürleri yasaklayan ve hatta taşıyıcılarını kitlesel olarak imha eden modern insan, hayvanı da ‘medenileştirme’ iddiasındadır. Şimdi köpeklere kıyma nedeni de yine ‘medeni’ bir kentsel hayat yaratmaktır.

Daha pek çok örnek verilebilir insan-hayvan ilişkilerine dair. Bir yandan hiyerarşinin en altında savunmasız, çaresiz, masum varlıklar, diğer yandan hiyerarşinin en üstünde, hayvanlara her türlü eziyeti yapmaya ‘hakkı olduğunu’ düşünen ‘en şerefli’ varlık olarak insan! Ne tuhaf…

                                                                      /././


                                                                Birgün - GÜNDEM

İletişim Başkanlığı’ndan örnek dezenformasyon: Yalanın da böylesi -Mustafa Bildircin-

İktidarın hoşuna gitmeyen haberlere, “yalan haber” yaftası yapıştıran İletişim Başkanlığı’nın yol haritasından dezenformasyon çıktı. Raporda, “ekonomide büyüme ve dışa bağımlılıkta azalma” olduğu savunuldu.

(EKONOMİ ‘BÜYÜYOR’)

Fahrettin Altun idaresindeki Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’nın 2024-2028 dönemine yönelik yol haritası hazırlandı. Raporda, 2024 ve 2028 yıllarını da kapsayan dört yıllık dönemde yürütülecek faaliyetlerin yanı sıra ülkenin politika ve ekonomi başlıklarındaki mevcut durumuyla ilgili de değerlendirmelerde bulunuldu. İletişim Başkanlığı’nın raporunda, Başkanlığın faaliyetlerinde etkisi olabilecek politik, ekonomik, sosyal, teknolojik, yasal ve çevresel etkenlerin tespit edildiğini belirtti. Bu kapsamda, “Faaliyetler-Fırsatlar-Tehditler” tablosu oluşturuldu. Başkanlığın, “Ekonomi” başlığında sıraladığı tespitler ise “Başkanlık iktidar lehine algı yaratıyor” eleştirilerinin haklılığını ortaya koydu. Ekonomik krizin kıskacında olan ülkenin ekonomik koşullarında “büyüme gözlemlendiği” iddia edilen rapordaki diğer bazı tespitler şöyle sıralandı:

• Üretim ekonomisine yöneliş ve dışa bağımlılıktaki azalma.

• Kayıtdışılık ile ilgili bilincin ve bu yöndeki kararlılığın olması.

• Ekonomik iyileşme nedeniyle Başkanlık bütçesindeki artış.

Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi sayesinde yasal değişikliklerin hızlı bir şekilde gerçekleştirilebilmesi.”

(https://www.birgun.net/haber/iletisim-baskanligindan-ornek-dezenformasyon-yalanin-da-boylesi-555192)

                                                       ***

RTÜK yine sopasını çıkardı: "Muhalif" medyaya ceza yağdı -Mustafa Bildircin-

RTÜK, iktidara yönelik eleştirel yayınlar yapan kurum ve yorumculara yine ceza yağdırdı. Gazeteci Merdan Yanardağ’ın, “İktidara yönelik eleştirinin sınırını aştığı” gerekçesiyle TELE 1’e reklam gelirlerinin yüzde 3’ü oranında idari para cezası verildi. İlahiyatçı Cemil Kılıç’ın, “Milli manevi değerlere aykırı görüşleri” nedeniyle Flash Haber’e ise para cezası ve üç kez program durdurma yaptırımı uygulandı.(https://www.birgun.net/haber/rtuk-yine-sopasini-cikardi-muhalif-medyaya-ceza-yagdi-555310)

                                                                       ***

Yargıtay'dan kıdem tazminatı kararı

Yargıtay, maaşının 20 günden fazla gecikmesini gerekçe göstererek işten ayrılan işçinin kıdem tazminatı alabileceğine hükmetti. Yargıtay kararında, tek seferlik ücret gecikmesinin haklı fesih sayılacağına vurgu yapıldı.(https://www.birgun.net/haber/yargitay-dan-kidem-tazminati-karari-555043)

                                                                    ***

Tuzla Belediyesi, AKP döneminde İlim Yayma Cemiyeti'ne verilen binaların tahliyesini istedi

31 Mart yerel seçimlerinde CHP’nin kazandığı Tuzla Belediyesi, AKP döneminde İlim Yayma Cemiyeti'ne tahsis edilen 2 binanın tahliyesini istedi. Tuzla Belediye Başkanı Eren Ali Bingöl, "Belediyemizin bu kiraları ödemek gibi bir yükümlülüğü yok. Daha önce buraya ayrılan kaynağı artık halkımızın ihtiyaçları için kullanacağız" dedi.(https://www.birgun.net/haber/tuzla-belediyesi-akp-doneminde-ilim-yayma-cemiyeti-ne-verilen-binalarin-tahliyesini-istedi-555272)

                                                        ***

Et ithalatında rekor yılı: Üretimin azalması bekleniyor -Havva Gümüşkaya-

Et fiyatlarındaki artışın önüne geçmek için Et ve Süt Kurumu ithalat ofisi gibi çalışmaya başladı. Ocak-Temmuz döneminde et ithalatın faturası 380 milyon 175 bin dolar oldu. Böylece 2024 et ithalatının en yüksek olduğu yıl olarak kayda geçti. Öte yandan Tarım ve Orman Bakanlığı, bu yıl kırmızı et üretiminin yüzde 5 oranında bir azalmasını bekliyor.(https://www.birgun.net/haber/et-ithalatinda-rekor-yili-uretimin-azalmasi-bekleniyor-555303)

                                                                      ***

Her geleni bıçak altına yatırdı! -İsmail Arı-

Hastaları gereksiz yere ameliyat edip vida takan hekim, kınama cezasıyla başka hastaneye gönderildi. Hekim ameliyathaneden dışarı çıktığında temizlik görevlisi cerrahi işlem yaptı, İl Sağlık Müdürlüğü ise şikâyetleri sumen altı etti.(https://www.birgun.net/haber/her-geleni-bicak-altina-yatirdi-555196)

                                                                        ***

Mardin'de çocuğa plastik kelepçeli işkence: Anne ve baba tutuklandı
Mahallelilerden Behçet Kaymaz, çocuğun 2 aydır işkenceye maruz bırakıldığını belirterek, “Çocuğun babası Suriyeli ve madde bağımlısıdır. 2 ay önce bu eve geldiler. 2 aydır bu çocuğa işkence uyguluyorlar. Gözaltına alınan babasının karakolda işkence yaptığını itiraf ettiğini öğrendik. Kendi ağzıyla ‘ben çocuğuma işkence yapıyorum’ demiş. Dün arkadaşlarımla ileride oturuyorduk. Sonra mahalledeki çocuklar yanımıza gelerek, çocuğa işkence yapıldığını söylediler. Biz de hemen eve geldik, kapıyı açan olamayınca kapıyı kırıp içeri girdik. Çocuğu dışarı çıkardık, bitkin düşen çocuğa su ve yemek verdik. Sonra polis memurlarımıza haber verdik. Polis gelerek müdahale etti. Çocuğu hastaneye, anne ve babayı da karakola götürdüler. Hala gözaltındalar. Bizler bu çocuğun devlete teslim edilmesini istiyoruz. Anne ve babasının da büyük bir ceza almasını istiyoruz” dedi.(https://www.birgun.net/haber/mardin-de-cocuga-plastik-kelepceli-iskence-anne-ve-baba-tutuklandi-555221)

                                                                    ***

Çalışanların yüzde 53’ü son bir yılda hiçbir kültürel etkinliğe katılmadı

Anket sonuçlarına göre, Türkiye'de çalışanların yüzde 53’ünün son bir yılda tiyatro, konser, sinema gibi kültürel etkinliklere hiç katılamıyor.(https://www.birgun.net/haber/calisanlarin-yuzde-53u-son-bir-yilda-hicbir-kulturel-etkinlige-katilmadi-555260)

(BİRGÜN)


Cumhuriyet "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -28 Ağustos 2024-

 

Okçuların hocasından yanıt var -Barış Pehlivan-
Takip edenler bilir: İki genç başarılı okçumuz Yasemin Anagöz’ün ve Gülnaz Büşranur Coşkun’un mektuplarını önceki Arka Bahçe’de yayımladım. İki isim de spor hayatları boyunca yaşadıkları mağduriyetleri anlatıyorlardı. 

İşte o mektupta ismi geçenlerden biri de Okçuluk Milli Takımlar Teknik Direktörü Yusuf Göktuğ Ergin’di. Antrenör Ergin de köşemde aktarılan iddialara yanıt vermek istedi. 

İşte kısaltarak yayımladığım Yusuf Göktuğ Ergin’in o açıklaması: 

“Yasemin Ecem Anagöz ve Gülnaz Büşranur Coşkun ‘Olimpiyatın Gençleri Projesi’ni ilk kez uygulamaya başladığımız 2013 yılında milli takımlarımıza davet edilmiş, Federasyonumuzun imkânları ile tüm ihtiyaçları karşılanmış ve bugün akla aykırı ithamlarla suçladıkları Okçuluk Federasyonu Milli Takım Teknik Ekibi tarafından yetiştirilmişlerdir. Henüz 14 yaşında iken milli takımlarımızın hazırlık sürecine dahil etmiş olduğum bu iki sporcu ile geriye dönük 10 yıllık çalışma sürecimizde tüm sporcu kariyer planlamalarını yaptım, malzeme tedariklerini sağladım, kendilerine sponsorlar bularak maddi imkânlar yaratmaya çalıştım, eğitimleri ile yakından ilgilendim, kamp programlarına yabancı dil eğitimlerini dahil ederek bu alandaki gelişimlerini sağlamaya çalıştım.

Bu süreçte her iki sporcumuz da büyük fedakârlıklarla kariyerlerine devam ederek ülkemize hizmet etmiştir. Zaman zaman ortaya çıkan ‘hedeften ve amaçtan uzaklaşma’ süreçlerinde yine onların yanında olarak spora devam etmelerini sağlayan bizzat benim. Yasemin Ecem Anagöz ilki 2014 yılında Nanjing’de düzenlenen Gençlik Olimpiyatları’ndan 1 gün önce olmak üzere toplamda 6 defa okçuluğu bırakmaya karar verdi. Her seferinde geleceğini düşünmesi, örnek ve güçlü bir Türk kadını olarak en iyi yaptığı işe yani okçuluğa devam etmesi gerektiğini söyleyip ikna eden ben oldum. 

‘ÇABAMIZ YETERLİ OLMADI’

“2022 yılında takım halinde önemli başarılar kazanmış olsak da Yasemin Ecem Anagöz bireysel olarak istediği başarıları yakalayamayınca bir kez daha okçuluğu bırakmak istediğini dile getirdi. Ben de bir kez daha bırakmaması yönünde ikna etmeye çalıştım. Takım psikoloğumuzu kendisi ile görüştürdüm. Ancak çabamız yeterli olmadı ve en azından 1 yıl süreyle uzak kalmak istediğini belirterek ayrılma dilekçesini federasyonumuza sundu. 1 yıl süreyle federasyon imkanlarından uzakta kalması ve doğru antrenman yöntemleri ile çalışmamış olması performansında düşüşe sebep oldu. Buna rağmen son yarışmadan önce hâlâ ilk 5 sırada yer alarak, 2024 Milli Takım Aday Kadrosuna girme şansı vardı. Gülnaz Büşranur Coşkun ise son yarışmadan önce zaten 4. sıradaydı. Maalesef son yarışmada gerekli performansı gösteremediler. Benim veya federasyonun bu sporcuların son yarışma gösterecekleri performansa göre bir kural koyabilmemiz nasıl mümkün olabilir?

Özellikle, 2022 yılında Avrupa Şampiyonu olduktan sonra, 2023 yılında milli takım aday kadrosunda yer almasına rağmen 3 kişilik asıl kadroya girmeyi başaramayan Gülnaz Büşranur Coşkun, tarafımdan inisiyatif alınarak olimpiyatlara kota veren ilk yarışma olan 2023 Açık Hava Dünya Şampiyonası kadrosuna dahil edilmiş ancak burada da 86. sırada yer alarak kota mücadelesinden çok uzakta kalmıştır.

‘Yaşam felsefem Atatürk’

“Okçuluk Milli Takımı her bir kategori için 3 sporcudan oluşmaktadır. Biz Türkiye sıralamasında ilk 5’te yer alan tüm sporcuları herhangi bir yaş vb. şart aramadan milli takım aday kadrosuna davet ediyoruz. Dolayısıyla, milli takım için ima edilen şekilde bir yaş sınırı bulunmamaktadır. Bu 5 kişinin dışında kalanlar için 21 yaş altında olma şartı vardır ve bu da bizim ‘Olimpiyatın Gençleri Projesi’ kapsamında 2013 yılından bu yana yaptığımız bir uygulamadır. Bu proje sayesinde Türk okçuluğu tarihinde ilk kez olimpiyat ve dünya şampiyonlukları kazandığı gibi birçok Avrupa şampiyonluğu ve toplamda 372 uluslararası madalya kazanmıştır. 

Tüm hayatını okçuluk sporuna adamış, 2008 Pekin Olimpiyatları’nda ülkesini temsil ederek ‘Olimpian’ unvanı kazanmış, ülkesine ve ülkesinin gençlerine hizmet etmek için hiçbir fedakârlıktan kaçınmadan çalışan, tüm yaşam felsefesini Atatürk ilkeleri üzerinde kurgulamış, Türk sporunun ve spor adamlarının da en iyi şekilde temsil edilebilmesi için uluslararası spor organizasyonlarında görev alan, tüm katılımcıların oybirliği ile Dünya Okçuluk Federasyonu’nun antrenör komitesi başkanlığı görevine seçilmiş ve dünyada 3 kez de ‘yılın en iyi antrenörü’ olarak gösterilmiş olan ben Yusuf Göktuğ Ergin’in, kişilerden bağımsız olarak ülkemin uluslararası alanda en iyi şekilde temsil edildiğinden emin olmaktan başka hiçbir amacım yoktur, olmamıştır. Hakkımda yapılacak olan tüm değerlendirmelerin bu gerçekler ışığında yapılması en büyük dileğimdir.”

                                                      /././

KAHEV -Öztin Akgüç-
Kırsal kesimdeki yoksul çocuklara nitelikli eğitim, okullara eğitim gereçleri sağlamak amacıyla 2018 yılında kadın hekimler tarafından, Atatürk ilke ve devrimlerine bağlı olarak kurulan Kadın Hekimler Eğitimi’ne Destek Vakfı (KAHEV), öğrencilere burs vererek, okullara bakım-onarım hizmetleri sağlayarak, laboratuvarlar, kütüphaneler kurarak, müzik atölyeleri açarak, fırsat eşitliği yaratarak, topluma, ülkeye gerçek yarar sağlıyor.

Ülkeye, topluma hizmet getiren, yarar sağlayan vakıf, dernek, STK’ler hakkında Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD), Darüşşafaka ile sınırlı bilgim dışında bilgim yok gibi. İklim Öngel’in yaptığı bir söyleşiyle KAHEV’le ilgili bilgi edinme olanağı oldu, teşekkürler. Ülkede yetenekli, özverili bireylerin varlığı, güven ve ülkenin geleceği için umut veriyor.

Erdoğan’ın belki doğrusu AKP-MHP-HÜDA PAR ortak yönetiminin, genelde ülke, toplum yararına olmayan uygulamalarına, politikalarına karşı, yazılı, sözlü, eleştiri, yürüyüş, oturma, pankart, suç bildirimi, bildiri yayımlama şeklinde sözel ağırlıklı tepki veriliyor.

Bu tür tepkiler, AYM, AİHM kararlarını yok hükmünde sayan, hukuk bir yana kanun devletinden olmaktan da uzaklaşan bir iktidarı etkilemiyor, sonuç vermiyor, gösteri olarak kalıyor.

Eğitim konusunda yapılması gereken, bazı STK’lerin yaptığı gibi örneğin KAHEV, fiili uygulamaya geçilerek çocukları cemaat ve tarikatların elinde heder olmadan kurtarmak. Yakınma, eleştiri, öneri yerine topluma yararlı STK’leri desteklemek ve gerekiyorsa yeni STK’ler oluşturmak gerekir. Halk ozanı Seyrani’nin özdeyişini anımsayalım: “Lafla menzile yol alınmaz.” Nitekim alınamıyor.

Hemen her saygın kavram ve kurum gibi vakıf kurumunun da saygınlığı zedelendi. Vakıf; vakıf üniversitelerince diploma ticarethanelerine ya da ideoloji aşılamaya; AKP uygulaması ile de kamudan yandaşa kaynak aktarma düzeneğine dönüştürülerek yozlaştırıldı.

Vakıf, eğitim, sağlık, sanat gibi kamusal bir hizmetin yerine getirilmesi amacıyla mal varlığı bağışlanması, özgülemesidir. Taşınır, taşınmaz mal varlığının gelirleri ile de vakfın amacı yerine getirilir. Vakıf, kamudan kaynak almaz, kamuya özveri ile katkı sağlar.

Yükseköğrenimde kaliteli eğitim vermek öğrenim isteğine, yeteneğine karşın durumu müsait olmadığı için eğilimini sürdüremeyenlerine destek olmak üzere, eğitim ücretsiz biri fen bilimleri diğer sosyal bilimler ağırlıklı olmak üzere iki vakıf üniversitesi kurulması yararlı olur. Ülke içindeki bilim insanlarından, zaten ülke dışında bulunan ülkeye hizmet etmek isteyen akademisyenlerden eğitim kadrosu oluşturulur, vakfın mal varlığının gelirleri, bağışlar, yardımlar, yaygın ve araştırma gelirleri ile ücretsiz eğitim verilebilir. Mütevelli heyeti de üniversitenin eğitim kadrosu belirler. Öneri ütopik gelebilir ama gelecekte uluslararası alanda da saygınlık kazanacak kurumların nüvesini oluşturmak amaçlanmalıdır.

172 bin çocuk aç yatıyor, 2 milyon 300 bin genç yükseköğrenimi bıraktı şeklinde yakınmadan ziyade çözüm üretmek gerekir.

Çözüm için günümüz iktidar blokuna doğru tanı konulmalıdır. Bağımsızlık savaşı yalnız emperyal güçlere değil, dinci, çıkarcı işbirlikçilere karşı da kazanılmıştır. İktidarın çökeni ve ABD’nin BOP (GOP) Projesi çerçevesinde belirlenen işlevi göz önünde tutulmalıdır.

İsmet Paşa’nın “Bu ülkede namus erbabı en az şer erbabı kadar cesur olmalıdır” özdeyiş ve öğüdü, çözümde rehber olmalıdır.

                                                     /././

Büyük Taarruz öncesinde Padişah Vahdettin -Sinan Meydan-

Kurtuluş Savaşı sarayın, sultanın desteğiyle değil sarayın, sultanın ihanetine rağmen kazanıldı.

Laik Cumhuriyeti dönüştürmek isteyen siyasal İslamcı iktidar, “Yeni Türkiye”ye yeni bir tarih yazıyor. Saray tarihçilerinin kurguladığı bu yeni tarihe göre Kurtuluş Savaşı bir “saray operasyonu” olarak adlandırılıyor; “Padişah Vahdettin’in, Mustafa Kemal’i, milli direnişi örgütlemesi için Samsun’a gönderdiği” iddia ediliyor!  

Evet, saray ve hükümetinin, Kurtuluş Savaşı’nın başından sonuna kadar devam eden bir operasyonu vardı; ancak bu operasyon, İngilizlere yaranma, Mustafa Kemal’i ve arkadaşlarını etkisiz hale getirme, milli direnişi ortadan kaldırma, vatanı ve milleti değil, sarayı ve sultanı kurtarma operasyonuydu. 

VAHDETTİN’İN MUSTAFA KEMAL VE ARKADAŞLARINA HAKARETLERİ 

İngiltere, Anadolu’daki milli direnişi bastırmak için iki araca güveniyordu. Bunlardan biri kayıtsız şartsız biçimde İngilizlere teslim olan saray (Padişah Vahdettin) ve hükümeti, diğeri ise işgalci Yunan ordularıydı. İngiltere, Mustafa Kemal’in önderliğindeki milli direnişe karşı iç savaşı saray ve hükümeti ile asıl savaşı ise Yunan ordularıyla yürütecekti. 

Osmanlı saray hükümeti, 10 Ağustos 1920’de Sevr Antlaşması’nı imzaladı. Padişah Vahdettin, 21 Ağustos 1920’de İngiliz Robeck’le görüştü. Padişah bu görüşmede Mustafa Kemal ve arkadaşlarından “Ülkesini yıkmış olan maceraperestler” diye söz etti. “Onların Türk olmadıklarını” ileri sürerek “Onların İngiltere ile Türkiye arasındaki geleneksel dostluğu ayaklar altına aldıklarını” söyledi. (1) 

Padişah Vahdettin, Londra Konferansı sırasında, 23 Mart 1921’de de sırasıyla İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcileriyle görüştü. O gün Padişah Vahdettin’le görüşen İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold, Lord Curzon’a gönderdiği bir telgrafta o görüşmenin ayrıntılarını şöyle anlatıyordu: “Salonda, sultan, ben ve yardımcım Andrew Ryan’dan başka kimse yoktu. Sultan kendi tercümanını salıverdi ve Ryan’ın tercümanlık etmesini buyurdu. Sonra da Londra’da yapılmakta olan konferansla ilgili Mustafa Kemal’den Tevfik Paşa’ya gönderilmiş üç telgrafa değindi. Ankara’nın kendi tahtını tehlikeye düşürmek ve kendi yetkisini kırmak amacı güttüğünü söyledi. Şunları ekledi: Anadolu’da durum şöyledir: Bir avuç haydut orada erki ele geçirmiştir. Sayıları azdır, ama tam olarak halkın boğazına ilmiği geçirmişlerdir ve halkın itaatkâr, korkak ve yoksul olmasından yararlanmaktadırlar. Onların gücü, kendi çıkarları olan 16 bin subayın desteğine dayanır. Ankara önderleri (Mustafa Kemal ve arkadaşları), bu ülkede gerçek çıkarları olmayan, ülkeyle kan ve başka ilişkileri olmayan kişilerdir. Mustafa Kemal, kökeni bilinmeyen Makedonyalı bir asidir. Onun kanı, Bulgar, Yunan veya Sırp kanı olabilir. Türk olmayan, Arnavut, Çerkez olan hepsi de birbirine benzemektedirler. Onlar arasında tek bir gerçek Türk yoktur. Buna rağmen ben ve hükümetim onların önünde güçsüzüz. Gerçek Türkler merkeze sadıktır ama tehdit ediliyor ve aldatılıyorlar. Bu adamlar bana boyun eğdirmeye çalışıyorlar ve dıştan Bolşeviklerden yardım sağlamaya uğraşıyorlar…”(2) 

Görüldüğü gibi Padişah Vahdettin, kapalı kapılar ardında İngiliz yetkililerle rahat konuşabilmek için tercümanını gönderiyor. Daha sonra Mustafa Kemal’in Londra Konferansı’nda Tevfik Paşa’ya gönderdiği telgrafları İngilizlere göstererek düpedüz “ajanlık” yapıyor. Milli hareketin, kendisine karşı bir hareket olduğunu ileri sürüyor. Mustafa Kemal ve arkadaşlarını “bir avuç haydut” diye adlandırıyor. Irkçı bir yaklaşımla Mustafa Kemal ve arkadaşlarının bu ülkeye kan bağlarının olmadığını, Mustafa Kemal’in “Bulgar, Yunan veya Sırp kanı taşıyan Makedonyalı bir asi” olduğunu söylüyor. Kısaca Padişah Vahdetin, Mustafa Kemal ve arkadaşlarını kötüleyerek İngilizlere yaranmaya çalışıyor. 

İNGİLİZLERİN MUSTAFA KEMAL’İ DEVİRME PLANI VE VAHDETTİN

İngilizler, İstanbul’da kendilerine yalvarıp yakaran Padişah Vahdettin’i Anadolu’daki milli harekete ve bu hareketin önderi Mustafa Kemal Paşa’ya karşı kullanmak istediler. 

İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold, Sakarya Meydan Muharebesi’nden bir süre sonra, 9 Ocak 1922’de, Lord Curzon’a gönderdiği bir raporda Mustafa Kemal Paşa’yı etkisizleştirmek için Padişah Vahdettin’e verilecek görevden şöyle söz ediyordu: “Müttefikler aralarında birliği sürdürür ve padişaha bir antlaşma sunarak onaylatabilirlerse padişahın Anadolu’ya başvurarak halkın desteğini sağlaması, (Mustafa) Kemal’i güç bir durumda bırakması olanaklıdır.” (3)

Rumbold, 15 Ocak 1922’de Lord Curzon’a gönderdiği bir gizli telgrafta da İtilaf Devletleri, Sevr Antlaşması’ndan daha iyi bir antlaşmayla milliyetçilere uzlaşma önerisinde bulunurlarsa ve Mustafa Kemal bunu reddederse, yeni antlaşma önerisinin padişaha yapılmasını ve İtilaf Devletleri’nin desteğiyle padişahın halkın yardımına başvurmasını öneriyordu. (4) 

İngiltere Büyükelçiliği Baştercümanı Ryan’ın, 7 Şubat 1922’de Londra’ya gönderdiği “Mustafa Kemal Paşa’yı devirme planına” göre de Mustafa Kemal Paşa dışarıdan İtilaf Devletleri’nin askeri gücüyle değil, içeriden saltanatın gücüyle devrilecekti. Bunun için Sevr Antlaşması’na göre biraz daha makul bir barış antlaşması yapıp Padişah Vahdettin’e sunulacaktı. Bu antlaşmayı kabul eden padişah, milliyetçilerin bir kısmını kendi yanına çekip otoritesini yeniden kuracaktı. Arkadan da İtilaf Devletleri’nce desteklenecekti. İtilaf Devletleri, Türk halkının amaçlarına istekli gözüküp Sevr Antlaşması’nda yapılacak bazı değişiklikleri “tantanayla” ilan edecekler ve bunları kabul etmeyenlere karşı her türlü tedbiri uygulayacaklardı. Böylece Mustafa Kemal de kendiliğinden etkisizleştirilmiş olacaktı. (5)

Özetle İngiltere, Vahdettin’i kullanarak Mustafa Kemal’i devirmeyi planlıyordu. Saray ve hükümeti de bu İngiliz planına çok sıcak bakıyordu. 24 Ocak 1922 günü Sir Horace Rumbold, Sadrazam Damat Ferit’le görüştü. O görüşmede sadrazam, Türkiye için “adil bir barış antlaşması” teklif edilirse bunu hemen kabul edeceklerini söyledi. Böyle bir antlaşma halk tarafından sevinçle karşılana-cak ve Mustafa Kemal ve milli hareket etkisini kaybetmiş olacaktı. (6)

Bu plan Büyük Taarruz’dan yaklaşık altı ay önce yapılıyordu. 

VAHDETTİN, BOĞAZLARI İNGİLTERE’YE VERMEYİ TEKLİF ETTİ 

Padişah Vahdettin, 25 Mart 1922’de, yani Büyük Taarruz’dan 5 ay önce, İngiltere’ye bir teklifte bulundu. Aslında padişah bu teklifi, ilk olarak 13 Ocak 1922’de yapmıştı. O gün gizlice Prens Sami’yi İngiliz yüksek komiserine göndererek “Ankara’nın otoritesi yerine kendi otoritesini kurmak için İngiltere’nin manevi desteğini sağlamak istediğini” bildirmişti. Ancak İngiliz yüksek komiseri, padişahla görüşmeyi o sırada toplanacak Paris Konferansı sonrasına bırakmayı uygun bulmuştu.  

25 Mart 1922’de Padişah Vahdettin, Sadrazam Tevfik Paşa’yı gizlice İngiliz Yüksek Komiseri Rumbold’a gönderdi. 26 Mart 1922’de Rumbold’un Curzon’a gönderdiği gizli yazıya göre padişah, İngiltere’ye şöyle bir teklifte bulundu:  “Teklif şöyledir: İngiltere’yle Türkiye arasında bir antlaşma akdedilecektir. Antlaşma gereğince Türkiye, bütün milletlerin yararına, tarafsız olarak Boğazların serbestliğinin korunmasını İngiltere’ye verecektir. İngiltere bu amaçla kendi askerlerini ya da Türk jandarmasını kullanabilecektir. Türk hükümeti, Türk jandarmasını İngiltere’nin emrine verecektir. Hatta boğazların serbestisini korumak için gerekli toprak şeridinin idaresini de İngiltere’nin eline verecektir. (…)”

“Sultan, Berlin Kongresi sırasında, Rus müdahalesine karşı Anadolu’nun korunması garantisi karşılığında Kıbrıs’ın İngiltere’ye verildiğini hatırlatmaktadır. Bu uyuşma, öteki devletlerin haberi olmaksızın doğrudan doğruya İngiltere ile Türkiye arasında müzakere edilmiş ve toplantı halinde bulunan kongreye bildirilmişti.” (7)

Padişah Vahdettin, boğazların İngiltere’ye verilmesine karşı Edirne’nin Türkiye’ye bırakılmasını istiyordu.  

İngiltere, müttefiklerinden ayrı olarak böyle bir antlaşma yapamayacağını ileri sürerek bu teklifi kabul etmedi. 

İngiliz Arşivlerinde bulduğu bu belgeyi 1972 yılında “İngiliz Belgeleri İle Sakarya’dan İzmir’e” adlı kitabında yayımlayan Bilal Şimşir’in söz konusu belge hakkındaki şu yorumu dikkat çekicidir: “Osmanlı hanedanının son padişahı ne kadar da alçalabilmişti! Düpedüz bir memleket parçasını satmayı teklif ediyordu. İkinci Abdülhamit’in İngiltere’ye Kıbrıs Adası’nı verdiği gibi Sultan Vahdettin de boğazlar bölgesini vermeyi teklif ediyordu. İngiltere, Boğazlar bölgesinde kendi askerlerini bulundurabilecekti. Ama o kadarla da kalmayacaktı. Bu bölgenin idaresini de alacaktı. Kaldı ki, boğazları İngiltere’ye devretme teklifi Edirne’yi almak için yapılmıyordu. Asıl derin saik Mustafa Kemal korkusuydu. Sultan Vahdettin, Mustafa Kemal yüzünden tahtının elden gidebileceğini anlamaya başlamıştı. Tahtını koruyabilmek kaygısıyla boğazlar bölgesini İngiltere’ye devretmeyi adeta yalvarırcasına teklif ediyordu.” (8) 

SON İHANET

Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, vatanı, milleti kurtarmak için Büyük Taarruz’un hazırlıklarını yaparken Padişah Vahdettin de saltanatını kurtarmanın yollarını arıyordu. 

7 Ağustos 1922’de İngiliz Yüksek Komiseri Rumbold, Padişah Vahdettin’le bir saat süren bir görüşme yaptı. İngiliz yüksek komiseri Rumbold, Vahdettin’le görüşmesinin ayrıntılarını şöyle anlatıyor: “Sultan… milliyetçi liderlere karşı ağır hakaretlere başladı: Millici liderler bir hükümet değildir, isyancılar ve ihtilalciler topluluğudur. Onlar İttihat Terakki’nin canlandırıcılarıdır. Çeşitli adlar altında ve bu arada ‘milliyetçilik’ adıyla kişisel çıkarları için bu memlekete hükmetmeye çalışan İttihatçılardır. Masum halkın vatanperverliğini ve iyi niyetini sömürdüler. İnançları ve politikaları bakımından onlar Bolşevikten başka bir şey değildirler. Ben ve hükümetim barış yapmaya ve bu yolda özverilerde bulunmaya hazırdır. Millicilerin gücü abartılıyor: Onların gücü, Yunanın Türk arazisini işgal altında tutmasından ve merkezi hükümetin sözünü geçirme olanaklarından yoksun bırakılmasından ileri gelmektedir. Yunanın geri çekilmesi ve boşalan arazinin kısım kısım meşru hükümete (yani saray hükümetine) teslim edilmesi millicileri güçsüz bırakacaktır. Bunun için müttefiklerin meşru hükümete (saray hükümetine) yardım etmeleri gerekir. Asileri (Mustafa Kemal ve Türk ordusunu) bastırma çabasında hükümet desteklenmelidir.” (9) 

Bunun üzerine Rumbold, “Ne gibi bir destek istediklerini” sorunca Padişah Vahdettin, işgal altındaki toprakların kendi hükümetine devredilmesi yanında, asileri (Mustafa Kemal’in önderliğinde vatan için savaşanları) bastıracak silahlı kuvvetlerin teçhizi için kolaylık gösterilmesinden, silah yardımı ve mali yardım yapılmasından ve deniz harekâtından söz ediyor. Böylece Kemalistlerin etkisiz hale getirileceğini söylüyor. Padişah Vahdettin daha sonra, Mustafa Kemal’in Mehmet Ali Paşa gibi isyan ettiğini belirtiyor. Fakat o zaman sultan olan dedesinin tek bir şahsın karşısında bulunduğunu, ama şimdi kendi karşısındaki milliyetçilerin bir grup olduğunu söylüyor. “İngiltere o zaman ayaklanmayı durdurmuş ve güçlük giderilmişti. İngiltere şimdi de durdurursa aynı sonuç alınacaktı…” diyor. (10) 

Padişah Vahdettin, 7 Ağustos 1922’de, İngiliz Yüksek Komiseri Rumbold’la bu görüşmeyi yaptığında, 26 Ağustos 1922’deki Büyük Taarruz’un başlamasına sadece 19 gün vardı. Mustafa Kemal Paşa Anadolu’yu düşmandan temizleyip vatanı, milleti kurtarmanın hesaplarını yaparken Padişah Vahdettin, İngilizlerden yardım alarak “isyancı” diye adlandırdığı milliyetçileri, Kemalistleri temizleyip kendini kurtarmanın hesaplarını yapıyordu. Bu sırada vatanı ve milleti ateşe atıyordu. 

Gerçek şu ki Büyük Zafer, sarayın, sultanın desteğiyle değil, sarayın sultanın ihanetine rağmen kazanıldı. 

30 Ağustos Zafer Bayramı’mız şimdiden kutlu olsun.

KAYNAKLAR - DİPNOTLAR

1. Salahi R. Sonyel, Gizli Belgelerle Mustafa Kemal, Vahdettin ve Kurtuluş Savaşı, Ankara, 2007, s.109.

2. Sonyel, s. 128-129.

3. FO, 371/7853/E, 320, Rumbold’tan Curzon’a telgraf, 6.1 1922; Sonyel, s.160.

4. Bilal N. Şimşir, İngiliz Belgeleri İle Sakarya’dan İzmir’e, İstanbul, 1972, s. 340-341; Sonyel, s. 160;

5. Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, C.1, İstanbul, 1998, s. 184; Şimşir, s.344-345. 

6. Şimşir, s. 341-342.

7. Antlaşmanın tüm maddeleri için bkz. FO, 371/7860, P.37-41. Ayrıca bkz. FO, 371/7859/E.3443; Şimşir, s. 388-390.

8. Şimşir, s. 391- 392.

9. Sonyel, s.187; Avcıoğlu, s.208; Şimşir, s. 401.

10. Şimşir, s.402-403.

                                                                               /././

İngiltere Lozan’ı neden mi geç onayladı? -Sinan Meydan-

“Lozan’da onursuz bir barış imzaladık. Bu, İngiltere’nin şimdiye dek imzalamış olduğu antlaşmaların en uğursuzu, en mutsuzu ve en kötüsüdür.”(Sir Andrew Ryan)

Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı fesli Kadir ve müritlerine göre sözüm ona “Türkiye Lozan’da İngiltere’yle bir gizli antlaşma imzalayarak halifeliği kaldırma sözü vermiş! Bu nedenle İngiltere, halifelik kaldırılana kadar Lozan’ı onaylamamış!” Lozan’ın İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya tarafından onaylanıp yürürlüğe girmesinin 100. yıldönümünde bu yalana yanıt verelim.   

TÜRKİYE VE YUNANİSTAN’IN LOZAN’I ONAYLAMASI

23 Ağustos 1923’te TBMM, iki gün sonra 25 Ağustos 1923’te de Yunan Parlamentosu Lozan Antlaşması’nı onayladı. Çünkü Türkiye ile Yunanistan arasında savaş esirlerinin ve sivil tutsakların değişimi, mübadele antlaşmasının uygulanması gibi öncelikli sorunları bir an önce çözmek gerekiyordu. 

İngiltere, Fransa ve İtalya ise kapitülasyonlar başta olmak üzere Türkiye’deki eski ayrıcalıklarını kaybedip üstüne üstlük, tam bağımsız yeni Türkiye’yi tanımak zorunda kalacakları için Lozan Antlaşması’nı onaylamak için hiç de acele etmediler.  

LOZAN’IN İNGİLİZ PARLAMENTOSU’NDA GÖRÜŞÜLMESİ

Lozan Barış Antlaşması, 24 Temmuz 1923’te imzalandıktan sonra İngiliz Parlamentosu kapanıp tatile girdi. İngiliz Meclisi, üç ay sonra 1923 yılının sonlarına doğru açıldığında da İngiltere için öncelikli sorunlar görüşülüp karara bağlandı. İngiltere Parlamentosunda Lozan Barış Antlaşması’nın onaylanması, antlaşmanın imzalanmasından yaklaşık 5.5 ay sonra ancak 15 Ocak 1924’te gündeme geldi. (1) O sırada İngiltere’de muhafazakâr Stanley Baldwin Hükümeti iktidardaydı. Bu hükümet Lozan’ı onaylamayı düşünüyordu. Fakat 16 Ocak 1924’te Baldwin hükümeti istifa etti. İstanbul’dan Londra’ya gönderilen 1924 Türkiye Yıllık Raporu’nda Lozan Barış Antlaşması’nın İngiliz Parlamentosu’ndaki onay sürecinin gecikmesinin Baldwin hükümetinin istifasından kaynaklandığı belirtiliyordu. (2) 

İngiltere’de 22 Ocak 1924’te İşçi Partisi iktidara geldi. İşçi Partisi lideri Ramsay MacDonald, Dışişleri Bakanlığı görevini de üzerine alınca İngiltere’de Lord Curzon dönemi sona erdi. 

İngiliz İşçi Partisi lideri Ramsay MacDonald, 12 Şubat 1924’te Avam Kamarası’nda yaptığı konuşmada. Lozan Antlaşması’nın ve eklerinin basılmasını ve milletvekillerine dağıtılmasını önerdi. (3) Görüldüğü gibi imzalanmasının üstünden yaklaşık yedi ay geçtiği halde İngiltere’de henüz Lozan Antlaşması basılıp milletvekillerine dağıtılmamıştı bile. 

3 Mart 1924’te Avam Kamarasında Yarbay Howard Bury, Dışişleri Bakanı’na, Ormsby Gore da başbakana, “Lozan Antlaşması’nın ne zaman onaylanacağını” sordular. Başbakan, gerekli mevzuatın zaten Lordlar Kamarası’na sunulduğunu ve yakında Avam Kamarası’na da sunulacağını, sömürgelerin de antlaşmanın onaylanmasında hemfikir olduklarını, ancak onayın gerçekleşmesi konusunda kesin bir tarih veremeyeceğini belirtti.” (4)

İngiltere’de Lozan Antlaşması’nın onaylanmasıyla ilgili yasa tasarısı 6 Mart 1924’te Lordlar Kamarası’nda kabul edilip Avam Kamarası’na gönderildi. (5)

Avam Kamarası’nda 6 Haziran 1924’te gerçekleşen Lozan görüşmelerinde, İngiliz sömürgelerinden Lozan Konferansına tam yetkili temsilcilerin çağrılmaması eleştirildi. (6) Sevr ile Lozan’ı karşılaştıran İngiliz politikacılar, İngiltere’nin Sevr’de kazandıklarını Lozan’da kaybetmesi nedeniyle genel olarak Lozan’ı eleştirdiler. Daha önce basına verdiği demeçte, “Türkiye’nin Lozan’daki başarısı medeniyetin hezimetidir” diyen Lloyd George, Avam Kamarası’nda yaptığı konuşmada da İngiliz çıkarlarına aykırı bulduğu Lozan’ı eleştirdi. Bazı İngiliz politikacılar, Lozan’a göre Milletler Cemiyeti’nin, kendilerinden boğazların güvenliğini sağlama garantisi istemesinin, gelecekte İngiltere’yi bir savaşa sürüklemesinden endişelendiklerini dile getirdiler.

“Daily Telegraph, 28 Temmuz 1923. Eski İngiltere Başbakanı Lloyd George “Lozan Türkiye’nin başarısı, medeniyetin başarısızlığıdır” demişti. Doğru, ancak Lozan, medeniyetin değil emperyalizmin yenilgisidir.  

İngiltere’de Lozan hakkındaki en ağır değerlendirmelerden birini Sir Andrew Ryan yaparak “Lozan’da onursuz bir barış imzaladık. Bu, İngiltere’nin şimdiye dek imzalamış olduğu antlaşmaların en uğursuzu, en mutsuzu ve en kötüsüdür” diyecekti. (7)  

Sonuç olarak İngiltere’nin Lozan Antlaşması’nı geç onaylamasının önemli nedenlerinden biri antlaşma imzalandıktan sonra Meclis’in tatile girmesi, Meclis açıldıktan sonra da öncelikli başka sorunların gündemi meşgul etmesiydi. Bunun yanında antlaşmayı onaylamak isteyen Baldwin hükümetinin istifası da süreci geciktirmişti. Ayrıca Lozan görüşmelerine davet edilmeyen İngiliz sömürgelerinin, özellikle Kanada’nın, antlaşmanın onayını geciktirmesi de başka bir nedendi. O günlerde İrlanda’nın bağımsızlık mücadelesi de süreci yavaşlatmıştı. (8) Çok daha önemlisi İngiltere, hiç de memnun olmadığı Lozan’ı onaylamak için acele etmiyordu. 

Tarihçi Sevtap Demirci ise İngiltere’nin Lozan’ı geç onaylamasının nedenini Musul sorununa bağlayarak şöyle diyor: “Antlaşmanın İngiltere tarafından onaylanması ile Musul sorununun halledilmesinin aynı zamana denk gelmesinin tesadüf olduğunu söylemek saflık olacaktır. Bu, Musul sorununun İngiltere tarafından Milletler Cemiyeti’ne havale edilmesiyle İngiltere’nin antlaşmayı onaylamasının aynı günde, gerçekleşmiş olmasıyla açıklanabilir.” (9)

Avam Kamarası’nda 1 Nisan 1924’te görüşülmeye başlanan Lozan Antlaşması, 6 Haziran 1924’te İngiliz Parlamentosu’nda onaylandı. İngiltere’de Lozan’ın onay süreci, onay belgelerinin Paris’e teslim edildiği 6 Ağustos 1924’te tamamlanabildi. (10)

İNGİLTERE, SALTANATÇILARA VE HİLAFETÇİLERE GÜVENİYORDU

Lozan Barış Antlaşması imzalandığında İngiltere, Türkiye’deki saltanatçıların ve hilafetçilerin desteklediği muhalefete güveniyordu. İngilizler; saltanatçı, hilafetçi muhalefetin baskısıyla Mustafa Kemal’in kontrolündeki Ankara hükümetinin devrileceğini düşünüyordu. 

İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiser Vekili Henderson, Lozan’ın imzalandığı gün, 24 Temmuz 1923’te Türkiye’deki gelişmeleri Londra’ya raporlarken, son zamanlarda Mustafa Kemal’in etkinliğinin hızla azaldığını, saltanatın kaldırılmasının, Halk Partisi’nin kurulmasının ve kişisel husumetlerin bunda etkili olduğunu belirterek şöyle diyordu: “İstanbul’da saltanatı yeniden diriltmek yönünde önemli bir cereyan var. Doğu Anadolu’da saltanatçıdır sanılıyor, ama Anadolu’nun öteki bölgelerinde ve özellikle Ankara’da saltanatı diriltme emeli yok. Mustafa Kemal’in kişisel muhalifleri de saltanatçılığa dayanmak istiyorlar. (Mustafa) Kemal artık eskisi kadar Türkiye’nin lideri durumunda değil. Kontrolü, önemli ölçüde geri alamayacağı biçimde Rauf Bey’e kaptırmış görünüyor.” Henderson’un telgrafının satır aralarından, Lozan imzalanırken İngiltere’nin, Türkiye’de saltanatçı-hilafetçi muhalefetin güçlenmesini ve Mustafa Kemal’in zayıflamasını beklediği anlaşılıyor.  

İngiliz Yüksek Komiseri Henderson, başka bir raporunda, “Söylemeye gerek yoktur ki (Mustafa) Kemal’in saygınlığını artıran şey, bizim (İngiltere) prestijimizi azaltır” diyordu. Yani İngiltere, Mustafa Kemal Paşa’nın, halkın gözünden düşmesini, saltanatçı, hilafetçi desteğine sahip muhalefetin güçlenmesini dört gözle bekliyordu.

Henderson, 7 Ağustos 1923 tarihli raporunda da yakında Mustafa Kemal’in başkomutan sıfatının sona ereceğini ve otoritesinin bir kat daha azalacağını, Rauf Bey’in başbakan olacağını, Mustafa Kemal’in yalnız Meclis Başkanı kalacağını, subaylar arasında hoşnutsuzluk olduğunu; Ali İhsan (Sabis) ve Nurettin paşaların muhalefette ve Konya’daki İttihad-ı Zabitan örgütüyle ilişkide olduğunu yazıyordu. Bu raporun altına, Foreign Office’ten D. G. Osborne şu notu düşüyordu: “Türkiye, kötü zamanların hiçbirini üzerinden atamadı. Zaten hiçbir zaman ıslah olmamış, değişmemişti. Şimdi bir avuç yurtseverin, Türk’ü değiştirebileceği şüphelidir. (Mustafa) Kemal, ameliyatla onu tedavi edebileceğini umuyor. Bu yüzden çöküşün iki ana kaynağı olan saltanatı ve yabancı nüfuzunu budadı. Ama maraz (hastalık), organik gibi, Türk’ün uygarlaşma yeteneği olmayan bünyesinde gibi görünüyor… Ankara’nın merkezi otoritesi başarısızlığa uğruyor. (Mustafa) Kemal’in politikasına karşı muhalefetin, Türk muhafazakârlığının, evrime ve yenileşmeye karşı direnişin sembolü olan saltanatı diriltmek etrafında kristalleşmesi anlamlıdır.”(11)  Osborne, burada önemli bir itirafta bulunarak Osmanlı’nın çöküşünün iki kaynağını “saltanat ve yabancı nüfuzu” olarak açıklıyordu. 

İngiliz belgelerinden anlaşıldığı kadarıyla İngiltere, Lozan sonrasında Türkiye’de Mustafa Kemal’in otoritesinin zayıflayıp saltanatçıların ve hilafetçilerin desteklediği muhalefetin güçleneceğini, böylece Türkiye’de yeniden eski düzene dönüleceğini öngörüyordu. İşte bu nedenle İngiltere, Lozan Barış Antlaşması’nı onaylamak için hiç acele etmiyordu.      

İSMET İNÖNÜ GERÇEĞİ AÇIKLAMIŞTI

Lozan kahramanı İsmet İnönü’ye göre, İngiltere ve Müttefiklerinin Lozan Barış Antlaşması’nın onayını geciktirmelerinin temel nedeni, Ankara rejiminin krize yuvarlanmasını, TBMM hükümetinin devrilmesini beklemeleriydi. İnönü’ye göre Müttefikler, isteksiz oldukları halde Lozan’ı imzalamışlardı. Çünkü savaşı göze alamamışlardı ve Türkiye’de yeni rejimin, ortaya çıkacak tepkilere karşı koyamayarak devrileceğini ümit etmişlerdi. İsmet Paşa’nın hatıralarından okuyalım:  “Ümit şu: Yeni devlet kuruluşu ile beraber, medeni ve hukuki bir devletin bütün inkılaplarını da yapmaya başlayacaktır. Devletin idare şekli değişmiş, milli iradenin hâkim olduğu bir cemiyet hedef olarak alınmıştır. Bunun üzerine yürümeye başlanmış, hukuki ve idari sistemlerle büyük ıslahata girişilmiştir. Bu ıslahatı memleket ne ölçüde hazmedecek ve kabul edecek ve ne ölçüde tepkiler olacak? Bu bir muamma idi. Galip devletler, kendisine hiçbir suretle yardım edilmeyecek yeni Türk Devleti’nin, içeride çıkacak karşı koymalara ne kudret göstereceğini görmek, ölçmek istiyorlardı. Bütün bu ümitler, ayrı ayrı çetin imtihanlar geçirilerek silinmiştir.” (12)

İsmet İnönü haklıydı. İngiltere’nin, Lozan Barış Antlaşması’nın onaylanmasını geciktirmesinin temel nedeni, tam bağımsız Türkiye’nin uzun ömürlü olmayacağı, Ankara’daki Kemalist hükümetin kısa sürede devrileceği düşüncesiydi. Bu nedenle İngilizler, memnun olmadıkları Lozan’ı onaylamak, Türkiye’yi diplomatik olarak tanımak ve Ankara’da büyükelçilik açmak için hiç acele etmediler. İngiltere, 1930’a kadar Ankara’ya büyükelçi göndermediği gibi Müttefiklerinin de Ankara’ya büyükelçi göndermemesini istedi. Ayrıca uzun yıllar boyunca Türkiye’ye tek kuruş kredi de vermedi.  

Ayrıca Lozan’ı geç onaylayan tek ülke İngiltere değildi. Örneğin Fransa Parlamentosu Lozan’ı, İngiltere’den de sonra 25 Ağustos 1924’te onayladı. Çünkü Lozan, Fransız çıkarlarına da aykırıydı. 

Sözün özü, Atatürk düşmanı fesli Kadir ve müritlerinin, “İngiltere, Lozan’ı onaylamak için halifeliğin kaldırılmasını bekledi” iddiası koca bir yalandır.

Not: Bu konunun ayrıntılarını yakında çıkacak LOZAN kitabımda okuyabilirsiniz.

KAYNAKLAR-DİPNOTLAR

1. Hansard Commons (HC)“Kings Speech”, Deb 15 January (Ocak) 1924 vol,169, c.79.

2. Ali Satan, İngiliz Yıllık Raporlarında Türkiye 1923, Tarihçi Kitabevi, İstanbul 2012, s.80.

3. HC“Foreıgn Affaırs”, Deb 15 February (Şubat) 1924 vol,169, c.771.

4. HC”Treaty of Lausanne”, Deb 03 Mart 1924, vol. 170, c.958-959.

5. Hansard of Lords (HL)“Treaty of Peace (Turkey) Bill”, Deb, 06 Mart 1924, vol.56, c. 621.

6. HC, ”Treaty of Lausanne”, Deb 06 Haziran 1924, vol. 174, c. 1618-1623 vd.

7. Salahi R. Sonyel, Gizli Belgelerle Lozan Konferansı’nın Perde Arkası, AKDTYK TTK Yayınları, 2. Bas., Ankara, 2014s. 190. 

8. Ozan Özavcı, “Türkiye’nin Kurucu Barış Antlaşması İmzalandı: 24 Temmuz…”Oksijen, 29 Ekim Özel Eki, 28 Ekim-3 Kasım 2002, s.13.

9. Sevtap Demirci, Belgelerle Lozan, Taktik-Stratejik-Diplomatik Mücadele, 1922-1923, Çev. Mehmet Moralı, Alfa Yayınları, İstanbul, 2011, s. 193.

10. Taha Akyol, Bilinmeyen Lozan, Doğan Kitap, İstanbul, 2014. s.305, 310.

11. Bilal N. Şimşir, Atatürk ve Cumhuriyet, İleri Yayınları, İstanbul, 2006, s. 277-279.

12. İsmet İnönü, Hatıralar, 3. Bas, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2009.s. 425.

                                                         /././
                                       Cumhuriyet - GÜNDEM

'Erdoğan raporu' iddiasına SETA'dan yalanlama: İsim bile veremediler!

Gazeteci Nuray Babacan'ın SETA ile ilgili yazdığı köşe yazısının ardından kuruluştan "Böyle bir raporumuz bulunmamaktadır" açıklaması yapıldı.

Köşe yazarı Nuray Babacan, önceki gün kaleme aldığı yazısında 2006 yılında Ankara'da kurulan bir düşünce kuruluşu olan SETA'nın iktidar partisi AKP için bir rapor hazırladığını ifade etmişti.

Babacan köşesinde rapora dair önemli ayrıntılara yer vermişti.

AKP’nin yerel seçimlerdeki yenilgisinin nedenlerini ortaya koymak amacıyla hazırlandığı söylenen raporda partinin ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın toplumdaki algısında köklü değişiklikler olduğu ifadelerinin yer aldığı ve Erdoğan’ın artık eskisi gibi dokunulmaz olmadığı, yapılan hataların faturasının doğrudan ona kesilmeye başladığı sonuçlarının çıktığı iddiaları yer alıyordu.

SETA'DAN AÇIKLAMA: İÇERİĞİN İSMİNİ BİLE SÖYLEYEMEDİLER

Babacan'ın yazının ardından SETA'dan açıklama geldi.

Resmi sosyal medya hesaplarından açıklama yapan kuruluş, böyle bir çalışmalarının olmadığını dile getirdi.

Açıklamada, "SETA farklı konularda birçok rapor hazırlamaktadır. Bugün çeşitli medya platformlarında iddia edilen içerikle ilgili bir SETA raporu bulunmamaktadır. Kamuoyuna saygıyla duyurulur" ifadeleri yer aldı.

SETA'nın söz konusu açıklamada raporun kim hakkında olduğundan ve içeriğinden bile bahsedilmemesi dikkat çekti.

BİR AÇIKLAMA DA DMM'DEN

SETA'nın AKP için rapor hazırladığını yalanlamasının ardından bir açıklamada da İletişim Başkanlığı Dezenformasyonla Mücadele Merkezi'nden geldi. DMM, sosyal medya platformu X üzerinden yaptığı paylaşımda, "Haberler dezenformasyon içermektedir. Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı'nın (SETA) iddia edilen içerikte bir raporu bulunmamaktadır" ifadelerini kullandı.                                                                                 ***

Epilepsi hastalarının çilesi stok yetersizliği nedeniyle büyüyor: Bayat ilaç içiyorlar! -Şevval Aydoğan-

Cumhuriyet ilaç yokluğu konusunu daha önce gündeme getirmişti. İlacın yurtdışından teminini sağlayan Türk Eczacıları Birliği ve Sağlık Bakanlığı, tedarikin 10-15 gün içerisinde sağlanacağını açıklamıştı.(https://www.cumhuriyet.com.tr/saglik/epilepsi-hastalarinin-cilesi-stok-yetersizligi-nedeniyle-buyuyor-2242026)

                                                                    ***

Çiftçi isyan etti: Tüketimi serbest, üretimi yasak!

CHP Genel Başkan Yardımcısı Gökhan Zeybek ve Malatya Milletvekili Veli Ağbaba, Adıyaman’da tütün üreticilerinin sorunlarını dinleyerek, tütün üretiminin serbest ancak satışının yasak olmasını eleştirdi. Yerli tütüne yönelik kısıtlamaların adaletsiz olduğunu vurgulayan vekiller, tütün üreticisinin geçim kaynaklarının tehlikede olduğunu belirtti.(YERLİ VE MİLLİ ADIYAMAN TÜTÜNÜNE DARBE!) "Gençler uyuşturucunun kurbanı olmuş ve her yıl uyuşturucu kullanan sayısı artış gösterirken yerli ve milli tütün ile mücadele başlattırlar. Siz önce uyuşturucuyla mücadele edin, gençlerimizi koruyun!(BUNDAN DAHA YERLİ BİR ÜRÜN OLAMAZ!)   Türkiye topraklarında yetişen tütünü kaçak olarak nitelendiriyorlar. Üretici ekmeğini tütünden çıkarıyor.(https://www.cumhuriyet.com.tr/ekonomi/ciftci-isyan-etti-tuketimi-serbest-uretimi-yasak-2242203) 

(CUMHURİYET)