30 Ağustos 2024 Cuma

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -30 Ağustos 2024-

Hanzala, ya da bir karikatürist nasıl hem Arafat hem Mossad’ın hedefi oldu? -Evren Çubuk-

Nasıl olmuştu da bir karikatürist hem Arafat’ın hem Mossad’ın ölümüne düşmanlığını kazanabilmişti? Çünkü el Ali, devrimciydi.

22 Temmuz 1987 günü Londra’nın batısında, Knightsbridge'de bulunan Kuveyt gazetesi El Kabas ofisinden çıkan bir kişi, yolda yürürken arkadan vuruldu. Kurşun boynuna geldi. Beş hafta hastanede komada yattı, ardından, bir 29 Ağustos günü, hayata gözlerini yumdu.

Yaşamını yitiren, Filistinli karikatür sanatçısı Naci el Ali’ydi. 

Sanatçıyı arkadan vuran kişi kesin olarak belirlenemedi. Ama baş şüpheli, şüphesiz Mossad’dı.

İngiliz polisi, olayla ilgili olarak İsmail Suvan adında bir diğer Filistinli’yi tutukladı. İlk bakışta, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) üyesiydi. Sonradan İngiliz polisine, Mossad için de çalıştığını, çift taraflı ajan olduğunu itiraf etti.

Suikaste bir kişi daha karışmıştı, o da FKÖ içindeki Mossad ajanlarından biriydi.

İngiltere, kendi topraklarındaki cinayetten önceden haberdar olduğu halde kendileriyle bu bilgiyi paylaşmadığını tespit ettiği İsrail’e tepki gösterdi, üç İsrailli diplomatı sınırdışı etti.

Cinayeti kesin olarak Mossad mı işlemişti? Aradan 37 yıl geçmiş olmasına rağmen, kesin olarak bilmiyoruz.

Diğer baş şüpheli, Filistin mücadelesini tekeline almaya çalışan ve özellikle devrimci hareketleri karşısına alan FKÖ lideri Yaser Arafat’tı.

Bizzat el Ali, ölümünden günler önce, suikast tehdidinin ciddiyetinin farkında olarak, Filistinli yazar dostu Besim Sarhan’a “Beni kim öldürürse öldürsün, beni öldüren Arafat’tır” demişti. İki hafta önce, bir diğer dostuna, FKÖ’den bir yetkilinin kendisini arayıp “çizgisini düzeltmesi” konusunda tehdit ettiğini aktarmıştı.

Bunlar, karikatüristin iddialarından ibaret değildi. Bizzat Arafat, Kuveyt’te bir lisede katıldığı bir etkinlikte, “O Naci el Ali adındaki adam çizmeye devam ederse parmaklarını aside sokacağım” demişti.

Nasıl olmuştu da bir karikatürist hem Arafat’ın hem Mossad’ın ölümüne düşmanlığını kazanabilmişti?

Çünkü el Ali, devrimciydi. Filistin davasını tüm dünyada Arafat’tan da fazla temsil eden, Ali’nin yarattığı bir çocuktu: Hanzala.

Hanzala, üstü başı perişan, çıplak ayak, 10 yaşında bir oğlan çocuğudur.

Naci el Ali, 1948’de Nakba’nın ardından 10 yaşında kendisini Ayn el Hilve kampında bulmuştur, aynı Hanzala gibi, üstü başı perişan, çıplak ayak.

İlk kez 1969’da çizer Hanzala’yı. 1973’ten itibaren, yalnızca sırtı dönük resmeder. Topraklarından sürgün edilmişliğin ifadesidir bakana sırtını dönmüşlük. Naci el Ali, “Filistinli sürgünler topraklarına döndüğünde Hanzala da yüzünü gösterecek” der.

Elleri arkadan bağlanmıştır. Ali, bunun, Filistinliler dışındaki güçlerin, dış çözümlerin reddinin ifadesi olarak tasarlar.

Ama en önemlisi, yoksulluktur.

Naci el Ali, “Ben sınıf açısından bakıyorum” der, politikacıları, liderleri çizmez hiç. “Karikatürlerim bu yüzden bu biçimi alıyor. Esas olan başkanları ve liderleri çizmek değil, durum ve gerçekliği resmetmektir.”

Naci el Ali’nin Londra’da öldürüldüğü sıralarda, Filistin’de Müslüman Kardeşler’in yerel ayağı Hamas kuruluyordu. FKÖ liderliği, tipik bir burjuva hareketinin kaderi gibi, adım adım siyasi işbirlikçilik ve yolsuzluklara yöneldi. Mossad’ın da desteğiyle Filistin davasını sınıf değil din savaşı olarak görenler giderek güçlendirildi.

Filistin hâlâ işgal altında.

10 yaşında çocukların hala üstü başı perişan, ayakları çıplak.

Bir yandan İsrail’le iş tutup diğer yandan Filistin’i destekliyor görünenlere inat, Hanzala hâlâ arkasında kavuşturduğu ellerini ellere açmıyor.

Hanzala, yüzünü göstermek için sınıf açısından bakanları bekliyor.

Naci El Ali’yi Atilla Atala’nın çizgisiyle anan Homur Mizah ve Karikatür Grubu, şu mesajı paylaştı: "Filistin mücadelesini ilgisiz dünyaya küstüğü için arkasını dönmüş Hanzala karakteriyle anlatan Naci El Ali'nin duruşu tüm çizerlere rehber olsun."

                                                                           /././

Bağımsızlık için ortak akıl -Ali Rıza Aydın-

Sömürüyü gizlemeye yönelik her girişim ve politikaya düzenle uyumlaşmadan, devrimci duruş, ahlak ve politikalarla karşı çıkılmalıdır.   

Uzun AKP iktidarından kurtulmak için ileri sürülen ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel tüm gerekçeler yerinde ama bu gerekçelerin AKP’yle sınırlı tutulması yanılsama.

Birinci Dünya savaşı, emperyalistler tarafından parçalanma girişimleri, araya giren 1917 Ekim Devrimi’nin etkisi ve desteğiyle emperyalist işgale ve sömürgeleştirmeye karşı 30 Ağustos 1922 zaferi, 29 Ekim 1923’de ilan edilen ilerlemeci ve aydınlanmacı cumhuriyet… 

Hep anımsanması gereken bu tarih elbette önemli. Ancak yalnızca buraya sığınıp kalmak Türkiye’de bağımlılık ve sömürüye, yağma ve talana geçişi, 12 Eylül 1980 darbesine ve AKP dönemine gelişi, sermaye sınıfı tarafından emekçilere karşı kullanılan baskı ve sömürüyü anlatmaya ve çözmeye yetmiyor. Sömürücülerin hiç bırakmadıkları ve bırakmayacakları işgal emellerinin ve politikalarının somut durum ve analizi yapılamadığı için kurtuluşa da yetmiyor.  

Bağımlılık ve sömürü ilişkilerinde değişik dönemlerdeki siyasal iktidarlar ve düzen içi muhalefet ortak akıl yürüttüler. Kaba ayrıntılar bu ortak akıldan kopma nedeni olamadı. 

Süreç uzun ama birkaç anımsatma yeterli olacaktır. İkinci Dünya Savaşı'na fiilen katılmayan Türkiye bu savaşın gerçek hedefi olan sosyalist düzenin, SSCB’nin 1945 büyük zaferinden hemen sonra, 1946’da CHP iktidarı döneminde ABD’yle güçlü ve hukuksal ilişkilere girdi. Emperyalizmin finansal örgütleri IMF ve Dünya Bankası ile ilişkiler 1946’da başladı. 1950-60 arası Demokrat Parti, Menderes Hükümetleri döneminin başlarında da emperyalizmin terör örgütü NATO devreye girdi. 1961’den sonra IMF/DB ilişkileri devam ederken Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü OECD ve denetimiyle tanışıyoruz. Süreç uzun, örgüt çok. Birleşmiş Milletleri, AET’yi AB’yi unutmayalım. 

Uyum sancıları Türkiye’yi 24 Ocak 1980 kararlarına ve 12 Eylül 1980 darbesine getirdi. 2002’den bu yana da piyasa ve uyumlu İslamın, gericiliğin birlikte yürüdüğü AKP dönemi sürüyor. Sermaye örgütlerin istekleri arasında yer alan “başkanlı rejim”e, “kolaycı yönetim”e bu dönemde geçildi.

Düzen siyaseti olarak emperyalizmin tüm örgütleriyle ilişki ve işbirliğinde, özelleştirmelerde, kapitalizmin yasalarının uygulanmasında ortaklar. Aydınlanmanın ve laikliğin yıkılmasında, milliyetçi ve dinci gericiliğin sömürücü düzenle iç içe yaşatılmasında ortaklar. Cumhuriyetin sömürücü ve işbirlikçilerin elinde yıkım yolculuğunda ortaklar. Başkanlı rejimi eleştiriyor gözükseler de parlamentonun, yargının, merkez ve yerel yönetimleriyle devletin, hukukun sermaye sınıfının egemenliği için kullanılmasında ortaklar. Demokrasi diye diye halkı seçim sandığına mahkum edip susturmakta ve sermaye sınıfının iktidarını yaşatmakta ortaklar. 

Emekçileri daha fazla bağımlı kılma, sömürme, örgütsüz ve eylemsiz bırakma konusunda ortaklar. 

Öyle ortaklar ki, düzen siyasetinin AKP’lileştirildiği ortamda artık “Erdoğansız AKP” siyasetini bile halka umut diye göstermeye kalkışıyorlar. 

İslamcı-faşist diktatörlük anayasasına dahi razı olmayan, hukuk ve anayasa tanımazlıkla “hukuk devleti” adı altında varlığını sürdüren bir düzeni dayatıyorlar. Aynı anayasa ekonomi politiği içinde sözcük ya da virgüllerle uğraşarak, ortak akıl varmış gibi göstererek sahte umutlarla sömürülenleri sömürenlerle, burjuva ideolojisiyle uyumlaştırmaya, kapitalizmle barış içinde yaşamaya alıştırmaya çabalıyorlar.

Türkiye tarihinde yalnızca sömürü ve gericilik yok elbette. Sömürünün ve gericiliğin yıkılmasına, sömürüsüz toplumun gelmesine yaşamını adayan birçok aydın, sanatçı, emekçi, işçi var. Birçok kahraman, direniş ve eylem var. 

22 yıl önce bugün aramızdan ayrılan yargıç Ali Faik Cihan da bu kahramanlardan biri. 1950’de Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitiren Cihan, 1946’da Türkiye Gençler Derneğinde yani TKP Gençliğinde çalışan, 1951 TKP Tevkifatında yer alan, bu nedenlerle yargıç yapılmayan ama savaşımını kazanarak meslek mensubu olan, yargıç iken 1965’de “Sosyalist Türkiye” kitabını yazan ve soruşturmaya uğrayan, savaşan ve yeniden mesleğe dönen bir kahraman.

Ali Faik Cihan Yargıtaydaki savunmasında, halkın yaşantısının “insan haysiyetiyle bağdaşmadığını”, “1961 Anayasası ile çeliştiğini” belirterek Türkiye’nin “kendi iklim kuşağı içinde bir sefalet adası” oluğunu söylüyor. Yargıtay da C. Başsavcılığının suçlama görüşüne katılmayarak bu savunmaya katılıyor. 

Cihan, “kapitalist düzenin işleyen organlarına hangi noktadan bakılırsa bakılsın, orada emekçinin nasırlı eli, yorulan beyni görülecektir”, “yasalara can ve hareket veren, sermayeyi sermaye yapan emekçinin nasırlı eli, işleyen kafasıdır” diyor.

Yazıya bir yargıç ve savaşımı girince, son dönemde Yargıtay-AYM-Meclis üçgeninde yaşanan garabetin Türkiye’deki çürüme ve emekçilerin baskı altında yoksullukla yaşamaya zorlanmasıyla birlikte değerlendirilmesi gerektiğini vurgulamadan geçemeyiz.  

Sömürüyü gizlemeye yönelik her girişim ve politikaya düzenle uyumlaşmadan, devrimci duruş, ahlak ve politikalarla karşı çıkılmalıdır.   

Bağımsızlık için ortak akıl, devrimci dönüşümle sömürüsüz ve sınıfsız toplum için savaşanların ortak ve örgütlü aklıdır. İşçi sınıfı, emekçiler sömürüyü yok etme savaşımı vermeden ne bağımsızlık gelir ne aydınlanma ne de eşitleştirilmiş toplum. 

                                                           /././

Çağrıya uyarken -Mesut Odman

Devrim mi, dediniz, estağfurullah, ne haddimize! AKP’siz bir Türkiye, bize yeter. Hatta Erdoğan’sız bir AKP mi demeli? O da olur.

Davete icabet ederken, de diyebilirdim. Ama o zaman çok ağdalı, epeyce de küf kokulu olurdu. Böylesi iyi.

Leb demeden leblebiyi anlayabilen okurlar bir yana, onların sayısı fazla değildir herhalde, çoğunluğu oluşturanların “Ne çağrısı, ne daveti?”  sorusunu sorduklarını kabul edebiliriz. Bu merakı gidererek başlayalım.

Çağrı Aydemir’den geldi, bizim Aydemir Güler’den. Kişisel olarak bana yöneltilmiş değildi kuşkusuz. Ben de öyle anlamadım zaten. İlgilenen herkese yönelikti. Biraz üstüme alındım doğrusu. Hele Aydemir çağrıyı iki hafta arayla yineleyince, başka türlü anlatırsak, iki kez başlama vuruşu yapınca, “Bu topa hiç girmemek olmaz” dedim. Ama bunu derken kullandığım “hiç” sözcüğüne yaslanarak kısa kesmeyi ve işin biraz daha kolay kısmıyla kendimi sınırlamayı da düşünmedim değil.

Daha kolay kısım dediğim şu: Biraz anıları, biraz magazin sayılabilecek ayrıntıları işe karıştırarak ilerlersek, hem daha kolay olabilir hem de daha çok okunabilir, diye umduğumu itiraf etmeliyim.

Geçen haftaki ikinci çağrının başlığında “Birinci TİP’in dersi” denmiş ve şöyle açıklanmıştı:

“Türkiye’nin kanunu veya Birinci TİP’in dersidir bu; bu ülkede toplumsal mücadeleleri sağlıklı yönlendirmenin koşulu sosyalist iktidarı hedeflemektir.”

TİP on yıllık dönemin sonunda bu koşulun bilincine varmış ya da varmaya başlamıştı, ama  bu koşulun sağlayacağı imkânları kullanmasına ömrü yetmemiştir, dersek kimseye haksızlık etmiş olmayız. Bu partinin kuruluşunun üzerinden 15 yıl geçtikten sonra, ikinci TİP’in kurucu genel başkanı Behice Boran, partisinin merkezi yayın organı Çark Başak’ta ilk dönemi inceleyen önemli bir yazı yazmıştı. O derginin 16 Temmuz 1976 tarihli 11. sayısında yayımlanan “1961-1971 Türkiye İşçi Partisi” başlıklı o yazısında Boran, şöyle bir genel değerlendirme yapıyordu:

“Yapılması önerilen işler, kapitalizmin çerçevesi içinde birtakım ilerici, reformist öneriler olmaktan öteye gitmiyordu. Tümüyle program işçi haklarını savunan, ilerici, insancıl bir programdı. Kurucular mevcut burjuva partilerinden bağımsız, ayrı bir parti kurmak istemişlerdi ama ortaya çıkan parti gerçek anlamda işçi sınıfının bağımsız (burjuva ideolojisinden bağımsız, kendi sınıf ideolojisine dayanan) partisi değildi. Bu anlamda bağımsızlaşma bir yıl sonra sosyalist kişilerin partiye girmeye ve parti yönetiminde yer almaya başlamalarıyla filizlendi ve gelişti. TİP bir sosyalistleşme sürecine girdi. TİP’in on yıllık tarihi bu sosyalistleşme sürecinin dışa dönük ve iç mücadelelerle gelişmesi tarihi olarak nitelenebilir.”

Behice Hanım aynı yazıda partinin kurulduğu sırada genel anlamda ülkedeki birikim konusunda şu saptamayı da yapıyordu:

“1961 Türkiye’sinde işçi sınıfının sosyalizmi hedef alan yasal partisinin oluşturulmasını kolaylaştıracak, ideolojik ve politik düzeyde belirleyici rol oynayacak önemli bir birikim yoktu. Sol tümüyle hep baskı altında tutulmuş, illegalitenin zor şartlarında yürütülmüş parti hareketi cılız kalmış, hatta 1950’den sonra bir dağılma hali göstermişti. (…) kapsamlı ve köklü bir birikim olmadığı açıktı. (…) Sosyalizm ve Türkiye toplumu konularında bilgisizlik 1961’deki durumun belirgin niteliğiydi.”

İlk kuruluştaki programın yerini alacak parti programının hazırlanışı 1962-63 kışında başlıyor, ama bu görevi üstlenen Bilim ve Araştırma Bürosu’nda çıkan anlaşmazlıklar Büronun dağılmasına yol açıyor. Önceleri nedeni anlaşılamayan bu dağılma için Behice Hanım “sonraki gelişmelerin ışığında geriye dönüp bakıldığında bu ayrılığın MDD-SD çizgileri biçimindeki ayrılığın ilk uç vermesi olarak göründüğü” saptamasını yapıyor ve ekliyor: Ama tartışmalar bu adlandırmayla ortaya çıkmadı. “Tartışmalar işçi sınıfının varlığı, gücü, harekete öncülük yeteneği üzerineydi. Bir taraf bu gücü ve yeteneği küçümsüyor, öbür taraf kabul ediyordu. (Küçümseyenler) işçi sınıfının yerine köylülüğe ağırlık tanıyor, milli burjuvaziye, özellikle ara tabakalara, küçük burjuvazinin aydınlar kesimine önem veriliyor, bunların az gelişmiş ülkelerde ve bu arada Türkiye’de devrimci bir öncü güç olabildikleri belirtiliyordu.”

Bu strateji tartışmaları ülkenin toplumsal-ekonomik yapısına ilişkin çözümlemelerle de destekleniyordu. Belleğime dayanarak özetlersem, işçi sınıfının öncülüğü konusunda ısrarlı olanlar Türkiye’de kapitalizmin ücretli işçi sınıfını sayıca belli bir düzeye ulaştırdığını, üretimde toplulaşmanın arttığını, işçi sınıfının mücadele istek ve deneyiminin çoğalmakta olduğunu öne sürerlerken, tartışmanın karşı tarafındakiler, Türkiye’de kapitalizmin gelişmediğini ya da az gelişmiş olduğunu, Türkiye’nin kapitalist değil “yarı-feodal, yarı-sömürge” bir ülke olduğunu yineleyip duruyorlardı. Bu tartışmalar sırasında, bizim tarafımızdaki ve sonraki yıllarda üniversite profesörlüğüne kadar yükselmiş olan bir arkadaşın, Türkiye’nin kapitalist bir ülke olduğunu savunurken ülkemizde kapitalistleşmenin başlangıç tarihini 1453’e kadar götürdüğünü hatırlıyorum. Böyle aşırılıklara sıkça rastlanabiliyordu.

Demirtaş Ceyhun’un 1976’da basılmış Yağmur Sıcağı adlı romanı bir iki hafta önce bizim sahaf gezginlerinin, Yusuf ile Özkan’ın konusu olmuştu. O romanı okuyunca 15 Şubat 1977’de Yürüyüş dergisinde yazdığım eleştiri yazısına “Yazılması Gerekenin Yazılamayan Romanı” başlığını koymuştum. Behice Boran’ın ilk yayımlandığı sırada özellikle TİP içinde ve çevresinde çok okunmuş o incelemesinin birinci TİP’in sosyalistleşme sürecine ilişkin tezinden fazla etkilenmiş bir bakış açısıyla yazılmış o eleştiriden sonra Demirtaş Ağabey ile bir tartışma yaşamıştık. Yer Ankara’daki Mülkiyeliler Birliği’nin bahçesiydi. Yanımızda Yalçın Hoca’nın da olduğunu hatırlıyorum. Başka kimse var mıydı, belleğimden silinmiş. Demirtaş Ceyhun o sıralar bizim partiye çok yakındı. Kendisinden 15 yaş kadar küçük, edebiyat aleminin uzağında bir gençle oturup uzun uzun tartışmaya girmişti. Neler konuştuğumuz da belleğimde kalmamış pek. Ama son derece dostça ve birbirimizi anlamaya çalışarak yapılmış bir tartışmaydı.

Buna karşılık, o yıllardaki ve daha öncesindeki “strateji” tartışmaları genellikle öyle olmazdı. Anlatma ve inandırma çabasından çok karşı taraftakileri çuvallatmayı amaçlayan kavgacı polemikler biçiminde sürdürülürdü. Sonuç olarak, bir ara, “strateji” sözcüğü son derece çekici bir nitelik kazanmıştı sanki. Şöyle bir örnek var aklımda: İstanbul’da bir yayınevi, 1968 yılında Lenin imzalı bir kitap basmıştı. Kocaman harflerle basılmış adı: Devrim Stratejisi. Küçük harflerle dizilmiş bir üst başlık da vardı: “Marksist eylemin çocukluk hastalığı ve”. Hepimiz birer tane almışızdır herhalde. Ama o küçük harflerle yazılmış üst başlığının da hemen hatırlatmış olacağını sanıyorum, kitap Lenin’in “Çocukluk Hastalığı” adıyla tanınmış ve ilk kez Haziran 1920’de yayımlanmış ünlü broşürü. Yazarının hiç aklına gelmemiş “strateji” sözcüğü kullanılıp bir de başına “devrim” getirilince albenisi olağanüstü artıyordu o zamanlar.

Aydemir söz konusu ettiğim yazılarının ilkini şöyle bitirmişti:

“Bugün solda neden böyle tartışmalar yok demeyeceğim. (…)Ciddi bir kuraklıkla, çölleşmeyle karşı karşıyayız. İleriye gitmeye çalışanlar, devrimi arayanlar bunu kabul edemez. Madem öyle, mecburen geçmişi anmaya devam edeceğiz.”

Bana kalırsa, neden sorusunun yanıtı, buradaki satırların içinde “devrimi arayanlar” sözcüklerinde yer alıyor. Devrimin peşinde olan kalmadı, demeyeceğim elbette. Dersem, hem gerçekçi olmaz hem de haksızlık sayılır. Devrim peşinde olanların o yıllara göre oldukça azalmış göründüğü ise söylense de söylenmese de apaçık bir gerçek. Bunda kuşku yok.

Şöyle de anlatılabilir: Devrim pek azalmış sayılarda kimselerin ufkunda kalmış artık. Onun yerine herkeste bir gerçekçilik ki, sormayın gitsin. Gerçekçilik yerine tevazu demek daha doğru belki. Devrim mi, dediniz, estağfurullah, ne haddimize! AKP’siz bir Türkiye, bize yeter. Hatta Erdoğan’sız bir AKP mi demeli? O da olur.

                                                             /././

Yine Boğaziçi Üniversitesi!!! -Rıfat Okçabol-

Yok yok yanlış okumadınız, örneklenen atamalar, bir AKP teşkilatına ya da bir AKP’linin iş yerine yapılan atamalar değil: bir zamanlar ülkenin göz bebeği olan BÜ’ye yapılan atamalar.

Gericilerin ve AKP’nin, 2002-2008 yılları arasında başbakanlarını davet etmeyen üniversitelere kızdıkları biliniyor. Bu nedenle iktidarının ilk yıllarında demokrasiden söz eden halkın dediği olur diyen AKP, 2008’den beri üniversitelerin yaptığı seçimlerde en çok oy alan adayların rektör atanmasını değil de, seçime giren 6 aday içinde en yandaş olanın rektör olarak atanmasına özen göstermişti. Bu nedenle iktidar BÜ ve ODTÜ gibi üniversitelerde, seçime giren 6 aday içinde yandaş bulamadığından büyük sıkıntılar yaşamıştı. Bu konuda AKP’nin imdadına Fetöcü darbe girişimi yetişmişti. Darbe girişimine karşı ilan edilen OHAL kararnamesi ile (ve gayet demokratik bir kararla!) 29 Ekim 2016’da üniversitelerde yapılan rektör adayı belirleme seçimleri iptal edilmiş, AKP liderinin istediği kişiyi rektör ataması yöntemi getirilmişti. Dolayısıyla devlet üniversitelerine atanan rektörler, 2016’dan sonra her üniversitede kayyım niteliğinde olan rektörlerdir. Kayyım niteliğindeki rektörler sayesinde üniversiteler adım adım AKP’lileşip iktidarın çiftliğine dönüşmüştür. Keyfi atamalar nedeniyle, muhalif eğitim sendikalarının çoğunlukta olduğu üniversitelerde, çoğunluk bir bir yandaş Eğitim-Bir Sen’in eline geçmiştir.

Bu süreçte yandaş rektörler, örneğin Gezi Parkı olaylarında ve ODTÜ’de yaşanan polis vahşeti karşısında polis yerine öğrencileri kınayan açıklama yapabilmişlerdi. Yandaş rektörler, idama mahkum edilen Mısır Cumhurbaşkanı ve Müslüman Kardeşlerin lideri Mursi için, 2014’te Mısır Müftüsüne mektup yazabilmişlerdi. Yandaş rektörler, 2016 Ocak ayında açıklanan ‘Barış Bildirisi’ni imzalamış akademisyenleri iktidarın isteği üzerine anında üniversitelerinden atmışlardı. Yandaş rektörler, laiklikle, bilimle ve demokratiklikle bağdaşmayan açıklamalarda bulunan akademisyenlerine kol kanat germişlerdi. Ancak BÜ rektörleri bu tür olaylar içinde yer almamıştı. Üstelik BÜ, kurulduğu günden 2021’de kayyım rektör atanana kadar, laik ve bilimsel eğitimi savunmuştu. Bu nedenlerle de BÜ, gericilerin ve AKP’nin kin duyduğu bir kurum olmuştur.

Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) 4 Haziran 2024 günü rektör atamalarının KHK ile yapılamayacağı kararı sonrasında yaşananlar, gericilerin ve AKP’nin yükseköğretimle ilgili kinlerinin aynen devam ettiğini göstermiştir.

AYM’nin bu kararı üzerine, “Madem hukuksuz atanmışım benim bu görevde durmam etik olmaz” deyip görevinden istifa eden hiçbir rektörün olmaması, onların ne denli yandaş olduklarını gösteriyor.

İstediği yasayı üç günde (gerektiğinde kavga-gürültü) meclise kabul ettiren iktidar, AYM’nin bu kararı üzerine yeni bir düzenleme için adım atmıyor. Can Atalay ve Gezi parkı konularında olduğu gibi AYM’nin kararlarına aldırmadığını gösteriyor. Üstelik iktidar, “Madem rektör atamaları hukuka aykırı, bari yeni düzenlemeye kadar rektör atamalarında daha demokratik davranalım” da demiyor. Aynı hukuksuzluğu yeni rektör atamalarında da gösteriyor: Dini öğrenim görmüş kişilerle AKP’de siyaset yapmış kişileri rektör atamaya devam ediyor. Koca koca profesörlerden oluşmuş YÖK de, bu olaya karşı çıkmayıp huşu içinde iktidarın taşeronluğuna devam ediyor.

Laikliğe, bilimselliğe, demokratikliğe, evrenselliğe aldırmayıp "cahil cesareti" ile en yandaş kayyım olarak Guinnes kitabına girme çabası gösteren BÜ rektörü Naci İnci de, yandaşlığını daha da artırarak devam ettiriyor:

  • Kayyım N. İnci’nin usulsüz olarak atadıkları kişilerle, çalışanları temsil yetkisi muhalif sendikadan Eğitim Bir Sen’e geçiyor.
  • Bazı bölümlerde, yıllardır o bölümde çalışanlardan daha çok akademisyen keyfi olarak atanıyor ve bölümler yapısal değişikliğe uğruyor.
  • İhaleleri yandaşlara veriyor.
  • Akademisyenlerin görev tanımları değiştiriliyor.
  • BÜ’nün ilk kayyım rektörü Melih Bulu, ‘BÜLGBTİA+ Öğrenci Kulübü’nü keyfi nedenlerle kapatmıştı. Sonrasında ‘Sinema Kulübü’, dayanışma amacıyla adını BÜ(S)K/ BÜLGBTİA+ olarak değiştirmişti. Kayyım N. İnci, Ağustos başında, Kültür Bakanlığının izin verdiği bir filmin okulda gösterimini yasaklayıp kulüp adından ‘BÜLGBTİA+’ ifadesinin çıkartılmasını istiyor.
  • 2024 Nisan’ında keyfi nedenlerle görevden aldığı Bilgisayar Mühendisliği Bölümü Bilgisayar Anabilim Dalı başkanı olan Prof. Dr. Cem Say’ı, idari mahkemenin bu kararı iptal etmesi üzerine 13 Ağustos’ta görevine iade ediyor. Ancak 14 Ağustos’ta da mahkemenin iptal ettiği aynı gerekçelerle yine görevden alıyor. Bu tür görevden alma-göreve iade etme ve yeniden görevden alma olayları, 2021 öncesinde BÜ’de hiç yaşanmamışken, günümüzde sıradan olaylar haline gelmiş bulunuyor.
  • Kayyım yönetimin İstanbul Büyükşehir Belediyesi AKP yönetiminde çalışanlar arasından istihdam ettiği üç kişi, AKP Hatay Belediye seçimlerini kazanınca oraya transfer olmuştu. Kayyım N. İnci, birkaç gün önce, yine AKP belediyelerinde önemli görevlerde çalışmış kişileri istihdam etmiştir. Bunlardan birini BÜ Sağlık, Kültür ve Spor Daire başkanlığına; bir diğerini BÜ İdari ve Mali İşler Daire Başkanlığı’na ve Ensar Vakfı mütevelli heyeti eski üyelerinden olan bir kişiyi de BÜ genel sekreter yardımcılığına getirmiştir.

Yok yok yanlış okumadınız, yukarıda örneklenen atamalar, bir AKP teşkilatına ya da bir AKP’linin iş yerine yapılan atamalar değil: bir zamanlar ülkenin göz bebeği olan BÜ’ye yapılan atamalar.

Ve bu tür olaylar ne yazık ki yalnız BÜ’de olmuyor.

Ve de bu tür olaylar, Cumhurbaşkanı’nın, “Yasakların, baskıların, yoksullukların olduğu o günler artık bir daha gelmemek üzere geride kaldı” dediği günlerde oluyor!

                                                           /././

Emsa Enerji’nin Tokat’taki maden çalışmaları kaçak çıktı -Yekta Armanc Hatipoğlu-

Serkiz yaylasına yapılmak istenen maden için Tokat Orman İşletme Müdürlüğü’nden izin alınmadığı ortaya çıktı. Alandan ayrılması gereken sondaj makineleri ise hâlâ çekilmedi.

Bir ayı aşkın süre önce Tokat merkeze bağlı Şehitler köyündeki Serkiz yaylasında 29 ayrı noktada Emsa Enerji ve Madencilik tarafından yapılan maden arama çalışmalarına karşı yurttaşlar ayağa kalkmış, maden çalışmaları Temmuz ayında durdurulmuştu.

“Köyümüzde maden istemiyoruz” diyen Şehitler, Gölcük, Sokutaş, Keçeci ve Benli köyü muhtarları ve köylüler arazide kalan sondaj makinesinin başında nöbete başlayarak çalışmaların devam etmesine engel olmuştu.

Maden açılmak istenen alan doğal zenginliğinin yanı sıra köylülerin tarım, hayvancılık ve ormancılık faaliyetlerini sürdürmesi için de elverişli. Burada açılacak bir maden, binlerce köylünün büyük kentlere göç ederek işsizler kervanına katılması manasına gelecek. Köylülerin mücadelesi hem alanda örgütlü şekilde hem de hukuki olarak devam ediyor.

Şirketin kurumdan izin almadığı ortaya çıktı

Son olarak, şirketin sondaj çalışması yaptığı alan orman bölgesi olduğu için izin alması gereken kurumlardan biri olan Tokat Orman İşletme Müdürlüğü’nden izin almadığı ortaya çıktı.

Tokat Orman İşletme Müdürlüğü’nden Şehitler köyü muhtarlığına gönderilen resmî yazıda sondaj çalışmaları yapılan bölgenin ormanlık alanda kaldığı, şirketin Orman İşletme Müdürlüğü’ne izin müracaatında bulunmadığının tespit edildiği ve yapılmak istenen sondaj çalışmalarının izinsiz olduğu kaydedildi. Muhtarlığa gönderilen resmî yazıda “Gökdere Jandarma Karakol Komutanlığı ile irtibat sağlanarak gerekli işlemler yapılmıştır” denildi.

  Orman Genel Müdürlüğü'nün muhtarlara ilettiği yazıda sondaj çalışmalarının kaçak yapıldığı teyit ediliyor.

Çalışma durdu, sondaj makineleri kaldırılmadı

Yaylacık Doğa Platformu’ndan Yüksel Duran, hukuksuz projeye karşı verilen mücadeledeki son durumu soL’a anlattı.

Duran, Orman İşletme Müdürlüğü tarafından çalışmaların durdurulduğunu ancak sondaj makinelerinin kaldırılmadığını, sürecin şirket tarafından yavaş işletildiğini söyledi. Şirketin “Makine arızalı, makinenin parçasını bulamıyoruz” bahanesiyle makineleri kaldırmadığını söyleyen Duran, kendilerine sondaj makinelerinin “bugün yarın kaldırılacağının” söylendiğini kaydetti. Duran, “Makineler hâlâ kaldırılmadı. Makine arızalıysa bile kaldırırsın, burada belli ki bir oyalama var” dedi.

                                         Alandan çıkarılmayan bir sondaj makinesi.

“Maden ve siyanüre hayır!” pankartlarını projenin etkileyeceği köylere asacaklarını söyleyen Duran, makinelerin kalkmaması durumunda hem makinelerin başında hem de şirketin İstanbul’daki merkezi önünde basın açıklaması gerçekleştireceklerini ve madene izin vermeyeceklerini belirtti.                /././

Çal Baba Ormanı'nda maden şirketi Alevilere karşı -Yusuf Yavuz-

Çal Baba Ormanı, yöre köylüleri tarafından kutsal sayılarak yüzlerce yıldır korunuyor. Madencilik tehdidi altındaki bölgede ormanın inanç merkezi olarak koruma altına alınması için çalışma başlatıldı.

Tokat’ın merkeze bağlı köylerinden biri olan Günçalı’daki Çal Baba Ormanı, köylüler tarafından kutsal olarak kabul ediliyor. Eski adı Dinar olan köyün sırtını yasladığı ormandan tek bir kuru dalı bile alıp götürmeyen köylüler Cem törenlerini de bu ormanda yapıyor. Ormandaki her ağaç bir ailenin evi olarak görülüyor ve kimse ağaçlara zarar vermiyor.

Ancak Çal Baba Ormanı'nı da kapsayan bölgede maden arama izni verilmesi başta Günçalılar olmak üzere yöredeki köylülerin tepkisini çekiyor. Bir yıldır madencilik girişimlerine karşı hukuki ve eylemsel mücadele yürüten köylüler, bir yandan da bilimsel çalışmalar organize ederek bölgenin korunması için çaba harcıyor.

Günçalı Köyü Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği’nin talebiyle İstanbul Üniversitesi Antropoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Güldem Baykal Büyüksaraç tarafından Çal Baba Ormanı ve köyde yapılan saha çalışmasının ardından hazırlanan raporda*, halkın ormanla kurduğu bağın tersine bir antropojenik etki yarattığına işaret edilerek, “Antropojenik etki, yaygın anlamıyla, olumsuz etkilere karşılık gelmektedir. Bu etkiler ormansızlaşma, sanayileşme, kentleşme, kirlilik, doğal kaynakların aşırı tüketimi ve sera gazı emisyonu gibi çeşitli insan eylemlerinin sonucudur. Çal Baba ise bugün tam da insan eliyle ve emeğiyle yaşamaya devam ediyor. Bu olumlu antropojenik etkiyi açıklamak üzere ‘insan katkılı eko-gelişim’ kavramı önerilebilir” görüşüne yer veriliyor.

'Çal Baba ormanı inanç merkezi olarak tescillenmeli'

Çal Baba Ormanı'nın, Alevî kültürünün kendini var etmesinin temel koşulu olmuş ritüellere ev sahipliği yapması açısından çok önemli bir kutsal müşterek olduğunu vurgulayan Büyüksaraç, raporunda söz konusu ormanın Alevî yaşantısına özgü bir inanç merkezi olarak tescillenmesinin yerinde olacağını belirterek, Çal Baba ile ilgili gözlemini şu şekilde aktardı: “Aynı mekân, farklı inançlara sahip toplulukların bir araya gelip toplumsal bağlarını güçlendirdiği bir yer olarak da hizmet etmektedir. Alevi-Sünni köyler arası ilişkilerin düzenlenmesine katkı sağladığı ve topluluklar arası kültürel köprü görevi gördüğü rahatlıkla söylenebilir.”

                Günçalı köylüleri Çal Baba Ormanı'nda bir cem sırasında. 1971, (Tahsin Bakır arşivi)

'Araştırmaya damga vuran bulgu yöre halkının koruma bilinci'

Beş gün süren Günçalı Köy araştırma gezisinde, yıllar boyu kutsallığını korumuş, mitik-tarihsel hafıza arşivi niteliğindeki toplam 7 adet kültürel-doğal miras alanının ziyaret edildiğini kaydeden Büyüksaraç, raporunda özetle şu bulgulara yer verdi:

“Yöre halkının doğa koruma bilinci, özellikle Çal Baba’ya gösterdikleri ihtimam ve bakım emeği, bu araştırmaya damgasını vuran bir bulgudur. Çal Baba, yerel bir topluluk tarafından korunan bir orman olması özelliğiyle, ekolojik antropolojiye oldukça ilginç bir vaka örneği sunuyor. Burada, çeşitli meşe türleri, sarıçamları, boylu ardıçları, çitlembik ağaçları ve yabani meyve türleri ile ‘kalıntı orman’ olarak nitelendirilebilecek kadim bir ekosistemden söz ediyoruz. Modern düşüncenin ‘bilinç’ olarak nitelendirdiği şey, efsane ve söylencelerle bezeli, derin bir hafızanın ürettiği bir bilme ve Çal Baba söz konusu olduğunda teslim olma halidir. Yöre insanı, Çal Baba’nın sunduğu güzellik ve iyiliklerden onun izin verdiği ölçüde yararlanmaktadır. Ağacının gölgesinde belki uyuyacak, etrafında semah dönecek, dalına çaput bağlayacaktır da o dal rüzgârdan kopup yere düştüğünde alıp sobasında yakmak için onu evine götürmeyecektir.

'Çal Baba her şeyiyle korunmalıdır'

Ormanlar biyoçeşitlilik ve ekolojik dengeye katkı, karbon depolama gibi işlevlerle çevresel sürdürülebilirlik açısından kritik bir rol oynar. Çal Baba’da olduğu gibi, yaşayan ağaçlar kadar kendiliğinden yaşamını tamamlayan ağaçlar da orman ekosistemleri açısından büyük önem taşır. Orman ekolojisi alanında yürütülen araştırmalar, ölü ağaçların çeşitli organizmalar için habitat sağladığını, biyolojik çeşitlilik ve karbon döngüsünü desteklediğini, dolayısıyla orman ekosistemlerinin sağlıklı gelişimlerinde belirleyici bir rol oynadığını göstermiştir. Ölü ağaç bilgisi, orman yönetimi ve restorasyon ekolojisine rehberlik edecek niteliktedir. Ölü ağaçların ekosistem bütünlüğünün ve işlevlerinin korunmasındaki öneminin anlaşılması sürdürülebilir orman yönetimi ve koruma çabaları açısından gereklidir. Çal Baba, bir an önce tescillenmesi gereken anıtsal ağaçları kadar devrilerek heybetinden bir şey kaybetmeyen ölü ağaçlarıyla da değerlidir ve her şeyiyle korunmalıdır.”

                                                             Günçalı köyü

Köylüler başvurdu, Kültür Bakanlığı harekete geçti

Günçalı köylüleri Çal Baba Ormanı'nın inanç merkezi olarak koruma altına alınması için Kültür ve Turizm Bakanlığı nezdinde girişimde bulundu. Bunun üzerine Kültür ve Turizm Bakanlığı’nda görevli Halk Kültürü uzmanı sahada yaptığı incelemenin ardından geçtiğimiz ay bir rapor hazırladı. Çal Baba ormanındaki ağaçların her birinin bir aileyi temsil ettiğine ve inançsal açıdan o ailenin evi niteliğinde olduğuna vurgu yapılan uzman raporunda, “Meydanda bulunan büyük ağacın altında taşlarla sınırı belirlenmiş bir daire içerisinde cem ibadeti yapılmakta, bu alanda kurban erkânı yürütülmektedir. Bölge halkı buranın bir açık hava cem evi ve kutsal ziyaret alanı olduğunu belirtmiştir. Bu hususta belirtilen alanın yönetiminin sürdürülebilirliği, tarihsel ve inançsal değerlerin toplum ve çevre arasındaki ilişkinin uzun süreli yaşanmasının sağlanması, bununla birlikte gelecek kuşaklara aktarılabilmesi bakımından önemlidir” denildi.

İnanç merkezi olarak tescil edilmesi bekleniyor

Bu raporun ardından ise Kültür ve Turizm Bakanlığı Alevi Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı tarafından Tokat Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü’ne bir yazı gönderilerek, Çal Baba Ormanı’nın kamu yararı gözetilerek koruma altına alınması için gerekli iş ve işlemlerin başlatılması istendi. Edinilen bilgiye göre Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın bu talebi üzerine bölgedeki ilgili kuruluşlar söz konusu alanla ilgili çalışma başlatmak üzere harekete geçti. Günçalı köylüleri ve yöre halkı Çal Baba Ormanının bütüncül olarak korunmasını talep ederken gözler şimdi konuyla ilgili tespit ve tescil çalışmalarını yürütecek kurumlarda.

Köylüler ormanın madenciliğe açılmasını istemiyor

Köylülerin kutsal sayarak yüzlerce yıldır koruduğu Çal Baba Ormanı, meşe türlerinden sarıçama, boylu ardıçtan çitlembik ağaçlarına birçok ağaç türünün yanı sıra yabani meyve türlerini de barındıran bir kalıntı orman niteliğinde. Bu orman, hiçbir yasal koruma statüsü olmadan halk tarafından bugüne kadar korunmuş. Günçalı Köyü Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği Başkanı Nuri Güner, Çal Baba Ormanı’nın yöre halkı için büyük bir manevi değer taşıdığının altını çizerek bu alanın inanç merkezi olarak tescil edilmesinin önemli olduğunu söyledi. Ormanın bütüncül olarak korunması gerektiğine işaret eden Güner, tersine göçün başladığı köyde halkın madencilik girişimine karşı olduğunu da sözlerine ekledi.

                                Çal Baba ormanında halkın semaha durduğu meşe ağacının altındaki alan.

İnsan ve coğrafya arasında yazılı olmayan kültürel bağlar

Ormancılık faaliyetlerini kereste üretimine göre değerlendiren anlayışa göre Çal Baba Ormanı ‘bozuk orman’ ya da ‘baltalık’ niteliğinde ve madenciliğe açılmasında bir sakınca görülmüyor. Ülke genelinde birçok verimli ormanda bile madenciliğe izin verilmesi dikkat çekiyor. Oysa çoğu yerde halk için ormanların anlamı sadece harita ve planlardan ibaret değil. Halkın yüzlerce yılda biriktirdiği gelenek, coğrafya ve insan arasında yazılı olmayan kültürel bağlar yaratıyor. Anıtsal nitelikteki ağaçların bulunduğu Çal Baba Ormanı'nda Orman Yüksek Mühendisi Dr. Mehmet Ali Başaran tarafından yapılan çalışmada, yaşları 230 ila 500 arasında değişen çok sayıda ağaç tespit edildi. Boylu ardıç, sarıçam ve meşe ağaçları diğer türlerle birlikte varlığını sürdürüyor.

*Raporun tamamını okumak için: Tokat Günçalı Köyü Çalbaba Ormanı Saha Araştırma Raporu                                      

                                                           /././

                                             soL - GÜNDEM

Çiğli'de halk 'hava, su, güneş ve laiklik' istiyor: 'Tarikatlardan kurtulmak emekçilerin mücadelesi'

Çiğli Halk Temsilcileri Meclisi'nin düzenlediği buluşmada konuşan Barış Terkoğlu, "Tarikatlardan kurtulma mücadelesi, bir emekçi mücadelesidir, eşitlik mücadelesidir" dedi.(https://haber.sol.org.tr/haber/ciglide-halk-hava-su-gunes-ve-laiklik-istiyor-tarikatlardan-kurtulmak-emekcilerin-mucadelesi)

                                                             ***

8 yaşındaki Narin'in düşündürdükleri: 'Kayıp çocuklarla ilgili veriler yıllardır açıklanmıyor'

Diyarbakır'da haber alınamayan 8 yaşındaki Narin Güran, 21 Ağustos'tan beri kayıp. Olay, daha önceki çocuk kayıplarını akla getiriyor. (Yayın yasağı getirildi) Öte yandan Başsavcılık, soruşturma kapsamında olaya ilişkin yayın yasağı getirilmesini talep etti.Talebi değerlendiren Diyarbakır 5. Sulh Ceza Hakimliğince, "soruşturma konusu olayın mağduru olan çocuğun fiziksel, psikolojik ve sosyal gelişiminin korunması, toplumsal baskı ve damgalanmanın önlenmesi amacıyla çocuğun üstün yararı ilkesinin öncelikli gözetilmesi gerektiği, soruşturmanın gizliliği esası gereği, adli süreçlerin sağlıklı bir şekilde ilerleyebilmesi, delillerin karartılmasının önlenmesi, tanıkların ve diğer ilgililerin güvenliği ile kamu düzeninin korunması adına 5187 sayılı yasanın 3/2 maddesi hükmündeki koşulların oluştuğu anlaşıldığından, soruşturma tamamlanıncaya kadar soruşturma dosyası kapsamı hakkında yazılı, görsel ve sosyal medya ile internet ortamında faaliyet gösteren medyada her türlü haber, röportaj, eleştiri gibi yayınların yapılmasına ilişkin yayın yasağı konulması"na karar verildi.

                                                                 ***

Iraklı komutan doğruladı: Kerkük'te sınır ihlali yapan Türk İHA'sını düşürdük

Talebi değerlendiren Diyarbakır 5. Sulh Ceza Hakimliğince, "soruşturma konusu olayın mağduru olan çocuğun fiziksel, psikolojik ve sosyal gelişiminin korunması, toplumsal baskı ve damgalanmanın önlenmesi amacıyla çocuğun üstün yararı ilkesinin öncelikli gözetilmesi gerektiği, soruşturmanın gizliliği esası gereği, adli süreçlerin sağlıklı bir şekilde ilerleyebilmesi, delillerin karartılmasının önlenmesi, tanıkların ve diğer ilgililerin güvenliği ile kamu düzeninin korunması adına 5187 sayılı yasanın 3/2 maddesi hükmündeki koşulların oluştuğu anlaşıldığından, soruşturma tamamlanıncaya kadar soruşturma dosyası kapsamı hakkında yazılı, görsel ve sosyal medya ile internet ortamında faaliyet gösteren medyada her türlü haber, röportaj, eleştiri gibi yayınların yapılmasına ilişkin yayın yasağı konulması"na karar verildi.

Irak’ın Kerkük kentinde bir insansız hava aracı düştü. Irak ordusundan hava savunma komutan yardımcısı, Kerkük'te hava sahasını ihlal eden bir Türk İHA'sını düşürdüklerini duyurdu.(https://haber.sol.org.tr/haber/irakli-komutan-dogruladi-kerkukte-sinir-ihlali-yapan-turk-ihasini-dusurduk-394819)

(soL)

İdare ve Gözlem Kurulu ile 'ıslah' olmayanlar + Askerlikte ‘yağcılığın’ sınırsızlığı +Unutulmuş zamanların göç resimleri (duvaR)

 İdare ve Gözlem Kurulu ile 'ıslah' olmayanlar -Vecdi Erbay-

İlhan Sami Çomak'ın "Açık Deniz" kitabının yayımlanmasına hasbelkader katkıda bulunmuştum. Kitabın kapak resmini de ben seçmiştim: Açık denizde bir yelkenli. Bir mahpusun düşünü ifade ediyordu sanki.
Kitabı yayına hazırlarken editör inisiyatifi ya da ukalalığıyla bazı dizelere müdahale etmiştim. Biraz bozulmuş tabi ve "Vecdi şiirden anlamıyor" gibi bir cümle ile kızgınlığını dile getirmiş. Ben de, "Dışarı çıksın, kıyasıya şiir tartışalım" diye cevap göndermiştim.
O tarihte yeniden yargılanması ve serbest bırakılması gündemdeydi. Olmadı, serbest bırakılmadı. Ama cezaevi koşullarında şiir yazmaya devam etti ve İlhan Sami Çomak şiirini oluşturdu.
Belki bu gayreti, ısrarı, inadı yüzünden 30 yılını doldurduğu halde hâlâ cezaevinde tutuluyor.
İlhan Sami Çomak, somut hiçbir delil olmamasına rağmen müebbet hapis cezası aldı ve 30 yıldır hapiste. Serbest bırakılması beklenirken, İdare ve Gözlem Kurulu Çomak'ın 'ıslah' edilmediğine karar verdi ve tahliyesi ertelendi. Çomak, 3 ay sonra yeniden söz konusu kurulun karşısına çıkacak ve bu kurul yeniden Çomak'ın 'ıslah' olup olmadığına karar verecek.
Tahliye olacak umuduyla cezaevine doğru yola çıkan aile, İlhan Sami Çomak'a sarılıp hasret gidermek için 3 ay daha bekleyecek. Eğer Kurul, yeni bir ertelemeye gitmezse...
İlhan Sami Çomak şair ve özellikle şiire ilgi duyanların takip ettiği bir isim. Şair olarak isim yaptığından bu yana duruşmaları takip edildi, serbest bırakılması için değişik kampanyalar düzenlendi. Tahliyesinin 3 ay daha ertelenmesi bu nedenle kamuoyu tarafından tepkiyle karşılandı.
Hukukçular, 30 yıldır cezaevinde tutulan İlhan Sami Çomak'ın tahliyesinin yasal dayanağı olmayan keyfi bir kararla ertelendiğini söylüyor.
Kararda "genel olarak olumsuz bir durum olmamasına rağmen" geçmiş disiplin cezaları gösterilerek "iyi hal" yokluğuna gerekçe yapıldı. Oysa geçmiş disiplin cezalarının hiçbiri koşullu salıvermeye ilişkin engel teşkil eder nitelikte değil. Biliyoruz ki infazda ayrımcılık ve infaz yakmalar siyasal mahpuslara uygulanan tecridin görünen bir yüzüdür. İnfaz yakma, başta Anayasa olmak üzere ceza hukuku ilkelerini, umut hakkını, adil yargılanma hakkını ortadan kaldıran bir uygulamaya dönüştü.

İDARE VE GÖZLEM KURULU DİYE BİR ŞEY

İlhan Sami Çomak'a yönelik alınan karardan sonra pek çok kişi İdare ve Gözlem Kurulu'ndan haberdar oldu.

                                               İHD Diyarbakır Şubesi Başkanı Ercan Yılmaz
İdare ve Gözlem Kurulu'nun aldığı tahliyeyi erteleme kararlarıyla ilgili en çok başvuru alan kurumların başında İnsan Hakları Derneği (İHD) geliyor. Tahliye kararlarının ertelenmesiyle yeniden gündeme gelen yasayı, İdare ve Gözlem Kurulu'nun yapısını ve işleyişini, aldığı kararların sonuçlarını İHD Diyarbakır Şubesi Başkanı Ercan Yılmaz ile konuştuk.

Yılmaz, İnfaz Kanunu'nda Aralık 2020'de bir değişiklik yapıldığını belirterek, "Daha öncesinde şöyle bir uygulama vardı. Adli suçlular, alınmış olan hapis cezasının üçte ikisini yattıktan sonra, son bir yıl denetimli serbestlikle tahliye oluyordu. Terörle Mücadele Kanunu (TMK) kapsamında yargılananlar veya adli mahpusların bir kısmı, işte uyuşturucu ticareti, insan öldürme suçlarında bu oran dörtte üç. Yani almış olduğunuz hapis cezasının dörtte üçü bittikten sonra son bir yılda denetimli serbestlik ve koşullu salıvermeden serbest bırakırlardı. Bu kanunda 29 Aralık 2020 tarihli bir değişiklik yapıldı ve bu iyi hal değerlendirmesinin bir kurul tarafından yapılacağı söylendi. Bu kurul da hapishanede görevli olan memurlardan ve cumhuriyet başsavcısından ya da başsavcının görevlendirdiği bir savcıdan oluşuyor" dedi.

'HAKLI OLDUĞUMUZ ORTAYA ÇIKTI'

Yılmaz, söz konusu kurulun tahliyesi gelen mahpuslara bazı sorular sorduğunu, hapishanede geçirdikleri sürede iyi halli olup olmadıklarına ve 'ıslah' edilip edilmediklerine karar verdiğini söyledi.
Bu yasa tasarısı ortaya atıldığı zaman yüksek sesle itiraz ettiklerini ifade eden Yılmaz, "Çünkü Türkiye'de bu tarz kurulların nasıl çalıştığını biliyoruz. Mahpusların yıllar önce işledikleri ve cezalandırıldıkları fiillerle eş tutulup, hapishanede tutulma sürelerinin uzatılabileceği endişesini taşıyorduk, ki bugün haklı olduğumuz ortaya çıktı" diye konuştu.
Kanunda değişikliğin üzerinden yaklaşık 4 yıl geçti. Yılmaz, bu uygulamayla birlikte, şu ana kadar infaz süreleri uzatılan 476 mahpus tespit ettiklerini söyledi. Yılmaz, "Tabi bunların içerisinde 2 defa, 3 defa, 4 defa infazı uzatılanlar var. Mesela 30 yılı dolmuş, hatta 32. yılın içerisinde olan mahpuslar var" diyerek uygulamayı eleştirdi.

'PİŞMAN MISIN?' SORUSU

Kurul, 30 yılını doldurmuş mahpuslara ne soruyor? Galiba esas önemli soru bu olmalı. Çünkü sorulan soru, aslında kurul içinde yer alanların mahpusla ilgili niyetini ya da uygulamaya yaklaşımını da tarif eder niteliktedir.
Ercan Yılmaz, işleyişi şöyle anlattı: "İdari Gözlem Kurulu, şu gün şu tarihte kurula çıkacaksınız, diyor. Kurula çıkan mahpusa, 'Şu tarihte suç işlemişsiniz ve yargılanmanız yapılmış. Bu yargılama sonunda şu cezayı almışsınız. Bu suçu işlediğiniz için pişman mısınız, değil misiniz?' Bize gelen başvurulara göre mahpuslara en çok bu soru soruluyor. Oysa bu soruyu sorabilecek tek bir makam var Türkiye'de, o da mahkemelerdir. Mahkemeler suç şüphesi altında olan insanlara, TCK'daki etkin pişmanlık hükümleri gereği sorar bu soruyu.

'İYİ HALLİ DEĞİLDİR, 6 AY DAHA HAPİSTE KALSIN'

Aradan 30 yıl geçtikten sonra mahkeme vasfı olmayan, içinde sadece bir hukukçunun olduğu bir kurulun bu soruyu sormaya hakkı olmamalı. Düşünün, bir psikolog ya da bir din görevlisi soruyor 'Sen pişman mısın?' diye. 'Biz bu soruya bir cevap vermek istemiyoruz' diyor mahpuslar. En başat problem pişmanlık meselesini sormak. İkincisi, kendilerince bazı kriminal sorular soruyorlar. Mesela PKK üyeliğinden dolayı tutuklu olan kişiye, 'PKK sizin için ne ifade ediyor' diye bir soru soruyorlar. Rahatsız olunan bir cevap verildiği zaman da iyi halli olmadığı yönünde bir karar kuruluyor. Yine resmi ideolojiye uygun olmayan bir cevap verildiği zaman mahpuslar hakkında, "İyi halli değildir, altı ay daha hapishanede kalması gerekiyor' şeklinde kararlar veriliyor. Bunlar en çok rastladığımız şeyler. Yine çok çok uzun süre önce alınan bir disiplin cezası mahpusların infazının uzatılmasına neden olabiliyor."

4 YILDIR DANIŞTAY'DA BEKLEYEN DOSYA

İHD Danıştay nezdinde bu yasa değişikliğinin iptalini talep etmiş ancak dört yıldır Danıştay herhangi bir karar vermiş değil. Bazı hukuk örgütleri ve baroların da davalar açtığını, bütün davaların birleştirildiğini hatırlatan Yılmaz, buna rağmen henüz bir kararın çıkmadığını belirtiyor.
Birleştirilen davalar hakkında 4 yıldır karar verilmemiş olmasını değerlendiren Yılmaz, şunları söyledi: "Dışarıdaki ifade özgürlüğünün sınırlandırılması Türkiye'de son yıllarda en büyük gündemimiz. Toplantı, gösteri, yürüyüş haklarının engellenmesi, nasıl en büyük problemse, hapishanede tutulan mahpuslar açısından da bu böyle. 'Bazı ödünler vereceksin' yaklaşımı var devlette. Bu nedenle 500'e yakın insan, bu yasadan dolayı infaz süreleri 6 ay, 1 yıl, 1,5 yıl uzatılarak hala hapishanede tutuluyorlar. Üstelik bunların içerisinde çok ciddi hastalığı olan insanlar var. Hapishanenin fiziki koşullarının insan sağlığına olumsuz etkileri herkes için malum. Bu insanların büyük çoğunluğu 90'lı yılların koşullarında sorgulandılar. O dönem gözaltı süreleri 90 güne ulaşmış, avukat görüşünün yasaklandığı, çok ağır işkencelerin olduğu dönemden bahsediyoruz. Bunu devletin kendisi de kabul ediyor. Hukukun tamamen askıya alındığı yıllar. Gözaltı koşullarında ağır işkencelerden dolayı vücutlarında kalıcı hasarlar olan insanlardan söz ediyoruz. Bu kalıcı hasarlar 30 yıl hapishanede kalan insanlarda kalıcı hastalığa dönüştü. Bugün işte infaz süresi uzatılan insanların büyük çoğunluğu da aynı kişiler. Yakın zamanda hapishanede vefat eden bazı mahpusların infazlarının uzatıldığını biliyoruz."

                         Ercan Yılmaz, Gazete Duvar Diyarbakır Temsilcisi Vecdi Erbay'ın sorularını yanıtladı. 

'BU TCK KAPSAMINDA SUÇTUR' 

Burada, infazı uzatılan mahpusların, kurul kararına itiraz hakkı geliyor insanın aklına. Mahpusların karara itiraz hakkı varsa, süreç nasıl ilerliyor.
"Evet, bir itiraz yolunuz var" diyor Yılmaz ve şöyle devam ediyor: "Kurulun verdiği karar için önce infaz hakimliğine itiraz ediyorsunuz. İnfaz hakimliği kararı doğru bulursa Ağır Ceza Mahkemesi'ne götürüyorsunuz. Oradan da bir sonuç alamazsanız Anayasa Mahkemesi'ne ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne götürüyorsunuz. Ama bu süreçler tabii ki çok uzun. Anayasa Mahkemesi'ne götürülen bazı dosyalar var. Ama Anayasa Mahkemesi normal bir başvuruda bile 3-4 yılda karar verebilen, iş yoğunluğundan dolayı çok uzun sürede karar verebilen bir yapıya büründü. Ama şöyle bir şey de var: Ağır Ceza Mahkemesi'nin veya infaz hakimliğinin kaldırdığı kurul kararları da bazen uygulanmıyor. Kurulun verdiği kararı infaz hakimliği yani itiraz merci kaldırıyor. Ama kurul, tekrar aynı kararı verebiliyor. Bazı başvurularda bu şikayetleri de alıyoruz. Bugün Anayasa Mahkemesi'nin aldığı kararların uygulanmamasından bahsediyoruz. Demirtaş, Kavala, Can Atalay hakkında Anayasa Mahkemesi'nin kararlarını yerel mahkeme nasıl uygulamıyorsa, İdari Gözlem Kurulları da itiraz mercilerinin verdiği kararı uygulamıyorlar. Bu süreç bu şekilde uzuyor. Tek seferde tahliye olan mahpus sayısı neredeyse bir elin parmaklarını bile geçmiyor. Tahliye edilenlerin tamamı en az bir defa infaz süreleri 6 ay uzatılmış kişiler. Net bir şekilde söyleyeyim: Bu, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkının ihlalidir. Suçtur. TCK kapsamında suçtur."

UMUT HAKKI ELLERİNDEN ALINIYOR

30 yıl hapis yattıktan sonra özgürlüğe ve içeride hasreti çekilen dışarıya ait birçok şeyle buluşmaya bir adım kalıyor. Tünelin ucunda görünen ışık, umut etmeye neden oluyor. Ancak Yılmaz'ın anlattıklarından öyle anlaşılıyor ki İnfaz Kurulu tünelin ucundaki ışığı kapatarak umut etme hakkını elinden alıyor mahpusların. İnsanın umudunu kıran bu müdahale, öfkeyle birlikte psikolojik baskıya da neden oluyordur. Üstelik sadece mahpuslar için değil, 30 yıldır yol gözleyen aileler de etkileniyor İnfaz Kurulu'nun kararından.
Yılmaz da bu uygulamanın kolay karşılanmadığını belirterek, "Tahliye olduktan sonra bizleri ziyaret eden mahpuslar da oldu. İnfaz ertelemelerinin kendilerinden çok aileleri açısından bir yıkım olduğunu söylüyorlar. Aileler 30 yıl bekliyorlar ve artık tahliye günü geliyor. Aileler psikolojik olarak kendilerini hazırlıyorlar. Ama bu uzatmalar hem mahpusların hem de ailelerin üzerinde ciddi bir tahribat yaratıyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi birçok meseleyi psikolojik işkence olarak tanımlıyor. Bu uygulama da tam bir psikolojik işkence yöntemine, tanımına uygun bir davranış. Umut hakkını ortadan kaldıran bir uygulama. İdari Gözlem Kurulları umut hakkını, insanların hapishaneden çıkma umudunu ortadan kaldırmaya yönelik tam bir psikolojik işkence yöntemi olarak karşımızda duruyor" ifadelerini kullandı.

'MUHALEFET ÇEKİNGEN DAVRANIYOR'

Yılmaz, bir insan hakları ihlali olan bu konuda yeterli bir gündemin oluşmadığı da vurguluyor. "Oysa" diyor Yılmaz, "Siyasi partilerin tamamı bu konudan haberdarlar. Bizim hazırladığımız bir rapor oldu. Diğer insan hakları kurumları, barolar da bu meseleye dair defalarca açıklamalar yaptılar. Ancak dediğiniz gibi, kamuoyunun bildiği simalar bu uygulamaya maruz kaldığı zaman tekrar gündeme geliyor" diye konuştu.
Muhalefetin bu konuda çok çekingen ve korkak davrandığını söyleyen Yılmaz, "Eğer ihlal edilen hak Kürt meselesiyle ilintili ise turnusol kağıdı ortaya çıkıyor" dedi.

HAK İHLALİ VAR, HERKES SORUMLULUK ALMALI

Adalet Bakanlığı'yla bir görüşme gerçekleştirdiklerini ve konuyla ilgili bir dosya sunduklarını ifade eden Yılmaz, sürecin izleneceği, İdari Gözlem Kurularının gözden geçirileceği yönünde dönüşler aldıklarını söyledi.
İHD Diyarbakır Şubesi Başkanı Ercan Yılmaz, taleplerini dile getirirken, şunları kaydetti: "Biz uygulamanın tekrar gözden geçirilmesinden ziyade tamamen lağvedilmesi, ortadan kaldırılması gerektiğini düşünüyoruz. Böyle bir yapıya ihtiyaç varsa bağımsız kişilerden oluşması gerekiyor. Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcısı'nın başkanlığını yaptığı bir kurulda, kamu görevlisi kurul üyelerinin savcının kararının hilafına bir oy kullanması mümkün mü bugünkü konjonktürde? Bu mümkün değil. Birçok Avrupa ülkesinde buna benzer sistemler var hapishanelerde, ancak bağımsız kişilerden oluşur. Bağımsız sosyal hizmet uzmanları, bağımsız psikologlar ve diğerleri gerçekten somut değerlendirmeler yaparak bir karar verirler.
Meclis İnsan Hakları Komisyonuna konuyla ilgili binlerce şikayet gittiğini biliyoruz. Komisyonda Meclis'teki bütün partilerin milletvekilleri yer alıyor. İnsan Hakları Komisyonu bu konuyla ilgili Adalet Bakanlığı'yla bir görüşme yaparak alternatif önerilerle birlikte burada yaşanan mağduriyetleri giderebilir.
Sivil toplum örgütleri bu konuda sorumluluk alıp burada yaşanan durumlarla ilgili hazırlamış oldukları raporları Adalet Bakanlığı'na, iktidara ve muhalefet partilerine aktarmalı.
Hasta mahpuslar açısından bir günün bile önemli olduğunu düşünüyoruz. Çünkü o hapishane koşulları içerisinde sağlığa erişim hakları yok, ilaçlarını düzgün alamıyorlar. En önemlisi hastalıkla mücadele için bir moral motivasyonları yok. Bu nedenle hasta mahpuslar özelinde bu durumun çözüme kavuşturulması için tüm duyarlı kesimlerin bir baskı oluşturması gerekiyor. İnfaz Kurulu'nun yasayı uygulama biçimi kesinlikle ikinci bir cezalandırma yöntemine dönüşmüş durumda."

                                                          /././

 Askerlikte ‘yağcılığın’ sınırsızlığı -Atilla Özsever-

Jandarma eski Genel Komutanı Orgeneral Arif Çetin, bir törende Cumhurbaşkanı Erdoğan’a övgüler yağdırdı: “Sayın Başkomutanım, sayenizde neler yaptık, minnettarız”. Ancak emekli edilmekten kurtulamadı. 12 Mart döneminde (1972) Ziverbey Köşkü’nde işkence görürken işkenceciler, “Demek ki solcu olmanızda kıtadaki yağcılık, boyacılık da etkili oldu. Bunu Genel Kurmay’a rapor edeceğiz” demişlerdi. Nereden nereye…

Bugün 30 Ağustos 2024. Her yıl 30 Ağustos’larda Harp Okullarından mezun olan subaylar için tören düzenlenir. Bundan 57 yıl önce, yani 1967 yılında da ben Kara Harp Okulu’ndan piyade subayı olarak mezun olmuştum.

Geçenlerde jandarma subay ve astsubaylarının mezuniyet töreninde ilginç bir olay meydana geldi. Bu vesile ile 30 Ağustos günü askeri bir konuya değinmek istiyorum.

Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Arif Çetin, 15 Ağustos 2024 günü Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi’ndeki 4 bin 117 subay ve astsubayın mezuniyet töreninde konuşmuştu. Orgeneral Çetin, bu konuşmasında törende bulunan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a hitap ederken şöyle demişti:

“Sayın Cumhurbaşkanım, Sayın Başkomutanım, komutanlığımızla ilgili bize sağladığınız her türlü kaynak ve destek için zatı devletlerinize şükranlarımı ve minnettarlığımı sunuyorum. Sayın Cumhurbaşkanım, zat-ı devletlerinizin buyurdukları gibi, biz bu millete efendi olmaya değil, hizmetkâr olmaya geldik. Sayın Cumhurbaşkanım, Türkiye Yüzyılı’nda biz de aziz şehitlerimizin yolunda bayrağa sarılmaya hazırız.”

Orgeneral Çetin’in bu konuşması, yazılı ve görsel basında da garipsendi, tartışma yarattı. Arif Çetin’in “Türkiye Yüzyılı” gibi AKP’nin seçim sloganları kullanması yadırgandı, Erdoğan’a yönelik aşırı övgücü sözler kullanmasının yüksek rütbeli bir ordu mensubuna yakışmadığı belirtildi. 

'YAĞCILIK’ FAYDA ETMEDİ'

You Tube’dan Orgeneral Arif Çetin’i izlerseniz; mimik, jest ve ses tonuyla nasıl bir “biat” halinde konuştuğuna tanık olabilirsiniz. Jandarma Genel Komutanı Çetin, bu tür bir konuşma yaparak muhtemelen görev süresinin uzatılmasını istiyordu.

Ancak Resmî Gazete’nin 15 Ağustos 2024 gecesi yayımlanan Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Arif Çetin yaş haddinden emekliye sevk edildi. Yerine yardımcısı Orgeneral Ali Çardakçı Jandarma Genel Komutanı oldu.

Emekliye sevk edilen Arif Çetin’in eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ile yakın ilişki içinde olması sık sık gündeme gelmişti. Orgeneral Çetin’in çok sayıda “suçluyla” da çektirdiği fotoğraflar tartışma konusu olmuştu.

1959 doğumlu olan Arif Çetin, 1980 yılında Kara Harp Okulu’ndan piyade teğmeni olarak mezun olmuştu. Çeşitli kıta hizmetlerinden sonra orgeneral olup 2017 yılında Jandarma Genel Komutanlığı’na atanmıştı. Yedi yıl süreyle en uzun jandarma genel komutanlığı yapan bir subaydı.

İŞKENCEDE 'ORDU' SORGUSU

Ben 1959 yılında 11 yaşında iken Selimiye Askeri Orta Okulu’na girmiştim. 1965 yılında Kuleli Askeri Lisesi’nden ve 1967 yılında da Kara Harp Okulu’ndan teğmen olarak mezun olmuştum.

                    Atilla Özsever (sol başta) mezuniyet günü komutanları ve arkadaşıyla (30 Ağustos 1967)

Bu sekiz yıllık eğitim süremizde ve özellikle Harp Okulu’nda gerekli askeri bilgilerin dışında görevimizi layıkıyla yerine getirmek, yağcılık gibi üst komutanlarımıza yaranmamak, inşaat vs gibi askerlik dışı boyacılık, badanacılık tabir edilen işlerle meşgul olmamak konusunda ciddi bir eğitim ve disiplinden geçmiştik.

Nitekim 12 Mart döneminde siyasi görüşlerim nedeniyle hakkımda soruşturma açılıp Ziverbey Köşkü denilen MİT karargahında Mart 1972’de işkence görürken bir ara işkenceye ara verilmişti.

Gözlerimdeki bağ çözüldü, karşımda beyaz tenli iyi görünümlü, sivil bir zat, bana niçin bu işlere karıştığımı, nasıl devrimci olduğumu, ordu hakkındaki düşüncelerimi kibar bir şekilde soruyordu.

ÜSTLERE YARANMAK

Ben de öncelikle askeri okullarda, Harp Okulu’nda idealist duygu ve düşüncelerle yetiştirilmiş olmamıza rağmen kıtaya çıktığımızda üst komutanlara yaranmak adına “yağcılık”, “boyacılık”, “badanacılık” gibi pek de ahlaki olmayan durumlarla karşılaştığımızı belirttim.

Kimi subayların bu tür işlerle uğraştığını ve bu durumun beni ordudan soğuttuğunu söyledim. Ayrıca dünyadaki ve Türkiye’deki devrimci gelişmelerden de etkilenerek solcu olduğumu ifade ettim.

                                                  Piyade Teğmeni Atilla Özsever

Karşımda, bir anlamda “iyi polisi” oynayan kişi, “Ordu ile ilgili bu düşüncelerin çok önemli. Demek ki genç subaylar, ordudaki bu tür usulsüz uygulamalardan rahatsız oldukları için solcu oluyorlar. Bu durumu Genel Kurmay’a rapor edeceğim” demişti.

Görüldüğü üzere işkence yapanlar bile “yağcılık, boyacılık, badanacılık” gibi işlerle subayların uğraşmaması konusunda titizlik göstermişlerdi. Orduda subay yetiştirilirken bu tür işlere bulaşılmamasını öngören ve görevini düzgün bir şekilde yapan bir anlayış söz konusuydu.

Ancak şimdi geldiğimiz şu ortamda komutanlık süresi bir yıl daha uzatılsın diye koca orgenerallerin ne hale düştüğünü görüyoruz. Ne çare ki örneğimizde olduğu gibi “yağcılık”, bu kez bir işe yaramadı.

Evet, ordudaki subay malzemesi nereden nereye gelmiş. Ne diyelim bu 30 Ağustos’ta da böyle bir olay, ibretlik bir örnek olsun…

                                                              /././

Unutulmuş zamanların göç resimleri -Abdullah Deveci-

Eğer bugün Akdeniz uygarlığının bütünlüğünden bahsedebiliyorsak bunun nedeni MÖ 2 binli yıllardan bu yana süregelen göçlerdir. Yakın zamanların göçleriyle ise daha belirgin dönüşümler gerçekleşti.

Göç denildiğinde öyle herkesin hemfikir olduğu toplumsal bir olgudan bahsedemeyiz. Farklı nedenlerle ortaya çıkmış çok sayıda göç çeşidi vardır: İltica, mübadele, zorunlu göç ya da sürgün, kırsaldan ya da taşradan kente, savaşın yıkıcı etkisinden kaçma, iklim dönüşümlerinin zor koşulları, iş bulma amacıyla yapılan göç, kültürel yaşamda zorda kalmanın etkisiyle yapılan göç, beyin göçü gibi... Sonuçları bakımından göçler, yıkıma varan değişimlerin nedeni olduğu gibi toplumsal ilerlemenin kaynağı da oldu. Tarihin bazı evrelerinde yaşanan radikal kültürel değişimlere bakıldığında akla gelen ilk etkenlerden biri göçlerdir. Bunun nedeni göçle birlikte etnik yapı ve siyasal coğrafyanın değişebilmesidir. Yeni siyasal yapının ihtiyaç duyduğu kurumlarla şehrin fiziki yapısında köklü değişiklikler gerçekleşebilir.

Göçle ilgili olarak belki de Fernand Braudel’in Akdeniz dünyası için söyledikleriyle genel bir çerçeve çizebiliriz: Akdeniz çevresinde yaşayan halklar oldukça yakın tarihlerde dışarıdan göç etmiştir. MÖ 2 bin yıllarından Orta Çağ’a kadar göç hareketliliğinin tarihsel dilimlerini ve etnik aktörlerini tanımlayabiliyoruz. Göçebe toplulukların yerleşikliğe geçişleri, yerli halklarla kaynaşmaları veya onları yerleştikleri topraklardan kovuşları biliniyor. Akdeniz havzasında kendi bölgelerinde Grekler, Araplar ve Anadolu’da Türkler eski yerleşimcilere aynı şeyi yaptılar: Etnik ve siyasal yapıyı değiştirdiler.

Orta Çağ’ı başlatan Avrupa tarihinin çok önemli bir dönemi vardır. Geç Antik Çağ ve Erken Orta Çağ’da yaşanan, Roma İmparatorluğu’nun çöküşünü hazırlayan ‘Kavimler Göçü’ Avrupa coğrafyasında ulusal kimliklerin oluşmasına kaynaklık eder. Bu dönemde Gotlar, Batı Roma’yı yıkarken Vandallar Avrupa’nın kuzeyinden İspanya ve Afrika’nın Akdeniz kıyılarına kadar inerler. Bir Alman kavmi olan Vandallar o kadar yıkıcı bir etki yaratır ki bugün olumsuz anlamda kullandığımız vandalizm teriminin kaynağı olur. Yine de Avrupa’yı boydan boya sarsan kavimlerin göçü günümüz Avrupa’sının oluşmasında etkili olmuştur. Anglosaksonlar, Normanlar, Franklar ve Germenlerin yerleştikleri yerler günümüz siyasi coğrafyasının şekillenmesiyle doğrudan ilişkilidir.

Siyasal yapıyı değiştiren göçlerin dışında, Braudel’in transhumans olarak adlandırdığı siyasal yapıyı değiştirmeyen ve daima tanımlı güzergahlar üzerinde hareket eden mevsimlik göçleri, Kafkasya’dan İspanya’ya kadar geniş coğrafyada görmek mümkündür. Anadolu’da ise kışlak ve yaylak arası göçlerle bildiğimiz bu tip göçler genelde hayvan ekonomisiyle ilişkilidir ve tarihi, Anadolu Selçuklu çağına kadar gider.

Yakın dönem göçlerini sınıflandırılırken ‘iç ve dış göçler’ başlıkları yaygın olarak kullanılır. Bölgeler veya şehirler arası hatta ülkeler arası ekonomik eşitsizlikler göç olgusunun nedeni oldu. Türkiye’de 1950’li yıllardan itibaren her iki tip göç yoğun olarak yaşandı. Dış göç Avrupa’ya özellikle de Almanya’ya yapılırken, iç göç kırsal bölgelerden kent merkezlerine ama özellikle de batıdaki büyük kentlere doğru gerçekleşti. İç göçlerin siyasi dönüşümlere yol açan etkileri oldu. En görünür etkisi ülkenin kentleşme süreçlerini denetlenemez hale getirirken kültür ve sanat alanında yeni oluşumlar yarattı. Kentsel mimaride gecekondu denilen konut türü ortaya çıktı. Mimarinin dışında kiç (kitsch) olarak adlandırılan ‘estetik yoksunluğu’, ‘kaba beğeni’ olarak tanımlanan örnekler sanat ortamını altüst etti. Özellikle de arabesk denilen müzik türü 1970’li yıllarda geniş kitleler tarafından büyük beğeniyle dinlendi. Aslında seçkinci sanat anlayışı olumsuzlaştırdığı ‘öteki olanı’ kendisi için bir tehdit olarak gördü. Kiç kültürünün faili ‘öteki insanlar’ı olumsuzlayanlar olduğu gibi bu sosyolojik olaya farklı bakan ve göç edenleri anlamaya çalışan çok sayıda edebiyatçı ve sanatçı da oldu.

Göçmenlerin ‘öteki’ olarak görülmesi günümüz ya da yakın geçmişin icadı sanılmasın. Tarihsel olarak çok eskilere giden ‘öteki’ tanımları var. Umberto Eco ‘Düşman Yaratmak’ adlı kitabında anlatır: Göçmenler, uygarlığı tehdit eden çirkin, pis ve bizden olmayanlardır. MS 5’inci yüzyılda Panionlu Priscus, Attila’yı kısa boylu, geniş gövdeli ve kocaman başlı esmer bir çirkin olarak tasvir eder. Bundan beş yüzyıl sonra Rudolph Glaber ise Atilla’yı dik saçları ve köpek dişleriyle şeytana benzetir. Orta Çağ’da Doğulular hep çirkin görülmüştür. İmparator I. Otto tarafından 968’de Byzantium’a gönderilen Cremonalı Liutprand’a göre Bizanslılar integritastan (bütünlüklü özelliklerden) yoksundur. Otto’nun elçisi İmparator II. Nikephoros için ise “korkunç bir yaratıktı” der. Bizans imparatorunu küçücük gözlü, kocaman kafalı ve köstebek gibi bir pigmeye benzetir. Ten renginin ise gecenin bir yarısında rastlamak istemeyeceğin bir Etiyopyalı gibi olduğunu söyler.

Tekrar 1970 yılların Türkiye’sine dönersek batıya ve büyük kentlere göçle ortaya çıkan kültürel ortamda kiç olarak tanımlanan sanat aslında sosyolojik dönüşüme işaret eder: Geleneksel olanın modern olanla karşılaşmasına… Modern kentsel kültür ortamında, geleneksel müzik aletleriyle kırsal imgelerin kentte yeniden üretimi arabesk olarak karşımıza çıkar. Bazen de tuhaflaşan bu durum giyimden yemek kültürüne, resimden mimari biçimlere kadar pek çok yerde görülür. Apartmanların cephesinde şelale olan ve taş/kaya görünümlü betonarme giydirmeler, ağlayan çocuk ya da namaz kılan küçük kız çocuğu resimleri bunlara örnektir. Tarlada çalışırken giyilen geleneksel şalvar üzerine etek giyilmesi de kiç örnekler arasında sayılabilir. Tüm bunlar şehirleşmeyle biçimlenen, tanımlanabilir bir zaman ölçeğinde olan biten dönüşümlerdir.

Bozkurt Güvenç, 1960 sonrası Türkiye’den Avrupa ülkelerine göç eden topluluklarda ‘kültür şoku’ oluştuğunu söyler. Türkiye’dekinden farklı kentsel yaşam deneyimi olmayan hatta hiç kentsel deneyimi olmayan göçmenler değişimi travma boyutunda yaşadılar. Geldikleri kültürle tanıştıkları kültür arasında gelgitler, zamanla ya tepkisizlik ya da tepkisel içe kapanma ve nihayetinde kendi kültüründen kopuşla sonuçlanan dramatik süreçler travmaların nedeni olur. Bu sürecin en çok zorlayan kültür ögeleri ise din ve dildir.

Türü ne olursa olsun göç olgusu duygusal kırılmalar, çaresizlikler ve yıkımların olduğu zorlu yaşantıların nedenidir. Vicdanları sızlatacak kadar ağır sorunlar, ölümlere neden olan olaylar toplumu derinden etkiler. Toplum yapısını doğrudan etkileyen göç olgusuna karşı sanatçılar ilgisiz kalmaz.  Türkiye’de 1950’li yıllardan sonra göç konusu edebiyatta, tiyatroda ve plastik sanatlarda çokça işlenir. Orhan Kemal ve Fakir Baykurt’un köy romanları göçle değişen toplumsal yapıyla bağlantılıdır. Haldun Taner’in ‘Keşanlı Ali Destanı’ oyunu şehre göç etmiş ve gecekondularda yaşayan insanları anlatır. Göç resmin de konusu olur. Turgut Zaim, İbrahim Balaban, Neşet Günal, Cahit Aral, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Turan Erol, İbrahim Balaban gibi sanatçılar göçü resmin konusu yapar. Göç ve resim denildiğinde daha pek çok sanatçının yakın tarihli resim çalışmasının olduğunu belirtelim. Özellikle Suriye’nin çalkantılı durumuyla bağlantılı zorlu yaşamlar, Afrika’dan Akdeniz’i aşarak gelmeye çalışan göçmenlerin ölümlü yolculukları sanatın konusu olur.

NEDİM GÜNSÜR VE NURİ İYEM'İN GÖÇ RESİMLERİ

Nedim Günsür (1924, Ayvalık / 1994, İzmir), Cumhuriyet dönemi resmine yön veren sanatçılarından biridir. 1942 yılında Bedri Rahmi Eyüboğlu atölyesinin öğrencilerinin kurduğu ‘Onlar Grubu’ içinde Nedim Günsür de vardır. Grubun atölyesinde El Greco’nun resmiyle beraber geleneksel halı ve kilimler de asılıdır. Bunun nedeninin Batı’nın resim sanatı birikimiyle ülkelerine ait bir sanat çizgisi oluşturmak olduğu söylenir. Grubun Fahrünnisa, Tural Erol, Orhan Peker, Fikret Otyam gibi üyeleri farklı anlayışlar içinde olsalar da ortaklaştıkları konu Anadolu’ya özgü bir sanat oluşturmaktı. Nedim Günsür, Neşet Günal’la birlikte 1960’lı yıllardan itibaren figüratif ve toplumcu gerçekçi sanatın önemli temsilcileri arasında yer aldı.

1960’lı yıllardan itibaren sanatçının figüratif resimlerinde göç, ayrılık, yoksulluk ve açlık gibi konular ‘toplumsal gerçekçi’ anlayışta ele alınır. Günsür, edebiyatla kendi eserleri arasında ilişki kurduğunu belirtir ve bazı resimlerini edebiyat eserlerinden yola çıkarak yapar. ‘Göçerler’ isimli resmini Orhan Kemal’in ‘Ortadirek’ romanından esinlenerek yaptığı bilinir. ‘Ortadirek’ romanı Yaşar Kemal’in ‘Yer Demir Gök Bakır’ ve ‘Ölmez Otu’ romanlarıyla beraber ‘Dağın Öte Yüzü’ genel başlığı altında topladığı üçlemenin ilkidir. Bu bir Çukurova romanıdır ve her şeyiyle sahicidir. Çukurova yöresinin folklorunu gerçekçi bir biçimde yansıtır. Yörenin sorunları, insanların açmazları, çarpıklıklar ve yaşam mücadelesi müthiş bir gözlem gücüyle anlatılır. Nedim Günsür’ün resimlerinde yaptığı da budur.

                  Göçerler, 1980, tual üzerine yağlıboya, Ayşe ve Mahmut Özgener Koleksiyonu.

Nedim Günsür dış göçe kayıtsız kalmaz, Avrupa’nın değişik ülkelerine, özellikle Almanya’ya giden göçmen işçiler ve ailelerini resimlerinin konusu yapar. Sanatçının ‘Yeşil Tren’ resminde kucaklaşarak vedalaşan, tren penceresinden uzanarak aileleri veya arkadaşlarıyla gurbet öncesi son kez konuşan insanların hüzünlü havası hissedilir. Yeliz İsanç’ın dediği gibi “Günsür, toplum gerçeğinin somut görüntülerini, gözlemci sadakati içinde sunarken olayları, görüntüleri abartmaz”. Figür stilizasyonu ve ince uzun espasları seçmesiyle birlikte figürler ritmik olarak sıralanır. Boşluğa sakince yerleştirilmiş tren ve gar binasının önündeki insanlara ağaçlar, azık torbaları, çanta ve bavullar eşlik eder. Resmin genel havası içinde “Aslında biz bu yaşantıyı biliyoruz” duygusunun dinginliği hissedilir. Herkesi içine alan bu mutlak güzelliği Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerinden de biliriz.

NURİ İYEM

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın daha 1947 yılında Cumhuriyet Gazetesi’ndeki yazısında “Beyoğlu’nun iç sokaklarının etnolojisini veren” ressam diye andığı Nuri İyem (1915, İstanbul / 2005, İstanbul), çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını Osmanlı’nın son dönemleri, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in kuruluş yılarında geçirir. Babasının görevi dolayısıyla kısa süreli olsa da Anadolu’nun değişik yelerinde yaşar. Liseyi İstanbul’da bitirir. Nazmi Ziya, İbrahim Çallı ve Leopold Levy gibi dönemin önemli sanatçılarından dersler aldığı Güzel Sanatlar Akademisinde resim eğitimine başlar. Mezuniyet resmi ‘Nalbant’ iki yıl kadar hapis yatmasının nedeni olur. Dönemin işgüzar görevlileri resimdeki nalbantın kullandığı aletlerden orak çekiçli komünizm propagandası suçu üretmiştir (bazı şeyler hiç değişmiyor). Bu konu nedense sanat tarihi çevrelerinde dolayısıyla da sanat tarihi eğitiminde pek konuşulmaz.

Nuri İyem’le birlikte Ferruh Başağa, Avni Arbaş, Selim Turan, Fethi Karakaş, Turgut Atalay, Nejat Devrim, Mümtaz Yener, Haşmet Akal, Agop Arad gibi sanatçıların yer aldığı ‘Yeniler Grubu’ günün sanat ortamı ve sanatçılar için sert eleştiriler yapar. Örneğin ‘D Grubu’nu sadece Avrupa sanatının değişik eğilimlerini uygulamaya çalışan ve toplumsal sorunlara karşı duyarsız sanat üretmekle suçlarlar. Yeniler Grubu ise toplumcu gerçekçi çizgide sanat ürünleri verirler. Nuri İyem’in özellikle 1960’lardan sonra göçü, köy ve kırsal yaşamı, kentleşme ve gecekondu bölgelerinin zorlu yaşantısını resminin konusu yapması birden ortaya çıkan bir durum değildir. Öğrencilik yılları ve Yeniler Grubu içinde oluşan düşünsel birikim onun toplumcu gerçekçi tarzı benimsemesinin nedeni olur. Gecekondularda yaşayan göçmen insanların yaşadığı zorluklar, özellikle de barınma sorunu Nuri İyem’i derinden etkilemiş olmalı.

Evin Sanat Galerisi’nin ‘Çağının Tanığı Bir Ressam: Göç Resimleri’ (2007) adlı sergi kataloğunda Nuri İyem’in 1950–2004 yılları arasındaki dönemde üretmiş olduğu göç konulu resimlerinden derlenen, 33 farklı koleksiyona ait 47 eserden oluşan serginin resimleri yer alır. Bu resimlerde 1950’li yıllarda başlayıp 1960’lı yıllarda yoğunlaşan göçün neden olduğu yaşamlar betimlenir. Dededen toruna üç kuşağın birlikte yaptıkları göç yürüyüşünün betimlendiği ‘Göç’ isimli resim bunlardan biridir. ‘Gecekondu Yapanlar’ isimli diğer bir resimde ise yardımlaşarak barınak/gecekondu yapan göçmen insanlar betimlenmiştir.

                                           Nuri İyem, Göç, 1970, tual üzerine yağlı boya.

                                              Nuri İyem, Gecekondu Yapanlar, 1976, duralit üzerine yağlıboya.

Günümüzde göçler çok boyutlu ve çok sayıda nedeni içinde barındıran vicdani bir sorun olarak insanlığın önünde duruyor. Göçmenleri tehdit olarak görme ve ırkçılığın eşlik ettiği düşmanlaştırma göç alan bütün ülkeleri etkiliyor. Avrupa ülkeleri ve Türkiye bu durumdan en çok etkilenen ülkeler. Oysa göç olayına farklı bir gözle bakabiliriz. Eğer bugün Akdeniz uygarlığının bütünlüğünden bahsedebiliyorsak bunun nedeni MÖ 2 binli yıllardan bu yana süregelen göçlerdir. Yakın zamanların göçleriyle ise daha belirgin dönüşümler gerçekleşti. Günümüzde kibirli bir şekilde göçmenleri ötekileştirenler belli ki kendi atalarının ötekileştirildiği tarihi unutuyor. 19’uncu yüzyılda İrlandalılar sürekli küflenmiş patates yemekten ölmemek için Protestan ABD’ye göçtü. Oysa Katolik İrlanda her şeyleriydi. İtalya 19’uncu yüzyılın ortalarından 1970’li yıllara kadar neredeyse yarı nüfusunu göçlerle kaybetti. Nazi Almanya’sından Türkiye dahil pek çok ülkeye en çok da ABD ve İngiltere’ye göç oldu. Nazilerden kaçanlar çoğunlukla nitelikli insanlardı. Entelektüel ve bilim insanlarından oluşan grupları da barındıran göçmenler gittikleri ülkelere ciddi katkılarda bulundular. Tıpkı günümüzde olduğu gibi...

                                                       /././
                                        duvaR - GÜNDEM

Sokak röportajı sonrasında tutuklanan Dilruba K. tahliye edildi

Halk TV'den Yağmur Beril Varol'a konuşan Dilruba'nın annesi, kızının akşam saatlerinde kimseye haber verilmeden tahliye edildiğini anlattı. Varol, Dilruba'nın tahliye edildikten sonra otobüs durağında beklediğini, sokaktaki birinden telefonunu ödünç alarak annesini aradığını anlattı. Varol, Dilruba'nın gece 23.00 sıralarında evine ulaşabildiğini anlattı.(https://www.gazeteduvar.com.tr/sokak-roportaji-sonrasinda-tutuklanan-dilruba-k-tahliye-edildi-haber-1716748)

                                 ***

Erdoğan'ın 35 gün önce atadığı rektör istifa etti

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın 25 Temmuz'da yeniden Anadolu Üniversitesi Rektörlüğüne atadığı Prof. Dr. Fuat Erdal, istifa etti. Erdal 1 gün önce TV programına katılıp 4 yıllık projelerini anlatmıştı.(https://www.gazeteduvar.com.tr/erdoganin-35-gun-once-atadigi-rektor-istifa-etti-haber-1716723)                                        ***

Domino’s, 145 işçiyi işten atan Polonez'den ürün almayı durdurdu

Tek Gıda-İş Örgütlenme Uzmanı Durdu, Domino’s Pizza’nın 145 işçiyi sendikalı oldukları için işten atan Polonez'le anlaşmasını dondurduğunu duyurdu.(https://www.gazeteduvar.com.tr/dominos-145-isciyi-isten-atan-polonezden-urun-almayi-durdurdu-haber-1716730)

                                                                ***

İddia: Erdoğan, Nureddin Nebati'yle görüştü

Eski AK Partili Yavuz Değirmencioğlu Cumhurbaşkanı Erdoğan ile eski Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati ile iki saat telefonda görüştüğünü iddia etti.(https://www.gazeteduvar.com.tr/iddia-erdogan-nureddin-nebatiyle-gorustu-haber-1716715)

(duvaR)