30 Ağustos 2024 Cuma

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -30 Ağustos 2024-

Hanzala, ya da bir karikatürist nasıl hem Arafat hem Mossad’ın hedefi oldu? -Evren Çubuk-

Nasıl olmuştu da bir karikatürist hem Arafat’ın hem Mossad’ın ölümüne düşmanlığını kazanabilmişti? Çünkü el Ali, devrimciydi.

22 Temmuz 1987 günü Londra’nın batısında, Knightsbridge'de bulunan Kuveyt gazetesi El Kabas ofisinden çıkan bir kişi, yolda yürürken arkadan vuruldu. Kurşun boynuna geldi. Beş hafta hastanede komada yattı, ardından, bir 29 Ağustos günü, hayata gözlerini yumdu.

Yaşamını yitiren, Filistinli karikatür sanatçısı Naci el Ali’ydi. 

Sanatçıyı arkadan vuran kişi kesin olarak belirlenemedi. Ama baş şüpheli, şüphesiz Mossad’dı.

İngiliz polisi, olayla ilgili olarak İsmail Suvan adında bir diğer Filistinli’yi tutukladı. İlk bakışta, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) üyesiydi. Sonradan İngiliz polisine, Mossad için de çalıştığını, çift taraflı ajan olduğunu itiraf etti.

Suikaste bir kişi daha karışmıştı, o da FKÖ içindeki Mossad ajanlarından biriydi.

İngiltere, kendi topraklarındaki cinayetten önceden haberdar olduğu halde kendileriyle bu bilgiyi paylaşmadığını tespit ettiği İsrail’e tepki gösterdi, üç İsrailli diplomatı sınırdışı etti.

Cinayeti kesin olarak Mossad mı işlemişti? Aradan 37 yıl geçmiş olmasına rağmen, kesin olarak bilmiyoruz.

Diğer baş şüpheli, Filistin mücadelesini tekeline almaya çalışan ve özellikle devrimci hareketleri karşısına alan FKÖ lideri Yaser Arafat’tı.

Bizzat el Ali, ölümünden günler önce, suikast tehdidinin ciddiyetinin farkında olarak, Filistinli yazar dostu Besim Sarhan’a “Beni kim öldürürse öldürsün, beni öldüren Arafat’tır” demişti. İki hafta önce, bir diğer dostuna, FKÖ’den bir yetkilinin kendisini arayıp “çizgisini düzeltmesi” konusunda tehdit ettiğini aktarmıştı.

Bunlar, karikatüristin iddialarından ibaret değildi. Bizzat Arafat, Kuveyt’te bir lisede katıldığı bir etkinlikte, “O Naci el Ali adındaki adam çizmeye devam ederse parmaklarını aside sokacağım” demişti.

Nasıl olmuştu da bir karikatürist hem Arafat’ın hem Mossad’ın ölümüne düşmanlığını kazanabilmişti?

Çünkü el Ali, devrimciydi. Filistin davasını tüm dünyada Arafat’tan da fazla temsil eden, Ali’nin yarattığı bir çocuktu: Hanzala.

Hanzala, üstü başı perişan, çıplak ayak, 10 yaşında bir oğlan çocuğudur.

Naci el Ali, 1948’de Nakba’nın ardından 10 yaşında kendisini Ayn el Hilve kampında bulmuştur, aynı Hanzala gibi, üstü başı perişan, çıplak ayak.

İlk kez 1969’da çizer Hanzala’yı. 1973’ten itibaren, yalnızca sırtı dönük resmeder. Topraklarından sürgün edilmişliğin ifadesidir bakana sırtını dönmüşlük. Naci el Ali, “Filistinli sürgünler topraklarına döndüğünde Hanzala da yüzünü gösterecek” der.

Elleri arkadan bağlanmıştır. Ali, bunun, Filistinliler dışındaki güçlerin, dış çözümlerin reddinin ifadesi olarak tasarlar.

Ama en önemlisi, yoksulluktur.

Naci el Ali, “Ben sınıf açısından bakıyorum” der, politikacıları, liderleri çizmez hiç. “Karikatürlerim bu yüzden bu biçimi alıyor. Esas olan başkanları ve liderleri çizmek değil, durum ve gerçekliği resmetmektir.”

Naci el Ali’nin Londra’da öldürüldüğü sıralarda, Filistin’de Müslüman Kardeşler’in yerel ayağı Hamas kuruluyordu. FKÖ liderliği, tipik bir burjuva hareketinin kaderi gibi, adım adım siyasi işbirlikçilik ve yolsuzluklara yöneldi. Mossad’ın da desteğiyle Filistin davasını sınıf değil din savaşı olarak görenler giderek güçlendirildi.

Filistin hâlâ işgal altında.

10 yaşında çocukların hala üstü başı perişan, ayakları çıplak.

Bir yandan İsrail’le iş tutup diğer yandan Filistin’i destekliyor görünenlere inat, Hanzala hâlâ arkasında kavuşturduğu ellerini ellere açmıyor.

Hanzala, yüzünü göstermek için sınıf açısından bakanları bekliyor.

Naci El Ali’yi Atilla Atala’nın çizgisiyle anan Homur Mizah ve Karikatür Grubu, şu mesajı paylaştı: "Filistin mücadelesini ilgisiz dünyaya küstüğü için arkasını dönmüş Hanzala karakteriyle anlatan Naci El Ali'nin duruşu tüm çizerlere rehber olsun."

                                                                           /././

Bağımsızlık için ortak akıl -Ali Rıza Aydın-

Sömürüyü gizlemeye yönelik her girişim ve politikaya düzenle uyumlaşmadan, devrimci duruş, ahlak ve politikalarla karşı çıkılmalıdır.   

Uzun AKP iktidarından kurtulmak için ileri sürülen ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel tüm gerekçeler yerinde ama bu gerekçelerin AKP’yle sınırlı tutulması yanılsama.

Birinci Dünya savaşı, emperyalistler tarafından parçalanma girişimleri, araya giren 1917 Ekim Devrimi’nin etkisi ve desteğiyle emperyalist işgale ve sömürgeleştirmeye karşı 30 Ağustos 1922 zaferi, 29 Ekim 1923’de ilan edilen ilerlemeci ve aydınlanmacı cumhuriyet… 

Hep anımsanması gereken bu tarih elbette önemli. Ancak yalnızca buraya sığınıp kalmak Türkiye’de bağımlılık ve sömürüye, yağma ve talana geçişi, 12 Eylül 1980 darbesine ve AKP dönemine gelişi, sermaye sınıfı tarafından emekçilere karşı kullanılan baskı ve sömürüyü anlatmaya ve çözmeye yetmiyor. Sömürücülerin hiç bırakmadıkları ve bırakmayacakları işgal emellerinin ve politikalarının somut durum ve analizi yapılamadığı için kurtuluşa da yetmiyor.  

Bağımlılık ve sömürü ilişkilerinde değişik dönemlerdeki siyasal iktidarlar ve düzen içi muhalefet ortak akıl yürüttüler. Kaba ayrıntılar bu ortak akıldan kopma nedeni olamadı. 

Süreç uzun ama birkaç anımsatma yeterli olacaktır. İkinci Dünya Savaşı'na fiilen katılmayan Türkiye bu savaşın gerçek hedefi olan sosyalist düzenin, SSCB’nin 1945 büyük zaferinden hemen sonra, 1946’da CHP iktidarı döneminde ABD’yle güçlü ve hukuksal ilişkilere girdi. Emperyalizmin finansal örgütleri IMF ve Dünya Bankası ile ilişkiler 1946’da başladı. 1950-60 arası Demokrat Parti, Menderes Hükümetleri döneminin başlarında da emperyalizmin terör örgütü NATO devreye girdi. 1961’den sonra IMF/DB ilişkileri devam ederken Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü OECD ve denetimiyle tanışıyoruz. Süreç uzun, örgüt çok. Birleşmiş Milletleri, AET’yi AB’yi unutmayalım. 

Uyum sancıları Türkiye’yi 24 Ocak 1980 kararlarına ve 12 Eylül 1980 darbesine getirdi. 2002’den bu yana da piyasa ve uyumlu İslamın, gericiliğin birlikte yürüdüğü AKP dönemi sürüyor. Sermaye örgütlerin istekleri arasında yer alan “başkanlı rejim”e, “kolaycı yönetim”e bu dönemde geçildi.

Düzen siyaseti olarak emperyalizmin tüm örgütleriyle ilişki ve işbirliğinde, özelleştirmelerde, kapitalizmin yasalarının uygulanmasında ortaklar. Aydınlanmanın ve laikliğin yıkılmasında, milliyetçi ve dinci gericiliğin sömürücü düzenle iç içe yaşatılmasında ortaklar. Cumhuriyetin sömürücü ve işbirlikçilerin elinde yıkım yolculuğunda ortaklar. Başkanlı rejimi eleştiriyor gözükseler de parlamentonun, yargının, merkez ve yerel yönetimleriyle devletin, hukukun sermaye sınıfının egemenliği için kullanılmasında ortaklar. Demokrasi diye diye halkı seçim sandığına mahkum edip susturmakta ve sermaye sınıfının iktidarını yaşatmakta ortaklar. 

Emekçileri daha fazla bağımlı kılma, sömürme, örgütsüz ve eylemsiz bırakma konusunda ortaklar. 

Öyle ortaklar ki, düzen siyasetinin AKP’lileştirildiği ortamda artık “Erdoğansız AKP” siyasetini bile halka umut diye göstermeye kalkışıyorlar. 

İslamcı-faşist diktatörlük anayasasına dahi razı olmayan, hukuk ve anayasa tanımazlıkla “hukuk devleti” adı altında varlığını sürdüren bir düzeni dayatıyorlar. Aynı anayasa ekonomi politiği içinde sözcük ya da virgüllerle uğraşarak, ortak akıl varmış gibi göstererek sahte umutlarla sömürülenleri sömürenlerle, burjuva ideolojisiyle uyumlaştırmaya, kapitalizmle barış içinde yaşamaya alıştırmaya çabalıyorlar.

Türkiye tarihinde yalnızca sömürü ve gericilik yok elbette. Sömürünün ve gericiliğin yıkılmasına, sömürüsüz toplumun gelmesine yaşamını adayan birçok aydın, sanatçı, emekçi, işçi var. Birçok kahraman, direniş ve eylem var. 

22 yıl önce bugün aramızdan ayrılan yargıç Ali Faik Cihan da bu kahramanlardan biri. 1950’de Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitiren Cihan, 1946’da Türkiye Gençler Derneğinde yani TKP Gençliğinde çalışan, 1951 TKP Tevkifatında yer alan, bu nedenlerle yargıç yapılmayan ama savaşımını kazanarak meslek mensubu olan, yargıç iken 1965’de “Sosyalist Türkiye” kitabını yazan ve soruşturmaya uğrayan, savaşan ve yeniden mesleğe dönen bir kahraman.

Ali Faik Cihan Yargıtaydaki savunmasında, halkın yaşantısının “insan haysiyetiyle bağdaşmadığını”, “1961 Anayasası ile çeliştiğini” belirterek Türkiye’nin “kendi iklim kuşağı içinde bir sefalet adası” oluğunu söylüyor. Yargıtay da C. Başsavcılığının suçlama görüşüne katılmayarak bu savunmaya katılıyor. 

Cihan, “kapitalist düzenin işleyen organlarına hangi noktadan bakılırsa bakılsın, orada emekçinin nasırlı eli, yorulan beyni görülecektir”, “yasalara can ve hareket veren, sermayeyi sermaye yapan emekçinin nasırlı eli, işleyen kafasıdır” diyor.

Yazıya bir yargıç ve savaşımı girince, son dönemde Yargıtay-AYM-Meclis üçgeninde yaşanan garabetin Türkiye’deki çürüme ve emekçilerin baskı altında yoksullukla yaşamaya zorlanmasıyla birlikte değerlendirilmesi gerektiğini vurgulamadan geçemeyiz.  

Sömürüyü gizlemeye yönelik her girişim ve politikaya düzenle uyumlaşmadan, devrimci duruş, ahlak ve politikalarla karşı çıkılmalıdır.   

Bağımsızlık için ortak akıl, devrimci dönüşümle sömürüsüz ve sınıfsız toplum için savaşanların ortak ve örgütlü aklıdır. İşçi sınıfı, emekçiler sömürüyü yok etme savaşımı vermeden ne bağımsızlık gelir ne aydınlanma ne de eşitleştirilmiş toplum. 

                                                           /././

Çağrıya uyarken -Mesut Odman

Devrim mi, dediniz, estağfurullah, ne haddimize! AKP’siz bir Türkiye, bize yeter. Hatta Erdoğan’sız bir AKP mi demeli? O da olur.

Davete icabet ederken, de diyebilirdim. Ama o zaman çok ağdalı, epeyce de küf kokulu olurdu. Böylesi iyi.

Leb demeden leblebiyi anlayabilen okurlar bir yana, onların sayısı fazla değildir herhalde, çoğunluğu oluşturanların “Ne çağrısı, ne daveti?”  sorusunu sorduklarını kabul edebiliriz. Bu merakı gidererek başlayalım.

Çağrı Aydemir’den geldi, bizim Aydemir Güler’den. Kişisel olarak bana yöneltilmiş değildi kuşkusuz. Ben de öyle anlamadım zaten. İlgilenen herkese yönelikti. Biraz üstüme alındım doğrusu. Hele Aydemir çağrıyı iki hafta arayla yineleyince, başka türlü anlatırsak, iki kez başlama vuruşu yapınca, “Bu topa hiç girmemek olmaz” dedim. Ama bunu derken kullandığım “hiç” sözcüğüne yaslanarak kısa kesmeyi ve işin biraz daha kolay kısmıyla kendimi sınırlamayı da düşünmedim değil.

Daha kolay kısım dediğim şu: Biraz anıları, biraz magazin sayılabilecek ayrıntıları işe karıştırarak ilerlersek, hem daha kolay olabilir hem de daha çok okunabilir, diye umduğumu itiraf etmeliyim.

Geçen haftaki ikinci çağrının başlığında “Birinci TİP’in dersi” denmiş ve şöyle açıklanmıştı:

“Türkiye’nin kanunu veya Birinci TİP’in dersidir bu; bu ülkede toplumsal mücadeleleri sağlıklı yönlendirmenin koşulu sosyalist iktidarı hedeflemektir.”

TİP on yıllık dönemin sonunda bu koşulun bilincine varmış ya da varmaya başlamıştı, ama  bu koşulun sağlayacağı imkânları kullanmasına ömrü yetmemiştir, dersek kimseye haksızlık etmiş olmayız. Bu partinin kuruluşunun üzerinden 15 yıl geçtikten sonra, ikinci TİP’in kurucu genel başkanı Behice Boran, partisinin merkezi yayın organı Çark Başak’ta ilk dönemi inceleyen önemli bir yazı yazmıştı. O derginin 16 Temmuz 1976 tarihli 11. sayısında yayımlanan “1961-1971 Türkiye İşçi Partisi” başlıklı o yazısında Boran, şöyle bir genel değerlendirme yapıyordu:

“Yapılması önerilen işler, kapitalizmin çerçevesi içinde birtakım ilerici, reformist öneriler olmaktan öteye gitmiyordu. Tümüyle program işçi haklarını savunan, ilerici, insancıl bir programdı. Kurucular mevcut burjuva partilerinden bağımsız, ayrı bir parti kurmak istemişlerdi ama ortaya çıkan parti gerçek anlamda işçi sınıfının bağımsız (burjuva ideolojisinden bağımsız, kendi sınıf ideolojisine dayanan) partisi değildi. Bu anlamda bağımsızlaşma bir yıl sonra sosyalist kişilerin partiye girmeye ve parti yönetiminde yer almaya başlamalarıyla filizlendi ve gelişti. TİP bir sosyalistleşme sürecine girdi. TİP’in on yıllık tarihi bu sosyalistleşme sürecinin dışa dönük ve iç mücadelelerle gelişmesi tarihi olarak nitelenebilir.”

Behice Hanım aynı yazıda partinin kurulduğu sırada genel anlamda ülkedeki birikim konusunda şu saptamayı da yapıyordu:

“1961 Türkiye’sinde işçi sınıfının sosyalizmi hedef alan yasal partisinin oluşturulmasını kolaylaştıracak, ideolojik ve politik düzeyde belirleyici rol oynayacak önemli bir birikim yoktu. Sol tümüyle hep baskı altında tutulmuş, illegalitenin zor şartlarında yürütülmüş parti hareketi cılız kalmış, hatta 1950’den sonra bir dağılma hali göstermişti. (…) kapsamlı ve köklü bir birikim olmadığı açıktı. (…) Sosyalizm ve Türkiye toplumu konularında bilgisizlik 1961’deki durumun belirgin niteliğiydi.”

İlk kuruluştaki programın yerini alacak parti programının hazırlanışı 1962-63 kışında başlıyor, ama bu görevi üstlenen Bilim ve Araştırma Bürosu’nda çıkan anlaşmazlıklar Büronun dağılmasına yol açıyor. Önceleri nedeni anlaşılamayan bu dağılma için Behice Hanım “sonraki gelişmelerin ışığında geriye dönüp bakıldığında bu ayrılığın MDD-SD çizgileri biçimindeki ayrılığın ilk uç vermesi olarak göründüğü” saptamasını yapıyor ve ekliyor: Ama tartışmalar bu adlandırmayla ortaya çıkmadı. “Tartışmalar işçi sınıfının varlığı, gücü, harekete öncülük yeteneği üzerineydi. Bir taraf bu gücü ve yeteneği küçümsüyor, öbür taraf kabul ediyordu. (Küçümseyenler) işçi sınıfının yerine köylülüğe ağırlık tanıyor, milli burjuvaziye, özellikle ara tabakalara, küçük burjuvazinin aydınlar kesimine önem veriliyor, bunların az gelişmiş ülkelerde ve bu arada Türkiye’de devrimci bir öncü güç olabildikleri belirtiliyordu.”

Bu strateji tartışmaları ülkenin toplumsal-ekonomik yapısına ilişkin çözümlemelerle de destekleniyordu. Belleğime dayanarak özetlersem, işçi sınıfının öncülüğü konusunda ısrarlı olanlar Türkiye’de kapitalizmin ücretli işçi sınıfını sayıca belli bir düzeye ulaştırdığını, üretimde toplulaşmanın arttığını, işçi sınıfının mücadele istek ve deneyiminin çoğalmakta olduğunu öne sürerlerken, tartışmanın karşı tarafındakiler, Türkiye’de kapitalizmin gelişmediğini ya da az gelişmiş olduğunu, Türkiye’nin kapitalist değil “yarı-feodal, yarı-sömürge” bir ülke olduğunu yineleyip duruyorlardı. Bu tartışmalar sırasında, bizim tarafımızdaki ve sonraki yıllarda üniversite profesörlüğüne kadar yükselmiş olan bir arkadaşın, Türkiye’nin kapitalist bir ülke olduğunu savunurken ülkemizde kapitalistleşmenin başlangıç tarihini 1453’e kadar götürdüğünü hatırlıyorum. Böyle aşırılıklara sıkça rastlanabiliyordu.

Demirtaş Ceyhun’un 1976’da basılmış Yağmur Sıcağı adlı romanı bir iki hafta önce bizim sahaf gezginlerinin, Yusuf ile Özkan’ın konusu olmuştu. O romanı okuyunca 15 Şubat 1977’de Yürüyüş dergisinde yazdığım eleştiri yazısına “Yazılması Gerekenin Yazılamayan Romanı” başlığını koymuştum. Behice Boran’ın ilk yayımlandığı sırada özellikle TİP içinde ve çevresinde çok okunmuş o incelemesinin birinci TİP’in sosyalistleşme sürecine ilişkin tezinden fazla etkilenmiş bir bakış açısıyla yazılmış o eleştiriden sonra Demirtaş Ağabey ile bir tartışma yaşamıştık. Yer Ankara’daki Mülkiyeliler Birliği’nin bahçesiydi. Yanımızda Yalçın Hoca’nın da olduğunu hatırlıyorum. Başka kimse var mıydı, belleğimden silinmiş. Demirtaş Ceyhun o sıralar bizim partiye çok yakındı. Kendisinden 15 yaş kadar küçük, edebiyat aleminin uzağında bir gençle oturup uzun uzun tartışmaya girmişti. Neler konuştuğumuz da belleğimde kalmamış pek. Ama son derece dostça ve birbirimizi anlamaya çalışarak yapılmış bir tartışmaydı.

Buna karşılık, o yıllardaki ve daha öncesindeki “strateji” tartışmaları genellikle öyle olmazdı. Anlatma ve inandırma çabasından çok karşı taraftakileri çuvallatmayı amaçlayan kavgacı polemikler biçiminde sürdürülürdü. Sonuç olarak, bir ara, “strateji” sözcüğü son derece çekici bir nitelik kazanmıştı sanki. Şöyle bir örnek var aklımda: İstanbul’da bir yayınevi, 1968 yılında Lenin imzalı bir kitap basmıştı. Kocaman harflerle basılmış adı: Devrim Stratejisi. Küçük harflerle dizilmiş bir üst başlık da vardı: “Marksist eylemin çocukluk hastalığı ve”. Hepimiz birer tane almışızdır herhalde. Ama o küçük harflerle yazılmış üst başlığının da hemen hatırlatmış olacağını sanıyorum, kitap Lenin’in “Çocukluk Hastalığı” adıyla tanınmış ve ilk kez Haziran 1920’de yayımlanmış ünlü broşürü. Yazarının hiç aklına gelmemiş “strateji” sözcüğü kullanılıp bir de başına “devrim” getirilince albenisi olağanüstü artıyordu o zamanlar.

Aydemir söz konusu ettiğim yazılarının ilkini şöyle bitirmişti:

“Bugün solda neden böyle tartışmalar yok demeyeceğim. (…)Ciddi bir kuraklıkla, çölleşmeyle karşı karşıyayız. İleriye gitmeye çalışanlar, devrimi arayanlar bunu kabul edemez. Madem öyle, mecburen geçmişi anmaya devam edeceğiz.”

Bana kalırsa, neden sorusunun yanıtı, buradaki satırların içinde “devrimi arayanlar” sözcüklerinde yer alıyor. Devrimin peşinde olan kalmadı, demeyeceğim elbette. Dersem, hem gerçekçi olmaz hem de haksızlık sayılır. Devrim peşinde olanların o yıllara göre oldukça azalmış göründüğü ise söylense de söylenmese de apaçık bir gerçek. Bunda kuşku yok.

Şöyle de anlatılabilir: Devrim pek azalmış sayılarda kimselerin ufkunda kalmış artık. Onun yerine herkeste bir gerçekçilik ki, sormayın gitsin. Gerçekçilik yerine tevazu demek daha doğru belki. Devrim mi, dediniz, estağfurullah, ne haddimize! AKP’siz bir Türkiye, bize yeter. Hatta Erdoğan’sız bir AKP mi demeli? O da olur.

                                                             /././

Yine Boğaziçi Üniversitesi!!! -Rıfat Okçabol-

Yok yok yanlış okumadınız, örneklenen atamalar, bir AKP teşkilatına ya da bir AKP’linin iş yerine yapılan atamalar değil: bir zamanlar ülkenin göz bebeği olan BÜ’ye yapılan atamalar.

Gericilerin ve AKP’nin, 2002-2008 yılları arasında başbakanlarını davet etmeyen üniversitelere kızdıkları biliniyor. Bu nedenle iktidarının ilk yıllarında demokrasiden söz eden halkın dediği olur diyen AKP, 2008’den beri üniversitelerin yaptığı seçimlerde en çok oy alan adayların rektör atanmasını değil de, seçime giren 6 aday içinde en yandaş olanın rektör olarak atanmasına özen göstermişti. Bu nedenle iktidar BÜ ve ODTÜ gibi üniversitelerde, seçime giren 6 aday içinde yandaş bulamadığından büyük sıkıntılar yaşamıştı. Bu konuda AKP’nin imdadına Fetöcü darbe girişimi yetişmişti. Darbe girişimine karşı ilan edilen OHAL kararnamesi ile (ve gayet demokratik bir kararla!) 29 Ekim 2016’da üniversitelerde yapılan rektör adayı belirleme seçimleri iptal edilmiş, AKP liderinin istediği kişiyi rektör ataması yöntemi getirilmişti. Dolayısıyla devlet üniversitelerine atanan rektörler, 2016’dan sonra her üniversitede kayyım niteliğinde olan rektörlerdir. Kayyım niteliğindeki rektörler sayesinde üniversiteler adım adım AKP’lileşip iktidarın çiftliğine dönüşmüştür. Keyfi atamalar nedeniyle, muhalif eğitim sendikalarının çoğunlukta olduğu üniversitelerde, çoğunluk bir bir yandaş Eğitim-Bir Sen’in eline geçmiştir.

Bu süreçte yandaş rektörler, örneğin Gezi Parkı olaylarında ve ODTÜ’de yaşanan polis vahşeti karşısında polis yerine öğrencileri kınayan açıklama yapabilmişlerdi. Yandaş rektörler, idama mahkum edilen Mısır Cumhurbaşkanı ve Müslüman Kardeşlerin lideri Mursi için, 2014’te Mısır Müftüsüne mektup yazabilmişlerdi. Yandaş rektörler, 2016 Ocak ayında açıklanan ‘Barış Bildirisi’ni imzalamış akademisyenleri iktidarın isteği üzerine anında üniversitelerinden atmışlardı. Yandaş rektörler, laiklikle, bilimle ve demokratiklikle bağdaşmayan açıklamalarda bulunan akademisyenlerine kol kanat germişlerdi. Ancak BÜ rektörleri bu tür olaylar içinde yer almamıştı. Üstelik BÜ, kurulduğu günden 2021’de kayyım rektör atanana kadar, laik ve bilimsel eğitimi savunmuştu. Bu nedenlerle de BÜ, gericilerin ve AKP’nin kin duyduğu bir kurum olmuştur.

Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) 4 Haziran 2024 günü rektör atamalarının KHK ile yapılamayacağı kararı sonrasında yaşananlar, gericilerin ve AKP’nin yükseköğretimle ilgili kinlerinin aynen devam ettiğini göstermiştir.

AYM’nin bu kararı üzerine, “Madem hukuksuz atanmışım benim bu görevde durmam etik olmaz” deyip görevinden istifa eden hiçbir rektörün olmaması, onların ne denli yandaş olduklarını gösteriyor.

İstediği yasayı üç günde (gerektiğinde kavga-gürültü) meclise kabul ettiren iktidar, AYM’nin bu kararı üzerine yeni bir düzenleme için adım atmıyor. Can Atalay ve Gezi parkı konularında olduğu gibi AYM’nin kararlarına aldırmadığını gösteriyor. Üstelik iktidar, “Madem rektör atamaları hukuka aykırı, bari yeni düzenlemeye kadar rektör atamalarında daha demokratik davranalım” da demiyor. Aynı hukuksuzluğu yeni rektör atamalarında da gösteriyor: Dini öğrenim görmüş kişilerle AKP’de siyaset yapmış kişileri rektör atamaya devam ediyor. Koca koca profesörlerden oluşmuş YÖK de, bu olaya karşı çıkmayıp huşu içinde iktidarın taşeronluğuna devam ediyor.

Laikliğe, bilimselliğe, demokratikliğe, evrenselliğe aldırmayıp "cahil cesareti" ile en yandaş kayyım olarak Guinnes kitabına girme çabası gösteren BÜ rektörü Naci İnci de, yandaşlığını daha da artırarak devam ettiriyor:

  • Kayyım N. İnci’nin usulsüz olarak atadıkları kişilerle, çalışanları temsil yetkisi muhalif sendikadan Eğitim Bir Sen’e geçiyor.
  • Bazı bölümlerde, yıllardır o bölümde çalışanlardan daha çok akademisyen keyfi olarak atanıyor ve bölümler yapısal değişikliğe uğruyor.
  • İhaleleri yandaşlara veriyor.
  • Akademisyenlerin görev tanımları değiştiriliyor.
  • BÜ’nün ilk kayyım rektörü Melih Bulu, ‘BÜLGBTİA+ Öğrenci Kulübü’nü keyfi nedenlerle kapatmıştı. Sonrasında ‘Sinema Kulübü’, dayanışma amacıyla adını BÜ(S)K/ BÜLGBTİA+ olarak değiştirmişti. Kayyım N. İnci, Ağustos başında, Kültür Bakanlığının izin verdiği bir filmin okulda gösterimini yasaklayıp kulüp adından ‘BÜLGBTİA+’ ifadesinin çıkartılmasını istiyor.
  • 2024 Nisan’ında keyfi nedenlerle görevden aldığı Bilgisayar Mühendisliği Bölümü Bilgisayar Anabilim Dalı başkanı olan Prof. Dr. Cem Say’ı, idari mahkemenin bu kararı iptal etmesi üzerine 13 Ağustos’ta görevine iade ediyor. Ancak 14 Ağustos’ta da mahkemenin iptal ettiği aynı gerekçelerle yine görevden alıyor. Bu tür görevden alma-göreve iade etme ve yeniden görevden alma olayları, 2021 öncesinde BÜ’de hiç yaşanmamışken, günümüzde sıradan olaylar haline gelmiş bulunuyor.
  • Kayyım yönetimin İstanbul Büyükşehir Belediyesi AKP yönetiminde çalışanlar arasından istihdam ettiği üç kişi, AKP Hatay Belediye seçimlerini kazanınca oraya transfer olmuştu. Kayyım N. İnci, birkaç gün önce, yine AKP belediyelerinde önemli görevlerde çalışmış kişileri istihdam etmiştir. Bunlardan birini BÜ Sağlık, Kültür ve Spor Daire başkanlığına; bir diğerini BÜ İdari ve Mali İşler Daire Başkanlığı’na ve Ensar Vakfı mütevelli heyeti eski üyelerinden olan bir kişiyi de BÜ genel sekreter yardımcılığına getirmiştir.

Yok yok yanlış okumadınız, yukarıda örneklenen atamalar, bir AKP teşkilatına ya da bir AKP’linin iş yerine yapılan atamalar değil: bir zamanlar ülkenin göz bebeği olan BÜ’ye yapılan atamalar.

Ve bu tür olaylar ne yazık ki yalnız BÜ’de olmuyor.

Ve de bu tür olaylar, Cumhurbaşkanı’nın, “Yasakların, baskıların, yoksullukların olduğu o günler artık bir daha gelmemek üzere geride kaldı” dediği günlerde oluyor!

                                                           /././

Emsa Enerji’nin Tokat’taki maden çalışmaları kaçak çıktı -Yekta Armanc Hatipoğlu-

Serkiz yaylasına yapılmak istenen maden için Tokat Orman İşletme Müdürlüğü’nden izin alınmadığı ortaya çıktı. Alandan ayrılması gereken sondaj makineleri ise hâlâ çekilmedi.

Bir ayı aşkın süre önce Tokat merkeze bağlı Şehitler köyündeki Serkiz yaylasında 29 ayrı noktada Emsa Enerji ve Madencilik tarafından yapılan maden arama çalışmalarına karşı yurttaşlar ayağa kalkmış, maden çalışmaları Temmuz ayında durdurulmuştu.

“Köyümüzde maden istemiyoruz” diyen Şehitler, Gölcük, Sokutaş, Keçeci ve Benli köyü muhtarları ve köylüler arazide kalan sondaj makinesinin başında nöbete başlayarak çalışmaların devam etmesine engel olmuştu.

Maden açılmak istenen alan doğal zenginliğinin yanı sıra köylülerin tarım, hayvancılık ve ormancılık faaliyetlerini sürdürmesi için de elverişli. Burada açılacak bir maden, binlerce köylünün büyük kentlere göç ederek işsizler kervanına katılması manasına gelecek. Köylülerin mücadelesi hem alanda örgütlü şekilde hem de hukuki olarak devam ediyor.

Şirketin kurumdan izin almadığı ortaya çıktı

Son olarak, şirketin sondaj çalışması yaptığı alan orman bölgesi olduğu için izin alması gereken kurumlardan biri olan Tokat Orman İşletme Müdürlüğü’nden izin almadığı ortaya çıktı.

Tokat Orman İşletme Müdürlüğü’nden Şehitler köyü muhtarlığına gönderilen resmî yazıda sondaj çalışmaları yapılan bölgenin ormanlık alanda kaldığı, şirketin Orman İşletme Müdürlüğü’ne izin müracaatında bulunmadığının tespit edildiği ve yapılmak istenen sondaj çalışmalarının izinsiz olduğu kaydedildi. Muhtarlığa gönderilen resmî yazıda “Gökdere Jandarma Karakol Komutanlığı ile irtibat sağlanarak gerekli işlemler yapılmıştır” denildi.

  Orman Genel Müdürlüğü'nün muhtarlara ilettiği yazıda sondaj çalışmalarının kaçak yapıldığı teyit ediliyor.

Çalışma durdu, sondaj makineleri kaldırılmadı

Yaylacık Doğa Platformu’ndan Yüksel Duran, hukuksuz projeye karşı verilen mücadeledeki son durumu soL’a anlattı.

Duran, Orman İşletme Müdürlüğü tarafından çalışmaların durdurulduğunu ancak sondaj makinelerinin kaldırılmadığını, sürecin şirket tarafından yavaş işletildiğini söyledi. Şirketin “Makine arızalı, makinenin parçasını bulamıyoruz” bahanesiyle makineleri kaldırmadığını söyleyen Duran, kendilerine sondaj makinelerinin “bugün yarın kaldırılacağının” söylendiğini kaydetti. Duran, “Makineler hâlâ kaldırılmadı. Makine arızalıysa bile kaldırırsın, burada belli ki bir oyalama var” dedi.

                                         Alandan çıkarılmayan bir sondaj makinesi.

“Maden ve siyanüre hayır!” pankartlarını projenin etkileyeceği köylere asacaklarını söyleyen Duran, makinelerin kalkmaması durumunda hem makinelerin başında hem de şirketin İstanbul’daki merkezi önünde basın açıklaması gerçekleştireceklerini ve madene izin vermeyeceklerini belirtti.                /././

Çal Baba Ormanı'nda maden şirketi Alevilere karşı -Yusuf Yavuz-

Çal Baba Ormanı, yöre köylüleri tarafından kutsal sayılarak yüzlerce yıldır korunuyor. Madencilik tehdidi altındaki bölgede ormanın inanç merkezi olarak koruma altına alınması için çalışma başlatıldı.

Tokat’ın merkeze bağlı köylerinden biri olan Günçalı’daki Çal Baba Ormanı, köylüler tarafından kutsal olarak kabul ediliyor. Eski adı Dinar olan köyün sırtını yasladığı ormandan tek bir kuru dalı bile alıp götürmeyen köylüler Cem törenlerini de bu ormanda yapıyor. Ormandaki her ağaç bir ailenin evi olarak görülüyor ve kimse ağaçlara zarar vermiyor.

Ancak Çal Baba Ormanı'nı da kapsayan bölgede maden arama izni verilmesi başta Günçalılar olmak üzere yöredeki köylülerin tepkisini çekiyor. Bir yıldır madencilik girişimlerine karşı hukuki ve eylemsel mücadele yürüten köylüler, bir yandan da bilimsel çalışmalar organize ederek bölgenin korunması için çaba harcıyor.

Günçalı Köyü Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği’nin talebiyle İstanbul Üniversitesi Antropoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Güldem Baykal Büyüksaraç tarafından Çal Baba Ormanı ve köyde yapılan saha çalışmasının ardından hazırlanan raporda*, halkın ormanla kurduğu bağın tersine bir antropojenik etki yarattığına işaret edilerek, “Antropojenik etki, yaygın anlamıyla, olumsuz etkilere karşılık gelmektedir. Bu etkiler ormansızlaşma, sanayileşme, kentleşme, kirlilik, doğal kaynakların aşırı tüketimi ve sera gazı emisyonu gibi çeşitli insan eylemlerinin sonucudur. Çal Baba ise bugün tam da insan eliyle ve emeğiyle yaşamaya devam ediyor. Bu olumlu antropojenik etkiyi açıklamak üzere ‘insan katkılı eko-gelişim’ kavramı önerilebilir” görüşüne yer veriliyor.

'Çal Baba ormanı inanç merkezi olarak tescillenmeli'

Çal Baba Ormanı'nın, Alevî kültürünün kendini var etmesinin temel koşulu olmuş ritüellere ev sahipliği yapması açısından çok önemli bir kutsal müşterek olduğunu vurgulayan Büyüksaraç, raporunda söz konusu ormanın Alevî yaşantısına özgü bir inanç merkezi olarak tescillenmesinin yerinde olacağını belirterek, Çal Baba ile ilgili gözlemini şu şekilde aktardı: “Aynı mekân, farklı inançlara sahip toplulukların bir araya gelip toplumsal bağlarını güçlendirdiği bir yer olarak da hizmet etmektedir. Alevi-Sünni köyler arası ilişkilerin düzenlenmesine katkı sağladığı ve topluluklar arası kültürel köprü görevi gördüğü rahatlıkla söylenebilir.”

                Günçalı köylüleri Çal Baba Ormanı'nda bir cem sırasında. 1971, (Tahsin Bakır arşivi)

'Araştırmaya damga vuran bulgu yöre halkının koruma bilinci'

Beş gün süren Günçalı Köy araştırma gezisinde, yıllar boyu kutsallığını korumuş, mitik-tarihsel hafıza arşivi niteliğindeki toplam 7 adet kültürel-doğal miras alanının ziyaret edildiğini kaydeden Büyüksaraç, raporunda özetle şu bulgulara yer verdi:

“Yöre halkının doğa koruma bilinci, özellikle Çal Baba’ya gösterdikleri ihtimam ve bakım emeği, bu araştırmaya damgasını vuran bir bulgudur. Çal Baba, yerel bir topluluk tarafından korunan bir orman olması özelliğiyle, ekolojik antropolojiye oldukça ilginç bir vaka örneği sunuyor. Burada, çeşitli meşe türleri, sarıçamları, boylu ardıçları, çitlembik ağaçları ve yabani meyve türleri ile ‘kalıntı orman’ olarak nitelendirilebilecek kadim bir ekosistemden söz ediyoruz. Modern düşüncenin ‘bilinç’ olarak nitelendirdiği şey, efsane ve söylencelerle bezeli, derin bir hafızanın ürettiği bir bilme ve Çal Baba söz konusu olduğunda teslim olma halidir. Yöre insanı, Çal Baba’nın sunduğu güzellik ve iyiliklerden onun izin verdiği ölçüde yararlanmaktadır. Ağacının gölgesinde belki uyuyacak, etrafında semah dönecek, dalına çaput bağlayacaktır da o dal rüzgârdan kopup yere düştüğünde alıp sobasında yakmak için onu evine götürmeyecektir.

'Çal Baba her şeyiyle korunmalıdır'

Ormanlar biyoçeşitlilik ve ekolojik dengeye katkı, karbon depolama gibi işlevlerle çevresel sürdürülebilirlik açısından kritik bir rol oynar. Çal Baba’da olduğu gibi, yaşayan ağaçlar kadar kendiliğinden yaşamını tamamlayan ağaçlar da orman ekosistemleri açısından büyük önem taşır. Orman ekolojisi alanında yürütülen araştırmalar, ölü ağaçların çeşitli organizmalar için habitat sağladığını, biyolojik çeşitlilik ve karbon döngüsünü desteklediğini, dolayısıyla orman ekosistemlerinin sağlıklı gelişimlerinde belirleyici bir rol oynadığını göstermiştir. Ölü ağaç bilgisi, orman yönetimi ve restorasyon ekolojisine rehberlik edecek niteliktedir. Ölü ağaçların ekosistem bütünlüğünün ve işlevlerinin korunmasındaki öneminin anlaşılması sürdürülebilir orman yönetimi ve koruma çabaları açısından gereklidir. Çal Baba, bir an önce tescillenmesi gereken anıtsal ağaçları kadar devrilerek heybetinden bir şey kaybetmeyen ölü ağaçlarıyla da değerlidir ve her şeyiyle korunmalıdır.”

                                                             Günçalı köyü

Köylüler başvurdu, Kültür Bakanlığı harekete geçti

Günçalı köylüleri Çal Baba Ormanı'nın inanç merkezi olarak koruma altına alınması için Kültür ve Turizm Bakanlığı nezdinde girişimde bulundu. Bunun üzerine Kültür ve Turizm Bakanlığı’nda görevli Halk Kültürü uzmanı sahada yaptığı incelemenin ardından geçtiğimiz ay bir rapor hazırladı. Çal Baba ormanındaki ağaçların her birinin bir aileyi temsil ettiğine ve inançsal açıdan o ailenin evi niteliğinde olduğuna vurgu yapılan uzman raporunda, “Meydanda bulunan büyük ağacın altında taşlarla sınırı belirlenmiş bir daire içerisinde cem ibadeti yapılmakta, bu alanda kurban erkânı yürütülmektedir. Bölge halkı buranın bir açık hava cem evi ve kutsal ziyaret alanı olduğunu belirtmiştir. Bu hususta belirtilen alanın yönetiminin sürdürülebilirliği, tarihsel ve inançsal değerlerin toplum ve çevre arasındaki ilişkinin uzun süreli yaşanmasının sağlanması, bununla birlikte gelecek kuşaklara aktarılabilmesi bakımından önemlidir” denildi.

İnanç merkezi olarak tescil edilmesi bekleniyor

Bu raporun ardından ise Kültür ve Turizm Bakanlığı Alevi Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı tarafından Tokat Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü’ne bir yazı gönderilerek, Çal Baba Ormanı’nın kamu yararı gözetilerek koruma altına alınması için gerekli iş ve işlemlerin başlatılması istendi. Edinilen bilgiye göre Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın bu talebi üzerine bölgedeki ilgili kuruluşlar söz konusu alanla ilgili çalışma başlatmak üzere harekete geçti. Günçalı köylüleri ve yöre halkı Çal Baba Ormanının bütüncül olarak korunmasını talep ederken gözler şimdi konuyla ilgili tespit ve tescil çalışmalarını yürütecek kurumlarda.

Köylüler ormanın madenciliğe açılmasını istemiyor

Köylülerin kutsal sayarak yüzlerce yıldır koruduğu Çal Baba Ormanı, meşe türlerinden sarıçama, boylu ardıçtan çitlembik ağaçlarına birçok ağaç türünün yanı sıra yabani meyve türlerini de barındıran bir kalıntı orman niteliğinde. Bu orman, hiçbir yasal koruma statüsü olmadan halk tarafından bugüne kadar korunmuş. Günçalı Köyü Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği Başkanı Nuri Güner, Çal Baba Ormanı’nın yöre halkı için büyük bir manevi değer taşıdığının altını çizerek bu alanın inanç merkezi olarak tescil edilmesinin önemli olduğunu söyledi. Ormanın bütüncül olarak korunması gerektiğine işaret eden Güner, tersine göçün başladığı köyde halkın madencilik girişimine karşı olduğunu da sözlerine ekledi.

                                Çal Baba ormanında halkın semaha durduğu meşe ağacının altındaki alan.

İnsan ve coğrafya arasında yazılı olmayan kültürel bağlar

Ormancılık faaliyetlerini kereste üretimine göre değerlendiren anlayışa göre Çal Baba Ormanı ‘bozuk orman’ ya da ‘baltalık’ niteliğinde ve madenciliğe açılmasında bir sakınca görülmüyor. Ülke genelinde birçok verimli ormanda bile madenciliğe izin verilmesi dikkat çekiyor. Oysa çoğu yerde halk için ormanların anlamı sadece harita ve planlardan ibaret değil. Halkın yüzlerce yılda biriktirdiği gelenek, coğrafya ve insan arasında yazılı olmayan kültürel bağlar yaratıyor. Anıtsal nitelikteki ağaçların bulunduğu Çal Baba Ormanı'nda Orman Yüksek Mühendisi Dr. Mehmet Ali Başaran tarafından yapılan çalışmada, yaşları 230 ila 500 arasında değişen çok sayıda ağaç tespit edildi. Boylu ardıç, sarıçam ve meşe ağaçları diğer türlerle birlikte varlığını sürdürüyor.

*Raporun tamamını okumak için: Tokat Günçalı Köyü Çalbaba Ormanı Saha Araştırma Raporu                                      

                                                           /././

                                             soL - GÜNDEM

Çiğli'de halk 'hava, su, güneş ve laiklik' istiyor: 'Tarikatlardan kurtulmak emekçilerin mücadelesi'

Çiğli Halk Temsilcileri Meclisi'nin düzenlediği buluşmada konuşan Barış Terkoğlu, "Tarikatlardan kurtulma mücadelesi, bir emekçi mücadelesidir, eşitlik mücadelesidir" dedi.(https://haber.sol.org.tr/haber/ciglide-halk-hava-su-gunes-ve-laiklik-istiyor-tarikatlardan-kurtulmak-emekcilerin-mucadelesi)

                                                             ***

8 yaşındaki Narin'in düşündürdükleri: 'Kayıp çocuklarla ilgili veriler yıllardır açıklanmıyor'

Diyarbakır'da haber alınamayan 8 yaşındaki Narin Güran, 21 Ağustos'tan beri kayıp. Olay, daha önceki çocuk kayıplarını akla getiriyor. (Yayın yasağı getirildi) Öte yandan Başsavcılık, soruşturma kapsamında olaya ilişkin yayın yasağı getirilmesini talep etti.Talebi değerlendiren Diyarbakır 5. Sulh Ceza Hakimliğince, "soruşturma konusu olayın mağduru olan çocuğun fiziksel, psikolojik ve sosyal gelişiminin korunması, toplumsal baskı ve damgalanmanın önlenmesi amacıyla çocuğun üstün yararı ilkesinin öncelikli gözetilmesi gerektiği, soruşturmanın gizliliği esası gereği, adli süreçlerin sağlıklı bir şekilde ilerleyebilmesi, delillerin karartılmasının önlenmesi, tanıkların ve diğer ilgililerin güvenliği ile kamu düzeninin korunması adına 5187 sayılı yasanın 3/2 maddesi hükmündeki koşulların oluştuğu anlaşıldığından, soruşturma tamamlanıncaya kadar soruşturma dosyası kapsamı hakkında yazılı, görsel ve sosyal medya ile internet ortamında faaliyet gösteren medyada her türlü haber, röportaj, eleştiri gibi yayınların yapılmasına ilişkin yayın yasağı konulması"na karar verildi.

                                                                 ***

Iraklı komutan doğruladı: Kerkük'te sınır ihlali yapan Türk İHA'sını düşürdük

Talebi değerlendiren Diyarbakır 5. Sulh Ceza Hakimliğince, "soruşturma konusu olayın mağduru olan çocuğun fiziksel, psikolojik ve sosyal gelişiminin korunması, toplumsal baskı ve damgalanmanın önlenmesi amacıyla çocuğun üstün yararı ilkesinin öncelikli gözetilmesi gerektiği, soruşturmanın gizliliği esası gereği, adli süreçlerin sağlıklı bir şekilde ilerleyebilmesi, delillerin karartılmasının önlenmesi, tanıkların ve diğer ilgililerin güvenliği ile kamu düzeninin korunması adına 5187 sayılı yasanın 3/2 maddesi hükmündeki koşulların oluştuğu anlaşıldığından, soruşturma tamamlanıncaya kadar soruşturma dosyası kapsamı hakkında yazılı, görsel ve sosyal medya ile internet ortamında faaliyet gösteren medyada her türlü haber, röportaj, eleştiri gibi yayınların yapılmasına ilişkin yayın yasağı konulması"na karar verildi.

Irak’ın Kerkük kentinde bir insansız hava aracı düştü. Irak ordusundan hava savunma komutan yardımcısı, Kerkük'te hava sahasını ihlal eden bir Türk İHA'sını düşürdüklerini duyurdu.(https://haber.sol.org.tr/haber/irakli-komutan-dogruladi-kerkukte-sinir-ihlali-yapan-turk-ihasini-dusurduk-394819)

(soL)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder