Yoksulluk bitmiş, haberiniz var mı? -Ahmet Yaşaroğlu-
Ülke yönetiminin en tepesindeki şahıs “Yasakların, baskıların, yokluk ve yoksullukların olduğu o eski günler artık bir daha gelmemek üzere tamamen geride kalmıştır” dediğinde neler hissedersiniz? Bunları kesinlikle bir emekli kahvesinde veya semt pazarında söylememiştir diyeceğiniz kesin. Ama yine de şaşkınlık, üzüntü ve bunları söyleyen hakkında aklınızdan geçen ve buraya yazılamayacak başka duygulara da sahip olabilirsiniz. Ya da bunları bütünüyle bir yana bırakıp konuşan acaba başka bir ülkede mi yaşıyor deyip, ülkenin gerçeklerine keskin bir bakış yöneltebilirsiniz.
Biz de öyle yapmayı deneyip, devletin resmi bakanlığının -başında aile vb. yazan- verilerine göre sosyal yardımlarla geçinen 4.2 milyon hanenin mensuplarının yani yaklaşık 17 milyon bireyin durumlarını hatırlatarak işe başlayalım. Evet yanlış okumadınız, yoksulluğun “tarihe karıştığı” bu ülkede yaklaşık 17 milyon kişi sosyal yardımlarla yaşıyor. Öyle anlaşılıyor ki, devletin en tepesi sosyal yardımla yaşamlarını sürünerek sürdüren bu kitleyi yoksulluktan kurtulmuş sayıyor! Ama bu yoksulluktan da öte sefalet içinde bir yaşam anlamına geliyor. Yoksulluktan kurtulma edebiyatının bir yönünü bu gerçek oluşturuyor.
Diğer yönü ise şu: Bu ülkede asgari ücret 17 bin 2 lira. Türk-İş’e göre açlık sınırı temmuz ayı için 19 bin 234 TL, Türk Metal sendikasına göre ise 19 bin 423 TL. Son hesaplamalara göre ise 21 bin lirayı aşmış durumda. Yani bu ülkenin işçi ve emekçilerinin milyonlarcası -15 milyon 22 bin 900- açlık sınırının altında bir ücretle çalışıyor. Açlık sınırının sadece 4 kişilik bir ailenin zorunlu gıda harcamalarını içerdiğini, kira, ulaşım, enerji, sağlık, çocukların okul masrafları vb. giderleri içermediğini hatırlatmak gerekiyor. Yani ortalama en düşük rakamı varsayarak iki kişilik bir aileyi hesaba katacak olsak bile ülkenin en az 30 milyonu açlık sınırının altında geçinmeye çalışıyor. Bu korkunç bir yoksulluk değilse nedir ki? Kim bilir, belki de ülkeyi yöneten çoktan yoksulluğun ne olduğunu unutmuştur. Saray’da her bir dakikada 2 asgari ücret veya en düşük 4 emekli maaşının harcandığı koşullarda halkın içinde bulunduğu gerçekler nasıl kabul edilecek?
Bir diğer yön ve gerçek ise şu: İçerisinde Türk-İş ve diğer bazı sendikaların olduğu araştırmaların ortaya koyduğuna göre yoksulluk sınırı 61 ile 65 bin lira arasında değişen bir rakamı içeriyor. Yani bir emekçi ailesinin kıt kanaat geçinebileceği bir rakam. Genel ücret düzeyinin asgari ücrete yaklaştığı, ortalama işçi ücretinin 25 bin TL civarında olduğu gerçeği dikkate alındığında, bu ücretle geçinmeye çalışan kitlenin -son resmi rakamlara göre istihdam edilenlerin sayısı 32 milyon 591 bin kişi- yaşamını yoksulluk sınırı içinde sürdürdüğünü ülkeyi yöneten dışında kim inkar edebilir? Bunlar ne söylenirse söylensin inkar edilemeyecek gerçeklerdir.
Ama bu gerçekler tablonun tamamını oluşturuyor mu? Son zamanlarda hepimizin tanık olduğu başka bir gerçeklik daha var: Ülkenin tarımsal üretim merkezlerinde küçük ve orta düzeyde üretim yapan üreticiler tarımsal girdi fiyatlarının aşırı artması, buna karşın ürünlerinin büyük tekeller tarafından üç kuruşa kapatılmak istenmesine artan bir yaygınlıkta tepki göstermeye başladılar. Ürünler tarlada bırakılıyor, yollara dökülüyor, tabii icradan kurtulup hâlâ ellerinde kalmışsa traktörlerle eylemler de yapıyorlar. Bu üreticiler yıkıma ve iflasa sürükleniyor. Şimdi de bunların mülklerine ek koymanın yasal kılıfı hazırlanıyor. Ama küçük mülk sahibinin protestosu oldukça sert olur. Çok merak edenler 13 Şubat 1990’da Akhisar’da tütün üreticilerinin ne yapmış olduğunu bir araştırsın. Ankara Siteler esnafının eylemi ise başka bir örnek oluşturuyor.
İşin yasaklar ve baskı yönüne ise hiç girmeye gerek yok. Ülkenin hapishaneleri politik tutuklularla dolu. Gezicilere verilen keyfi cezalar ortada. Seçilmiş Milletvekili Can Atalay üstelik Anayasa Mahkemesi kararlarına rağmen halen hapiste tutuluyor. Mecliste kürsü dokunulmazlığına sahip milletvekillerinin kanı akıtılıyor. Sulh ceza mahkemeleri eskinin DGM’leri gibi çalışıyor. Saray ne derse, yargı o yönde kararlar alıyor. Bağımsız yayın yapan, gerçeği yansıtma peşinde koşan TV ve gazeteler üzerinde ağır bir baskı uygulanıyor. RTÜK, Basın İlan Kurumu sansür ve baskı konusunda sıkıyönetim koşullarını aratmayacak uygulamalar yapıyorlar. Açıkçası yukarıya yaptığımız alıntıda çizilen pembe tablonun ülkenin ne ekonomik, ne de politik gerçekleri ile uyuşan tek bir yönü bile bulunmuyor.
Son sözü ülkeyi yönetenin bu sözleri nerede ve hangi koşullarda yaptığını değinerek söyleyelim. Bunlar Ahlat’ta, “Anadolunun kapısını açtığı” söylenen “Malazgirt zaferinin” bilmem kaçıncı yılında söyleniyor. Tek adam, etkili olacağını düşündüğü bir yerde ve zamanda, şövenizm dozunu uyuşturucu niyetine halkın kanına şırınga ediyor. Sanıyor ki açlığın ve sefaletin kapısını ardına kadar açmasına karşın, söyledikleri halkı her gün, her saat yaşadığı gerçeklikten koparır, destek kitlesini ayakta tutar ve canlandırır. Ama köprülerin altından çok sular aktı. Halk kitleleri iktidarın yoksulluk, açlık, işsizlik kırbacını yiye yiye bilendiler ve hızla bilinçleniyorlar. Yandaş araştırma şirketinin-SETA- itiraf etiği gibi Erdoğan’ın üzerinde artık bir zırh yok. Ortaya çıkan eylemler ve eylem biçimleri gelecekte olacakların küçük bir ön gösterisi niteliğinde. Ülkenin gidişatın değiştirmek için mücadele eden her kesim daha hareketli günlere hazır olmak zorunda.
Ve son olarak kişisel bir not: 1980 öncesinde Ankara’dan tanıdığım yoldaşım BEDO’yu kaybettiğimizi üzüntüyle öğrendim. Sakin, birikimli, yiğit bir insandı. Her koşulda mücadeleye katkıda bulunacak bir yolu bulmuştu. Anısı mücadelemizde yaşayacak. Başımız sağ olsun. /././
Gözlem -Arif Nacaroğlu-
Saat 6. Akşam. Otelin içerisinde büyük ihtimalle akşam yemeğinde hangi tür et yeneceği, etin yanına hangi şıranın yakışacağı tartışılırken, otelin üst pencerelerinden birileri, belki de otelin sahibi, perdenin arasından korkuyla dışarıyı gözlüyor. Otelin önünde az sayıda lüks araç.
Diğerleri ne olur ne olmaz diye gizlenmiş. Otelin hemen bitişiğindeki diğer otelin önünde 100’e yakın çevik(?) kuvvet. Robot gibiler. Kim bilir ne düşünüyorlar. Belki hepsi işçi, köylü çocuğu. (Zengin çocuğu neden çevik kuvvet olsun ki, o otel sahibi olur ve işçiyi işçi çocuğuna dövdürür.) Bir o kadar da sivil polis. Sağa sola emirler vermelerinden belli ki bazıları üst(?) rütbeli. Aldıkları 40 bin lira maaşın hakkını vermek için çırpınıyorlar. İşleri kötü. Olanı görünce “İyi ki bunlardan olmamışım, pazarda limon satar bu kötü işi yapmazdım” düşüncesi geçiyor aklımdan.
Divan otel patronu Akcanlar tekstilin de sahibi korkudan otelinin önünü ıslak çuvallarla(?) örtmüş. Asgari ücretli otel görevlisi patronuna yaranma peşinde.
Polis araçları, uzun namlulu silahlı polisler. İlk bakışta otelde seri katil, büyük mafya babası, devletin 128 milyar dolarını götüren uğursuz, dağları, ormanları, dereleri yağmalayan küfürbaz iş adamı var sanıyor insan.
Hayır.
Az ötede 40 kadar silahsız, sopasız, Akcanlar işçisi. Sendikaları ile birlikte yokluğa yoksulluğa, 7’li sisteme karşı bir bildiri hazırlamışlar. Okuyup gidecekler.
Polis, pencereden bakan patronun gözü önünde işçiyi ezmeye kararlı. Bir polis Sendika Başkanı Mehmet Türkmen ile diyalog içerisinde ama, beyaz gömlekliyi görünce hemen aklıma iyi polis, kötü polis sahneleri geliyor. Sivil biri eline aldığı megafonla “Dağılın” diye bağırırken beyaz gömlekli kalkanlı polislerle işçileri çeviriyor.
“Dağılacağız” diyen işçiler kalkanlarla çevriliyor ve “gözaltı” emri ile işçiler tek tek koparılıp yere yatırılıyor ve plastik kelepçe takılıp minibüslere sürükleniyor. Uzaktan bakınca siviller içerisinde bu işi zevkle yapanlar kadar, yaptığından utandığı belli olanları ayırt edebiliyor insan.
Bir işçi iki elini uzatıp beni de alın diyor ama muamele aynı. Yere yatır, plastik kelepçe tak.
Etrafa toplanan az sayıda insan, “Bu kadar da vahşet olmaz ki, zengine de yapabilseler ya bunu da görsek” diye sıkıntıyla söyleniyor.
Minibüsler dolunca dışarıda kalan işçiler yürüyerek gidip gözaltına alınan arkadaşlarını bulmak ve belki de gözaltına alınıp bu kavgada doğru tarafta olmanın gururu ve cesaretiyle yürüyorlar.
Yoksul işçiye bir sayfa kağıdı okutmayan polisin gece nasıl uyuduğunu bilmiyorum ama patronlar otelin serin odasında coşkulu.
“Şerefe” /././
Atamaların değeri değersizleştirilmesi üzerine -Adnan Gümüş-
Merkez, il, ilçe yöneticiliklerine, tüm okullara hep atama yapılıyor, artık tüm üniversitelere de atama yapılıyor, rektör atanıyor, enstitü müdürü atanıyor, okul müdürü atanıyor, hatta memuru, hocası atanıyor. Daha iki hafta önce, bir gece yarısı 13 üniversiteye rektör, şu ile vali, bu emniyete emniyet müdürü atandı. Her gün biri alınıyor, biri atanıyor.
Atama ile değer arasında, atama ile ahlak arasında, atama ile kişi olma arasında, atama ile toplum olma arasında nasıl bir bağ bulunuyor acaba?
AKP ve MEB, 2010’daki şura kararından bu yana ha bire “değerler eğitimi”nden söz ediyor. Peki, okullarda ve üniversitelerde atama sistemi değer bakımından ne anlama geliyor acaba?
HANGİ DEĞER, OKUL VE ÜNİVERSİTE BİR DEĞER Mİ?
Okulların, örgün eğitimin neler kazandıracağı her şeyden önce neyi değerli bulduğumuza dair. En başta çocukların ve insanlığın mutluluğu mu gözetilecek? Mutluluk ne?
“Mutluluğun resmini yapabilir misin, Abidin?” Mutluluk bir değer mi ve bir değer ölçüsü mü, nasıl bir değer ve ölçü? Mutluluk duyulabilir mi, bilinebilir mi, öğretilebilir mi? Mutlu olmak nasıl bir duygu, tanımlanabilir tarif edilebilir mi?
Her bir şeyin illa bir özü, mutluluğun bir özü olmak zorunda mı? Yoksa özü olup olmamasının ötesinde varoluşsal bir insan fenomeni mi, yaşantısal bir durum mu?
Bilimsel değerler gerçeklik ve gerçek dışılık, mantıksal değerler doğruluk ve yanlışlık, geometrik değerler şekillilik ve şekilsizlik, estetik değerler güzellik ve çirkinlik, sanatsal değerler yaratıcılık ve sürdürüm, ahlaki değerler iyilik ve kötülük, sosyal değerler dostluk/sevgi ve nefret/düşmanlık, politik değerler eşitlik, etkililik ve eşitsizlik, etkiliksizlik, dini değerler sadakat ve sadakatsizlik, maddi değerler yararlılık yararsızlık, psişik duygusal değerler haz ve acı, felsefi değerler sofya/sebep bilgisi ve bilgisizlik/cehalet, kapitalist değerler para/zenginlik ve fakirlik, libidinal değerler yaşamsallık ve ölümcüllük… bunların hepsi birer değer mi, nasıl birer değer?
Sağlık biyofizyolojik bir değer mi?
Değerler sayılarak sınırlandırılabilir mi, yoksa ne kadar istem ne kadar seçim ne kadar üretim varsa o kadar değer mi var?
Bu yazının konusu açısından, değerin özü her şeyden önce bir insan seçimi ise, bir istem ve bu istemin gerçekleştirilmesi ise, seçemeyen, istemini gerçekleştiremeyen öğrenci, öğretme, akademisyen, okul ve üniversite kendinde bir değer mi, birer kişi kişilik mi?
DEĞER BAKIMINDAN BİLGİ, ÖZGÜRLÜK, SEÇİM VE YARATICLIK NE ANLAMA GELİYOR?
İnsan seçiminden, insan yöneliminden özerk olarak kendi başına bir değerden söz edilebilir mi?
İnsan bilmeden seçebilir mi?
İnsan bilmeden özgür olabilir mi?
İnsan özgür olmadan merak edebilir, bu merakını sorgulayabilir, bilgi edinebilir mi, ne kadar?
İnsan özgür olmadan seçebilir mi?
Üretim en temel tercih mi, insan ürettiğini seçtiği tercih ettiği için mi üretiyor? Üretim, yaratıcılık bir değer oluşturma süreci mi?
İnsan kendi seçtiği ve istediğini değil de başkalarının dayattığını sürdürüyorsa bunun değer bakımından anlamı nedir? Böyle bir durumda bu öğrencilerin, öğretmenlerin, akademisyenlerin, bu okulların, bu üniversitelerin bir değerinden söz edilebilir mi? En azından yeni bir değer oluşturma imkanından söz edilebilir mi?
OKUL VE ÜNİVERSİTE SEÇEMİYORSA BİRER KİŞİLİK VE DEĞER SAYILIR MI, DEĞER ÖĞRETEBİLİR Mİ, DEĞER ÜRETEBİLİR Mİ?
Değer ve değerler eğitimi bakımından rektör atamaları dahil atama sisteminin ne anlama geldiğini irdelemeye tartışmaya çalışıyorum.
İnsan hakları temel beyannamesi çocukların ne okuyacağını, okulunu kendi ve ailelerinin seçimine bırakmış durumda. Türkiye maalesef bu seçim hakkına bile saygı göstermiyor, çocuklar ve aileler istemese de imam hatip veya MESEM seçtirmiyor, bunun için çeşitli teşvikler uygulamaya kalkıyor.
Ama sorun sadece okul seçimi ile sınırlı değil, okuldaki hiçbir şeyi seçemiyorsak, okul seçmemizin alanı çok daralıyor.
Dahası üniversitelerdeki atama sistemi, bilim ve araştırmanın başlangıç şartının özgür bir seçim olduğunu yok sayıyor.
Seçemeyen öğrenci, öğretmen, okul, araştırmacı, üniversite… bir kişilik oluşturmuyor, kendi başına bir “değer” sayılmıyor ama bu okullardan ve üniversitelerden “değerler eğitimi”, dahası üniversitelerden değer üretmesi isteniyor.
Daha en başından, en esasından bir terslik yok mu?
Bu olan bitene ve dayatılana az çok direnmeye çalışanlar bir kişilik oluşturuyor, ya bu kadarını da yapmayanlar?
/././
İsrailli Milletvekili Cassif: Batı Şeria saldırısı faşist ana planın parçası -Elif Görgü-
Evrensel’e konuşan İsrail Komünist Partili Milletvekili Ofer Cassif, Batı Şeria’ya saldırının “Faşist bir ana plan”ın parçası olduğunu söyledi. Uluslararası toplumu İsrail’e karşı sertleşmeye çağırdı.
Bir bölümü Mahmut Abbas yönetiminin kontrolünde olsa da asıl olarak 1967’den bu yana İsrail işgali altında bulunan Batı Şeria’ya yönelik son büyük saldırı can almaya devam ediyor.
İsrail hükümetlerinin silahlı paramiliter güçler olarak örgütlenen “yerleşimciler” aracılığı ile son Filistin topraklarını gasbettiği, evlerini yıktığı, tarlalarını ve zeytinliklerini yerle bir ettiği Batı Şeria için saldırılar yeni değil. Bölge el Fetih yönetiminde olsa da Filistinli gençlerin ağırlıkta olduğu yeni direniş gruplarının da bir süredir İsrail ordusuna karşı direndiği biliniyor.
İsrail, ABD’nin yardımı ile dünyayı Gazze’de bir ateşkes umuduyla oyaladığı bir süreçte Batı Şeria’ya son yirmi yılın en büyük saldırılarını başlattı. 28 Ağustos’ta başlayan saldırılarda ilk hedefler Batı Şeria’nın kuzeyinde Cenin, Tulkerim ve Tubas kentlerindeki mülteci kampları oldu. Kentler kuşatma altına alındı. Dozerlerle altyapı yerle bir edildi. Elektrik ve internet kesildi. Kamplar ve çevrelerindeki evler hem karadan hem de insansız hava araçlarıyla vuruldu. El Cezire’ye göre keskin nişancılar Cenin’de “hareket eden herkesi” vurdu. Cenin Devlet Hastanesi kuşatıldı ve ambulanslar engellendi.
Tubas kentindeki el-Faria ve Tulkerim’deki Nur Şems Mülteci Kamplarını yerle bir ettikten sonra çekilen İsrail’in Cenin saldırısı ise devam ediyor. AA’nın bugün geçtiği bir habere göre Cenin’e bağlı Zebabide köyündeki bir araca yönelik saldırıda 3 Filistinli daha yaşamını yitirdi.
CASSIF: SMOTRICH PLANI UYGULANIYOR
İsrail’in Batı Şeria saldırılarını Evrensel’e yorumlayan, İsrail Komünist Partili ve Hadaş İttifakından İsrail Meclisi (Knesset) Milletvekili olan Ofer Cassif, “İşgal altındaki Batı Şeria’ya saldırı ve İsrail hükümetinin rehine anlaşmasını bozması, faşist bir ana planın, yani (İsrail Maliye Bakanı) Smotrich’in ‘Kararlılık/Boyun Eğdirme Planı’nın iki bileşenidir” dedi.
Yaşananların “İsrail’in ve İsraillilerin güvenliğiyle (Dolayısıyla rehinelerin feda edilmesiyle) hiçbir ilgisi yoktur” diyen Cassif, hedefin Filistin topraklarının bir bütün olarak kontrolünü ele geçirmek ve İsrail’e ilhak etmek olduğunu söyledi: “Filistin halkını fiilen ve resmen ‘apartheid’a tabi kılmayı, mümkün olduğunca çok sayıda insanı sürmeyi ve hatta öldürmeyi amaçlıyor.”
SMOTRICH PLANINDA NE VAR?
İsrail’in Maliye Bakanı ve faşist Dini Siyonizm Partisi Lideri Bezalel Smotrich dün gerçekleştirilen Avrupa Birliği (AB) gayriresmi dışişleri bakanları toplantısında hakkında yaptırım uygulanması tartışılan iki İsrailli bakandan biri. Diğeri ise Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir.
Ancak Avrupa ülkeleri bu iki faşist bakana yaptırıma şimdilik yaklaşmadı. AB Dış İlişkiler Şefi Josep Borrell, toplantı sonrasında konuyu tartıştıklarını söyledi ancak “Kesinlikle oy birliği yoktu” dedi. Borrel, “Kararı bakanlar verecek. Her zaman olduğu gibi bu onlara kalmış bir şey ama süreç başlatılacak” ifadelerini kullandı.
Peki Cassif’in dikkat çektiği Batı Şeria’daki Smotrich planı ne içeriyor?
Smotrich’in geçtiğimiz haftalarda açıkladığı plan Batı Şeria’nın güneyinde yer alan Beytüllahim’de yeni “Nahal Heletz” adıyla yerleşim yeri kurulmasını, Hristiyan nüfusun da içinde yer aldığı Filistinlilerin topraklarının gasbedilmesini içeriyor. Böylece bu yeni yerleşim birimiyle bir diğer yerleşim olan “Gush Etzion”un coğrafi olarak Kudüs’e bağlanması amaçlanıyor. İşgal altındaki Filistin topraklarında İsrail ordusuna bağlı sivil idare de söz konusu yerleşimin kurulacağı alanın sınırlarını devlet arazisi ilan ettiklerini açıklamıştı.
Smotrich, 14 Ağustos’ta X hesabından yaptığı açıklamada, “Gush Etzion’u Kudüs’e bağlamanın ulusal bir görev” olduğunu iddia etmişti.
Filistin topraklarındaki “İsrail yerleşimleri” Birleşmiş Milletler ve uluslararası hukuk açısından “yasa dışı” sayılıyor. Ancak şu ana kadar İsrail’e bu konuda bir yaptırım uygulanmadı. Sadece son yıl birkaç yerleşimci hakkında ABD ve bazı Avrupa ülkelerine girmelerinin yasaklanması gibi etkisiz bazı kararlar alındı.
Batı Şeria’da yaklaşık 5 bin 640 kilometrekarelik bir alanda yaklaşık 2 milyon 750 bin Filistinli yaşıyor. Bölgede 200 binden fazlası Doğu Kudüs’te olmak üzere 500 binin üzerinde yerleşimci bulunuyor.
‘ULUSLARARASI TOPLUM İSRAİL’E KARŞI SERTLEŞMELİ’
Bu arada Gazze’deki İsrail katliamları da ara vermedi. Pazar günü Gazze’deki çocukların çocuk felcinden korunması için başlayacak aşı kampanyası için “insani ara” verileceği duyuruldu. İsrail ara öncesi saldırılarını yoğunlaştırdı.
İsrail ordusu ABD merkezli Anera adlı STK tarafından organize edilen yardım konvoyunu vurdu. Konvoy, Refah’ta Birleşik Arap Emirlikleri tarafından işletilen bir hastaneye tıbbi malzeme ve yakıt taşıyordu. Guardian’ın haberine göre Anera’nın Filistin Ülke Direktörü Sandra Rasheed “Bu şok edici bir olay. Anera tarafından koordine edilen ve İsrailli yetkililer tarafından onaylanan konvoyda, şans eseri yara almayan bir Anera çalışanı da bulunuyordu” dedi.
Gazze’deki son durumu yorumlayan İsrailli Milletvekili Ofer Cassif’e İsrail’e yönelik tutumun sertleşmesi gerektiğini belirterek şunları söyledi: “Gazze’deki soykırım katliamı, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki etnik temizlik ve İsrail’in kendi içindeki faşizm ve siyasi zulüm derinleşip yaygınlaştıkça, uluslararası toplum İsrail hükümeti ve ortaklarına karşı sertleşmelidir.”
Ancak İsrail’in silahlarının yüzde 70’e yakınını sağlayan ABD’nin böyle bir planı yok. İktidardaki Demokrat Partinin kasım seçimlerinde yarışacak Başkan Adayı Kamala Harris, CNN Televizyonuna verdiği röportajda bir yandan ateşkesi desteklediğini iddia ederken öte yandan şu ifadeleri kullandı: “Açık konuşayım, İsrail'in savunmasına ve kendini savunma kabiliyetine olan taahhüdüm sarsılmaz ve kesindir. Bu değişmeyecek.”
/././
SETA'dan gelen imdat -Nuray Sancar-
AKP’nin 2006’da kurduğu iç ve dış politika üzerine hem politika üreten hem de üretilmiş politikaları gerekçelendiren, çok sayıda rapor-analiz, kitap yayımlayan, iktidara kadro transferi yapan SETA’nın hazırlayıp parti üst yönetimine sunduğu son raporla ilgili Gazete Pencere Yazarı Nuray Babacan’ın verdiği bilgilere göre Erdoğan’ın, partisine uzun süre sadakatle destek vermiş kitle üzerindeki nüfuzu gerilemiş görülüyor.
SETA’nın varlığını reddettiği raporda dikkat çeken noktalar arasında; halkın adalet duygusunun zedelendiği, parti içi bölünmelerin artmasının motivasyonu düşürdüğü, ekonomik kriz ve gelir dağılımındaki adaletsizliğin AKP’den uzaklaşmaya neden olduğu gibi malumun ilamı cinsinden başlıklar var. Daha önemlisi AKP seçmeninin hatırı sayılır bir bölümü ‘Erdoğan iyi çevresi kötü’ veya ‘Erdoğan bilse yaşananlara izin vermez’ mealinde iyimser bir beklenti zemininde durmaktan da uzaklaşmış görünüyor: Erdoğan her şeyden sorumlu.
AKP’nin, parti aidiyeti ekseninde kurduğu yardım, lütuf, iane ve sadakate bağlı sosyal politikalarının muhatabı olan en yoksul kesimler ile; ihale, vergi indirimi, teşviklerle beslenen seçili sermaye gruplarını kapsayan kümelenme eskisi gibi işletilemiyor. Din-iman-maneviyat ekseninde, en alttakilerle en üsttekileri dava kardeşliğinde sözde eşitleyen kimlik politikasının hayatın acı gerçekleri karşısında sınıfsal bir ‘farkındalık’ yaratarak çözülebileceği aslında bir sır değil. Eski damat maliye bakanının söylediği gibi ‘Aya otoyol yapacağı desek buna inanacak olan kitle’ birikmiş yalanların, tutulmayan sözlerin, oyalamaların altında ezildikçe yerli-milli birlik beraberlik miti de çöküyor ister istemez.
Adalet ise şimdiye kadar, bu birlik beraberlik çatısının altında birlikte kalkınma umuduyla durabilen kesimler dışında bırakılanların derdi olmuştu. Ancak dava kardeşi aç yatarken yiyip içtiklerinin, lüks yaşam alışkanlıklarının ve kazandıklarının teşhiriyle eziyet eden, bu yetmiyormuş gibi borçlarını ve kazançtan kayıplarını vergi olarak, düşük ücret ve ağır sömürü olarak yoksula yükleyen ele dur demeyen, hatta bunu hem meşru hem yasal gören kudret, durdurulmayan elin sahibi ve yetkilendiricisi görülüyor. Ama emekçinin sesi, ses çıkarmak için ihtiyaç duyduğu birliği, örgütlülüğü karşısında rejimin güvenlik aygıtları, din kardeşiyle makbul olmayan diğerleri arasında hiçbir ayrım yapmadan kardeşlikten bir çırpıda atabiliyor. O zaman anlaşılıyor ki iktidarın muhabbeti koşullu; boyun eğmeye, her ne olursa olsun müritleşmeye bağlı.
İktidar yanlısı medyanın yüksek volümlü ajitasyonu altında cezaya suç uydurulduğu, tamamlanmış cezaların ilgili heyet ‘iyi hal’ görmediği için tutuklunun salıverilmesinin keyfi olarak engellendiği, kadın ve çocuk kıyımının had safhaya ulaştığı, sokak hayvanlarının katli için yeşil ışık yakıldığı gerçeği bütün bariyerleri geçerek her yerde yankılanıyor. Keyfi ceza kimse için uzak bir ihtimal değil. Böyle olunca adaletin ve yasanın yerine kendi teveccühünü ve takdirini yerleştiren tek adam elbette bir güven kriziyle baş başa kalır.
Dahası Ahlat’taki kabine toplantısından sonra OVP’den iyi sonuçlar alındığını söyleyen Cumhurbaşkanının sözleri realiteyle çarpışıyor. Maden ve santral şirketlerine ikram edilen ormanlar, yağmalanan kıyılar, tarım çökertildikten sonra küçük üreticinin göz dikilen toprağıyla ölçülen ekonomik durum bu sözlerin sağlamasını yapmıyor.
Şimdi kulübeler saray(lar)la yüz yüze kaldı ve her seferinde can acıtıcı sonuçlar yaşandı, yaşanıyor. Partinin dağılmış ve güven yitimine uğramış aynı zamanda giderek güvencesizleşmiş çevre çeperi çöktükçe merkezi de istikrarsızlaştı. İçişleri bakanlarının eskisiyle yenisi, maliye bakanlarının damadıyla devşirmesi arasındaki taht kavgaları sadece, program zamanını doldurmak için ekranda köpürtülen bir mevzu değil. İktidarın güvenlik bürokrasisini de kesen ayrışmalar, parti basını ve siyasetçilerinden çıkan farklı sesler, gruplaşmalar, adam tutmalar, çıkar fraksiyonlaşması herkesin gözü önünde gerçekleşiyor. Paylaşılacak akar kıtlığı koltuk kavgalarını tetikliyor. Bu durumda kendisine başka alemlerde yer arayanların sayısı da artıyor. Bu yüzden başka parti ve çevrelerden kan arama hali SETA raporuna kadar sinmekte.
İktidarın fiili ortağı Bahçeli’nin sembolik ve gizemli mesajları, Tuğrul Türkeş’in Gezi tutuklularını ziyaret etmesi, Parti Yazarı Abdülkadir Selvi’nin Kavala ile ilgili yazıları koalisyonda da işlerin iyi gitmediğini, güç yarışına girildiğini gösteriyor.
SETA raporunun asıl önemi iktidar memnuniyetsizliğinin ve Erdoğan’ın karizmatik etkisindeki erimenin giderek daha geniş bir toplumsal kesimi kapsaması. Raporu bir iç imdat çağrısı olarak görmek mümkün. Çünkü SETA’nın kurmaylarının çoğu iktidarın yüksek mevkilerine de transfer oldular. Kurucu üyelerinden İbrahim Kalın bugün MİT Başkanı, Fahrettin Altun İletişim Daire Başkanı ve en son Kurumun Direktörü Prof. Burhanettin Duran dışişleri bakan yardımcılığına getirildi. Vakfın tabii ki kontrolü Erdoğan’da.
AKP ile Erdoğan’ın irtifa kaybettiği şimdiye kadar iktidarın bütün politikalarına övgü yağdıran organik bir düşünce kuruluşu tarafından tespit edildi. Ne var ki satamadığı karpuzu, sütü yola döken çiftçiyi, geçinebilmek için fazla mesai yapan emekçiyi kendine ve emeğine zarar vermeye zorlayan sistem çürür ama kendiliğinden çökmez. Üretimden gelen gücü öz yıkıma değil mevcudu değiştirmeye yöneltmek gerekir. Kendisine rapor sunulan erkanın kabusu da açık ki budur.
/././
Prof. Dr. Doğan Yaşar İzmir’deki balık ölümlerini değerlendirdi: Körfezin ölümü son 25 yılın eseri -Ramis Sağlam-
Prof. Dr. Doğan Yaşar İzmir Körfezi’nde yaşanan balık ölümlerinin körfezin foseptik olarak kullanılmasından ve arıtılmayan fabrika sularından kaynaklandığını söyledi.
İzmir Bayraklı, Alsancak ve Karşıyaka sahillerinde görülen toplu balık ölümleri gözlerin körfez kirliliğine çevrilmesine neden oldu. Tarım ve Orman İl Müdürlüğü balık ölümlerinin nedenini araştırmaya devam ederken, Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği İzmir İl Müdürlüğü uzmanlarının balık ölümleri ile ilgili ilk açıklaması “Denizdeki mikroorganizmalarda ciddi artış olduğu” yönünde oldu.
İzmir Büyükşehir Belediyesi toplu balık ölümlerinin ardından Bayraklı sahiline 4 hidrosoft pompa kurdu. Pompaların çektiği deniz suyu filtrelenerek yeniden denize deşarj edilirken bu yolla su içindeki oksijen oranının da artırılması hedefleniyor. Deniz yüzeyindeki ölü balıklar kirliliğe ve kötü kokuya neden oldu.
Körfez’de yaşanan kirliliğin sürpriz olmadığını, son 25 yılın en kirli Körfez’iyle karşı karşıya olduğumuzu belirten Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) Çevre, Biyoçeşitlilik ve İklim Değişikliği Çalışma Grubu Üyesi Prof. Dr. Doğan Yaşar ile sorunun geçmişini ve nedenlerini konuştuk.
“BİLİMSELLİKTEN UZAKLAŞMANIN FATURASI”
Körfez kirliliğinin bu seviyeye geleceğini bildiklerini ifade eden Yaşar, geçtiğimiz yıllarda yaşanan plankton patlamalarının 2023 yılında da görüldüğünü, az da olsa balık ölümlerinin yaşandığını söyledi.
Bu yıl toplu balık ölümlerinin had safhaya ulaştığını söyleyen Yaşar, “Zaten bu beklemediğimiz bir durum değildi. Körfez’in kızıla dönmesi demek plankton patlamaları anlamına geliyordu. Bunun anlamı ise denizde oksijenin sıfırlanması demek. Bu durumda balık ölümleri sürpriz bir durum olmadı. Son 25 yılın en kötü yılını yaşamamıza neden oldu” dedi.
“KİRLİLİĞİN EN ÖNEMLİ NEDENİ FABRİKA ATIKLARI”
İzmir Körfezi'nde yaşanan kirliliğin nedenlerini değerlendiren Yaşar, “Yaşanan kirliliğin en önemli nedeni arıtılmadan derelere bırakılan fabrika sularıdır. Bunun yanında son yıllarda yapılan baypasları unutmamak gerekir. Çiğli'deki arıtma tesisinin yetersiz kalması sonucu bypaslar oluştu. Tabii baypasların hiç olmayacağını söylemiyorum. Zaman zaman aşırı yağışların kaldıramayacağı dönemlerde baypaslar olur, sanırım bunun da etkisi oldu” diye konuştu.
Körfezin aşırı kokmasını ‘derelerin betonlanmasına’ bağlayan Yaşar, “2000'li yıllarda derelerin altının betonlanması en büyük yanlıştı. O zamanda körfezi öldürürsünüz demiştik dinletemedik. Toprakla suyun ilişkisinin kesilmesinin kaçınılmaz bir sonucunu yaşıyoruz. Böyle bir sonuç doğuracağı bilimsel bir gerçekliktir. Kokunun nedeni derelerin toprakla ilişiğinin kesilmesidir. Açıkça söylemek gerekiyorsa bu bilim dışılık, bilim tanımazlıktır. Bugün tam da bunu yaşıyoruz. Bir an önce betonlar sökülmelidir” ifadesini kullandı.
ARITMA TESİSLERİ KAPATILDI, KİRLİLİK PATLADI
Yaşar, 2004 yılında arıtma tesislerinin kapatılarak fabrikalardan yine kirli suların Körfez’e akıtılmasıyla, Körfez’in kirlenmesinin tekrar başladığını aktardı. 2008 yılına gelindiğinde Körfez’in tekrar kokmaya başladığının altını çizen Yaşar, “2010'nun ilk çeyreğinde makro algler, deniz marulları patlamaya başladı. Bu patlamalar devam ettikçe kirlilik bu seviyeye ulaştı” bilgisini paylaştı.
Gediz Nehri'nin Körfez’i kirlettiği düşüncesine karşı çıkan Yaşar, akıntı çalışmalarının bunu doğrulamadığına dikkat çekerek “Körfez'de akıntı sistemi yok. Karaburun'dan girer, güneyden dolaşır ve kuzeye doğru akıntı gider. Bizim buradaki kirlilikle hiçbir ilgisi yok. Çiğli arıtmanın da burayla bir ilgisi yok. Burası tamamen iç körfezden gelen kirli suların bir eseridir” hatırlatmasını yaptı.
İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Cemil Tugay'ın balık ölümlerine ilişkin açıklamalarına da değinen Prof. Dr. Doğan Yaşar, “Sanırım yanlış yönlendiriliyor. Tugay'ın açıklaması bilimden çok uzak açıklamalardır. Daha ilk cümlesi kirliliğin 1965'li yıllardan sonra başladığıydı. İzmir Körfezi kirliliğiyle ilgili ilk makale 1930 yılında William Numan tarafından yazıldı. 1955’te ilk defa müthiş bir plankton patlaması yaşandı. Bu patlama Türkiye denizlerinde müthiş bir balık ölümüne neden oldu. Körfez devamlı foseptik olarak kullanıldı. İzmir'in foseptiği iç körfeze verildiği için 4-5 yıldır plankton patlamaları ve balık ölümleri gerçekleşti” dedi.
/././
İktidarın rotası: ABD-AB-NATO ekseni -Yusuf Karadaş-
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, dün Brüksel’de Türkiye’nin 5 yıl aradan sonra tekrar davet edildiği Avrupa Birliği (AB) dışişleri bakanları gayriresmi toplantısına katıldı. AB’nin 5 yıl sonra yaptığı bu davet ve Türkiye’nin bu daveti memnuniyetle karşılaması, beklentileri farklı olsa da her iki tarafın ilişkilerde yeni bir dönemi başlatma isteğini ortaya koyuyor. Öte yandan önümüzdeki günlerde görev süresi dolacak olan ABD Ankara Büyükelçisi Jeff Flake, son dönemlerde ABD-Türkiye ilişkileri ve Türkiye’nin NATO içindeki önemine dair dikkat çekici açıklamalar yapıyor. Özellikle 2016’daki darbe girişiminden sonra Erdoğan iktidarı ile ilişkileri bozulan bu güçlerin son dönemlerde Türkiye’ye ilgisinin artması, Türkiye’yi kuşatan bölgelerdeki gelişmelerden ve bu bölgelerde Türkiye’ye biçilen görevlerden bağımsız değil. Ancak bu ilgide ve ilişkilerin hızlı bir seyir ilerlemesinde Erdoğan iktidarının ABD, NATO ve AB eksenine daha fazla bağlanma yönünde attığı adımların da önemli bir rolü bulunuyor.
ABD Ankara Büyükelçisi Flake, haziran ayında Reuters haber ajansına verdiği röportajda “Ukrayna'daki savaşın Ankara'nın NATO'ya ve Batı'ya olan bağlılığını gösterdiğini” belirterek “Türkiye'nin Batı ile ilişkilerinin ve ABD ile ortaklığının hiç olmadığı kadar güçlü olduğunu” söylemişti. Flace, geçtiğimiz günlerde Politico dergisine verdiği röportajda da 2016’daki darbe girişiminden sonra ABD’nin Erdoğan iktidarını desteklemekte yavaş kaldığı konusunda öz eleştiri yapıyor -ki, darbe girişiminden hemen sonra Rusya Lideri Putin tarafından aranan Erdoğan, dönemin ABD Başkanı Obama tarafından aranmamıştı. Ancak bu ayın başında Ankara’da aralarında ABD, Rusya ve Almanya’nın da yer aldığı 7 ülke arasındaki esir takasındaki rolü konusunda Erdoğan iktidarından övgüyle söz eden Flake, bu takastan sonra Erdoğan’ın Biden tarafından aranırken bu kez Putin tarafından aranmadığını ve dolayısıyla ilişkilerin tersine döndüğü vurguluyordu. Flake ayrıca kendisinden sonra gelecek büyükelçiye de “Büyüyen bir bölgesel güç ve NATO’nun ikinci büyük ordusuna sahip Türkiye ile ilişkilerin geliştirilmesi için her cephede çalışması” nasihatini vermeyi de unutmuyor.
Ukrayna savaşı; ABD, AB ve NATO’nun Rusya ve Çin ile hegemonya mücadelesinin önemli alanlarından birini oluşturuyor. Türkiye’deki iktidar bu savaş sürecinde Ukrayna’ya askeri destek (başta Bayraktar TB2 SİHA’ları) vermekle kalmadı, NATO’nun çizdiği hattın da dışına çıkmadı. Dolayısıyla Ukrayna savaşı, Batılı emperyalistlerle yaşadığı kimi sorunlara rağmen Erdoğan iktidarının emperyalistler arasındaki egemenlik mücadelesinin hangi tarafında yer aldığını açık bir biçimde gösterdi.
Haziran ayında İsviçre’de yapılan ve Rusya’nın davet edilmediği ‘Ukrayna barış zirvesi’nin sonuç bildirgesinde barış görüşmelerinin başlaması için Rusya’nın işgal ettiği topraklardan çekilmesi maddesi yer almıştı. Türkiye’nin de aralarında yer aldığı 80 ülke tarafından imzalanan bu bildirgeye Brezilya, Hindistan, S. Arabistan, BAE’nin de aralarında yer aldığı 8 ülke imza koymamıştı. Hindistan Başbakanı Modi’nin 23 Ağustos’ta Ukrayna’ya gerçekleştirdiği ziyaret sonrasında açıklamalar yapan Ukrayna Devlet Başkanı Zelenskiy, Hindistan ilk bildirgeye imza atmadığı için kasım ayında yapılması planlanan ikinci barış zirvesinin Hindistan’da yapılmayacağını; bu konuda Türkiye’nin de aralarında yer aldığı ve bildirgeye imza atan 4 ülke ile görüşmeler yaptıklarını belirtmişti.
Böylesi bir süreçte ABD ve NATO’nun Türkiye’nin rolünden övgüyle söz ettiği Ukrayna savaşının en önemli gündem maddelerinden birini oluşturduğu AB dışişleri bakanları gayriresmi toplantısına Türkiye’nin davet edilmesi daha anlaşılır oluyor. Bu yazı yazılırken sonuçları henüz açıklanmamış olan bu toplantıda Ukrayna savaşının yanı sıra Ortadoğu, Doğu Akdeniz ve Kıbrıs, Karadeniz, Kafkasya, mülteci sorunu gibi Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren birçok önemli gündem maddesi yer alıyor.
ABD, NATO ve AB’nin Türkiye konusundaki beklentilerindeki yükselişi, Erdoğan iktidarının yaşadığı ekonomik ve siyasi sıkışmışlığın da etkisiyle son dönemde bu beklentileri karşılama yönünde attığı adımlardan bağımsız düşünmemek gerekiyor.
Ukrayna savaşının yarattığı saflaşmanın en önemli dönemeçlerinden biri Finlandiya ve İsveç’in NATO üyeliklerinin onaylanması idi. Erdoğan iktidarı bu konuyu ilk başlarda bir pazarlık konusu yapmaya çalışsa da ABD’nin baskısı karşısında geri adım attı.
Türkiye’nin ABD-NATO ile yakın dönemde yaşadığı en önemli sorunlardan biri de Rusya’dan S-400 hava savunma sisteminin satın alınmasıydı. Erdoğan iktidarının “acil savunma ihtiyacı” gerekçesiyle 2017’de 2.5 milyar dolara satın aldığı ve ilk parçaları 2019’da teslim edilen S-400’ler o gün bugündür hangarlarda bekletiliyor. Son günlerde Erdoğan yönetiminin S-400’lerden kurtulmak için onları Pakistan ya da Hindistan’a satması senaryoları konuşuluyor.
Bu dönemde Türkiye’nin en büyük enerji tedarikçisi Rusya’ya olan bağımlılığın azaltılması ve ABD-NATO eksenine bağlanma yönünde atılan bir diğer önemli adım da BOTAŞ ile ABD’li enerji tekeli ExxonMobil arasında 10 yıllık LNG (sıvılaştırılmış doğal gaz) anlaşması yapılmasıydı.
İsrail’deki Netanyahu yönetimi Gazze’deki saldırı, işgal ve katliamlarını bölgesel bir savaşa çevirecek hamleler yaparken ABD emperyalizmi de bu saldırganlığa desteğinin bir ifadesi olarak Doğu Akdeniz’deki askeri varlığını arttırıyor. Filistin ve Gazze konusunda en başından itibaren iç kamuoyunu yedeklemeye yönelik istismarcı bir tutum takınan iktidar partisi AKP’nin Sözcüsü Ömer Çelik, ABD’nin Doğu Akdeniz’e gönderdiği savaş gemilerini “Oraya başka devletlerin gönderdiği her savaş gemisi, her uçak gemisi şiddet sürsün, şiddet bölgeye daha çok yayılsın diyenlerin işine yarayacak bir vesile sunmuş olacak" sözleriyle eleştirmişti. Ancak Çelik’in “eleştirisinin” üzerinden çok geçmeden 13-17 Ağustos tarihleri arasında ABD ve ilk amfibi savaş gemisi TCG Anadolu’nun da yer aldığı Türk savaş gemilerinin Doğu Akdeniz’de ortak bir deniz tatbikatı düzenledikleri ortaya çıktı.
Tıpkı Ukrayna savaşı gibi Doğu Akdeniz’de Türkiye-ABD ortak deniz tatbikatı da Erdoğan iktidarının bölgedeki egemenlik mücadelesi ve olası bölgesel savaşın hangi tarafında yer aldığını açık bir biçimde ortaya koyuyor.
Erdoğan iktidarının Türkiye’yi çevreleyen gelişmeler ve emperyalist egemenlik mücadelesi karşısındaki tutumunu ve attığı adımları anlamak için Milli Savunma Bakanı Güler’in geçtiğimiz günlerde Reuters haber ajansına yaptığı "Önceliğimiz önemli bir müttefik olarak NATO'ya karşı sorumluluklarımızı yerine getirmek ve müttefiklerimizle dayanışmayı güçlendirmektir" açıklamasına dikkat çekmek gerekiyor.
İktidarın askeri ve siyasal alanda attığı bu adımları ekonomik alanda Şimşek’in IMF’siz IMF programı olarak adlandırılan işçi ve emekçilere yönelik saldırı programı tamamlıyor. Bu yüzden ücretlerin düşürülmesi, vergilerin arttırılması ve zamların devam etmesi üzerinden işçileri, emeklileri ve üreticileri açlık, işsizlik ve yoksullukla karşı karşıya bırakan bu ekonomik program IMF’nin "Türkiye’de uygulanan ekonomik politikaların önemli bir dönüşüm geçirdiği ve bu dönüşümün(…) kriz risklerini belirgin bir şekilde azalttığı ve güveni artırdığı" değerlendirmesinin yer aldığı raporunda da övülüyor.
Erdoğan iktidarının Türkiye’yi siyasi, ekonomik ve askeri olarak ABD, AB ve NATO’ya daha fazla bağımlı hale getiren hamleleri bir yandan ülkeyi bölgedeki gerilim ve çatışmaların içine sürüklüyor ve öte yandan IMF’siz sermaye programlarıyla işçi sınıfı ve emekçi halkın yaşam koşullarını giderek zorlaştırıyor. Bu süreç, işçi-emekçilerin iş ve ekmeği ile ülkenin bağımsızlığı ve bölgede barış mücadelesini daha önce olmadığı kadar birbirine bağlıyor.
/././
Terör saldırısı gölgesinde Doğu Almanya seçimleri -Yücel Özdemir-
Almanya, bir hafta önce bugün 26 yaşında, Suriye’den gelen bir mültecinin Solingen’de düzenlediği bıçaklı saldırıda üç kişinin hayatını kaybetmesi, sekiz kişinin yaralanmasını tartışmaya devam ediyor. Saldırganın neden sınır dışı edilemediği, katliamı gerçekten IŞİD’in emriyle mi yoksa tek başına mı yaptığı sorgulanıyor. Hükümet ve muhalefet partileri tam bir koro halinde mülteciler ve göçmenlere karşı açıklamalar yapıyor. Alman Anayasası’nın 16a. maddesiyle güvence altına alınan “Siyasi nedenlerle takibat altında olanlara iltica hakkı” yok edilmek isteniyor. Daha önce tek cümleden ibaret bir maddeye yapılan dört ekle zaten sınırlandırılan iltica hakkının neredeyse tamamen kaldırılması isteniyor.
Örneğin ana muhalefetteki Hıristiyan Demokrat Birlik (CDU) Partisi Genel Başkanı Friedrich Merz, açık bir şekilde Afganistan ve Suriye’den mülteci alımının durdurulması çağrısında bulundu. Saldırıları düzenleyenlerin bu ülkelerden gelen radikal dinci teröristler olması, Taliban rejiminden kaçan kadınların yüzüne kapının kapatılmasına vesile ediliyor.
Sapla samanı karıştırmak tam da bu olsa gerek.
Halka karşı terör saldırısı düzenleyenlerle savaş mağduru masum insanları birbirinden ayırmak yerine, genellemeler yapılarak neredeyse İslam ülkelerinden gelen bütün göçmenler suçlu ya da potansiyel terörist olarak ilan ediliyor. Teröristle savaşların mağduru sivilleri ayırma görevi toplumun değil, güvenlik birimleri ve yargının işi olmalı. Bunun gereği yapılamadığı için basit genellemeci çözümlerle suçlamalar yapılıyor.
Daha önce bu türden genellemeci demagojik söyleme asıl olarak aşırı sağcı, faşist, ırkçı parti ve örgütler sarılıyordu. Bir süredir bu söylem artık diğer düzen partilerinin de temel yaklaşımı haline geldi. Aşırı sağ ve ırkçı partilerle yarış halinde olan bu partiler, onların söylem ve eylemlerini devralarak aslında en çok aşırı sağcı partileri güçlendirdiler. Bu nedenle Avrupa genelinde göç, sığınma, güvenlik gibi konularda aşırı sağın söylemleriyle mücadele yerine onlarla yarış; aşırı sağın fikir üstünlüğüyle sonuçlandı.
Kıta genelinde son yıllarda aşırı sağın yükselişinin önemli nedenlerinden birisi bu. Sahtesi yerine orijinalini tercih etme her zaman “çözüm” için en kestirme yol olmuştur.
Pazar günü Saksonya ve Thüringen eyaletlerinde yapılacak parlamento seçimleri tam bu tartışmaların ortasında gerçekleşecek. Her iki eyalette de mülteciler ve İslam düşmanlığı üzerinden son yıllarda oylarını artıran Almanya için Alternatif (AfD) partisi birinci ya da ikinci görünüyor. Oyu yüzde 30 civarında. Her iki eyalette de göçmen ve mülteci oranı Almanya genelindeki ortalamanın çok altında olduğu halde, düşmanlık propagandası adeta zirvede. Artan sosyal sorunlar, derinleşen yoksulluk, gelecek korkusu ve endişesi daha önce de Doğu Almanya’da kendisini hissettiriyordu. Ancak, son 4-5 yıl içinde Ukrayna savaşının da etkisiyle bu durum daha da büyüdü. Bu nedenle göçmen ve mülteci düşmanlığının genellemeler üzerinden karşılık bulmasının maddi koşulları öncesinde göre çok daha fazla.
Bu son terör saldırısından bağımsız olarak, durum zaten böyleydi.
Zira güncel ve tarihsel nedenlerden ötürü Doğu Almanya’daki eyaletlerde, Der Spiegel dergisinin bu haftaki başyazısında da ifade edildiği gibi, “farklı bir politik kültür” oluşmuş durumda. Batı Almanya merkezli geleneksel düzen partilerine tepki iki Almanya’nın birleşmesinden bu yana kendisini hep hissettirdi.
Pazar günkü seçimlerde bu bir kez daha tekrarlanacak. Thüringen’de 1.6 milyon, Saksonya’da 3.2 milyon seçmen var. Seçimlere katılım oranı genellikle yüzde 60-70 arasında olduğundan anketler şimdiden sandık başına gideceklerin yarısının geleneksel düzen partilerine oy vermeyeceğini ifade ediyor. Özellikle hükümet partileri SPD, Yeşiller ve FDP can çekişiyor ve yüzde 5 barajını geçmenin mücadelesini veriyorlar.
Bölgenin yükselen iki partisi var: AfD ve Bündnis Sahra Wagenknecht (BSW). İkisinin toplam oyu yüzde 50’yi buluyor. Ukrayna savaşı ve mülteciler konusunda birbirinden çok da farklı şeyler söylemeyen, birisi ırkçı diğeri sol-ulusalcı çizgide duran bu partilerin Doğu Almanya’daki eyaletlerde kurulacak hükümetlerde kilit konumda olacağı bugünden açık. Muhafazakar CDU şimdilik AfD ile koalisyon ortaklığına kapıyı kapatmış görünüyor. Sol Parti ve BSW ile ortaklığa sola düşmanlık geleneği nedeniyle çok gönüllü değil.
Her iki eyalette sandıktan çıkacak sonuçlar Almanya’nın geleneksel siyaset ezberini kısmen bozacak gibi görünüyor. Birbirine benzemeyen partiler koalisyonlar kurup birlikte çalışmaya mı başlayacaklar yoksa belirsizlik dönemine mi girilecek... Junge Welt gazetesi oluşacak tabloyu dün “çifte kriz seçimi” olarak tanımladı. Krizlerden birisi hükümet oluşturmayla ilgili iken diğeri de AfD’nin eyalet parlamentolarında üçte biri aşacak bir çoğunluğu aşması durumunda meclislerin çalışmasını engellemesi. Parlamentoların feshedilerek yeniden seçime gitme, meclis başkanını seçme, anayasayı değiştirme, anayasa mahkemesine hakim atama gibi uygulamalar için üçte ikilik çoğunluğu gerekiyor.
Her iki eyaletteki tablo aynı zamanda önümüzdeki yıl yapılacak genel seçimlerden çıkacak sonuçların da ön habercisi. Avrupa’nın birçok ülkesinde olduğu gibi Almanya’da ekonomik, sosyal gelişmeler eski siyası dengeleri değiştiriyor. Bu nedenle pazar günkü seçimler, yerel bir tercihin ötesinde, Almanya ve Avrupa genelinde yükselen aşırı sağla mücadele konusunda kritik bir öneme sahip.
/././
Evrensel - GÜNDEM
Kocaeli’de otobüslerde canlı bomba ihbarı: Tüm seferler durduruldu
Kocaeli'de otobüslerde bomba ihbarı yapıldı. Toplu taşıma uygulaması olan e-komobil hacklendi ve kullanıcılara mesaj gönderildi.(https://www.evrensel.net/haber/526901)
Jandarma, Manisa Soma'da sendikal hakları ve işçi sağlığı ve güvenliği için mücadele eden işçilere karşı AKP'li Ferhat Nasıroğlu’na ait Fernas Madene kalkan oldu. İşçiler güneş altında bekletiliyor.(https://www.evrensel.net/haber/526866)
İşgücü Uyum Programı, işsizlerin kamu kurumlarında geçici, düşük ücretli çalışmasını öngörüyor. Akademisyen Özgür Müftüoğlu, programı "esnek ve güvencesiz çalışma" olarak eleştiriyor.(https://www.evrensel.net/haber/526876)
Emeklilik sisteminin güncellenmesine dair konuşan AKP'li Abdullah Güler, "daha adil bir sistem" iddiasıyla farklı ülkeleri örnek gösterdi, "Kimi ülkelerde 70 yaşına kadar emeklilik durumu var" dedi.
Hükümet emeklilik sistemini değiştirmek için yeni hamleler peşinde. Hedefleri mezarda emeklilik. AKP Grup Başkanı Abdullah Güler, ülkede çok fazla emekli olduğunu söyleyerek emeklilik yaşının 70’e çıkarılması gerektiğini, bununla ilgili yeni çalışmalar yaptıklarını duyurdu. AKP Grup Başkanı Abdullah Güler, emeklilik sisteminin güncellenmesi, haftalık çalışma süresinin düşürülmesi ve bazı davaların istinafa gitmeden doğrudan Yargıtay'a gönderileceği yönündeki iddialarla ilgil açıklamalarda bulundu. DHA’ya konuşan AKP Grup Başkanı Abdullah Güler, emeklilikte yeni düzenlemelere ihtiyaç duyulduğunu söyleyerek, Avrupa’daki emekli sayısını dayanak aldı ve Türkiye’de çok fazla emekli olduğunu söyledi: “Ortalamaya baktığımızda 3 ila 4 çalışana karşılık bir emekli var. Ama ülkemizde 2 çalışana 1 emekli olduğunu görüyoruz. Bizim bu manada mutlaka hem prim miktarını ve yaşı hem de ödenen süreyi esas alacak şekilde daha adil, daha dengeli ve sürdürülebilir mahiyette bir emeklilik sistemini inşa etmemiz lazım.” Bu gerekçelerle emekli olma yaşının 70’e kadar çıkarılması gerektiğini savunan Güler, “Gelişmiş ülkelerdeki uygulamayı esas alırsak emeklilikte üç tane başlık öne çıkıyor. Bir tanesi, ödediğiniz prim miktarı, ödediğiniz süre ve yaş. Avrupa'nın gelişmiş ülkelerinde bizim ülkemizde olduğu gibi 40'lı, 45'li ve 50'lili yaşlarda bir emekliliğe rastlayamazsınız. Avrupa'da emeklilik yaşı 65'tir, 67'dir. Kimi ülkelerde de 70 yaşına kadar emeklilik yaş durumu vardır. Bu, sürdürülebilirlik çizgisi açısından önemlidir” dedi.(SIRA EMEKLİLİĞE GELİNCE "GELİŞMİŞ ÜLKELERİ" ÖRNEK VERDİ) Açıkça, emekli yaşının artırılmasını hayata geçireceklerini ilan eden Güler, bu sistemin uygulanmadığı takdirde emekli maaşlarının daha da düşeceğini iddia etti: “Gelişmiş ülkelerin de uyguladığı bu sistem üzerinden benzer bir uygulamayı bizim ülkemizde de hayata geçirmemiz gerekiyor. Bakanlığımızın bu konuda çalışmaları var ama henüz şu anda bir yasal düzenleme açısından elimizde böyle bir metin yok” diye konuştu.(ESNEK ÇALIŞMADA HAZIRLIK SÜRÜYOR) “Güvenceli” adı altında esnek çalışma sisteminİ devreye sokan AKP çalışma yaşamına ilişkin yeni hazırlıklar yaparken, Kamu ve özel sektörde haftalık çalışma saatlerinin düşmeyeceğini belirterek, "Belli meslek gruplarında daha kısa süreli çalışma, daha esnek çalışma modelleri de tabii burada gerek işveren, gerekçe çalışanlar açısından öneriliyor, çalışılıyor. Bu mahiyette eğer olabilecekse sadece belli meslek kollarında ve belli mesleğin icrası noktasında uzaktan çalışma modeli gibi daha kısa süreli haftalığın belli günlerinde çalışabilecek bazı öneriler ve teklifler var” dedi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder