30 Ağustos 2024 Cuma

İdare ve Gözlem Kurulu ile 'ıslah' olmayanlar + Askerlikte ‘yağcılığın’ sınırsızlığı +Unutulmuş zamanların göç resimleri (duvaR)

 İdare ve Gözlem Kurulu ile 'ıslah' olmayanlar -Vecdi Erbay-

İlhan Sami Çomak'ın "Açık Deniz" kitabının yayımlanmasına hasbelkader katkıda bulunmuştum. Kitabın kapak resmini de ben seçmiştim: Açık denizde bir yelkenli. Bir mahpusun düşünü ifade ediyordu sanki.
Kitabı yayına hazırlarken editör inisiyatifi ya da ukalalığıyla bazı dizelere müdahale etmiştim. Biraz bozulmuş tabi ve "Vecdi şiirden anlamıyor" gibi bir cümle ile kızgınlığını dile getirmiş. Ben de, "Dışarı çıksın, kıyasıya şiir tartışalım" diye cevap göndermiştim.
O tarihte yeniden yargılanması ve serbest bırakılması gündemdeydi. Olmadı, serbest bırakılmadı. Ama cezaevi koşullarında şiir yazmaya devam etti ve İlhan Sami Çomak şiirini oluşturdu.
Belki bu gayreti, ısrarı, inadı yüzünden 30 yılını doldurduğu halde hâlâ cezaevinde tutuluyor.
İlhan Sami Çomak, somut hiçbir delil olmamasına rağmen müebbet hapis cezası aldı ve 30 yıldır hapiste. Serbest bırakılması beklenirken, İdare ve Gözlem Kurulu Çomak'ın 'ıslah' edilmediğine karar verdi ve tahliyesi ertelendi. Çomak, 3 ay sonra yeniden söz konusu kurulun karşısına çıkacak ve bu kurul yeniden Çomak'ın 'ıslah' olup olmadığına karar verecek.
Tahliye olacak umuduyla cezaevine doğru yola çıkan aile, İlhan Sami Çomak'a sarılıp hasret gidermek için 3 ay daha bekleyecek. Eğer Kurul, yeni bir ertelemeye gitmezse...
İlhan Sami Çomak şair ve özellikle şiire ilgi duyanların takip ettiği bir isim. Şair olarak isim yaptığından bu yana duruşmaları takip edildi, serbest bırakılması için değişik kampanyalar düzenlendi. Tahliyesinin 3 ay daha ertelenmesi bu nedenle kamuoyu tarafından tepkiyle karşılandı.
Hukukçular, 30 yıldır cezaevinde tutulan İlhan Sami Çomak'ın tahliyesinin yasal dayanağı olmayan keyfi bir kararla ertelendiğini söylüyor.
Kararda "genel olarak olumsuz bir durum olmamasına rağmen" geçmiş disiplin cezaları gösterilerek "iyi hal" yokluğuna gerekçe yapıldı. Oysa geçmiş disiplin cezalarının hiçbiri koşullu salıvermeye ilişkin engel teşkil eder nitelikte değil. Biliyoruz ki infazda ayrımcılık ve infaz yakmalar siyasal mahpuslara uygulanan tecridin görünen bir yüzüdür. İnfaz yakma, başta Anayasa olmak üzere ceza hukuku ilkelerini, umut hakkını, adil yargılanma hakkını ortadan kaldıran bir uygulamaya dönüştü.

İDARE VE GÖZLEM KURULU DİYE BİR ŞEY

İlhan Sami Çomak'a yönelik alınan karardan sonra pek çok kişi İdare ve Gözlem Kurulu'ndan haberdar oldu.

                                               İHD Diyarbakır Şubesi Başkanı Ercan Yılmaz
İdare ve Gözlem Kurulu'nun aldığı tahliyeyi erteleme kararlarıyla ilgili en çok başvuru alan kurumların başında İnsan Hakları Derneği (İHD) geliyor. Tahliye kararlarının ertelenmesiyle yeniden gündeme gelen yasayı, İdare ve Gözlem Kurulu'nun yapısını ve işleyişini, aldığı kararların sonuçlarını İHD Diyarbakır Şubesi Başkanı Ercan Yılmaz ile konuştuk.

Yılmaz, İnfaz Kanunu'nda Aralık 2020'de bir değişiklik yapıldığını belirterek, "Daha öncesinde şöyle bir uygulama vardı. Adli suçlular, alınmış olan hapis cezasının üçte ikisini yattıktan sonra, son bir yıl denetimli serbestlikle tahliye oluyordu. Terörle Mücadele Kanunu (TMK) kapsamında yargılananlar veya adli mahpusların bir kısmı, işte uyuşturucu ticareti, insan öldürme suçlarında bu oran dörtte üç. Yani almış olduğunuz hapis cezasının dörtte üçü bittikten sonra son bir yılda denetimli serbestlik ve koşullu salıvermeden serbest bırakırlardı. Bu kanunda 29 Aralık 2020 tarihli bir değişiklik yapıldı ve bu iyi hal değerlendirmesinin bir kurul tarafından yapılacağı söylendi. Bu kurul da hapishanede görevli olan memurlardan ve cumhuriyet başsavcısından ya da başsavcının görevlendirdiği bir savcıdan oluşuyor" dedi.

'HAKLI OLDUĞUMUZ ORTAYA ÇIKTI'

Yılmaz, söz konusu kurulun tahliyesi gelen mahpuslara bazı sorular sorduğunu, hapishanede geçirdikleri sürede iyi halli olup olmadıklarına ve 'ıslah' edilip edilmediklerine karar verdiğini söyledi.
Bu yasa tasarısı ortaya atıldığı zaman yüksek sesle itiraz ettiklerini ifade eden Yılmaz, "Çünkü Türkiye'de bu tarz kurulların nasıl çalıştığını biliyoruz. Mahpusların yıllar önce işledikleri ve cezalandırıldıkları fiillerle eş tutulup, hapishanede tutulma sürelerinin uzatılabileceği endişesini taşıyorduk, ki bugün haklı olduğumuz ortaya çıktı" diye konuştu.
Kanunda değişikliğin üzerinden yaklaşık 4 yıl geçti. Yılmaz, bu uygulamayla birlikte, şu ana kadar infaz süreleri uzatılan 476 mahpus tespit ettiklerini söyledi. Yılmaz, "Tabi bunların içerisinde 2 defa, 3 defa, 4 defa infazı uzatılanlar var. Mesela 30 yılı dolmuş, hatta 32. yılın içerisinde olan mahpuslar var" diyerek uygulamayı eleştirdi.

'PİŞMAN MISIN?' SORUSU

Kurul, 30 yılını doldurmuş mahpuslara ne soruyor? Galiba esas önemli soru bu olmalı. Çünkü sorulan soru, aslında kurul içinde yer alanların mahpusla ilgili niyetini ya da uygulamaya yaklaşımını da tarif eder niteliktedir.
Ercan Yılmaz, işleyişi şöyle anlattı: "İdari Gözlem Kurulu, şu gün şu tarihte kurula çıkacaksınız, diyor. Kurula çıkan mahpusa, 'Şu tarihte suç işlemişsiniz ve yargılanmanız yapılmış. Bu yargılama sonunda şu cezayı almışsınız. Bu suçu işlediğiniz için pişman mısınız, değil misiniz?' Bize gelen başvurulara göre mahpuslara en çok bu soru soruluyor. Oysa bu soruyu sorabilecek tek bir makam var Türkiye'de, o da mahkemelerdir. Mahkemeler suç şüphesi altında olan insanlara, TCK'daki etkin pişmanlık hükümleri gereği sorar bu soruyu.

'İYİ HALLİ DEĞİLDİR, 6 AY DAHA HAPİSTE KALSIN'

Aradan 30 yıl geçtikten sonra mahkeme vasfı olmayan, içinde sadece bir hukukçunun olduğu bir kurulun bu soruyu sormaya hakkı olmamalı. Düşünün, bir psikolog ya da bir din görevlisi soruyor 'Sen pişman mısın?' diye. 'Biz bu soruya bir cevap vermek istemiyoruz' diyor mahpuslar. En başat problem pişmanlık meselesini sormak. İkincisi, kendilerince bazı kriminal sorular soruyorlar. Mesela PKK üyeliğinden dolayı tutuklu olan kişiye, 'PKK sizin için ne ifade ediyor' diye bir soru soruyorlar. Rahatsız olunan bir cevap verildiği zaman da iyi halli olmadığı yönünde bir karar kuruluyor. Yine resmi ideolojiye uygun olmayan bir cevap verildiği zaman mahpuslar hakkında, "İyi halli değildir, altı ay daha hapishanede kalması gerekiyor' şeklinde kararlar veriliyor. Bunlar en çok rastladığımız şeyler. Yine çok çok uzun süre önce alınan bir disiplin cezası mahpusların infazının uzatılmasına neden olabiliyor."

4 YILDIR DANIŞTAY'DA BEKLEYEN DOSYA

İHD Danıştay nezdinde bu yasa değişikliğinin iptalini talep etmiş ancak dört yıldır Danıştay herhangi bir karar vermiş değil. Bazı hukuk örgütleri ve baroların da davalar açtığını, bütün davaların birleştirildiğini hatırlatan Yılmaz, buna rağmen henüz bir kararın çıkmadığını belirtiyor.
Birleştirilen davalar hakkında 4 yıldır karar verilmemiş olmasını değerlendiren Yılmaz, şunları söyledi: "Dışarıdaki ifade özgürlüğünün sınırlandırılması Türkiye'de son yıllarda en büyük gündemimiz. Toplantı, gösteri, yürüyüş haklarının engellenmesi, nasıl en büyük problemse, hapishanede tutulan mahpuslar açısından da bu böyle. 'Bazı ödünler vereceksin' yaklaşımı var devlette. Bu nedenle 500'e yakın insan, bu yasadan dolayı infaz süreleri 6 ay, 1 yıl, 1,5 yıl uzatılarak hala hapishanede tutuluyorlar. Üstelik bunların içerisinde çok ciddi hastalığı olan insanlar var. Hapishanenin fiziki koşullarının insan sağlığına olumsuz etkileri herkes için malum. Bu insanların büyük çoğunluğu 90'lı yılların koşullarında sorgulandılar. O dönem gözaltı süreleri 90 güne ulaşmış, avukat görüşünün yasaklandığı, çok ağır işkencelerin olduğu dönemden bahsediyoruz. Bunu devletin kendisi de kabul ediyor. Hukukun tamamen askıya alındığı yıllar. Gözaltı koşullarında ağır işkencelerden dolayı vücutlarında kalıcı hasarlar olan insanlardan söz ediyoruz. Bu kalıcı hasarlar 30 yıl hapishanede kalan insanlarda kalıcı hastalığa dönüştü. Bugün işte infaz süresi uzatılan insanların büyük çoğunluğu da aynı kişiler. Yakın zamanda hapishanede vefat eden bazı mahpusların infazlarının uzatıldığını biliyoruz."

                         Ercan Yılmaz, Gazete Duvar Diyarbakır Temsilcisi Vecdi Erbay'ın sorularını yanıtladı. 

'BU TCK KAPSAMINDA SUÇTUR' 

Burada, infazı uzatılan mahpusların, kurul kararına itiraz hakkı geliyor insanın aklına. Mahpusların karara itiraz hakkı varsa, süreç nasıl ilerliyor.
"Evet, bir itiraz yolunuz var" diyor Yılmaz ve şöyle devam ediyor: "Kurulun verdiği karar için önce infaz hakimliğine itiraz ediyorsunuz. İnfaz hakimliği kararı doğru bulursa Ağır Ceza Mahkemesi'ne götürüyorsunuz. Oradan da bir sonuç alamazsanız Anayasa Mahkemesi'ne ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne götürüyorsunuz. Ama bu süreçler tabii ki çok uzun. Anayasa Mahkemesi'ne götürülen bazı dosyalar var. Ama Anayasa Mahkemesi normal bir başvuruda bile 3-4 yılda karar verebilen, iş yoğunluğundan dolayı çok uzun sürede karar verebilen bir yapıya büründü. Ama şöyle bir şey de var: Ağır Ceza Mahkemesi'nin veya infaz hakimliğinin kaldırdığı kurul kararları da bazen uygulanmıyor. Kurulun verdiği kararı infaz hakimliği yani itiraz merci kaldırıyor. Ama kurul, tekrar aynı kararı verebiliyor. Bazı başvurularda bu şikayetleri de alıyoruz. Bugün Anayasa Mahkemesi'nin aldığı kararların uygulanmamasından bahsediyoruz. Demirtaş, Kavala, Can Atalay hakkında Anayasa Mahkemesi'nin kararlarını yerel mahkeme nasıl uygulamıyorsa, İdari Gözlem Kurulları da itiraz mercilerinin verdiği kararı uygulamıyorlar. Bu süreç bu şekilde uzuyor. Tek seferde tahliye olan mahpus sayısı neredeyse bir elin parmaklarını bile geçmiyor. Tahliye edilenlerin tamamı en az bir defa infaz süreleri 6 ay uzatılmış kişiler. Net bir şekilde söyleyeyim: Bu, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkının ihlalidir. Suçtur. TCK kapsamında suçtur."

UMUT HAKKI ELLERİNDEN ALINIYOR

30 yıl hapis yattıktan sonra özgürlüğe ve içeride hasreti çekilen dışarıya ait birçok şeyle buluşmaya bir adım kalıyor. Tünelin ucunda görünen ışık, umut etmeye neden oluyor. Ancak Yılmaz'ın anlattıklarından öyle anlaşılıyor ki İnfaz Kurulu tünelin ucundaki ışığı kapatarak umut etme hakkını elinden alıyor mahpusların. İnsanın umudunu kıran bu müdahale, öfkeyle birlikte psikolojik baskıya da neden oluyordur. Üstelik sadece mahpuslar için değil, 30 yıldır yol gözleyen aileler de etkileniyor İnfaz Kurulu'nun kararından.
Yılmaz da bu uygulamanın kolay karşılanmadığını belirterek, "Tahliye olduktan sonra bizleri ziyaret eden mahpuslar da oldu. İnfaz ertelemelerinin kendilerinden çok aileleri açısından bir yıkım olduğunu söylüyorlar. Aileler 30 yıl bekliyorlar ve artık tahliye günü geliyor. Aileler psikolojik olarak kendilerini hazırlıyorlar. Ama bu uzatmalar hem mahpusların hem de ailelerin üzerinde ciddi bir tahribat yaratıyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi birçok meseleyi psikolojik işkence olarak tanımlıyor. Bu uygulama da tam bir psikolojik işkence yöntemine, tanımına uygun bir davranış. Umut hakkını ortadan kaldıran bir uygulama. İdari Gözlem Kurulları umut hakkını, insanların hapishaneden çıkma umudunu ortadan kaldırmaya yönelik tam bir psikolojik işkence yöntemi olarak karşımızda duruyor" ifadelerini kullandı.

'MUHALEFET ÇEKİNGEN DAVRANIYOR'

Yılmaz, bir insan hakları ihlali olan bu konuda yeterli bir gündemin oluşmadığı da vurguluyor. "Oysa" diyor Yılmaz, "Siyasi partilerin tamamı bu konudan haberdarlar. Bizim hazırladığımız bir rapor oldu. Diğer insan hakları kurumları, barolar da bu meseleye dair defalarca açıklamalar yaptılar. Ancak dediğiniz gibi, kamuoyunun bildiği simalar bu uygulamaya maruz kaldığı zaman tekrar gündeme geliyor" diye konuştu.
Muhalefetin bu konuda çok çekingen ve korkak davrandığını söyleyen Yılmaz, "Eğer ihlal edilen hak Kürt meselesiyle ilintili ise turnusol kağıdı ortaya çıkıyor" dedi.

HAK İHLALİ VAR, HERKES SORUMLULUK ALMALI

Adalet Bakanlığı'yla bir görüşme gerçekleştirdiklerini ve konuyla ilgili bir dosya sunduklarını ifade eden Yılmaz, sürecin izleneceği, İdari Gözlem Kurularının gözden geçirileceği yönünde dönüşler aldıklarını söyledi.
İHD Diyarbakır Şubesi Başkanı Ercan Yılmaz, taleplerini dile getirirken, şunları kaydetti: "Biz uygulamanın tekrar gözden geçirilmesinden ziyade tamamen lağvedilmesi, ortadan kaldırılması gerektiğini düşünüyoruz. Böyle bir yapıya ihtiyaç varsa bağımsız kişilerden oluşması gerekiyor. Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcısı'nın başkanlığını yaptığı bir kurulda, kamu görevlisi kurul üyelerinin savcının kararının hilafına bir oy kullanması mümkün mü bugünkü konjonktürde? Bu mümkün değil. Birçok Avrupa ülkesinde buna benzer sistemler var hapishanelerde, ancak bağımsız kişilerden oluşur. Bağımsız sosyal hizmet uzmanları, bağımsız psikologlar ve diğerleri gerçekten somut değerlendirmeler yaparak bir karar verirler.
Meclis İnsan Hakları Komisyonuna konuyla ilgili binlerce şikayet gittiğini biliyoruz. Komisyonda Meclis'teki bütün partilerin milletvekilleri yer alıyor. İnsan Hakları Komisyonu bu konuyla ilgili Adalet Bakanlığı'yla bir görüşme yaparak alternatif önerilerle birlikte burada yaşanan mağduriyetleri giderebilir.
Sivil toplum örgütleri bu konuda sorumluluk alıp burada yaşanan durumlarla ilgili hazırlamış oldukları raporları Adalet Bakanlığı'na, iktidara ve muhalefet partilerine aktarmalı.
Hasta mahpuslar açısından bir günün bile önemli olduğunu düşünüyoruz. Çünkü o hapishane koşulları içerisinde sağlığa erişim hakları yok, ilaçlarını düzgün alamıyorlar. En önemlisi hastalıkla mücadele için bir moral motivasyonları yok. Bu nedenle hasta mahpuslar özelinde bu durumun çözüme kavuşturulması için tüm duyarlı kesimlerin bir baskı oluşturması gerekiyor. İnfaz Kurulu'nun yasayı uygulama biçimi kesinlikle ikinci bir cezalandırma yöntemine dönüşmüş durumda."

                                                          /././

 Askerlikte ‘yağcılığın’ sınırsızlığı -Atilla Özsever-

Jandarma eski Genel Komutanı Orgeneral Arif Çetin, bir törende Cumhurbaşkanı Erdoğan’a övgüler yağdırdı: “Sayın Başkomutanım, sayenizde neler yaptık, minnettarız”. Ancak emekli edilmekten kurtulamadı. 12 Mart döneminde (1972) Ziverbey Köşkü’nde işkence görürken işkenceciler, “Demek ki solcu olmanızda kıtadaki yağcılık, boyacılık da etkili oldu. Bunu Genel Kurmay’a rapor edeceğiz” demişlerdi. Nereden nereye…

Bugün 30 Ağustos 2024. Her yıl 30 Ağustos’larda Harp Okullarından mezun olan subaylar için tören düzenlenir. Bundan 57 yıl önce, yani 1967 yılında da ben Kara Harp Okulu’ndan piyade subayı olarak mezun olmuştum.

Geçenlerde jandarma subay ve astsubaylarının mezuniyet töreninde ilginç bir olay meydana geldi. Bu vesile ile 30 Ağustos günü askeri bir konuya değinmek istiyorum.

Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Arif Çetin, 15 Ağustos 2024 günü Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi’ndeki 4 bin 117 subay ve astsubayın mezuniyet töreninde konuşmuştu. Orgeneral Çetin, bu konuşmasında törende bulunan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a hitap ederken şöyle demişti:

“Sayın Cumhurbaşkanım, Sayın Başkomutanım, komutanlığımızla ilgili bize sağladığınız her türlü kaynak ve destek için zatı devletlerinize şükranlarımı ve minnettarlığımı sunuyorum. Sayın Cumhurbaşkanım, zat-ı devletlerinizin buyurdukları gibi, biz bu millete efendi olmaya değil, hizmetkâr olmaya geldik. Sayın Cumhurbaşkanım, Türkiye Yüzyılı’nda biz de aziz şehitlerimizin yolunda bayrağa sarılmaya hazırız.”

Orgeneral Çetin’in bu konuşması, yazılı ve görsel basında da garipsendi, tartışma yarattı. Arif Çetin’in “Türkiye Yüzyılı” gibi AKP’nin seçim sloganları kullanması yadırgandı, Erdoğan’a yönelik aşırı övgücü sözler kullanmasının yüksek rütbeli bir ordu mensubuna yakışmadığı belirtildi. 

'YAĞCILIK’ FAYDA ETMEDİ'

You Tube’dan Orgeneral Arif Çetin’i izlerseniz; mimik, jest ve ses tonuyla nasıl bir “biat” halinde konuştuğuna tanık olabilirsiniz. Jandarma Genel Komutanı Çetin, bu tür bir konuşma yaparak muhtemelen görev süresinin uzatılmasını istiyordu.

Ancak Resmî Gazete’nin 15 Ağustos 2024 gecesi yayımlanan Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Arif Çetin yaş haddinden emekliye sevk edildi. Yerine yardımcısı Orgeneral Ali Çardakçı Jandarma Genel Komutanı oldu.

Emekliye sevk edilen Arif Çetin’in eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ile yakın ilişki içinde olması sık sık gündeme gelmişti. Orgeneral Çetin’in çok sayıda “suçluyla” da çektirdiği fotoğraflar tartışma konusu olmuştu.

1959 doğumlu olan Arif Çetin, 1980 yılında Kara Harp Okulu’ndan piyade teğmeni olarak mezun olmuştu. Çeşitli kıta hizmetlerinden sonra orgeneral olup 2017 yılında Jandarma Genel Komutanlığı’na atanmıştı. Yedi yıl süreyle en uzun jandarma genel komutanlığı yapan bir subaydı.

İŞKENCEDE 'ORDU' SORGUSU

Ben 1959 yılında 11 yaşında iken Selimiye Askeri Orta Okulu’na girmiştim. 1965 yılında Kuleli Askeri Lisesi’nden ve 1967 yılında da Kara Harp Okulu’ndan teğmen olarak mezun olmuştum.

                    Atilla Özsever (sol başta) mezuniyet günü komutanları ve arkadaşıyla (30 Ağustos 1967)

Bu sekiz yıllık eğitim süremizde ve özellikle Harp Okulu’nda gerekli askeri bilgilerin dışında görevimizi layıkıyla yerine getirmek, yağcılık gibi üst komutanlarımıza yaranmamak, inşaat vs gibi askerlik dışı boyacılık, badanacılık tabir edilen işlerle meşgul olmamak konusunda ciddi bir eğitim ve disiplinden geçmiştik.

Nitekim 12 Mart döneminde siyasi görüşlerim nedeniyle hakkımda soruşturma açılıp Ziverbey Köşkü denilen MİT karargahında Mart 1972’de işkence görürken bir ara işkenceye ara verilmişti.

Gözlerimdeki bağ çözüldü, karşımda beyaz tenli iyi görünümlü, sivil bir zat, bana niçin bu işlere karıştığımı, nasıl devrimci olduğumu, ordu hakkındaki düşüncelerimi kibar bir şekilde soruyordu.

ÜSTLERE YARANMAK

Ben de öncelikle askeri okullarda, Harp Okulu’nda idealist duygu ve düşüncelerle yetiştirilmiş olmamıza rağmen kıtaya çıktığımızda üst komutanlara yaranmak adına “yağcılık”, “boyacılık”, “badanacılık” gibi pek de ahlaki olmayan durumlarla karşılaştığımızı belirttim.

Kimi subayların bu tür işlerle uğraştığını ve bu durumun beni ordudan soğuttuğunu söyledim. Ayrıca dünyadaki ve Türkiye’deki devrimci gelişmelerden de etkilenerek solcu olduğumu ifade ettim.

                                                  Piyade Teğmeni Atilla Özsever

Karşımda, bir anlamda “iyi polisi” oynayan kişi, “Ordu ile ilgili bu düşüncelerin çok önemli. Demek ki genç subaylar, ordudaki bu tür usulsüz uygulamalardan rahatsız oldukları için solcu oluyorlar. Bu durumu Genel Kurmay’a rapor edeceğim” demişti.

Görüldüğü üzere işkence yapanlar bile “yağcılık, boyacılık, badanacılık” gibi işlerle subayların uğraşmaması konusunda titizlik göstermişlerdi. Orduda subay yetiştirilirken bu tür işlere bulaşılmamasını öngören ve görevini düzgün bir şekilde yapan bir anlayış söz konusuydu.

Ancak şimdi geldiğimiz şu ortamda komutanlık süresi bir yıl daha uzatılsın diye koca orgenerallerin ne hale düştüğünü görüyoruz. Ne çare ki örneğimizde olduğu gibi “yağcılık”, bu kez bir işe yaramadı.

Evet, ordudaki subay malzemesi nereden nereye gelmiş. Ne diyelim bu 30 Ağustos’ta da böyle bir olay, ibretlik bir örnek olsun…

                                                              /././

Unutulmuş zamanların göç resimleri -Abdullah Deveci-

Eğer bugün Akdeniz uygarlığının bütünlüğünden bahsedebiliyorsak bunun nedeni MÖ 2 binli yıllardan bu yana süregelen göçlerdir. Yakın zamanların göçleriyle ise daha belirgin dönüşümler gerçekleşti.

Göç denildiğinde öyle herkesin hemfikir olduğu toplumsal bir olgudan bahsedemeyiz. Farklı nedenlerle ortaya çıkmış çok sayıda göç çeşidi vardır: İltica, mübadele, zorunlu göç ya da sürgün, kırsaldan ya da taşradan kente, savaşın yıkıcı etkisinden kaçma, iklim dönüşümlerinin zor koşulları, iş bulma amacıyla yapılan göç, kültürel yaşamda zorda kalmanın etkisiyle yapılan göç, beyin göçü gibi... Sonuçları bakımından göçler, yıkıma varan değişimlerin nedeni olduğu gibi toplumsal ilerlemenin kaynağı da oldu. Tarihin bazı evrelerinde yaşanan radikal kültürel değişimlere bakıldığında akla gelen ilk etkenlerden biri göçlerdir. Bunun nedeni göçle birlikte etnik yapı ve siyasal coğrafyanın değişebilmesidir. Yeni siyasal yapının ihtiyaç duyduğu kurumlarla şehrin fiziki yapısında köklü değişiklikler gerçekleşebilir.

Göçle ilgili olarak belki de Fernand Braudel’in Akdeniz dünyası için söyledikleriyle genel bir çerçeve çizebiliriz: Akdeniz çevresinde yaşayan halklar oldukça yakın tarihlerde dışarıdan göç etmiştir. MÖ 2 bin yıllarından Orta Çağ’a kadar göç hareketliliğinin tarihsel dilimlerini ve etnik aktörlerini tanımlayabiliyoruz. Göçebe toplulukların yerleşikliğe geçişleri, yerli halklarla kaynaşmaları veya onları yerleştikleri topraklardan kovuşları biliniyor. Akdeniz havzasında kendi bölgelerinde Grekler, Araplar ve Anadolu’da Türkler eski yerleşimcilere aynı şeyi yaptılar: Etnik ve siyasal yapıyı değiştirdiler.

Orta Çağ’ı başlatan Avrupa tarihinin çok önemli bir dönemi vardır. Geç Antik Çağ ve Erken Orta Çağ’da yaşanan, Roma İmparatorluğu’nun çöküşünü hazırlayan ‘Kavimler Göçü’ Avrupa coğrafyasında ulusal kimliklerin oluşmasına kaynaklık eder. Bu dönemde Gotlar, Batı Roma’yı yıkarken Vandallar Avrupa’nın kuzeyinden İspanya ve Afrika’nın Akdeniz kıyılarına kadar inerler. Bir Alman kavmi olan Vandallar o kadar yıkıcı bir etki yaratır ki bugün olumsuz anlamda kullandığımız vandalizm teriminin kaynağı olur. Yine de Avrupa’yı boydan boya sarsan kavimlerin göçü günümüz Avrupa’sının oluşmasında etkili olmuştur. Anglosaksonlar, Normanlar, Franklar ve Germenlerin yerleştikleri yerler günümüz siyasi coğrafyasının şekillenmesiyle doğrudan ilişkilidir.

Siyasal yapıyı değiştiren göçlerin dışında, Braudel’in transhumans olarak adlandırdığı siyasal yapıyı değiştirmeyen ve daima tanımlı güzergahlar üzerinde hareket eden mevsimlik göçleri, Kafkasya’dan İspanya’ya kadar geniş coğrafyada görmek mümkündür. Anadolu’da ise kışlak ve yaylak arası göçlerle bildiğimiz bu tip göçler genelde hayvan ekonomisiyle ilişkilidir ve tarihi, Anadolu Selçuklu çağına kadar gider.

Yakın dönem göçlerini sınıflandırılırken ‘iç ve dış göçler’ başlıkları yaygın olarak kullanılır. Bölgeler veya şehirler arası hatta ülkeler arası ekonomik eşitsizlikler göç olgusunun nedeni oldu. Türkiye’de 1950’li yıllardan itibaren her iki tip göç yoğun olarak yaşandı. Dış göç Avrupa’ya özellikle de Almanya’ya yapılırken, iç göç kırsal bölgelerden kent merkezlerine ama özellikle de batıdaki büyük kentlere doğru gerçekleşti. İç göçlerin siyasi dönüşümlere yol açan etkileri oldu. En görünür etkisi ülkenin kentleşme süreçlerini denetlenemez hale getirirken kültür ve sanat alanında yeni oluşumlar yarattı. Kentsel mimaride gecekondu denilen konut türü ortaya çıktı. Mimarinin dışında kiç (kitsch) olarak adlandırılan ‘estetik yoksunluğu’, ‘kaba beğeni’ olarak tanımlanan örnekler sanat ortamını altüst etti. Özellikle de arabesk denilen müzik türü 1970’li yıllarda geniş kitleler tarafından büyük beğeniyle dinlendi. Aslında seçkinci sanat anlayışı olumsuzlaştırdığı ‘öteki olanı’ kendisi için bir tehdit olarak gördü. Kiç kültürünün faili ‘öteki insanlar’ı olumsuzlayanlar olduğu gibi bu sosyolojik olaya farklı bakan ve göç edenleri anlamaya çalışan çok sayıda edebiyatçı ve sanatçı da oldu.

Göçmenlerin ‘öteki’ olarak görülmesi günümüz ya da yakın geçmişin icadı sanılmasın. Tarihsel olarak çok eskilere giden ‘öteki’ tanımları var. Umberto Eco ‘Düşman Yaratmak’ adlı kitabında anlatır: Göçmenler, uygarlığı tehdit eden çirkin, pis ve bizden olmayanlardır. MS 5’inci yüzyılda Panionlu Priscus, Attila’yı kısa boylu, geniş gövdeli ve kocaman başlı esmer bir çirkin olarak tasvir eder. Bundan beş yüzyıl sonra Rudolph Glaber ise Atilla’yı dik saçları ve köpek dişleriyle şeytana benzetir. Orta Çağ’da Doğulular hep çirkin görülmüştür. İmparator I. Otto tarafından 968’de Byzantium’a gönderilen Cremonalı Liutprand’a göre Bizanslılar integritastan (bütünlüklü özelliklerden) yoksundur. Otto’nun elçisi İmparator II. Nikephoros için ise “korkunç bir yaratıktı” der. Bizans imparatorunu küçücük gözlü, kocaman kafalı ve köstebek gibi bir pigmeye benzetir. Ten renginin ise gecenin bir yarısında rastlamak istemeyeceğin bir Etiyopyalı gibi olduğunu söyler.

Tekrar 1970 yılların Türkiye’sine dönersek batıya ve büyük kentlere göçle ortaya çıkan kültürel ortamda kiç olarak tanımlanan sanat aslında sosyolojik dönüşüme işaret eder: Geleneksel olanın modern olanla karşılaşmasına… Modern kentsel kültür ortamında, geleneksel müzik aletleriyle kırsal imgelerin kentte yeniden üretimi arabesk olarak karşımıza çıkar. Bazen de tuhaflaşan bu durum giyimden yemek kültürüne, resimden mimari biçimlere kadar pek çok yerde görülür. Apartmanların cephesinde şelale olan ve taş/kaya görünümlü betonarme giydirmeler, ağlayan çocuk ya da namaz kılan küçük kız çocuğu resimleri bunlara örnektir. Tarlada çalışırken giyilen geleneksel şalvar üzerine etek giyilmesi de kiç örnekler arasında sayılabilir. Tüm bunlar şehirleşmeyle biçimlenen, tanımlanabilir bir zaman ölçeğinde olan biten dönüşümlerdir.

Bozkurt Güvenç, 1960 sonrası Türkiye’den Avrupa ülkelerine göç eden topluluklarda ‘kültür şoku’ oluştuğunu söyler. Türkiye’dekinden farklı kentsel yaşam deneyimi olmayan hatta hiç kentsel deneyimi olmayan göçmenler değişimi travma boyutunda yaşadılar. Geldikleri kültürle tanıştıkları kültür arasında gelgitler, zamanla ya tepkisizlik ya da tepkisel içe kapanma ve nihayetinde kendi kültüründen kopuşla sonuçlanan dramatik süreçler travmaların nedeni olur. Bu sürecin en çok zorlayan kültür ögeleri ise din ve dildir.

Türü ne olursa olsun göç olgusu duygusal kırılmalar, çaresizlikler ve yıkımların olduğu zorlu yaşantıların nedenidir. Vicdanları sızlatacak kadar ağır sorunlar, ölümlere neden olan olaylar toplumu derinden etkiler. Toplum yapısını doğrudan etkileyen göç olgusuna karşı sanatçılar ilgisiz kalmaz.  Türkiye’de 1950’li yıllardan sonra göç konusu edebiyatta, tiyatroda ve plastik sanatlarda çokça işlenir. Orhan Kemal ve Fakir Baykurt’un köy romanları göçle değişen toplumsal yapıyla bağlantılıdır. Haldun Taner’in ‘Keşanlı Ali Destanı’ oyunu şehre göç etmiş ve gecekondularda yaşayan insanları anlatır. Göç resmin de konusu olur. Turgut Zaim, İbrahim Balaban, Neşet Günal, Cahit Aral, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Turan Erol, İbrahim Balaban gibi sanatçılar göçü resmin konusu yapar. Göç ve resim denildiğinde daha pek çok sanatçının yakın tarihli resim çalışmasının olduğunu belirtelim. Özellikle Suriye’nin çalkantılı durumuyla bağlantılı zorlu yaşamlar, Afrika’dan Akdeniz’i aşarak gelmeye çalışan göçmenlerin ölümlü yolculukları sanatın konusu olur.

NEDİM GÜNSÜR VE NURİ İYEM'İN GÖÇ RESİMLERİ

Nedim Günsür (1924, Ayvalık / 1994, İzmir), Cumhuriyet dönemi resmine yön veren sanatçılarından biridir. 1942 yılında Bedri Rahmi Eyüboğlu atölyesinin öğrencilerinin kurduğu ‘Onlar Grubu’ içinde Nedim Günsür de vardır. Grubun atölyesinde El Greco’nun resmiyle beraber geleneksel halı ve kilimler de asılıdır. Bunun nedeninin Batı’nın resim sanatı birikimiyle ülkelerine ait bir sanat çizgisi oluşturmak olduğu söylenir. Grubun Fahrünnisa, Tural Erol, Orhan Peker, Fikret Otyam gibi üyeleri farklı anlayışlar içinde olsalar da ortaklaştıkları konu Anadolu’ya özgü bir sanat oluşturmaktı. Nedim Günsür, Neşet Günal’la birlikte 1960’lı yıllardan itibaren figüratif ve toplumcu gerçekçi sanatın önemli temsilcileri arasında yer aldı.

1960’lı yıllardan itibaren sanatçının figüratif resimlerinde göç, ayrılık, yoksulluk ve açlık gibi konular ‘toplumsal gerçekçi’ anlayışta ele alınır. Günsür, edebiyatla kendi eserleri arasında ilişki kurduğunu belirtir ve bazı resimlerini edebiyat eserlerinden yola çıkarak yapar. ‘Göçerler’ isimli resmini Orhan Kemal’in ‘Ortadirek’ romanından esinlenerek yaptığı bilinir. ‘Ortadirek’ romanı Yaşar Kemal’in ‘Yer Demir Gök Bakır’ ve ‘Ölmez Otu’ romanlarıyla beraber ‘Dağın Öte Yüzü’ genel başlığı altında topladığı üçlemenin ilkidir. Bu bir Çukurova romanıdır ve her şeyiyle sahicidir. Çukurova yöresinin folklorunu gerçekçi bir biçimde yansıtır. Yörenin sorunları, insanların açmazları, çarpıklıklar ve yaşam mücadelesi müthiş bir gözlem gücüyle anlatılır. Nedim Günsür’ün resimlerinde yaptığı da budur.

                  Göçerler, 1980, tual üzerine yağlıboya, Ayşe ve Mahmut Özgener Koleksiyonu.

Nedim Günsür dış göçe kayıtsız kalmaz, Avrupa’nın değişik ülkelerine, özellikle Almanya’ya giden göçmen işçiler ve ailelerini resimlerinin konusu yapar. Sanatçının ‘Yeşil Tren’ resminde kucaklaşarak vedalaşan, tren penceresinden uzanarak aileleri veya arkadaşlarıyla gurbet öncesi son kez konuşan insanların hüzünlü havası hissedilir. Yeliz İsanç’ın dediği gibi “Günsür, toplum gerçeğinin somut görüntülerini, gözlemci sadakati içinde sunarken olayları, görüntüleri abartmaz”. Figür stilizasyonu ve ince uzun espasları seçmesiyle birlikte figürler ritmik olarak sıralanır. Boşluğa sakince yerleştirilmiş tren ve gar binasının önündeki insanlara ağaçlar, azık torbaları, çanta ve bavullar eşlik eder. Resmin genel havası içinde “Aslında biz bu yaşantıyı biliyoruz” duygusunun dinginliği hissedilir. Herkesi içine alan bu mutlak güzelliği Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerinden de biliriz.

NURİ İYEM

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın daha 1947 yılında Cumhuriyet Gazetesi’ndeki yazısında “Beyoğlu’nun iç sokaklarının etnolojisini veren” ressam diye andığı Nuri İyem (1915, İstanbul / 2005, İstanbul), çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını Osmanlı’nın son dönemleri, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in kuruluş yılarında geçirir. Babasının görevi dolayısıyla kısa süreli olsa da Anadolu’nun değişik yelerinde yaşar. Liseyi İstanbul’da bitirir. Nazmi Ziya, İbrahim Çallı ve Leopold Levy gibi dönemin önemli sanatçılarından dersler aldığı Güzel Sanatlar Akademisinde resim eğitimine başlar. Mezuniyet resmi ‘Nalbant’ iki yıl kadar hapis yatmasının nedeni olur. Dönemin işgüzar görevlileri resimdeki nalbantın kullandığı aletlerden orak çekiçli komünizm propagandası suçu üretmiştir (bazı şeyler hiç değişmiyor). Bu konu nedense sanat tarihi çevrelerinde dolayısıyla da sanat tarihi eğitiminde pek konuşulmaz.

Nuri İyem’le birlikte Ferruh Başağa, Avni Arbaş, Selim Turan, Fethi Karakaş, Turgut Atalay, Nejat Devrim, Mümtaz Yener, Haşmet Akal, Agop Arad gibi sanatçıların yer aldığı ‘Yeniler Grubu’ günün sanat ortamı ve sanatçılar için sert eleştiriler yapar. Örneğin ‘D Grubu’nu sadece Avrupa sanatının değişik eğilimlerini uygulamaya çalışan ve toplumsal sorunlara karşı duyarsız sanat üretmekle suçlarlar. Yeniler Grubu ise toplumcu gerçekçi çizgide sanat ürünleri verirler. Nuri İyem’in özellikle 1960’lardan sonra göçü, köy ve kırsal yaşamı, kentleşme ve gecekondu bölgelerinin zorlu yaşantısını resminin konusu yapması birden ortaya çıkan bir durum değildir. Öğrencilik yılları ve Yeniler Grubu içinde oluşan düşünsel birikim onun toplumcu gerçekçi tarzı benimsemesinin nedeni olur. Gecekondularda yaşayan göçmen insanların yaşadığı zorluklar, özellikle de barınma sorunu Nuri İyem’i derinden etkilemiş olmalı.

Evin Sanat Galerisi’nin ‘Çağının Tanığı Bir Ressam: Göç Resimleri’ (2007) adlı sergi kataloğunda Nuri İyem’in 1950–2004 yılları arasındaki dönemde üretmiş olduğu göç konulu resimlerinden derlenen, 33 farklı koleksiyona ait 47 eserden oluşan serginin resimleri yer alır. Bu resimlerde 1950’li yıllarda başlayıp 1960’lı yıllarda yoğunlaşan göçün neden olduğu yaşamlar betimlenir. Dededen toruna üç kuşağın birlikte yaptıkları göç yürüyüşünün betimlendiği ‘Göç’ isimli resim bunlardan biridir. ‘Gecekondu Yapanlar’ isimli diğer bir resimde ise yardımlaşarak barınak/gecekondu yapan göçmen insanlar betimlenmiştir.

                                           Nuri İyem, Göç, 1970, tual üzerine yağlı boya.

                                              Nuri İyem, Gecekondu Yapanlar, 1976, duralit üzerine yağlıboya.

Günümüzde göçler çok boyutlu ve çok sayıda nedeni içinde barındıran vicdani bir sorun olarak insanlığın önünde duruyor. Göçmenleri tehdit olarak görme ve ırkçılığın eşlik ettiği düşmanlaştırma göç alan bütün ülkeleri etkiliyor. Avrupa ülkeleri ve Türkiye bu durumdan en çok etkilenen ülkeler. Oysa göç olayına farklı bir gözle bakabiliriz. Eğer bugün Akdeniz uygarlığının bütünlüğünden bahsedebiliyorsak bunun nedeni MÖ 2 binli yıllardan bu yana süregelen göçlerdir. Yakın zamanların göçleriyle ise daha belirgin dönüşümler gerçekleşti. Günümüzde kibirli bir şekilde göçmenleri ötekileştirenler belli ki kendi atalarının ötekileştirildiği tarihi unutuyor. 19’uncu yüzyılda İrlandalılar sürekli küflenmiş patates yemekten ölmemek için Protestan ABD’ye göçtü. Oysa Katolik İrlanda her şeyleriydi. İtalya 19’uncu yüzyılın ortalarından 1970’li yıllara kadar neredeyse yarı nüfusunu göçlerle kaybetti. Nazi Almanya’sından Türkiye dahil pek çok ülkeye en çok da ABD ve İngiltere’ye göç oldu. Nazilerden kaçanlar çoğunlukla nitelikli insanlardı. Entelektüel ve bilim insanlarından oluşan grupları da barındıran göçmenler gittikleri ülkelere ciddi katkılarda bulundular. Tıpkı günümüzde olduğu gibi...

                                                       /././
                                        duvaR - GÜNDEM

Sokak röportajı sonrasında tutuklanan Dilruba K. tahliye edildi

Halk TV'den Yağmur Beril Varol'a konuşan Dilruba'nın annesi, kızının akşam saatlerinde kimseye haber verilmeden tahliye edildiğini anlattı. Varol, Dilruba'nın tahliye edildikten sonra otobüs durağında beklediğini, sokaktaki birinden telefonunu ödünç alarak annesini aradığını anlattı. Varol, Dilruba'nın gece 23.00 sıralarında evine ulaşabildiğini anlattı.(https://www.gazeteduvar.com.tr/sokak-roportaji-sonrasinda-tutuklanan-dilruba-k-tahliye-edildi-haber-1716748)

                                 ***

Erdoğan'ın 35 gün önce atadığı rektör istifa etti

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın 25 Temmuz'da yeniden Anadolu Üniversitesi Rektörlüğüne atadığı Prof. Dr. Fuat Erdal, istifa etti. Erdal 1 gün önce TV programına katılıp 4 yıllık projelerini anlatmıştı.(https://www.gazeteduvar.com.tr/erdoganin-35-gun-once-atadigi-rektor-istifa-etti-haber-1716723)                                        ***

Domino’s, 145 işçiyi işten atan Polonez'den ürün almayı durdurdu

Tek Gıda-İş Örgütlenme Uzmanı Durdu, Domino’s Pizza’nın 145 işçiyi sendikalı oldukları için işten atan Polonez'le anlaşmasını dondurduğunu duyurdu.(https://www.gazeteduvar.com.tr/dominos-145-isciyi-isten-atan-polonezden-urun-almayi-durdurdu-haber-1716730)

                                                                ***

İddia: Erdoğan, Nureddin Nebati'yle görüştü

Eski AK Partili Yavuz Değirmencioğlu Cumhurbaşkanı Erdoğan ile eski Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati ile iki saat telefonda görüştüğünü iddia etti.(https://www.gazeteduvar.com.tr/iddia-erdogan-nureddin-nebatiyle-gorustu-haber-1716715)

(duvaR)







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder