30 Ağustos 2024 Cuma

T24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" + Memlekette doğru giden tek şey Beşiktaş! - 30 Ağustos 2024 -

Vergide rekora koşanlar -Binhan Elif Yılmaz-

Vergi rekortmenliğini gizleyerek vazgeçtikleri bu prestij ve/veya manevi ödül, gizlendiklerinde elde edecekleri kazançtan daha az olsa gerek

Vergi rekortmenleri, Gelir İdaresi Başkanlığınca gelir ve kurumlar vergisi beyannameleri değerlendirilerek açıklanan listeye giren ve en yüksek tutarda vergi tahakkuk eden toplam 200 mükelleftir.

2023'ün gelir vergisi rekortmenliğinde ilk üç sırada sırasıyla, Baykar YK Başkanı Selçuk Bayraktar, Baykar Genel Müdürü Haluk Bayraktar ve Koç Holding Şeref Başkanı Mustafa Rahmi Koç yer alıyor. Gelir vergisi rekorları menkul sermaye iradı yani kâr payı üzerinden elde edilmiş durumda.

Selçuk Bayraktar ve Haluk Bayraktar'ın tahakkuk eden gelir vergisi tutarı oldukça etkileyici düzeyde. 2023 yılı itibariyle Selçuk Bayraktar 1,95 milyar TL, Haluk Bayraktar ise 1,68 milyar TL ile rekor kırmışlar. Son iki yılda da yaklaşık 12 katlık bir artış söz konusu. Üçüncü sıradaki Mustafa Rahmi Koç'un tahakkuk eden gelir vergisi tutarı ise 480 milyon TL ve son iki yılda artış 3,5 kat olmuş. 

Gelir vergisi kişisel gelir üzerinden alınan bir vergiyken, kurumlar vergisi kurum kazancı üzerinden alınır. O nedenle bu listedeki gelir vergisi rekortmenliğinin yanında şirket olarak da kurumlar vergisi rekortmenliğinin olması beklenir. Ama şirketlere tanınan vergisel avantajlar bu beklentinin karşılanmamasına yol açar çoğu zaman. Ek olarak burada açıklanan tutarlar tahakkuk tutarıdır. Tahsil edilen ve edilecek vergi tutarının daha düşük olma ihtimali var.

Kurumlar vergisi rekortmenliğinde ilk üç sıra bankalara ait. Ama birinci, bir zamanlar olduğu gibi TCMB değil, bu kez birinci, bir kamu bankası olan Ziraat Bankası. Bu dev kamu bankası vergi rekortmeni ama bütçe verilerine göre bu yılın ilk yedi ayında 35,5 milyar TL "görevlendirme gideri" (görev zararı) karşılığı bütçeden transfer aldı. Üstelik geçen yılın aynı döneminde bu tutar 8,5 milyar TL idi.

İkinci ve üçüncü sırada sırasıyla Garanti Bankası ve Akbank yer alıyor. Her ne kadar bankacılık sektörünün 2024 kârlılığı enflasyonun altında kalsa da 2023 yılı böyle değildi.

Vergi rekortmeni olarak bilinmek, aslında o kişinin/kurumun toplumda kendisinden beklenen rolü yerine getirdiği anlamına gelebiliyor. Rekortmenlerin toplumda tanınırlıkları artarken iş ilişkileri gelişebiliyor, hatta vergi kurallarına uyumda toplumun motivasyon kaynağı olabiliyor. O nedenle vergi rekortmenliği çoğu zaman bir prestij unsuru ve bir çeşit manevi ödül de.

Ancak toplumda pek çok alanda ayrıştığımız gibi vergi rekortmenleri arasında da ismini açıklayanlar ve isminin açıklanmasını istemeyenler var. Gelir vergisi tahakkuk ettirilen 100 vergi rekortmeninin 73'ü isimlerinin, kurumlar vergisi tahakkuk ettirilen 100 vergi rekortmeninin de 34'ü kurum bilgilerinin gizli tutulmasını istemiş.

Bu durumda listedeki toplam 200 rekortmenin yarısından fazlası ismini gizliyor. Ayrıca isimlerini gizleyenlerin hem sayısı hem de toplam rekortmen sayısına oranı her geçen yıl artış gösteriyorİsimler açıklanmayınca da niyet okumalar artıyor.

Vergi rekortmenliğini gizleyerek vazgeçtikleri bu prestij ve/veya manevi ödül, gizlendiklerinde elde edecekleri kazançtan daha az olsa gerek.

Vergi rekortmenleri listesinin bir de tam karşıtı var; vergi yüzsüzleri listesi. Bu listede belli bir tutarın üzerinde vergi borcunu yasal süresi geçtiği halde ödemeyenler yer alıyor.

Vergi yüzsüzleri listesi 2019'dan bu yana açıklanmıyor. Oysa maliye son dönemde hem vergi gelirlerinin artırılması hem de kayıt dışılıkla mücadele için kararlı adımlar atmaya başlamış durumda. Hatta sosyal güvenlik prim borcu olan bazı belediyelerin isimlerini ve borç tutarlarını kamuoyuyla paylaşıyor. Peki gelir ve kurumlar vergisi yüzsüzleri listesi de açıklanır mı?  

Aslında vergi sistemimize dolaylı vergiler hâkim durumda. Ama vergi rekortmenlikleri gelir ve kurumlar vergisi gibi iki dolaysız vergi üzerinden belirleniyor. Bir de arada unutulan servet vergileri var. Unutulma nedenlerinden en önemlisi serveti tanımlamadaki hata, diğeri de vergi hasılatı içindeki minimum payı.

Ancak gelir ve servet dağılımında son yıllarda artan bozulma malûm. Belki vergi rekortmenleri listesinin servet vergisine göre de yapılması gerekir bu gidişle. İsimlerini açıklarlar ya da açıklamazlar ama açıklandığı kadarıyla servet vergisi rekortmenlerini de bekliyoruz.

                                                             /././

“Para politikası etkisinde uzun ve değişken gecikmeler” ve Türkiye -Ercan Uygur-

Parasal aktarım mekanizması, para politikasının, bir değişiklik sonrasında, ekonomideki diğer değişkenleri etkileme sürecidir. Para politikası değişikliği ise genellikle kısa vadeli politika faizinin değişmesi, enflasyon ortamında yükselmesidir

Yukarıdaki tırnak içindeki alıntı para iktisadının ve parasalcı yaklaşımın önde geleni sayılan Milton Friedman’a ait. Kendisinin söylediğine göre, bu ifadeyi ilk kez 1950’ler ortalarında yaptığı ve sonra ABD Kongresine sunduğu çalışmalarında kullanmış. Friedman (1961).

Friedman’a göre, merkez bankası para politikasında değişiklik yaptığında bu değişikliğin enflasyon ve büyüme gibi değişkenler üzerindeki etkisi gecikmelidir. Bu gecikme oldukça uzun zamana yayılabilir ve değişkenlik gösterir. Ayrıca;

a) Etkileme önce talepte, büyümede ve istihdamda, sonra enflasyonda görülür. (Friedman’ın bu sıralamasına aşağıda tekrar değiniyorum)

b) Etkilemede gecikme 4 aydan iki yıla, hatta 29 aya kadar çıkabilir. (Aşağıda belirttiğim gibi, Friedman’ın belirttiği bu süreler sonraki tahminlerde oldukça kısalmıştır)

c) Etki süresi ekonominin durumuna bağlıdır; bu süreçte bazen, dönem dönem, arzu edilenin tersi sonuçlar da görülebilir.

d) Bu durum, maliye politikasında da oluşabilir. (Friedman’ın bu görüşüne özellikle Keynesyenler katılmadılar)

Friedman, bu ifadeleri üzerine, “İktisat politikası olmasın mı yani?” soruları eşliğinde eleştiriler alır. Eleştiriler, Friedman (1961)’de yer alıyor. Sonra şöyle açıklar; ekonomiye genişlemeci politikalarla ikide bir müdahale etmeyin, reel ekonominin gerektirdiği belli bir oranda para miktarını arttırın. 

1960’lar sonu, 1970’ler başında Friedman para politikası konusunda açıklamalarını daha da netleştirir. Özellikle politika değişikliği, örneğin para miktarı artışı beklenmedik olursa, politikanın kısa dönemde etkili olduğunu ifade eder.

Öyleyse, para politikası değişikliği, enflasyon beklentisini uyarmadı ise, etkilidir. Ancak, enflasyon beklentisi uyarıldığında artık yalnızca enflasyon yükselir, uzun vadede bu politikanın reel ekonomiye etkisi yoktur. Bu sonuç, bekleyişleri içeren Phillips eğrisinde ifadesini bulur. Friedman (1972).

1970’lerden sonra, farklı parasal modellerde artık enflasyon beklentileri (ve diğer beklentiler) ve döviz kuru da önemli değişkenler olarak yer alıyor. Aynı dönemde “para politikası etkisi” kavramı yerine, “para politikasının aktarım mekanizması” kavramının kullanıldığını görüyoruz.

Bu yazıda, günümüzdeki para politikası tartışmalarında sıkça sözü edilen “uzun ve değişken gecikmeler”i ele alıyorum. “Aktarım mekanizması”na da kısaca değiniyorum. Türkiye’deki son dönemdeki gelişmeleri bu kavramlar eşliğinde değerlendiriyorum?

Somut olarak; Haziran 2023’te başlayan para politikası değişikliği, geçen 15 aylık süreyi dikkate alırsak, yeterince etkili oldu mu? Yoksa etkileme için daha uzun bir gecikme mi gerekiyor? Bu sorunun yanıtına göre, para politikasının aktarım mekanizması iyi çalışıyor diyebilir miyiz? Böylece Türkiye’deki faiz indirme tartışmasına da değinmiş oluyorum.

“Uzun ve değişken gecikmeler” var mı?

Friedman’ın “uzun ve değişken gecikmeler” ifadesini son zamanlarda birçok merkez bankacının kullandığını görüyoruz. Örneğin, FED Başkanı Jerome Powell bu ifadeyi sıkça kullanıyor. Powell FED’in 2 Kasım 2022’de politikası faizini 75 baz puan arttırdıktan hemen sonraki basın toplantısında şöyle bir soruyla karşılaşıyor:

Soru: “Konuşmanızda gecikmeli etkilerden söz etiniz. Bu gecikmeler nasıl çalışıyor, süreleri nedir, ekonominin değişik sektörlerine ne ölçüde etki ederler?”

Yanıt, Powell: “Uzunca bir zamandır para politikasının ‘uzun ve değişken gecikmelerle’ çalıştığı düşünülür. Önce finansal koşulları, sonra reel ekonomiyi (talep ve büyüme) ve sonra da enflasyonu etkilediği kabul edilir. Ancak yeni çalışmalarda bu gecikmelerin artık daha kısa olduğu görülüyor.

“Geçmişe göre bir önemli fark şudur; eskiden faizi (federal fonlama faizi) yükseltirdik, sonra finansal koşullar buna tepki verirdi. Daha sonra da reel ekonomi ve enflasyon etkilenirdi. Ancak günümüzde finansal piyasalar, merkez bankası davranışı için beklenti oluşturup, önceden tepki veriyorlar. Vurgulamam gerek; faiz artışlarını durdurmak için henüz çok erken. Reel faizi mutlaka pozitif yapacağız.”

Belirteyim, gelişmiş ülke merkez bankaları zaten bir politika değişikliği kararı alırken bu karar konusunda sinyaller veriyorlar. Bu bakımdan finansal piyasaların eskiye göre doğru beklentiler oluşturmaları ve erken tepkiler vermeleri daha kolay.

Powell, benzer görüşleri 14 Haziran 2023’teki basın toplantısında da belirtiyor şu bilgiyi veriyor: Hanehalkının (tüketicilerin), iş dünyasının ve finansal piyasaların enflasyon beklentileri, ilan edilen enflasyona göre daha düşüktür, düşmektedir ve çıpalanmıştır. (Powell (14 Haziran 2023).

Daha önce açıklamıştım: Hem ABD’de hem AB’de para politikası değişikliği (politika faizinin yükseltilmesi) açıklandıktan hemen sonra tüketici enflasyon beklentisi düşmeye başlamıştır. Uygur (23 Şubat 2024).

Türkiye’de ise para politikasının değiştiği (faizin artmaya başladığı) Haziran 2023 sonrasında TCMB’nin açıkladığı tüketici enflasyonu beklentisi dalgalı bir seyir izliyor ve hâlâ anlamlı bir oranda düşmüyor.

12 ay sonrası için tüketici enflasyon beklentisi dalgalı ve yüzde 70’in üzerinde seyrediyor. Piyasa katılımcıları beklenti anketi sonuçlarını bu bağlamda dikkate almıyorum. Çünkü bunlar yaşanan enflasyonu değil, TÜİK’in açıklayacağı enflasyonu öngörmeye çalışıyor. 

Tekrar gecikmelere dönelim; FED üyesi Christopher Waller’a göre para politikası değişikliğinin ekonomiye etkisi zamanımızda artık 9 ay ile 12 ay arasında değişiyor, öyle birbuçuk, iki yılı bulmuyor. Waller (20 Ocak 2023). Bu ifade, Powell’in açıklamalarıyla uyuşuyor.     

Para politikasının ekonomiyi, özellikle talebi çok daha kısa gecikmelerle etkilediğini gösteren çalışmalar da var. Örneğin, Almanya’da 2017-2021 döneminde bir milyon kredi kartı sahibinin harcamalarını temel alan Sandri ve Grigoli (3 Ocak 2023) çalışmasının sonuçları şöyle:

1) Kısa vadeli (üç aylığa kadar) faiz oranları yükseldiğinde, tüketim harcamaları günler içinde düşmeye başlıyor ve iki ayda en yüksek düşme etkisi görülüyor. İki yıllık faiz oranları yükseldiğinde, en yüksek etkisi altı ay sonra oluyor.

2) Diğer yandan, faiz artışıyla tüketimi en çok azalan maddeler zorunlu olmayan tüketim maddeleri. Gıda ve enerji gibi zorunlu tüketim maddelerinin tüketimi daha za etkileniyor.

Buda ve diğerlerinin (21 Nisan 2023) İspanya için yaptıkları benzer bir çalışmada, faiz artışından sonra tüketimde azalma 5 gün sonra başlıyor, 93 gün sonra bir dip yaptıktan sonra 330 gün sonra bir dip daha yapıyor.

Faiz artışı, toplam fabrika satışlarını daha uzun bir gecikme ile etkiliyor. Fabrika satışları içinde hem tüketim malları hem yatırım ve ara malları satışları var. Buda vd. (21 Nisan 2023), fabrika satışlarının faiz artışından 30 gün sonra etkilendiğini ve bu etkilenmenin dalgalı biçimde bir yıl sonra da sürdüğünü açıklıyor.  

Şimdi şu soruyu soralım; Türkiye’de Haziran 2023’te başlayan para politikası değişikliği, 15 ay sonra yeterince etkili oldu mu? Düşük ve sabit gelirlilerin talebini, satın alma güçlerini kırarak etkiledi diyelim.

Enflasyon beklentisini ve enflasyonun kendisini etkilemek için yüksek faiz politikasının daha uzun zaman sürmesi mi gerekiyor? Eğer yanıt evet ise, para politikasının aktarım mekanizması iyi çalışmıyor demektir. Nerede tıkanıklık var? Ayrıca, yüksek faiz politikasının sürmesi için siyasi ve sosyal ortam uygun mudur?

Son soruya yanıtım, siyasi ve soyal ortamın giderek tahammül edemeyeceği yönünde. Çünkü 15 aylık sürenin yeterince uzun olduğu görüşünü belirtenler artıyor.

Aktarım mekanizması kavramı, geçen hafta sonunda yapılan ve para politikalarının tartışıldığı Ağustos 2024 Jackson Hole sempozyumunun başlığında şöyle yer alıyor: “Para Politikasının Etkinliğini ve Aktarımını Yeniden Değerlendirmek”.

Yani konu yalnızca Türkiye’de tartışılmıyor. Ancak fark şuradaki, hemen tüm ülkelerde artık para politikasının normalleşmesinin ve faizin düşürülmesini zamanının geldiği düşünülüyor. 

Parasal aktarım mekanizması

Kısaca, parasal aktarım mekanizması, para politikasının, bir değişiklik sonrasında, ekonomideki diğer değişkenleri etkileme sürecidir. Para politikası değişikliği ise genellikle kısa vadeli politika faizinin değişmesi, enflasyon ortamında yükselmesidir.

Politika faizindeki değişiklik, yükseliş diyelim, hangi değişkenler ve hangi piyasalar kanalıyla ekonomiyi etkileyebilir?

  1. a) Politika faizi değişikliği ile öncelikle finansal piyasalardaki, özellikle para piyasalarındaki faizlerin etkilenmesi beklenir. Tahvil, bono, mevduat ve kredi faizlerinde değişiklik olması beklenir.
  2. b) Piyasa faizleri değişmiş ise, varlık fiyatları ters yönde etkilenir.
  3. c) Faiz değişikliği, döviz kurunu şöyle etkiler; faiz yükselişi ile yerli finansal varlıklara yabancı ve yerli talebi artar. Böylece yerli para değerlenir. Bu süreçte kurun serbestçe belirlenmesi gerekir.
  4. d) Bu gelişmeler fiyat beklentilerini, ayrıca miktar ve ücret beklentilerini de etkiler. Enflasyon ve miktar (talep) beklentilerinin düşmesi beklenir.
  5. e) Faiz artışıyla yerli para değerlendiği için, ithalat fiyatları düşer veya yükselmez. Hem bu nedenle hem talep düştüğü için, dahili fiyatların enflasyonu düşer.

Enflasyon beklentileri ve döviz kuru

Bu mekanizmanın işlemesi için;

(i) Yerli paranın reel olarak değerlenmesi, yani döviz kurunun düşmesi veya yükselmemesi, ayrıca döviz kurunda artış beklentisi olmaması gerekir. Dövize olan yerli talebinin devam ettiğini gözlüyoruz ve demek ki kurda artış beklentisi sürüyor.

Kur artış beklentisinin sürmesinin nedeni esas olarak cari açık beklentisinin sürmesidir.

(ii) Enflasyon beklentilerinin mutlaka düşmesi gerekir. Ancak tüketici enflasyon beklentisi düşmüyor, üretici enflasyon beklentisindeki düşme de çok sınırlı ve dalgalı seyrediyor. 

Enflasyon beklentisinin düşmemesinin önemli bir nedeni iktidara, özellikle Cumhurbaşkanlığına ve uygulanan politikalara olan güvensizliktir.

Bu konudaki çalışmalarda, enflasyon beklentisinin düşmemesinin bir başka önemli nedeni olarak, beklentilerin geriye bakarak oluşturulduğu açıklaması vardır. Yani, yakın geçmişte yüksek enflasyon yaşayan tüketiciler, yakın gelecekte de enflasyonun süreceğini bekliyorlar.

Bir kısır döngü var ve Türkiye’nin işi zor.

30 Ağustos Zafer Bayramınız kutlu olsun...


Kaynaklar

Buda, Gergely ve diğerleri (Toplam 10 yazar) (21 Nisan 2023) “Monetary policy also has short-run effects” Cepr.org/Voxeu.org

https://cepr.org/voxeu/columns/monetary-policy-also-has-short-run-effects

Friedman, Milton (1972), “Have Monetary Policies Failed?”, American Economic Review, Papers and Proceedings, 62, ss. 11–18

Friedman, Milton (1961) “The Lag in Effect of Monetary Policy”, Journal of Political Economy, 69 (5), ss. 447- 466.

Powell, Jerome (14 Haziran 2023) “Transcript of Chair Powell’s Press Conference June 14, 2023

https://www.federalreserve.gov/mediacenter/files/FOMCpresconf20230614.pdf

Powell, Jerome (2 Kasım, 2022) “Transcript of Chair Powell’s Press Conference”,

https://www.federalreserve.gov/mediacenter/files/FOMCpresconf20221102.pdf

Sandri, Damiano ve Francesco Grigoli (3 Ocak 2023)  “The analysis of credit card data can shed new light on the effects of monetary policy” Cepr.org/Voxeu.org

https://cepr.org/voxeu/columns/analysis-credit-card-data-can-shed-new-light-effects-monetary-policy

Uygur, Ercan (23 Şubat 2024) TCMB faizi istikrar ve enflasyon beklentisi için doğru faiz midir? T24

https://t24.com.tr/yazarlar/ercan-uygur/tcmb-faizi-istikrar-ve-enflasyon-beklentisi-icin-dogru-faiz-midir,43676

Waller, Christopher (20 Ocak 2023) “C. Peter McColough Series on International Economics”

https://www.cfr.org/event/c-peter-mccolough-series-international-economics-christopher-j-waller

                                                           /././

Emekli Emniyet Müdürü Hanefi Avcı anlatıyor: Hükümet, sokağa ait bir grubun hep yanında olmasını istiyor -Gökçer Tahincioğlu-

“Yeşil’i öldürdüler. En son Lübnan'a gönderiyorlar. Pasaport kayıtları falan var, ben tespit ettim hepsini. Geldikten sonra garajların oradaki MİT’e görüşmeye gidiyor. Ankara'da. Görüşmeye gittikten sonra bir daha çıkmıyor. Adamı susturdular. Ve ben Eymür'ün yüzde 99 haberi olduğu kanaatindeyim… Bana Cem Ersever geldi dedi ki, ‘HADEP açlık grevi yapıyor, ben buraya bomba koyacağım.’ Engel olduk”

Hanefi Avcı, uzun yıllar emniyetin çeşitli birimlerinde görev yapan, her dönem hem açıklamaları hem yürüttüğü operasyonlarla sonrasında yazdığı kitaplarla gündeme gelen bir isim. Eski Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı Yardımcısı, emniyet müdürü… Avcı, Susurluk döneminde çeteyi, Ergenekon operasyonları döneminde cemaati, JİTEM döneminde JİTEM’i anlatabilen nadir isimlerden. İşkence yaptığını itiraf eden, 28 Şubat döneminde askerle karşı karşıya gelen Avcı ile geçmişi ve bugün emniyet ve yargının içinde bulunduğu durumu konuştuk.

Avcı, her zamanki gibi çarpıcı açıklamalar yaptı.

- Emniyetin ve yargının içinde bulunduğu durumu sorarak başlamak isterim. Tarikatların egemen olduğu iddiaları, suç örgütleriyle bağlantı iddiaları… Geçmişte de bu iddialar vardı ama böyle bir yoğunluk görünmüyordu. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şu andaki emniyetin fiili durumunu çok iyi bilmeyebilirim, çünkü kişisel bir temasım yok. Ayrıca benim tanıdıklarımın çoğu da emekli oldular. Ama buna rağmen olup bitenleri geçmişte emniyette çalışan biri olarak kendi açımdan değerlendirebiliyorum. Şöyle bir şey, bu her zaman da böyledir emniyet içerisinde. İşin ana gövdesi, yüzde 80’i aslında klasik ve standart şekilde çalışır. Burada yüzde 20’lik kısımda sorun vardır. Yani burada demin saydığınız gibi belli insanlar etrafında kümeleşenler, menfaat grupları, dini gruplar veya siyasetle ilişkisi olanlar o yüzde 20’lik kısımdadır. Ama daha önceden kamuoyunu rahatsız eden, gündeme gelen, konuşulanlar da onlardır zaten.

- Biraz da kritik birimlerde olanlar onlar…

Yani biraz kritik, bazı davalar kamuoyunu çok ilgilendiriyor. Oradaki isimler önemli. Şimdi nasıl cemaat döneminde devletin dışında bir grubun yönettiği bir emniyet mekanizması vardı. Cemaatin dışındaki yüzde 80’lik kısım normal çalışırken, o kesim siyasi soruşturmaları, muhaliflere yönelik operasyonları yaptı, hepsi cemaatin kontrolündeydi. Polis cemaatin kontrolünde, yargı cemaatin kontrolünde ama hepsi de bir sivil imamın kontrolündeydi. Bakanın varlığı çok önemli değildi. Savcı çok önemli değil, vali de çok önemli değildi. Emniyet müdürü de ikinci plandaydı. Bir emniyet amiri savcı ve hâkimi yönlendirebiliyordu. Öyle bir devlet vardı. O zaman devletin genel ruhunda da bu vardı. Mevcut hükümet sayesinde oralara yerleşmişler. Mevcut hükümet niye bunları bu kadar şımarttı dersen mevcut hükümetin de yaşadığı bir süreç var işte. İktidara geliyor ama iktidar olamıyor, muktedir olamıyor. Bugüne döndüğümüzde ise hükümet bir anda kendisi için tehlikeli bir grupla karşılaştı. Cemaat var, baktı ki ciddi tehlike. Direkt kendine yönelmiş işte… Polisle, yargıyla darbe yapmış, olmamış ve en son askerle fiili darbeye kalkışmış. Ne yaptı hükümet? Bu adamlara karşı bir savaş açtı. Bunu yaparken de artık bu tehlikenin devam ettiğinin farkında. Ne yapacak? Bu sefer tüm devlet imkanlarını, gücünü kullanarak bu adamlara bir cephe oluşturdu. Dedi ki cemaatle mücadelede kim lazım?

“Hükümet, sokağa ait bir grubun hep yanında olmasını istiyor”

Daha önce cemaatin karşısında olmuş, cemaatin hedefi haline gelmiş kişileri kullanmaya kalktı. İşte ülkücü, milliyetçi insanlar o zaman cemaatin hedefi. Onları yanına almaya çalıştı. Farklı tarikatlar, cemaatler ve dini grupları yanına aldı ve onlar da bu cemaat gücüne karşı yapılan operasyon, çalışmaların tüm boyutunda yer aldılar. Hükümet halen o tehlikeyi kendinde var hissediyor. Diyor ki “Halen bir cemaat tehlikesi var, o zaman ne yapacağım, ben kendi etrafımla dayanışacağım.” Diyor ki “Sadece devletle olmuyor bu iş.” Kendi kurtulurken devlet dışındaki güçlerin de kurtardığına inanıyor. Onun için sokağa ait bir grup her zaman kendi yanında olsun istiyor. Adını duyduğumuz cemaatin dışındaki tüm diğer cemaatlerin, tarikatların ve dini küçük grupların yanında olduğu inancında. Onlarla böyle bir dirsek teması var. Siyasi temas, insani temas ama geri planda da daha sonra devlet teması, devletin imkanlarını verme, devletin kadrolarını verme, devlette her türlü nimet verme devam ediyor. Tercihini de o yönde kullanıyor. İmkânları varsa onların şirketlerini kullanıyor. Bu hükümetin tabiatından kaynaklanan bir şey. Bu böyle tavır aldığı için bütün devlet kademeleri de böyle olmak mecburiyetinde. Yani bir yönüyle hükümete bağlı siyasi olarak veya inanç düşünce olarak kendi grubuna kendi tarikatına bağlı bir yapı oluşturdu.

“Bu olduğu müddetçe devlet yapısı rayına oturamaz”

Bu yapıdaki insanların devlet içinde yaratacağı sorunlar bellidir. Devlet hiyerarşisi bozulur. Yani memurlar yüzde 50 oranında kendi amirlerine, yüzde 50 oranında ise diğer gönül bağı olan grupların tavırlarına, kararlarına düşüncelerine göre hareket etmeye başlarlar. Zaten ideolojik olarak düşünen gruplarda öyledir. Milliyetçi kesim, ülkücü kesim. O da kendi siyasi anlayışına yakınlık ya da bağımlılık gösterir. Şimdi bu yansıma şu anda emniyetin önemli kadrolarında mutlaka vardır. İllerde biraz daha zayıftır. Siyasi iktidar buraya hem oy potansiyeli olarak hem de bir tehlike oluşursa yanında bir güç olarak bakıyor. O travmanın etkisini kısa bir zamanda atamayacağı kanaatindeyim yani. Bu olduğu müddetçe Türkiye devlet yapısı rayına oturamaz. Devletin sistemleri çalışamaz. Belli oranda olur ama belli oranda da bu insanlar kendilerini buraya taşıyan, atamada, terfide imkân sağlayan bu grupların etkisi altındadırlar. Onların tavsiyelerine, telkinlerine bağlılıkla… Oraya bilgi verirler, ora sorarsa bilgi alıp, onlara verirler. Normalde bizim zamanımızda emniyette böyle bir şey olmazdı.

- Aslında o zaman da cemaat etkindi.

Cemaat etkinliği daha zayıftı. Belki bilgi aktarımı vardı ama daha dardı. Yürütme olarak fiili öyle bir şey yoktu. 2005’lere kadar… 2004’ler ve öncesinde cemaatin böyle dayatma şeklinin çok daha az olduğu kanaatindeyim. Ama ülke genelinde kendi adamını sokma, kendi adamlarını koruma, kendi adamlarını yükseltme diye bir şey vardı, hedefi oydu. Ama devleti yönetme diye bir şeyleri yoktu. Ama sonra mesela artık Güneydoğu’da operasyonları yönetmeyi düşündüklerini hissettim. Cemaat, “PKK’ya karşı operasyonları ben yaparım” demeyi düşündü. Bütün bu Silivri operasyonları sonra… Hepsi artık bütün çalışmaları devletin kendi hukukuna, kendi hesabına göre değil, cemaatin hesabına, cemaatin menfaatine göre yönettiler. Birinci hedef cemaate muhalif olanlar, cemaate karşı çıkanlardı. Cemaatin önünü kesmeye çalışanlar birinci hedef seçildi. Suçlu olmayanlar bile suçlu hale dönüştürüldü. Kendilerine muhalif kim var, onları temizlemek. Yani mesele oradaki darbeci zihniyeti önlemek değil özellikle cemaate karşı olanları yontmak istediler. Poliste de yine aynı şekilde kendilerine muhalifleri temizlemeyi düşündüler. Tabii ki onların gücü olunca da bütün devlet kadrosu bir güce doğru meyletti. Yani emniyette bugün konuşulduğu kadar, yüzde 25, yüzde 30 cemaatçi olduğunu hiç tahmin etmem. Ama terfiyi, tayini, atamayı görevleri cemaat atayınca büyük bir kadro onlara yanaştı. Çünkü insanlar kendi menfaatlerini düşünüyor. Herkes “Ben cemaatçiyim” dedi ve onların yanına kümeleştiler. Gerçek yüzde; yüzde 5, yüzde 10… Geri kalan hepsi güç olduğu tarafa yöneldi. Bugün de ne oluyor, kim tayin terfi yapıyorsa insan o tarafa yöneliyor.

“Tayin, terfi, atamalarla hep MHP uğraşıyor”

- Bir de bunun mafya boyutu var tabii.

Şimdi tabii ki mevcut hükümetin ölçüleri var. Tayin atamayı hükümet çıkarıyor ama imzayı arttıran güç kim? Eğer insanlar çalışmaları nedeniyle atanıyorsa sorun yok. Ama ölçü bu değil de dışarıdaki bir cemaat, bir grup, tarikatın etkisi varsa, herkes safını belli etmeye başlar. Şu anda insanların zihninde şu var. Yüzde 50, 60’ı şunu düşünüyor; tayin, terfi, atamada çalışma ve başarıdan çok bu gruplara yakınlık etkindir. Bunlar siyaset üzerinde etkinler bu siyaset üzerinde tayinleri çıkarabiliyorlar. Buna inandıkları için o tarafa doğru yoğunlaşmaya başladı. İşte şimdi diyorlar ki hükümet içerisinde AK Parti kadar MHP de etkin. Bu sefer MHP’ye yanaşmaya başladılar. Emniyetin bazı sorunları MHP’ye taşındı. Tayinler, terfiler ve atamalar hep MHP uğraşıyor. Niye, çünkü kadro oraya geliyor.

Ankara'da suikast sonucu öldürülen eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı Sinan Ateş

“Emniyette MHP’li bir grup oluştu, bilgi alışverişi yapıyorlar”

İster istemez emniyette MHP’li bir grup oluştu. Son zamanda Sinan Ateş olayında gördük ki MHP’de genç kadrolarda örgütlenmişler, hiçbir hiyerarşik sistemi tanımaksızın bilgi alışverişi yapıyorlar. Bir amir, “A kişisinin bana bulunduğu yer lazım, bu bilgiye ihtiyacım var” diyor. Oradaki direkt memurdan istiyor. O teknik birimi arıyor, “Şunun adresi lazım” diyor çıkartıp veriyor.

- Bu eskiden de olmaz mıydı, MHP açısından özellikle?

Yani benim bildiğim kadarıyla imkânsızdı. Mesela emniyetin bir müdürü de bu bilgiyi talep edemezdi. Asayiş’te çalışan herhangi bir güvenlik görevlisi bu bilgiyi isteyemezdi. Bunu alacak adama çok tepki gösterilirdi. Ancak İstihbarat kendi içinde yapardı ve diğerlerine de “Savcıdan, mahkemeden talimat al, biz de bilgiyi verelim” derlerdi. İkincisi mesela dışardan kadro istemeye kalkmak çok ayıpsanırdı. Bütün kadro onu ayıplardı. Bu çok ayıp karşılanan bir şeydi. Şimdi bakıyorsunuz ki herkes yukarıya gidiyor. O dairenin başkanı dahil herkes bir takım siyasi yerlere gidiyor. Eskiden genel müdürü hükümet atardı ama genel müdürün altını emniyet tanzim ederdi. Hele aşağıya hiç inilmezdi. Derlerdi ki “Planlamanızı kendiniz yaparsınız.” Milletvekillerinin polislerin torpili gelirdi ara sıra tabii ama böyle planlama yapmak, dizayn etmek mesela hiçbir İstihbarat Şube’nin planlaması siyasiden gelemezdi. O etkiyle gelen biri çok ayıp karşılanırdı.

- O zaman şöyle bir çerçeve çizdiniz; hükümet cemaatin etkinliklerinden korktu, ürktü yanına diğer dini grupları alma gereği duydu. Artı MHP’yle ittifak yapmasının etkisiyle o kadroların bir bölümüne MHP’lileri yerleştirdi ve emniyetinde yargının da içinde klikler oluştu. Peki cemaatin yarattığı tehlikeler görülmesine rağmen hala bundan medet umulması normal mi, devlet kendi kadrolarını oluşturamıyor mu, neden sürekli bu arayış?

Devletin kadroları var ama azınlık sayıda bu insanlar. İnsanlar, o gücü elinde bulunduranların yanında şubeleşiyor. Diyelim Hak Yolcular tayinde etkili. İşte ne oluyor; insanlar yanında gözükmeye başlıyor. Diyelim ki tayinler çıktı. Emniyette kimin, neden tayinin çıktığı bilinir. Der ki “Bu adamın gitmesi gereken yer burası değildi aslında.” Bunun birikimi, geçmişi burayı karşılamazdı, bu nasıl gitti, şu gruptan gitti diye duyulur bu. Yargı da aynı şekilde. Rutin dışında bir tayin çıkınca herkes diyor ki bunu şu grup yaptı. O açıdan yapılan her tayinin sebebi büyük oranda biliniyor. O bilme dolayısıyla herkes tavırlanıyor. Eğer tayin ve terfilerde büyük oranda liyakat, çalışma, başarı esas alındığı hissedilirse ona yönelir kadrolar. Ama tercih siyaset üzerinden yapılıyor. Siyaset üzerinden yapılırken de bu gruplar etkin. MHP’nin etkinliği çok fazla. Hükümetin kendi etkinliği de var siyasi parti olarak. Cemaat gruplarının bir kısmı partide de etkin zaten. Şu anda hükümet şöyle düşünüyor; “Ben bunları denetler, ben bunların hepsine hükmederim, bunlar hiçbir şey yapamaz. Ben gücüm, bunlar bana tabi olurlar.” Böyle bir düşünceleri var bana göre. Oysa “Şimdiden sonra herkes sadece devlete itaat edecek” deseydi, böyle bir şey demedi. Tam tersine tayin ve atamalarda belli oranda siyasetin ve bu dini grupların etkinliklerinin olduğu belli ve herkes biliyor.

“Hiçbir tarikatla ilgim kalmadı, yanlışa yanlış demediler”

- Siz de görevdeyken yazdığınız kitapta, bir tarikata yakın olduğunuzu açıkça belirttiniz.

İkinci kitaptı o. Şimdi onu şöyle yazmak mecburiyetinde hissettim. Benim hiçbir şeyimin gizli saklı olmaması lazım diye düşündüm. Çünkü saklı olan her şey duyulur, insanlar arasındaki itibarınızı sarsarsınız. Ben o insanlarla tanışmıştım, konuşmuştum. Siyasetin dışında, menfaatin söz konusu olmadığı konuşmalardı. Ben bunu saklasam ne olurdu, devlet yine öğrenirdi. Aslında o tarikatla da yazacak kadar da bir ilişkim yoktu ama yazmasam da bu çok yanlış kullanabilirdi. Şimdi onlarla da irtibatım kalktı. Baktım onlar AK Parti’ye yanaşıyor. Dedim ki "Eleştireceksiniz, yanlışa yanlış demek lazım." Yapmadılar. Cemaat için de öyleydi. Ben vakti zamanında onları tanıdım, onlarla irtibatım da oldu. Hatta benim çocuklarım onların okullarında da okudu. Ama hepsinin parasını da tıkır tıkır ödedim. İyi bir eğitim vermeye çalıştım.

- Peki bu sistemin sürdürülmesi, hükümetin o tavrı koymaması risk değil mi?

Ben şuna inanırım devleti, devletin yasalarına uygun biçimde devletin kadroları yönetir. Bunun dışındaki her yöntem devlete zarar verir. Bunun için illa bir cemaatin çıkmasına bir grubun türemesine gerek yok. Türk insanı tarihsel olarak devlete bağımlı, devlet ne yaparsa kabul eden bir yapıda olduğu için az tepki gösterdi olanlara. Yoksa cemaat gibi yapılar ülkeyi parçalar.

“Mafyayla bağlantılı emniyet mensupları her zaman vardır”

Ayhan Bora Kaplan dosyası, Sinan Ateş dosyası gösterdi ki mafyatik gruplarla emniyetin içerisindeki bazı isimlerin aktif bir ilişkisi var. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Biz 1990’larda “Yeşil kimin adamı?” diye konuşuyorduk. Şimdi bakıyorsunuz mafyatik bir grup darbe gecesi sokağa çıkıyor bakanın yanında. 10 yılda dehşet bir şekilde büyümüş. İstanbul’da dünyanın önemli mafya baronları, uyuşturucu baronları yakalanıyor. Biz nasıl bu noktaya geldik, nasıl normalleşti bu iş bu kadar?

Şimdi aslında her zaman mafyayla bağlantılı emniyet mensupları vardır. Ama bu bugünkü kadar yaygın ve gelişkin değildi. Daha dar kapsamlı, daha az sayıdaydı. Bir defa farklı çalışmaya başlarsınız burada sınır olmuyor. Şimdi Susurluk döneminde bazı kamu görevlilerine hukuk dışı işlem yaptırdılar. Bu defa aynı insanlar başka yanlışlar da yapmaya başladı. O yanlışlara da müdahale edemiyorsun, çünkü daha önce hukuk dışı bir işte kullanmışsınız. Daha önce demişsiniz ki; “Gidin şu adamı alın, kaçırın, dövün, atın, hapsedin, kırın” demişseniz, burada kullanmışsanız yarın bir gün bu adam başka bir işte hukuksuzluk yaparsa, kanunsuzluk yaparsa, rüşvet yerse, onunla ilgili işlem yapmakta zorlanırsınız çünkü. Niye; o adamı bir işte kullandınız; adam onu konuşmaya başlayabilir. Devlet darbe esnasında baktı ki devletin bütün kurumları sarsıldı ve tüm kurumların siyaset etrafında kümeleşme ihtiyacı oldu. Şu anda bütün devlet kurumları siyasi yapının ayakta kalması için uğraşır hale dönüştü. Bu kendiliğinden oluştu.

Alaattin Çakıcı, Eski Emniyet Genel Müdürü ve İçişleri Bakanı Mehmet Ağar, eski Özel Kuvvetler Komutanı emekli Korgeneral Engin Alan ve Susurluk dönemindeki "müşaviri" emekli Albay Korkut Eken

“Soylu’dan sonra zihniyet değişti”

- Peki buna rağmen nasıl skandallar ortaya çıkıyor?

Bu işleri birileri başlatırsa kimse doğru başlayan bir şeyi “Yapmayın, durdurun” kolay kolay diyemez. Eğer siz yaptığınız işte meşruysanız o zaman en güçlü adamsınız. Devlet içinde rütbeler, makamlar insanları güçlü hale getirebilir ama meşruluğunuzu kaybettiğiniz zaman hiçbir anlamı kalmaz. Bir dönem İzmit Emniyet Müdürünü bir komiser muavini tutukladı. Normalde komiser muavini emniyet müdürünün karşısında çıkıp konuşamaz, çekinir. Şimdi de bazı soruşturmaları herhangi bir birim başlatırsa o haklı olduğu için ne kadar korumak isteseler de öyle kolay kolay durduramıyorlar. İkinci etken ise konjonktür zaman zaman değişiyor. Türkiye’de bakan değişikliği sadece bakanı değil, bir zihniyeti de değiştirir. Mesela Sadettin Tantan Bey’in gelişi bir zihniyeti değiştirmiştir. Süleyman Soylu’nun gidişiyle birlikte yeni bir değişiklik oldu. Bu değişiklik bence parti içinde oluştu. Yeni gelen bakan partideki atmosferi emniyete taşıdı. Önümüzdeki dönem yeni bir kadroyla değişimin süreceği kanaatindeyim. Çünkü alttaki memurlar sizden habersiz çok kritik bilgileri bir yerlere taşıyorlar. Bu az gibi gözüküyor ama yarın bir gün çok vahim bir durumda kullanıldığında buna karşı tedbir almak mecburiyetindeler. Bu tahmin edilemeyecek kadar zararlı bir şey aslında.

“Farklı yerlere taşımadıklarına nasıl emin olalım?”

Eğer sizden birileri böyle kolayca bilgi alabiliyorsa, bu bilgileri belki Sinan Ateş olayında kullanabilirler. Peki bunun farklı yerlere taşınmadığına nasıl emin olalım, bence çok yere taşınmıştır da yani. Şimdi geçmişte emniyetin bilgi bankasını sorgularken kontrol mekanizmaları çok fazla yoktu. Sonra bir iki olumsuz olay yaşandı. O bilgileri, bazı insanların kişisel amaçlarla kullandığı ortaya çıktı. Sonra bunun üzerine emniyet, “Kim neyi soruyor? Kim neyi araştırıyor? Bunları arka planda bir yere kaydediyor. Özetle bilgi saklıyor yani. Cemaat daha önce mesela onları imha etti. Ondan sonra iş biraz daha sıkı hale getirildi. Şimdi iktidarın bunu hissettiği kanaatindeyim. Şimdi bunun sıkıntısız bir şekilde halledilmesi lazım. Bir anda olmaz ama bu yapılmazsa büyük zarar görülür. Mesela benim zamanımda bir hükümet üyesini sorguladınız, alarm öterdi. İyi bir kontrole ihtiyacınız var. Çünkü orada çok kritik bilgiler var, ben istersem bir bakanın, başbakanın, generalin hepsinin saat saat gittiği her yeri bilebilirim, beş yıl öncesindeki hareketini bilebilirim. Daha sofistike sorgulamalarla çok farklı amaçlarla kullanılabilir. Ticari amaçla nasıl kullanılıyor bu; atıyorum adam mağaza açacağım diyor, soruyor "Yeni bir mağaza açacağım sizin bilgilerinize dayanarak, bu bölgede mağaza açmam kârlı mı, değil mi?" Buna bile bakılabilir…

- Peki böyle bir dönem oldu mu hiç, Çakıcı için özel af çıkartılan, dünyaca aranan bir baronun burada yakalandığı, her gün bir köşeden birinin çıktığı…

Şimdi tabii devlet belli konuda görevleri bir süre ihmal ederse o tarafta bir boşluk oluşuyor. Özellikle bu mafya olayları, uyuşturucu meseleleri artık Türkiye’nin dışına taşarak daha evrensel oldu. Herkes çok rahat hareket ediyor. İstanbul öyle bir yer ki her şeyin yaşanmasına müsait bir ortam. Mafyayla mücadelede ciddi boşluk oluşmuş, organize suç örgütleriyle mücadelede ciddi boşluk oluşmuş, uyuşturucuyla mücadelede ciddi boşluk oluşmuş. Bu aşağıya yansıyor. Bizim şu an gördüklerimiz bence bir numune. Ama numuneye bakarak geneli yorumlayabiliriz. Dersek ki neden bu kadar çok hata oluşmuş çünkü çok ciddi bir boşluğumuz var bizim. Bu boşluğun zararını daha çok çekeriz.

Eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu

“Yargıdaki FETÖ borsasını söyledim, bir tane müfettiş gelip sormadı”

- Bu bilinçli bir şey değil mi sizce sadece ihmal mi?

Çok ciddi boşluk var, hata var. Şimdi ne oldu yargıda ciddi bir rüşvet furyası var, bunu herkes görüyor. İstanbul Anadolu Başsavcısı dilekçe yazdı. Şimdi bu o kadar vahim bir şey ki. Bu adam yüz görmese bunun dördünü yazamaz. Şimdi bundan önce biri bana şöyle bir şey söyledi, “FETÖ olaylarında para alıyorlar…” Ben de bu duyduklarımı anlattım. FETÖ borsası vs. Beni sonra savcılığa ifadeye çağırdılar “ben böyle bir şey söyledim ama benim söyleyeceğim laflar sizin teşkilatınızı ilgilendiriyor. Bunu müfettişler araştırmalı, suçlanan makam değil” dedim. Bir tane müfettiş gelip bana sormadı. Gerçek manada rüşvet konusunda, usulsüzlük konusunda o hassasiyet yok. O olmayınca burada insan cesaret alıyor daha fazla yapmaya başlıyor. Şimdi ayyuka çıktıktan sonra hareket ediliyor. Alttaki insanlar çok şey biliyor.

- Mesela Sedat Peker niye tasfiye oluyor da Çakıcı cezaevinden çıkartılıyor?

Şimdi tabii arka planda her dönemi tam manasıyla bilmiyoruz ama şunu biliyoruz Sedat Peker bu sahayı boşaltması için bir bahaneyle yurt dışına gönderiliyor. Açıklamalarından anladığımıza göre Sedat Peker’e "Senin hakkında bir çalışma var, sen bir yurt dışına git" deniliyor. Çünkü Sedat Peker sahaya hâkim olmuş. O varken başka birinin sahaya girmesi çok da kolay değil. Ama onu yurt dışına gönderdiğiniz zaman başkaları gelip o boşluğa oturabiliyor. Sedat Peker bunu anladığı gün tepki göstermeye başlıyor. Söylemediğinin iki katı daha şey vardır bana göre. Tamamını anlatmadı ama kendini gönderenlerin devlet içindeki yapı olduğunu, hatta bakanın haber gönderdiğini söyledi. Ne kadar doğru ne kadar yanlış ama belli bir oranda doğruluk olduğu anlaşılıyor. Ama Sedat Peker hakkında her zaman soruşturma vardır zaten. Şimdi dışarı çıkan insanlara bakıyorsunuz, nasıl çıktı? Bu çıkışın devlet destekli, siyaset destekli olduğunu görüyorsunuz. Şimdi bu çıkışın birtakım usullerin zorlanma yöntemiyle olduğunu görüyorsunuz. Çıkaranlar ne için çıkarttılar sorgulamak gerekiyor.

“Hizbullahçılar neden çıkartıldı?”

Bazı tahliyelere bakıyorsunuz yargılamanın yenilenmesi yöntemleri kullanılmış. Bu çok istisnai bir yöntemdir. Bir grup Hizbullahçı bu yöntemle dışarı çıkarıldı, ne kadar çıkarıldı halen bilmiyoruz. Ve o davalar da bitirilemiyor halen. Niye, çünkü çıkan adamlar gelmiyor. Bu korkunç bir yöntem, eski karar kaldırıldı, hakkınızda mahkûmiyet yok, yeni karar verilemedi, dava da bitirilemiyor, boştasınız. Size hiçbir sorun yaratılamaz.

“Emniyet, bakanla yakın durana, fotoğraf çekilene kolay kolay dokunamaz”

- Mutlaka bir amaç için yapıldı değil mi?

Tabii, hepsi. Bunlar zor yapılan operasyonlar. Dilekçe verilmiş, kendi mahkemesi kabul etmemiş. Üst mahkeme direkt tahliyeye karar vermiş. Bir defa hukuk mantığıyla bu insanlar böyle bırakılamaz. Çünkü sabıkaları var, geçmişleri var. Sonra bunların siyasette, toplumda kabullerine bakıyorsunuz; bu toplumda siz mafyacılarla iş birliği yaparsanız, onlarla beraber hareket ederseniz, onlarla miting yaparsanız bu toplumda mafyayla mücadele edemezsiniz. Her köşe başını biri tutar. Emniyet de bakanla, siyasetçiyle yakın duran adama dokunamaz kolay kolay. Siz içişleri bakanı ile fotoğraf çekip yayınlıyorsanız size kolay kolay dokunulamaz. Kendilerini riske sokmak istemez.

- Peki bu tablo kolay düzelir mi?

Yani çok kolay düzelmez ama bu bir iklim meselesi. Önümüzdeki dönem sonbahar. Sonbahar gelince herkes ceketini giyer. Türkiye’de iklimin değişmesi lazım. Bu iklimi değiştirirlerse bugünkü iktidar bir gün yumruğu vurup “Hak olacak, hukuk olacak, adalet olacak” derse lafla değil, icraatla bunu gösterecekse bir anda olmasa da süratle düzelir. Çünkü insanlarımız kendi menfaatine göre hareket ediyor.

“Yukarıdan habersiz yapılamaz”

- Siz çok uzun yıllar devletin içinde yer aldınız. Bu iklim, konjonktür değişse bile Türkiye’de bazı şeyler değişmiyor. Bazı davalar 30 yılda bitirilemiyor, iktidarlar değişse de zaman aşımıyla kapatılıyor. Çok yakın zamanda Ankara’da faili meçhul cinayetler dosyası, siz emniyetten de tanıyorsunuz Ayhan Çarkın çıktı itirafçı oldu. Akli dengesini kontrol ettiler. Baktı ki bir tek kendi ceza yatıyor, ifadeyi değiştirdi. Ortada bu kadar delil var. Susurluk çetesi denilen şeyi devlet kabul etmiş Yargıtay kararıyla. Çete var ama eylemleri yargılama konusu yapılamıyor. Nedir bu insanları koruyan mekanizma?

Şimdi devlette Susurluk anlayışının oluşması PKK’yla birlikte oluştu. PKK’nın ortaya çıkışıyla birlikte devlet, kısa sürede bu işi halletmesi gerektiği düşüncesine vardı. Devlet bunu halledemeyince, bunu kabul etmekte zorlandı. Bu defa arayışa başladı. Bir yöntem tercih etmek şansı vardı devletin. Yani olayı görüp, olayı iyi analiz edip buna göre yapı oluşturmak. Bu zor ve uzun bir yoldu. Devletin bunu kuracak kadar kapasite, kabiliyeti ve imkânı da azdı, sabrı da yoktu. Uzun vadeli düşünemediler. Ama birtakım insanlar dedi ki bu adamların dilinden hareket etmek lazım. Hukuk tanımazlık, bunları güç haline dönüştürüyor. Dediler ki biz de o zaman halkı bunlara ezdiremeyip, asıp keseceğiz. Örgüte lojistik destek veren, yol gösteren para verenleri bitirirsek olayı bitiririz diye düşündüler. Tabii yukarıdaki adamlar çaresizlikten bu olaya göz yumuyorlar. Yapın demediler ama yapılmasına karşı da çıkmadılar. Devlet hiyerarşisinde altta yukarıdan habersiz bir iş yapılamaz. Kaynaksız bir şey kullanamazsınız. Yola bile gidemezsiniz. Ama yukarıda oturup, ne olup bittiğini bilmiyormuş gibi davranabilir, göz yumarsınız. O dönem PKK’yı durdurmak adına özü iyi niyetli gözüken ama hukuk dışına taşabilecek bir anlayışı kabul etti yukarısı. Fakat bu anlayışı hep şöyle zannediyorlardı; kesinlikle hiçbir haksızlık hukuksuzluk olmayacak. Bu işe başlayanlar önce askerden başladılar. Güneydoğu’da bazı infaz olayları. O da ne yapıyor; PKK’yı takip ederken bir adam buluyor, adam önüne düşüyor, bunlara kılavuzluk yapıyor. Ama ispatlayamıyorlar, telefon dinlenmiş onu ortaya koyamıyor. Bu sefer ne yaptılar adamı götürmeyi düşündüler, adama başka türlü muamele gösterildi aldılar, dövdüler. Bu adım adım böyle başladı. Elde bilgi var, eminler ama ispatlayamıyorlar mahkemeye götüremiyorlar. Götürseler şahitlik yapamıyorlar. Tanıdıkları mahkemede adam tekrar tahliye oluyor. Bu sefer ben bunu halledeceğim diyerek diğer anlayışa başladılar.

“Vatan-millet-Sakarya diye başladı, sonra ceplerine baktılar”

Başlangıçta bu biraz insanı korkuttu ama sonra bu iş tadını kaçırdı. “Vatan-millet-Sakarya” diye başlandı ama bir müddet sonra ceplerine baktılar. Hatta uyuşturucu mafyasından para almaya başladılar. Devlet de bunları durdurma imkânına sahip değil. Niye; hepsini kullanmış önceden, birçok olay olmuş. Zaten bu işin başındaki adamlar… Güneydoğu’da bu işe karışanları buraya getirdiler, merkezde işlemde görev almaya başladılar. Emniyette Mehmet Ağar bu işin başındaydı. Bunlara karşı çıkamadılar.  Bunlar da suça karıştıkları için “Siz bizi kullandınız, siz köşeyi döndünüz” diyerek yapmaya devam ettiler. Susurluk olayı olduğu zaman aslında bu iş zaten çok sıkıntılı hale geldi. O olay bunun üzerine yeni bir imkân yarattı. Devlette bu işe başlangıçta razı olan insanlar bu işin yapılmasını istiyor ama her şeyin ortaya dökülmesini istemiyor. Ama durdurulmasını da istiyorlardı.

1993 yılında öldürülen Jandarma Binbaşı Ahmet Cem Ersever

“Susurluk sonrası ciddi mahkumiyetler çıkabilirdi, yapmadılar”

Bu olay belli oranda yargıya gitti mahkûmiyet oldu ama hiçbir eylemden suçlu bulamadılar. O soruşturmalara belli oranda bakıldı ama çok ileri gidilmedi. Ben de ifade verdim, o ifadelere dayanarak bakılan araştırmalarda ciddi mahkumiyetler çıkarabilirlerdi ama yapmadılar.

- O dönem yapılmadı ama 2015’te neden yapılmıyor mesela. O dönemin üst düzey bütün aktörleri artık ortadan çekilmiş. Burada artık devleti koruma refleksine gerek var mı?          

Birincisi zamanında yapmadığınız zaman daha sonra yapmanın zorlukları var. Cem Ersever olayı mesela… Açık dosya, ne oldu bilmiyoruz, belki de kapattılar. Ama o dosyayla alakalı kimse bilgi vermedi, o dosyada çok önemli bilgiler var. Birçok isim, yeni gelen siyaset bu olayı merak edip uğraşmadı. Yargıda da çok idealist birileri çıkmadı ama gelenler de şunu düşünüyor “Aman devlet zarar görmesin” bu mantık her zaman var. Ama idealist birileri çıksa “Sonuna kadar gideceğiz” dese kesin bir irade gösterirse yürüyebilir.

- Yani mesela emrinizdeki birisi gitti birisini vurdu. Siz neden bunu koruma refleksi içinde oluyorsunuz?

Normalde vurulduysa kesin tahkikat yürür. Ancak mevcut düşünceye, devlet zihniyetine aykırı olursanız sorun çıkar. Susurluk döneminde ne vardı; bu işe karışmasa bile birçok insan biliyordu. Diyelim ki bu işe biz hiç karışmadık. Mesela Diyarbakır’da istihbaratın böyle bir avantajı vardı. Birden fazla olayda, bunları yapanlar, emniyetle karşılaştılar. Emniyet ne yaptı, sadece orada mani oldu, onun ilerisine gitmedi.

“JİTEM, parti binasına bomba koymak istedi, engel olduk”

- Mesela siz de Diyarbakır’da JİTEM’le karşılaştınız niye engel olmaya çalışmadınız?

Biz engel olduk. Mesela bize gelip dediler şunu yapmak istiyoruz, biz yapamazsınız dedik. Yaparsanız biz gereğini yaparız. Mesela bana Cem Ersever geldi dedi ki: “HADEP açlık grevi yapıyor, ben buraya bomba koyacağım” dedi. Biz buna müsaade etmeyiz. O bunu deneyemez, çünkü tahkikat yapılırsa yakalanacağını bilir. Diyelim bir olay oldu, Diyarbakır’da bir avukatın aracına patlayıcı madde konuldu sonra anons edildi, kaçarken yakalandı.

“Jandarma yakaladı, 'Tutanak tutun, bırakın' denildi”

Jandarma astsubayları bunları yakaladı, “Tutanak tutun, bırakın” denildi. Ne olması lazımdı; aslında savcıya gidilmesi lazım, valiye gidilmesi lazım, yukarıya haber verilmesi lazım. Ama şimdi ne yapıyor emniyet, “Ben bunlarla uğraşmak yerine tutanak tutarım varsa bir sorun savcı halletsin.” Savcı çağırıyor, kişi inkâr ediyor, dava kapanıyor.

- O dönem işlenen cinayetleri siz duymuyor muydunuz, araştırmıyor muydunuz, emniyetteydiniz.

Dönemimde Diyarbakır merkezde cinayet işlenmedi. Bir tek olay vardı, o da Hizbullahvari bir grubun yaptığı eylem. Cem Ersever ve adamları bizim bölgemizin dışında olaylara karıştılar. Benim zamanımda Diyarbakır merkezde hiç eylemleri yok. Bismil’de bir olay yaptılar. Olay zaten ortaya çıktı. Sonra Mardin’de olay yapmışlar, burada bazı belgeler ortaya çıktı, sonrasında doğrulandı. Bu ölçüsüzlük 1995’ten sonra çığırından çıkmıştı. Çünkü şehir merkezinde PKK güçlü değildi. Eylem yapamıyordu, sadece öğrenci gösterileri vardı. Ama 1994-1995’te çok fazla eylem olunca artık o eylem dolayısıyla orada polis, jandarma herkesin çok canı yanınca bir şey arıyorlar. Şimdi düşünün karakollar tehlikede, lojmanlar tehlikede, devriye arabaları tehlikede. Böyle bir ortamda herkes “Bunu kim susturacak? Kim ne yapacak” arayışında. Bunu yaşayanlar birçok şeyi normal görebiliyor.

- Siz yadırgıyor muydunuz?

Biz diyorduk ki “Bu işler zarar verir, topluma zarar verir, devlete zarar verir” çünkü hukuk dışına taşarsanız burada en büyük zararı devletin kendisi görür. Bunu oradaki insanlar küçük düşünüyor, bugünlük düşünüyor. Halbuki bunu daha uzun düşünürseniz görürsünüz. Bir defa ürküttüğünüz her insan dağa çıkar. İkincisi ne kadar bilgiye sahipsiniz? İstihbari bilginiz ne kadar doğru? Hangi bilgiyle insanlara bunu yapıyorsunuz. Üçüncüsü akıllı hareket ederseniz, aslında devletin halledemeyeceği hiçbir sorun yok. Bir müddet belki örgüt bir şey yapar ama bu devletle mücadele edebilecek hiçbir örgüt yok. Siz devleti iyi çalıştırırsanız hiçbir örgüt nefes alamaz. Türkiye gibi bir yerde korkunç bir gücünüz var. Silah gücünüz var, yetkiniz var, kanun hakkınız var. Yani siz doğru çalışırsanız sizin bu yöntemlere hiç ihtiyacınız yok. Ama o yöntemleri kullanmak istemeyenler kaba kuvveti, kolay yöntemi seviyor. Daha çok asker mantığı, silaha silahla. Bu adamın mantığı o. Ama sivil iradenin öyle düşünmemesi gerek, istihbaratın öyle düşünmemesi gerek, siyasetin öyle düşünmemesi gerekiyor. Ama Türkiye'de düşündüler.

Eski MİT Kontrterör Daire Başkanı Mehmet Eymür

- Mesela Mehmet Eymür, “Niye Yeşil’i kullandınız?” diye sorduğumda, “Bizim doğru düzgün adamla niye işimiz olsun. Biz tabii o adamla iş yapacağız” demişti.

Şimdi devlet bir adamı kullanır, ne için kullanır; o adamın o grubuna karşı kullanır. Çünkü siz DEV-SOL’un içine girmekte zorlanırsınız. Adam sokmak çok zordur, yıllarca emek vermeniz lazım. PKK’nın içine adam sokmakta zorlanırsın ama PKK’dan hazır bir adam alabilirsiniz. DEV-SOL’dan, TİKKO’dan alabilirsin. Ve o kişiyi grubu hakkında bilgi almak için kullanabilirsin. Bilgi almanın dışında başka bir şey yok. Bunun dışında kullanım suç ve yanlış. Siz bir gruba adam alıyorsunuz, karşı fikre karşı kullanıyorsunuz. Kullanamazsınız. Hukuka göre yanlış, hem işin mantığına göre hem de anlamsız bir yanlışlık var. Şimdi böyle kullanırsanız sorun yok ama Türkiye'de Susurluk’ta ne yaptılar; tam tersine adamı düşman olarak kullandılar. Sağcıları solculara karşı, solcuları sağcılara karşı kullandılar. Bu vahim bir şeydir, tehlikelidir. Yeşil (Mahmut Yıldırım) mesela, baştan beri PKK’ya karşı bir adam. PKK’nın içine girmiş bir adam değil. İkincisi bu adamın yanındaki adamlar suçlu, onlara bir şey diyemedik, hep Yeşil’e sövdük. Aslında sorun Yeşil değildi. Yeşil’le beraber Güneydoğu’da hareket eden jandarmalardı. Biz onlara kızamıyorduk, yanındaki Yeşil’e kızıyorduk. Yeşil tek başına burada İstanbul'a gidip gelemez. Yolda yakalanır ama yanında ya polis var ya MİT’ten adamlar var.

“Yeşil’i öldürdüler”

- Öldürdüler mi sizce?

Öldürdüler.

- Bilgi olarak mı fikren mi söylüyorsunuz?

Aksi ispatlanmayacak bir bilgi olarak… Yeşil’i en son Lübnan'a gönderiyorlar. Pasaport kayıtları falan var, girişi var, tarihi var, ben tespit ettim hepsini. Geldikten sonra garajların oradaki MİT’e görüşmeye gidiyor. Ankara'da. Görüşmeye gittikten sonra bir daha çıkmıyor. Bir ay sonra Yeşil’in arabası eski MİT'e yakın bir otoparkta bulunuyor. Şimdi oğlu bir ay sonra arabayı orada buluyor. Bu adam eğer öldürülmese, arabayı en son bıraktığı yer neresi, görüşmeye gittiği yer… Oğluna “Benim arabamı oradan alın” derdi. İki arabasının biri burada bulunuyor. Ve oğlu da biliyor ki; bilgi vermeye gitti ve bir daha gelmedi.

- Gizlice MİT’ten çıkartmış olamazlar mı?

Dışarıya mı? Adam yine oğluna “Arabam orada, al” derdi. Çünkü araba ekonomik değeri olan bir şey. Adam onu söylemiyor. Ve araba sonunda tesadüfen bulunup getiriliyor.

"Yeşil" kod adlı Mahmut Yıldırım

“Yeşil, Ersever’in araç telefonunu kullanıp, jandarmayı arıyordu”

- Mesela Mehmet Eymür de aynı araba örneğini verip “Biz onun peşine çok düştük, bence de öldürüldü” dedi ama Eymür o zaman MİT’teydi.

En son yurt dışından geldiği kayıtları var. Telefonla konuşma kaydı var, o konuşma kaydından sonra ses yok. Mesela ben Cem Ersever öldürüldüğünde şöyle bir şey anlatmıştım; Cem ve yanındakiler araba telefonu kullanıyorlar. O telefonu Cem öldürüldükten sonra Yeşil kullanmaya başladı. Sürpriz mi bu? Yeşil o telefonla jandarma komutanlığından insanları aramaya başladı. Yeşil’le o telefonda konuşan insanların hiçbiri ifadeye çağrılmadı. Hepsi belli.

“Yeşil’den sonra da telefonu başkaları kullandı”

Jandarmadanemniyetten insan var, MİT’te insanlar var. O telefonu sonra başkaları da kullandı. Hatta sonra şeyler gördük. Yeşil’le ilgili günlük onay alıyorlar. Görev onayı. Günlük şu kadar dolar ve harcırah verilmesi… İsim yazmışlar, onaylarını almışlar. Bu paralar da alınmış. Ama başta inkâr ettiler “Böyle bir irtibatımız yok” diye. Sonra sen bu adamı yurtdışında kullanırken belki esnek bir tarafı var ama sizin Yeşil’i MİT olarak kullanmanızın hiçbir mantığı yok. Şimdi bu adamı polis ne diye kullanır? Deseniz ki Güneydoğu'da bu adam araziyi biliyor, Kürtçeyi biliyor, rehber olarak kullanacağım mantığı var ama İstanbul'da nerede kullanacaksınız siz bu adamı? Bu adamın PKK'dan kimseyle alakası yok. Bu adam tamamen orada zor gücü olarak yaşıyor. Emniyetin, milli istihbaratın burada kullanmasının hiçbir mantığı yok.

“Bakanla, generalle, genel müdürle muhatap”

Tamamen suç ama bunu öyle bir taşımışlar ki emniyetle Daire Başkanı muhatap olmuş, MİT’te Daire Başkanı muhatap olmuş. Adama tahkikat yapamıyorlar. Jandarmada generallerle muhatap olmuş adam. Şimdi nasıl tahkikat yapsınlar. Adam Daire Başkanı’yla muhatap olursa alttaki polisi komiseri dinlemez. O da ne için yaptı rüşvet para için. Yeşil o kadar suça karıştı ki Yeşil konuşur geveze bir adam. Ağzı çok şey, her tarafa girip çıkıyor, her şeyi anlatıyor, yani ne yapacaktı; MİT'ten başlayacaktı, emniyetten jandarmadan çıkacak, herkes hakkında bir şey anlatacaktı.

“Yeşil’i susturdular, Eymür biliyordu”

Bunun yaşanmasını istemeyenler adamı susturdular. Ve ben Eymür'ün yüzde 99 haberi olduğu kanaatindeyim o konuda. Çünkü o gönderen ona bağlı ekip. Onlar yönetip yönlendiriyorlar, onunla irtibatları var. Onlar kalkıp da bu adamı taşıyamazlar ve o konuda eminler. Bazıları yaşıyor, maşıyor diyorlar. Yani biz yüzde 100 eminiz, diyoruz ki “Bu adam kendini saklayıp gizleyemez, bu adam çok konuşkan, çok geveze.”

- Şimdi de kahraman muamelesi yapılıyor.

İşte şimdi sorun orada. İyi aydınlatılamadığı, iyi soruşturulamadığı için bu adamlar diyorlar ki “Biz vatan millet için yaptık.” Mehmet Ağar da mesela aynı şeyi yapacak, diyecek ki “Ben vatan-millet-Sakarya için yaptım, korudum kolladım, şu oldu, bu oldu, ben ülkem için yaptım bunları.” Bütün özel harekâtçılar bunu söylüyor, halbuki birçok insan biliyor ki bunlar böyle çalma-çırpma-soyma yaptılar. Ne yaptıkları ne çaldıkları belli. Vatan-millet diye başladıkları belki bazı olaylar var ama bu olayların hangisi olduğu belli ve ne oldukları da belli. Daha sonra yaptıkları hepsi kirli olaylar.

“Düzeltemeyeceğimiz bir yargı tipi oluştu”

Şimdi yargıda üç tip şey oluştu. Bir tamamıyla işini rüşvete bağlamış insanlar oluştu. Daha vahim, bir de hiçbir ciddiyetle davaya bakmayan, bütün davaları saçma sapan ara veren bir sistem oluştu. Şimdi cemaat zamanında cemaatin yaptığı yanlış belliydi, cemaatçiler kendileri de biliyordu yanlış karar verdiklerini ama yukarıdan talimat geldiği için yapıyorlardı. Eğer o talimat gelmese o zaman doğru çalışırlardı. Daha öncesinde askerler de yargıyı etkiledi, orada yargı mensupları birtakım şeyi yapıyor, yanlış olduğunu biliyor ama askerin istediğini yapıyorlardı. Askeri kaldırsa yine doğru çalışabilirdi. Şimdi de birtakım yargı mensupları siyasi karar veriyorlar ama siyaset karar vermese karışmasa bunların hepsi doğru çalışır diyemiyoruz. Düzeltemeyeceğimiz bir yargı tipi oluştu. Hukuk okumayan, dosya okumayan incelemeyen adamlar oluştu. Ve bu çok vahim, inanılmaz saçma sapan kararlar çıkıyor. Mağdur adamı mahkûm ettiler. Türkiye'de adaletin çöktüğünün resmidir bu. Şimdi bu nasıl düzeltilir... Bunu düzeltmek çok kolay bir şey değil. Yani böyle bir saçmalık.

“80 vilayette işkence yapıldı”

- Siz daha önce işkence yaptığını açıkça söyleyen, bununla yüzleşen birisiniz. Bugün hâlâ işkence gündemde. Kanıksanmış bir hâl var gibi görünüyor.

Şimdi bir defa şu var, devlet geçmişte bu işleri biliyor ama göz yumuyordu. Türkiye'nin 80 vilayetinde bu yöntem uygulandı şöyle veya böyle. İki türlü düşünmek lazım. Polis veya başkaları niye bu yöntemi kullanıyor? Önüne görev koymuşsunuz ama bu görevi yapacak hiçbir argüman vermemişsiniz. Ne teknik alet edevat var ne eğitmişsiniz ne delil toplamışsınız, hiçbir şey yok. Bu adam ne yapacak? İyi niyetli düşünürseniz memleketi korumak uğruna suçluyu konuşturmaya çalışacak. Bildiği yöntem ne var, dayak yöntemi. Bir de bu kanıksanmış, anormal de değil. Hatta bazen vatandaş dilekçe veriyordu, diyordu ki "Yeterince dövmediler, sövmediler, onun için konuşmadı." Şimdi devlet deseydi ki “Ya bu adamlar niye dövüyor, niye sövüyor, bir defa bunu yasaklayalım. Yani bunu aşağıya hissettirelim. İkincisi bu yöntemi kullanmaması için her türlü imkânları verelim.” Usta çırak ilişkisine dönüşüyor ve bu bir müddet sonra hiç de garip değilmiş, yanlış bir olay değilmiş gibi görünüyor. Diyorlar ki “Normal bir yöntem.” Yani “Polis böyle çalışır, böyle yapar.” Asayiş’in iyi tarafı parmak izi alıyordu, parmak izi bulduğu zaman adama diyordu “Konuş, malın yerini göster.” Onun için dövüyorlardı. Asayiş terörden daha iyiydi bu konuda. Terörde hiçbirisi yoktu. Son zamanda devlet bilgisayar sistemlerini kullanmaya başladı. Bunu iyi hale getirirseniz zaten öbür yönteme ihtiyacınız yok.

Hanefi Avcı

“Polis düşünce yapısına yakın olana iyi davranıyor”

- Ama hâlâ çok örnek görüyoruz.

Tabii ki yanlış ve kaba davranışlarda sorunlar ortaya çıkıyor. Özellikle polis, düşünce yapısına ve felsefesine yakın olanlara karşı daha yumuşak davranabiliyor. Örneğin, sol görüşlü insanlara karşı daha sert davranırken, sağ görüşlü insanlara karşı daha vicdanlı ve yakın davranabiliyor. Bugün için siyasi iktidarın hâkim görüşüne paralel olanlara daha makûl davranırken, karşısındaki kişilere daha ölçüsüz davranabiliyor. Bu durum, üst düzeydeki yöneticilerin polis üzerinde denetleme ve kontrol etme bakış açısıyla yakından ilgili. Eğer yukarıdan şu mesaj verilse, "Her yaptığın yanlıştan dolayı sana gereğini yaparım," bu hissettirildiğinde, herkes hizaya gelir. Tabii lafla değil, konuşmayla değil; fiili icraata bakılır. Bu açıdan yukarıya şu hissettirilmeli: "Ben her türlü hukuksuz davranışa karşı gereğini yaparım." Ama bu lafla değil, icraatla olur. Kimse başını belaya sokmak istemez, çünkü memurun amiri sahip çıkmazsa, kimse onu kurtaramaz. Her şey ceza, her şey sıkıntı. Tabii, bunu hem siyaset hem de yargı hissettirmeli. Bazen yargı da bu konuda niyetleri iyi olmasına rağmen aşağıya şu mesajı veriyor: "Bunları bize niye getiriyorsun?" Güneydoğu’da mahkemeler resmen bunu diyordu. "Bu adam konuşmuyor, konuşsa inkâr ediyor, tanıklar ifade vermiyor. Niye getiriyorsun?" Şimdi böyle diyen bir yargı olursa, oradaki polis ne yapacak? Ölçüsüz davranacak, her şeyi yapacak. İkincisi, dağda suç işlediniz diyelim; kim gitti, kim takip edecek? Olay yerine girme şansınız yok. Türkiye'de devlet, siyasi ve sosyal sorunları çözme yöntemini bilmiyor. Her şeye suç mantığıyla bakıyor, onu çözmenin bir yöntemi var. Türkiye'de ne oldu? İlk başta sol gruplar eylemlere başladı. Karşılarına sadece polisi, savcıyı ve askeri koydu devlet. Onlar da bildikleri yöntemle karşılık verdi; kırdı, döktü. Bütün sıradan solcuları bile suçlu hale getirdi. Sonra Güneydoğu olayları geldi. Güneydoğu'da yine tüm kitleyi karşınıza aldınız. O kitleden bunu soyutlayamadınız. Ona uygun özel yöntemler geliştiremediniz, bir şey yapamadınız. Sonra cemaat çıktı, yine tüm cemaati düşman kabul ettiniz, hepsini hedef haline getirdiniz. Halbuki siz farklı yöntemlerle çözebilirdiniz. Asıl hedefiniz kimdi? Olaylara büyük boyutta karışmış, fiili eylemlere karışmış kişiler. Diğer kitle ise sen ne kadar masumsan, o da o kadar masum. Şimdi cezaevinde kötü muamele yapıyorlar. Neden? Tersini yaparsan hain damgası yersin. Eğer bir FETÖ'cüye yumuşak davranırsanız, size de “FETÖ’cü” derler. Doğru adam, yanlışa "doğru" diyemez.

“Suçlu değil, hain olarak görüyor”

İkincisi, siz bunu bir defa devletin düşmanı olarak kabul ediyorsunuz. Bu vatandaşı da suçlu olarak görmüyorsunuz; bir bütün halinde hain görüyorsunuz. Bir bütün olarak milli hain görürseniz, bu adama iyi davranılamaz. Türkiye'de gerçekten istense, böyle bir irade oluşursa, bu işler çok hızlı düzeltilir.

“Türk insanı güdükleşti ve büzüldü”

Devlet şunu görmeli; dünyada toplumsal yaşamın temel değerleri var. Bu temel değerleri sağlarsanız, her şey iyiye doğru gider. Nedir? Birincisi özgürlüktür. Siz bu ülkede özgürlüğü genişletmezseniz, fikir ve düşünce özgürlüğü, bunun da temeli basın özgürlüğüdür. Bunu sağlayamazsanız, bu işlerin iyiye gitme şansı yok. İkincisi, hukukun üstünlüğünü sağlamazsanız, demokrasiyi benimsemezseniz, içselleştirmezseniz, insan aklına saygı duymazsanız, hiçbir şey yürümez. Şu anda Türk insanı güdükleşti ve büzüldü. Niye? Eleştirmek yanlış, söylemek yanlış, hiçbir şeyi eleştiremiyorsunuz. Hukuk derseniz, yerle bir olmuş. Demokrasi derseniz, zaten iktidar kendisi de demokrasiye inanmıyor. Siz bana "Yanlış," demezseniz, ben yanlışımı göremem. İnsanlar kendini o kadar kolay göremez yani. Şimdi iktidara yanlış deme şansınız yok. Devletin tüm kurumları çürüyor. Evet, iyi çalışanları var, hepsi kötü demiyoruz. Yargının yüzde 80’i de iyi çalışıyor ama yüzde 20’si öyle kötü ki tüm dengeyi bozuyor. Öncelikle bu atmosferi, bu ortamı değiştirmemiz lazım.

- Siz cemaat döneminde tutuklandığınızda birtakım isimler yargısız infaz iddiaları ortaya attılar. Ne diyorsunuz bu iddialara… Dev Sol operasyonunda yargısız infaz yapıldı mı?

DEV-SOL’un önde gelen isimlerinden Bedri Yağan operasyonu benim tarafımdan yapıldı. Benim derken, ekibim tarafından. Biz İstanbul'a gitmeden önce kötü olaylar olmuştu. Şube darmadağındı. Biz oraya yeni bir sistem kurduk, sistem kurduktan sonra da adamları denetlemeye başladık. Biz bu adamları sağ yakalamak için özel gayret sarf ettik. Çünkü şöyle bir şey görmüştüm ben, "DEV-SOL’cu teslim olmaz, DEV-SOL’cu kahramandır" düşüncesi efsaneleşmiş, bütün örgütleri o tarafa doğru çekiyordu. Ben DEV-SOL’cuların böyle kahraman olmayacaklarını, yakalanacaklarını, teslim olacaklarını, konuşabileceklerini ispatlamanın çok önemli olduğuna inanmaya başladım. "Bunları sağ yakalayalım" dedim. Zaten onlar sağ yakalanmamak için her şeyi sarf ediyorlar. Bedri Yağan, ciddi bir silah gücü ile Türkiye'ye geliyor. Aslında normal istihbarat, adam yakalamaya girmez; yanlıştır. Biz buna rağmen birçok ismi yakaladık. Bir tek Bedri Yağan’ın kaldığı ev kaldı. Bu evin de Bedri Yağan’ın olduğundan emin değiliz. Biz bu adamın evinin önüne arabayı koyduk. Bunları çok iyi tanıyan, bunların içinden gelen bir itirafçı adamımız var, ama gayri resmi itirafçı. İkinci gün de bekledik biz. Üçüncü gün dediler ki "Bakın, siz bu adamı kaçırırsanız bunun hesabını ödeyemezsiniz, buraya müdahale edeceğiz." Çünkü en kafa adamlar bunlar yani. Üçüncü gün müdahale edildi. Müdahale eden ekip terör ekibi. Terör ekibi, silahla karşı konmadığı müddetçe silah kullanmaz, böyle biliyoruz yani. Tabii bu adamlarda böyle bir durumda silah kullanıyorlar. Orada kötü olan şu oldu: Ev sahipleri de öldü. Bu ev sahipleri de örgütün en çok güvendiği, malvarlığı taşıyan adamlar. Bedri’nin yanındaki adamlar silah kullandılar. Ben eve de gitmedim ama operasyonu baştan sona biz planladık. DEV-SOL operasyonlarında 10’a yakın operasyon oldu, 10 tanesinden 5 tanesi silahlı çatışmayla bitti. Çatışma olan yerlerde insanlar hemen hemen hep ölü ele geçtiler.

“Yargısız infaz görmedim ama durup beklenebilirdi”

Şimdi tabii içeride müdahale ederken ne oldu ne bitti biz çok sormuyoruz. Benim ilk gittiğim yıl, ilk 6 ayda 42 polis öldürüldü. Bunun için teşkilat çok kinlenir hale gelmişti. Hatta en son, bir kahvede 5 polis öldürüldü. Şimdi bu kadar polis öldürüldü; hatta bir ara örgüt o kadar şımarmıştı ki polise sokağa çıkma yasağı ilan ettiler. Şimdi teşkilatta da böyle bir şey var, kin var. Yani polis o silahı kullandığı zaman ölçüsüz silah kullanabilir. O ateş ediyor, biz beş tane ateş ediyoruz. Ama "Teslim oldu, vuruldu" öyle bir şey görmedim. Yani ben "Teslim olacağım" deyip de vurulanı görmedim. Var mıdır, olabilir, ama ben görmedim. Birçok olayda genellikle onlar hiçbir zaman teslim olmayı düşünmediler. Şu da olabilirdi, "Yani bekleyin 3 gün, 5 gün bekleyin, acelesi ne? Teslim olur o zaman." Bu hiç denenmedi. Bu yöntem denenebilir, yani tek eksiklik buydu.

                                                                  /././

İçişleri Bakanlığı, Bodrum'da 4 bin 200 kaçak yapı tespit etti! -Tolga Şardan-

Bu kaçak yapıların sahipleri içinde siyasetin iktidar ve muhalefet bloğundaki bireysel ya da şirket boyutlu isimler var, hiç şüpheniz olmasın

Mersin'le ilgili son iki Büyüteç'te gündeme taşıdığım konuda gelişmeler devam ediyor.

İçişleri Bakan Yardımcısı Münir Karaloğlu, Bakan Ali Yerlikaya'nın talimatıyla kente gelip Mersin Emniyeti'nde görüşmeler yaptı. Aldığım bilgiye göre Karaloğlu, bir kez daha kente gelecek ve kamuoyu gündemine yansıyan konular hakkında ilk elden bilgi alıp başkente dönecek.

Asıl iş bundan sonra başlayacak elbette.

Bu arada bir önceki Büyüteç'te duyurduğum ihbar mektubunda adı geçen Mersin Emniyeti'nde narkotik suçlarla mücadele biriminden sorumlu polis müdürü U.A.'nın tayini çıktı.

Emniyet teşkilatında gerçekleştirilen dönemsel tayinler çerçevesinde Mersin Emniyet Müdür Yardımcısı U.A., Bitlis'e gönderildi.

Mersin Cumhuriyet Başsavcılığı'ndan Mersin Valiliği'ne gönderilen ihbar dilekçesinde yer alan Mersin Emniyet Müdür Yardımcısı M.E. ise, geçtiğimiz günlerde Emniyet Genel Müdürlüğü'nce re'sen emekli edildi. Söz konusu polis müdürünün Garson adlı gizli tanıktan elde edilen yeni bilgiler çerçevesinde emekli edildiği iddiası var.

İhbardaki diğer isimler halen aynı görevlerine devam ediyor.

Önümüzdeki günlerde yaşanacak gelişmeleri yine Büyüteç'te aktaracağım.

Bodrum'da yaşananlar dudak uçuklatıyor

Büyüteç'in bugünkü asıl konusu, Türkiye'nin belki de en popüler tatil bölgesi Bodrum'la ilgili.

Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir'in edebiyatına ve Mazhar Fuat Özkan'ın "Bodrum… Bodrum…"una ilham veren ilçe günümüzde inşaat rantıyla gözde.

Her ne kadar turizm ve gece hayatı konuşulsa da, Bodrum'un bitmez tükenmez imar rantı iştah kabartıyor.

İktidar ile muhalefetin yanı düzlemde bulunduğu tek alanın Bodrum'un imar rantı olduğunu söylemek yanlış olmayacak kuşkusuz.

Büyüteç'in takipçileri hatırlayacaktır; 31 Mart'taki yerel seçimlerden başarıyla çıkan muhalefeti bekleyen en önemli tehlikelerin başında imar konusu geldiğini 9 Nisan'da konu ettim.

Bodrum'da yaşanan imar rantını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seren Danıştay 1. Dairesi'nin bir kararı elime geçti yakın zamanda.

Danıştay 1. Dairesi'nin görev alanı, kamu görevlileri hakkındaki dosyalara bakarak karara bağlıyor. Belediye görevlileri de devlet memuru konumunda olduklarından dolayı haklarındaki şikayetleri Danıştay 1. Dairesi'nce sonuçlandırılıyor.

Ulaştığım Danıştay kararı, kolayca tahmin edileceği üzere Bodrum Belediyesi ile ilgili.

Aslında Bodrum Belediyesi hakkında geriye dönük epeyce Danıştay kararı var.

Önceki Bodrum Belediye Başkanları Mehmet Kocadon ve Ahmet Aras başta olmak üzere başkan yardımcıları, imar müdürleri, müdür vekilleri, yapı kontrol birimi çalışanları ve zabıta personeli hakkında klasörlerce evrak Danıştay'da incelenip karara bağlandı. Bir kısmı da halen incelemesi devam ediyor.

Büyüteç' e konu ettiğim Danıştay kararı Eski Başkanlar Kocadon ve Aras'la birlikte toplam 16 belediyeciyi yakından ilgilendiriyor.

4 bin 200'den fazla kaçak yapı tespit edildi

Karara esas olan dosya ise, İçişleri Bakanlığı Mülkiye Teftiş Kurulu'nca hazırlanan "kaçak imar ve inşaatlar" hakkında.

Dediğim gibi, İçişleri Bakanlığı'nca hazırlanan ve Danıştay'da görülen, belediyeciler hakkında İçişleri Bakanları'nca "soruşturma izni verilen" onlarca karar mevcut yargıda.

Elimdeki kararı ilginç kılan başlık ise, ilçe sınırları içinde müfettişlerce tespiti yapılıp rapora bağlanan kaçak imar ve inşaat işlemlerinin sayısı.

Danıştay 1. Daire Üyesi yargıçların imza altına aldıkları altı sayfalık karara göre; ilçede geçen yılın başına kadar 4 bin 242 kaçak yapı tespit edildi.

Belediye Başkanları ve belediye görevlilerine yönelik iddia ise, tespiti yapılan 4 bin 242 kaçak yapının yıkımının sağlanmaması.

Şunu da eklemek lazım; kaçak yapı denildiğinde, tamamıyla ruhsatsız inşa edilen yapılar değil, alınan ruhsata göre inşaatı yapılmayan, projelere ruhsatsız yapılan eklemeleri de anlamak gerekiyor.

İktidar ve muhalefet "kol kola"

Bu kaçak yapıların sahipleri içinde siyasetin iktidar ve muhalefet bloğundaki bireysel ya da şirket boyutlu isimler var, hiç şüpheniz olmasın.

Hatta bir örnek vereyim yakın zamandan…

Bodrum'daki kaçak imar ve inşaat konularının araştırılması amacıyla bir Mülkiye Başmüfettişi Bodrum'a gönderildi.

Müfettişin görev onayının altında dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun imzası var!

Yani, Soylu'nun bakan olduğu dönem.

İlçe sınırları içinde belediyenin verdiği imar ve inşaat ruhsatları üzerinde inceleme yapan müfettiş, AKP'nin önde gelen isimlerinden birisine ait bir inşaat projesini mercek altına aldı.

İnşaatın, belediyenin verdiği ruhsata göre yapılamadığının müfettiş tarafından tespit edilmesiyle birlikte haber Ankara'ya ulaştı.

Soylu, müfettişe "inşaatın mühürlenmesi" talimatını verdi.

İnşaatın müfettiş gözetiminde mühürlenmesiyle birlikte kızılca kıyamet koptu, deyim yerindeyse.

Bu noktada; Bakan Soylu'nun bakan sorumluluğunda görevini yaptığını söylemek ve kutlamak mümkün elbette.

Ama bir de madalyonun diğer yönünü görünce; Soylu'yu alkışlamak, yerini soru işaretlerine bırakıyor kuşkusuz.

Zira, söz konusu inşaat projesinin sahibi, Soylu'nun AKP'de kendisine rakip olarak gördüğü isimlerden Mücahit Aslan'dı!

Bildiğim kadarıyla Aslan, sürecin çözüme kavuşturulması için devreye aracı konulması teklifini kabul etmedi.

Hatta Soylu görevden alınıncaya kadar projesi mühürlü kaldı.

Müfettişin bu konuda yaptığı raporlamanın da Danıştay'a ulaşan dosyalar arasında bulunduğunu ekleyeyim.

Bir örnek daha…

Muğla Valiliği, geçtiğimiz günlerde ilçedeki bir inşaatın yapımını durdurdu.

İlçede iki kata kadar yapılaşma izni verilmesi uygulaması olmasına karşın söz konusu inşaat için Bodrum Belediyesi beş kat inşaat izni verdi başvuru sahibine!

İlçede şimdiye kadar benzeri bulunmayan inşaata yönelik Bodrum'un dokusunu bozduğu yönünde şikayetler başladı kısa sürede.

Eleştiri oklarının hedefinde, şimdi Muğla Büyükşehir Belediyesi Başkanı olan Ahmet Aras ve ekibinin yanı sıra Bodrum Milli Emlak Müdürlüğü yetkilileri ile Bodrum Çevre Şehircilik ve İklim İl Müdürlüğü yetkilileri var.

Başvuru sahibi ise, Ankara'da pek çok inşaat projesini gerçekleştiren ulusal bir firmanın Ankara Müdürü Bahadır Gülalioğlu.

Olayı ortaya çıkaran ise, Bodrum'da yaşayan meslektaşım Mustafa Gündoğ.

Hakkında valilikçe soruşturma başlatılan inşaatın bulunduğu alan, aslında Bodrum halkının kullanımına tahsis edilen "Sosyo - Kültür Tesis Alanı".

Yürürlükteki mevzuata göre, sosyo – kültürel alanlar satılamaz!

Buna rağmen söz konusu alan, 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanun kapsamında, 8 Temmuz 2021'de açık artırma kapsamına alındı.

Satış sonucunda, 2 bin 758 metrekarelik "sosyo - kültürel tesis alanı" alanı 6 Milyon 75 bin 32 lira 32 kuruş liraya ve taksitle satıldı.

Alanın devir işlemi 15 Şubat 2022'de ipotekli olarak gerçekleşti.

İhaleye çıkış rakamı 6 milyon 68 bin 964 lira olan alanı, başka hiç kimsenin başvurmadığı ortamda Bahadır Gülalioğlu, sadece 6 bin lira artışla satın aldı.

Bodrum'da kıymetli arazi, metrekaresi 2 bin 200 liradan yüzde 25'i peşin ve 24 ay vadeli ödemeyle sahibini buldu.

Sonrasında inşaat için ruhsat süreci başladı. Bodrum Belediyesi ilçede hiç görülmemiş biçimde beş katlık inşaat izni verdi.

Görülmemiş inşaat izni konusunda, CHP'de halen aktif siyaset yapan bir siyasetçinin devreye girdiği iddiası mevcut.

Gelelim bugüne; söz konusu inşaatla ilgili belediye yönetimi usulsüzlük olmadığı öne sürse de, valilikçe başlatılan soruşturmada hazırlanan 12 sayfalık bilirkişi raporunda inşaatın usulsüz olduğu kaydedildi!

Bu aşamada, ismi geçen tüm kamu görevlileriyle ilgili adli soruşturma başlatılması gerekir. Hem de herhangi bir şikayet beklenilmeksizin.

Her iki örnek halk deyimiyle "devede kulak" bile değil.

İşin vahimi, örnekler ve kaçak yapılar sadece Bodrum'la da sınırlı değil…

Yazık oluyor, ülkeye…

                                                            /././

Devlete bak aileyi anlarsın! -Tuğçe Tatari-

"Hulusi Kentmen" temsilinde gösterilen devlet, yani baba soğuktur, serttir ama "içi iyidir" diye bilinir en azından… Ama bugünün Türkiye'sinde "görüntü"ye dahi ihtiyaç duyulmuyor! Ve ülkenin dört bir yanından şiddet haberleri yağıyor. Kadın, çocuk, mülteci artık kimi "zayıf" görüyorlarsa onu paramparça ediyorlar…

Babalar çocuklarını öldürüyor…
Çocuklar babalarını öldürüyor…
Anneler eziyet ediyor, işkence ediyor…
Çocuklar annelerin kafasını kesiyor…
Dedeler, amcalar, dayılar tecavüz ediyor…
Abiler, halalar, yengeler göz yumuyor, azmettiriyor…

Az gelişmiş toplumlarda aile devletin topluma sirayet edişi olarak kabul edilir. Yani bir çeşit "naif modeli…"
Ailenin başındaki "reis"ten en tepedeki "reis"i örneklemesi beklenir.
Erkek, ailesini tıpkı devlet gibi yönetmeli. Asayiş için gerekirse kimsenin gözünün yaşına da bakmamalı.
Devlet nasıl bir kişiliğe bürünürse, zamanla ailelerde de yönelim ona göre şekillenir.

Baba devletin en tepesini temsil eder, ailenin diğer üyeleri de cinsiyet ve kan bağı üstünlüğüne göre hiyerarşik bir yapı oluştururlar.

Bizim tarz geri kalmış toplumlarda normlar vatandaşa bazı iletişim aygıtları yoluyla "yerleştirilir".
Vatandaş kendi normlarını kendi belirlemez, o normlar yerleştirilir.
Okul, iletişim aygıtları, basın-yayın organları bu iş için vardır adeta!
Özetle toplum devleti baba saysın, kafasında öyle konumlasın deniyorsa, öyle yapılacaktır!

Bizim toplumumuza da aynen bu kodlar yerleştirilmiştir.
Hulusi Kentmen, Türkiye'nin baba-devlet çizgisinin sinema yoluyla topluma zerk edilmesinin en belirgin örneğidir.
Devlet, yani baba soğuktur, serttir ama "içi iyidir" -diye bilinir en azından.-
Daha doğrusu bilinirdi, bu acı tablo bile çok geride kaldı.

Görüntüde sert ama şefkatli Hulusi Kentmen, cereyan edende ise işkenceler, adam kayıpları vardı. Ama bugünün Türkiye'sinde "görüntü"ye dahi ihtiyaç duyulmuyor!
Yeni Türkiye dedikleri bu şiddet sarmalı aslında tanımlanamayacak bir garabet yarattı!
Ülkenin dört bir yanından şiddet haberleri yağıyor…
Kadın, çocuk, mülteci artık kimi "zayıf" görüyorlarsa onu paramparça ediyorlar.
İşte garabetin yansıması bu!
Özetle…
Çürüme yoğun!
Koku ağır!

                                                             /././

Memlekette doğru giden tek şey Beşiktaş! -Asena Özkan-

Bu başarının ardında kim var? Önce başkan Hasan Arat ile yönetimdeki arkadaşlarını kutlamalı ama büyük payı Hollandalı teknik direktör Giovonni van Bronckhort’a vermeli. Niye mi? Bu kadar kısa sürede Beşiktaş’a oynattığı ‘kusursuza’ yakın futbol için elbette ki…

Kendime hayret ediyorum Beşiktaş’ta eleştirecek şey bulamayınca, (aramızda) sanırım biraz da sinirleniyorum! Yılların alışkanlığı bu, nasıl bulamazsın? Adım çıkmış bir kere  ‘muhalife’ mutlaka eleştirecek bir açık bulmam gerekli ama çok zor üstüne üstlük giderek de zorlaşıyor!

Beşiktaş’ın mutlak yengiye gereksinim duyduğu maçta oyun bir kez daha sol kanadın üzerine kurgulandı ilk maçtaki gibi. Ancak bu kez  durum farklılık içerdi. Arthur Masuaku ile Semih Kılıçsoy birbirlerini kusursuz tamamladılar sol kanatta ve hiç açık vermediler. Öyle ki ilk maçta Beşiktaş’ın sol kanadındaki savunma zaafını iyi kullanıp gol atan Reneto Steffen dahi afallayıverdi.

Ciro Immobile’nin erken bulduğu gol Beşiktaş’ı rahatlattı ve siyah-beyazlı ekip tribünleri dolduran taraftarının da desteği ile turu garantiye alacak ikinci golü bulmaya çalıştı. Sanırım bu arada ilk yarıda en az üç mutlak pozisyonda da yararlanamadı. Beşiktaşlıların buna itirazı olacağını sanmıyorum zira gönül verdikleri takım uzunca aranın ardından istenilen, arzulanan seviyede futbol oynamaya başladı. Beşiktaş ikinci yarının başında biraz geriye yaslanır gibi oldu akabinde de Lugano, Shkelqim Vladi ile eşitliği sağlayan golü kaydetti. Burada da hata birazcık Jonas Svensson’dan kaynaklandı!

Olağandır ‘hücum futbolu’ oynarken kontra atak ile gol yemek. Beşiktaş yeniden canlandı ve Gedson Fernandes ile bir kez daha öne geçti ardından da Rafa Silva, Ciro Immobile ve oyuna sonradan dahil olan Salih Uçan’ın golleri geldi. Beşiktaş, ilk maçta 3-3 berabere kaldığı Lugano’yu İnönü Stadı’nda 5-1 yendi ve UEFA Avrupa Ligi’nde gruplarda mücadele etme hakkını eldi etti, hem de şaibesiz ve bileğinin hakkıyla. Futbol için söylenmesi gereken Beşiktaş’ın çok iyi oynadığı ve kazanmayı hak eden taraf olduğu. Teknik olarak eklenmesi gereken ise Milot Rashica- Jonas Svensson ikilisinin sağ kanattaki yetersizliği. Bu ikili ligi sorunsuz götürür lakin iş Avrupa Ligi olunca durum farklılık içerir!

Hemen altını çizeyim, Semih Kılıçsoy’un sol kulvarda biraz zorlanacağını varsaymıştım ama yanılmışım. Cenk Tosun’dan sonra kendini her pozisyonda yere atmayan, yılmadan mücadele eden Semih’i izlemek yanlısına da yansızına da keyif veriyordur kuşkusuz. Elbette Rafa Silva ve diğerlerinin de hakkını teslim etmeli. Hatta ve hatta geçen sezon ‘satılmalı’ dediğim Gedson Fernandes’in bile… Meğer adam oynamak için uyumlu bir takım bekliyormuş bunu biz nereden bilelim!

Bu başarının ardında kim var? Önce başkan Hasan Arat ile yönetimdeki arkadaşlarını kutlamalı ama büyük payı Hollandalı teknik direktör Giovonni van Bronckhort’a vermeli. Niye mi? Bu kadar kısa sürede Beşiktaş’a oynattığı ‘kusursuza’ yakın futbol için elbette ki…

Ve hemen ekleyelim. Beşiktaş takım oldu; yardımlaşmayı, paylaşmayı, birbirlerinin açığını kapamayı öğrendiler. Bunu kim yaptı? Elbette ki kısa sürede Giovonni van Bronckhort… Geldiği günden bu yana adamın ağzından bir tek olumsuz ve rahatsız edici cümle çıkmadı. Ne Okan Buruk gibi “Ama biz son iki sezonun şampiyonuz” dedi ne de hakemleri eleştirdi. Ayrıca yedek kulübesindeki oyuncalara, özellikle de gençlere şans verdi ve veriyor. Daha ne yapsın?

                                                               /././

                                              T24 - GÜNDEM

Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı zaferle bitiren ‘Büyük Taarruz’ 102 yaşında

Büyük Taarruz, tam 102 yıl önce bugün, 30 Ağustos 1922’de zaferle sonuçlandı. (https://t24.com.tr/haber/ulusal-kurtulus-savasi-ni-zaferle-bitiren-buyuk-taarruz-102-yasinda,1181672)

                                                                 ***

Meriç Kahraman duyurdu: "Eşim Tayfun Kahraman MS hastalığı kontrolüne giderken kelepçeyle 6,5 saat fiziki zarar verildi, tehdit edildi; özgürlüğümüzü aldınız ama haysiyetimize dokundurmayız!"

Gezi davası tutuklusu Tayfun Kahraman'ın doktor kontrolüne götürülürken 6,5 saat kelepçeli bekletildiği öğrenildi.(https://t24.com.tr/haber/meric-kahraman-duyurdu-esim-tayfun-kahraman-ms-hastaligi-kontrolune-giderken-kelepceyle-6-5-saat-fiziki-zarar-verildi-tehdit-edildi-ozgurlugumuzu-aldiniz-ama-haysiyetimize-dokundurmayiz,1181654)

                                                                    ***

Özgür Özel'den sert tepki: Tayfun Kahraman'a bu günü yaşatanlar hesabını verecekler; derhal girişimde bulunacağız
Gezi davası tutuklusu şehir plancısı Dr. Tayfun Kahraman'ın MS hastalığı nedeniyle rutin nöroloji kontrolüne götürülürken, yanındaki kolluk güçleri tarafından 6 buçuk saat boyunca kelepçeli tutularak fiziki zarar görmesine ve tehdit edilmesine tepki gösteren CHP Genel Başkanı Özgür Özel,  Kahraman'a yapılanlara karşılık gerekli hukuki girişimlerde bulunacaklarını bildirdi.Eşi Meriç Kahraman, Gezi davasından 18 yıl hapis cezasına mahkum edilen şehir plancısı Dr. Tayfun Kahraman'ın MS hastalığı nedeniyle rutin nöroloji kontrolüne götürülürken, yanındaki kolluk güçleri tarafından 6 buçuk saat boyunca kelepçeli tutulduğunu duyurdu. Bu durumun Tayfun Kahraman'ın bileklerindeki kan akışını durduracak seviye vardığını ve yaralar içinde kaldığını söyleyen Kahraman, "Talimatı kim verdi?" diye sordu.(https://t24.com.tr/haber/ozgur-ozel-den-sert-tepki-tayfun-kahraman-a-bu-gunu-yasatanlar-hesabini-verecekler-derhal-girisimde-bulunacagiz,1181669)

                                                                ***

TCMB'den yeni karar: Zorunlu karşılık uygulamasında değişiklik

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB), zorunlu karşılık uygulamasında değişikliğe gitti.

TCMB'den makroihtiyati çerçeveye ilişkin yapılan duyuruya göre, Merkez Bankası, parasal aktarım mekanizmasını desteklemek amacıyla zorunlu karşılık uygulamasında değişiklikler yaptı.Buna göre, gerçek kişi TL mevduat payı yüzde 45 ila yüzde 50 arasında bulunan bankalar için aylık artış hedefi 0,8 puana yükseltildi. Gerçek kişi TL mevduat payı yüzde 60'ı geçen bankalar için aylık artış hedefi kaldırılarak yüzde 60'ın üzerinde kalınması koşulu getirildi. Kur Korumalı Mevduat'ın (KKM) TL'ye geçişine ve yenilenmesine ilişkin toplam hedef hesaplamasına tüzel kişi KKM dahil edildi. TL mevduat için tesis edilmesi gereken zorunlu karşılık tutarına TL'ye geçiş oranı seviyesine göre uygulanan faiz oranı üst sınırı, politika faiz oranının yüzde 84'üne yükseltildi. TL zorunlu karşılıklarda bloke tesis oranı da 5 puan artırıldı. Para politikası metinlerinde "TL mevduatı destekleyecek ilave adımlar atılabileceği" mesajını vurgulayan TCMB'nin gerekli görülmesi halinde bu yönde yeni adımlar atabileceği belirtiliyor.

                                                          ***

Eski TCMB başekonomisti Hakan Kara'dan zorunlu karşılıktaki değişikliğe ilk yorum: Net parasal sıkılaşma anlamına gelir.

Bilkent Üniversitesi Öğretim Üyesi ve eski TCMB Başekonomisti Prof. Dr. Hakan Kara Merkez Bankası'nın zorunlu karşılık uygulamasında yaptığı değişikliğe ilişkin değerlendirmede bulundu. Kara, sosyal medya hesabından yaptığı değerlendirmede şu ifadeleri kullandı:  "KKM’den çıkan para ve risk iştahındaki azalış döviz kuru üzerinde baskı yaratınca TCMB mevduat faizini yükseltici ve dövize kaymayı sınırlayıcı yeni tedbirler aldı. Net parasal sıkılaşma anlamına gelir. Bu tedbirler mevduat faizini yükseltecek. Öte yandan TL mevduat oranını artırabilen bankaların zorunlu karşılık maliyeti düşeceğinden aracılık maliyetleri düşecek. Sonuçta mevduat faizi artarken kredi-mevduat farkı azalacak. Sorunun kökenini çözmese de doğru yönde atılan adımlar." (https://t24.com.tr/haber/eski-tcmb-basekonomisti-hakan-kara-dan-zorunlu-karsiliktaki-degisiklige-ilk-yorum-net-parasal-sikilasma-anlamina-gelir,1181665)

                                                         ***

Hastane "akıl hastalığı yok" raporu verdi: Anneannesini öldüren Abdüllatif Şener'in oğlu 1 ay sonra tutuklandı.

Cinayet sonrası açıklama yapan Abdullatif Şener, "Psikolojik sorunları olan oğlum karşısındaki kişinin anneannesini olduğunu bile bilmeden ateş etmiş. Çok üzgünüz. Vahim bir olay" demişti.

abdullatif şener

T24




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder