29 Ağustos 2024 Perşembe

Türk liberalizminin sefaleti - Nevzat Evrim Önal / soL


Bu düşünsel sefaletin birbiriyle bağlantılı iki sebebi var: Yabancılaşma ve özne olmaktan kaçış. 


Geçtiğimiz günlerde Kürt siyasi hareketinin Yeni Yaşam gazetesinde Müslüm Yücel imzalı “Türk entelektüelleri” başlıklı bir yazı yayınlandı.1 Yazı özetle “Türk aydını TeCe Devletinin kapıkuludur” tezini Nâzım Hikmet üzerinden ispata çalışıyor. 

Yücel’in Nâzım’la kavgası Davud’un Golyat’la kavgasına değil tavşanın dağ ile münasebetine benziyor ve bu sefaleti detaylı biçimde dün Fatih Yaşlı eleştirdi2, uzatmaya gerek yok. Meselenin beni ilgilendiren kısmı, Kürt siyasi hareketine yamanıp aydın olmanın ahlaki üstünlük şartını sağladığını zanneden sol liberallerin Yücel’in lümpen milliyetçiliği karşısında yaşadığı şok. 

Örneğin Veli Saçılık feryat ediyor3“Yeni Yaşam gazetesinde böylesine rezil bir yazı yayınlanmamalıydı.” Ama bu ilk değil. 2023 sonlarında aynı gazetede Meriç Gök imzalı, “Solun Antisemitizmi” başlıklı, Filistin davasını desteklemenin Yahudi düşmanlığı olduğunu iddia eden, aynı rezillikte bir yazı yayınlanmıştı. Yine benzer feryatlar yükselmiş, yazı yayından kaldırılmıştı.4 Ne var ki o yazı da Yücel’in yazısı gibi, yalnızca ele aldığı konuda Kürt milliyetçi hareketinin pozisyonunu açıkça ifade ediyordu. Bu pozisyonu Yiğit Günay, Gök’ün yazısı ile girdiği polemikte çok doğru biçimde saptamıştı5: Kürt milliyetçiliği, pragmatik bir biçimde ABD emperyalizmine yamanıyor ve bu yamanmada aradaki bağ genel olarak liberalizm, özel olarak da antikomünizm ile kuruluyor. Saçılık ise bu pozisyon örtük kalsın ki, kendi çelişkisi canını sıkmasın istiyor.

Uzatmak pahasına başka bir örnek; Pınar Gayıp feryat ediyor:  

“Uzun zaman sonra gerçekten çok üzülerek okuduğum bir yazı. Türk aydınları bizim siyasetimize yön vermiyor arkadaşlar. Ayrıca her "aydın"ı da bir tutmak nereden geliyor? Cemal Süreya, Ahmed Arif, Arkadaş Z. Özer, Nilgün Marmara gibi isimlerin olduğu fotoğrafın yanlış konduğunu, eleştirilerden sonra kaldırılacağını düşünmüştüm dün akşam yazıyı okuduğumda. Ama hayır kasti. Neden? Yürüttükleri mücadele yeterli mi gelmedi acaba? (…) Türkiye devrimci hareketenin Kürt özgürlük hareketine mesafesi ve dayanışmada "şovenizm"in etkisini eleştirmek istediğinizin ve mahkum etmek istediğinizin farkındayız da herkesi aynı kefeye koyamazsınız. Bu mesafeyi kapamaz daha da açar.”6

İtirazın her satırına sinen kişiliksizliğe özellikle dikkat çekmek istiyorum. Gayıp’ın derdi Nâzım’a edilen hakaretler ve atılan iftiralar değil. Aslında Cemal Süreya, Ahmed Arif falan da değil, aynı Veli Saçılık gibi, kendisi. Nâzım’dan vazgeçmeye hazır çünkü Nâzım’ın komünistliği de yurtseverliği de ona büyük geliyor, ama diğer saydığı isimleri kendi liberal pozisyonuna yamayabiliyor. Hatta neredeyse bir virgül daha atıp kendi ismini yazacak. Attığı feryadın özü olan “Yürüttükleri mücadele yeterli mi gelmedi acaba?” cümlesinin meali şu: “Ne istediniz de vermedik?”

Birey de olsa, siyasi hareket de olsa herhangi bir öznenin eyleminin değeri, ancak insanlığın kolektif eylemi içindeki yeriyle ölçülebilir. Dolayısıyla bir aydının mücadelesini ölçüp, tartıp, eksik ya da yeter bulabilecek olan Kürt milliyetçi hareketi değil, tarihtir. Kürt milliyetçi hareketi, bir özne olarak, başka özneler karşısında; bu örnekte de Nâzım’dan yola çıkarak Türk aydınlar karşısında kendi pozisyonunu (bence doğru biçimde) belirliyor. Bunda bir sorun yok. Sorun, Türk liberal solcusunun Kürt milliyetçi hareketini, sadece Kürt halkının acıları ve esaretinin tek vekili değil, aynı zamanda bu vekaletin ona verdiği meşruiyet ile bu topraklardaki her türlü toplumsal mücadelenin (dolayısıyla verdiği kadarıyla kendi mücadelesinin) ahlaki değerlendirme mercii bellemiş olması.

Bu kişiliksizliğin bir tarihi var, inceleyelim…

                                                         ***

Geçtiğimiz günlerde Berkay Kemal Önoğlu çok önemli bir yazı kaleme aldı ve Türkiye’de genel olarak mandacı, özel olarak da Amerikancı entelektüelliğin tarihine bir giriş yaptı.7 Ben ele aldığımız meseleyi buradan devamla tartışabileceğimizi düşünüyorum.

Kemalist devrim gerçekleşirken mandacılar sadece karşı tarafta, Osmanlıcı cenahta yer alan Ali Kemal gibilerden ibaret değildi. Millî mücadele döneminin önemli entelektüellerinden Halide Edib de Amerikan mandasını savunuyordu ve mücadele bağımsız bir cumhuriyetin kuruluşu ile sonuçlandığında ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştı. Burada vakanın detaylarına girmeyeceğim ama tartışmamız açısından önemli bir noktayı vurgulayacağım: Halide Edib, Amerikancılığa, Üsküdar Amerikan Kız Koleji'ndeki eğitimi ile devşirilmişti.

1923 devrimi boşlukta gerçekleşmedi. Ne göklerden gelen bir karar, ne Vahdettin’in gizli planı, ne de Mustafa Kemal’in tek başına tasavvur edip giriştiği bir maceranın sonucuydu. Tarihsel koşullar müsaitti, Ekim Devrimi bu coğrafyada emperyalizmi bir süreliğine paralize etmişti, Osmanlı düşün dünyasında ise uzun zamandır ucu eşyanın tabiatı gereği cumhuriyetçiliğe uzanan bir modernleşme yaşanıyordu. Mustafa Kemal ve etrafına topladığı devrimci kadrolar kendilerini de yaratan bu koşulları (çok becerikli bir biçimde) değerlendirdi ve Türkiye Cumhuriyeti kuruldu.

Bu gerçekleşmeyebilirdi. Başka pek çok alternatif vardı. Amerikan mandası (ve belki bu eksende ilerleyecek bir uluslaşma) bu alternatiflerden biriydi.

Alternatiflerden herhangi birinin nasıl sonuçlanacağını kesin olarak bilmemizin bir yolu yok. Ama bu toprakların (sadece Türkiye değil tüm bölgenin) toplumsal meseleleri üzerine kafa yoran her entelektüel, Kemalist devrimin insanlığın kolektif tarihi içindeki yeri ve değeri konusunda bir değerlendirme yapmak ve ona dair bir pozisyon belirlemek zorundadır. Bu pozisyon da, eğer hakkaniyetli davranılacaksa, ancak alternatiflerin nasıl sonuçlanacağına dair bir akıl yürütme ve karşılaştırmayla belirlenebilir.

Emperyalizm bu konuda net. Ona göre 1923 devrimi ve kurulan cumhuriyetin yarattığı toplum bir sorun. Tarihsel olarak batıcı devşirmelerden oluşan Türkiye liberalizmine de daha doğumu esnasında bu düşünce nakledildi. Ne var ki liberalizm, uzun yıllar boyunca cumhuriyetin düşün dünyasında kendine merkezi bir yer bulamadı; çünkü bağımsız cumhuriyetçilik ve sosyalizm onun yerleşebileceği bütün köşeleri tutmuştu. 

Bu durum 12 Eylül’le değişti. 12 Eylül’ün tartışılmayacak tek bir sıfatı varsa, o da Amerikancılığıydı. Öyle ki, ABD’de “bizim çocuklar” sıfatıyla anılan darbeciler, 1923 civarında benzer bir şey denese ve başarısız olsa, mutlaka mandacı oldukları için kurşuna dizilirlerdi.

12 Eylül sosyalizmi ezdiğinde ortaya çıkan ideolojik boşluk ülkenin metropollerinde batıcı Türk liberalizminin önünü açtı, örgütlü mücadele boşluğu ise Kürt coğrafyasında Kürt siyasi hareketinin içine doğacağı zemini oluşturdu. 

Eruh baskınından bu yana geçen kırk yılda Kürt siyasi hareketinin yaşadığı dönüşüm bu yazının konusu değil. Ancak 90’ların ortasından itibaren Kürt siyasetiyle Türk liberalizmi arasında ve her ikisiyle siyasal islam arasında somut ilişkiler kurulmaya başladı. 2002’de AKP iktidara geldiğinde ve cumhuriyetin tasfiyesine giriştiğinde yaslanacağı ideolojik ittifak matrisi bu yıllarda oluştu.   

Biz konumuza, bu matrisin liberal ayağına dönelim…

                                                         ***

Devşirme entelektüelliğin nasıl bir haletiruhiye olduğunu göstermek için, 12 Eylül sonrası Türk liberal düşüncesinin en önemli kaleminden bir alıntı yapalım ve devam edelim:

“İstanbul’a bir yabancı gibi bakmak benim için her zaman zevkli ve cemaat duygusu ve milliyetçiliğe karşı da özellikle gerekli bir alışkanlıktır. (…) Batılılaşma bana ve milyonlarca İstanbulluya kendi geçmişlerini “egzotik” bulma zevki vermiştir. Bazan (…) bir şehre bu kadar fazla ait olmamın belki de ona bakışımdaki isteği öldüreceğini düşünürüm. O zamanlar şehre bakışımda Batılı gezginlerin kitaplarını okuya okuya edindiğim bir yabancılık olduğunu da düşünerek kendimi teselli ederim.”8

Kendi toprağına ve insanına yabancılaşmış, onlara emperyalizmin devşirirken yüzüne kondurduğu gözlükten bakan bu haletiruhiye Orhan Pamuk gibi kimi liberallerde zaten vardı. Ama 12 Eylül terörü bunu toplumda (bilhassa da eğitimli orta sınıfta) olağan dışı genişlikte bir nüfusa yayıp, benimsetti. Kendi ülkesinden tiksinen, darbeyi sessizce kabullenmiş (ya ne yapacaktı?) yoksul halka derin bir güvensizlik duyan bu öbek, kişiliksiz batıcılığın toplumsal tabanını ve kadro kaynağını oluşturdu. Emperyalist merkezlerden bu toplumsallığa aşılanan liberalizm, onun yabancılaşmış haletiruhiyesinde kendisine çok bereketli (dilerseniz, enfeksiyona hazır) bir ortam buldu. 

Nakledilen düşüncenin özeti ise şuydu: “Tüm eksikliklerine rağmen batı demokrasisi en uygar ve insancıl toplum düzenidir. Antiemperyalizm bu uygarlığa düşman olmaktır. Marksizm indirgemecidir. Toplum sınıflardan oluşan çelişkili bir ekonomik bütünlük değil; indirgenemeyecek kimliklerden oluşan ve demokratik hoşgörü kültürü sayesinde çelişkisiz olmasa da çatışmasız kılınabilecek bir kültürel mozaiktir. Ve bir kimlik ne kadar mağdursa ve mağduriyeti trajik anlamda ne kadar estetikse, ahlaki olarak o kadar üstün, hoşgörüye o kadar mazhardır.”

Bu düşünceyle donanan Türk liberali, eline emperyalistlerin tutuşturduğu ahlak terazisini alıp, tanımadığı, hakkında hemen hiçbir derin fikre sahip olmadığı ülkesine dair emperyalistlerin kendisine anlattığı öykülerde mağdur aramaya başladı. Doğal olarak bulduğu her mağdur devlet tarafından mağdur edilmişti. Demek ki ilk günah, o devleti kuran 1923 devrimiydi.

                                                            ***

Bu düşünsel sefaletin birbiriyle bağlantılı iki sebebi var: Yabancılaşma ve özne olmaktan kaçış. 

Aydın olmanın bir şartı ahlaki üstünlükse, bir diğer şartı insanlığın daha eşit ve özgür bir dünyaya doğru ilerlemesinden yana olmaktır. İnsan bunu en yakınındaki insanlarla duygudaşlık kurmadan, kendi yurdu ve halkını sevmeden ve onun kurtuluşu için mücadele etmeden, salt yabancılaşmış bir eleştirellikle yapamaz. Bu bağlamda, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinde yaşanmış ve yaşanmakta olan gaddarlıklara karşı durmak, bunları eleştirmek, ülkenin ve halkın bunlardan kurtulması için mücadele etmek nasıl bir aydın sorumluluğuysa; bu cumhuriyetin kuruluşunu 1923’deki alternatiflerden çok daha büyük bir tarihsel ilerleme olarak sahiplenmek de, bu ikisinin arasındaki çelişkiden kahrolmak ve bu çelişkiyi aşmak için mücadele etmek de bir başka aydın sorumluluğudur… Ne var ki Türk liberali kendi ülkesini tanımadığı ve sevmediği için, ayrıca genelde herhangi bir gerçek çelişkiyi bizzat taşıyıp psikolojik yükünü çekmekle başı hiç hoş olmayan bencil orta sınıf bir tip olduğu için, kendisini ülkesi ve halkına adayıp bu aydın sorumluluklarını hakkıyla yerine getirmeye uğraşmaktansa, emperyalistlerin ellerine tutuşturduğu ahlak terazisinde en mağdur olarak tarttığı politik özneye vekalet vermekte, böylelikle bizzat özne olmaktan kaçmaktadır.

Vekalet verilen özne ise 90’lardan bu yana esasen Kürt siyasetidir.

Sorun şu ki, bu siyasetin kimsenin ahlak ve vicdanına vekalet edecek hali kalmamış durumda. 2013 Haziranında Selahattin Demirtaş’ın Gezi Parkı’nda “darbe” görmesinin yarattığı şok ve hayal kırıklığı bir erken uyarıydı. Kürt milliyetçi hareketinin emperyalizmle ve siyasal islamla, liberalizm ve 1923 düşmanlığı üzerinden kurduğu kaba pragmatizme dayalı ilişki onu öylesine çürüttü ki, artık ideolojik çerçevesi Filistin halkının acılarına da, Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali ve bütün ilerici Türk aydınlarına da, vicdan sahibi bir insanın politik vekalet vereceği siyasi öznede bulunmasını bekleyeceği başka pek çok ilke ve hassasiyete de kapalı.

Liberal solcuların feryatları bu kez de göstermelik bir sonuç aldı ve Müslüm Yücel’in galizliğiyle ses getiren dandik yazısı (ve kullanılan görsel), dün Okur Temsilcisi Hüseyin Akyol imzasıyla yayınlanan bir özür yazısıyla “dengelendi.” Ama bir kez daha takke düşmüş, kel görünmüştür.

Liberalliği meslek edinmiş olanların Türkiye siyasetinde gidecekleri başka bir kapı yok (zaten Kürt hareketi içerisinde “Cihangir solcularını” sevmeyen kanat bu yüzden de kolaylıkla bu kadar kıra döke davranabiliyor). Dolayısıyla bu rezilliği de sindirir, en fazla hazır bol belediye de kazanmışken CHP’ye biraz daha yanaşırlar. Ama bu sivil toplum çevrelerine ahlaki ve vicdani dertlerle, yani bir aydın sorumluluğu hissederek dahil olmuş her insan şapkayı önüne koymalı, zulmün olmadığı eşit ve özgür bir dünya için doğru yerde mücadele ediyor olup olmadığını düşünmelidir.

Nevzat Evrim Önal / soL 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder