Ergin Yıldızoğlu - Mehmet Ali Güller -CUMHURİYET


‘Yaklaşan fırtına’ ve ‘kaos’ (II)-Ergin Yıldızoğlu

Pazartesi yazımda Almanya’da yükselen faşist parti AfD’nin dış politika tercihlerine değinmiştim. AfD, Avrupa’da daha geniş bir faşist dalganın parçası. SWP’nin (Alman Uluslararası ve Güvenlik İşleri Enstitüsü) bir analizine göre, aşırı sağın Avrupa Parlamentosu’nda güç kazanması, AB’nin işleyişini ve karar alma süreçlerini daha da zorlaştıracak, bu da NATO ve AB’nin bölgesel ve küresel sorunlara yanıt verme kapasitesini sınırlayacak.

Başta (AfD) olmak üzere, Avrupa’da yükselen faşist hareketler, yalnızca kendi ülkelerinde hakları ve özgürlükleri, yabancıları tehdit etmekle kalmıyorlar, aynı zamanda dış politika tercihleriyle yeni bir “Büyük Savaş” riskini de artırıyorlar.

AFD VE BATI MERKEZLİ ‘GÜVENLİK -HEGEMONYA- MİMARİSİ’
AfD, Almanya’nın NATO’daki rolünü sorguluyor, Amerikan nükleer silahlarının Almanya’da konuşlanmasına, askerlerinin varlığına karşı çıkıyor. Bir AfD yönetiminin bu politikaları uygulaması durumunda Avrupa’nın merkez ülkesi Almanya’nın Batı’nın güvenlik -hegemonya- mimarisindeki yeri hızla belirsizleşir, Atlantik ittifakında derin çatlaklar açılır.

AfD’nin, Avrupa Birliği’nin “birleştirilmiş egemenlik” konseptine düşman, milliyetçi politikası, NATO’nun Avrupa’daki savunma hattını zayıflatma riski taşıyor. NATO’nun Baltık ülkelerine yönelik savunma garantileri anlamına gelen 5. maddeye duyulan şüpheler, özellikle Polonya ve Baltık ülkeleri için ciddi güvenlik tehditleri yaratıyor, Rusya, Çin gibi büyük güçlerin Avrupa’da hareket alanını genişletme olasılığını artırıyor.

SWP, AfD ve geçen hafta Avusturya’da seçimleri kazanan Özgürlük Partisi gibi faşist partilerin NATO ve AB’ye olan güven eksikliği, “Avrupa genelinde yeni jeopolitik blokların ortaya çıkmasına neden olabilir” diyor. AfD, AB’nin Almanya üzerinde ekonomik baskı oluşturduğunu iddia ederek Dexit (Almanya’nın AB’den çıkışı) seçeneğini gündeme getirebilir. Bu durum, Avrupa’nın birliğini zayıflatarak Batı blokunun dağılmasına yol açabilir.

AfD’nin, Rusya ve Çin ile daha yakın ilişkiler geliştirme, Çin’in “Yeni İpek Yolu” projesi ve Rusya’nın “Avrasya Ekonomik Birliği” gibi girişimlerine yakınlaşma, Rusya’yı Avrupa’ya entegre etme arzusu akla hemen, jeopolitik disiplinin kurucularından, Halford J. Mackinder’in ünlü, “The Geographical Pivot of History” (1904) makalesini getiriyor. İngiltere hegemonyası gerilerken yazılmış bu makalede, İngiliz devletinin en büyük korkusu, “Dünya Adası” teorisi bağlamında bir Almanya-Rusya ittifakı olasılığı olarak beliriyordu. Bu kez ABD’nin karşısında bezer bir olasılık/tehlike var.

FAŞİST HAREKET ÇOK PARÇALI AMA...
SWP, raporunda, Avrupa’daki “aşırı sağın” bölünmüş yapısına dikkat çekiyor. Ancak bu partilerin, özellikle AB karşıtlığı, milliyetçilik, Rusya sempatisi, göçmen karşıtlığı gibi ortak temalar etrafında birleşebileceğine de işaret ediyor. 6 Ekim Pazar günü, İtalyan Salvini’nin Liga partisi için sembolik bir yer olarak kabul edilen kuzey İtalya’daki Pontida kasabasında, Viktor Orbán, Matteo Salvini ve Geert Wilders  gibi faşist liderlerin, yaklaşık 25 bin kişinin katılımıyla gerçekleşen miting, bu birlik olasılığını destekliyordu. Bu olasılık, AfD’nin, daha şimdiden sınır kontrolleri getirmeye başlayan Almanya’daki etkisiyle birleşirse Avrupa Birliği’nin geleceğini tehdit eden stratejik bir riske dönüşebilir. Bir AfD hükümeti, Avrupa genelinde faşist partiler arası işbirliği olasılığını güçlendirebilir. Bu birlik, AB’nin, göç, iklim, ekonomi alanlarında küresel krizlere yanıt verme kapasitesini zayıflatabilir. 

AfD’nin politikaları, Almanya’nın NATO ve AB içindeki rolünü sorgularken faşist partilerin yükselişi, hak ve özgürlüklerin yanı sıra Batı güvenlik sistemini -hegemonyasını- de tehdit ediyor. Milliyetçi yaklaşımlar, Avrupa’nın birliğini zayıflatırken Batı karşısında, Rusya ve Çin’in manevra, etki alanını genişletiyor. Bu manzaraya ABD’de bir Trump rejimi olasılığını da ekleyince çözülmenin kaosa dönüşmesinin hızlandığını görülüyor.

“Gökkubbenin altında kaos egemen” ama bu kaosun içinde sosyalistler, aslında ne yapacaklarını pek bilemeden, bir seçenek oluşturamadan bir oraya bir buraya koşturmaya devam ediyorlar.
                                                       /././

'Yaklaşan fırtına' ve 'kaos'(I) -Ergin Yıldızoğlu 

Ukrayna’da savaşın seyri yine değişmeye başladı, Ortadoğu’da geniş çaplı, ABD’yi de için çekmeye başlayan bir bölgesel savaş olasılığı hızla artıyor.

Avusturya seçimlerini faşist parti kazandı. Almanya’da hızla birinci parti olmaya doğru giden faşist AfD’nin liderleri, Deutsche Welle’nin bir programında, NATO ve AB’nin Rusya politikalarını eleştirdiler, Rusya’nın dışlanmak yerine AB’ye entegre edilmesi, Almanya’nın Çin’in Kuşak Yol projesine katılması gerektiğini, ABD ile Almanya’nın ulusal çıkarlarının artık uyuşmadığını, ABD’nin askeri varlığını Almanya’dan çekmesi gerektiğini savundular.
 
Bu ortamda, dünya düzeninin yerleşik “merkezi”, ABD, 30 gün sonra yapılacak başkanlık ve Kongre seçimlerine, bir taraftan Trump-Vance kazanırsa “süreç olarak faşizmin” devleti ele geçirme olasılığı diğer taraftan, Harris-Walz kazanırsa sonu belirsiz bir siyasi kriz olasılığı arasına sıkışmış biçimde gidiyor. ABD liderliğinde kurulmuş “kurala dayalı uluslararası düzen”, büyük güçler arası rekabet, küresel iklim krizinin getirdiği sorunlar ile “1920’leri anımsatan ekonomik jeopolitik basınçlar altında” (Chirstine Lagarde), çözülme sürecinden, kaos aşamasına mı geçmeye başlıyor?
 
‘YAKLAŞAN FIRTINA’
Geçen hafta salı günü yapılan ABD başkan yardımcısı adayları tartışmasında oluşan görüntü, bir “siyasi fırtınanın” gelmekte olduğuna ilişkin gözlemleri destekliyordu. Her şeyden önce, Vance’in kaçamak ve yanıltıcı cevapları, Donald Trump ve müttefiklerinin, eğer kazanamazlarsa, seçim sonuçlarını bu kez de kabul etmeyeceklerine, ülkeyi bir kaosa itmekten çekinmediklerine ilişkin kanaatleri destekliyordu. Yine geçen hafta, “Özel Savcı” Jack Smith’in, Donald Trump’ın, seçimlerdeki tutumuna ilişkin yeni iddianamesi açıklandı. İddianamede, Trump’ın 6 Ocak’taki Kongre baskınını kışkırttığı ve seçim sonuçlarını değiştirme planlarına katıldığına ilişkin yeni kanıtlar vardı.
 
Gerçekten de BBC’den, Gabriel Gatehouse’un, haziran ayında yayımlanan, “The Coming Storm” (Yaklaşan Fırtına-BBC Books) başlıklı araştırması Trump ve faşist hareketin, 2024 seçimlerine, komplo teorileri, yanlış bilgiler yayarak, demokratik sürecin tamamına olan güveni sarsarak hazırlandıklarını, Amerikan seçim sürecinin manipüle edilme biçimleri örneklerle anlatılıyordu. Kitapta sergilenenler, Trump ve Vance gibi figürlerin söylem ve taktikleri “süreç olarak faşizmin” seçim sonuçlarını kabullenmeyerek direnme olasılığının ne kadar ciddi bir tehlike olduğunu gösteriyordu.  “Yaklaşan Fırtına”, 2024 seçimlerinden sonra yaşanabilecek bir kaos tehlikesine karşı ciddi bir uyarı.
 
Başkan yardımcısı adayları tartışmasına dönersek J.D. Vance’ın, faşist hareketin yeni yüzü olarak öne çıkmaya başladığını söyleyebiliriz. Vance, Trump’ın  “popülist”  söylemini benimsiyor, ancak bunu daha karmaşık, geliştirilmiş, daha yanıltıcı ve stratejik bir biçimde sunuyor. Özellikle, kürtaj, göç ve ekonomik politikalar gibi konularda Vance, dinci faşizmin klasik söylemlerini savunuyor ama örneğin, kürtaj karşıtı politikalarını “kadınlara daha fazla seçenek sunmak” olarak sunmaya çalışan bir demagojiyle; kadınların üreme haklarının ciddi şekilde kısıtlanmasını kabul ettiğini gizlemeye çalışıyor.
 
The Washington Post bir yorumunda da Vance’ın “Trump’ın politikalarını, onun kavgacı, giderek artan oranda dengesiz tavrına kıyasla, daha iyi, daha nazik ve ölçülü bir üslupla, savunduğuna” dikkat çekiliyordu. Faşizmin yeni, sofistike ve daha kabul edilebilir yüzü olarak öne çıkmaya başlayan Vance, gelecekte faşizmin, daha zekice ve stratejik bir yaklaşımla daha geniş bir seçmen kitlesine hitap etme olasılığını güçlendiriyor. 

TheAtlantic dergisinden Frumm’ın uyardığı gibi Vance, Trump’tan çok daha tehlikeli bir faşist lider adayı olduğunu gösteriyor. 
“Kurala dayalı uluslararası düzen” çözülürken dünya ekonomisinin merkezlerinde, faşist hareketler yükselmeye devam ediyor, gittikçe sıklaşan savaşlar, derinleşen iklim krizi, hızlanan teknolojik (yapay zekâ) “devrim” ortamında, ABD’de siyasetin, seçimlerden sonra alacağı biçim, müttefiklerine, NATO, BM gibi kurumlara ve rakiplerine karşı olası tutumunu giderek daha da belirsizleşiyor. Lidersiz kapitalist dünya düzeninde çözülme kaosa mı dönüşmeye başladı?
                                                    /././

‘İsrail’in hedefi Türkiye’ mi?-Mehmet Ali Güller

Cumhurbaşkanı Erdoğan, İsrail’in Türk topraklarına göz diktiğini, hedefinin Türkiye olduğunu söyledi, TBMM tehdidi görüşmek üzere kapalı oturum yaptı.

İsrail Lübnan’ı, Suriye’yi, Suriye’deki İran’ı ve Rusya’yı aşıp da Türkiye’ye saldıracak kadar “güçlü” mü? Oysa daha iki ay önce Erdoğan, “Karabağ’a girdiğimiz gibi İsrail’e de gireriz” dememiş miydi? İki ayda ne değişti?  Erdoğan’ın iç siyasi ihtiyaçları değişti!

Dış politikayı iç siyaseti ayarlama konusu haline getiren Erdoğan, kendisine başkanlık yolu açacak yeni anayasa hedefi için, Cumhur Koalisyonunu genişletme peşinde. Bunun için de iki yol belirlemiş görünüyor: 

1) İsrail tehdidi üzerinden TBMM’deki diğer sağ partileri koalisyona eklemlemek istiyor. 
2) Bahçeli üzerinden DEM’le “yeni dönem açılımı” yapmak istiyor.

‘GÜÇLÜ İSRAİL’ PROPAGANDASI!
Erdoğan’ın “İsrail’in hedefi Türkiye” açıklaması, her şeyden önce gerçekçi değil. Yukarıda da belirttiğimiz gibi İsrail’in aradaki engelleri de düzleyerek Türkiye’ye saldırabilmesi mümkün değil. (Bir cumhurbaşkanının, iç siyaset ihtiyacı ile ülkesini böyle saldırılacak zayıflıkta konumlandırması ise başlı başında üzerinde durulması gereken bir konu ne yazık ki.)

Öte yandan, İsrail’i olduğundan daha güçlü gösterebilmek, zaten bir İsrail propaganda stratejisidir. İsrail Ortadoğu’da kendisini savaş kaybetmeyen, istediği siyasi rakibini ortadan kaldırabilen, her ülkeyi vurabilecek bir büyük güç gibi göstermeye çalışıyor. ABD’nin tekelindeki Atlantik medyasının da desteğiyle, İsrail uzun yıllar boyunca bir “dokunulmazlık miti” inşa etti. Hamas 7 Ekim 2023’te Aksa Tufanı’yla, İran 13 Nisan 2024 ve 1 Ekim 2024’te 1200 kilometreden balistik füzeleriyle İsrail topraklarını vurarak işte o dokunulmazlığı deldi. 

Erdoğan ise “İsrail’in hedefi Türkiye” diyerek Tel Aviv propagandasını güçlendirmiş oluyor, tıpkı AKP medyasının “İsrail’in demir kubbesi İran füzelerini etkisizleştirdi” yayınları gibi...
 
ASIL TEHDİT ABD’DEN
Peki gerçek ne? 
Gerçek şu: İsrail ABD değildir, ABD’nin Ortadoğu’daki siyasi üssüdür, ileri karakoludur. Dolayısıyla ABD projelerini İsrail projeleri gibi propaganda ederek İsrail’i güçlü göstermek, en azından ABD tehditlerini dolaylı da olsa perdelemek anlamına gelir. 

Gerçek şu: Türkiye’ye tehditler İsrail’den değil ABD’den gelmektedir. ABD Türkiye’yi tehdit eden terör örgütlerinin ana sponsorudur, Doğu Akdeniz’de, Kıbrıs’ta, Ege’de, hatta Karadeniz’de Türkiye’nin karşısındadır. ABD Türkiye’ye ekonomik operasyonlar düzenlemekte, ticari ambargo ve askeri yaptırımlar uygulamaktadır.

Gerçek şu: “İsrail’in hedefi Türkiye” değil ama İsrail’in bölgedeki politikalarının etkisi ve Netanyahu’nun iktidarını sürdürebilmek için savaşı bölgeselleştirmeye çalışması, diğer bölge ülkeleri gibi Türkiye için de tehdit oluşturuyor. 

İKİ AYAKLI STRATEJİ
Dolayısıyla “İsrail’in hedefiyiz” diyerek İsrail’i güçlü, Türkiye’yi “hedef alınabilir” zayıflıkta gösteren bu propagandanın son tahlilde Erdoğan’a bile bir yararı yoktur. 

Yararlı olan, Türkiye’ye de tehdit oluşturacak bir bölgesel savaş riskini önleyecek çabalardır. Bunun için de iki ayaklı şu strateji izlenmelidir:

1) Türkiye, öncelikle İran başta bölge ülkeleriyle caydırıcı bir ittifak  oluşturmalıdır.
2) ABD sponsorluğu yoksa, İsrail saldırganlığı da yoktur. Dolayısıyla Türkiye, ABD’nin sponsorluğunu kesmeyi zorlayacak adımlar atmalıdır: Kürecik Radarı’nı kapatmalı, İsrail’e askeri mühimmat taşınmasını sağlayan İncirlik uçuşlarını durdurmalı, Doğu Akdeniz’deki ABD savaş gemilerine lojistik desteği kesmeli ve İsrail’e dolaylı süren petrol akışını engellemelidir.

Hem bunları yapmayıp hem de “İsrail bizi hedef alıyor” demek, en hafifinden Türkiye’nin birikimine haksızlıktır.
                                                    /././

Yeni anayasa tokalaşması-Mehmet Ali Güller

TBMM’nin yeni yasama döneminin ilk gününde MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin DEM Parti sıralarına giderek yöneticileriyle tokalaşması, iç siyasetimizin en önemli konusu. Çünkü mesele bir “siyasi nezaket” meselesi değildir; önümüzdeki cumhurbaşkanlığı “çarpışması” için cephe genişletme  çabasıdır.
 
Yeni anayasa, o çarpışmanın hem zemini hem de önemli bir aşamasıdır. AKP ve MHP ittifakının sayısal gücü yeni anayasa kabul ettirmeye yetmediği için, yeni anayasayı siyasal ajandası için fırsat gören DEM Parti’ye yönelmektedirler.
 
‘YENİ DÖNEM’ AÇILIMI
Daha düne kadar DEM Parti’nin kapatılmasını isteyen, TBMM’den atılmasını savunan, hazine yardımının kesilmesini isteyen Bahçeli’nin DEM Partililerle tokalaşması önümüzdeki iç siyasi mücadele açısından çok önemli. 
İki parti de tokalaşma hamlesi ile ajandaları arasında bağ kuruyorlar. 

Örneğin Bahçeli ilk açıklamasında “Yeni bir döneme giriyoruz. Dünyada barış isterken kendi ülkemizde barışı sağlamak lazım”, ikinci açıklamasında da “PKK’nin uzantısı şeklinde ifadede bulunulanların ellerini sıkmam birleştirici olmanın işareti” dedi. Dahası Bahçeli tokalaşmasının bir görev olduğunu da belirtti: “Cumhurbaşkanının çağrısına adım atmak bana düşen görevdir.”
 
Peki DEM Partililer Bahçeli’nin kendileriyle tokalaşmasına ne diyor? DEM Parti Grup Başkanvekili Gülistan Kılıç Koçyiğit, “Bize yönelik hamle, elbette anayasa tartışması sürecine katılmak ve bizi bir noktada tutmak için yapılmış olabilir.”
 
YENİ ANAYASA İTTİFAKI
Tablo şu: Erdoğan’ın masasındaki anket sonuçları iç açıcı değil. Erdoğan  kendisine başkanlık yolu açacak hem yeni anayasaya hem de sayısal çoğunluğa ihtiyaç duyuyor; iktidarının ilk bölümünde ittifak yaptığı DEM Parti’yi yeniden anahtar  görüyor. 

Ya Bahçeli? Erdoğan’ın masasındaki anket sonuçları MHP için de iç açıcı değil. Hal böyle olunca Bahçeli “yeni dönem açılımı”na mecbur kalmış ve Erdoğan’ın çağrısını görev kabul etmiş” oluyor. 

Peki Selahattin Demirtaş başta üst düzey kadroları içerideyken DEM Partisi bu “yeni anayasa ittifakı”na ne der? Siyasi ajandası için emperyalist ABD ile bile bölgede ittifak kurabilen bir hareket için “tek adam” dedikleri Erdoğan’la yeniden işbirliğine dönmek, elbette şaşırtıcı olmaz! 

Baksanıza, DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan, daha ilk günden  muhalefete seslenerek, “Önyargılarınızı bir kenara bırakın, gelin hep birlikte beraber demokratik ve özgürlükçü bir anayasa için çalışalım” diyor!
 
NORMALLEŞMENİN ROLÜ
Özgür Özel normalleşme politikası ile sadece birinci parti durumundaki CHP’ye ivme kaybettirmedi, aynı zamanda ikinci parti lideri Erdoğan’a da manevra yapma fırsatı vermiş oldu.
 
Erdoğan Sünni Hizbullah’ın partisi ile anayasanın ilk dört maddesini tartıştırarak, kamuoyunu ve siyasi aktörleri şimdi “PKK’nin siyasi kolu” dediği DEM Partisi’ne verilecek tavizlere hazırladı belki de...
 
Nasılsa karşısında “Yeminine uygun konuşma yapacağını umarak ayakta karşıladık. Parti genel başkanı sınırları içinde konuşunca, giderken ayağa kalkma gereği duymadık” diyen Özgür Özel var. Nasılsa sabah CHP’yi tehdit eden  Bahçeli, “Birbirimizi kırmıyoruz inşallah. Üzülme, bazen siyaseten söylememiz gerekenler oluyor” diyerek akşam Özel’in gönlünü alabiliyor. 

Zaten Özgür Özel de yukarıda özetlediğimiz “yeni anayasa tokalaşması”nı normalleşme politikasının başarısı olarak görüyor: “Sayın Bahçeli’nin DEM’le normalleşmesini herkes gördü mü? Normalleşme dediğimiz Devlet Bey ile DEM’e de el sıkıştırır.”
                                                      /././

Guterres-Waters ekseni -Mehmet Ali Güller

İsrail, BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’i “istenmeyen adam” ilan ederek ülkeye girişini yasakladı. Bu karar İsrail’in hukuk çerçevesinin dışında olan konumunu iyice pekiştirmiş oldu. Terör ve soykırım faaliyetleriyle BM hukukunun dışına düşmüş bir İsrail, devlet gibi değil, örgüt gibi davranmaktadır; üstelik terörist bir örgüt.
 
İsrail’in kurucu ayarları zaten buydu: İçinden David Ben-Gurion, İzak Rabin ve Ariel Şaron’un çıktığı Haganah, oradan ayrılan ve liderliğine Menahem Begin’in geldiği Irgun, içinden İzak Şamir’in çıktığı Stern gibi örgütler terör örgütüydü ve İsrail’in resmi ordusuna dönüşmüştü. Ancak 75 yıldır İsrail ordusu, güvenlik ve istihbarat birimleri hep BM hukukunun çeperindeydi, yani hâlâ Haganah, Irgun ve Stern’di.
 
GUTERRES’IN OYNADIĞI ROL
BM Genel Sekreteri Antoni Guterres’in soykırımcı İsrail tarafından “istenmeyen adam” ilan edilmesi, kuşkusuz Guterres’in doğru bir konumda bulunduğunu resmetmektedir öncelikle. 

İsrail, İran’ın saldırısını doğrudan kınamadığı için Guterres’i “istenmeyen adam” ilan ettiğini açıkladı. Ancak Tel Aviv başından beri BM genel sekreterine karşı çünkü Guterres İsrail’in Gazze’ye saldırmaya başladığı günden bu yana doğru tutum alıyor ve olanakları ölçüsünde diplomatik adımlar atıyor. 

Örneğin bu süreçte Guterres BM Güvenlik Konseyi üyelerine yazdığı mektupla, BM Genel Kurulu’nda ateşkes oylaması çabalarıyla öne çıktı. Hatta Guterres, ABD’nin İsrail’i kollayan tutumuna da karşı çıktı, ABD’nin İsrail lehine vetosunun, BM Güvenlik Konseyi’nin otorositesini ve güvenirliğini zayıflattığını belirtti.

Kısacası Portekiz Sosyalist Partisi’nin eski genel sekreteri, Sosyalist Enternasyonal’in eski başkanı ve Portekiz’in eski başbakanı olan Guterres, BM genel sekreteri olarak kritik konularda kritik tutum alan bir diplomat oldu.

WATERS’IN ONURLU TUTUMU
Dünyanın sert bir viraj aldığı günümüzde, tıpkı Guterres gibi başka siyasi liderler de önemli ve sorumlu tutumlar aldılar. Örneğin İsrail’i Uluslararası Adalet Divanı’nda yargılayan Güney Afrika’nın cumhurbaşkanı Cyril Ramaphosa, örneğin İsrail’e karşı ambargo girişimlerine öncülük eden Kolombiya’nın devlet başkanı Gustavo Petro, o siyasilerin başında geliyor.
 
Elbette aydınlar ve sanatçılar içinde de bu tür tarihi tutum alanlar var. Onların başında da Roger Waters geliyor. Ünlü rock grubu Pink Floyd’un kurucularından Waters hem Filistin’e desteğiyle hem de ABD’nin Ukrayna krizindeki rolünü ortaya koymasıyla öne çıkan isimlerden oldu.

Üstelik Waters, İsrail yanlısı lobilerin müzik piyasasındaki gücünü bilmesine rağmen bu tutumu aldı; milyon dolarlık konser anlaşmaları iptal oldu, albüm şirketi sözleşmesini feshetti vb. Ama Waters sorumlu bir aydın olarak doğru bildiğini söyledi.

Pink Floyd üyesi David Gilmour, politik görüşleri nedeniyle Roger Waters’la bir daha birlikte sahneye çıkmayacağını ilan etti. Waters’ın Rusya Devlet Başkanı Putin ve Venezüella Devlet Başkanı Maduro gibi isimleri savunmasından rahatsız olan  Gilmour, klasik ABD-İsrail propaganda yöntemine sarılarak Waters’ı antisemitik (!) olmakla suçlamaya kalktı!

NETANYAHU’NUN BÖCEĞİ
İsrail hangi propagandaya sarılırsa sarılsın, Binyamin Netanyahu 21. yüzyılın  Hitler’i olarak tarihe geçmiş durumda. 

İsrail terör örgütü lideri olarak Netanyahu, her türlü illegal faaliyetin merkezindedir. Öyle ki müttefiklerine bile hukuk dışı eylemler yapmaktadır.
 
Örneğin eski İngiltere Başbakanı Boris Johnson, yakında yayımlanacak kitabında anlatıyor: İsrail Başbakanı Netanyahu, 2017 yılında, Johnson’un İngiltere Dışişleri Bakanlığı’ndaki şahsi banyosunu kullandıktan sonra, banyoda dinleme cihazı bulunuyor!

(Cumhuriyet)


soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -10 Ekim 2024-

Ukrayna semalarında bir garip olay -Ogün Eratalay-

Batı basınına göre Ukrayna semalarında Rus yapımı Suhoi S-70 Ohotnik silahlı insansız hava aracı düşürüldü. İddiaya göre kontrolden çıkan araç Rusya tarafından Ukrayna’nın eline geçmemesi için vuruldu.

Ukrayna’da savaş Kursk ve Donetsk bölgelerinde cephe savaşı olarak sürüyor. Zelenskiy ve Putin arasında barış görüşmelerinin başlayacağına dair iddialar ortaya sürülüyor. ABD ve NATO’nun doğrudan desteğiyle savaşı devam ettiren Zelenskiy, ABD Başkanlık seçimlerinin sonucunu bekliyor. Bütün bu gelişmeler olurken, Ukrayna semalarında ilginç bir olay yaşandı.

Edinilen bilgilere göre 5 Ekim günü Donetsk bölgesindeki Konstantinivka semalarında görev yapan silahlı insansız hava aracı (SİHA) S-70 Ohotnik düşürüldü. Buna göre olay S-70 Ohotnik’in merkezle bağlantısının kesilmesi sonucunda kontrolden çıkması üzerine yaşandı. Rus Hava Kuvvetlerine bağlı bir Su-57 savaş uçağı kontrolden çıkan SİHA’nın Ukrayna ve dolayısıyla ABD ve NATO eline çalışır vaziyette düşmemesi amacıyla havadan havaya atılan kısa menzilli füzeyle SİHA’yı imha etti. Olayın cephe hattının yaklaşık 15 km derinliğinde gerçekleşmiş olması prototip aşamasında olduğu belirtilen SİHA’nın Ukrayna hava savunma sistemlerini başarıyla aşmış olduğunu düşündürüyor.

Su-70 Ohotnik (Rusçası: Охотник, “Avcı” anlamındadır) Rus silah şirketleri Sukhoi ve MiG tarafından geliştirilmekte olan bir silah. 2019 yılından bu yana prototipleri üretilen SİHA, beşinci nesil savaş uçağı Su-57 savaş uçaklarıyla eşgüdümlü hava harekâtı için tasarlanmış olan bir platform. Uçan kanat şeklinde olan SİHA, kompozit malzemelerden üretiliyor ve son teknolojiye sahip. Düşman hava savunma sistemleri tarafından fark edilmemesi için radar kesit çok küçük. Kanat genişliği 20 metre olan platform 20 ton ağırlığında ve turbofan motor sayesinde uçuyor.

S-70 Ohotnik prototipinin düşürülmesi Rusya için büyük kayıp değil. Ancak son dönemde öne çıkan SİHA sistemlerinin düşman eline düşme açısından bakıldığında ne kadar korunaksız ve teknoloji transferine ne kadar olanak sağladığını da gösteriyor. Asıl önemli olan ise silah şirketlerinin halihazırdaki savaşları yeni silah sistemlerinin geliştirilmesi ve denenmesi için fırsat bilip cepheye sürdüğünü de gösteriyor.

                                                                  /././

İslamcıların Burger ile imtihanı: Sermayeye karşı çıkmadan Filistine sahip çıkılır mı?-Özkan Öztaş-

Rize'deki açılış, islamcılar arasında tartışma yarattı. Kimisi "AKP etrafındaki bir avuç kişi"yi suçladı. Oysa Rize Belediyesi, su faturalarında şirketin logosunu tüm Rize'ye ulaştırıyor.

Filistin'de süregiden savaş, İsrail'in saldırganlığı ve bunun karşısında Türkiye'de yaşananlar, islamcı kesimin hayatın gerçeği duvarına çarpmasına yol açıyor.

Rize'de bir vatandaş, gerçekten duvara çarptı.

Erdoğan'ın memleketindeki bir Burger King şubesi açılışı, her şeyiyle AKP organizasyonuydu. 

AKP’li belediye başkanları ve yöneticileri oradaydı. Dualar eksik değildi.

Ancak bu hamburger şirketi, İsrail'e verdiği destekle tanınıyordu. Bu yüzden bir vatandaş, açılışı görünce, Filistin'e destek amacıyla “Kahrolsun İsrail” sloganı attı. Ve çok sayıda kişinin saldırısına uğradı.

"Kahrolsun İsrail" dediği için.

Olay sosyal medyada gündem oldu, çok tartışıldı. Özellikle İslamcı cenahta yavaş yavaş fark edilen şey, söz konusu sermaye olunca akan suların durması oldu. Tıpkı iktidarın lafa gelince Filistin yanlısı kesilip, işe gelince İsrail'le ticareti sürdürmesi, Azeri petrolünü İsrail'e ulaştırması, İsrail firmalarından silah parçaları alması gibi.

Ne boykot ne tepki: Türkiye-İsrail ticareti kaldığı yerden devam

Rize'de açılan Burger King şubesinin kurdelesini kesen AKP'li isimler, görmezden gelinir cinsten değil. AKP Rize İyidere Belediye Başkanı Saffet Mete, Rize Muradiye Belde Belediye Başkanı Musa Süreyya Balcı, Rize Salarha Belde Belediye Başkanı Hasan Kara, Eski ANAP vekil Ahmet Kabil, Rize Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Aziz Karaahmetoğlu, Rize Ticaret İl Müdür Osman Köseoğlu gibi isimler kamuoyunda öne çıkan isimler arasındaydı. 

Üstlelik bu durum münferit bir örnek de değil. Açılıştan sadece bir kaç gün sonra İsrail'de askerlere hediye paketi hazırladığı bilinen Carrefour'un Afyon'daki açılışını da AKP'li belediye başkanının yaptığı ortaya çıktı.

Boykot edilen markalar arasında yer alan Burger King, İsrail askerlerine gönderdiği kumanyalarla reklam yapmış ve gündem olmuştu. Türkiye'de de AKP'ye yakın isimler göstermelik boykotlar düzenleyip firmayı protesto etmişti. 

Savaşın ilk gün günlerinde İsrail'deki Burger King şubeleri, İsrail askerlerine dağıttıkları kumanyaları resmi sosyal medya hesaplarında duyurmuştu. (Not: Paylaşım, otomatik çeviriyle Türkçeleştirilmiştir.)

Protestocu vatandaşın zihninde de, dayak yiyene kadar bunlar vardı. 

'Kurdeleyi kestim ama yemeğinden yemedim'

Olay tepki çekince İyidere Belediye Başkanı Saffet Mete, firmanın işletmecisinin "eski bir arkadaşı" olduğunu, açılışa katıldığını, kurdele kestiğini ve yemekten yemediğini ifade etti. Saffet Mete, bir hamburger gömmeyerek Filistin'e olan desteğini göstermişti.

Karar gazetesine konuşan Mete, "Rize’de ve Türkiye’de binlerce Burger King var. Ben orada hiç yemek yemedim. Yeseydim İsrail’e destek vermiş olacaktım" dedi. 

Yaşanan olayın ardından birçok sosyal medya hesabından AKP'nin İsrail konusundaki samimiyetsizliği çeşitli biçimlerde ifade edildi. 

AKP'de çatlak sesler: 'İnsan durduğu tabelanın altına bir bakar'

Yaşanan olay AKP içinde de tartışmalara neden oldu. AKP Grup Başkanvekili Leyla Şahin Usta, "İnsan durduğu tabelanın altına bir bakar. 'Ben nerede duruyorum?' der" sözleriyle partidaşlarına tepki gösterdi.

Şahin açıklamasının devamında "Bizlerin hata yapma lüksü yok. Bunun farkındayız. Ama maalesef belediye başkanı, teşkilat mensubu bu tip hatalarda bulunuyorlar. Tabii ki partimizi bağlamaz" dedi. Yani AKP'li isimler tabelanın önünde durmasa, görüntü vermese yine bir sorun yok Leyla Şahin'e göre.

AKP'nin tüm Filistin politikası zevahiri, yani görüntüyü kurmak üzerine kurulu.

'Böyle mi Filistin'in yanında olacağız?'

Burger King açılışından bir saat önce şubenin önüne gelen Öğretim Görevlisi Dr. Kemal Sağlam, “Kahrolsun İsrail” sloganı atınca çok sayıda kişinin saldırısına uğradı, burnu kırıldı, kulak zarı patladı. Akademisyen yaptığı açıklamada "30 kişi saldırdı. Vali 'hepsini yakalatacağım' dedi. İki kişi yakalandı, ifadeleri alındı serbest bırakıldı. Böyle mi Filistin’in, öldürülen masum bebeklerin yanında olacağız" dedi. 

Yaşanan olaya islamcılar arasından da tepkiler geldi. Çeşitli hesaplardan "Bu ülkeyi Siyonist uşakları mı yönetiyor" denildi, sosyal medyadan yapılan yorumlarda birçok kişi AKP etrafında kümelenen "bir avuç zengin"e dikkat çekti.

İslamcı yazarlardan Hacı Kaya, sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada "AK Partili bürokratlar ve onların çevresinde kümelenmiş bir avuç zengin züppe İsrailin kanlı sermayesiyle geçindikleri için ruhları ve karakterleri de tıpkı Yahudilere benzemiş! Tıpkı onlar gibi Müslümanlara öfke ve nefret kusuyor ve acımasızca şiddet gösteriyorlar…" ifadelerine yer verdi. 

Bu kişiler, şimdilik, bizzat iktidarın İsrail yanlısı politikalarına karşı çıkmak yerine, elinden en fazla "Burger King şubesi açmak" gelen "bir avuç kişi"ye tepki gösteriyor.

Şirket protestocuyu 'terörist' sanmış

Şirket sahiplerinin yaşanan olaydan sonra yaptıkları açıklamada "Protestocu Fransız marka bir arabayla geldi iş yerinin önüne. Bizi provoke etti. Kafasına sardığı bezle terörist gibi slogan attı" ifadelerine yer verdi. 

İslamcılara yakınlığıyla bilinen Mahfil gazetesinin sosyal medya haberinde yer alan bilgiye göre şirketin, protestocunun kafasında sarılı bez dediği şey ise Filistin direnişçilerinin taktığı kefiyeydi. Firmanın özrü kabahatinden büyük olarak yorumlanırken saldırıya uğrayan akademisyenin provokatör olarak adlandırılması dikkat çeken bir diğer ayrıntı oldu. 

Şirketin, protesto eden akademisyeni 'terörist' sanmasına sebep olan geleneksel Filistin kefiyesi. Nam-ı diğer puşi ya da puşu. Bu simge İsrail'de Filistinlilerin açık hedef olarak vurulmasında bir gerekçe olarak gösteriliyor. 

Açılışını yaptıkları şubeyi ertesi gün boykot ettiler

6 Ekim pazar günü yapılan açılışın ardından Filistin-İsrail savaşının başlangıcı sayılan 7 Ekim 2023 tarihinin yıldönümünde Rize'de Filistin'e destek yürüyüşü gerçekleşti. Burger King açılışında yer alan isimlerle Filistin'e destek yürüyüşünde yer alan isimler aynıydı. 

Burger King'in Rize'de açılışı yapılan şubesi için emniyet tarafından 24 saat koruma kararı çıktığı ifade edilirken, yürüyüş kortejinin firmanın yanı başından geçmesi tartışmaların devam etmesine neden oldu. Konya'dan yayın yapan KONTV'den gazeteci Ahmet Özer yaşanan bu olaya sosyal medya hesabından "Gazze’de müslüman kardeşlerimize zulmeden Yahudi Siyonistlerden ne farkları var?" diyerek tepki gösterdi.  

6 Ekim Burger King açılışına katılan AKP'li isimlerin ertesi gün katıldıkları Filistin'e destek yürüyüşünden bir kare.

AKP'li Rize Belediyesi'nden Burger Kingli su faturası

Ancak piyasaya paranın hükmettiği gerçeği, "bir avuç zengin züppe"nin "tabelanın altında ne işi olduğu" sorgulamasını tamamen boşa düşürüyor. 

İsrail yanlılığı, Türkiye'de sermayenin ve dolayısıyla kurumların içine sızmış durumda.

Rizeli yurttaşların kapısına bırakılan, Rize Belediyesi'nin gönderdiği su faturalarında Burger King reklamı yer alıyor. Konu Rize'de tepki çekiyor. Konuya dair açıklama yapan Rize Saadet Partisi Merkez İlçe Başkanı Mustafa Kalender yaşanan duruma tepki gösterdi ve bu yanlıştan acilen dönülmesi gerektiğini ifade etti.

AKP'li Rize Belediyesi şirketten aldığı reklamla kasasını doldururken, boykot kararı aldığı şirketin reklamını su faturasına işleyerek her eve ulaştırdı.

Kalender Rize'de yayın yapan Olay53 isimli haber sitesine yaptığı açıklamada "Rize Belediyesi de ülke çapında vatandaşlarımızın bireysel olarak aldıkları boykot kararına, tesislerinde İsrail'i destekleyen firmaların ürünlerini bulundurmayarak katılacaklarını açıklamıştı. Ne yazık ki bu açıklamaya rağmen hâlâ kesilen su faturalarında, doğrudan İsrail askerlerine gıda yardımında bulunan Burger King firmasının reklamı olduğu görüldü. İdareciler daha hassas ve bilinçli olmak mecburiyetindedir. Bu hatanın kasıtlı yapılmadığına inanıyor ve bir an önce bu hatadan dönülmesini bekliyoruz. Bu hassasiyet Filistin'de direnen kardeşlerimize bir saygı duruşudur" denildi. Rize Belediyesi'nden konuya dair bir açıklama gelmedi. 

İslamcılar arasında Filistin mücadelesinin aynı zamanda sermayeye karşı mücadele olduğunu kavramaya başlayanlar hâlâ azınlıkta. Nitekim, İsrail'e asıl desteği veren hükümet ve büyük şirketler, hâlâ islamcı kesimin eleştirilerinin esas muhatabı olmaktan uzak.

                                                                 /././

İsrail-Türkiye ilişkilerinin çimentosu: Sermaye kardeşliği -Kerem Aydın-

Filistin halkı ile dayanışma ve İsrail karşıtlığı gerçek karşılığı, Türkiye’de sermaye sınıfının tahakkümünün ortadan kaldırılmasından geçiyor. 

Geçmişten bugüne Türkiye ve İsrail ilişkilerinin çimentosunu sermaye kardeşliği oluşturuyor. İsrail sermayesi Türkiye’de birçok sektörde önemli yatırımlara sahip bulunuyor. Ayrıca, iki ülkenin patronları arasında karşılıklı ticaret, ortak yatırımlar ve şirket satın almaları yoluyla derin ve karmaşık bağlar kurulmuş durumda.

Ne hükümetin ihracatı kesme kararı ne de İsrail sermayeli/bağlantılı şirketlerin ürünlerinin boykot edilmesi gibi çağrılar tek başına bu bağları aşındırabiliyor. İki ülke sermaye sınıfı arasındaki güçlü bağlar, ihracat yasağını alternatif yollar ve rotalar ile aşıyor. Ürün boykotu çağrıları, reklam ve sponsorluk mekanizmaları piyasayı belirleyen şirketler tarafından kolayca etkisizleştirilebiliyor.

Piyasa tercihinde ısrar edilirken ve emperyalizmin uluslararası ticaret kurallarına alternatif üretmeden sadece İsrail ile değil NATO ve Atlantik cephesinin herhangi başka bir ülkesiyle ekonomik bağlarda belirleyici hale gelinemez. 

Filistin halkı ile dayanışma ve İsrail karşıtlığı gerçek karşılığı, bu karmaşık bağların dağıtılmasından ve Türkiye’de sermaye sınıfının tahakkümünün ortadan kaldırılmasından geçiyor. 

İsrail ile ticaret engel tanımıyor

9 Nisan’da verilen İsrail’e ihracat kısıtlaması kararının 2 Mayıs’tan itibaren ihracat ve ithalatın tamamen kesilmesi uygulamasına dönüşmesi herhangi bir caydırıcı sonuç yaratmadı. Bu kararın daha ilan edildiği sırada ihracatçılar, zaten şaşırdıklarını açıklamışlar ve alternatif yollar arayacaklarını belirtenler olmuştu.

Reuters’e konuşan bazı ihracatçılar o dönem, siparişlerini üçüncü ülkeler üzerinden İsrail'e gönderme yolları aramakta olduğunu söylemişlerdi. Yine bir başka ihracatçı Mısır, Lübnan ya da Ürdün üzerinden siparişleri gönderip gönderemeyeceklerine bakacaklarını ifade etmişti.

İsrail ile ticarette, daha 3 Mayıs’ta Ticaret Bakanı Ömer Bolat’ın karardan Filistin’in ve Filistin halkının etkilenmemesi için teknik görüşmelerin yapıldığını açıklaması ile kapı aslında açılmıştı. Bolat’ın ve Ticaret Bakanlığı bürokratlarının yaptıkları “teknik görüşmeler” ile ilgili detay vermediler. Ancak bu görüşmelerin Filistin’i abluka altında tutan İsrail yetkilileri yapıldığı anlaşılıyor. 

Nitekim Filistin’e yapılan ihracat, kısıtlama kararlarının ardından hızla arttı. Filistin’e yapılan ihracat, bu yılın Nisan-Ağustos ayları arasında yani ihracat kısıtlamasından bu yana geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 605 oranında arttı! 2023 yılı Nisan-Ağustos döneminde Filistin’e Türkiye’den yaklaşık 55 milyon dolarlık ihracat yapılırken, bu yıl bu rakam 387 milyon dolara fırladı. Aylık verilerde ise bu artışlar daha astronomik oranlara çıkıyor. Filistin yakılıp yıkılırken böyle olağanüstü artışların tek açıklaması, İsrail’e Filistin üzerinden ihracatın devam ediyor olması. 

Çünkü, Filistin İstatistik Bürosu verilerine göre bu yılın Nisan-Temmuz ayları arasında Filistin’in ithalatı yüzde 233 oranında gerilemiş. Gerileme Ocak-Temmuz döneminde yüzde 259 olmuş. Filistin’in ithalatı genel olarak gerilerken Türkiye’nin bu ülkeye ihracatının hızlı biçimde artması, Türkiye ile İsrail sermayesinin ortaklaşa kurduğu kirli mekanizmaya işaret ediyor.

Yani ihracatçı patronların daha ilk günden, “alternatif yollar arıyoruz” minvalli açıklamaları derhal sonuca ulaşmış ve alternatif rotalar bulunmuş.

Aynı aylarda bazı başka ülkelere de ihracatın anormal oranlarda arttığı görülüyor. Örneğin, Cebelitarık’a ihracat 3 milyon dolar düzeyinden yüzde 2203 artışla 71 milyon doların üzerine çıktı. 

Doğrudan İsrail sermayeli 525 şirket var

İsrail ile Türkiye’de sermaye kardeşliğinin bir başka boyutunu ise İsrail sermayeli şirketler oluşturuyor. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’na bağlı Teşvik Uygulama ve Yabancı Sermaye Genel Müdürlüğü verilerine göre, 2024 yılı başı itibariyle Türkiye’de İsrail sermayeli 525 şirket faaliyet gösteriyor.

Bu şirketlerden 216’sının metal ve metale bağlı otomotiv, makine-teçhizat ticareti ile daha az olmak üzere bu sektörlerdeki imalatçı firmalardan oluştuğu görülüyor. Gayrimenkul ve inşaat faaliyeti yürüten İsrail sermayeli şirketlerin sayısı ise 52’ye ulaşıyor. Turizm, otel ve lokanta faaliyeti yürüten 20 şirket, tarım ve gıda bağlantılı 13, kimya ve bağlantılı sektörlerde 12 firma bulunuyor.

Ancak Bakanlık kayıtlarındaki bu şirketler, İsrail sermayesinin Türkiye’deki varlığının sadece küçük bir kısmına işaret ediyor. İsrail sermayesinin hissesi bulunan şirketler, farklı ülkelerdeki iştirakler yoluyla Türkiye’de yaptıkları yatırımlar ve ortaklıkları bu listeye dahil değil.

İsrail sermayeli şirketler arasında Türk Nippon Sigorta ve Türk Tuborg gibi büyük şirketler de var.

İsrail’in gıda ve bağlantılı ihtiyaçlarında Türkiye’nin payı büyük

Türkiye’nin İsrail’in gıda ürünleri ihtiyacında en önemli tedarikçilerinden birisi olduğu görülüyor. Ticaret Bakanlığı’nın tarım ve gıda ürünlerinde İsrail’e ihracat potansiyeli üzerine yaptığı bir çalışmada, 2022 yılı itibariyle birçok gıda ve tarım ürününde İsrail’in ihtiyaçlarını karşılayan ülkeler arasında Türkiye’nin önemli bir payı bulunuyor.

İsrail, zeytinyağı ihtiyacının yüzde 23,1’ini, makarnanın yüzde 17,3’ünü, taze elma, armut ve ayvanın yüzde 14,8’ini, konserve sebze yüzde 15,9’unu, kakao içermeyen şekerli mamullerin yüzde 14,2’sini, yer fıstığı ve diğer kabuklu yemiş ve meyve konservelerinin yüzde 9,2’sini, tatlı bisküvi ve gofretlerin yüzde 10,1’ini Türkiye’den yaptığı ihracatla karşılıyor.

Gıda ve tarım ürünlerinde söz konusu ihtiyaçların bir kısmı Türkiye’de faaliyet gösteren İsrail sermayeli firmalar üzerinden sağlanıyor. Ancak bu ürünlerde İsrail’in konuyu stratejik bir yaklaşımla ele alıp özellikle son yıllarda İsrail sermayesinin Türkiye’de bu sektörlerde şirket satın almaya teşvik ettiği biliniyor.

İsrail sermayesi Türkiye’de şirket satın alıyor

KPMG Birleşme ve Satın Alma Trendleri raporlarına göre, 2022 yılında İsrail içecek zinciri International Beer Breweries Ltd. (IBB Ltd) şirketine bağlı Gat Foods Mersin’de meyve ve sebze işleme faaliyeti yürüten Targid A.Ş.’yi satın aldı. IBB Ltd. aynı zamanda Türk Tuborg’un da bağlı olduğu şirket. Yine 2022’de Ace Games adlı oyun şirketi, İsrail menşeli Playtika tarafından satın alındı.

2023 yılında ise IBB Ltd. bu kez Erzincan’da faaliyet gösteren meyve suyu üreticisi Tunay Gıda’yı yine iştiraki Gat Foods vasıtasıyla satın aldı. 

Yine 2023’te Ankara’da kurulu bulunan FTS Filtrasyon Arıtım Sistemleri şirketinin yüzde 49’luk hissesi tarım ve endüstride sulama sistemleri üzerine uzmanlığı olan İsrail firması Amiad Water System tarafından satın alındı. 

Aynı yıl Frantic Games şirketinin yüzde 28’i aralarında İsrailli yatırımcıların da olduğu bir konsorsiyum tarafından satın alındı.

                                                             /././

VIP’de kaçak altın skandalı - Timur Soykan / Birgün

Eski Bakan Yardımcısı, eski AKP’li vekil Fatih Metin’in yanında VIP salonu kullanan eski özel kalem müdürü Morkoç’un valizlerinde 60 kilo kaçak altın yakalandı. Metin hakkında işlem yapılmadı, VIP’yi kullanan Morkoç hakkında soruşturma başlatıldı. Aynı yolla altın kaçıran Cumhur İttifakı'ndan milletvekilleri olduğu iddia ediliyor.

CHP Edirne Milletvekili Ediz Ün’ün 20 Eylül 2024 günü Kapıkule Sınır Kapısı’ndan Türkiye’ye giriş yapan çakarlı aracında kaçak elektronik sigara aparatları ele geçirilmişti. Ediz Ün partisinden istifa etmişti.

Aynı gün İstanbul Havalimanı VIP salonunda büyük bir kaçakçılık skandalı yaşandı. Ankara bu olayla çalkalanırken skandal büyük bir titizlikle kamuoyundan gizlendi.

Dubai’den İstanbul’a gelen uçakta eski Gümrük ve Ticaret Bakanlığı Bakan Yardımcısı, eski AKP milletvekili Fatih Metin ve onun refakatinde VIP geçişi kullanan eski özel kalem müdürü Yunus Emre Morkoç vardı. Yunus Emre Morkoç’un Dubai’ye giderken yanında olmayan büyük valizi dönüş yolunda dikkat çekiyordu. İstanbul Havalimanı’ndaki gümrük memurları, Yunus Emre Morkoç’un valizinde yaptığı aramada 60 kilo kaçak altın ele geçirdi. Piyasa değeri 174 milyon 718 bin TL olan külçe altınlara el konuldu ve tutanak tutuldu. Gaziosmanpaşa Başsavcılığı tarafından soruşturma başlatıldı.

Fatih Metin

Yunus Emre Morkoç, eski Gümrük Bakan Yardımcısı Fatih Metin ile birlikte Dubai’ye gitmiş ve dönüş yapmıştı. Fatih Metin’in mahiyetinde VIP geçişi kullanmıştı.  Ancak Fatih Metin hakkında tutanak tutulmadı, işlem yapılmadı.

Yunus Emre Morkoç

Fatih Metin, AKP iktidarında uzun yıllar boyunca çok etkili bir isimdi. Avukat olan Fatih Metin, 2007-2011 yılları arasında AKP Bolu Milletvekili’ydi. 2011-2015 yılları arasında 4 yıl Gümrük ve Ticaret Bakanlığı Bakan Yardımcısı olarak görev yaptı. 2015 yılında AKP Merkez Karar Disiplin Kurulu üyeliğine seçildi. 30 Aralık 2015 tarihinde ise Ekonomi Bakanlığı Bakan Yardımcılığı görevine atandı. Tabii ki gümrüğe takılan bir skandalda adının geçmesi son derece çarpıcı. 2019 yerel seçimlerinde AKP’nin Bolu Belediye Başkan adayıydı. 19 Nisan 2019’da ise Tarım ve Orman Bakanlığı Bakan Yardımcılığı görevine getirildi. Akdeniz ve Ege’de tarihin en büyük yangınlarının yaşandığı dönemde Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli’nin yardımcısıydı. Aynı zamanda at yarışları ve müşterek bahisleri düzenleyen Yüksek Komiserler Kurulu Üyesi’ydi. 2022’de Tarım ve Orman Bakanlığı Bakan Yardımcısı görevinden ayrıldı ve halen avukatlık yapıyor.

Yunus Emre Morkoç’un kaçak altınlarla nasıl yakalandığı konusunda soru işaretleri var. Havalimanlarındaki VIP salonunu, siyasiler, üst düzey bürokratlar kullanabiliyor. Buradaki dinleme salonları ve uçağa direkt servis aracından faydalanabiliyorlar. Uçuş işlemlerini de görevliler gerçekleştiriyor. Mevzuata göre; güvenlik birimlerinin VIP geçişinde sadece Cumhurbaşkanı ve mahiyetindeki kişileri arama yetkisi yok. Bunun dışındaki herkes VIP bölümünde aranabilir. Ancak fiili durum böyle değil. Bir gümrük memurunun bir bakan, milletvekili ya da üst düzey bürokrat ile refakatindeki kişileri araması cesaret ister. Bu nedenle VIP geçişi kullananlar aranmıyor. Peki, Yunus Emre Morkoç neden arandı?

İDDİA: ÜÇ MİLLETVEKİLİ VAR

Bir iddiaya göre; VIP’deki altın kaçakçılığı istihbarat birimlerinin çalışması sonucu tespit edildi. Bu nedenle gümrük memurları arama yaptı ve kaçak altın yakalandı. İstihbarat birimlerinin Dubai’den Türkiye’ye VIP’yi kullanarak kaçak altın getirildiğine dair tespitler yaptığı, hatta ikisi eski, üçü ise halen TBMM’de olan üç milletvekilinin mercek altına alındığı öne sürülüyor. Cumhur İttifakı’nda yer alan bu milletvekillerinin Dubai’ye çok sık şekilde elleri boş gittikleri ve valizlerle döndükleri iddia ediliyor.

METİN: HİÇBİR İLGİM YOK

İstanbul Havalimanı’nın VIP geçişinde 60 kilo altın yakalanmasıyla ilgili olarak Fatih Metin’e ulaştım. Cevap hakkı çerçevesinde iddiaları kendisine sordum. Soruşturmanın devam ettiğini belirten Fatih Metin, “Evet aynı uçakta beraberdik. Benim refakatimde VIP’yi kullandı. Ancak valizinde olanlarla ilgili benim ilgim yok, bilgim yok, alakam yok. Kendisinin bu alışverişi, ticaretiyle ilgili hiçbir bilgim yoktu. Netice itibarıyla benim yanımda çalışan bir arkadaştı. Sorun benim refakatimde olmasından kaynaklı. Tarım Bakan Yardımcısı olduğum dönemde özel kalemim olan bir kişi. Ben 2,5 yıl önce bakan yardımcılığından ayrıldım ve bu kişi ile 2,5 yıldır resmi bağım yok. Benim sigortalı çalışanım değil” diye konuştu. Dubai’ye avukatlık mesleği nedeniyle işlerini yapmak için gittiğini anlatan Fatih Metin, “Bu kişi de kendi işlerini yaptı ve birlikte döndük. Benim onun ticaretiyle ilgili zerre ilgim yok. Zaten ben VIP’den ayrıldıktan sonra olay yaşanmış. Ben bu olayda bir kaçakçılık olduğunu da düşünmüyorum. Altın ticareti izne bağlı. ‘Ben beyan edecektim’ diyor. Kendisine beyan hakkı tanınmadığını iddia ediyor. Büyük ihtimalle takipsizlik verilir. Savcılık bakacak gümrük kanununa göre karar verecek. Yargı süreci ilerlemeden haber yapmanızı doğru bulmuyorum” dedi. Bu olaydan sonra Ankara ve Saray’dan gümrük müdürlüğü ve savcılığa müdahale geldiği, skandalın gizlenmeye çalışıldığı da iddia ediliyor.

∗∗∗

ALTIN KAÇAKÇILIĞI TARİHİ ZİRVEDE

Bu skandallar yaşanırken Türkiye’de bir altın kaçakçılığı fırtınası yaşanıyor. Hazine ve Maliye Bakanlığı, Ağustos 2023’te Türkiye’deki cari açığın önemli kısmının işlenmemiş altın ithalatından kaynaklandığını belirterek kota uygulaması getirdi. Cari açığı azaltmak amacıyla aylık 12 ton işlenmemiş altın ithalatı kotası uygulanmaya başladı. İstanbul Altın Borsası’nda bu ithalat yapma yetkisi olan şirketler büyük servetler kazanırken kıymetli madenler piyasası sarsıldı. Türkiye’de altın pahalandı. Dubai’de altının kilosu 84 bin dolarken Türkiye’de 88 bin dolara çıktı. Türkiye’de bir kilo altının yurt dışından 3-5 bin dolar pahalı olması altın kaçakçılığı furyasına neden oldu. Sektördeki isimler “1980’lerin sonunda Türkiye’de altının kilosu 200 dolar pahalıydı ve o dönem altın kaçakçılığı yükselmişti. Şimdi aradaki fark 5 bin dolara kadar çıkıyor. Daha önce görülmemiş düzeyde altın kaçakçılığı yapılıyor. Aslında cari açık düşmüyor, sadece kayıt dışına dönüşüyor. Kota 10-15 kişi veya kuruma servet transferine dönüştü. Kota ayrıcalığı sayesinde 500 milyon dolar kazandılar. Altın kaçakçılığı yapanlar da büyük servetler kazanıyor” diye konuşuyor.  Bazı üst düzey bürokrat ve milletvekillerinin, VIP kaçakçılık yaptığı iddiası durumun vahametini ortaya koyuyor.

Timur Soykan / Birgün

Öne Çıkan Yayın

"Gündem" -21 Haziran 2025-

Ankara'da lityum fabrikasında gaz sızıntısı: 2 işçi öldü, 3 işçi yaralandı!-Birgün- Ankara'nın Polatlı ilçesinde bir fabrikada boru ...