10 Ekim 2024 Perşembe

Ergin Yıldızoğlu - Mehmet Ali Güller -CUMHURİYET


‘Yaklaşan fırtına’ ve ‘kaos’ (II)-Ergin Yıldızoğlu

Pazartesi yazımda Almanya’da yükselen faşist parti AfD’nin dış politika tercihlerine değinmiştim. AfD, Avrupa’da daha geniş bir faşist dalganın parçası. SWP’nin (Alman Uluslararası ve Güvenlik İşleri Enstitüsü) bir analizine göre, aşırı sağın Avrupa Parlamentosu’nda güç kazanması, AB’nin işleyişini ve karar alma süreçlerini daha da zorlaştıracak, bu da NATO ve AB’nin bölgesel ve küresel sorunlara yanıt verme kapasitesini sınırlayacak.

Başta (AfD) olmak üzere, Avrupa’da yükselen faşist hareketler, yalnızca kendi ülkelerinde hakları ve özgürlükleri, yabancıları tehdit etmekle kalmıyorlar, aynı zamanda dış politika tercihleriyle yeni bir “Büyük Savaş” riskini de artırıyorlar.

AFD VE BATI MERKEZLİ ‘GÜVENLİK -HEGEMONYA- MİMARİSİ’
AfD, Almanya’nın NATO’daki rolünü sorguluyor, Amerikan nükleer silahlarının Almanya’da konuşlanmasına, askerlerinin varlığına karşı çıkıyor. Bir AfD yönetiminin bu politikaları uygulaması durumunda Avrupa’nın merkez ülkesi Almanya’nın Batı’nın güvenlik -hegemonya- mimarisindeki yeri hızla belirsizleşir, Atlantik ittifakında derin çatlaklar açılır.

AfD’nin, Avrupa Birliği’nin “birleştirilmiş egemenlik” konseptine düşman, milliyetçi politikası, NATO’nun Avrupa’daki savunma hattını zayıflatma riski taşıyor. NATO’nun Baltık ülkelerine yönelik savunma garantileri anlamına gelen 5. maddeye duyulan şüpheler, özellikle Polonya ve Baltık ülkeleri için ciddi güvenlik tehditleri yaratıyor, Rusya, Çin gibi büyük güçlerin Avrupa’da hareket alanını genişletme olasılığını artırıyor.

SWP, AfD ve geçen hafta Avusturya’da seçimleri kazanan Özgürlük Partisi gibi faşist partilerin NATO ve AB’ye olan güven eksikliği, “Avrupa genelinde yeni jeopolitik blokların ortaya çıkmasına neden olabilir” diyor. AfD, AB’nin Almanya üzerinde ekonomik baskı oluşturduğunu iddia ederek Dexit (Almanya’nın AB’den çıkışı) seçeneğini gündeme getirebilir. Bu durum, Avrupa’nın birliğini zayıflatarak Batı blokunun dağılmasına yol açabilir.

AfD’nin, Rusya ve Çin ile daha yakın ilişkiler geliştirme, Çin’in “Yeni İpek Yolu” projesi ve Rusya’nın “Avrasya Ekonomik Birliği” gibi girişimlerine yakınlaşma, Rusya’yı Avrupa’ya entegre etme arzusu akla hemen, jeopolitik disiplinin kurucularından, Halford J. Mackinder’in ünlü, “The Geographical Pivot of History” (1904) makalesini getiriyor. İngiltere hegemonyası gerilerken yazılmış bu makalede, İngiliz devletinin en büyük korkusu, “Dünya Adası” teorisi bağlamında bir Almanya-Rusya ittifakı olasılığı olarak beliriyordu. Bu kez ABD’nin karşısında bezer bir olasılık/tehlike var.

FAŞİST HAREKET ÇOK PARÇALI AMA...
SWP, raporunda, Avrupa’daki “aşırı sağın” bölünmüş yapısına dikkat çekiyor. Ancak bu partilerin, özellikle AB karşıtlığı, milliyetçilik, Rusya sempatisi, göçmen karşıtlığı gibi ortak temalar etrafında birleşebileceğine de işaret ediyor. 6 Ekim Pazar günü, İtalyan Salvini’nin Liga partisi için sembolik bir yer olarak kabul edilen kuzey İtalya’daki Pontida kasabasında, Viktor Orbán, Matteo Salvini ve Geert Wilders  gibi faşist liderlerin, yaklaşık 25 bin kişinin katılımıyla gerçekleşen miting, bu birlik olasılığını destekliyordu. Bu olasılık, AfD’nin, daha şimdiden sınır kontrolleri getirmeye başlayan Almanya’daki etkisiyle birleşirse Avrupa Birliği’nin geleceğini tehdit eden stratejik bir riske dönüşebilir. Bir AfD hükümeti, Avrupa genelinde faşist partiler arası işbirliği olasılığını güçlendirebilir. Bu birlik, AB’nin, göç, iklim, ekonomi alanlarında küresel krizlere yanıt verme kapasitesini zayıflatabilir. 

AfD’nin politikaları, Almanya’nın NATO ve AB içindeki rolünü sorgularken faşist partilerin yükselişi, hak ve özgürlüklerin yanı sıra Batı güvenlik sistemini -hegemonyasını- de tehdit ediyor. Milliyetçi yaklaşımlar, Avrupa’nın birliğini zayıflatırken Batı karşısında, Rusya ve Çin’in manevra, etki alanını genişletiyor. Bu manzaraya ABD’de bir Trump rejimi olasılığını da ekleyince çözülmenin kaosa dönüşmesinin hızlandığını görülüyor.

“Gökkubbenin altında kaos egemen” ama bu kaosun içinde sosyalistler, aslında ne yapacaklarını pek bilemeden, bir seçenek oluşturamadan bir oraya bir buraya koşturmaya devam ediyorlar.
                                                       /././

'Yaklaşan fırtına' ve 'kaos'(I) -Ergin Yıldızoğlu 

Ukrayna’da savaşın seyri yine değişmeye başladı, Ortadoğu’da geniş çaplı, ABD’yi de için çekmeye başlayan bir bölgesel savaş olasılığı hızla artıyor.

Avusturya seçimlerini faşist parti kazandı. Almanya’da hızla birinci parti olmaya doğru giden faşist AfD’nin liderleri, Deutsche Welle’nin bir programında, NATO ve AB’nin Rusya politikalarını eleştirdiler, Rusya’nın dışlanmak yerine AB’ye entegre edilmesi, Almanya’nın Çin’in Kuşak Yol projesine katılması gerektiğini, ABD ile Almanya’nın ulusal çıkarlarının artık uyuşmadığını, ABD’nin askeri varlığını Almanya’dan çekmesi gerektiğini savundular.
 
Bu ortamda, dünya düzeninin yerleşik “merkezi”, ABD, 30 gün sonra yapılacak başkanlık ve Kongre seçimlerine, bir taraftan Trump-Vance kazanırsa “süreç olarak faşizmin” devleti ele geçirme olasılığı diğer taraftan, Harris-Walz kazanırsa sonu belirsiz bir siyasi kriz olasılığı arasına sıkışmış biçimde gidiyor. ABD liderliğinde kurulmuş “kurala dayalı uluslararası düzen”, büyük güçler arası rekabet, küresel iklim krizinin getirdiği sorunlar ile “1920’leri anımsatan ekonomik jeopolitik basınçlar altında” (Chirstine Lagarde), çözülme sürecinden, kaos aşamasına mı geçmeye başlıyor?
 
‘YAKLAŞAN FIRTINA’
Geçen hafta salı günü yapılan ABD başkan yardımcısı adayları tartışmasında oluşan görüntü, bir “siyasi fırtınanın” gelmekte olduğuna ilişkin gözlemleri destekliyordu. Her şeyden önce, Vance’in kaçamak ve yanıltıcı cevapları, Donald Trump ve müttefiklerinin, eğer kazanamazlarsa, seçim sonuçlarını bu kez de kabul etmeyeceklerine, ülkeyi bir kaosa itmekten çekinmediklerine ilişkin kanaatleri destekliyordu. Yine geçen hafta, “Özel Savcı” Jack Smith’in, Donald Trump’ın, seçimlerdeki tutumuna ilişkin yeni iddianamesi açıklandı. İddianamede, Trump’ın 6 Ocak’taki Kongre baskınını kışkırttığı ve seçim sonuçlarını değiştirme planlarına katıldığına ilişkin yeni kanıtlar vardı.
 
Gerçekten de BBC’den, Gabriel Gatehouse’un, haziran ayında yayımlanan, “The Coming Storm” (Yaklaşan Fırtına-BBC Books) başlıklı araştırması Trump ve faşist hareketin, 2024 seçimlerine, komplo teorileri, yanlış bilgiler yayarak, demokratik sürecin tamamına olan güveni sarsarak hazırlandıklarını, Amerikan seçim sürecinin manipüle edilme biçimleri örneklerle anlatılıyordu. Kitapta sergilenenler, Trump ve Vance gibi figürlerin söylem ve taktikleri “süreç olarak faşizmin” seçim sonuçlarını kabullenmeyerek direnme olasılığının ne kadar ciddi bir tehlike olduğunu gösteriyordu.  “Yaklaşan Fırtına”, 2024 seçimlerinden sonra yaşanabilecek bir kaos tehlikesine karşı ciddi bir uyarı.
 
Başkan yardımcısı adayları tartışmasına dönersek J.D. Vance’ın, faşist hareketin yeni yüzü olarak öne çıkmaya başladığını söyleyebiliriz. Vance, Trump’ın  “popülist”  söylemini benimsiyor, ancak bunu daha karmaşık, geliştirilmiş, daha yanıltıcı ve stratejik bir biçimde sunuyor. Özellikle, kürtaj, göç ve ekonomik politikalar gibi konularda Vance, dinci faşizmin klasik söylemlerini savunuyor ama örneğin, kürtaj karşıtı politikalarını “kadınlara daha fazla seçenek sunmak” olarak sunmaya çalışan bir demagojiyle; kadınların üreme haklarının ciddi şekilde kısıtlanmasını kabul ettiğini gizlemeye çalışıyor.
 
The Washington Post bir yorumunda da Vance’ın “Trump’ın politikalarını, onun kavgacı, giderek artan oranda dengesiz tavrına kıyasla, daha iyi, daha nazik ve ölçülü bir üslupla, savunduğuna” dikkat çekiliyordu. Faşizmin yeni, sofistike ve daha kabul edilebilir yüzü olarak öne çıkmaya başlayan Vance, gelecekte faşizmin, daha zekice ve stratejik bir yaklaşımla daha geniş bir seçmen kitlesine hitap etme olasılığını güçlendiriyor. 

TheAtlantic dergisinden Frumm’ın uyardığı gibi Vance, Trump’tan çok daha tehlikeli bir faşist lider adayı olduğunu gösteriyor. 
“Kurala dayalı uluslararası düzen” çözülürken dünya ekonomisinin merkezlerinde, faşist hareketler yükselmeye devam ediyor, gittikçe sıklaşan savaşlar, derinleşen iklim krizi, hızlanan teknolojik (yapay zekâ) “devrim” ortamında, ABD’de siyasetin, seçimlerden sonra alacağı biçim, müttefiklerine, NATO, BM gibi kurumlara ve rakiplerine karşı olası tutumunu giderek daha da belirsizleşiyor. Lidersiz kapitalist dünya düzeninde çözülme kaosa mı dönüşmeye başladı?
                                                    /././

‘İsrail’in hedefi Türkiye’ mi?-Mehmet Ali Güller

Cumhurbaşkanı Erdoğan, İsrail’in Türk topraklarına göz diktiğini, hedefinin Türkiye olduğunu söyledi, TBMM tehdidi görüşmek üzere kapalı oturum yaptı.

İsrail Lübnan’ı, Suriye’yi, Suriye’deki İran’ı ve Rusya’yı aşıp da Türkiye’ye saldıracak kadar “güçlü” mü? Oysa daha iki ay önce Erdoğan, “Karabağ’a girdiğimiz gibi İsrail’e de gireriz” dememiş miydi? İki ayda ne değişti?  Erdoğan’ın iç siyasi ihtiyaçları değişti!

Dış politikayı iç siyaseti ayarlama konusu haline getiren Erdoğan, kendisine başkanlık yolu açacak yeni anayasa hedefi için, Cumhur Koalisyonunu genişletme peşinde. Bunun için de iki yol belirlemiş görünüyor: 

1) İsrail tehdidi üzerinden TBMM’deki diğer sağ partileri koalisyona eklemlemek istiyor. 
2) Bahçeli üzerinden DEM’le “yeni dönem açılımı” yapmak istiyor.

‘GÜÇLÜ İSRAİL’ PROPAGANDASI!
Erdoğan’ın “İsrail’in hedefi Türkiye” açıklaması, her şeyden önce gerçekçi değil. Yukarıda da belirttiğimiz gibi İsrail’in aradaki engelleri de düzleyerek Türkiye’ye saldırabilmesi mümkün değil. (Bir cumhurbaşkanının, iç siyaset ihtiyacı ile ülkesini böyle saldırılacak zayıflıkta konumlandırması ise başlı başında üzerinde durulması gereken bir konu ne yazık ki.)

Öte yandan, İsrail’i olduğundan daha güçlü gösterebilmek, zaten bir İsrail propaganda stratejisidir. İsrail Ortadoğu’da kendisini savaş kaybetmeyen, istediği siyasi rakibini ortadan kaldırabilen, her ülkeyi vurabilecek bir büyük güç gibi göstermeye çalışıyor. ABD’nin tekelindeki Atlantik medyasının da desteğiyle, İsrail uzun yıllar boyunca bir “dokunulmazlık miti” inşa etti. Hamas 7 Ekim 2023’te Aksa Tufanı’yla, İran 13 Nisan 2024 ve 1 Ekim 2024’te 1200 kilometreden balistik füzeleriyle İsrail topraklarını vurarak işte o dokunulmazlığı deldi. 

Erdoğan ise “İsrail’in hedefi Türkiye” diyerek Tel Aviv propagandasını güçlendirmiş oluyor, tıpkı AKP medyasının “İsrail’in demir kubbesi İran füzelerini etkisizleştirdi” yayınları gibi...
 
ASIL TEHDİT ABD’DEN
Peki gerçek ne? 
Gerçek şu: İsrail ABD değildir, ABD’nin Ortadoğu’daki siyasi üssüdür, ileri karakoludur. Dolayısıyla ABD projelerini İsrail projeleri gibi propaganda ederek İsrail’i güçlü göstermek, en azından ABD tehditlerini dolaylı da olsa perdelemek anlamına gelir. 

Gerçek şu: Türkiye’ye tehditler İsrail’den değil ABD’den gelmektedir. ABD Türkiye’yi tehdit eden terör örgütlerinin ana sponsorudur, Doğu Akdeniz’de, Kıbrıs’ta, Ege’de, hatta Karadeniz’de Türkiye’nin karşısındadır. ABD Türkiye’ye ekonomik operasyonlar düzenlemekte, ticari ambargo ve askeri yaptırımlar uygulamaktadır.

Gerçek şu: “İsrail’in hedefi Türkiye” değil ama İsrail’in bölgedeki politikalarının etkisi ve Netanyahu’nun iktidarını sürdürebilmek için savaşı bölgeselleştirmeye çalışması, diğer bölge ülkeleri gibi Türkiye için de tehdit oluşturuyor. 

İKİ AYAKLI STRATEJİ
Dolayısıyla “İsrail’in hedefiyiz” diyerek İsrail’i güçlü, Türkiye’yi “hedef alınabilir” zayıflıkta gösteren bu propagandanın son tahlilde Erdoğan’a bile bir yararı yoktur. 

Yararlı olan, Türkiye’ye de tehdit oluşturacak bir bölgesel savaş riskini önleyecek çabalardır. Bunun için de iki ayaklı şu strateji izlenmelidir:

1) Türkiye, öncelikle İran başta bölge ülkeleriyle caydırıcı bir ittifak  oluşturmalıdır.
2) ABD sponsorluğu yoksa, İsrail saldırganlığı da yoktur. Dolayısıyla Türkiye, ABD’nin sponsorluğunu kesmeyi zorlayacak adımlar atmalıdır: Kürecik Radarı’nı kapatmalı, İsrail’e askeri mühimmat taşınmasını sağlayan İncirlik uçuşlarını durdurmalı, Doğu Akdeniz’deki ABD savaş gemilerine lojistik desteği kesmeli ve İsrail’e dolaylı süren petrol akışını engellemelidir.

Hem bunları yapmayıp hem de “İsrail bizi hedef alıyor” demek, en hafifinden Türkiye’nin birikimine haksızlıktır.
                                                    /././

Yeni anayasa tokalaşması-Mehmet Ali Güller

TBMM’nin yeni yasama döneminin ilk gününde MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin DEM Parti sıralarına giderek yöneticileriyle tokalaşması, iç siyasetimizin en önemli konusu. Çünkü mesele bir “siyasi nezaket” meselesi değildir; önümüzdeki cumhurbaşkanlığı “çarpışması” için cephe genişletme  çabasıdır.
 
Yeni anayasa, o çarpışmanın hem zemini hem de önemli bir aşamasıdır. AKP ve MHP ittifakının sayısal gücü yeni anayasa kabul ettirmeye yetmediği için, yeni anayasayı siyasal ajandası için fırsat gören DEM Parti’ye yönelmektedirler.
 
‘YENİ DÖNEM’ AÇILIMI
Daha düne kadar DEM Parti’nin kapatılmasını isteyen, TBMM’den atılmasını savunan, hazine yardımının kesilmesini isteyen Bahçeli’nin DEM Partililerle tokalaşması önümüzdeki iç siyasi mücadele açısından çok önemli. 
İki parti de tokalaşma hamlesi ile ajandaları arasında bağ kuruyorlar. 

Örneğin Bahçeli ilk açıklamasında “Yeni bir döneme giriyoruz. Dünyada barış isterken kendi ülkemizde barışı sağlamak lazım”, ikinci açıklamasında da “PKK’nin uzantısı şeklinde ifadede bulunulanların ellerini sıkmam birleştirici olmanın işareti” dedi. Dahası Bahçeli tokalaşmasının bir görev olduğunu da belirtti: “Cumhurbaşkanının çağrısına adım atmak bana düşen görevdir.”
 
Peki DEM Partililer Bahçeli’nin kendileriyle tokalaşmasına ne diyor? DEM Parti Grup Başkanvekili Gülistan Kılıç Koçyiğit, “Bize yönelik hamle, elbette anayasa tartışması sürecine katılmak ve bizi bir noktada tutmak için yapılmış olabilir.”
 
YENİ ANAYASA İTTİFAKI
Tablo şu: Erdoğan’ın masasındaki anket sonuçları iç açıcı değil. Erdoğan  kendisine başkanlık yolu açacak hem yeni anayasaya hem de sayısal çoğunluğa ihtiyaç duyuyor; iktidarının ilk bölümünde ittifak yaptığı DEM Parti’yi yeniden anahtar  görüyor. 

Ya Bahçeli? Erdoğan’ın masasındaki anket sonuçları MHP için de iç açıcı değil. Hal böyle olunca Bahçeli “yeni dönem açılımı”na mecbur kalmış ve Erdoğan’ın çağrısını görev kabul etmiş” oluyor. 

Peki Selahattin Demirtaş başta üst düzey kadroları içerideyken DEM Partisi bu “yeni anayasa ittifakı”na ne der? Siyasi ajandası için emperyalist ABD ile bile bölgede ittifak kurabilen bir hareket için “tek adam” dedikleri Erdoğan’la yeniden işbirliğine dönmek, elbette şaşırtıcı olmaz! 

Baksanıza, DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan, daha ilk günden  muhalefete seslenerek, “Önyargılarınızı bir kenara bırakın, gelin hep birlikte beraber demokratik ve özgürlükçü bir anayasa için çalışalım” diyor!
 
NORMALLEŞMENİN ROLÜ
Özgür Özel normalleşme politikası ile sadece birinci parti durumundaki CHP’ye ivme kaybettirmedi, aynı zamanda ikinci parti lideri Erdoğan’a da manevra yapma fırsatı vermiş oldu.
 
Erdoğan Sünni Hizbullah’ın partisi ile anayasanın ilk dört maddesini tartıştırarak, kamuoyunu ve siyasi aktörleri şimdi “PKK’nin siyasi kolu” dediği DEM Partisi’ne verilecek tavizlere hazırladı belki de...
 
Nasılsa karşısında “Yeminine uygun konuşma yapacağını umarak ayakta karşıladık. Parti genel başkanı sınırları içinde konuşunca, giderken ayağa kalkma gereği duymadık” diyen Özgür Özel var. Nasılsa sabah CHP’yi tehdit eden  Bahçeli, “Birbirimizi kırmıyoruz inşallah. Üzülme, bazen siyaseten söylememiz gerekenler oluyor” diyerek akşam Özel’in gönlünü alabiliyor. 

Zaten Özgür Özel de yukarıda özetlediğimiz “yeni anayasa tokalaşması”nı normalleşme politikasının başarısı olarak görüyor: “Sayın Bahçeli’nin DEM’le normalleşmesini herkes gördü mü? Normalleşme dediğimiz Devlet Bey ile DEM’e de el sıkıştırır.”
                                                      /././

Guterres-Waters ekseni -Mehmet Ali Güller

İsrail, BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’i “istenmeyen adam” ilan ederek ülkeye girişini yasakladı. Bu karar İsrail’in hukuk çerçevesinin dışında olan konumunu iyice pekiştirmiş oldu. Terör ve soykırım faaliyetleriyle BM hukukunun dışına düşmüş bir İsrail, devlet gibi değil, örgüt gibi davranmaktadır; üstelik terörist bir örgüt.
 
İsrail’in kurucu ayarları zaten buydu: İçinden David Ben-Gurion, İzak Rabin ve Ariel Şaron’un çıktığı Haganah, oradan ayrılan ve liderliğine Menahem Begin’in geldiği Irgun, içinden İzak Şamir’in çıktığı Stern gibi örgütler terör örgütüydü ve İsrail’in resmi ordusuna dönüşmüştü. Ancak 75 yıldır İsrail ordusu, güvenlik ve istihbarat birimleri hep BM hukukunun çeperindeydi, yani hâlâ Haganah, Irgun ve Stern’di.
 
GUTERRES’IN OYNADIĞI ROL
BM Genel Sekreteri Antoni Guterres’in soykırımcı İsrail tarafından “istenmeyen adam” ilan edilmesi, kuşkusuz Guterres’in doğru bir konumda bulunduğunu resmetmektedir öncelikle. 

İsrail, İran’ın saldırısını doğrudan kınamadığı için Guterres’i “istenmeyen adam” ilan ettiğini açıkladı. Ancak Tel Aviv başından beri BM genel sekreterine karşı çünkü Guterres İsrail’in Gazze’ye saldırmaya başladığı günden bu yana doğru tutum alıyor ve olanakları ölçüsünde diplomatik adımlar atıyor. 

Örneğin bu süreçte Guterres BM Güvenlik Konseyi üyelerine yazdığı mektupla, BM Genel Kurulu’nda ateşkes oylaması çabalarıyla öne çıktı. Hatta Guterres, ABD’nin İsrail’i kollayan tutumuna da karşı çıktı, ABD’nin İsrail lehine vetosunun, BM Güvenlik Konseyi’nin otorositesini ve güvenirliğini zayıflattığını belirtti.

Kısacası Portekiz Sosyalist Partisi’nin eski genel sekreteri, Sosyalist Enternasyonal’in eski başkanı ve Portekiz’in eski başbakanı olan Guterres, BM genel sekreteri olarak kritik konularda kritik tutum alan bir diplomat oldu.

WATERS’IN ONURLU TUTUMU
Dünyanın sert bir viraj aldığı günümüzde, tıpkı Guterres gibi başka siyasi liderler de önemli ve sorumlu tutumlar aldılar. Örneğin İsrail’i Uluslararası Adalet Divanı’nda yargılayan Güney Afrika’nın cumhurbaşkanı Cyril Ramaphosa, örneğin İsrail’e karşı ambargo girişimlerine öncülük eden Kolombiya’nın devlet başkanı Gustavo Petro, o siyasilerin başında geliyor.
 
Elbette aydınlar ve sanatçılar içinde de bu tür tarihi tutum alanlar var. Onların başında da Roger Waters geliyor. Ünlü rock grubu Pink Floyd’un kurucularından Waters hem Filistin’e desteğiyle hem de ABD’nin Ukrayna krizindeki rolünü ortaya koymasıyla öne çıkan isimlerden oldu.

Üstelik Waters, İsrail yanlısı lobilerin müzik piyasasındaki gücünü bilmesine rağmen bu tutumu aldı; milyon dolarlık konser anlaşmaları iptal oldu, albüm şirketi sözleşmesini feshetti vb. Ama Waters sorumlu bir aydın olarak doğru bildiğini söyledi.

Pink Floyd üyesi David Gilmour, politik görüşleri nedeniyle Roger Waters’la bir daha birlikte sahneye çıkmayacağını ilan etti. Waters’ın Rusya Devlet Başkanı Putin ve Venezüella Devlet Başkanı Maduro gibi isimleri savunmasından rahatsız olan  Gilmour, klasik ABD-İsrail propaganda yöntemine sarılarak Waters’ı antisemitik (!) olmakla suçlamaya kalktı!

NETANYAHU’NUN BÖCEĞİ
İsrail hangi propagandaya sarılırsa sarılsın, Binyamin Netanyahu 21. yüzyılın  Hitler’i olarak tarihe geçmiş durumda. 

İsrail terör örgütü lideri olarak Netanyahu, her türlü illegal faaliyetin merkezindedir. Öyle ki müttefiklerine bile hukuk dışı eylemler yapmaktadır.
 
Örneğin eski İngiltere Başbakanı Boris Johnson, yakında yayımlanacak kitabında anlatıyor: İsrail Başbakanı Netanyahu, 2017 yılında, Johnson’un İngiltere Dışişleri Bakanlığı’ndaki şahsi banyosunu kullandıktan sonra, banyoda dinleme cihazı bulunuyor!

(Cumhuriyet)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder