10 Ekim 2024 Perşembe

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -10 Ekim 2024-

Ukrayna semalarında bir garip olay -Ogün Eratalay-

Batı basınına göre Ukrayna semalarında Rus yapımı Suhoi S-70 Ohotnik silahlı insansız hava aracı düşürüldü. İddiaya göre kontrolden çıkan araç Rusya tarafından Ukrayna’nın eline geçmemesi için vuruldu.

Ukrayna’da savaş Kursk ve Donetsk bölgelerinde cephe savaşı olarak sürüyor. Zelenskiy ve Putin arasında barış görüşmelerinin başlayacağına dair iddialar ortaya sürülüyor. ABD ve NATO’nun doğrudan desteğiyle savaşı devam ettiren Zelenskiy, ABD Başkanlık seçimlerinin sonucunu bekliyor. Bütün bu gelişmeler olurken, Ukrayna semalarında ilginç bir olay yaşandı.

Edinilen bilgilere göre 5 Ekim günü Donetsk bölgesindeki Konstantinivka semalarında görev yapan silahlı insansız hava aracı (SİHA) S-70 Ohotnik düşürüldü. Buna göre olay S-70 Ohotnik’in merkezle bağlantısının kesilmesi sonucunda kontrolden çıkması üzerine yaşandı. Rus Hava Kuvvetlerine bağlı bir Su-57 savaş uçağı kontrolden çıkan SİHA’nın Ukrayna ve dolayısıyla ABD ve NATO eline çalışır vaziyette düşmemesi amacıyla havadan havaya atılan kısa menzilli füzeyle SİHA’yı imha etti. Olayın cephe hattının yaklaşık 15 km derinliğinde gerçekleşmiş olması prototip aşamasında olduğu belirtilen SİHA’nın Ukrayna hava savunma sistemlerini başarıyla aşmış olduğunu düşündürüyor.

Su-70 Ohotnik (Rusçası: Охотник, “Avcı” anlamındadır) Rus silah şirketleri Sukhoi ve MiG tarafından geliştirilmekte olan bir silah. 2019 yılından bu yana prototipleri üretilen SİHA, beşinci nesil savaş uçağı Su-57 savaş uçaklarıyla eşgüdümlü hava harekâtı için tasarlanmış olan bir platform. Uçan kanat şeklinde olan SİHA, kompozit malzemelerden üretiliyor ve son teknolojiye sahip. Düşman hava savunma sistemleri tarafından fark edilmemesi için radar kesit çok küçük. Kanat genişliği 20 metre olan platform 20 ton ağırlığında ve turbofan motor sayesinde uçuyor.

S-70 Ohotnik prototipinin düşürülmesi Rusya için büyük kayıp değil. Ancak son dönemde öne çıkan SİHA sistemlerinin düşman eline düşme açısından bakıldığında ne kadar korunaksız ve teknoloji transferine ne kadar olanak sağladığını da gösteriyor. Asıl önemli olan ise silah şirketlerinin halihazırdaki savaşları yeni silah sistemlerinin geliştirilmesi ve denenmesi için fırsat bilip cepheye sürdüğünü de gösteriyor.

                                                                  /././

İslamcıların Burger ile imtihanı: Sermayeye karşı çıkmadan Filistine sahip çıkılır mı?-Özkan Öztaş-

Rize'deki açılış, islamcılar arasında tartışma yarattı. Kimisi "AKP etrafındaki bir avuç kişi"yi suçladı. Oysa Rize Belediyesi, su faturalarında şirketin logosunu tüm Rize'ye ulaştırıyor.

Filistin'de süregiden savaş, İsrail'in saldırganlığı ve bunun karşısında Türkiye'de yaşananlar, islamcı kesimin hayatın gerçeği duvarına çarpmasına yol açıyor.

Rize'de bir vatandaş, gerçekten duvara çarptı.

Erdoğan'ın memleketindeki bir Burger King şubesi açılışı, her şeyiyle AKP organizasyonuydu. 

AKP’li belediye başkanları ve yöneticileri oradaydı. Dualar eksik değildi.

Ancak bu hamburger şirketi, İsrail'e verdiği destekle tanınıyordu. Bu yüzden bir vatandaş, açılışı görünce, Filistin'e destek amacıyla “Kahrolsun İsrail” sloganı attı. Ve çok sayıda kişinin saldırısına uğradı.

"Kahrolsun İsrail" dediği için.

Olay sosyal medyada gündem oldu, çok tartışıldı. Özellikle İslamcı cenahta yavaş yavaş fark edilen şey, söz konusu sermaye olunca akan suların durması oldu. Tıpkı iktidarın lafa gelince Filistin yanlısı kesilip, işe gelince İsrail'le ticareti sürdürmesi, Azeri petrolünü İsrail'e ulaştırması, İsrail firmalarından silah parçaları alması gibi.

Ne boykot ne tepki: Türkiye-İsrail ticareti kaldığı yerden devam

Rize'de açılan Burger King şubesinin kurdelesini kesen AKP'li isimler, görmezden gelinir cinsten değil. AKP Rize İyidere Belediye Başkanı Saffet Mete, Rize Muradiye Belde Belediye Başkanı Musa Süreyya Balcı, Rize Salarha Belde Belediye Başkanı Hasan Kara, Eski ANAP vekil Ahmet Kabil, Rize Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Aziz Karaahmetoğlu, Rize Ticaret İl Müdür Osman Köseoğlu gibi isimler kamuoyunda öne çıkan isimler arasındaydı. 

Üstlelik bu durum münferit bir örnek de değil. Açılıştan sadece bir kaç gün sonra İsrail'de askerlere hediye paketi hazırladığı bilinen Carrefour'un Afyon'daki açılışını da AKP'li belediye başkanının yaptığı ortaya çıktı.

Boykot edilen markalar arasında yer alan Burger King, İsrail askerlerine gönderdiği kumanyalarla reklam yapmış ve gündem olmuştu. Türkiye'de de AKP'ye yakın isimler göstermelik boykotlar düzenleyip firmayı protesto etmişti. 

Savaşın ilk gün günlerinde İsrail'deki Burger King şubeleri, İsrail askerlerine dağıttıkları kumanyaları resmi sosyal medya hesaplarında duyurmuştu. (Not: Paylaşım, otomatik çeviriyle Türkçeleştirilmiştir.)

Protestocu vatandaşın zihninde de, dayak yiyene kadar bunlar vardı. 

'Kurdeleyi kestim ama yemeğinden yemedim'

Olay tepki çekince İyidere Belediye Başkanı Saffet Mete, firmanın işletmecisinin "eski bir arkadaşı" olduğunu, açılışa katıldığını, kurdele kestiğini ve yemekten yemediğini ifade etti. Saffet Mete, bir hamburger gömmeyerek Filistin'e olan desteğini göstermişti.

Karar gazetesine konuşan Mete, "Rize’de ve Türkiye’de binlerce Burger King var. Ben orada hiç yemek yemedim. Yeseydim İsrail’e destek vermiş olacaktım" dedi. 

Yaşanan olayın ardından birçok sosyal medya hesabından AKP'nin İsrail konusundaki samimiyetsizliği çeşitli biçimlerde ifade edildi. 

AKP'de çatlak sesler: 'İnsan durduğu tabelanın altına bir bakar'

Yaşanan olay AKP içinde de tartışmalara neden oldu. AKP Grup Başkanvekili Leyla Şahin Usta, "İnsan durduğu tabelanın altına bir bakar. 'Ben nerede duruyorum?' der" sözleriyle partidaşlarına tepki gösterdi.

Şahin açıklamasının devamında "Bizlerin hata yapma lüksü yok. Bunun farkındayız. Ama maalesef belediye başkanı, teşkilat mensubu bu tip hatalarda bulunuyorlar. Tabii ki partimizi bağlamaz" dedi. Yani AKP'li isimler tabelanın önünde durmasa, görüntü vermese yine bir sorun yok Leyla Şahin'e göre.

AKP'nin tüm Filistin politikası zevahiri, yani görüntüyü kurmak üzerine kurulu.

'Böyle mi Filistin'in yanında olacağız?'

Burger King açılışından bir saat önce şubenin önüne gelen Öğretim Görevlisi Dr. Kemal Sağlam, “Kahrolsun İsrail” sloganı atınca çok sayıda kişinin saldırısına uğradı, burnu kırıldı, kulak zarı patladı. Akademisyen yaptığı açıklamada "30 kişi saldırdı. Vali 'hepsini yakalatacağım' dedi. İki kişi yakalandı, ifadeleri alındı serbest bırakıldı. Böyle mi Filistin’in, öldürülen masum bebeklerin yanında olacağız" dedi. 

Yaşanan olaya islamcılar arasından da tepkiler geldi. Çeşitli hesaplardan "Bu ülkeyi Siyonist uşakları mı yönetiyor" denildi, sosyal medyadan yapılan yorumlarda birçok kişi AKP etrafında kümelenen "bir avuç zengin"e dikkat çekti.

İslamcı yazarlardan Hacı Kaya, sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada "AK Partili bürokratlar ve onların çevresinde kümelenmiş bir avuç zengin züppe İsrailin kanlı sermayesiyle geçindikleri için ruhları ve karakterleri de tıpkı Yahudilere benzemiş! Tıpkı onlar gibi Müslümanlara öfke ve nefret kusuyor ve acımasızca şiddet gösteriyorlar…" ifadelerine yer verdi. 

Bu kişiler, şimdilik, bizzat iktidarın İsrail yanlısı politikalarına karşı çıkmak yerine, elinden en fazla "Burger King şubesi açmak" gelen "bir avuç kişi"ye tepki gösteriyor.

Şirket protestocuyu 'terörist' sanmış

Şirket sahiplerinin yaşanan olaydan sonra yaptıkları açıklamada "Protestocu Fransız marka bir arabayla geldi iş yerinin önüne. Bizi provoke etti. Kafasına sardığı bezle terörist gibi slogan attı" ifadelerine yer verdi. 

İslamcılara yakınlığıyla bilinen Mahfil gazetesinin sosyal medya haberinde yer alan bilgiye göre şirketin, protestocunun kafasında sarılı bez dediği şey ise Filistin direnişçilerinin taktığı kefiyeydi. Firmanın özrü kabahatinden büyük olarak yorumlanırken saldırıya uğrayan akademisyenin provokatör olarak adlandırılması dikkat çeken bir diğer ayrıntı oldu. 

Şirketin, protesto eden akademisyeni 'terörist' sanmasına sebep olan geleneksel Filistin kefiyesi. Nam-ı diğer puşi ya da puşu. Bu simge İsrail'de Filistinlilerin açık hedef olarak vurulmasında bir gerekçe olarak gösteriliyor. 

Açılışını yaptıkları şubeyi ertesi gün boykot ettiler

6 Ekim pazar günü yapılan açılışın ardından Filistin-İsrail savaşının başlangıcı sayılan 7 Ekim 2023 tarihinin yıldönümünde Rize'de Filistin'e destek yürüyüşü gerçekleşti. Burger King açılışında yer alan isimlerle Filistin'e destek yürüyüşünde yer alan isimler aynıydı. 

Burger King'in Rize'de açılışı yapılan şubesi için emniyet tarafından 24 saat koruma kararı çıktığı ifade edilirken, yürüyüş kortejinin firmanın yanı başından geçmesi tartışmaların devam etmesine neden oldu. Konya'dan yayın yapan KONTV'den gazeteci Ahmet Özer yaşanan bu olaya sosyal medya hesabından "Gazze’de müslüman kardeşlerimize zulmeden Yahudi Siyonistlerden ne farkları var?" diyerek tepki gösterdi.  

6 Ekim Burger King açılışına katılan AKP'li isimlerin ertesi gün katıldıkları Filistin'e destek yürüyüşünden bir kare.

AKP'li Rize Belediyesi'nden Burger Kingli su faturası

Ancak piyasaya paranın hükmettiği gerçeği, "bir avuç zengin züppe"nin "tabelanın altında ne işi olduğu" sorgulamasını tamamen boşa düşürüyor. 

İsrail yanlılığı, Türkiye'de sermayenin ve dolayısıyla kurumların içine sızmış durumda.

Rizeli yurttaşların kapısına bırakılan, Rize Belediyesi'nin gönderdiği su faturalarında Burger King reklamı yer alıyor. Konu Rize'de tepki çekiyor. Konuya dair açıklama yapan Rize Saadet Partisi Merkez İlçe Başkanı Mustafa Kalender yaşanan duruma tepki gösterdi ve bu yanlıştan acilen dönülmesi gerektiğini ifade etti.

AKP'li Rize Belediyesi şirketten aldığı reklamla kasasını doldururken, boykot kararı aldığı şirketin reklamını su faturasına işleyerek her eve ulaştırdı.

Kalender Rize'de yayın yapan Olay53 isimli haber sitesine yaptığı açıklamada "Rize Belediyesi de ülke çapında vatandaşlarımızın bireysel olarak aldıkları boykot kararına, tesislerinde İsrail'i destekleyen firmaların ürünlerini bulundurmayarak katılacaklarını açıklamıştı. Ne yazık ki bu açıklamaya rağmen hâlâ kesilen su faturalarında, doğrudan İsrail askerlerine gıda yardımında bulunan Burger King firmasının reklamı olduğu görüldü. İdareciler daha hassas ve bilinçli olmak mecburiyetindedir. Bu hatanın kasıtlı yapılmadığına inanıyor ve bir an önce bu hatadan dönülmesini bekliyoruz. Bu hassasiyet Filistin'de direnen kardeşlerimize bir saygı duruşudur" denildi. Rize Belediyesi'nden konuya dair bir açıklama gelmedi. 

İslamcılar arasında Filistin mücadelesinin aynı zamanda sermayeye karşı mücadele olduğunu kavramaya başlayanlar hâlâ azınlıkta. Nitekim, İsrail'e asıl desteği veren hükümet ve büyük şirketler, hâlâ islamcı kesimin eleştirilerinin esas muhatabı olmaktan uzak.

                                                                 /././

İsrail-Türkiye ilişkilerinin çimentosu: Sermaye kardeşliği -Kerem Aydın-

Filistin halkı ile dayanışma ve İsrail karşıtlığı gerçek karşılığı, Türkiye’de sermaye sınıfının tahakkümünün ortadan kaldırılmasından geçiyor. 

Geçmişten bugüne Türkiye ve İsrail ilişkilerinin çimentosunu sermaye kardeşliği oluşturuyor. İsrail sermayesi Türkiye’de birçok sektörde önemli yatırımlara sahip bulunuyor. Ayrıca, iki ülkenin patronları arasında karşılıklı ticaret, ortak yatırımlar ve şirket satın almaları yoluyla derin ve karmaşık bağlar kurulmuş durumda.

Ne hükümetin ihracatı kesme kararı ne de İsrail sermayeli/bağlantılı şirketlerin ürünlerinin boykot edilmesi gibi çağrılar tek başına bu bağları aşındırabiliyor. İki ülke sermaye sınıfı arasındaki güçlü bağlar, ihracat yasağını alternatif yollar ve rotalar ile aşıyor. Ürün boykotu çağrıları, reklam ve sponsorluk mekanizmaları piyasayı belirleyen şirketler tarafından kolayca etkisizleştirilebiliyor.

Piyasa tercihinde ısrar edilirken ve emperyalizmin uluslararası ticaret kurallarına alternatif üretmeden sadece İsrail ile değil NATO ve Atlantik cephesinin herhangi başka bir ülkesiyle ekonomik bağlarda belirleyici hale gelinemez. 

Filistin halkı ile dayanışma ve İsrail karşıtlığı gerçek karşılığı, bu karmaşık bağların dağıtılmasından ve Türkiye’de sermaye sınıfının tahakkümünün ortadan kaldırılmasından geçiyor. 

İsrail ile ticaret engel tanımıyor

9 Nisan’da verilen İsrail’e ihracat kısıtlaması kararının 2 Mayıs’tan itibaren ihracat ve ithalatın tamamen kesilmesi uygulamasına dönüşmesi herhangi bir caydırıcı sonuç yaratmadı. Bu kararın daha ilan edildiği sırada ihracatçılar, zaten şaşırdıklarını açıklamışlar ve alternatif yollar arayacaklarını belirtenler olmuştu.

Reuters’e konuşan bazı ihracatçılar o dönem, siparişlerini üçüncü ülkeler üzerinden İsrail'e gönderme yolları aramakta olduğunu söylemişlerdi. Yine bir başka ihracatçı Mısır, Lübnan ya da Ürdün üzerinden siparişleri gönderip gönderemeyeceklerine bakacaklarını ifade etmişti.

İsrail ile ticarette, daha 3 Mayıs’ta Ticaret Bakanı Ömer Bolat’ın karardan Filistin’in ve Filistin halkının etkilenmemesi için teknik görüşmelerin yapıldığını açıklaması ile kapı aslında açılmıştı. Bolat’ın ve Ticaret Bakanlığı bürokratlarının yaptıkları “teknik görüşmeler” ile ilgili detay vermediler. Ancak bu görüşmelerin Filistin’i abluka altında tutan İsrail yetkilileri yapıldığı anlaşılıyor. 

Nitekim Filistin’e yapılan ihracat, kısıtlama kararlarının ardından hızla arttı. Filistin’e yapılan ihracat, bu yılın Nisan-Ağustos ayları arasında yani ihracat kısıtlamasından bu yana geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 605 oranında arttı! 2023 yılı Nisan-Ağustos döneminde Filistin’e Türkiye’den yaklaşık 55 milyon dolarlık ihracat yapılırken, bu yıl bu rakam 387 milyon dolara fırladı. Aylık verilerde ise bu artışlar daha astronomik oranlara çıkıyor. Filistin yakılıp yıkılırken böyle olağanüstü artışların tek açıklaması, İsrail’e Filistin üzerinden ihracatın devam ediyor olması. 

Çünkü, Filistin İstatistik Bürosu verilerine göre bu yılın Nisan-Temmuz ayları arasında Filistin’in ithalatı yüzde 233 oranında gerilemiş. Gerileme Ocak-Temmuz döneminde yüzde 259 olmuş. Filistin’in ithalatı genel olarak gerilerken Türkiye’nin bu ülkeye ihracatının hızlı biçimde artması, Türkiye ile İsrail sermayesinin ortaklaşa kurduğu kirli mekanizmaya işaret ediyor.

Yani ihracatçı patronların daha ilk günden, “alternatif yollar arıyoruz” minvalli açıklamaları derhal sonuca ulaşmış ve alternatif rotalar bulunmuş.

Aynı aylarda bazı başka ülkelere de ihracatın anormal oranlarda arttığı görülüyor. Örneğin, Cebelitarık’a ihracat 3 milyon dolar düzeyinden yüzde 2203 artışla 71 milyon doların üzerine çıktı. 

Doğrudan İsrail sermayeli 525 şirket var

İsrail ile Türkiye’de sermaye kardeşliğinin bir başka boyutunu ise İsrail sermayeli şirketler oluşturuyor. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’na bağlı Teşvik Uygulama ve Yabancı Sermaye Genel Müdürlüğü verilerine göre, 2024 yılı başı itibariyle Türkiye’de İsrail sermayeli 525 şirket faaliyet gösteriyor.

Bu şirketlerden 216’sının metal ve metale bağlı otomotiv, makine-teçhizat ticareti ile daha az olmak üzere bu sektörlerdeki imalatçı firmalardan oluştuğu görülüyor. Gayrimenkul ve inşaat faaliyeti yürüten İsrail sermayeli şirketlerin sayısı ise 52’ye ulaşıyor. Turizm, otel ve lokanta faaliyeti yürüten 20 şirket, tarım ve gıda bağlantılı 13, kimya ve bağlantılı sektörlerde 12 firma bulunuyor.

Ancak Bakanlık kayıtlarındaki bu şirketler, İsrail sermayesinin Türkiye’deki varlığının sadece küçük bir kısmına işaret ediyor. İsrail sermayesinin hissesi bulunan şirketler, farklı ülkelerdeki iştirakler yoluyla Türkiye’de yaptıkları yatırımlar ve ortaklıkları bu listeye dahil değil.

İsrail sermayeli şirketler arasında Türk Nippon Sigorta ve Türk Tuborg gibi büyük şirketler de var.

İsrail’in gıda ve bağlantılı ihtiyaçlarında Türkiye’nin payı büyük

Türkiye’nin İsrail’in gıda ürünleri ihtiyacında en önemli tedarikçilerinden birisi olduğu görülüyor. Ticaret Bakanlığı’nın tarım ve gıda ürünlerinde İsrail’e ihracat potansiyeli üzerine yaptığı bir çalışmada, 2022 yılı itibariyle birçok gıda ve tarım ürününde İsrail’in ihtiyaçlarını karşılayan ülkeler arasında Türkiye’nin önemli bir payı bulunuyor.

İsrail, zeytinyağı ihtiyacının yüzde 23,1’ini, makarnanın yüzde 17,3’ünü, taze elma, armut ve ayvanın yüzde 14,8’ini, konserve sebze yüzde 15,9’unu, kakao içermeyen şekerli mamullerin yüzde 14,2’sini, yer fıstığı ve diğer kabuklu yemiş ve meyve konservelerinin yüzde 9,2’sini, tatlı bisküvi ve gofretlerin yüzde 10,1’ini Türkiye’den yaptığı ihracatla karşılıyor.

Gıda ve tarım ürünlerinde söz konusu ihtiyaçların bir kısmı Türkiye’de faaliyet gösteren İsrail sermayeli firmalar üzerinden sağlanıyor. Ancak bu ürünlerde İsrail’in konuyu stratejik bir yaklaşımla ele alıp özellikle son yıllarda İsrail sermayesinin Türkiye’de bu sektörlerde şirket satın almaya teşvik ettiği biliniyor.

İsrail sermayesi Türkiye’de şirket satın alıyor

KPMG Birleşme ve Satın Alma Trendleri raporlarına göre, 2022 yılında İsrail içecek zinciri International Beer Breweries Ltd. (IBB Ltd) şirketine bağlı Gat Foods Mersin’de meyve ve sebze işleme faaliyeti yürüten Targid A.Ş.’yi satın aldı. IBB Ltd. aynı zamanda Türk Tuborg’un da bağlı olduğu şirket. Yine 2022’de Ace Games adlı oyun şirketi, İsrail menşeli Playtika tarafından satın alındı.

2023 yılında ise IBB Ltd. bu kez Erzincan’da faaliyet gösteren meyve suyu üreticisi Tunay Gıda’yı yine iştiraki Gat Foods vasıtasıyla satın aldı. 

Yine 2023’te Ankara’da kurulu bulunan FTS Filtrasyon Arıtım Sistemleri şirketinin yüzde 49’luk hissesi tarım ve endüstride sulama sistemleri üzerine uzmanlığı olan İsrail firması Amiad Water System tarafından satın alındı. 

Aynı yıl Frantic Games şirketinin yüzde 28’i aralarında İsrailli yatırımcıların da olduğu bir konsorsiyum tarafından satın alındı.

                                                             /././

Düzenin bir ‘ünlü’sü olarak sapık katilin işlevi -Nevzat Evrim Önal-

"Halk olarak ülkemizin tarihi boyunca en büyük zararı, gericilerin bu ülkeyi kendi kıbleleri olan ABD’ye benzetme çabasından gördük. Bizi daha fazla benzetmelerine izin vermeyelim."

“Sapık Katil” karakteri, popüler kültür sahnesine Alfred Hitchcock’un 1960’da çektiği Sapık filmiyle çıktı. 

Daha önce de seri katilleri konu alan, az olmayan sayıda film çekilmişti; ancak Sapık iki açıdan “ilk”ti. Birincisi, öncülleriyle karşılaştırılamayacak derecede kitlesel biçimde pazarlanmış ve izlenmiş, dört dalda Oscar’a aday gösterilmişti. İkincisi ve daha önemlisi, ilk defa bu filmde seyircinin odaklandığı, heyecanla merak ettiği ve filmin sonunda çözüme kavuşan konu cinayetin nasıl ya da kim tarafından işlendiğinden ziyade katilin psikopatolojisiydi. 

Bu tarihten itibaren çekilecek başka yüzlerce filmde benzer bir yol izlenecek; senaryo, cinayetlerden ziyade katili biricik ve olağanüstü bir karaktere dönüştüren özgün sapıklığına odaklanacaktı. Böylelikle Sapık Katil kimliksiz bir canavar olmaktan çıkacak, sadece korkulan değil giderek ilgi duyulan, detayları merak edilen ve daha önemlisi yüceleşen ve hayran olunan bir karaktere dönüşecekti. Bu eğilim, doruk noktasına Anthony Hopkins’e kariyerinin ilk Oscar ödülünü kazandıran, Kuzuların Sessizliği filmindeki Hannibal Lecter rolüyle ulaşacaktı.

Bu sürece paralel olarak, gerçek hayattaki seri katillere yönelik de yoğun bir ilgi yükseldi. Örneğin ABD tarihinin en ünlü seri katillerinden Ted Bundy’nin “kariyerini” anlatan Vikipedi makalesi, “Adolf Hitler” makalesinden belirgin biçimde daha uzun. Üstelik makalede aktarılan iğrenç cinayet detaylarının çoğu, katilin idamından bir gün önce verdiği (ve anlaşıldığı kadarıyla büyük ölçüde kendini övdüğü) röportajda yer alan doğrulanmamış iddialara dayanıyor.

İçinde yaşadığımız kapitalist toplumda, merkezinde medya sektörünün durduğu kültür endüstrisi, sermayenin en fazla tekelleştiği sektörlerden biridir. Popüler kültür de kesinlikle insanların bireysel beğenilerinin toplamı değildir; aksine, insan psikolojisinin manipülasyonuna dayanan ve egemen ideolojiyi oluşturmaya yönelik bir ilgi ve algı inşasıdır.

Bu bağlamda, yukarıda verdiğimiz (ve sayısını sınırsızca çoğaltabileceğimiz) örneklere baktığımızda, gerçek ve hayali sapık katillere yönelik kitlesel ilginin aktif biçimde düzen tarafından imal edildiğini görüyoruz. 

Amaç ise kesinlikle sadece sinema bileti satmak değil. Gelin, inceleyelim…

***

Seri katillik ile ilişkilendirilen ve en temel unsuru başkalarına yönelik empati yoksunluğu ve kayıtsızlık olan antisosyal kişilik bozukluğunun (ASKB) biyolojik bir temeli olduğuna işaret eden bulgular mevcut olsa da; bu bozukluk hemen her zaman çocukluk döneminde yaşanan istismar ve/veya ihmal edilme sonucunda güçlenip bireyin kişiliğinin egemen unsuru haline geliyor. Ayrıca ASKB’nin bireyin davranışlarını belirleyecek derecede güçlü olduğu durumlarda yol açtığı antisosyal eylemler de “sosyal” olanın ne halde olduğuna, yani başta cinsiyet rolleri olmak üzere genel toplumsal koşullara göre şekilleniyor. Dolayısıyla bazı insanların genetik nedenlerle “katil doğduğu” ve kaçınılmaz biçimde cinayet işleyeceğini söylemek imkânsız. Bildiğimiz tek şey, ASKB olanların seri katiller içindeki oranının, toplumun genelindeki oranına göre çok yüksek olduğu. Yani seri katiller büyük ölçüde bu bozukluğa sahip insanlar içinden çıkıyor.   

Daha önemlisi ise şu: Seri katillik kesinlikle ABD merkezli popüler kültürün abarttığı sıklıkta ve evrensel nitelikte değil. İstatistikler seri katilliğin nadir görülen ve dünyanın geri kalanıyla karşılaştırılamayacak derecede ABD’ye özgü olan1; bu ülkede de esasen 1960’ların sonlarından itibaren yükselmeye başlayan, 1980’lerde doruğa ulaşan ve sonrasında düşüşe geçen bir olgu olduğunu gösteriyor.2 Ayrıca aynı dönemde ABD’de cinayet ve bütün diğer suç oranları da benzer bir seyir izliyor.3 Yani ülke genel olarak suça batarken, sapık katiller tarafından işlenen cinayetlerin sayısı da artmış.

Tanıdık geliyor, değil mi?

Toplumu oluşturan ilişkilerin çürüyüp dağıldığı kriz dönemlerinde hem bireyin güvenliği ortadan kalkar hem de şiddet yaygınlaşır ve olağanlaşır. Seri katillerin de daha çok böyle dönemlerde faaliyete geçmesi bir tesadüf değil ve bu insanların eylemlerinin toplumsal bağlamdan bağımsız düşünülemeyeceğini gösteriyor. Örneğin Rusya ve Ukrayna tarihindeki seri katillerin neredeyse tümü Sovyetler Birliği’nin dağıldığı yıllarda ilk cinayetlerini işlemiş; benzer bir durum 1. Dünya Savaşı’ndaki yenilgi sonrasında Almanya’da da yaşanmıştı.

                                                              ***

Tartışmamız açısından önemli olduğunu düşündüğüm için Amerika örneğine geri dönüyorum. ABD’de sermaye düzeni başkan Kennedy’nin vurulduğu 1963 yılından itibaren büyük bir ideolojik krize sürüklenmiş, bu bunalım 1970’lerin başında petrol kriziyle birlikte ekonomik bir boyut da kazanmıştı. Tüm yönleriyle burada ele almamız imkânsız olsa da şöyle özetleyebiliriz: ABD toplumunda bir yandan eski geleneksel yapılara ve bunlara içkin muhafazakâr ideolojiye kitlesel biçimde meydan okunuyor; diğer yandan meydan okumayı gerçekleştiren liberal ideoloji, çoğunun gerici niteliği tartışmasız olan bu eski yapıların yerine bireysel özgürlükten başka bir şey önermiyordu.

İstediklerini aldılar. Sermaye düzeni sadece bireyin özgürlüklerini kısıtlayan muhafazakâr baskı mekanizmalarını değil, genel olarak devletin toplumu bir arada tutan tüm sosyal unsurlarını tasfiye etti ve bu fonksiyonları sıradan yoksul insanı dışlayacak piyasa mekanizmalarına devretti. 1963-1980 yılları arasında cinayet oranı iki katına, tecavüz oranı üç katına çıktı. 

Bir yandan da bu sürece insanların birbirini umursamaz hale geldiği bir bireyselleşme eşlik etti.

Amerikan toplumu 1990’ların sonuna kadar 1963 öncesine göre çok yüksek suç oranlarıyla yaşadı, sonra devlet sosyal fonksiyonlarıyla değil ama demir yumruğuyla geri döndü. 1968-2000 dönemi boyunca azalma eğilimi gösteren polis tarafından öldürülen insan sayısı hızla artmaya başladı ve 2000-2018 arasında iki katına çıktı.4 Bugün bu olgu öyle çarpıcı bir hal almış durumda ki, emperyalist sermayenin en önemli yayın organlarından The Economist’te bile geçtiğimiz Ağustos ayında “Polis eskisinden çok daha fazla Amerikalı öldürüyor. Niye öfke yok?” başlıklı bir makale yayınlandı.5

Northeastern Üniversitesi’nden kriminoloji profesörü James Alan Fox, toplam cinayet vakaları içerisinde hayli küçük bir yere sahip olsa da popüler kültür aracılığıyla büyütülen Sapık Katil söylencesinin toplumda nasıl bir etki yarattığını bir röportajda aşağıdaki paragrafla özetliyor:

“Ancak son birkaç on yılda işler değişti. Toplu cinayetlerin yarattığı korkunun yanı sıra halkın genel olarak kaygısı ve birbirlerine olan güvensizliği arttı. İnsanlar artık ‘eskisine göre çok daha tetikte ve dikkatli’ ve patlak lastiğini tamir etmesine yardımcı olmak istediğini söyleyen bir yabancının yardımını kabul etme olasılıkları daha düşük.”6

Söz konusu profesör bu değişimin iyi bir şey olduğunu düşünüyor. Ama yaşananlar, düzenin bir toplumu manipülasyon ve tehditle nasıl teslim alıp baskıya boyun eğer hale getirebileceğine dair ibret verici bir örnek sunuyor.

                                                            ***

Bu olguları sıraladıktan sonra, yazının başından beri etrafında dolandığımız soruyu sorabiliriz: Düzen neden sapık katilleri seviyor?

Birincisi, sapık katil öykü ya da vakaları, bir yandan dehşet verici ve abartılı detaylarıyla kitlelerde şiddetli duygular tetikleyip onları meşgul etmek ya da manipülasyona uygun hale getirmek için çok uygun, diğer yandan politik bir bağlama oturtulup düzeni eleştirmek için kullanılmaları hayli zor. Yani Ted Bundy, Jeffrey Dahmer gibi tiplerin ya da Türkiye’deki Palu ailesinin yaptıklarını gündemde tuttuğunuzda (veya hakkında bir popüler film çekip hatırlattığınızda) kimsenin aklına popülerleştirilen dehşetin içinde yaşadığımız sömürü düzeninin doğrudan ya da dolayı bir sonucu olduğu gelmiyor. 

Dolayısıyla sapık katil vakaları, her ne kadar toplumsal birer olay olsa da, içerdikleri abartılı anti sosyallikle düzenin kendisinin anti sosyalliğinin üzerini örtmekte kullanılabiliyor.

Buna çarpıcı bir örnek olarak 17 Ağustos depreminden sonra, 13 Eylül 1999’da işlenen Şehriban Coşkunfırat cinayeti ve ardından İstanbul’da metalci gençlerin takıldığı mekanlarda yapılan “satanist avı” gösterilebilir. Bazı açılardan geçtiğimiz günlerde yaşanan Semih Çelik vakasına benzeyen olayda üç ruh hastası genç, bir başka genç kızı öldürüp “şeytana kurban ettiklerini” söylemişti. Devlet ve medya el ele, sermaye düzeninin on binlerce insanın canına mal olan deprem karşısındaki aczini örtmek için olayın üstüne atlamış, tecavüz edilip öldürülen genç kızın cesedinin bulunduğu haldeki fotoğraflar dahi manşetlere taşınmış, bu dehşet gösterisiyle halkın deprem sonrasında hissettiği haklı öfkenin hedefi saptırılmıştı. 

Ta ki iki ay kadar sonra Düzce depremi olup, binden fazla insan daha enkaz altında ölene kadar…

İkincisi, doğrudan karşı karşıya kalınan korku öfke veya karşı saldırı refleksi de tetikleyebilir; ama nereden ve kimden geleceği belli olmayan bir saldırıya yönelik süreklileşmiş kaygı yalnızca aklı dumura uğratır ve insanların sinmesine, pasifize olup kendi can güvenliklerinin derdine düşmesine neden olur. Bu açıdan sapık katil vakalarının popülerleştirilmesi korku atmosferi yaratılması ve halkın çeşitli baskı mekanizmalarına daha kolay rıza gösterecek bir hale getirilmesi için çok uygundur. 

Örneğin gerçek hayatta seri katillerin kurbanlarının çoğunluğu olmasa da azımsanamayacak bir bölümü erkektir. Filmlerde ise kurbanlar neredeyse her zaman genç, çekici kadınlardır ve yine neredeyse tüm örneklerde bir alt metin olarak “onun da o saatte orada ne işi vardı?” sorusu sorulur. Bu popüler kültür akımını başlatan Hitchcock’un sinema tarihindeki belki de en gerici, en kadın düşmanı yönetmen olması nasıl bir tesadüf değilse; Semih Çelik vakasının hemen ardından, bir üniversite kürsüsünde değil hapiste olması gereken bir yobaz olan Ebubekir Sofuoğlu’nun “bu kızcağız İslam hassasiyeti ile yetiştirilmiş olsaydı kendisine namahrem olan bu katille hiç tanışmayacaktı bile ve şu an hayattaydı. İslami hassasiyetler çiğnenmeye devam ettikçe, tabii ki istemiyorum ama bu acı hadiselerle ne yazık ki karşılaşmaya da devam edeceğiz” sözleriyle korkuyu büyütmeye çalışması da tesadüf değildir.

Daha genel anlamda uyanık olunması gereken ise politik bağlamından kopartılıp münferit birer dehşet hikayesine dönüştürülen her tecavüz ya da cinayetin ardından polisin yetkilerinin artırılmasının yüksek perdeden gündeme getirilmesi. 

Türkiye’de sapık katil cinayetlerinin de, her türlü suçun da artıyor olmasının sebebi, toplumu oluşturan ve bir arada tutan adalet duygusu, kardeşlik hissi, toplumsal ahlak gibi olumlu nosyonların sermaye egemenliği ve onun yirmi küsur yıldır uygulayıcısı olan AKP iktidarı eliyle yok edilmiş olması. Şimdi bu yok ettiklerinin yerine, aynı ABD’de olduğu gibi, çok daha serbestçe şiddet uygulayacak bir polis devleti kurmak istiyorlar. 

ABD örneğinden görüyor ve biliyoruz; buna boyun eğilirse, suç olan cinayetlerin yerini polisin işleyeceği yasal cinayetler alır. 

Halk olarak ülkemizin tarihi boyunca en büyük zararı, gericilerin bu ülkeyi kendi kıbleleri olan ABD’ye benzetme çabasından gördük. Bizi daha fazla benzetmelerine izin vermeyelim. Sapık katil cinayetleri de, her türlü diğer suç da örgütlü bir halka dönüşerek ve birbirimize olumlu bağlarla bağlanarak önlenir. Herkesi kendi bencil yalnızlığına hapseden ve parası kadar değeri olduğuna inandıran piyasa düzeni bu bağları kuramaz. O ancak polis tutup, maaş verip ateş ettirir.

Emekçi halk kendi güvenliğini kendisi sağlamalı, içinde yaşadığımız ve yalnızca zenginlerin güvende olduğu düzeni yıkıp, kendisinin güvende olacağı düzeni kendi elleriyle kurmalıdır.  

Karanlık orada, aydınlık burada!-Ali Ufuk Arikan-

"Bu kavga aynı zamanda karanlıkla aydınlığın kavgası, bu kavgada safların sıklaşması için mücadele zamanı..."

Ülke ve dünyadan gündemimize giren neredeyse her yeni haber, karanlığın kazandığı gücü gözümüzün içine sokuyor.

İsrail’in artık adeta günlük bir rutine dönüşen saldırıları, Filistin’deki soykırımı, Lübnan’da, Suriye’de ve Yemen’de devam eden katliamları hiçbir sınır tanımadan devam ediyor. 

Geliyoruz ülkemize, bir yanda derin bir yoksullaşma, diğer yanda büyük bir çürümeden söz ediyoruz.

Gericilik yayılıyor, en çok da kadınları ve çocukları hedef alıyor…

Düzenin tüm unsurları, bu koyu karanlığın asli unsurları, biliyoruz.

Buna işaret etmeden, yaşadığımız bu karanlığın halkalarının birbirini her daim beslediğini tüm açıklığıyla dile getirmeden alabileceğimiz yol yok, bunu her geçen gün daha iyi görüyoruz.

Asıl mesele tek başına İsrail ya da ABD, AKP ya da hepsi birbirine benzeyen, ‘normalleşme’ aşığı meclis partileri değil, hepsini güdüleyen paranın hüküm sürdüğü bu düzen ve onun karanlıktan beslenen çarkları. Bugün dünyanın dört bir yanına yayılan bu karanlığın bu düzenle kopmaz bir ilişkisi var.

İsrail’in Filistin halkının üzerine bomba yağdırmak için ihtiyaç duyduğu enerji kaynaklarının Türkiye üzerinden sağlandığını, İsrail’e Türk patronların milyonlarca dolarlık ihracatının aynı şekilde devam edip kayıtlara 'Filistin' olarak işlendiğini biliyoruz örneğin. Biliyoruz, büyük bir utanç ve öfke duyuyoruz.

Bu ülkenin yurttaşları olarak, yoksul Filistin halkının üzerine yağan bombalara memleketimizin adını karıştıranları, bir ellerinde para, diğer ellerinde kan biriken patronları bir bir not ediyoruz.

Tam da buradan ülkemize geliyoruz...

Türkiye’nin dört bir yanına yayılan karanlıkla İsrail ile iştahla devam eden ticari ilişkiler arasında kopmaz bir bağ var, iddiamız da budur, gerçekliğin ta kendisi de.

Bugün ülkenin dört bir yanında sürüp giden çocuklara yönelik istismar, kadın cinayetleri, çeteleşme haberleri, kaynağını büyük bir çürümüşlükle ve iştahla bu patron düzeninden alıyor.

İktidarları sürsün, düzenleri bozulmasın diye hem ülkemizi hem de dünyamızı korkunç bir şekilde çürütüyorlar. 

Üstelik tüm bunları yaparken büyük bir riyakarlık ve ikiyüzlülükle sahte gözyaşları dökmeye devam ediyorlar, bunu da biliyor ve not ediyoruz.

***

Peki, bu tabloda aydınlık nerede?

Sıra arkadaşlarını anmak isterken karşılarına dikilen polislere “artık yeter diye” hınçla seslenen, sınıflarından çıkıp sokağa inen liselilerin yüzlerinde ve onların haklı öfkelerinden süzülen gözyaşlarında.

Yurtlarından, dersliklerinden önce kampüs önlerine, sonra da mahallelerine, kent merkezlerine inen, “Boyun eğme” diyen gençlerde, üniversitelilerde.

İkiyüzlü gözyaşlarıyla Filistin için ağlayan ama aynı zamanda gemisini yüzdürmeye devam eden patronlara karşı mücadelede yerini alan emekçilerde, işçilerde…

Öyle lafta değil, gerçekten Filistin’de katledilen çocuklar, kadınlar ve yoksul halkın acısını içinde hisseden, bu katliamı durdurma inancıyla sokağa çıkma çağrısı yapan, bugün bunun için ülkenin üç büyük kentinin merkezlerine yürüyecek, “İsrail mutlaka durdurulacak” diyen devrimcilerde, komünistlerde.

İşte aydınlık tam da burada!

Bu kavga aynı zamanda karanlıkla aydınlığın kavgası, bu kavgada safların sıklaşması için mücadele zamanı...

Bugün sokağa, mücadeleye, boyun eğme sesini yükseltmeye olan çağrımız aynı zamanda içinde bulunduğumuz bu büyük karanlığa karşı kavga çağrısıdır! 

                                                                /././

NATO’da strateji oyunları bitmez -Ali Rıza Aydın-

"NATO’nun, kapitalizmin, emperyalizmin ekonomi politiği aynı: Sömürü."

1949’daki kuruluşundan bu yana üyelerini ve stratejisini genişleten, yeni stratejilerle derinleşen bir NATO ile karşı karşıyayız. Üyelerine herhangi bir saldırıya karşı savunma yapma söylemi örgütü güvenlikçi olarak vitrine koysa da dükkanın içi hiç de öyle değil, kolay ama kapsayıcı bir deyişle ne ararsan var. Ekonomi ve politika bunların başında.

SSCB’nin, diğer sosyalist ülkelerin, sosyalizmin kapitalist dünyaya tehdidi iddiası varlık gerekçesi olarak 1990’a kadar başa oturtuldu. Bu tehdit hep militarist olarak tanımlandı. İkinci Dünya Savaşı sonrası üyelerinin ekonomik durumlarını gözeten amacı geri planda tutuldu. Bu amaç NATO’nun sosyalizmin ekonomi politiğinden ve başarısından korkunun, kapitalist düzeni korumanın bir sonucu olarak kurulduğunu gösterir.

NATO’ya, 1990’dan sonra varlık gerekçesinin ortadan kalktığı savına karşı yeni stratejiler gerekliydi ki -dikkat çekenleri 1991, 1999, 2010 olmak üzere- stratejik konseptler geliştirdi. Bu yeni stratejileri NATO örgütü ile sınırlı tutmak, bir uluslararası örgütün kuruluş anlaşması, ek protokolleri ve sayıları artan üyeleriyle sınırlı tutmak büyük eksiklik. Avrupa ve Asya’nın birçok coğrafyasında, Orta Doğu’da, Kuzey Afrika’da çatışmaları, terörü yaratıp, besleyip sonra da “tehdit” diyerek “ortak güvenlik” diyerek genişlemek ve yeni stratejiler geliştirmek Batı kapitalizmini, emperyalizmini yaşatmadan ve sömürüyü derinleştirmeden başka bir şey değil. Stratejik konseptler yeni görev alanlarının oluşturulduğu politik ve ekonomik belgeler; yayımlandıkça yaygınlaştırıyorlar ve propaganda alanlarını genişletmeye çalışıyorlar.  

NATO’nun “öngörülemez ve rekabetçi” bir dünyaya hazır olmasını hedefleyen 2022 Stratejik Konseptinde, kendisinden önceki konseptlerdeki “farklı yönlerden farklı tehditler” genişletilerek toplu güvenlik ve savunma anlatılıyor.  Hedef ve görev; caydırıcılık ve savunma, kriz önleme ve yönetimi, ortaklaşa güvenlik olarak belirleniyor. Tehditler, devletlerden ya da devlet dışı hareketlerden gelebilecek şekilde siyasal, ekonomik, askersel, terörizm, siber, göçler, enerji, teknoloji ve hibrit olarak geniş tutuluyor. 

Ekonomik tehdit ve güvenlik konusu NATO gündeminde hep var ve önemini artırarak biçimleniyor. NATO ile Avrupa Birliği ilişkilerinin karşılıklı gelişmesi hedefi de bu biçimlenmenin bir uzantısı. Türkiye’den örneklersek NATO-TÜSİAD, NATO-Siyasal İktidar ilişkilerinin derinleşmesi, bu ilişkilere düzen içi muhalefetin katılması NATO’nun sermayenin örgütü görevini ve işlevini anlatıyor. TÜSİAD, “Küresel Siyaset” forumları içinde “Küresel Güvenlik Mimarisinde NATO’nun Yeni Stratejisi ve Türkiye’nin Rolü” konusunu işlerken ilişkiyi açık seçik ortaya koyuyor. Sermayenin birçok örgütü ve sesi NATO’yu ve yeni stratejisini öve öve bitiremiyor.

NATO’yu militarist güç olarak, içinde nükleer silahların da olduğu dünyada silah üretimine, silahlanma yarışına, savaş sanayi ve yan ürünlerine, orduların ve vekalet savaşçılarının gereksinmelerine, silah kaçakçılığına bağlı bir ekonomiyle sınırlı görmek gerçeklere gözleri yummak anlamına gelir. Buradaki ekonomi bütünseldir ve üretim araçları ile ilişkilerinden ayrı düşünülemez.  

Ekonomik tehdit… Kimlere karşı, kimler tarafından? Güvenlik… Kimler için, kimler tarafından? Politik istikrar… Kimlerin? Ekonomik hassasiyet… Kimler için?

Buradaki “kimler” sözcüğünün açılımı gayet net: Bir tarafta sermaye sınıfı, burjuvazi, ve gericiler, bir tarafta da işçi sınıfı, emekçi halk…

Başlangıçta kapitalist/emperyalist düzenin istikrarı için komünizmin yayılmasını önlemeye yoğunlaşan NATO, 1990’lardan başlayarak yeni stratejileriyle hem Rusya ve Çin gibi rekabet alanlarını hem de emekçileri, enternasyonali karşısına alarak güvenlik görevlerini, alanını ve tanımını sürekli genişletiyor. Güvenlik ortamları ve koşulları değişiyor gerekçesiyle -ki bu değişimi yaratanlar kendileri- güvenlik gereksinimleri değiştirilip genişletiliyor.

Kapitalist/emperyalist dünya için 1990 öncesinin sosyalizm tehdidi ile bugünün emek gücünün tehdidi özdeş. Öncesinde SSCB diyorlardı, Türkiye ve Yunanistan’ı “Sovyetler Birliğinin kalbine ve Karadeniz’e açılan stratejik kapılar” olduğu için seçtiklerini, Türkiye’nin “NATO’nun güneydoğu bekçisi” olduğunu söylüyorlardı. Bugün Rusya, Çin yarım ağız söylemine terörü ekliyorlar. 

Terörizmi geniş bir uluslararası katılımla, teorileri, politikaları, kavramlarıyla “endüstri” yaptılar. Bu ağ ABD, İngiltere, İsrail ve diğer kapitalist ülkelerin devlet-özel işbirliğiyle hem terörizmi yaratan hem de ona karşı hukuksal, yönetsel, militarist ve esnek bir savaşın sürmesini sağlayan bütünsellikle çalışıyor. NATO terörizmin yaratıcısı ve terörizme karşı savaşın cephe kurumu olarak devrede.      

Hangi gerekçeleri söylerlerse söylesinler tehdit diye sıraladıkları her konu siyasal ve ideolojik, tehditçi dedikleri emekçileri tehditten öte nefessiz bırakıyorlar. NATO’nun, kapitalizmin, emperyalizmin ekonomi politiği aynı: Sömürü.

Terör örgütü NATO’nun siyasal ve ideolojik olarak küresel güvenlik mimarisiyle anlatılması bütünüyle emperyalizmin taktiği ve NATO’yu meşru tutmayı sürdürülebilir kılma hedefini güdüyor. NATO sömürücü düzeni yeniden üretme araçlarından biri olarak, sermaye iktidarı ve devlet iktidarıyla ortak çalışıyor. Şimdilik kapanmış gibi gözüken NATO-Rusya ilişkilerinin günü geldiğinde canlandırılması hiç de sürpriz olmayacak.   

Sömürücü düzenden kurtulmak, NATO’yla, finansal ve siyasal örgütlerle, şirket ve holdinglerle, siyasal, hukuksal ve yönetsel kurumlarla, gericilikle bütünleşik kapitalizme ve emperyalizme karşı tutarlı, ilkeli, güçlü, örgütlü bir duruş sergilenmesiyle, laiklik ve emek savaşımıyla olanaklı.                           /././

Çürümenin ekonomi-politiği -Fatih Yaşlı-

"Türkiye kapitalizminin bekası, halkın daha fazla yoksullaştırılmasından, bu yoksulluğun yönetilebilmesi için de daha fazla çürümeden geçmektedir."

Eğer biyolojiden bahsetmiyorsak “çürüme” bilimsel bir kavram değildir; ancak yine de onu bir metafor olarak kullanıp içinden geçtiğimiz dönemi bir “çürüme dönemi” olarak adlandırmak, olan biteni “çürüme” başlığında değerlendirmek hiç de yanlış olmayacaktır

8 yaşındaki bir kız çocuğunun kim tarafından ve neden öldürüldüğünü elli günün sonunda hala bilmiyor oluşumuz, iki genç kızı birisini kafasını kesecek şekilde öldüren ve sonra intihar eden delilikle ilgili öğrendiklerimiz, gençlik arasında hızla yayılan uyuşturucu alışkanlığı, mafyalaşmanın ve çeteleşmenin boyutu, suç oranlarındaki, cinayet oranlarındaki ve intihar oranlarındaki artış, rüşvet, yolsuzluk, kayırmacılık, şiddet… 

Tüm bunların hepsini “çürüme fenomenleri” olarak bir “çürüme tablosu”nun içerisine yerleştirebilir ve o tabloya bakarak karşımızda tekil, münferit vakaların değil yapısal bir meselenin olduğunu görebiliriz, bu yapısal meselenin gerisinde ise ülkenin içinde bulunduğu ekonomik, politik ve toplumsal koşullar bulunmaktadır. Yani çürümenin bir ekonomi-politiği vardır ve çürümeden çıkışın yolu “çürümenin ekonomi-politiği”ni anlamaktan geçmektedir.  

Erdoğan Türkiye ekonomisinin bütün dengelerini “nas” adı altında bozduktan sonra çıkışı tekrar “rasyonel” politikalara dönüşte görmüş ve 14-28 Mayıs seçimleri sonrası ekonomi yönetimini bir kez daha Mehmet Şimşek’e emanet etmiş, o da klasik “acı reçete”ye dayalı programını hızlı bir şekilde yürürlüğe sokmuştu hatırlayacağınız üzere.

Peki nedir acı reçete, kimlere içirilir, anlatalım hemen.

Neoliberal iktisatçılar için “fiyatlar genel düzeyindeki artış”, yani enflasyon, her zaman talep kaynaklıdır ve enflasyonla mücadelenin yolu her zaman talebin düşmesinden, aşağıya çekilmesinden geçmektedir. 

Peki talep nasıl düşürülecektir? 

Bunun için halkın reel/gerçek alım gücünün düşürülmesi, yani halkın gelirlerindeki artışın enflasyondaki artışın altında kalması gerekir; böylece halk daha az tüketecek ve bu da talebi düşürecek, talepteki düşüş ise beraberinde enflasyondaki düşüşü getirecektir.

İşte tam olarak burada sınıfsal bir tercih devreye girmiştir; çünkü alım gücü düşürülenler toplumun emek gücüyle, ücretle geçinen, yoksul kesimleridir. Üst gelir gruplarının talebe olan etkisi, onların alım gücünün düşürülmesi akla dahi gelmez. “Enflasyonla mücadele”nin faturası geniş halk kesimlerinin sırtına yüklenir, yoksulluk ve işsizlik daha da derinleştirilir ve böylece gelir dağılımı da alt üst olur. 

Bugün Türkiye’de halk, iktidarın ekonomi politikaları aracılığıyla ve “enflasyonla mücadele” adı altında planlı, programlı bir şekilde yoksullaştırılmaktadır yani, mesele yeteneksizlik, beceriksizlik vs. değildir hiçbir şekilde.

Üstelik bu yoksulluğu bir şekilde telafi edebilecek sosyal devlet mekanizmaları da mevcut değildir Türkiye’de; yoksulluğun yönetimi iktidar belediyelerine ve onlarla işbirliği içerisindeki tarikat ve cemaatlere devredilmiştir büyük ölçüde ve bu da sosyal devlet değil sadaka devleti anlamına gelmektedir. 

Ancak içinde bulunduğumuz durum sadece Şimşek programıyla açıklanamaz; “enflasyonla mücadele” programının da ötesine geçip Türkiye kapitalizminin genel görünümüne bakmak gerekir. 

Türkiye kapitalizmi kronik döviz bağımlısı bir ülkedir ve yeterince dövize ulaşamadığı zamanlarda krize girmektedir; bu döviz bağımlılığı nedeniyle Türkiye sermaye sınıfı döviz kazanmak adına Türkiye kapitalizmini 24 Ocak 1980 Kararları’yla neoliberalizme açmış, Türkiye 12 Eylül 1980 darbesiyle uluslararası işbölümüne “ihracata dayalı birikim modeli”yle dahil edilmiştir. 

Türkiye gibi ülkeler böyle bir birikim modelini benimsediklerinde şirketler uluslararası pazarlardaki rakipleriyle ancak fiyat rekabetine girişebilirler; yani sattıkları ürün ne kadar ucuz olursa ona yönelik talep de artacaktır. 

Ürünün fiyatını ucuzlatmanın yolu ise maliyetleri düşürmekten geçer ve bunun için de elde iki araç vardır: Bir yandan süreklileşmiş devalüasyon aracılığıyla yerli paranın değerini düşürürsünüz, diğer yandan ise reel ücretleri aşağı çekersiniz. 

Dolayısıyla Türkiye kapitalizminin bugün daha çok ihracat yapabilmesinin yolu cebimizdeki paranın sürekli değer kaybetmesinden ve süreklileşmiş bir şekilde yoksullaşmamızdan geçmektedir.

Süreklileşmiş yoksulluk hali nasıl yönetilecektir peki? En başa emeğin örgütsüzleştirilmesi yazılmalıdır. Emek örgütsüz olacaktır ki, sendikalı olup greve gitmeyecektir ki, ücretler aşağı seviyelerde tutulabilsin.

Ama bu da yetmez. Örgütlü olmayan emeği yönetmek de gerekir. İşte bu noktada, din, tarikatlar, cemaatler, milliyetçi hamaset devreye girer. Türk sağı tam da bu noktada iş başındadır ve zikir sesleriyle “ırmağının akışına ölürüm Türkiyem” seslerinin birbirine karıştığı yer tam olarak burasıdır. 

Hızla yoksullaşan, ekmeği küçülen, ama dinle ve milliyetçilikle zehirlenmiş, örgütsüz, hakkının, hukukunun peşinde koşmayan, kolektif bir irade geliştiremeyen toplumlarda çürüme derinleşir; çünkü yoksulluk insanın haysiyetini de yoksullaştırır, sadece ekmeğini değil gururunu da çürütür.

Ama mesele basitçe dinci-milliyetçi zehir değildir; Türkiye’nin döviz bağımlısı sermaye düzeni, o bağımlılığı tatmin edebilmek için illegal yöntemlere de muhtaçtır. Uyuşturucu kaçakçılığı, silah kaçakçılığı, insan ticareti vs… Bunların hiçbiri Türkiye’nin sermaye düzenine dair “anomali”ler olarak görülemez, hepsi bu düzene içkindir. 

Bu ise elbette ki mafyalaşmayı ve çeteleşmeyi beraberinde getirir ve dünyanın her yerinde mafya kendisine devlet ve siyasetçiler içinden destek bulmadan yaşayamaz; mafyanın devletleştiği, devletin de mafyalaştığı dönemlerde çürüme daha da derinleşir. Çünkü özellikle gençler çakallığa, racon kesmeye, köşe dönmeciliğe özendirilir, buradan bir erkeklik edebiyatı doğar, giyim kuşamdan hal ve hareketlere beş para etmez bir erkeklik moda haline getirilir ve bunun üzerine bir de “ezan kuran bayrak” örtüsü örtülür. 

Türkiye’nin düzeni mafyatik ilişkilerle birlikte kayırmacı ilişkiler üzerine de kuruludur. Kamu ihalelerinin gittiği yer bellidir, kimlerden vergi alınmadığı, kimlerin vergilerinin affedildiği bellidir. Bu ise aynı zamanda rüşvet ve yolsuzluk demektir; kayırmacılık özellikle bürokrasi ve siyasetçileri rüşvet çarkının bir parçası yapmaktadır. Devletin işleyişine kayırmacılık damgasını vurduğu için Türkiye’de kamu yararı kavramı da ortadan kalkmış, küçük bir azınlığın özel çıkarları ülkenin geleceğini teslim almıştır.   

Gelinen noktada hukuk sistemi ve yargı da çürümekte, adalet sistemi de çökmektedir, toplumun hukuka ve adalete güveni kalmamış, cezasızlık politikaları alıp başını gitmiş, yargı sarayın yargısına dönüşmüş, ülke zaten fiili bir anayasasızlaştırma sürecinin içerisindeyken hukuk ve hukuk devleti de giderek görünmez hale gelmiştir. 

Anlaşılacağı üzere çürümenin bir ekonomi-politiği vardır ve “çürümenin ekonomi-politiği” Türkiye’nin sermaye düzeniyle ilgilidir. Türkiye kapitalizminin bekası, halkın daha fazla yoksullaştırılmasından, bu yoksulluğun yönetilebilmesi için de daha fazla çürümeden geçmektedir. 

O halde çözüm bellidir; sermayenin bekası adına kendilerine yoksulluk ve çürüme reva görülenler, aklı iğdiş edilenler, bir araya gelmeleri, kolektif bir irade geliştirmeleri, siyasete müdahil olmaları istenmeyenler, bir araya gelecek, ayağa kalkacak, ses çıkaracaklardır.

Bugün Türkiye’de düzenin bütün mekanizmaları halkın halk olmaktan başka her şeye benzemesi adına işlemektedir; bu çürümeyi durdurabilecek tek şey ise halkın emeği adına, ekmeği adına, geleceği adına yeniden halk haline gelmesi, bir halk gibi hareket etmesidir. Patronu, tarikatı, cemaati, mafyası, çetesiyle Türkiye’nin düzeninin en büyük korkusu budur.                                                     /././

Antalya’da imar skandalı: İmar planı onaylanmadan konut satışına başlandı -Yusuf Yavuz-

Antalya Kepez’de 32 bin m2’lik parselde 15 katlı konut, otel ve ticari alan kullanımı getiren imar planı değişikliği henüz belediye meclisinden geçmeden konut satışına başlandı.

Antalya’da Kepez ilçesi Fabrikalar Mahallesi’nde bulunan iki katlı AVM’nin bulunduğu 32 bin m2’lik parsel geçtiğimiz Temmuz ayında Ankara merkezli bir inşaat firmasına satıldı. KİPA AVM’nin bulunduğu parseli satın alan firma, bu alanda yüzde 60’ı lüks konuttan oluşan rezidans projesi yapmak için proje hazırladı. Ancak parselle ilgili imar planı değişikliği henüz belediye Meclisi’nden geçirilmeden proje üzerinden satışlara başlanması dikkati çekiyor.

Parseldeki 2 katlı AVM’nin yerinde 15 katlı yapı iznini öngören imar planı değişikliği önerisi Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin dün yapılan Ekim ayı olağan toplantısının gündemine yer aldı. Meclis toplantısında diğer önerilerle birlikte ilgili komisyona havale edilen imar değişikliği talebi 11 Ekim Cuma günü yapılacak devam oturumunda görüşülecek. İmar planında "Ticaret Alanı" olan parselin kullanımını "Ticaret-Turizm-Konut" alanı olarak değiştirilmesi talebiyle Meclise sunulan plan değişikliği henüz onaylanmadan konut satışı için peşinat alınarak talep toplanmasına başlanması Antalya’daki imar rantının geldiği boyutu gözler önüne seriyor.

Ankara merkezli bir inşaat firması satın aldı

Antalya’daki AVM’lerin yoğun olduğu bölgede bulunan mülkiyeti Migros’a ait 32 bin 274 m2’lik parsel, geçtiğimiz Temmuz ayında satıldı. Üzerinde 2 katlı KİPA AVM’nin bulunduğu Kepez Fabrikalar Mahallesi, 25044 ada 1 parselde kayıtlı taşınmazın 875 milyon TL bedel ile Ankara merkezli inşaat şirketine satıldığı açıklandı.

Anadolu Grubu bünyesindeki MİGROS Ticaret A.Ş’nin 11 Temmuz 2024 tarihinde Kamu Aydınlatma Platformu (KAP) üzerinden duyurduğu satışla ilgili detaylarda şu bilgilere yer verildi:

“Şirketimiz mülkiyetinde yer alan ve yukarıda bilgileri verilen Antalya Kepez ilçesinde yer alan ve üzerinde Antalya Kipa Alışveriş Merkezi'nin bulunduğu gayrimenkul Sınırlı Sorumlu Atabilge Antalyapark Konut Yapı Kooperatifi ile Fidanlar İnşaat Taahhüt San. ve Tic. A.Ş.'ye 875.000.000 TL + KDV bedel ile satılmıştır. Söz konusu işleme ilişkin tapu devri 11 Temmuz 2024 tarihinde gerçekleştirilmiştir.”

                          Plan değişikliğiyle 2 katlı AVM yıkılacak, yerine 15 katlı rezidans yapılacak

Arazide büyük bir rezidans planlanıyor

AVM bölgesinde yer alan taşınmazı satın alan Ankara merkezli inşaat şirketlerinin ikisi de aynı kişiye ait ve aynı adresi kullanıyor. Taşınmazı satın alan inşaat şirketi, bu alanda büyük bir rezidans projesini hayata geçirmek için kolları sıvadı.

Parselin kullanım alanı mevcut imar planında Ticaret Alanı olarak kayıtlıydı. Plan değişikliği yapmadan rezidans projesinin hayata geçirilmesi mümkün değildi.

İmar değişikliği talebi büyükşehir meclisine sunuldu

Bunun üzerine hazırlanan imar planı değişikliği önerisi Antalya Büyükşehir Belediyesi’ne sunuldu. Antalya Büyükşehir Belediyesi İmar ve Şehircilik Dairesi Başkanlığı da, plan değişikliği talebini Meclis’e havale etti. 7 Ekim’de yapılan olağan Meclis toplantısında 46. ve 47. Maddelerde söz konusu parselle ilgili imar planı değişikliği talepleri yer alıyordu.

Söz konusu parselle ilgili 1/25 bin ve Nazım 1/5000 Ölçekli Nazım İmar Planı değişikliği taleplerini içeren gündem maddeleri, 11 Ekim Cuma günü yapılacak olan devam oturumunda görüşülmek üzere ilgili komisyonlara havale edildi.

Plan raporu: 'Kepez'de otel ve lüks konut ihtiyacı var'

Söz konusu plan değişikliği ile ilgili hazırlanan raporda, gelişen bir bölge olan Kepez’de hem otel hem de lüks konut ihtiyacının giderek arttığı savunularak şu ifadelere yer veriliyor:

“Bölgede son yıllarda artan turizm talebi ve büyük organizasyonlar, iş dünyasının ve turistlerin konaklama ihtiyacını karşılamak için otel projelerinin önemini artırmıştır. Ancak Kepez’de bu ihtiyacı karşılayacak nitelikte otel yatırımlarını yeterli düzeye ulaşmamış olması, bölgeye olan turistik talebi karşılamakta yetersiz kalmaktadır. Bu durum Kepez’de otel yatırımlarının kaçınılmaz olduğunu ve yeni projelere ihtiyaç duyulduğunu göstermektedir.”

'Kepez lüks konut ihtiyacının yüksek olduğu bir bölge'

Kepez’in lüks konut projeleri için de önemli bir potansiyel sunduğunu savunulan plan raporunda, “Son yıllarda artan şehirleşme ve gelişen sosyal olanaklar, özellikle orta ve üst gelir grubuna hitap eden lüks konutlara olan talebi de beraberinde getirmiştir. Kepez’in yeşil alanları, gelişmiş altyapısı ve yeni konut projeleri, bu talebi karşılamak için uygun bir ortam sunmaktadır. Lüks konut projeleri, yüksek yaşam standartlarını ve modern mimariyi bir araya getirerek bölgedeki yaşam kalitesini yükseltmeye katkı sağlayacaktır. Sonuç olarak Kepez ilçesi hem otel hem de lüks konut ihtiyacının yüksek olduğu bir bölge olarak öne çıkmaktadır. Bu taleplerin karşılanması, Kepez’i Antalya’nın önemli merkezlerinden biri haline getirecektir” ifadelerine yer veriliyor.

İki katlı yapı yıkılacak, 15 katlı rezidans yapılacak

Özdilek AVM’nin bitişiğindeki arazi 32 bin 274 m2’lik parsel üzerinde 2 katlı KİPA AVM binası bulunuyor. Yapılmak istenen imar değişikliği ile parselde 15 katlı bir rezidans yapılmasına olanak sağlanacak.

Pandemi döneminde alışveriş alışkanlıklarının değiştiğine işaret edilen raporda, KİPA AVM’nin de bundan etkilendiği kaydedilerek mevcut AVM’nin yerini konut, ticaret ve turizmin karma olarak kullanılacağı bir kompleksin alacağı belirtilerek, “Bu yeni proje bölgenin hem ticari, konut ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde tasarlanacaktır. Karma kullanımlı kompleks, modern yaşam alanları, turistik konaklama tesisleri ve ticaret bölgeleri ile bölgenin ekonomik ve sosyal yapısına katkı sağlamayı hedeflemektedir” deniliyor.

Proje kapsamında mevcuttaki 2 katlı AVM’nin yerine 15 katlı rezidans ve ticari alanlar yapılacak. Konut kullanım alanının yüzde 60’ı geçmeyeceği kaydedilen projenin 53 bin m2 toplam inşaat alanı olacağı, 7774 m2 de rekreasyon alanı ayrılacağı belirtiliyor.

Atabilge Antalyapark adıyla satışa sunulan projenin yer aldığı pareselin imar planı 11 Ekim'de görüşülecek.

İmar planı meclisten geçmeden daire satışı başladı

Antalya Büyükşehir Belediye Meclisi’nde 11 Ekim’de görüşülmesi beklenen imar planı değişikliğine konu olan parselde yapılması planlanan konut projesinde bir süredir proje üzerinden talep toplanarak daire satış yapıldığı ortaya çıktı.

Atabilge Antalya Park adını taşıyan projeyle ilgili hazırlanan ve satış taleplerinin toplandığı internet sitesinde şu ifadelere yer veriliyor:

“Antalya projemizde yoğun talep üzerine yalnızca 2+1 daire tipi için II. Etap satışlarımız başlamıştır. 5.900.000 TL bedelle sınırlı sayıda üye alınacaktır. Üyelik bedeli; 2.900.000 TL peşin kalanı ekim, kasım, aralık ayında olmak üzere üç eşit taksitle ödenebilecektir.

32.000 m² arsa üzerine kurulu rezidans daireler (1+1, 2+1) ve ticari alanlar içeren projemizde hem 5 yıldızlı bir tatil yapabilecek hem de şehir merkezinde olmanın bütün imkanlarına sahip olacaksınız. Atabilge Antalya Park sadece tatillerinizi geçirebileceğiniz bir konut değil; şehrin merkezinde bütün bir yıl yaşam için her türlü imkana sahip değeri her gün daha da artan bir yatırım olacaktır.”

'Eşsiz bir bölgede yer almaktadır'

Henüz imar planı değişikliği onaylanmadan satışa sunulan projenin konumuyla ilgili olarak da şu bilgilere yer veriliyor: 

“Atabilge Antalya Park, Akdeniz’in gözde tatil cenneti Antalya’nın merkezinde hem doğayla iç içe hem şehir merkezinde toplu taşımaya ve ulaşım akslarına yakın, içinde müzeler barındıran Dokuma Park’a komşu, alışveriş merkezlerinin yanında eşsiz bir bölgede yer almaktadır.”                                          /././

OYAK’a peşkeş: Hazine arazisi önce rezerv alan yapıldı, sonra özel endüstri bölgesi ilan edildi -Yekta Armanc Hatipoğlu-

Karadeniz Ereğli’de çelik ve demir üzerine çalışan Erdemir’in bulunduğu alan önce rezerv alan yapıldı, sonra özel endüstri bölgesi ilan edildi. Belediye başkanı Posbıyık, süreci soL’a anlattı.

Zonguldak’ta bulunan Karadeniz Ereğli ilçesinde 1960 yılında devlet tarafından kurulan ve 1965 yılından beri çalışan, demir ve çelik fabrikası olan Erdemir, 1995’te başlayan özelleştirme tartışmalarının ardından 2006 yılında AKP tarafından özelleştirilerek OYAK’a devredilmişti. Özelleştirme sürecinde yurttaşlar çeşitli eylemler düzenlemiş, özelleştirmeye karşı çıkmışlardı.

Özelleştirmeden sonra dahi Erdemir’in 4 milyon 600 bin metrekare alanın 2 milyon 400 bin metrekaresi yıllarca hazineye ait olarak kaldı. Ancak son aylarda bölgenin önce rezerv alan olarak ilan edildiği, ardından da özel sanayi bölgesi yapıldığı söyleniyor.

1994 yerel seçimlerinde belediye başkanı olarak seçilen ve hâlâ Karadeniz Ereğli’nin belediye başkanı olarak görev yapan Halil Posbıyık, ekim ayı Belediye Meclisi toplantısında bu konuyu açtı. Posbıyık, belediyenin 15 dönümlük arazisinin de özel endüstri bölgesine dahil edildiğini söyledi.

‘OYAK ayıplı bir mal aldı’

Konuyla ilgili soL’a konuşan Halil Posbıyık, özelleştirme sürecinden bugüne Karadeniz Ereğli’nin yaşadıklarını ve OYAK’ın yaptıklarını anlattı.

Temsilciler Kurulu kurarak 1995 yılında başlayan özelleştirme sürecine karşı mücadele ettiklerini söyleyen Posbıyık, bir süreliğine başarılı olduklarını ancak 2006’da AKP tarafından Erdemir’in özelleştirildiğini söyledi.

OYAK’ın devletten “ayıplı mal” aldığını söyleyen Posbıyık, bunun nedenini şöyle açıkladı:  “Erdemir’in 4 milyon 600 bin metrekare alanın 2 milyon 400 bin metrekaresi hazineye aitti, yani kendi mülkü değildi. 15 dönümü belediyeye ait. Aynı zamanda vatandaşların hakları var burada. Bildiğim kadarıyla 450 tane zilliyet dosyası var burada. Dolayısıyla OYAK’a satılan mal ‘ayıplı’ bir maldı. AK Parti iktidarının baskılarıyla maalesef ‘ayıplı malın’ özelleştirme adıyla OYAK’a satışını yaptılar.”

Özelleştirme sosyal imkanları ve sağlığı da etkiledi

Posbıyık, Erdemir’in özelleştirilmesinin ardından sosyal yaşamın da olumsuz şekilde etkilendiğini, eskiden Erdemir’in imkanları dahilinde açılan sahaların kullanılmadığını söyledi.

Erdemir’in özelleştirilmesinin halk sağlığını da etkilediğini söyleyen Posbıyık, kamu zamanında filtrelerin zamanında değiştirildiğini ancak OYAK’a geçtikten sonra filtrelerin yenilenmemeye başladığını; her yerin zehirli havanın etkisi altında kalmaya başladığını kaydetti.

Posbıyık, “Kestane ağacı kalmadı, bu sene kestane bulamıyoruz. Bu noktaya getirdiler bizi” diyerek özelleştirilen fabrikanın yarattığı tahribatı anlattı.

                                  Karadeniz Ereğli Belediye Başkanı Halil Posbıyık

‘OYAK sadece para için halkın yaşamını düşünmeden hareket etti’

OYAK’ın sadece para için halkın yaşamını düşünmeden hareket ettiğini kaydeden Posbıyık, şirketin yakın zamanda 2 milyon 400 bin metrekarelik hazine arazisini kendi bünyesine almak için mahkemeye başvurduğunu, kendilerinin karşı dava açtığını ve kazandıklarını söyledi.

Buna rağmen OYAK’ın durmadığını söyleyen Posbıyık, “En sonunda ‘endüstri bölgesi’ yapmak üzere karar alındı. Cumhurbaşkanının tek imzasıyla Ereğli halkı tekrar darbe yedi” dedi

AKP’nin Karadeniz Ereğli’ye kestiği iki ceza: Özelleştirme ve özel endüstri bölgesi

AKP’nin Karadeniz Ereğli’ye iki ceza kestiğini söyleyen Posbıyık, sözlerini şöyle sürdürdü:“Birincisinde özelleştirdi, ikincisinde de ‘endüstri bölgesi’ yapmak suretiyle hem hazinenin 2 milyon 400 bin metrekare alanını hem belediyenin 15 dönüm alanını hem de Ereğli halkının haklarını gasp etme noktasına geldi.”

Posbıyık 2 milyon 400 bin metrekare hazine arazisinin niçin Erdemir’e peşkeş çekildiğini sordu. Karadeniz Ereğli halkının vergileriyle alınan Erdemir sahası içinde bulunan 15 dönüm arazinin belediyenin elinden alınmasının acısını çektiğini söyleyen Posbıyık, "Babalarından, dedelerinden hisseleri olan ve zilliyet davası açan yurttaşların hakları nerede?" diye sordu.

Özel endüstri bölgesine geçmeden önce bölgeyi rezerv alan ilan ettiler

Özel endüstri bölgesine geçmeden önce bölgenin rezerv alan olarak ilan edildiğini söyleyen Posbıyık, durumu komik bulduğunu belirtti.

Posbıyık, “Demek ki Ereğli’de deprem, sel, kasırga gibi herhangi bir felaket olsaydı halk kendisini korumak için buralara gidecekti, komik bir şey. Yüksek fırının, çelikhanenin, kok gazlarının olduğu bölgede böyle garip bir olay olamaz” diyerek bölgenin rezerv alan ilan edilmesini eleştirdi.

Devletin kamu zamanından kalan futbol sahalarını bile özel endüstri bölgesine aldığını kaydeden Posbıyık, Ereğli’nin sosyal imkanlarının da bu nedenle zarar gördüğünü söyledi.  

Belediyenin emlak vergisi gibi gelirlerini kaybettiğini söyleyen Posbıyık yıllık 250 milyon lira civarında bir kayıpları olduğunu söyledi.

4706 sayılı “Hazineye ait taşınmaz malların değerlendirilmesi ve katma değer vergisi kanununda değişiklik yapılması hakkında kanun”u hatırlatan Posbıyık, belediyenin maddi kayıpları olduğunu ve alması gereken parayı alamadığını söyledi:“Belediyenin emlak vergisi gibi bir imkânı tamamen elinden gitti. Yıllık 250 milyon lira civarında bir kaybı var belediyenin. Ayrıca 4706 sayılı kanuna göre tekrar gecekondu haline getirilen hazine arazilerinin, sahibine satılması için Ereğli Belediyesi’ne devri ve Ereğli Belediyesi’nin demir çelik fabrikalarından yana satması lazım. Bugün 2 milyon 400 bin metrekare hazine arazisinin değeri 9 milyar TL. Bu 9 milyarın satış ortalamasında Karadeniz Ereğli Belediyesi’ne satışın yüzde 40’ı, hazineye de 60’ı gidecekti. Bize gelmesi gereken 3,5 milyar TL parayı OYAK uhdesine geçirdi, bu parayı istiyoruz. Yine Türkiye’de yaşayan bütün insanların 5,5 milyar TL, yine OYAK’ta kalmış oldu.”

 Posbıyık, sözlerini “Ereğli halkının içi yanıyor” diyerek noktaladı.

                                                         /././

                                                    soL - GÜNDEM

İpte asılı bulunan 8 yaşındaki çocuk için 'intihar' dediler, 'istismar' çıktı: Dosya kapatıldı!

Adli tıp raporunu 3 ayrı adli tıp uzmanına yorumlattığını belirten Kaya, üçünün de ‘yüzde yüz cinsel istismar var’ dediğini aktararak şunları kaydetti: “Peki bu kadar somut delil karşımızda dururken, hangi ‘güçlü el’ devreye girdi ve Şeyma S’nin dosyasını ek rapor aldırarak jet hızıyla kapattı? Bu olaydan sonra yatağa bağlı olarak yaşamını sürdüren ve şu anda 8,5 yaşında olan bir çocuğa bu kötülüğü kim yaptı, hayatını kim ya da kimler kararttı? Gazeteci Türkan'ın aktardığına göre, ailenin AKP ile sıkı ilişkileri var. Peki bu siyasi bağlantıların 'olayın üzerinin örtülmesinde payı var mı' araştırıp göreceğiz. Şüpheli bir şekilde kapatılan bu dosyanın yeniden açılması ve suçlu ya da suçlular hak ettikleri cezayı alana kadar bu olayı hep birlikte takip etmeye devam etmeliyiz.” (https://haber.sol.org.tr/haber/ipte-asili-bulunan-8-yasindaki-cocuk-icin-intihar-dediler-istismar-cikti-dosya-kapatildi)

                                                                ***

ÇEDES kabusu sürüyor: İmamlar anaokuluna girmeye çalıştı, mahalleli engel oldu

Tokat Zile'de ilçe müftülüğü anaokullarına imam göndermeye çalıştı. Alevilerin yaşadığı mahallede karar büyük tepki çekti, mahalleli eylem yapınca geri adım atıldı.(https://haber.sol.org.tr/haber/cedes-kabusu-suruyor-imamlar-anaokuluna-girmeye-calisti-mahalleli-engel-oldu-395439

                                                         ***

THTM örgütsüzlüğün üstüne yürüyor: Kartal Halk Temsilcileri Meclisi yola çıkıyor

THTM Yürütme Kurulu Üyesi Aydemir Güler, Kartal’ın ilerici, emekçi insanlarını Kartal Halk Temsilcileri Meclisi’nin 12 Ekim Cumartesi günü düzenlenecek etkinliğine katılmaya çağırdı.(https://haber.sol.org.tr/haber/thtm-orgutsuzlugun-ustune-yuruyor-kartal-halk-temsilcileri-meclisi-yola-cikiyor-395438)

                                                                  ***

Ülkü Ocakları okul okul geziyor: Liseyi 'ziyaret' edip kitap dağıttılar

Silivri’de bulunan TOKİ Cumhuriyet Anadolu Lisesi’nde öğrenciler Ülkü Ocakları İl Başkanı'nın okulu ziyarete etmesine izin verildi, bozkurt işaretli karşılama düzenlendi.(https://haber.sol.org.tr/haber/ulku-ocaklari-okul-okul-geziyor-liseyi-ziyaret-edip-kitap-dagittilar-395433)

                                                        ***

Dünya halkları savaşın birinci yıl dönümünde Filistin için yürüdü

Dünyanın dört bir yanındaki büyük şehirlerde on binlerce kişi, savaşın birinci yıl dönümünde İsrail'in Gazze'ye yönelik saldırılarını kınamak için sokaklara çıktı.(https://haber.sol.org.tr/haber/dunya-halklari-savasin-birinci-yil-donumunde-filistin-icin-yurudu-395424)                    ***

Kayınpederi boykot çağrısı yapıyordu: Erbaş'ın damadı İsrail boykotunu deliyormuş

İsrail ordusu için üretim yapan şirketle sponsorlukta ortaklaşma, İsrail'e destek veren markaların şube açılışlarına katılma… Şimdi de Diyanet Başkanı Erbaş’ın damadının boykotu deldiği ortaya çıktı.(https://haber.sol.org.tr/haber/kayinpederi-boykot-cagrisi-yapiyordu-erbasin-damadi-israil-boykotunu-deliyormus-395425) 

                                                               ***

Avrupa Birliği vazgeçmedi, sıra Türkiye'ye geldi: Çin otomotiv vergilerini DTÖ'ye taşıdı

Çin, Türkiye'nin otomotivdeki ek gümrük vergilerini DTÖ'ye şikayet etti. Geçtiğimiz aylarda AB'yi de şikayet eden Çin, Avrupalı devlerin baskısına rağmen geri adım attıramamıştı.(https://haber.sol.org.tr/haber/avrupa-birligi-vazgecmedi-sira-turkiyeye-geldi-cin-otomotiv-vergilerini-dtoye-tasidi-395426)

                                                                     ***

Türkiye kadın cinayetlerine karşı ayakta: Muğla'da polis engeli yıkıldı, kampüsler sloganlarla inledi

Kadın cinayetleri ülke genelinde protestoları tetikledi. Muğla'daki eylemlere polis engel olamadı. İstanbul ve İzmir'de kampüsler sloganlarla inledi.(https://haber.sol.org.tr/haber/turkiye-kadin-cinayetlerine-karsi-ayakta-muglada-polis-engeli-yikildi-kampusler-sloganlarla) 

                                                                 ***

AKP kadın cinayetlerinden de siyasi rant çıkardı: İnfaz yasasını 34. kez değiştirecekler

AKP'ye göre cezasızlık algıdan ibaret, sorunsa 33 kez değiştirdikleri infaz yasasında.(https://haber.sol.org.tr/haber/akp-kadin-cinayetlerinden-de-siyasi-rant-cikardi-infaz-yasasini-34-kez-degistirecekler-395428)

 (soL)                                                      


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder