Bülent Şık anlattı: Mesele Köfteci Yusuf'tan çok daha öte - Gizem Örnek / duvaR


Tarım Bakanlığı taklit ve tağşiş listesi yayınladı. Köftede domuz eti, sakatat, zeytinyağında tohum, peynirde nişasta, balda taklit tespit edildi... Peki bunları tüketirsek ne olur, sorumluluk kimde?

Tarım ve Orman Bakanlığı geçtiğimiz hafta ‘ifşa listesi’ yayımlayarak taklit ve tağşiş içeren ürünleri ve markaları kamuoyuyla paylaştı. Yüzlerce ürün ve markanın yer aldığı listede bazı ürünler dikkat çekerken tartışmalar son günlerde Köfteci Yusuf’un ürünlerinde domuz eti kullanıldığının ortaya çıkması üzerinde yoğunlaştı.

ET DEĞİL TAŞLIK, ZEYTİNYAĞI DEĞİL TOHUM, PEYNİR DEĞİL NİŞASTA...

Bunun yanı sıra listede yaygın olarak, bal ürünlerinde “taklit veya tağşiş”, zeytinyağında “tohum yağı”, peynirde “nişasta”, et ürünleri ve özellikle sucukta “tek tırnaklı hayvan eti, kanatlı hayvan eti, sakatat, baş eti, taşlık, dil, kalp, deri…” tespit edildiği bilgisine yer verildi. Baharatlarda da özellikle kekikte “bilinmeyen madde”, salça ve çayda gıda boyası tespit edildiği belirtildi.

Bakanlığın liste yayınlamasıyla birlikte, yıllardır gündemde olan gıda güvenliği konusu bir kez daha tartışmaya açıldı. Gıda ürünlerinde kullanılan uygunsuz ve sağlığı tehdit eden maddeler konusunda ilgili bakanlıkların sorumlulukları da tartışmaların temel noktalarından.

Listede yer alan marka ve ürünleri, sahtecilik biçimlerinin sağlığa etkilerini ve Tarım ve Orman Bakanlığı’nın sorumluluğunu Gazete Duvar’a değerlendiren gıda mühendisi Bülent Şık, gıdalarda halk sağlığını tehdit eden asıl unsurların tespit edilmediğine vurgu yaparak "Taklit ve tağşiş yapan firmaların açıklanması buzdağının ucunu göstermektir. Siz bunlarla oyalanın demektir" diye konuştu.  

Taklit ve tağşiş konusunun önemli olduğunu ancak bunu çok ötesine varan ve ciddi sağlık sorunlarına yol açan meseleler olduğunu vurgulayan Şık, "Gıda güvenliği açısından ülkemizdeki en kritik mesele gıdalara bulaşan toksik kimyasallar meselesidir, ancak bu mesele ile ilgili bakanlığın çıtı çıkmıyor" dedi.

"Ülkemizde iyi yapılandırılmış bir kontrol-denetim sistemi var, mesele bu sistemin işlememesi" diyen Bülent Şık, önceki yıllarda da yapılan denetimlere ve açıklanan listelere rağmen firmaların bu suçları işlemeye devam ettiğinin altını çizdi.

                                                                    Bülent Şık

'KÖFTECİ YUSUF'UN ÜRÜNLERİNDE DOMUZ ETİ ÇIKMASI BİR SORUN AMA...'

Öncelikle gündemdeki Köfteci Yusuf ile başlayalım… Ürünlerinde domuz eti tespit edildi. Markanın ‘helal’ sertifikasına rağmen domuz eti kullanılması tepkilere neden olurken Bakanlığın sorumluluğu da tartışmaya açıldı. Bu tartışmayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Sadece Köfteci Yusuf değil, listede yayınlanan başka ‘sakıncalı’ ürünler de var. Bunlar tüketirsek ne olur? Sakatat, tek tırnaklı hayvan eti, gıda boyası, balda ve yağda tağşiş vs…

Köfteci Yusuf isimli firmanın ürünlerinde domuz eti çıkması bir sorun elbette ama mesele sadece taklit ve tağşişten, vatandaşların kandırılmasından çok öteye uzanıyor. Ülkedeki yasal mevzuat sadece gıda güvenliği ya da halk sağlığı açısından değil tüketicilerin maddi zarara uğramaması için de birtakım kurallar, yaptırımlar getirmeli. Bu kural ve yaptırımlar bütününe aykırı davranmak bir suç olarak görülür. Yani üretilen bir gıda ürünü, örneğin et ürününde mevzuatın izin vermediği hayvanlara ait etler kullanılamaz ya da zeytinyağına başka yağlar karıştırılamaz, balda sahtecilik yapılamaz. Ancak gıda güvenliği açısından meselenin taklit ve tağşişten çok daha önemli başka sorunlar içerdiğini söylemeliyim. 

ET ÜRÜNLERİNİN KONTROLÜNDE SORUN VAR: PESTİSİT, ARSENİK, KANSEROJENLER…

Köfteci Yusuf firmasının ürünlerinde domuz eti çıkmasını sordunuz ama sadece o firmanın değil genel olarak et ürünlerinin kontrolünde ciddi eksikler, sorunlar var. Örneğin vatandaşa sunulan et ürünlerinde hormon esaslı maddelerin, antibiyotiklerin, bazı pestisitlerin, arsenik gibi ağır metallerin kalıntısı olup olmadığına bakmak; nitrit ve nitrat gibi katkı maddelerinin miktarını tespit etmek veya kanserojen nitrozaminlerin bulunup bulunmadığını araştırmak halk sağlığı açısından çok daha önemli.

4 Mayıs 2012 tarih ve 28282 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan “Türk Gıda Kodeksi Hayvansal Gıdalarda Bulunabilecek Farmakolojik Aktif Maddelerin Sınıflandırılması ve Maksimum Kalıntı Limitleri Yönetmeliği” hayvansal gıdalarda kalıntısı bulunabilecek antibiyotikler gibi farmakolojik esaslı kimyasal maddelerin ve insektisit esaslı çeşitli toksik maddelerin neler olduğunu belirtir. 38 sayfalık bu yönetmelikte yer alan ve insan sağlığını tehdit eden kimyasal maddelerin gıdalardaki kalıntısına bakılması yapılması gereken en önemli işlerden biridir. Peki, bu yönetmelikte belirtilen kimyasal maddelerin kontrolüne ilişkin bir çalışma, bu konuda bir açıklama var mı? Yok.

BALDAKİ ASIL TEHLİKE: PRİLİZİDİN ALKALOİTLERİ

Bir başka kritik örnek baldır. Bal ya da polen gibi arı ürünlerinde tek sorun sanki sahtecilik yapmak gibi algılanıyor. Bu çok yanlış. Bal ve polen gibi arı ürünlerinde karaciğer kanserine yol açan pirolizidin alkaloitlerinin bulunup bulunmadığını araştırmak çok daha önemli. Özellikle çocuk sağlığı ve karaciğer hastaları açısından çok önemli. Covid 19 pandemisinde ve sonrasında polen satışları patladı ama polen problemli bir üründür, yurtdışında hemen her ülkede ciddi bir tartışma konusu olan polen ve pirolizidin alkaloitleri meselesi bizde gündemde bile değil. Bu konularda bakanlıktan tek bir açıklama dahi yok.

Dolayısıyla firma teşhiri meselesi tüketicilerin dikkatli olması, önlem alması meselesi odağında görülmemeli; temel meselemiz, kamu idaresinin halk sağlığını koruma sorumluluğunu yerine getirmemesidir. Türkiye’de gıda güvenliği alanında kamusal kontrol sistemi işlemiyor. 

‘İKİ BUÇUK YILDIR LİSTE YAYINLANMIYORDU’

Liste yayınlandı ve taklitlerin yanı sıra birçok markanın birçok ürününde 'sakıncalı', 'sağlığa uygun olmayan' maddeler de tespit edildi. Bu noktadan sonra sorumluluk bakanlığın mı, tüketicinin mi?

Sorumluluk bütünüyle bakanlığa ait elbette. Bakanlığın uygunsuz markaları ve firmaları teşhir etmesi yeni değil, hatırlarsınız, taklit ve tağşiş listelerinin yayınlanması 2012 yılında başlamış ve son liste de Mart 2022’de yayınlanmıştı. Son iki buçuk yıldır listeler yayınlanmıyordu. Dolayısıyla bakanlığın yaptığı açıklama ile ne değişecek, bu listelerin açıklanması tüketicilerin bilgilenmesi dışında ne işe yarayacak sorusu önemli.

‘FİRMALAR LİSTEYE RAĞMEN AYNI SUÇU İŞLEMEYE DEVAM ETTİ’

Dahası, tüketici sağlığını ilgilendiren en önemli sorunun taklit ve tağşiş olup olmadığı gibi tartışılması gereken çok kritik bir soru da var. Ancak öncelikle yapılan işin bir işe yarayıp yaramadığını değerlendirmek gerekiyor. Geçmişte 10 yıl boyunca süren uygulamaya baktığımızda bakanlığın uygunsuz çalışan firmaları açık etmesinin önemli bir yaptırım sağlamadığı görülüyor. 2012-2022 yılları arasında belirli aralıklarla açıklanan listeler gözden geçirildiğinde çok sayıda firmanın aynı suçu işlemeye devam ettiği, yani bakanlığın uygunsuzluk tespitine rağmen üretimlerine devam ettikleri tespit edilebilir.

Demek ki yaptırımlar ya da cezalar bir işe yaramıyor diye düşünebiliriz. Aksi iddia ediliyorsa listelerde yer alan firmalara ne gibi cezai yaptırımlar uygulandığını ve bu yaptırımlara rağmen bu firmaların usulsüz üretim yapmaya neden hala devam edebildiklerini açıklamalıdır. Açıklama sorumluluğu öncelikle bakanlık yetkililerinde elbette.

EN KRİTİK MESELE TOKSİK KİMYASALLAR: BAKANLIKTAN ÇIT ÇIKMIYOR

Taklit ve tağşiş içeren ürünler gündem oldu ama gıda güvenliğini tehlikeye atan asıl unsurlar bunlar mı?

Taklit ve tağşiş önemli elbette. Bakanlığın halkı kandıran firmaları teşhir etmesi de önemli ama artık yüzyıl öncesinde değiliz. Taklit ve tağşişin çok ötesine varan ve ciddi sağlık sorunlarına yol açan meseleler var. Gıda güvenliği açısından ülkemizdeki en kritik mesele gıdalara bulaşan toksik kimyasallar meselesidir, ancak bu mesele ile ilgili bakanlığın çıtı çıkmıyor. 

ZEYTİNYAĞINDAKİ ASIL SORUN TAKLİT DEĞİL

Örneğin ayçiçek yağına ya da zeytinyağına katılan tohum yağı kolza ise mesele sadece taklit ve tağşişle sınırlı kalmaz. Kolza, içinde erüsik asit isimli bir toksik kimyasal madde içerir. Erüsik asit çeşitli sağlık sorunlarına yol açar. Kullanılan tohum yağının kolza değil de kanola olması ise başka bir soruna işaret eder: Dünyada üretilen kanola yağlarının büyük bir kısmı GDO’ludur. Bu durumda da ülkemize GDO’lu kanola yağı ithal edilip edilmediği sorusu ortaya çıkar. Bu ayrıntılar bakanlığın yapmış olduğu firma teşhiri listesinde yer almıyor.

PEKİ YA LİSTEDE YER ALMAYANLAR?...

Peki ya tespit edilmeyen, bu listede yer alan ya da almayan diğer ürünler? Kanserojenler, pestisitler... Bakanlık nasıl bir denetim mekanizması kurmalı?

Öncelikle şunu söyleyeyim, ülkemizde iyi yapılandırılmış bir kontrol-denetim sistemi var, mesele bu sistemin işlememesidir. Biraz önce değindiğim arı ürünleri örneği üzerinden durumun vahametini anlatmaya çalışayım. Tarım ve Orman Bakanlığı 2021’de arı ürünleri tebliğine dair bir taslak metin yayınladı, geçtiğimiz Nisan ayında da yasalaştı. Ama taslak metin ile yayınlanan son metin arasında ciddi farklar var. Örneğin taslak metinde dört yaş altı çocuklara polen ve polenden mamul ürünler satılamaz ifadesi yer alıyordu. Bu doğru bir ifadedir. Ancak sonra görüyoruz ki bu ifade yayınlanan metinde yer almıyor. Yani tebliğden o ifade çıkarılmış. Basit bir ayrıntı gibi görünüyor bu ama öyle değil.

BALDAKİ TEHLİKE: KARACİĞER KANSERİNE YOL AÇAN TOKSİK KİMYASALLAR VAR

Arı ürünleri ve bitkisel çaylar hakkında son yıllarda çok ciddi bir tartışma var akademik literatürde ve çeşitli sağlık kurumlarında. Avrupa Birliği Gıda Güvenliği Otoritesi, Almanya Federal Risk Değerlendirme Enstitüsü gibi kurumlar polen ve bitkisel çaylarda bulunabilen pirolizidin alkaloitlerine dair kısıtlayıcı, halk sağlığını korumaya yönelik önlemler aldılar. Pirolizidin alkaloitleri tabiatta çeşitli bitkilerde bulunabilen ve tükettiğimiz ürünlere bulaşabilen hiçbir ön belirti vermeden karaciğer kanserine yol açan çok toksik kimyasal maddeler. Dolayısıyla ürünlerde olup olmadığının kontrol edilmesi,  hamileler, çocuklar, yaşlılar, karaciğer hastaları başta olmak üzere hassas grupların tüketimlerini azaltacak önlemlerin alınması gereklidir.

‘1 YAŞINDAKİ BEBEKLERE BİLE KAŞIK KAŞIK POLEN ÖNERİLİYOR’

Ama ülkemiz piyasasına baktığımızda, girin herhangi bir internet satış sitesinde daha bir yaşındaki bebelerin bile sabah akşam kaşık kaşık polen tüketmesinin uygun olduğunu ifade eden önerilerle karşılaşıyoruz.

Şimdi soru şu: Bakanlık taslak metinde yer alan ve çocukların polen tüketmesini yasaklayan hükmü neden metinden çıkardı? Buna kim karar verdi? Arı ürünleri tebliğinin çıkarılmasında rol oynayan komisyonda kimler vardı, yani sektör temsilcisi olanlar, akademik olarak komisyonda bulunanlar kimdi? Bu soruların yanıtını bilmiyoruz. Bakanlığın bu sorulara da açık yanıtlar vermesini talep edelim ve şunu soralım o zaman: Ülkemizde arı ürünlerinde ve bitkisel çaylarda ciddi bir gıda güvenliği sorunu olan pirolizidin alkalotileri meselesi neden bakanlığın gündeminde değil, taslak metinde yer alan koruyucu hüküm neden çıkarıldı, halk sağlığını özellikle de çocuk sağlığını korumaya yönelik bir önlem neden alınmıyor?

KEKİKTE PİROLİZİDİN ALKALOİTLERİ: AB GERİ GÖNDERİYOR

Bu sorulara ciddi bir yanıt alamadığımız sürece balda ya da kekikte taklit ve tağşiş yapan firmaların açıklanması buzdağının ucunu göstermektir. Siz bunlarla oyalanın demektir. Üstelik pirolizidin alkaloitleri meselesi bir dolu meseleden sadece biri, bu konudaki örnekleri çoğaltabilirim. Örneğin pirolizidin alkaloitleri meselesi kekik için de geçerli, ülkemizden AB ülkelerine gönderilen ama pirolizidin alkaloitleri içerdiği için reddedilen ürünlerin başında kekik geliyor. Kekik ya da bal örneği üzerinden mesele, taklit tağşişin çok ötesinde.     

TÜKETİCİLER NE YAPMALI?

Tüketici ne yapabilir ne yediğini nasıl bilebilir?

Bu sorunun yanıtı tüketici ne yapabilirin çok ötesine uzanıyor. Gıda güvenliği çevre sağlığı, tarımsal üretim, işçi sağlığı, çocuk politikaları, eğitim, kentleşme gibi bir dizi konuyla sıkı sıkıya bağlantılı.  

Gıda ve beslenme alanlarında Tarım ve Orman Bakanlığı ile Sağlık Bakanlığı ve Çevre Bakanlığı başta olmak üzere çeşitli kurumlara büyük bir sorumluluk düşüyor. Birer yurttaş olarak bu kurumların işlerini iyi yapmasına yönelik ısrarlı takipten vazgeçmemek gerekiyor, ancak mevcut siyasal iklimde bunun çok zor olduğunun da farkındayım. Toplumda bir çaresizlik, umutsuzluk ya da hiçbir şey değişmeyecek duygusu giderek kök salıyor. İnsanlar güvenilir bir yanıt arıyor. Ama tüketici ne yapacak sorusu, bir öncelik sıralaması yapsak en sona bırakılması gereken sorudur.

Gıda güvenliğini sağlamak her zaman bir kamusal meseledir ve bu meselenin çözümünde kamu kurumlarına, yargıya, akademik kurumlara ve medyaya belirli roller düşer. Ancak mevcut siyasal ahvalde bu kurumların içinin boşaldığı, işlevsiz hatta kriz üreten kurumlara dönüştükleri de bir gerçek. Gerçi işbaşındaki siyasal iktidarın ve kurumların işini iyi yapmadığını tespit ederken muhalefetin ne yaptığına da bakmak gerekir. Muhalefeti mevcut gıda güvenliği sorunlarını çözecek, çaresizliği değil umudu çoğaltacak bir çözüm odağı olarak göremiyorum. Oysa topluma karşı karşıya olduğumuz sorunların bir çözümü olduğunu söylemek gerekir ve bu konuda muhalefet partilerine büyük bir sorumluluk düşüyor. Çözümsüz sorunlarla karşı karşıya değiliz çünkü, ama muhalefet partileri gıda güvenliği sorunlarına hangi yanıtları veriyor bilmiyoruz. Kamuoyu ile paylaştıkları ve mevcut durumu analiz eden, çözümler öneren bir siyasal programları var mı bilmiyoruz. Ortada bir tartışma yok. Soru önergesi vermek, basın açıklaması ve sosyal medya paylaşımı yapmaya kilitlenmiş bir halleri var. Siyasal aktivite anlamında da kilitlenmiş bir halleri var. Gıda ve beslenme meselesinin öneminin yeterince kavranabildiğini düşünmüyorum. Bu konudaki siyasal ufuk sadece tarımsal üretim alanı ile sınırlı.

‘YEREL YÖNETİMLER GIDA KRİZİNE ÇARE ARIYOR’

Yerel yönetimler gıda ve beslenme alanlarındaki sorunlara daha ciddiyetle ve yurttaşları işin içine katacak mekanizmalar oluşturarak yanıtlar üretmeli. Bu konuda iyi girişimler var ve destek olmak, büyütmek gerekiyor. Örneğin son iki yıla damgasını vuran gıda krizi, gıda fiyatlarındaki anormal artışlar çocuk nüfusta ciddi bir beslenme sorunu yarattı ve yerel yönetimler imkanları ölçüsünde bu soruna çare üretmeye çalışıyor. Bunu kıymetli buluyorum. Sağlıklı beslenmenin en temel insan hakkı olduğunu ve kamu kurumlarına bu hakkın sağlanmasında büyük sorumluluk düştüğünü hatırlamak gerekiyor çünkü.

‘BİR HAYAL AMA…

Bir hayal, ama olsa çok iyi olur dediğim şeylerden biri de gerek gıda gerekse çevre alanlarında durum tespiti yapacak, analitik çalışmaları yürütecek, raporlamalar yapacak güvenilir ve bağımsız bir gıda güvenliği kurumu oluşturabilmek. Meslek örgütleri, sivil toplum örgütleri keşke böyle bir işe el atabilse, nasıl yaparız üzerine kafa yorsa.

Gizem Örnek / duvaR

 




T24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -11 Ekim 2024-

 

Eski MHP ilçe başkanı, cinayet soruşturmasında tutuklandı!-Tolga Şardan-

Eski MHP Edremit İlçe Başkanı Halil Görmen, hakkındaki iddia kapsamında tutuklandı. Polis, şimdi firari Tugay Görmen’in peşinde

Ünlü yönetmen Francis Ford Coppola’nın, Mario Puzo’nun muhteşem eseri Godfather (Baba) üçlemesinin ilkindeki önemli sahnelerden birisidir, “Baba” Vito Corleone’nin hastanede yatarken rakiplerince öldürülme girişimi anında yaşananlar.

Don Corleone, küçük oğlu Michael’in hissiyatı ve dikkati sayesinde ölümden kurtulur sahnenin sonunda.

Godfather’da aktarılan olayın benzeri geçen cumartesi Edremit’te yaşandı.

Edremit Devlet Hastanesi’nin ortopedi servisinde tedavi gören Emrah İmamoğlu, silahıyla hastaneye girip odasına kadar gelen Efe Acar tarafından öldürüldü.

Efe Acar

Bu cinayet, pek de basit bir eylem gibi durmuyor. Zira cinayetin gerisinde faklı gelişmeler yaşandı.

Yaşananların ilk adımı, 27 Eylül’de gece yarısını biraz geçeye kadar gidiyor.

Edremit’in Bostancı Köyü’nde kahvehane işleten Tugay Görmen, daha önce birlikte iş yaptığı ancak sonrasında aralarında alacak/verecek meselesi olduğu bilinen eski ortağı Emrah İmamoğlu’nu köye davet etti.

Hatta Görmen, İmamoğlu’ndan yanında bira getirmesini istedi.

Görmen’in kısa süre önce işletmesini devraldığı kahvehanesindeki görüşmenin ilerleyen saatlerinde, iki eski ortak arasında geçmişten kalan borç/alacak meselesi sebebiyle tartışma başladı.

Tartışma büyüdü. Bu sırada Görmen, yanında taşıdığı tabanca ile İmamoğlu’na ateş etti. Görmen’in silahından çıkan mermi, İmamoğlu’nun sağ dizine isabet etti.

İmamoğlu için önce hayati tehlikesi bulunmadığı gerekçesiyle basit yaralamalı olay değerlendirmesi yapıldı. Ancak sonrasında, kurşunun damara isabet ettiğinin anlaşılması sonrasında İmamoğlu, hayati tehlike kaydıyla Edremit Devlet Hastanesi’ne kaldırıldı.

Gerçekleştirilen ameliyat sonrasında sağlık durumu düzelen İmamoğlu, yoğun bakımdan alınarak hastanedeki ortopedi servisinde tedaviye alındı.

Bu arada, İmamoğlu’nun eski ortağı Görmen, silahlı yaralamanın faili olduğu iddiasıyla aranmaya başlandı. Görmen, halen firarda.

İmamoğlu, hastanede tedavi edilirken, 5 Ekim akşamı ikinci saldırının hedefi oldu. Akşam saatlerinde İmamoğlu’nun odasına giren bir kişi, elindeki silahla yatağında yatan İmamoğlu’na üç el ateş etti.

Mermilerden ikisi İmamoğlu’na isabet etti. Önce hayati tehlikesi olmadığı belirtilen İmamoğlu, durumunun kötüleşmesiyle birlikte Balıkesir’deki devlet hastanesine sevk edildi.

Burada yapılan tıbbi müdahale yeterli olmadı ve İmamoğlu yaşamını yitirdi.

Saldırının ardından kısa süre sonra “tetikçi” polise teslim oldu.

Zanlının Efe Acar adında 22 yaşında Edremitli genç olduğu anlaşıldı. Savcılıkça tutuklanan Acar, İmamoğlu’na ateş etme gerekçesi olarak “ailesi hakkında konuştuğu” iddiasında bulundu.

İki olayın arka arkaya yaşanması sonrasında başlatılan savcılık soruşturmasında zanlı Tugay Görmen hakkında yakalama kararı çıkartıldı.

Savcılık aynı çerçevede, Tugay Görmen’in ağabeyi Halil Görmen hakkında da “tasarlayarak adam öldürmek” iddiasıyla yakalama kararı verildi.

Halil Görmen, hakkındaki iddia kapsamında tutuklandı.

Ağabey Görmen, kısa süre öncesine kadar MHP’nin Edremit İlçe Başkanı olarak görev yaptı.

Halil Görmen

Bu arada soruşturmada tutuklu şüpheli sadece Halil Görmen değil. Tetikçi Efe Acar’a, İmamoğlu’nun devlet hastanesindeki odasının numarasını verdiği iddiasıyla bölgenin önemli turistik tesisinin sahibi de tutuklandı.

Polis, şimdi firari Tugay Görmen’in peşinde.

AKP MYK’de polis merkezlerinden şikâyet var!

Ülke genelinde bir süredir kadınlara ve çocuklara yönelik şiddet olaylarının yarattığı infial ortamında son olarak İstanbul’da Semih Çelik’in, İkbal Uzuner ve Ayşenur Halil’i katletmesi, Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın yönettiği MYK’nin de konusuydu.

Semih Çelik (solda), İkbal Uzuner (ortada), Ayşegül Halil (sağda)

MYK üyeleri, İstanbul’daki son olayda polisin de ihmalinin bulunduğunu bizzat Erdoğan’a iletti.

MYK üyesi olmamasına karşın Adalet Bakanı Yılmaz Tunç toplantıya katılırken İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın olmaması dikkati çekti.

Toplantıda bazı MYK üyeleri, İstanbul’daki olayın ardından İstanbul İl Teşkilatı ile birlikte yaşamlarını yitiren Uzuner ve Halil’in ailesine yaptıkları ziyaretlerde edindikleri bilgileri paylaştı.

Aldığım bilgiye göre, MYK üyeleri, ailelerin anlattığı şekliyle, “Çok sefer polise gittik. Çelik’e yönelik önlem alınmasını istedik. Yardım istedik. Tutanak tutmadılar, bizi şerbetleyip gönderdiler” değerlendirmesini aktardı.

Söz konusu tespitler sonrasında Cumhurbaşkanı Erdoğan, Yerlikaya’yı arayıp eskinin deyimiyle karakol olarak bilinen günümüzde polis merkezi adıyla faaliyet gösteren polis birimleriyle ilgili sunum hazırlayıp MYK’ye anlatması talimatını verdi.

Aynı MYK’yle ilgili dikkat çekici bir bilgiye daha ulaştım.

Büyüteç’te daha önce Adalet Bakanı Yılmaz Tunç ile İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya arasında “soğukluk” yaşandığını aktardım, hatırlayacağınız üzere.

Hafta başındaki MYK’de Tunç’un önce Narin Güran’ın öldürülmesiyle ilgili Diyarbakır’da yapılan basın açıklamasında Yerlikaya’nın tutumunu aktardığı, sonrasında sözü İstanbul’daki katliama getirdiği ve Yerlikaya’nın gıyabında “Topu bize atmaya çalışıyor ama topun büyüğü onlarda” diyerek polisiye önlemlerin alınmasında yaşanan sıkıntıları dile getirdiği kaynaklarca ifade edildi.

Aslına bakarsanız, sorun ne İçişleri Bakanlığı’nda ne de Adalet Bakanlığı’nda doğrudan doğruya.

İktidarın yıllar içindeki toplum ve birey üzerindeki politikalarının ve kamu personelinin devlet ve yurttaş yerine siyasetin emrine girmesinin doğurduğu sonuç bu maalesef.

Vali Bey’in dikkat çeken özgeçmişi

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın onayladığı valiler kararnamesinde Karaman Valisi olarak atanan Mehmet Fatih Çiçekli, valiliğin resmi internet sitesindeki ilginç bir özgeçmiş paylaştı.

Bakan Yerlikaya ile birlikte İstanbul Vali Yardımcısı olarak görev yapan Çiçekli, yeni kabinede İçişleri Bakanı olmasıyla beraber Yerlikaya ile Ankara’ya taşındı.

Önce İçişleri Bakanı Özel Kalem Müdürü, akabinde de Bakanlık Genel Sekreteri’ydi.

Vali Çiçekli, 15 Temmuz sırasında da Sakarya’da vali yardımcısıydı. Dönemin Sakarya Valisi ise, merhum Hüseyin Avni Coş’tu.

Çiçekli, Karaman’a atanmasıyla birlikte pek benzeri görülmeyen bir özgeçmişi yayımladı.

Mehmet Fatih Çiçekli

15 Temmuz sırasındaki çalışmalarını detaylı biçimde paylaşan Vali Çiçekli’nin özgeçmişinin ilgili bölümünü olduğu şekliyle alıntıladım:

“15 Temmuz hain darbe girişimi sırasında Sakarya Vali Yardımcısı olan Vali Mehmet Fatih Çiçekli; o gece “Sakarya Valiliğindeki durum nedir?” düşüncesi ile geldiği valiliğin darbeci hainler tarafından henüz işgal edilmiş olduğunu ve valiliğin şehrin dışında olması nedeniyle halk tarafından bu durumun bilinmediğini fark edince, vaziyetin en kısa ve en etkili yoldan halka duyurulması ve halkın topyekûn desteği ile valiliğin kurtarılabilmesi için il müftüsüne tüm camilerden merkezi anons sistemi ile halkın valiliğe çağrılması talimatını vermiştir.

Bu emre direnen il müftüsüne karşı vali yetkisini kullanmak zorunda kalmış, hatta anons metnini dahi ‘Vatan için, millet için, devlet için, demokrasi için tüm halkımızı Valilik ve Emniyet’e çağırıyoruz’ şeklinde bizzat kendisi yazdırmıştır. 

Anonslara icabet ederek valilik etrafına toplanan binlerce Sakaryalı ile halkın üzerine rastgele ateş açılmasına ve 16 kişinin ilk anda yaralanmasına rağmen Sakarya Valiliği’nin kahraman Sakarya halkıyla saat 01:00 sularında kurtarılmasına öncülük etmiştir.”

Vali Çiçekli’nin böylesi bir özgeçmişle “kendini izah etmeye çalışmasının” elbette kendine göre bir anlamı olmalı.

Yoksa, 15 Temmuz gecesinde, halen İçişleri Bakan Yardımcılıklarını yürüten Münir Karaloğlu’nun Antalya Valisi, Mehmet Aktaş’ın da Karabük Valisi olarak görev yaptığı döneme mi atıfta bulunuyor acaba?

                                                                 /././

Sporcular neden Maliye’nin radarına girdi?-Murat Batı-

Sporcular, 1 Kasım 2019 sonrası yapılan sözleşmelerden kaynaklı aldıkları ücretleri beyan etmeleri gerektiğini bilmiyor olabilirler. O nedenle Şimşek’in radarına girmiş olabilirler

Kayıt dışılıkla mücadele kapsamında birçok sektör ve saha irdelenmeye başlandı. Önceki gün Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in yaptığı açıklama ile bu kez sporcuların vergi kaçırdığını ve bunların mercek altına alındığını öğrendik.

Hazine ve Maliye Bakanlığı risk analizi kapsamında yaptığı araştırmada 400 sporcunun son 3 yılda yaklaşık 5 milyar TL gelirini beyan dışı bıraktığı ve 100 sporcunun da beyan etmesine karşın sıfır gelir gösterdiği görülmektedir[1]. Bu sayının daha da artma ihtimali var bu arada. Çünkü Maliye, sadece bin 900 sporcuyu incelemiş, inceleme sayıyı artarsa radara takılacak sporcu sayısının da artacağı muhtemeldir.

Futbol, voleybol ve basketbolculardan oluşan bu grup izaha davet edilecek. Yani 213 sayılı Vergi Usul Kanunu m.370 uyarınca bu kişilerden neden beyan etmediklerini ya da neden eksik beyan ettiklerini vs. izah etmeleri istenecek. Vergi idaresini ikna ederlerse sorun yok ama ikna edemezlerse minik bir sorun oluşacak.

Gelin sporcuların bu kadraja nasıl girdiğini ve bu minik sorunu birlikte anlamaya çalışalım.

Sporcuların aldıkları paralar “ücret” sayılır

Sporcuların aldıkları paralar ücrettir. Yani sporcuların aldıkları paralar Gelir Vergisi Kanunu m.61 uyarınca ücret olarak değerlendirilecektir. Daha basit bir ifadeyle maaşlı çalışan kişiler gibi ücretli olarak değerlendirilecektir.

Tıpkı ücretli çalışanlar gibi sporculara verilen paralardan -ücret sayıldığından- stopaj yapılacaktır. Ancak normal ücretlilerden yapılan stopaj, gelir vergisinin artan oranlı tarifesine (dilim usulü) tabi tutulurken sporculardan tek ve sabit bir oranla stopaj yapılmaktadır. Bu oran, sporcunun bulunduğu lige göre değişiklik göstermektedir.

Buna göre 1 Ocak 2020 tarihinden itibaren sporculara yapılan ücret ve ücret sayılan ödemelerden;

a) Lig usulüne tabi spor dallarında;

  1. En üst ligdekiler için yüzde 20,
  2. En üst altı ligdekiler için yüzde 10,
  3. Diğer liglerdekiler için yüzde 5,

b) Lig usulüne tabi olmayan spor dallarındaki sporculara yapılan ödemeler ile milli sporculara uluslararası müsabakalara katılmaları karşılığında yapılan ödemelerden yüzde 5, oranında gelir vergisi stopajı yapılacaktır. Bu oranlar ve uygulanma süresi -bir değişiklik olmadığı sürece- GVK Geçici m.72 uyarınca  31.12.2028’e kadar sürecektir.

 Buraya kadar bir sorun yok gibi ancak 1 Kasım 2019 tarihi önem arz etmektedir.

Şöyle ki…

1 Kasım 2019 öncesi

 Sporculara verilen ödemeler stopaja tabidir. 1 Kasım 2019 tarihinden önce akdedilerek geçerlilik kazanan ve yine bu tarihten sonra süre uzatımı veya ücreti etkileyen bir değişiklik yapılmayan sözleşmeler sona erinceye kadar, bu sözleşmeler kapsamında elde edilen ücret gelirlerinin tutarı ne kadar olursa olsun beyanname verilmeyecek ve diğer gelirler dolayısıyla beyanname verilmesi halinde de bu gelirler beyannameye dahil edilmeyecektir. Yani stopaj nihai vergisi olacak ve stopaj oranı ise yüzde 15 olacaktır.

Örneğin en üst ligde faaliyet gösteren B Spor Kulübünde oynayan futbolcu Mustafa, 1 Ağustos 2018 tarihinde 3 yıllık sözleşme imzalamıştır. Böylece B Spor Kulübü futbolcu Mustafa’ya sözleşme süresinin sonuna kadar yapacağı ödemelerden -1 Kasım 2019 öncesi sözleşmeyi yaptığı için- yüzde 15 stopaj yapacak ve futbolcu Mustafa bunu ayrıca beyan etmeyecektir.

1 Kasım 2019 sonrası

1 Kasım 2019 tarihinden sonra akdedilerek geçerlilik kazanan veya 1 Kasım 2019 tarihinden önce imzalanmakla birlikte bu tarihten sonra (süre uzatımı veya ücreti etkileyen değişiklikler gibi nedenlerle) yenilenen sporcu sözleşmelerine istinaden elde edilen ücret gelirleri toplamı o yılın GVK m.103’ün son dilimini aşarsa sporcu tarafından ayrıca yıllık beyanname ile de beyan edilmesi gerekmektedir. Ayrıca en üst lig için yapılacak sözleşmelerden kesilecek stopaj oranı yüzde 15 değil yüzde 20 olacaktır.

İlaveten sporcu sözleşmesi olmadan çalışan sporcular tarafından elde edilen ücret gelirleri toplamının GVK m.103/son diliminde yer alan tutarı (2020 yılı için 600 bin lira, 2021 yılı için 650 bin lira, 2022 yılı için 880 bin lira, 2023 yılı için 1 milyon 900 bin lira, 2024 yılı için ise 3 milyon lira) aşması halinde, bu gelirler her koşulda yıllık gelir vergisi beyannamesi ile beyan edilecektir.

Şimşek’in bahsettiği husus tam da burasıdır. Sporcuların son üç yılları dikkate alınmış ve elde edilen gelirleri ilgili yıldaki GVK m.103/son dilimi aşıyorsa (2021 yılı için 650 bin lira, 2022 yılı için 880 bin lira ve 2023 yılı için ise 1 milyon 900 bin lira) ayrıca yıllık beyanname verilmesi gerekmektedir. 2024 yılında elde edilen ücret toplamı da 3 milyon lirayı aşıyorsa 2025 Mart ayının sonuna kadar yıllık beyanname verilmesi gerekmektedir.

Örneğin en üst ligde faaliyet gösteren F Spor Kulübünde oynayan Futbolcu Sertuğ, 20 Ocak 2021 tarihinde 4 yıllık sözleşme imzalamıştır. F Spor Kulübü 2023 yılında sözleşme gereği futbolcu Sertuğ’a 5 milyon lira ödeme yapmıştır. F Spor Kulübü bu tutar üzerinden -sözleşme 1 Kasım 2019 tarihinden sonra yapıldığı için- GVK Geçici m.72 uyarınca yüzde 20 stopaj yapmış ve bunu vergi dairesine yatırmıştır. Futbolcu Sertuğ’un elde ettiği gelir tutarı 2023 yılındaki beyan sınırı olan -GVK m.103/son dilim- 1 milyon 900 bin lirayı aştığı için Futbolcu Sertuğ aldığı tüm parayı sonraki sene yani 2024 Mart ayının sonuna kadar vergi dairesine beyan edip hesaplanan vergiyi (yüzde 20 stopaj ödenme şartıyla hesaplanan bu tutardan düşülecek) Mart ve Temmuz’da iki eşit taksitte ödemesi gerekmektedir.

Şayet beyan etmezse o zaman şu an olduğu gibi Şimşek’in radarına takılacak idi.

Şöyle ki….

Şimşek’in radarına girme nedenleri

1 Kasım 2019 öncesi yapılan sözleşmelerde stopajın yapılması tek başına yeterliydi sporcu ayrıca tutar ne kadar olursa olsun yıllık beyanname vermemekteydi. Bu bir alışkanlık olmuş olabilir ve 1 Kasım 2019 sonrası yapılan sözleşmelerden kaynaklı aldıkları ücretleri beyan etmeleri gerektiğini bilmiyor olabilirler. O nedenle Şimşek’in radarına girmiş olabilirler.

İkinci husus ise sporcular ile kulüplerin yaptıkları sözleşmeler genellikle net ücret üzerinden yapılmaktadır. O nedenle tüm vergilerin kulüp tarafından ödendiğini ve dolayısıyla sporcuların kendilerinin de beyanname vermek zorunda olduklarını bilmemelerinden kaynaklı da olabilir.

Üçüncü husus, "amannn bize sıra gelene kadar" demişler de olabilir. Zaten kimse ölümü ve vergiyi kendine kondurmaz. Ama ikisi de kesindir. Yıllar önce Benjamin Franklin de ölüm ve vergiler dışında hiçbir şey kesin değildir demiştir.

Dördüncü husus ise sporcu ile kulüp arasında yapılan sözleşmelere bazen çıkabilecek tüm ekstra vergilerin kulüp tarafından ödeneceği şeklinde bir hüküm konulmaktadır. Ancak VUK m.8 uyarınca kişiler arasında yapılacak özel sözleşmelerin vergi idaresini bağlamayacağı net şekilde belirtilmiştir. Bu nedenle sporcu bu ekstra çıkan verginin de kulüp tarafından ödeneceğini sandığından kendisi ayrıca beyan vermeyebilmektedir.

Son husus ise özellikle sponsorluk kapsamında ödenen bazı tutarların kapsam dışı olduğunu sanmaları dolayısıyla beyan etmek zorunda olmadıklarını düşünüyor olabilirler. Ancak sponsorluk ödemeleri de nevi şahsına özellikleri uyarınca farklı vergi kanunlarının kapsamına gireceğinden bu yönüyle de Şimşek’in radarına girmiş olabilirler.

Özetle kanunu bilmemek mazeret sayılmaz ama beyanname vermek zorunda olup da vermeyenler ile beyannameyi vermiş ama gelirini düşük göstermişler ya da hiç göstermemişler hakkında vergi idaresi bu gelir üzerinden verginin aslı, vergi cezası ve gecikme faizi alacaktır. Bu durum kendilerine bir ceza ihbarnamesi ile tebliğ edilecektir. Buna hazırlıklı olmalarında fayda var…


[1] Recep Çetin; Vergi Ödemeyen Sporcular İçin Maliyeden “Var” İncelemesi (https://www.ekonomim.com/kose-yazisi/vergi-odemeyen-sporcular-icin-maliyeden-var-incelemesi/772520)

                                                                              /././

Gizli kamu borçları (I): Nasıl gizlenirler?-Binhan Elif Yılmaz-

Hem bilgi paylaşımı hem de sözleşme hükümlerinin açık olmasıyla mali riskleri hesaba katmak, borçlu açısından beklenen kayıpları hesaplamak ve bütçe ödeneklerini hazır tutmak borç yönetiminin kolaylaşmasına katkı sağlayacaktır.

Devletlerin borçları görünenden daha fazla olabilir mi? Yoksa bir kısmı gizli borç mu? Kamu borçları neden ve nasıl gizlenirler? Gizli kamu borçlarının büyüklüğünü ölçmek mümkün mü? Kamu borçlarını en çok gizleyen ülke hangisi? Gizliliğin ortadan kalkması için uluslararası düzeyde neler yapılabilir? Gizli borçların potansiyel ekonomik krizlere yol açmasını önlemek için hangi tedbirler alınmalı?

Tüm bu soruların cevaplarını aradığım bir yazı dizisi hazırladım. Bugün ilkini okuyacaksınız...

Son küresel kriz ve pandemi krizinin etkisiyle ülkelerin kamu borçları düzeyi, neredeyse dünya hasılasına eşitlenmiş durumda. Üstelik kamu borçları yeniden finansman ihtiyacı doğuruyor, borç geri ödemelerinin yeni borçlanmalarla finansmanı gerekiyor.

Ama kriz dönemlerinde gevşeyen para politikalarının ardından karşılaşılan yüksek enflasyonla mücadele edilirken, Fed, ECB başta olmak üzere büyük merkez bankalarının para politikalarını sıkılaştırmalarıyla gelişmekte olan yüzlerce ülkenin borçlanma maliyetleri artmaya başladı. Bu ülkeler yüksek faiz vb. maliyetlere katlanırken, bazı borçlanma araçlarını kamuoyuyla ve uluslararası kuruluşların veri akışına bildirmeden gizli borçlanmaya gittiler.

O nedenle her yeni finansman adımının bir kısmında ve finansmanın maliyetini arttıracak şekilde gizli borçlar da yer almaya başladı. Kamu borçları sorunu pandemi ile birlikte daha da büyürken, bir sonraki başlayan sorunun da gizli kamu borçları olduğu ortaya çıkmış oldu.

Gizli kamu borcu, bir hükümetin geri ödemekle sorumlu olduğu ancak vatandaşlarına veya diğer alacaklılara açıklanmayan borçlanmadır. Bu tür borçlar doğası gereği genellikle resmi hükümet bilançosundan uzak tutulan borçlardır (Bkz. Ashcroft, A., Vasquez, K. & Weeks-Brown, R. (2024). Hidden Debt Hurts Economies, Better Disclosure Laws Can Help Ease the Pain. IMF Blog (https://www.imf.org/en/Blogs/Articles/2024/04/02/Hidden-Debt-Hurts-Economies-Better-Disclosure-Laws-Can-Help-Ease-the-Pain).

Kamu borçları nasıl gizlenir ve gizli borç haline gelir?

  1. Kamu borçları, Dünya Bankası Borçlu Bildirim Sistemi gibi uluslararası kuruluşların istatistiklerine bildirilmez, eksik bildirilir ya da raporlanmazsa gizlenmiş olurlar.
  2. Borç sözleşmelerinin madde ve hükümleri, verilen taahhütler ya da garantiler yasal mevzuata göre kamu raporlarında açık hale getirilmezse de kamu borçları yine gizlenmiş olurlar.
  3. Kamu borçlarının dar tanımlanmasıyla çoğu kamu borcu gizlenir. O nedenle kamu kesiminin mali yapısını bir bütün olarak ele almak gerek. Kamu kesimi her ülkede merkezi yönetim, yerel yönetim, sosyal güvenlik kurumu, devlet işletmeleri gibi pek çok birime ayrılır. Bu birimlerin birbirlerine olan borçları, vade uzatarak veya silinerek ya da görev zararları menkul kıymetleştirilerek de gizlenir.

Özellikle ekonomik krizlerde artan nakit dışı iç borç stoku, gizli borçların en önemli şekillerindendir. Bu gizli borçlar, özel kanunlar kapsamında ihraç edilen ve karşılığında hazineye nakit olanağı tanımayan ikraz tahvilleri, kur farkları karşılığı ya da görev zararları karşılığı ihraç edilen devlet iç borçlanma senetlerinin ihracı ile artar.  

  1. Kamu borcunun ilk görünümü anapara olsa da alacaklılara tanınan faiz gibi haklar var. Kamu borcu hesaplanırken bu borçlanma araçlarının piyasa fiyatı ya da işlemiş faizli değeri gibi farklı büyüklükler söz konusu olur. Bir kısım gizlilik de buradan doğar.
  2. Kamu borçları, koşullu yükümlülükler yoluyla da gizlenir. Bu yükümlülükler, gerçekleşme zamanı ve miktarı kamunun kontrolü dışında bulunan ve gerçekleşmesi gelecekte belirli bir olayın meydana gelmesine bağlı olan yükümlülüklerdir. Koşullu yükümlülükler, mevzuat veya sözleşme gibi hukukî niteliği olan bir metnin ya da açık politika beyanının kamuyu doğrudan yükümlü kılan ifadeler içermesi halinde “açık koşullu yükümlülük”, kamuyu yükümlü kılan herhangi bir belge bulunmamasına rağmen kamunun sosyal, politik ve ekonomik sorumluluklarından kaynaklanan yükümlülükler olması halinde ise “örtük koşullu yükümlülük” olarak tanımlanır. (Bkz. HMB, Kamu Borç Yönetimi Raporu)

Koşullu yükümlülüklerde ödemenin gerekip gerekmemesi konusunda belirsizlik olmakla beraber, ortaya çıkabilecek “olay”lara bağlı olarak ödeme yükümlülüğü doğar. O nedenle başta borç olarak kabul edilmezken, ne zaman olacağı belli olmayan “olay” gerçekleştiğinde borç olduğu anlaşılmış olur.

Koşullu yükümlülüklerin bir kısmı hazine garantileri, bir kısmı kamu kuruluşlarına verilen borçlar ve bir başka kısmı da KÖİ projeleri bağlamındaki borç üstlenim taahhütleridir.

KÖİ projelerine yönelik kamu garantileri ile özel sektör risk üstlenmezken, riske kamu sektörü ortak olur. Özel sektöre ihale edilen iş, ilk etapta devletin bütçesinden karşılanmadığı ve borçlar arasında yer almadığı için maliyet gizlenir, bütçe ve borç göstergeleri görünürde iyileşir. Siyasi karar alıcılar da köprü, otoyol gibi bu projelerin popülist yanını kullanmayı tercih eder.

Koşullu yükümlülüklerde asimetrik bilgi ve onunla ilintili ahlaki tehlike ve ters seçiş sorunlarına yol açar. O nedenle kamu borcunun gizliliğini sınırlayan yasal düzenlemeler yoksa, bu durum karar alıcılara geniş bir takdir yetkisi de sunar. Sözleşmeleri, milli güvenlik, devlet sırrı vb. nedenlerle “gizli” olarak etiketlemek ya da finansal zorlukla karşılaşan bir kuruluşu kurtarmak gibi.

Görüldüğü gibi gizli kamu borçları, borç sözleşmelerinin madde ve hükümlerindeki gizlilikten devlet yükümlülüklerinin diğer kamu ekonomik birimlerine devredilmesi ile ortaya çıkan yapıya ve açık ya da örtük koşullu yükümlülüklere kadar oldukça çeşitlidir. Tüm bunlar bilanço dışı ya da yarı mali işlem olarak kabul edildiklerinden resmî kurumların bilançolarında yer almayıp borçların hesaplanmasında dikkate alınmaz, ama zımni geri ödeme garantisi taşır.

Herhangi bir konuda gizlilik varsa, bilgi asimetrisi var, demektir. Doğru, gerçek gösterge ve rakamlarla yola çıkılmazsa, atılan politika adımları, çözüm yerine kaos yaratır.

Oysa şeffaflık, gizliliği ortadan kaldırır ve bilgi, simetrik yayılır. O nedenle hem bilgi paylaşımı hem de sözleşme hükümlerinin açık olmasıyla mali riskleri hesaba katmak, borçlu açısından beklenen kayıpları hesaplamak ve bütçe ödeneklerini hazır tutmak borç yönetiminin kolaylaşmasına katkı sağlayacaktır.

Ayrıca ekonomik gidişat iyi değilse gizli borçların maliyeti daha da büyük olur. Çünkü ne kadar gizli borç olduğunun ortaya çıkışı dolayısıyla kamu borcunun gerçek boyutu, kriz dönemlerinde anlaşılır.                     

                                                         /././

Türkiye’de erkek, 22 yılın sonunda resmen ‘üstün vatandaş’lık mertebesine oturtulmuştur -Tuğçe Tatari-

Türkiye için bu düzeyde bir seslilik hâli, tuhaf! Çok tuhaf! Kadın cinayetlerinin politik olduğunu düşünüp son günlerde ana akımda sürdürülmesine ‘izin verilen’ bu gündemlilik hâlinin rastlantıdan ibaret olduğunu düşünecek değiliz! Dün gelmedik Türkiye’ye!

Tüm Türkiye, ülkenin topyekûn kadınla olan meselesini, düşmanlığını, nefretini konuşuyor.
Sibel Can’a bile bu konuda mikrofon tutuluyor.
Bir yandan sokaklarda iki kadın yan yana gelecek diye ödleri kopuyor, üniversite eylemlerine göz açtırmıyorlar.
Diğer yandan ana akımın magazin ünlülerine durmaksızın aynı soru soruluyor: 

Kadın cinayetleri hakkında ne düşünüyorsun? 

Kendini güvende hissediyor musun?

Türkiye için bu düzeyde bir seslilik hâli, tuhaf!
Çok tuhaf!
Kadın cinayetlerinin politik olduğunu düşünüp son günlerde ana akımda sürdürülmesine ‘izin verilen’ bu gündemlilik hâlinin rastlantıdan ibaret olduğunu düşünecek değiliz!
Sonuçta iki dudağın arasından “bu konu kapansın” denmesine bağlı o soruların akıbeti, biliyoruz. Dün gelmedik Türkiye’ye!

Bir yandan (en azından şimdilik) emaresi bile olmayan ama sanki üçüncü dünya savaşına girmemiz an meselesiymiş gibi, İsrail-Türkiye konusu hükümetin daha doğrusu bizzat Cumhurbaşkanı’nın dilinde.

Diğer yandan Devlet Bahçeli emaresi bile olmayan (en azından şimdilik) bir barış sürecine kalkışmışlar havasında. Dışarısı yanarken -ki geçen ay yanmıyor muydu- içeride birlik olmaktan söz ediyor, Kürtlerle…

Bir sürü korku, bir sürü endişe pompalanıyor gibi ve ardından da ‘mecburi’ bir aradalık hâli gelecekmiş gibi…
Tuhaf evet.
Fazla tuhaf…

Bu ülkede kadın meselesine sahip çıkıp, kadın hareketine destek veren her kim varsa iktidara muhaliftir.
Çünkü kadınların itildiği bu değersizleştirme hâli, 22 yıllık AK Parti iktidarının bilerek ve isteyerek hayata geçirdiği eseridir.
Bile isteye yaratılan bu yozlaşmanın, çürümenin, erkek egemenliğin cehalet ve hamasetle yoğurulmuşluğunun da bir sonucudur bu.

Türkiye’de erkek, 22 yılın sonunda resmen de ‘üstün vatandaşlık’ mertebesine oturtulmuştur.
Kadın bu kast sisteminin en alt sıralarına konumlandırılmıştır.
Kadına yönelik işlenen suçlarda hep bir ‘ama’ ve ‘fakat’ aranır.
Failler için ‘iyi hâl’ en kolay ulaşılan mertebedir.
Saldırıya uğramış kadınlar için hemen sorarlar; “ne giymişti, içkili miydi, uygunsuz bir durum var mıydı?”
Kadın -öldürülse dahi- ilk önce kendisine saldıran erkek karşısında masumiyetini kanıtlamak zorundadır.
Tıpkı Âdem ve Havva’dan kalan, “Bu masum bu işe nasıl sürüklendi” diye, önce ona bakılan bir hâle getirildi ülke!

Neredeyse kadınlara recm cezası kapıda!
Her ne kadar kabul etmek zor olsa da bu yaşadıklarımız Türkiye’de değişen rejimin çekilen net bir fotoğrafıdır.
Demokrasi çoktan yok olup giderken, hiçbir söz konuşamayan ülkemizde şimdi tüm toplum tek bir ağızdan “bu ülkenin kadınlar için güvenli olmadığını, kadınların korkmakta ne kadar haklı olduğunu” konuşmaktadır.
Devletin tek bir yaptırıma dahi yeltenmediği ama korkunun, endişenin bol miktarda ‘serbestçe’ konuşulduğu, kandırmacalı bir ortam…

Hâlihazırda tüm şehirlerde sokaklara çıkan kadınlar iktidarı hedef alırken ana akımda magazin muhabirleri topu ünlü kadınlara atarak sormaktadır; kendini güvende hissediyor musun?

Bu yeni tutumdan haberi olmayan ve Türkiye’de ülkesini de tanıyarak yaşayan ana akım ünlüleri cevaplamakta zorlanır, çünkü bu yapılan resmen bir iktidar eleştirisi olacaktır.
Bunu yapmaya izinleri var mıdır ki?
Zaten verilen cevapların içeriksizliğinden de belli, henüz onlar da bu soruların karşılarına kadar gelebilmesine şaşkın!
Ve maalesef Türkiye gibi aşırı gerilemiş ülkelerde -Amerika’dan öğrenilmiş- politik olarak pompalanmak istenenin ünlü isimler üzerinden yapılması işi, hani artık alfabenin abc’si düzeyinde iyi bildiğimiz bir yöntem.

Neyse...
Sonuçta ölüyoruz, öldürülüyoruz.
Kapımızı tedirgin açıp kapatıyor…
Sadece karanlıkta da değil gündüz gözüyle dahi sokakta yürürken çevremizi kolluyoruz.
Çantamızda bize zaman kazandıracak alet, edevatla dolaşıyoruz.
Çoluğumuz çocuğumuza öz savunma yolları anlatıyoruz.
Sadece kadın olmak ayrı, bir de yaşamın getirdiği, ülkenin de keskinleştirdiği onlarca endişemiz daha var heybemizde!
Durumumuz vahim!
İmdat diyoruz.
Ama duyan var mı?
Duyan olacak mı?
Siyaseten elle tutulur, gözle görülür düzeltmelere gidilecek mi?
Yoksa bu konu magazin ünlülerinin “Çok korkuyoruz biz kadınlar olarak” demeçleri ile mi sınırlı bırakılacak?
Daha fazla korku daha da az yaptırım mı olacak?

Toplumun yüksek gerilim düzeyinde yaşadığını da göz önünde bulundurursak, son bir soru ile yazıyı bitirelim; daha fazla korkmak, korkutulmak, korkunun büyüklüğü kime ve neye yarayacak?

                                                      /././

                                                T24 - GÜNDEM

Prof. Salih Zoroğlu davasında çocuklar ifade verdi: "Annemin çıplak fotoğraflarını çekmemi istedi, 'Baban seni taciz etti diyeceksin' dedi.

Çocuk hastalarına ketamin isimli uyuşturucu ilaçtan verip manipüle ederek ailelerinin cinsel istismarına uğradıklarına inandırdığı ve suç uydurduğu iddiasıyla yüzlerce yıl hapsi istenen Prof. Dr. Süleyman Salih Zoroğlu, bir kez daha hakim karşısına çıktı. Çocukların da ifade verdiği duruşmada, mağdur çocuklardan D.A., "‘Baban seni taciz etti diyeceksin’ dedi. Beni dinlemiyordu, ilaç veriyordu. Bir keresinde meyve suyuma ilaç kattı. Pipetle toz ilaç çektiriyordu. Üşüyordum, ışıkları kapatıyordu. Ne dediğimi bilemiyordum, kendimi hissedemiyordum" dedi.

Duruşma, Bakırköy 21. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Duruşmaya, tutuklu Süleyman Salih Zoroğlu ve tutuksuz yargılanan eşi Özgül Zoroğlu katıldı. 10haber'in aktardığı habere göre davanın son duruşmasını, önceki duruşmalara göre çok az basın mensubu takip etti.

Adli Görüşme Odası’ndan bağlanan ve sosyal hizmet uzmanı eşliğinde beyanda bulunan mağdur çocuk D.A. şunları anlattı:

“İlk önce Süleyman, İnci, Ahmet, Zeynep. Hepsinden şikayetçiyim. Anneannemin yakın arkadaşı varmış. O söyledi bize Süleyman’ı. Gittiğimizde o beni annemle babamla tehdit etti. Bana baskı yaptı ‘Baban seni taciz etti diyeceksin’ dedi. Beni dinlemiyordu, ilaç veriyordu. Bir keresinde meyve suyuma ilaç kattı. Pipetle toz ilaç çektiriyordu. Üşüyordum, ışıkları kapatıyordu. Ne dediğimi bilemiyordum, kendimi hissedemiyordum.

Beni mecbur etti ve ben babama suç attım onun yüzünden. Ben böyle bir şey yapmak istemiyordum. Annemden, babamdan beni ayıracağını söyledi, mecbur yaptım. Şu an çok pişmanım. Bana ilaçlar verdi, annemden saklamamı istedi. ‘Sen 16 yaşına geldiğinde seni annenden alıp bir ülkeye götüreceğim’ dedi.

"Annemin çıplak fotoğraflarını çekmemi istedi"

Çok korkmuştum beni annemden babamdan ayıracak diye. Ben mecbur kaldım babama suç atmaya. Benim arada yiyeceğime, içeceğime ilaç katıyordu. Bir gaz varmış, onu verecekmiş, annemin ve babamın yemeğine katacakmışım.

Anneme, babama şiddet uygulamamı istedi. Annemin çıplak fotoğrafını çekmemi istedi. Bana Salih Zoroğlu iğne yaptı. Hatta iğneden korktuğumu söylemiştim. Onların yüzünden okulda hafızam gidiyor, sanki silinmiş gibi oluyor. Hiç kimseyi hatırlamıyorum. Diyemedim, anneme de söyleyemedim, beni kurtar diyemedim. İlaçlardan hiçbir şeyi hatırlayamıyorum.”

Zoroğlu'nun eşi, "Bu dava tamamen insanlık sorgulaması" dedi

Bu noktada Özgül Zoroğlu “Bu dava tamamen insanlık sorgulaması. Biz başka bir çocuk için kendisini vakfetmekle suçlanıyoruz ve mahkeme bizi bununla yargılıyor” dedi.

Salih Zorluoğlu, ev hapsine alınmasını talep etti

Tutuklu sanık Süleyman Salih Zoroğlu ise ketaminin çok faydalı bir ilaç olduğunu ileri sürerek “Kendi babamda, eşimde, çocuğumda, kedimde kullandım. Ben yaşı başı ileri insanım. Kalp hastalığım var, şeker hastalığım var. Çok ciddi zorluk yaşıyorum. Ev hapsine alınmamı tahliye ediyorum” diye savunma yaptı.

Ara kararını açıklayan mahkeme, Süleyman Salih Zoroğlu’nun tutukluluk halinin devamına hükmetti. Duruşma, eksikliklerin giderilmesi için ertelendi.

Psikiyatrist Salih Zoroğlu'nun savunması: Ketamin mucize bir ilaçtır; ben torbacı değil profesörüm

Süleyman Zoroğlu hakkında iddianame hazırlandı

(T-24)


Öne Çıkan Yayın

"Gündem" -21 Haziran 2025-

Ankara'da lityum fabrikasında gaz sızıntısı: 2 işçi öldü, 3 işçi yaralandı!-Birgün- Ankara'nın Polatlı ilçesinde bir fabrikada boru ...