Birgün "KÖŞEBAŞI" -14 Ekim 2024 -

 

Sendikal hak ihlalleri artıyor: Baraj, hile ve yasak!-Aziz Çelik-

Türkiye’nin sendikalaşma gerçeği budur. Sendikalaşmanın daha çok siyasi ve kamusal saiklerle gerçekleştiği kamu görevlileri ve kamu işçileri bir yana, özel sektörde sendikalaşma diplerdedir. Anayasal haklarını kullanarak sendikalaşan işçiler, işverenler tarafından keyfi olarak işten çıkarılmaktadır. Diğer bir ifadeyle işverenler anayasal bir hakkı para karşılığı satın alabilmektedir.

Türkiye yeniden yapay bir Anayasa tartışması içine çekilmek istenirken mevcut Anayasanın uygulanmadığını sık sık hatırlatmak gerekiyor. Anayasa Mahkemesi (AYM), DİSK üyesi Birleşik Metal-İş sendikasının başvurusu üzerine bir kez daha sendikal hak ihlali kararı verdi. AYM sendikal haklara erişim konusunda yapısal sorunlar olduğunu ve hukuki düzenleme yapılması gerektiğini belirtti. Bu yazımda AYM’nin bu yeni kararı ile bir kez daha gündeme gelen sendikal hak ihlallerini ele alacağım.

SENDİKAL HAKLAR SÜRÜNÜYOR!

Önce sendikalaşma düzeyine bakalım. Temmuz 2024 itibariyle 17 milyona yakın sigortalı işçinin sadece 2,5 milyonu sendika üyesidir. Resmi sendikalaşma oranı yüzde 14,2’dir. Ancak bu oran yanıltıcıdır. Sigortasız işçiler de dikkate alındığında işçilerin sendikalaşma oranı düşmektedir. Ancak asıl önemli olan özel sektördeki sendikalaşma oranıdır. Kamu işçilerinin yüzde 78’den fazlası sendika üyesi iken özel sektörde bu oran on kat daha düşüktür. Özel sektörde resmi sendikalaşma oranı sadece yüzde 7 (yedi) civarındadır. Kamu sektörü ile özel sektör arasında devasa bir sendikalaşma farkı vardır.

Sendika üyesi olup toplu iş sözleşmesi kapsamında olan işçi sayısı 1,8 milyon civarındadır. Diğer bir ifadeyle 17 milyona yakın sigortalı işçinin yüzde 10,8’i toplu iş sözleşmesi kapsamındadır. Ancak bu oran da yanıltıcıdır.

Sendika üyesi olan 2,5 milyon işçinin 670 bini toplu iş sözleşmesinden yoksundur. 670 bin işçi sendika üyesi olduğu halde toplu iş sözleşmesinden yararlanamıyor. Bu işçilerin neredeyse tamamı özel sektördedir. Dolayısıyla özel sektörde toplu iş sözleşme kapsamındaki işçi sayısı 600- 700 bin civarında kalmaktadır. Bir diğer ifadeyle özel sektörde toplu iş sözleşmesi kapsamındaki işçi oranı yüzde 4,2 seviyesine kadar gerilemektedir.

Görüldüğü gibi özel sektörde sigortalı işçiler arasında sendikalaşma oranı yüzde 7 civarında iken toplu iş sözleşmesi kapsamı yüzde 4-4,5 arasındadır. Ancak sigortasız çalışan işçilerin tamamı özel sektörde çalıştığı için toplam özel sektör işçi sayısı 17,9 milyona yükselmektedir. Bu işçilerinin yaklaşık 600-700 bini toplu iş sözleşmesi kapsamında sendika üyesi iken geri kalanı sendikalı ve toplu iş sözleşmesi kapsamında değildir. Böylece özel sektördeki toplam 17,9 milyon işçinin toplu iş sözleşmesi kapsamımda olanların oranı yüzde 4’ün altına gerilemektedir.

Türkiye’nin sendikalaşma gerçeği budur. Sendikalaşmanın daha çok siyasi ve kamusal saiklerle gerçekleştiği kamu görevlileri ve kamu işçileri bir yana (ki burada da ciddi sendikal ayrımcılık sorunları var) özel sektörde sendikalaşma ve toplu iş sözleşmesi kapsamı diplerdedir.

Sendikalaşma ve toplu pazarlık kapsamında olanların kamuda oldukça yüksek özel sektörde ise inanılmaz düşük olmasının ciddi yapısal nedenleri vardır. Kamu sektöründe kamu işvereninin sendikalaşma konusunda yasalara daha fazla riayet etmesi ve özel sektörde olduğu gibi kâr saikinin esas olmaması nedeniyle sendikalaşma daha kolay olmaktadır. Ancak kamu sektöründe de idare/siyasi iktidar kendine yakın sendikaları koruyup kolluyor. Bu durum kamuda güdümlü sendikacılığının yoğunlaşmasına ve haksız sendikal rekabete yol açıyor. Son günlerde aynı konfederasyon içinde bile bunun örneklerine rastlanıyor.

SENDİKASIZLAŞTIRMA HİLELERİ

Özel sektörde sendikalaşmanın ve toplu pazarlık kapsamının düşük olmasının sebebi anti-sendikal yasal düzenlemeler ve uygulamalardan, yapısal sorunlardan kaynaklanıyor. Bunlar sendikal barajlar, sendikalaşan işçilerin keyfi işten çıkarılması ve sendikalaşmayı ortadan kaldıran hileli yetki sistemidir.

Sendikal baraj istemi sendikalaşan işçilerin toplu iş sözleşmesine erişimi engellemektedir. Yüzde 1 işkolu barajı ciddi bir sendikalaşma engeline dönüşüyor. Yüzde 1 barajını aşan sendikaların Bakanlık tarafından tespitinde keyfiliklere rastlanıyor. Bazı sendikalar 0,99 oranı ile baraj altında bırakılırken bazı sendikaların yüzde 1,01 gibi bıçak sırtı oranlarla barajı geçtiği görülmektedir. Bakanlık yetkili sendika tespit işini özensiz ve tarafgir uygulamaktadır. DİSK üyesi Devrimci Sağlık-İş’in 0,99 oran ile kıl payı baraj altında bırakılması bu keyfi ve tarafgir turumun son örneğidir.

Öte yandan anayasal haklarını kullanarak sendikalaşan işçiler işverenler tarafından keyfi olarak işten çıkarılmaktadır. Kâğıt üzerinde sendikal güvenceler söz konusu olsa da uygulamada işten çıkarılan işçilerin davaları çok uzun sürmekte ve davayı kazansalar dahi sadece tazminat söz konusu olmaktadır. Diğer bir ifadeyle işverenler anayasal bir hakkı para karşılığı satın alabilmektedir. Türkiye sendikalaşma hakkını ihlal eden işverenler için etkin ve caydırıcı yaptırımlar yoktur. Güvenlik güçleri hak arayan işçilerin üzerine sürülürken savcılar TCK 118’i (sendikal hak ihlallerine cezai yaptırım öngören madde) uygulamaktan imtina etmektedir.

Bütün bu engelleri aşıp sendikalaşabilen işçileri ise bu kez hileli bir yetki süreci beklemektedir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına başvurup olumlu TİS (toplu iş sözleşmesi) süreci için yetki tespiti alan sendikalar bu kez işverenlerin hileli itiraz süreçleri ile karşı kaşıya kalmaktadır. Öyle ki sendikalar ve işçiler bu antidemokratik ve hileli yetki süreci nedeniyle çayı geçip derede boğulmaktadır.

Yetki tespitlerine karşı açılan davalar toplu iş sözleşmesi sürecini durdurmaktadır. 6356 sayılı yasanın 43. maddesine göre “İtiraz, karar kesinleşinceye kadar yetki işlemlerini durdurur.” İşverenler neredeyse olumlu yetki tespitlerinin tümüne itiraz ediyor. Böylece sendikanın toplu iş sözleşmesi sürecini başlatması engelleniyor. İşverenler burada kazandığı süre ile işyerinde sendikasızlaştırmaya girişiyor. İşverenler yetki itirazlarında süre kazanmak için hileli yollara başvuruyor. Davaları yetkisiz mahkemelerde açıyor, evrakları mahkemelere zamanında vermiyor, sendikanın çoğunlukta olduğunu bile bile hile amacıyla dava açıyor.

Böylece işverenler kanuna karşı hileye başvurarak sendikalaşma ve toplu iş sözleşmesi hakkını ortadan kaldırıyor. Birleşik Metal-İş tarafından yapılan bir araştırmaya göre yetki tespit davaları ortalama 2 yıl 2 ay sürüyor. İşverenler davaların yüzde 40’ını yetkisiz mahkemelerde açıyor. Rapora göre davası sonuçlanan toplam 115 işyeri veya işletmeden 85’inde üye kaybı yaşandı. Davası sonuçlanan 115 işyerinin 71’inde toplu iş sözleşmesi imzalanamadı. Metal sektöründe yaşanan bu tablo yetki itirazlarının sendika ve toplu pazarlık hakkını ortadan kaldırdığını bir sendikasızlaştırma tekniği (union busting) haline geldiğini gösteriyor.

AYM: İHLAL VE YAPISAL SORUN VAR

Nitekim uzun süren yetki davalarının bir sendikal hak ihlali haline geldiği Anayasa Mahkemesi kararları ile de saptanmış durumda.

Anayasa Mahkemesi DİSK üyesi Nakliyat-İş tarafından yapılan başvuruda (2020/34550) 15/2/2024 tarihinde verdiği kararında yetli dava sürecinin sürüncemede bırakılmasının sendikanın ve işçilerin TİS kapsamında sendikal faaliyette bulunma olanağını ve sözleşmenin getirdiği sendikal haklara erişimini yargılama süreci boyunca imkânsız kıldığını ve bu nedenlerle Anayasa'nın 51. maddesinde güvence altına alınan sendika hakkının ihlal edildiği sonucuna ulaşmıştı.

AYM, anılan kararında yaptığı değerlendirmede; uygulamada yetki davalarının makul sürede sonuçlandırılmadığına, bu davalara ilişkin ihlal iddialarının yaygınlık arz ettiğine ve bu durumun yapısal soruna neden olduğuna dikkat çekmişti.

Bu kararın ardından DİSK üyesi Birleşik Metal-İş’in yapmış olduğu üç ayrı sendikal hak ihlali başvurusunu (2021/35528) inceleyen Anayasa Mahkemesi 18/7/2024 tarihli kararında yetki tespitine itiraz davalarının makul sürede sonuçlandırılmamasının kanundan kaynaklanan bir yapısal sorun olduğunu tespit ederek sendika hakkının ihlal edildiği sonucuna vardı. AYM kararında idari ve hukuki düzenleme yapılmasını gerektirecek nitelikte yapısal sorun tespit edildiğini vurguladı. AYM uzun süren yetki davalarının ve sendikal mevzuattaki yapısal sorunların sendikal hak ihlaline yol açtığına karar verdi. AYM çok açık bir biçimde sendikal mevzuatın yapısal sorunlarının altını çizerek idari ve hukuki düzenleme yapılması gerektiğine işaret etti.

Bilindiği gibi AYM önce Kristal-İş ardından da Birleşik Metal-İş’in başvurusu üzerine grev ertelemelerinin anayasaya aykırı olduğuna karar vermişti. AYM 6356 sayılı Kanundaki pek çok hükmün hak ihlaline yol açtığına karar vermiş bulunuyor. Şimdi TBMM’ye ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına düşen görev, AYM’nin sözünü ettiği hak ihlallerini ve yapısal sorunlarını gidermektir.

Yapılacak ilk iş basittir: 6356 sayılı yasanın 43. Maddesinde yer alan “İtiraz, karar kesinleşinceye kadar yetki işlemlerini durdurur” ifadesini “İtiraz, yetki işlemlerini durdurmaz” şeklinde değiştirmek. Böylece keyfi ve hileli itirazlar yoluyla işverenlerin sendikaların önünü kesmesi engellenmiş olur. Bu değişiklik hukukun genel ilkeleri açısından da zorunludur. Bir idari işlem, yürütmesi durdurulmadığı veya iptal edilmediği sürece uygulanır. Olumlu yetki tespiti bir idari işlemdir. İşverenlerin itirazı ile ortadan kaldırılması hukukun genel ilkelerine aykırıdır. İdari bir işlem aksi bir yargı kararı olmadıkça yürürlüktedir.

Diğer acil adım toplu iş sözleşmelerinin kapsamının genişletilmesi için 6356 sayılı yasada var olan ancak neredeyse hiç işletilmeyen teşmil (genişletme) mekanizmasının uygulanması ve toplu iş sözleşmeleri sendikasız işyerleri ve işçilere de uygulanmasıdır.

Bu acil ve hızla atılabilecek adımların ardından yetki tespitinde evraka dayalı, hantal sistemden vazgeçilerek referandum sistemine geçilmelidir. İşçinin iradesiyle kısa sürede yetki tespiti yapılmalıdır. Sendikalaşmayı engellemekten başka bir işe yaramayan işkolu barajı uygulamasından vazgeçilmelidir. AYM sendikal haklar ile ilgili çok sayıda ihlal kararı vererek yasama ve yürütmeye ne yapılması gerektiğini hatırlatıyor.

ÖNCE ANAYASA UYGULANSIN!

Hükümet gündem saptırmaya dönük yeni anayasa tartışmalarını bir yana bırakarak Anayasanın ve Anayasa Mahkemesi kararlarının uygulanmasını sağlamalıdır. Siyasi iktidar ömrünü uzatmak ve vatandaşın gerçek gündemi olan pahalılık ve yoksulluğu gözlerden uzak tutmak için ülkeyi yeni anayasa tartışmasına çekmek istiyor. Oysa siyasi iktidar ne AYM kararlarına uyuyor ne de mevcut anayasayı uyguluyor. Bizzat “yüksek memurlar” AYM kararlarına uyulmaması için seferber oluyor. AYM kararlarını Mecliste okutmayan Meclis Başkanı yeni Anayasadan dem vuruyor.

Mevcut Anayasada kritik değişiklikler bu siyasi iktidar döneminde yapıldı. Anayasayı neredeyse baştan aşağı değiştirdiler. Hatta ucube başkanlık rejimini bile Anayasaya soktular. Bu Anayasa ile ne yapamıyorlar? Vergi mi koyamıyorlar, karar mı alamıyorlar, istedikleri kanunu mu çıkaramıyorlar, istedikleri atamayı mı yapamıyorlar? Siyasa iktidarlarını engelleyen ne var bu Anayasa’da?

Anayasa ile siyasi iktidar her şeyi yapıyor. Dahası mevcut Anayasal düzen altında anayasanın işlerine gelmeyen hükümlerini yok sayıyorlar hiçe sayıyorlar. Örneğin Anayasa Mahkemesini fiilen kadük hale getiriyorlar. İşlerine gelen yetkileri sonuna kadar kullanıyorlar, işlerine gelen kurulları işletiyorlar ama işlerine gelmeyen hakları ihlal ediyor, işlerine gelmeyen kurulları işletmiyorlar.

Sanıldığı gibi yürürlükteki Anayasanın ihlali sadece kritik siyasi konularda olmuyor. Yukarıda anlattığım gibi, sosyal ve ekonomik haklar söz konusu olduğunda da Anayasayı devre dışı bırakıyorlar. AYM’nin sendikal hak ihlalleri ile ilgili kararlarını da yok sayılıyorlar, örneğin Anayasa ile güvence altına alınan sendikalaşma hakkının işverenler tarafından para ile satın alınmasına göz yumuyorlar. İşverenlerin sendikal hakları ihlal etmesine göz yumarken, hak arayan sendikaların ve işçilerin karşısına polis ve jandarma şiddeti ile çıkıyorlar.

Dolayısıyla önce mevcut Anayasanın uygulanması ve AYM kararlarına uyulması gerekiyor. Anayasa Mahkemesi bugüne kadar sayısız sendikal hak ihlali kararı verdi. Bu kararlar uygulanmadı ve uygulanması için adım atılmıyor. AKP iktidarı Türkiye’yi anayasasızlaştırdı, hukuk devletinin neredeyse bütün kurumlarını ortadan kaldırdı. Şimdi de yeni Anayasa teranesini ortaya sürüyor. Net olarak söyleyelim: Türkiye’nin acil ihtiyacı yeni bir yapay anayasa tartışması değil, önce mevcut Anayasanın ve Türkiyenin onayladığı uluslararası sözleşmelerin uygulanmasıdır.

                                                              /././

İç cephe, dış cephe ve CeHaPe -Berkant Gültekin-

Partisinin önemli bir yenilgi yaşadığı Mart 2024 yerel seçimlerinin ardından “yumuşama” dönemini başlatarak muhalefetin hızını kesen ve siyaseti soğutan Erdoğan, şimdi başta anayasa olmak üzere yeni hamleleri için taşları dizmeye başladı. Erdoğan, fırsatını bulduğu ilk an “CeHaPe”ye laf çarpmayı da ihmal etmedi. Ancak bu konuya gelmeden önce son günlerde yaşananları kısaca hatırlayalım.

Erdoğan’ın Çarşamba günkü grup konuşmasında, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin DEM Partililerle tokalaşmasına övgüde bulunmasının yanı sıra bu girişimi “Cumhur İttifakı’nın uzattığı el” olarak tanımlaması dikkat çekiciydi. Böylece bir gün önce tokalaşma hadisesinin “doğaçlama olmadığını” belirten Bahçeli’nin sözleri ortağı tarafından da teyit edildi.

Açık ki iktidar bloku cepheyi genişletmeye çalışıyor. Bunu zaten “iç cephe”yi sağlam tutmaya dönük açıklamalar ortaya koymuştu. DEM Parti’ye yönelik bu sinyallerden sonra kamuoyu doğal olarak “Yeni bir çözüm süreci mi geliyor?” sorusunu sormaya başladı. Şimdilik sürece dair bir isimlendirme yapılmış değil. Saray çevresi de “Yeni bir çözüm süreci yok” diyor ancak Kürt hareketiyle özel bir diyaloğun geliştirilmeye çalışıldığı da yalanlanmıyor. Öte yandan devletin Öcalan ve onun üzerinden Kandil’deki PKK yöneticileriyle haberleştiği iddia ediliyor.

DEM Parti ise “bekle gör” pozisyonunda. AKP-MHP iktidarına kategorik olarak kapıyı kapatmayan parti, atılacak adımları izleyeceğini ifade ediyor. DEM Parti Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları, demokratik bir anayasa için “yol temizliği” yapılması gerektiğine işaret ederek, “Bunu yapmanın yolu bazı pratik adımlardan geçer. İktidarın Gezi ve Kobani sendromundan kurtulması gerekiyor. AİHM kararlarının uygulanması ve hayata geçirilmesi bu yol temizliğinin önceliğinden biridir. İmralı tecridi 4 yıla yakındır devam ediyor. Yol temizliğinin en önemli öğelerinden biri siyasi tutsakların serbest kalmasını sağlayacak yasal adımları atmaktır” mesajını verdi.

Özetle “hiçbir şey olmuyorsa bile kesinlikle bir şeyler oluyor”. Rejimin ve Kürt hareketinin, kulaklarda olumsuz bir hissiyatla tınlayan “çözüm süreci” kavramını kullanması ve içerik olarak 10-12 yıl önceki sürecin bir daha tekrar etme ihtimali çok güçlü görünmese de Türkiye’deki mevcut siyasal durumun Meclis’in Temmuz sonunda tatile girdiği dönemden çok daha farklı niteliğe kavuştuğu da yadsınamaz bir gerçeklik. Önümüzdeki günler, henüz adı konulmayan sürecin nasıl bir muhtevada ilerleyeceğini, tarafların talepleri ve hedefleri için hangi konuda ne kadar esneyebileceğini gösterecektir.

Burada gözden kaçırılmaması gereken önemli bir nokta da iktidarın “açılım” söylemiyle Kürt hareketinde, hareket içindeki farklı eğilimleri karşı karşıya getirip olası bir çatlağı tetiklemesinin hiç de düşük bir ihtimal olmadığı…

***

Siyasette bu gelişmeler olurken, “CHP ne yapacak ve bu tablonun neresinde duracak?” diye sormamak elde değil. Geçen haftanın dikkat çeken açıklamalarından birini de CHP Genel Başkanı Özgür Özel yaptı. Partisine “normalleşme” ve “Erdoğan’ı ayakta karşılama” üzerinden gelen eleştirilere yanıt veren Özel, bunun toplum tarafından olumu karşılandığını savunarak, “Kaybediyorsak ben kaybediyorum. Bedeli ben ödeyeceğim, hesabı ben ödeyeceğim” dedi. Özel’in olası bir yenilgide sorumluluğu kabul edeceğini beyan etmesi takdir edilesi bir tutum ancak siyasi süreçlerin kişisel özürlerle telafi edilemeyecek kadar ağır toplumsal sonuçlar doğurabildiğini akıldan çıkarmamak gerek.

Yeni anayasa ve dolayısıyla iktidarın elini rahatlatacak bir denklem kurma hedefiyle DEM Parti ile tokalaşma ve ilişkileri ısıtma çabası, aslında CHP ile AKP arasında başlayan “normalleşme/yumuşama” sürecinin bir devamı veya uzantısı olarak değerlendirilebilir. Erdoğan, İsrail’in bölgedeki saldırganlığına işaret ederek meşrulaştırmaya çalıştığı “iç cephe” formülü, tüm bu ilişki geliştirme aksiyonlarının çatısını oluşturuyor. Fakat bununla birlikte, “iç cephe” içinde yine Erdoğan’ın kumanda ettiği kimlik temelli kutuplaşma siyasetinden vazgeçilmeyeceği de anlaşılıyor.

Erdoğan’ın son grup konuşmasındaki vurguları bunun göstergesiydi. Özellikle kadına yönelik şiddet konusunu içkiye bağlayarak, “CHP Genel Başkanı Sayın Özel’e şunu tavsiye ediyorum, kadına yönelik şiddetle ilgili iki eli havada katkı sunmak istiyorsan, önce rakı reklamı yapmaktan vazgeç” demesi ve şiddet faillerinin üçte birinin alkol bağımlısı olduğunu söylemesi gözden kaçırılmaması gereken bir detay. Bir yandan “milli birlik ve beraberlik” mesajları veren Erdoğan’ın, diğer yandan yaygın bir yaşam tarzını böylesine ciddi bir meselede hedef alması, çelişkili bir tutum olmanın ötesinde ideolojik bağlamda neye ihtiyaç duyulduğuna dair de önemli bir gösterge.

Rejim CHP’den iki yönlü bir fayda beklentisi içinde. Biri çokça sözü edilen “yumuşama/normalleşme” algısının getirdiği kontrollü muhalefet çizgisi, diğeri bu sınırlı muhalefet durumuna rağmen fırsat bulunduğu ilk anda CHP’ye vurarak muhafazakâr tabanın zihnindeki CHP algısını diri tutmaktan gelecek ideolojik enerji… “CHP rakı reklamı yaparak kadına yönelik şiddeti teşvik ediyor”  minvalindeki sözlerin arkasında yatan temel siyasi motivasyon tam olarak bu. İlerleyen günlerde de Kürt sorunu kapsamında, bilhassa Kürt yurttaşlara yönelik, “CHP’nin tarihsel kimliğine” vuran benzer bir propagandaya girişilebilir.

Türkiye siyaseti sıcak bir dönemin içinde. Halkın geniş kesimleri tarihin en sert geçim krizlerinden birini yaşarken, sorunların ağırlığına denk bir siyasal baskıyla karşılaşmayan iktidarın yaşam süresini uzatmak adına yeni stratejiler üretmesi ülkedeki muhalefet boşluğunun doğal ve acı bir sonucu. Siyasetteki bu işleyiş değişmediği ve halkın tepkiselliği politik bir güce ulaşmadığı müddetçe, rejimin mevcut sorunların altında kalarak kendiliğinden yenileceği varsayımı üzerine kurulu tüm hesaplar duvara toslayacak.

                                                              /././

Kokarcanın Saray’la nasıl bir ilgisi var?-Yaşar Aydın-

Kahverengi kokarca ile baş edemeyen iktidar, kabine değiştirince yeniden memleketi yönetme ehliyetine mi kavuşacak? Tüm sorunların kaynağı rejim. Yurttaş o rejimi değil yeni bir cumhuriyeti istiyor.

Fındık üreticisi darda. Bu yılki ürünü kahverengi kokarca yüzünden yok pahasına elden çıkarmak zorunda kaldı. Son birkaç yıldır adım adım gelen felaket büyüdü ve çiftçiyi üretim yapamaz hâle getirdi. Ordu’yu teslim alan kahverengi kokarca, rotasını Giresun’a çevirmiş durumda. Türkiye’nin dünyada tekel konumunda olduğu fındık, kaderine terk edildi.

Kayıtlar, o bölgede MÖ 1500 yıllarında bile fındık üretimine işaret ederken böyle bir felaketin daha önce yaşandığına dair bir bulgu yok.

Üretici ne yapacağını bilemez durumda. Banka kredisiyle tarlada çalıştırdığı işçinin parasını ödedi. Kredinin geri ödemesine dair fikri yok. Seneye tarlaya girip giremeyeceğine dair bir öngörüsü de yok.

Bir ülke düşünün; bir milyona yakın insanın geçim kaynağı ve ihracat kalemi olan bir üründe ciddi bir sorun var, ancak iktidar üretici ile birlikte sadece seyrediyor.

KÖTÜ GİDEN NE VARSA NEDENİ BAŞKASIDIR!

Sadece kahverengi kokarca olsa, fındığı çoktan gözden çıkarmış, “İtalyan’a satmış” dersin. Ancak durum neredeyse her konuda aynı.

Sokaklarda şiddet almış başını gitmiş, her gün insanlar birbirine kurşun sıkıyor. Suçlu, Bilgisayar oyunları.

Kadınlar şiddete uğruyor, öldürülüyor. Suçlu, Alkol kullanan erkek.

Uyuşturucu ilkokul çağına inmiş. Nedeni, ailede ve okulda dinî eğitimin az olması.

Enflasyon durmuyor, gıda fiyatları uçmuş. Sebebi, açgözlü stokçular ve marketler.

Emekçi madende göçük altında kalır, “fıtrat” der. Deprem olur, enkazda kalırız. “Allah’ın takdiri” denir.

Dış güçler, onlara ortaklık yapan içerideki düşmanlar, Türkiye’yi çekemeyenler, kıskananlar... Liste uzayıp gidiyor.

Bunca kötülük ve bu kötülükleri yaratan nedenler içinde bir tek Erdoğan ve Saray yok. Geri kalan herkes suçlu ya da bir gün suçlu ilan edilme potansiyeli taşıyor.

KABİNE DEĞİŞECEK, AKP YENİLENECEK!

Yine de hakkını yemeyelim; kendi hata yapmasa da etrafındakilere zaman zaman hata yapma fırsatı veriyor. Doğal olarak her hatanın da bir cezası oluyor. Hatırlarsınız, geçen hafta sonuna doğru iki gün yandaş gazeteler “AKP ve kabinede değişim sinyali” başlıklarıyla çıktı. Yine aynı taktik. Kritik sayılabilecek her eşikten önce yaptığı gibi kendi vitrinini değiştirecek. Bu değişimin bir anlamı olmadığını söylemeye gerek bile yok. Hakan Fidan ve İbrahim Kalın yerinde durduğu sürece biri gider diğeri gelir. Bu iki isim artık en az Bahçeli ve Erdoğan kadar sürecin, iktidar blokunun oyun kurucusu durumunda. Diğer isimlerin değişimi sadece algı operasyonunun parçası ve kabahatler bu isimlere yükleneceği için üzerlerinden yük atmak olarak görülmeli. Kahverengi kokarca ile baş edemeyen iktidar, kabine değiştirince yeniden memleketi yönetme ehliyetine mi kavuşacak? Ülkenin ve yurttaşın hâli ortada. Her gün televizyonlara çıkıp yakaladığı suçlu sayısını açıklayan, “muhalif” gazeteciler tarafından da beğenilen bakan bile, ortalığa saçılan şiddet görüntülerinden sonra gözükmüyor. Çürüme, çözülme, dağılma, hepsi birden var.

Ama bu koşullarda bile anayasa yapacak, ülkeye demokrasi getirecek bir siyasî gücü ve meşruiyeti ve de niyeti varmış gibi ortalarda dolaşıyor.

Burada kabahat hiç kuşku yok ki yüzünü halka dönmek yerine onlara bir kez daha bu şansı veren muhalefetten başkasında değil.

“Silkele başkan, düşecekler” hâlâ zaman zaman kullanılıyor. İlk söylendiği yer bilinmez ama en azından bizim kuşak, 30 Kasım 1990-4 Ocak 1991 tarihleri arasında, içinde büyük Ankara yürüyüşü de olan madenci grevinde duydu. İşçiler, grev kararı sonrası Ankara’ya seslenirken başkan Şemsi Denizer’e öyle sesleniyorlardı: “Silkele başkan, düşecekler.”

Silkelemekle düşmediklerini gördük. Ama daha da önemlisi silkelemenin yetmeyeceğini biliyoruz. Rejimi kökünden çekip yıkmaya cüreti ve niyeti olmayan muhalefet, bu beceriksiz, ülkeyi yangın yerine çeviren iktidarla bile baş edemez.

Çünkü sorunun kaynağı rejim. Oraya talip olmak, onu kuranları güçlendirecektir. Oysa ülkede yaşayan milyonlarca insan, ne olduğu bile belli olmayan, baskıcı, ceberut bir sistemde yaşamak değil; yeni bir cumhuriyet istiyor.                                            /././

‘Her canlının eşit yaşam hakkı var, ‘ama’…’-Gözde Bedeloğlu-

Yaklaşık dört ay önce ne demişlerdi? Başıboş ve sahipsiz sokak hayvanları yüzünden, çocukların ve kadınların can güvenliği endişelerini görmezden gelemeyecekleri için, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın talimatlarıyla, ilgili bakanlıklar bir çalışma yürütmekteydi. AKP’liler, sokak hayvanları yüzünden hiçbir çocuğumuzun ağır travma yaşamaması gerektiğini söylüyor, bütün vatandaşların can emniyetiyle okullarına, işyerlerine, parklarına gidebilmelerini sağlamak bizim görevimizdir diyordu. AKP’nin üzerinde çalıştığı yasal düzenlemeye göre ‘hayati tehlike oluşturduğu gerekçesiyle sokak hayvanları 30 gün içinde sahiplenilmemesi halinde uyutulacak, yani enjeksiyonla öldürülecekti. Kamuoyunda yükselen tepkilere rağmen iktidar 30 Temmuz’da yasa teklifini meclise getirdi ve öneri AKP-MHP işbirliği ile kabul edildi. Hayvanları Koruma Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi, Resmi Gazete'de yayımlandığı 2 Ağustos’tan beri yürürlükte.

                                                            ***

Buna göre, sokaktaki bütün köpekler toplanacak ve sahiplendirilene kadar barınaklarda bakılacaktı. Yerel yönetimler de önümüzdeki dört yıl içinde bakım evleri kuracak ve mevcut şartları iyileştirecekti. Oysa muhalefet ve hayvan hakları savunucuları bunun gerçekçi olmadığı konusunda ısrarcıydı, çünkü bizzat hükümetin açıkladığı verilere göre Türkiye’de 4 milyon sokak köpeği vardı buna karşın mevcut 322 barınaktaki kapasite 105 bindi ve ihtiyaç oranında barınak yapılabilmesi de mümkün değildi. Bu şartlar altında işin, hayvanları topluca katletmeye varacağını öngörmek için kahin olmaya gerek yoktu. Kaldı ki yasadaki, “insan ve hayvanların hayatı ve sağlığı için tehlike teşkil eden ve olumsuz davranışları kontrol edilemeyen, bulaşıcı hastalığı bulunan ya da sahiplenilmesi yasak olan” köpeklerin veteriner hekim tarafından/gözetiminde öldürülebileceğine dair ifade de yoruma açıklığı bakımından sorun teşkil ediyordu. Kime göre ve hangi olumsuz davranış olacaktı bu? Ne zaman ve nasıl karar verilecekti öldürülmesine?

İşte AKP ve MHP’nin meclisten geçirdiği bu düzenlemenin nasıl uygulanacağına dair şüphe, endişe ve uyarılar önceki gün Kocaeli Gebze’de vücut buldu. AKP’li belediyenin, kendine ait barınakta bulunan 30 köpek ve 13 kediyi ‘Keta-Control’ isimli anestezi ilacıyla öldürdüğü iddia edildi. Aralarında yavru ve hamile kedi köpeklerin de olduğu söylenen hayvanlar öldürüldükten sonra poşetlere konarak çöp konteynerine atılmış. Katliam, hayvan hakları savunucularının takibiyle ortaya çıktı. Gebze Belediye Başkanı Zinnur Büyükgöz, hayvanların çeşitli nedenlerle daha önce hayatını kaybettiğini öne sürdüyse de barınaktaki görevlilerin hayvanlara iğne yaptığı ve sonra çöp konteynerine attığı görüntüler yayınlandı. TİP Milletvekili Sera Kadıgil, barınak çalışanlarının “yasayı uyguladık” dediğini açıkladı. Sokakları kedi ve köpeklerden arındırarak kadınlar ve çocuklar için güvenli hale getirme iddiasıyla yürürlüğe sokulan yasanın böyle bir katliama sebep olabileceği söylendi.

                                                                ***

Sosyo Politik Saha Araştırmaları Merkezi'nin yayımladığı üç aylık rapora göre, Türkiye genelinde Temmuz-Eylül 2024 arasında en az 117 kadın ‘başıboş’ erkekler tarafından öldürüldü. 110 kadın şüpheli koşullarda hayatını kaybetti, 163 kadın fiziksel şiddete, 47 kadın seks işçiliğine zorlanmaya, 42 kadın istismara ve 3 kadın cinsel şiddete maruz bırakıldı. Nasıl ki kadınlar için hayati öneme sahip İstanbul Sözleşmesi’nden çıkıldı, 20 yıldır yürürlükte olan Hayvanları Koruma Kanunu’na da uyulmadı. Kanuna göre bakıma ihtiyacı olan ya da kısırlaştırılması gereken sokak hayvanları, tedavisi tamamlandıktan sonra alındığı sokağa geri bırakılıyordu. İktidar, sokaktaki hayvan popülasyonunu azaltmak için kısırlaştırma önlemini etkin bir şekilde uygulamış olsaydı, pek çok Avrupa ülkesi gibi soruna kalıcı bir çözüm getirilebilecekti. Ama gerek 20 yıllık ilgisizlik, gerek AKP hükümetinin bütçe tercihleri sebebiyle bugün Gebze’de olduğu gibi, Türkiye’nin neresinde ve kimlerin sırtını yeni yasaya yaslayarak hayvan katledeceğini bilmiyoruz.

Yasa tasarısına getirilen bütün gerçekçi ve bilimsel eleştirilere burun kıvıran iktidar medyası çalışanları yazılarında açıktan ya da örtük şu mesajı veriyordu: “her canlının eşit yaşam hakkı var, ‘ama’ insan hayatı diğerlerinden değerlidir.” Bu yasa, sonuçları hesap edilerek yürürlüğe sokuldu. Taşıdığı belirsiz ifadeler ve uygulama güçlüğü nedeniyle yaşanması sürpriz olmayacak bu vahşet, bu şiddet, bu suç ve insanlık ayıbı hiç önemsenmedi. Hayvanlarla birlikte ötekileştirilen, nefret objesine dönüştürülen her şey ve herkesin bir gün şiddetin hedefi olabileceği sır değil, bir yönetim tercihi.

                                                               /././

Şiddetin normalleştirilmesi -Selçuk Candansayar-

Şiddet, amaca ulaşmak ve istediğini elde etmek için karşısındaki “kendinden güçsüz olana” fiziksel, ruhsal, ekonomik zor kullanımıdır. Şiddetin en uç hali öldürmek. Türkiye’de ölümle sonuçlanan şiddete maruz kalanlarla ilgili sayılar erkeklerin kadınlardan daha çok öldürüldüğünü gösteriyor. Kadına, yaşlıya, çocuğa yönelik şiddet ve cinsel şiddet ise şiddet olaylarının en yaygını. Erkekler daha çok öldürülüyor ama kadınlar (çocuklar, yaşlılar, LGBT’ler, göçmenler, azınlıklar) daha çok şiddete maruz kalıyorlar. Dünyanın çoğu ülkesinde de istatistikler benzer.

Dünyada da rakamlar böyle, hatta Türkiye dünya istatistiklerinde çok yukarılarda değil diyenlerin sayısı da az değil. Soruna böyle yaklaşanlar ülkede giderek derinleşen şiddeti “normalleştirerek” çözüm arayışı getirmek istiyorlar. Normalleştirenler, “içinde yaşanılan koşulların” şiddeti kaçınılmaz kıldığını demeye getiriyorlar. Bu şartlarda şiddetin ortaya çıkması normal denildiğinde şiddeti azaltmanın yolu da söz konusu şartları değiştirmekten geçiyor. Buraya kadar hemen herkes hemfikir olabilir. Madem şiddeti doğuran nedenler var, o nedenler ortadan kaldırılırsa şiddet de bir araç olmaktan çıkar ve şiddet olayları azalır.

TEŞVİK EDİLİYOR

Örneğin, İkbal ve Ayşenur cinayetleriyle ilgili “Eğer bu kızcağız, islam hassasiyeti ile yetiştirilmiş olsaydı kendisine namahrem olan bu katille hiç tanışmayacaktı bile ve şu an hayattaydı” diyen ve üniversite profesörü olduğu anlaşılan Ebubekir Sofuoğlu şiddeti normalleştirenlerden! Siz bakmayın, eleştirildi, tepkiler çığ gibi büyüdü, üniversitesi soruşturma açtı haberlerine. Söyledi ve söylemeye devam edecek. Bu açıklaması nedeniyle herhangi bir bağlayıcı yaptırım içeren ceza almayacak. Ne demeye getiriyor Sofuoğlu? Ülkede kadınların koşulları islam hassasiyetine uygun değil, bu yüzden öldürülmeleri normal. Ülkede kadınlar islam hassasiyetine uygun koşullarda yetiştirilir ve yaşarlarsa öldürülmezler!

İkinci örnek Ahmet Hakan. Ne işe yarıyor bu psikiyatri servisleri celallenmesinden söz ediyorum. Katilin daha önce psikiyatride ayaktan ve yatarak tedavileri olmasından yola çıkarak psikiyatrlara “fırça atıyor”! Tedavi etmeli, öngörmeli ya da “tımarhaneden” çıkarmamalılarmış katili. Hakan da şiddeti psikiyatrik hastalığı olanların uyguladığını, psikiyatri disiplini işini iyi yapmadığında şiddetin (cinayetlerin) olmasının normal olduğunu iddia ediyor.

Üçüncü bir “normalleştirme” daha var. İnsanların istediklerini “yerine getirtmek” için şiddeti araç olarak kullanmalarından başka çarelerinin kalmadığını ve daha önemlisi istediklerini, haklarını ya da hak gördüklerini elde edebilmek için şiddeti araç olarak kullanmalarının cezalandırılmadığını, dahası teşvik edildiğini söylemek.

GAZ ODALARI

Her üç yaklaşım da “devleti” göreve çağırıyor ve bireye de çözüm öneriyor. Ama farklı şekillerde. Sofuoğlu gibilerine göre devlet, kadınların islama göre yaşamalarını sağlamalı, bu gerçekleşene kadar da “errkekler” kızlarının, eşlerinin, annelerinin kısaca egemeni oldukları tüm kadınların islam hassasiyetine göre yaşamalarını sağlamalı. Hakan, toplum böyle kardeşim diyor; devasa bir psikiyatrik gözetim, denetim ve kapatma aygıtı kurularak, deliler ya iyileştirilmeli ya da toplum dışında izole edilmeliler. Tarihte bu “cin fikre” Ahmet Hakan’dan önce Naziler ulaşmıştı. Psikiyatrik hastalık tanısı olanları hastanelerden toplama kamplarına almış daha sonra da komünist, Yahudi ve Çingenelere yer açabilmek için önce bu hastaları gaz odalarına doldurmuşlardı. Üçüncü normalleştirmenin tipik bir örneği ise görüntüleri medyaya düşen Büyükçekmece Savcısının makamında maruz kaldığı tehdit. “Devletle” yakın bağları olduğunu söyleyip, bu bağları sosyal medyasında paylaşmaktan kaçınmayan bir kişi var. Bu kişi savcıya sözcülüğü üstlendiği insanların önce kimler olduklarını anlatıp, istediklerini yapmazsa öldürüleceğini haber veriyor! “Başka çareleri yok, istediklerini bu yolla yaptırıyorlar, şiddetten korunmak istiyorsan yasalara göre değil, onların istediği gibi karar vermelisin” diyor. Savcı öldürülmek istemiyorsa yasaları değil daha güçlü olanın isteklerini yerine getirmeli. Öldürülmek şiddet aracının en uç hali; sürülme, rütbe düşümü, hakkında soruşturma açılması gibi tehditler ise daha hafif şiddet araçları.

Zaten ülkede de yaygın kanı adalet sisteminde kararların yasalara göre alınmadığı, daha güçlü olanın istediği kararları ama tehditle ama şiddet yoluyla aldırdığı yolunda. Bu kanı, adalet sistemi istenilen kararı alsın diye rüşvet, siyasi tehdit ve şiddet araçları kullanılmasını normalleştiriyor. Bu normalleştirme, kendi şiddet gücün adalet sisteminde istediğini almaya yetmiyorsa, sisteme hiç başvurmadan muhatabına doğrudan “şiddet uygulayabilirsin”i de normalleştirmiş ve çözüm yolunu göstermiş oluyor. Demek ki şiddetten korunmak isteyenlerin ne yapacakları belli. Kendilerinden güçlü olanın her istediğini yerine getirecekler ve kendilerinden zayıf olana da her istediklerini yaptıracaklar. Bu durumda hiçbir şekilde şiddete maruz kalmadan her istediğini yaptırabilmenin yolu en güçlü olmaktan geçiyor. Sistem en güçlüden aşağıya doğru şiddetin normalleştirilmesini sağlıyor. Kendinden güçlü olana boyun eğmek yetmiyor, kendinden aşağıda olana da şiddet uygulamalısın. Çünkü sen şiddet uygulamazsan, aşağıdaki senden güçlü olduğunu düşünebilir ve o sana şiddet uygular.

Siyasetteki normalleşme stratejisi de bu bağlamda daha anlamlı oluyor, değil mi?

                                                                   /././

Erbil’de seçimler, Saray’da hesaplar -İbrahim Varlı-

IKBY’de Ekim 2022’de düzenleneceği açıklanan parlamento seçimleri dört defa ertelendi. (Fotoğraf: AA)

Amerikan/Batı emperyalizminin Ortadoğu’yu İsrail saldırganlığı üzerinden dizayn etme planlarının bir ucu da kaçınılmaz olarak Kürtlere çıkıyor. Bölgedeki “sıcak gelişmeler”in merkezinde yer alan Irak Kürtlerinin 20 Ekim’deki kritik seçimi bölgesel saflaşmayı net bir biçimde gösterdi.

Ortadoğu büyük bir alt üst oluş içinde. Bölgede çarpıcı gelişmeler yaşanıyor. Amerikan/Batı emperyalizminin Ortadoğu’yu İsrail saldırganlığı üzerinden yeniden dizayn etme planları taşları yerinden oynattı. Netanyahu’nun savaşı yayma hamleleri, Lübnan, Suriye ve İran’daki gelişmeler birbirini tetikleyerek yayılıyor. Yerel, bölgesel, küresel aktörler yeni denklemde pozisyon alma, oyun kurma/bozma, safları sıklaştırma peşinde.

Bölgesel dengelerin değişmeye yüz tuttuğu, küresel konjonktürün her türlü oyuna elverişli olduğu bu kaotik iklimde Ortadoğu’yu yeniden şekillendirme girişimi Kürtleri de kapsıyor haliyle.

Erdoğan-Bahçeli’nin “iç cephe tahkimatı” için gerekçelendirdiği bölgedeki “sıcak gelişmeler”in önemli bir ayağında da Kürt meselesi var. Dört parçadaki Kürtlerin her bir bölümünde dikkat çekici hareketlilik yaşanıyor. Ve bu her bir parçadaki gelişmeler de Türkiye’yi yakından ilgilendiriyor.

BİR SEÇİM, ÇOK AKTÖR

Gazze’de fitili yakılan savaşın Irak, Suriye ve İran’a sıçraması hedeflenirken Irak Kürtleri 20 Ekim’de kritik bir seçime gidiyor. Söz konusu Ortadoğu’nun kaygan zemini olunca Kürtler de artık denklem dışında tutulamayacak aktörlerden. Kürt siyasi aktörler küresel güç mücadelesinin Ortadoğu ayağında stratejik bir konuma sahip. Haliyle Kürtlerin gerek Suriye gerekse de Irak’taki tercihlerinin bölgesel denklemde yadsınamayacak bir ağırlığı söz konusu.

BÖLGESEL SAFLAŞMALAR

İki yıldır ertelenen, sonuçları itibarıyla İran’dan Türkiye’ye, Suriye’den Irak’a tüm bölge ülkelerini direkt ilgilendiren Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) seçimlerinde ikili bir saflaşma oluşmuş durumda.

Süleymaniye cephesi: Talabani ailesinin yönetimindeki Süleymaniye merkezli Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB), İran, PKK ve PYD tarafından da destekleniyor. Kürt Yönetimi’nin yöneticilerinden de olan Bafıl ve Kubat Talabani kardeşler Erbil merkezli Barzani yönetimine, “davayı satmak”, “Türkiye’nin güdümüne girmek”, “Kürt birliğini baltalamak” gibi sert eleştiriler yönetiyorlar. Bafıl Talabani’nin PKK ve Suriye’deki PYD/YPG ile kurduğu yakın ilişkiler, Erbil ve Ankara’da ciddi rahatsızlık nedeni. Öyle ki Türkiye, Süleymaniye yönetimi ve Bafıl Talabani’yi uzun süre önce “kara liste”ye aldı.

Erbil cephesi: Barzani Ailesi’nin kontrolündeki Kürdistan Demokrat Partisi’nin (KDP) oluşturduğu hatta ise Türkiye, İsrail, ABD ile Suriye Kürtlerinin ENKS etrafında bir araya gelen küçük bir kesiti var. Erbil yönetiminin her üç başkent ile de sıkı bağlantıları var ve IKBY Başkanı Neşirvan Barzani neredeyse her ay Ankara’ya geliyor. ABD-İsrail’in İran’a uzanma stratejilerinde Irak Kürtleri kritik bir role sahip. Irak’tan tüm askerlerini çekeceğini açıklayan ABD, Erbil’deki askerlerinin kalacağını açıkladı. Erbil’in Tahran ile de ilişkileri olsa da Ankara-Tel Aviv-Washington hattına daha yakın. Türkiye ile yeniden bir çözüm sürecine oturacağı varsayılan PKK ve Talabani yönetimi ile KDP arasında büyük bir kavga var.

ABD-İSRAİL’İN OYUNLARI

Amerikan emperyalizmi ve İsrail’in Ortadoğu’daki temel hedefi İran. İran merkezli “Direniş Ekseni”nin dağıtılması, İran’ın bölgedeki etkisinin kırılması Amerikan emperyalizminin ve İsrail’in bölgesel çıkarları açısından bir zorunluluk olarak görülüyor. İsrail yönetiminde önemli bir kesim İran’ın nükleer tesislerine saldırılması için “şimdi tam zamanı” diyor. Eski İsrail Başbakanı Naftali Bennett birkaç gün önce İsrail’in böyle bir saldırıyı gerçekleştirmek için “nesilde bir kez ele geçecek bir fırsata” sahip olduğunu belirtmişti. Bennett, “Şimdi değilse ne zaman?” sözüyle “İran’ın nükleerleşmesini engellemenin tam zamanı” olduğunu söylemişti.

Parça parça oyununu devreye sokan ABD bunun için de Irak, Suriye ve İran’daki Kürtleri yanına çekme niyetinde. Bu çerçevede IKBY ile bir sorun gözükmüyor. Erbil saflara çekilmiş halde. Ancak Talabanilerin KYB’sinin seçimi alamasalar da oylarını önemli oranda artırması, Amerika’nın buradaki oyununu sekteye uğratabilir. Evrensel’de Yusuf Karadaş’ın da yazdığı gibi, “KDP’nin Türkiye ile olan ilişkilerine benzer biçimde İran ile ilişkileri bulunan YNK’nin, PKK ile sürdürdüğü işbirliğinin Türkiye-ABD-İsrail eksenine karşı İran’ın bölge politikası ve bölgesel çıkarları ile önemli oranda kesişiyor.”

ANKARA’NIN HAMLELERİ

Bu denklem doğrultusunda Irak Kürt Bölgesi’nde 20 Ekim’de yapılacak seçimlerden nasıl bir sonuç çıkacağı da önem taşıyor. Özellikle Suriye’deki Kürtler bu sonuçlardan doğrudan etkilenecek. KYB ve PKK’nin Suriye’de YPG/ PYD ile kurdukları bağ ile ABD’nin sıkı ittifaklarından KDP’nin YPG/ SDG ile kurduğu bağ birbirlerinden ayrışıyor. Bu kısım özellikle İran ve Rusya’nın bu ülkede önünü kesmeye çalışan Washington açısından kritik.

Birbirini zincirleme olarak etkileyen olaylar silsilesinin bir diğer ucunda da Türkiye var. Suriye Kürtleri ile her türlü işbirliğinden rahatsız olan ve Rojava’daki Kürt oluşumunu kendisine bir tehdit olarak kodlayan Ankara da karşı hamlede bulunuyor. Esad ile görüşme, Şam’la normalleşme sancıları bu yüzden. Ankara Şam, Moskova ve Tahran ile bir karşı cephe oluşturmaya çalışıyor.

Erbil’deki Selahaddin Üniversitesi’nden Dr. Nawzad Hetuti de, Kürt bölgesindeki parlamento seçimlerinin bölge ve komşu devletler için çok önemli olduğunu vurguluyor. İlk kez Irak Seçim Komisyonu’nun seçimleri denetleyeceğinin altını çizen Hetuti, seçim sonuçlarının KYB lehine maniple edilebileceğinden korkan KDP’de endişeye yol açtığını şu sözlerle belirtiyor: “İran ve Şii gruplarla güçlü bağları olan KYB ve müttefiklerinin etkisiyle Irak Federal Mahkemesi, Kürdistan’daki seçimlerin Irak’taki komisyon tarafından yürütülmesi gerektiğine karar verdi. Bu durum KDP’de sonuçların manipüle edilebileceği endişesine yol açtı. Adil ve şeffaf bir seçim yapılmasını sağlamak için çeşitli adımlar atılmış olmasına rağmen...”

Seçimin bölge açısından taşıdığı öneme dair de şunları söylüyor: “İran ve Şii gruplar KYB’nin önemli sayıda sandalye kazanması ve bir sonraki hükümetin kurulmasında kilit rol oynaması için her türlü çabayı gösteriyorlar. KDP şu anda özellikle Kerkük ve Musul gibi tartışmalı bölgelerde zor bir konumda. KYB, Şii gruplar ve Takaddum Partisi lideri Muhammed Halbusi’nin desteğiyle KDP’yi Kerkük ve tartışmalı bölgelerde hükümet kurma sürecinden dışlamayı başardı. İran da Şii grupların ve Halbusi’nin KYB’yi desteklemesinde önemli bir rol oynadı.”

İran’ın yeni Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan’ın 12 Eylül’de Erbil ve Süleymaniye’ye yaptığı ziyaretin derin anlamlar taşıdığını ifade eden Hetuti, “İran’ın öncelikli hedefi, IKBY’nin kendi politikalarına daha yakın olmasını sağlamak. Bu durum özellikle petrol ve gaz ihracatı, tartışmalı bölgeler, Kürdistan Bölgesi’nin ABD, Türkiye ve Arap ülkeleriyle ilişkileri ve Irak’taki Amerikan güçlerinin varlığı gibi konular nedeniyle önem kazanıyor. İran bölgedeki iç bölünmeler arasında dikkatli bir manevra yapıyor. Buna karşılık Türkiye özellikle KDP’ye yakın ve aralarındaki ilişki güçlü, özellikle Kürt Bölgesi ve bazı Sünni Arap ve Türkmen güçler aracılığıyla bölgedeki etkisi Bağdat’taki siyasi dinamikleri de etkiliyor. Ancak Türkiye’nin etkisini İran’ınkiyle karşılaştırdığında daha az ve sınırlı. İran’ın Irak’taki siyasi süreçler üzerinde önemli bir etkisi var ve başka hiçbir aktör, hatta ABD bile İran kadar etkili değil” dedi.

Erbil’de yaşayan gazeteci Mervan Özdemir ise KYB’nin seçimi kazanamasa da büyük bir lobisinin olduğunun görüldüğünü belirterek, Bafıl Talabani’nin partiyi iktidara oynayacak şekilde yeniden dizayn ettiğini söyledi. Özdemir, “KDP’ye İsrail güvencesinde olsa da seçimden önce İran’a gidildi. Her iki parti de çok taraflı ilişkileri geliştiriyor. Seçim Kürtler için bir referandum. KDP, Türkiye tarafında yer almayı seçti, YNK ise ulusal çizgide ısrarcı oldu. Bu durum iki parti için de referandum niteliğinde. KDP 45 vekilden 35’lere gerilerse politikaları çökecek. YNK ise 3-5 ne arttırırsa kendi çizgisinin kazandırdığını anlayacak” dedi.

Ortadoğu’da bir kaos sürecinin yaşandığını, doğru hamle yapanın kazanmaya yakın olduğunu vurgulayan Özdemir, “Bir taraftan bölgeye büyük bir yığınak yapan Türkiye’nin ufak bir ihtimal de olsa bu kaosta olabilecekleri ön görerek çatışma sürecine ara vermek istemiş olabilir. Sahadaki gelişmeler aksi yönde olsa da çatışma sürecinin sürdürmenin bir anlamının olmayacağı görülmüş olabilir. Bu yaz “kilidi kapatacaklardı” iddialara göre. Ancak sahada hiçbir değişiklik olmadı. Bir şekilde sonuç alınamayacağına ikna olunmuş olabilir, yumuşama konusunda ciddilerse.”

Tahran’ın KYB’yi yani Süleymaniye merkezli yönetimi desteklemesinin pek çok nedeni olduğunu ifade eden Özdemir, KYB’yi oluşturan esas güç olan Soraniler’in önemli bir kesiminin İran’da yaşadıklarını, bu nedenle İran ile Süleymaniye arasında yakın bir dostluk ilişkisi olduğunu kaydetti.

İÇ CEPHEDE TAHKİMAT

Seçimler, çatışmalar, savaşlar, gerilimler. Ortadoğu’da aynı anda pek çok gelişme iç içe yaşanıyor. Birbirleriyle ilintili bu gelişmelerin nasıl sonuç üreteceği şimdilik belirsiz. Görünen şey, aktörlerin oluşan yeni denklemde pozisyon almaya çalıştığı.

Yaşananlar Türkiye’deki sorun üzerinde de basınç yaratıyor. Erdoğan ve Bahçeli’ye “iç cephe” sözlerini sarf ettiren de bölgeden gelen basınç. Ortadoğu’daki meselelerin az veya çok Türkiye’yi etkilememe olasılığı yok.

“İsrail’in gözü Türkiye’de” diyerek “iç cephe” çağrısı yapan Erdoğan’ın çağrısına koşar adım destek veren MHP Lideri Bahçeli’nin bu desteği iç cephe tahkimatına girişildiğinin işaretlerini veriyor.

Manevra alanı kalmayan Erdoğan-Bahçeli ikilisi Ortadoğu’daki kırılmaların yol açtığı sarsıntı üzerinden bir iç dizayn arzusunda. Kürt sorununun çözümü konusunda bir beklenti oluşturarak bunu anayasa değişikliği için kullanmaya çalışıyorlar. Bu beklentinin alıcıları şimdiden sıraya girdi. Çözüm adresi olarak İmralı’yı işaret eden Kürt siyasi hareketi, anayasa değişikliği hayaliyle uzatılan eli bir kez daha tutmakta kararlı.

Ortadoğu’da taşlar harekete geçirildi. Köklü bir değişiklik olsa da olmasa da artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Kapalı-açık hesaplar, türlü oyunlar, kirli planlar ikliminde “evdeki hesaplar” Ortadoğu “çarşısında” tutmayabilir. Bölge daha çok gelişmeye gebe.

(BİRGÜN)



                                               

E-Nabız bizimse parası da bizim olsun! - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet -

Ne renkler ne semboller ne inançlar… Şirketler zamanın putları gibi. Ne tartışıyorlar ne de tartıştırıyorlar.

E-Nabız’ın satış hikayesini bu köşede anlatmıştım.

Aslında geçen yıl T24’te Asuman Aranca’nın haberi sayesinde olan biteni öğrenmiştik. E-Nabız sistemini ilk tasarlayan şirket olan Bilbest isimli firma, daha sonra sistemi sürdüren Tiga isimli şirketten, "e-Nabız uygulamasını Katar’a kendi mülkiyetindeymiş gibi satması" nedeniyle şikayetçi olmuştu. Aranca’nın aktardığına göre, Tiga, Sağlık Bakanı Yardımcısı Şuayip Birinci’ye yakındı. E-Nabız üzerinde iki firmanın kavgası sürerken, Birinci, yakınlık iddialarını doğrularcasına, E-Nabız’ın satışını sızdırdığı iddia edilen Bakanlık danışmanları ve Bilbest hakkında, “ihaleye fesat ve rüşvet” iddiasıyla suç duyurusunda bulunmuştu. Bakanlık çalışanları gözaltına alınıp yargılanmıştı.

Sağlık Bakanlığı çalışanlarının, sonunda beraat ettiğini yazdım. Bu sırada, gerekçeli karara "e-Nabız uygulamasının Katar’a satılmasının deşifre edilmesi nedeniyle kendilerinden intikam alındığı" ifadelerinin yansıdığını söyledim.

Aslında yazarken uyarılmıştım. Zira bu konu, "cıs!" denilen meselelerden biriydi. Nitekim hikâye çok konuşulduğu gibi, Bakanlık ve Tiga isimli şirket konu üzerine açıklamalar yaptı.

Gelelim benim bulgularıma…

ARAP MEDYASINDA SATIŞ

Önce şunu söyleyeyim. E-Nabız uygulamasının satışı ile uygulamadaki vatandaşlara ait sağlık verilerinin satışı birbirinden farklı şeyler. İlki ticari bir mesele. İkincisi ise açık suç. Haliyle, vatandaşların "veriler tehlikede mi" endişesi Türkiye gerçeğinde haklı olsa da mahkemeye yansıyan tartışma sadece "uygulamanın satışı"na dair.

Peki Sağlık Bakanlığı ne dedi: "E-Nabız Kişisel Sağlık Kaydı Sistemi, Bakanlığımızın amaç ve hedefleri doğrultusunda tasarlanarak geliştirilmiş ve tüm unsurları ile Sağlık Bakanlığına aittir. Sağlık Bakanlığından izin almadan hiçbir ülkeye satılamaz ve Bakanlığımızdan izinsiz kullanılamaz."

E-Nabız projesinde hakkında dava açılan şirketin sahibinin Gazeteci Cüneyt Özdemir’e yaptığı açıklamayı da aktarayım: "Veriler değil Katar’a özel ayrı bir yazılım satıldı."

Bu aşamadan sonra acaba Arap medyasında bir şey çıkmış mı diye baktım. 18 Kasım 2022’deki haber, Katar ile Tiga arasında, sağlık alanında bilişim teknolojileri için, 5 yıllığına 320 milyon Katar Riyali (88 milyon dolar) değerinde bir anlaşma yapıldığını haber veriyor.

Yani gerçekten de Tiga, tam da E-Nabız’a benzer bir çalışmayı, çalışanların söylediği tarihlerde ve söyledikleri rakama yakın şekilde Katar’la yapmış.

BİLİRKİŞİDEN E-NABIZ RAPORU

Gelelim E-Nabız’ın durumuna…

E-Nabız sistemi 2014’te Bilbest tarafından tasarlanarak Bakanlığa kullanım hakkı verilmiş. O tarihten sonra, fikri mülkiyeti Bilbest’in olmak üzere, Sağlık Bakanlığı E-Nabız sisteminin kullanım haklarına sahip olmuş. Bakanlık, 2016 sonundan itibaren ise sistemin işletmesi için Tiga ile çalışmaya başlamış. Bu sırada E-Nabız’ın kodlarını Tiga ile paylaşmak için sistemi kuran şirketten izin de istemiş. Şirket de sadece sistemin kullanımı için bu kodların paylaşılmasına izin vermiş.

İşte kavga da buradan sonra başlamış. Zira Bilbest’e göre Tiga bu aşamadan sonra E-Nabız’ın üzerine konmuş. Tiga’ya göre ise bu kodları gördükten sonra kendileri E-Nabız benzeri uygulamaları yeniden tasarlamışlar.

Elbette hakimler bu düzeyde bilgisayar bilmiyor. Konuyu bilişim uzmanlarına havale etmişler. Hazırlanan 5 kişilik bilirkişi heyeti raporu, E-Nabız’ın kopyalanarak yeni bir yazılım üretildiği, bunun bir ihlal olduğu kanaatine varmış.

Dahası…

Tiga’nın tanıtım broşürlerinde de E-Nabız, şirkete mal ediliyor.


ÖYLEYSE PARA DEVLETİN OLMALI

Yani E-Nabız’ı tasarlayan şirket, E-Nabız’ın kopyalanarak satıldığını söylüyor. Bakanlık çalışanlarından bir grup da doğruluyor. Mahkemeye giren bilirkişi raporu, çeşitli broşür ve haberler de bunu teyit ediyor.

Elbette kararı mahkemeler verecek. Ancak Sağlık Bakan Yardımcısı Şuayip Birinci’nin çabalarıyla, garip bir şekilde, bakanlık iki şirket arasındaki hesaplaşmada Tiga lehine taraf oldu. Öyle ki Birinci’nin Tiga aleyhine atılan tweete soruşturma açtırması bile mahkeme dosyalarına girmiş.

Peki ne olmalı?

Madem E-Nabız söylendiği gibi Bakanlığın malı… Öyleyse bu davaları bizzat Bakanlığın açması gerekmez mi? Bakanlığın iki şirket arasında açık taraf olması yanlış değil mi? Bakanlığın E-Nabız’ın sanki kendi ürünleriymiş gibi pazarlanmasına itiraz etmesi, eğer Katar’a satılıyorsa "bu para Bakanlığındır" demesi, alıp devletin kasasına koyması gerekmez mi?  Elbette gazetecilerin de şirketler savaşında taraf olmaması, sadece ama sadece kamunun çıkarını savunması gerekiyor. Gördüğünüz gibi, sorularımız kamuyu korumak için soruluyor.

Son iki not…

Yazımdan sonra, Sağlık Bakanlığı’nda da Birinci’nin Tiga politikasından rahatsız olan bürokratların olduğunu, kucağında bu meseleyi bulan yeni bakanın da meseleye çözüm aradığını öğrendim.

İkinci kaynağım ise Ankara Adliyesi’ni iyi bilen bir isimdi. Şirketler savaşında, yargıya kimi akrabalıklar ve yakınlıklar kullanılarak, "E-Nabız satışını duyuran çalışanları tutuklayın" baskısı yapılmış. Yargı da şirketler savaşının parçası haline getirilmeye çalışılmış.

Kamunun çıkarını şirketlerin çıkarının yerine koyduğumuz gün devlet milletiyle barışmış olacak.

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet -

"GÜNDEM " - 14 EKİM 2024 -

 

Yenidoğan vurgununda fezleke hazırlandı -Sözcü-

İstanbul'da 2'si doktor çok sayıda sağlık çalışanının özel hastanelerin yenidoğan servisleri üzerinden haksız kazanç sağladığı sistemin detayları ortaya çıktı. Hakkında fezleke düzenlenen 22'si tutuklu 47 şüpheli önümüzdeki günlerde hakim karşısına çıkacak...İstanbul'da, 112 Acil Çağrı Merkezinde çalışan kişilerle ortak hareket ederek bebek acil hastalarını önceden anlaştıkları özel hastanelerin yenidoğan ünitelerine sevk ederek haksız kazanç elde ettikleri belirlenen 22'si tutuklu 47 şüpheli hakkında fezleke hazırlandı. Büyükçekmece Cumhuriyet Başsavcılığı Örgütlü Suçlar ve Terör Suçları Soruşturma Bürosunca hazırlanan 725 sayfalık fezlekede 10 bebek "maktul", 5 kişi "müşteki", 19 hastane ve sağlık hizmeti şirketi "malen sorumlu", 22'si tutuklu 47 kişi ise "şüpheli" olarak yer aldı. Fezlekede, İstanbul İl Sağlık Müdürlüğüne 27 Mart 2023'te CİMER üzerinden gelen ihbarın Mali Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğüne gönderildiği anlatıldı. Soruşturma kapsamında, doktor şüpheliler F.S. ile İ.G'nin 112 Acil Çağrı Merkezi çalışanlarıyla müşterek hareket ederek özel hastanelerin yenidoğan yoğun bakım ünitelerini tedavi dışında maddi menfaat sağlamak amacıyla kullandıkları iddialarına ilişkin dinleme ve teknik araçlarla izleme yapıldığı belirtilen fezlekede, 41 şüphelinin suça karıştığı, İl Sağlık Müdürlüğü görevlilerince yapılan denetimlerde de suça konu 197 eylemin belirlendiği aktarıldı. Fezlekede, yapılan denetimler, banka hesap hareketleri, HTS incelemeleri ve fiziki takip tutanaklarının suç içerikli konuşmalarla örtüştüğü kaydedildi.(NAKLİ YAPILACAK BEBEKLER ŞEBEKE TARAFINDAN BELİRLENDİ) 
Medisense Sağlık Hizmetleri Şirketi sahibi şüpheli Dr. F.S'nin bu şirkette çalışan olarak görünen şüpheli doktor İ.G. ile birlikte Özel Hastaneler Yönetmeliğine aykırı hareket ettiği belirtilen fezlekede, İstanbul'daki birçok özel hastanenin yenidoğan yoğun bakım ünitesini işleten F.S'nin, buralara da birlikte hareket ettiği sağlık çalışanlarını yerleştirdiği ifade edildi. Fezlekede, bu iki şüphelinin, 112 Acil Çağrı Merkezi ambulans şoförü G.M.Ö., hasta sevklerini yapan F.A., il dışı hasta sevklerini gerçekleştiren S.Y. ve o dönemde Esenyurt Belediye Başkanlığı Sağlık Hizmetlerinde çalışan R.K. aracılığıyla devlet hastanelerinde ya da özel hastanelerde doğup tedavisi yoğunluktan dolayı başka hastanelerde yapılması uygun görülen bebek hastaları, kurmuş oldukları suç örgütü sayesinde keşfedip, tedavi yöntemleri uygun olup olmadığına bakılmaksızın anlaşmaları olan hastanelere neklettikleri kaydedildi. Şüphelilerin, bebek hastaların hayatın olağan akışına aykırı olacak kadar hastanede uzun sürelerde kalmasını sağladıkları ifade edilen fezlekede, SGK'den yüksek miktarda ödeme alınmasına neden olarak kamu kurumunu zarar uğratan şüphelilerin aynı zaman da uygun tedavi yöntemleriyle tedavi olamayan bebeklerin ölümüne sebebiyet verdikleri vurgulandı.
(BEBEKLER ANLAŞMALI HASTANELERE GÖNDERİLDİ) Fezlekede, ambulans şoförü G.M.Ö., İstanbul içerisi nde sevk işlemlerini yapan R.K, F.A ve il dışında hastane sevk işlemlerini yürüten S.Y'nin devlet ya da özel hastanelerden sevk olması gereken bebek hastaları öğrenerek örgüt lideri F.S. ya da örgüt yöneticisi İ.G'ye bildirdikleri, bu kişilerden aldıkları talimat üzerine bebeği anlaşmalı oldukları hastanelere sevk ettikleri dile getirildi. Şüphelilerin önce bebek hastanın ailesini ikna ettikten sonra "tedavi reddi" işlemini yaptıkları belirtilen fezlekede, ambulans şoförü G.M.Ö'nün 112 Acil Çağrı Merkezinden provizyon numarası almadan, bebeği hiç hastaneye gitmemiş gibi göstererek, örgütün anlaşmalı olduğu hastanelerin birine acilden giriş yapılmasını sağladığı anlatıldı. Fezlekede, G.M.Ö'nün bir hastane adına kendini "Doktor Ahmet" olarak tanıtıp, 112 Acil Çağrı Merkezinden usulsüz yöntemlerle bebek hasta aldığı, bu işlemi yapmadan önce örgüt yöneticileri ile birlikte ortak karar verdikleri aktarıldı. Sağlık Bakanlığı Müfettişliğinin yapmış olduğu denetimlerde, şüpheli İ.G'nin suça konu eylemlerin dışında kendisini 2022-2023 yıllarında yetişkin ve yenidoğan yoğun bakım hasta nakillerinde bazı hastanelerin sorumlu hekimi olarak gösterdiği, zaman zaman "Dr. Şeyhmus", "Dr. Ümit", "Dr. Şerif" ve "Dr. Recep" isimleriyle de tanıtarak hasta nakli kabul ettiği dile getirildi. (CEZA İSTEMLERİ) Fezlekede suç örgütü lideri olduğu değerlendirilen şüpheliler F.S. ve İ.G'nin 10 kez "kasten öldürmenin ihmali davranışla işlenmesi", "kamu kurum ve kuruluşlarının zararına dolandırıcılık", "suç işlemek amacıyla örgüt kurma" ve 11 kez uygulanmak üzere "resmi belgede sahtecilik" suçlarından toplam 180 yıldan 273'şer yıla kadar hapisle cezalandırılmaları talep edildi.   Ambulans şoförü olan şüpheli G.M.Ö. hakkında ise "kasten öldürmenin ihmali davranışla işlenmesi", "kamu kurum ve kuruluşlarının zararına dolandırıcılık", "suç işlemek amacıyla örgüt kurma" ve "resmi belgede sahtecilik" suçlarından 45 yıldan 93 yıla kadar hapis cezası istendi.  Diğer şüpheliler hakkında da benzer suçlardan hapis cezaları öngörülen fezlekede ayrıca, malen sorumlu olarak belirtilen hastaneler ve hastanelerin bağlı olduğu şirketler lehine "dolandırıcılık" suçu işlenerek maddi menfaat temin edildiğinden, tüzel kişilere özgü güvenlik tedbiri uygulanması, hastanelerin ve şirketlerin kapatılıp mal varlıklarına el konulmasına karar verilmesi talep edildi. Fezleke, Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı'na gönderildi.  

                                                      ***
Soygun fonu -Evrensel Manşet-

Yeni vergi paketi, savunma sanayisini güçlendirme adı altında emekçilerin yükünü artırırken, silah şirketlerini ihya edecek. Panzehir ise barış mücadelesi.(https://www.evrensel.net/haber/530729)

                                                                 ***

Anayasa’nın 3. maddesine ilişkin sözleri tepki çekmişti, Kurtulmuş'tan açıklama: Bir tartışma varmış gibi göstermek algı operasyonudur -T24-


TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş, tepki çeken "Devletin, ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü’ tabiri doğrudur ama bu perspektiften baktığınızda değiştirilmesi gerekir çünkü devletin, ülkesi olmaz. Devletin, milleti olmaz. Bu metin, ‘Milletin, devleti ve ülkesi ile bölünmez bütünlüğü’ şeklinde değiştirilmelidir" sözlerine açıklık getirdi. Kurtulmuş, "İlk dört madde ile ilgili tartışma söz konusu değil. 3. Madde ile ilgili bir tartışma varmış gibi göstermek en hafif tabiriyle haksızlıktır, yanlışlıktır ve bir algı operasyonudur" dedi.(https://t24.com.tr/haber/anayasa-nin-3-maddesine-iliskin-sozleri-tepki-cekmisti-kurtulmus-tan-aciklama-bir-tartisma-varmis-gibi-gostermek-algi-operasyonudur,1189550)
                                                         ***

Kaldırım vergisi de getirin tam olsun -Erdoğan Süzer/Sözcü-

Vergi uydurmakta çığır açan iktidara vatandaşlar “Kaldırım vergisi de  getirin tam olsun” diyerek tepki gösteriyor. İktidar, tarih sayfalarını karıştırırsa sakalı olana sakal vergisi, penceresi olan pencere vergisi getirebilir.(https://www.sozcu.com.tr/kaldirim-vergisi-de-getirin-tam-olsun-p92231)

                                                                     ***

Oba Makarna'daki patlamada hayatını kaybedenlerin sayısı 5'e yükseldi -Cumhuriyet-
Oba Makarna fabrikasında meydana gelen patlamada yaralanan Naim Karagüzel, tedavi gördüğü hastanede bu sabah hayatını kaybetti. Böylece, meydana gelen patlama sonucu ölü sayısı 5'e çıktı.(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/oba-makarnadaki-patlamada-hayatini-kaybedenlerin-sayisi-5e-yukseldi-2257669)

                                                                   ***

AKP’lilerin eşi dostu kadroda: Nepotizmin belgesi -Mustafa Bildircin/Birgün-

KONTENJAN 30, BAŞVURAN BİN 361

Zonguldak İl Özel İdaresi’nin yaptığı işçi alımları da AKP’ye yakın isimlere istihdamda sağlanan ayrıcalıkları bir kez daha gözler önüne serildi. Toplam 30 kişilik işçi alımı için bin 361 kişinin başvurması ise Türkiye'deki işsizliğin ulaştığı boyutu ortaya koydu.İşe alım için oluşturulan asil ve yedek listesinde bulunan AKP'li siyasetçilerin akrabaları ise şöyle sıralandı:

• İl Genel Meclisi Başkanı Necdet Karaveli’nin damadı Emrullah Kocaadam (Asil Liste)

• İl Genel Meclisi Necdet Başkanı Karaveli’nin Yeğeni Miraç Karaveli (1. Sıra Yedek)

• Beycuma Belediye Başkanı Vural Kundakçı’nın damadı Batuhan Yılmaz (Asil Liste)

• AKP Devrek İlçe Başkanı İsmail Cinbir’in kayınbiraderi Burak Çömez (Asil Liste)

• AKP Gençlik Kolları Başkan Yardımcısı Buğracan Kuvetli (Asil Liste)

• İl Özel İdaresi Genel Sekreteri Ahmet Güral Karayılmaz’ın özel kalemi Okan Başar’ın eşi Elif Başar (2. Sıra Yedek)

ÇOCUKLARINI DA LİSTEYE EKLEDİLER

• AKP Zonguldak Teşkilat Başkanı Erdoğan Muammer Koca’nın kızı Azra Koca (Asil Liste)

• AKP Zonguldak İl Yönetim Kurulu Üyesi Mustafa Aydın’ın oğlu Efe Berkay Aydın (Asil Liste)

• AKP İl Genel Meclisi üyesi Adnan Tıska’nın yeğeni Aykut Tıskaoğlu (Asil Liste)

• Danıştay Başkanı Zeki Yiğit’in amcasının oğlunun torunu Ali İhsan Yiğit

• AKP Ereğli İlçe Yöneticisi Talip Seyhan’ın çalışanı Faruk Demircan

Zonguldak’ta yaşananlara yönelik BirGün’e değerlendirmelerde bulunan CHP’li Eylem Ertuğ Ertuğrul, “Bu olayla birlikte, Zonguldak İl Özel İdaresi’nin nasıl adaletsiz yönetildiğini ve amacın halka değil yandaşlara hizmet ve rant sağlamak olduğunu açıkça gördük” dedi.(https://www.birgun.net/haber/akplilerin-esi-dostu-kadroda-nepotizmin-belgesi-567160)

                                                       ***

soL "KÖŞEBAŞI" + Sahaflar Çarşısı(XXVII)

Altın Koza Notları(II): Liberalin soğan işçisine yenilmesi -Ali Engin-

"Görüntüler dünyasında ilginç teknikler ve teknoloji kullanımı 'fark yaratan' asıl unsur gibi görülmeye başlandı. Tekniğe değil politik-ideolojik doğrultuya göz dikmek gereken bir çağda yaşıyoruz."

Adana Altın Koza Film Festivali’nin üzerinden iki hafta geçti. Geçen hafta Cemali Coşkunırmak festivalin bütününe de değinen güzel bir yazı yazdı soL’da. Benim yazım festivalin geneline dair değil, festivalde öne çıkan filmlerden ikisi üzerine olacak. Bunlar dışında elbette ki beğendiğim filmler oldu ancak bu ikisinin özellikle konuşulması gerektiğini düşündüğüm için bu yazıyı kaleme alıyorum. Yine de aşağıda değineceğim iki film dışında hem “En İyi Film” ödülünü alan “Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri”nin sinemamızın ihtiyaç duyduğu türden bir film olduğunu ve kaçırılmaması gerektiğini hem de yönetmenliğini Chris Marker’ın yaptığı, 1997 tarihli bir Fransız yapımı olan “Level 5” filmini çok beğendiğimi söylemek isterim. Zor bir film ve festivalde bunu beğenen tek kişi olduğuma neredeyse eminim ama Hegel felsefesiyle ilgileniyorsanız kesinlikle göz atmanızı tavsiye ederim.

Değinmek istediğim ilk film, nedenini bilmediğimiz bir biçimde belgesel yarışmasına alınmayan “Işığın Hasadı” belgeseli. Yönetmenliğini Esin Özalp Öztürk’ün yaptığı belgesel Ankara’ya çok yakın bir bölgede, Evren ilçesinde mevsimlik işçi olarak soğan hasadında çalışan bir grup işçiyi konu ediniyor. Filmin adı, işçilerin günde yalnızca iki saat elektriklerinin olabilmesinden geliyor ve buradan yola çıkarak işçilerin hayatlarını gözlerimizin önüne seriyor. Bunu yaparken klasik bir biçimde soru-cevap formatını takip etmiyor, kişiler son derece doğal bir şekilde, serbestçe konuşuyor; bir standart akış izlediğiniz değil de koyu bir muhabbete denk geldiğiniz hissini uyandırıyor. Asıl etkileyici olan şey ise işçilerin hayata dair muhteşem yorumları.

Belgeseli izlerken bir sınıfın gündelik işini yaparken bilincini nasıl geliştirdiğini ve nasıl da mücadeleyi arar hâle geldiğini görebiliyorsunuz.  Marx’ın -ve pek tabii ki Hegel’in- bahsettiği, anlaması biraz zor olabilen o diyalektiği, yani sömürülen duruma düşen bilincin (Marx için sınıfın), dünyayı nesneleştirerek nasıl da kendini bir özne olarak yeniden kurduğunu ve bu özneleşmenin onu sömürenle bir çatışmaya yol açtığını veya açacağını bu kadar iyi anlatan çok az eser var. Felsefi çıkarımları bu kadar somut bir şekilde görmek nadir ve çok değerli. İşçiler, mevsimlik işçi olarak ülkeyi dolaşırken, yaşadıkları hayatı o kadar doğru ve bilinçli olarak ele alıyorlar ki, bu belgeseli izleyen birinin bu ülkeden umudu kesmesi bence pek olası değil.

Örneğin pek eğitimli orta sınıfımız enflasyonun asgari ücrete yapılan zam yüzünden arttığını, kendisinin işçi olmadığını ya da bir gün işçi olmaktan kurtulabileceğini düşünürken, işçilerden biri dört tane farklı boydaki soğanla izleyenlere bedava ders veriyor. Hem sömürü düzeninin nasıl işlediğini hem enflasyonun kâr oranlarının artmasından kaynaklandığını hem de sistemin nasıl da onları ve çocuklarını hep işçi kalmaya zorladığını saniyeler içinde anlatıveriyor. Belki kendisini orta sınıf ideolojisine fazla kaptırmış olanların izlemesinde fayda olabilir, zaten birkaç saniye sürdüğü için sıkılmazlar. (Filme ilişkin bir “gariplik” vurgusu yapmadan geçmeyelim: Mevsimlik işçileri ve ağır sömürüyü dile getiren bir filmin yapım sürecinin bu ülkenin tarım işçilerinin, yoksul köylülerinin perişanlığının, bu ülkenin tarımındaki yıkımın birinci dereceden sorumluları arasında sayılması gereken AB tarafından desteklenmiş olması, çağımızın bir ironisi mi; acaba destek programında ifade edildiği üzere “(…) işçi hakları, çocuk işçiliği, kadınların güçlendirilmesi ve evrensel eğitim hakkı üzerine farkındalık” yaratılınca ne olması bekleniyor, üzerinde düşünmeye değer.)

Teknik, estetik ve ideoloji: Yeniden tartışılmaya başlanmalı

Diğer film ise Burak Çevik’in “en iyi yönetmen” ödülünü alan ve 1978 yılında yedi TİP’li sosyalist gencin faşistlerce öldürüldüğü Bahçelievler Katliamı’ndan yola çıkılarak yapılan “Hiçbir Şey Yerinde Değil” filmi. Yönetmenin teknik birtakım buluşlara yönelmesi nedeniyle kendisine “en iyi yönetmen” ödülü verildiğini tahmin ediyorum. Şu anlamda: filmin ikinci yarısı, filmin ilk yarısındaki kamera hareketlerini geriye doğru takip ediyor; yani film simetrik olarak çekilmiş (bu, salondaki 4-5 kişi dışında kimse tarafından (ben de dahil) fark edilmemişti). Böyle bir şeyi bu kadar sade, göze sokmadan yapabilmek teknik açıdan beceri isteyen bir iş. Filmin teknik açıdan başka bir takdire şayan yönü ise sanat yönetmenliği. En iyi sanat yönetmeni ödülünün bu filme gitmesi benim için şaşırtıcı olmadı. Buna karşın Altın Koza’nın 1969 yılında yola çıkışından beri sahiplendiği değerleri hesaba kattığımızda ve bu tarz bir filmin düşünsel / politik / ideolojik bir yönü de olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda, Burak Çevik’in bu ödülü hak ettiğini söylemek mümkün değil.

Peki tekniği bir kenara bırakırsak, film hakkında olumlu neler söylenebilir? “Spoiler” olacak ama, hiçbir şey. 

Film Bahçelievler Katliamı’ndan esinleniyor. “Esinleniyor” diyorum çünkü olay örgüsü birebir aynı değil. Örneğin katledilen genç sayısı yedi iken, filmde dört karakter öldürülüyor. 

Filmin ardından gerçekleşen soru-cevap bölümünde yönetmen, küçükken babasının kitaplığında katliama dair bir kitap bulduğunu ve kitabın onu etkilediğini, bu yüzden de bu olaydan esinlenen bir film yapmak istediğini söyledi. T24’ten Hazal Özvarış’a verdiği bir röportajda  da aynı olaydan bahsediyor; direkt alıntılıyorum:

“Olay özelinde beni tutansa, babamın kütüphanesinden çocukken çekip aldığım bir kitap. Haluk Kırcı’nın bu cinayeti işlemesiyle ilgili polis kayıtlarını içeren, belgelerle kriminal vaka gibi anlatan bir kitaptı. Tam metni hatırlamıyorum ama kanım donmuştu.”

Katliamın detaylarını düşününce, bir çocukta unutulmayacak izler bırakması çok normal. Ama bu bilgilerin ışığında kişisel olarak şunu da merak etmeden geçemiyorum: Burak Çevik aynı söyleşide Haluk Kırcı ile görüşme yaptığını da söylüyor -zaten ben dikkat etmemiştim, jenerikte ismi de varmış- ama tel askıyla insan boğmaya çalışan bir caniyle görüşme yaparken neler sordu? 

Neler sorduğunu bilmiyoruz ama bu görüşmede bir insanın kendini nasıl gerekçelendirebildiğini gördüğünü söylüyor. Keşke görüşme kayıtlarını paylaşsa çünkü filmde bu gerekçelere dair hiçbir şey yok. 

Film, entelektüel olan ve kendi aralarındaki ilişki -bazen birbirlerine çıkışsalar da- karşılıklı anlayışa dayanan, bu yüzden aynı zamanda “olgun” da diyebileceğimiz bir grup solcu genci merkeze alıyor. Merkeze alıyor almasına da bu gençlerin başlarına gelenin nedenlerine herhalde o merkezde yer kalmıyor, onun yerine bir şiddet pornosu izliyoruz. Gençler güzel bir akşam geçirirlerken kapıya gelen iki ülkücü, gençlere saldırıp onları esir alıyorlar ve filmin asıl heyecanlı bölümü başlıyor. Bu heyecanı, olayların nasıl vuku bulacağına dair bir heyecan gibi düşünmemek lazım, daha çok “herhalde konuya şimdi girecek” türünden bir heyecan. Çünkü film bittikten sonra filmde bir grup gencin öldürülmesini izlediğinizi, ama neden öldürüldüklerine dair somut hiçbir şeyin söylenmediğini fark ediyorsunuz. Bu noktada bir parantez açmak gerektiğini düşünüyorum, hiçbir şey söylenmediğini söylerken, gerçek nedenlerine dair hiçbir şeyin söylenmediğini söylemek istiyorum. Bahçelievler Katliamı içerdiği kan dondurucu detaylar yüzünden değil, Türkiye’nin bugün olduğu noktayı açıklarken değinmeden geçilemeyecek büyüklükteki siyasi önemi yüzünden büyük. Ama filmde ülkücülerin solcuları öldürmesinin sebebi -ülkücü gencin çocuklara işkence yaparken saydığı- bir dizi olayın sorumlusu olarak solcuları görmesi gibi aktarılıyor. Dahası, gençleri öldürmek için ellerinde silahla ev basan ülkücülerin, gençleri öldürmek istemediği, ama “Reis” kod adlı birinin (gerçekte Abdullah Çatlı) onları zorlaması yüzünden öldürdüğünü gösteriyor. Sanırım bizim yufka yürekli ülkücülerimiz, solcuların silahlı olacaklarını varsaydıkları için ellerinde silahla geliyorlar ama aslında oraya medeni bir tartışma yapmaya gelmişlerdi; yoksa cinayet işleyemeyecek biri neden elinde silahla ev bassın değil mi? Hatta ülkücülerden biri cinayet işleyemiyor, işleyemeyeceğini bildiği için de solcuları öldürmemek için bahane bulmaya çalışıyor. Arkadaşını ikna edebilmek için onlara “9 Işık”ı saydırıyor ama başaramıyor ve arkadaşı onu gönderip cinayetleri tek başına işliyor. Filmin sonunda katil kapıyı çekip çıkıyor ve film bitiyor. Yufka yürekli bir ülkücünün başına gelenler gerçekten de sarsıcı (!).

Filmden sonra kafanızdaki “iyi de biz şimdi bunu niye izledik” sorusu, soru-cevap bölümünde yönetmenin asıl derdinin “bir kişinin idealleri uğruna nasıl cinayet işleyebileceği” sorusu olduğunu söylemesiyle daha da büyüyor. Zira bu derde dair filmden çıkarılabilecek tek şey, solcuların ülkücülerin arkadaşlarının bazılarını öldürdükleri ve bu yüzden ülkücülerin istemeyerek de olsa solcuları öldükleri. Bu arada solcuların neden “idealleri uğruna” o cinayetleri işlediklerine dair hiçbir şey söylenmediği gibi, ülkücülerin yaptıkları kıyımlara dair de filmde yine hiçbir şey söylenmiyor. Yani film “iki taraf da birbirini öldürüyordu” söyleminin dahi gerisinde kalıyor.

Filmin düşünsel tarafıyla ilgili tüm bu karmaşa ve şaşkınlık ortadayken, katkı sunanların ismi ekranda kaydığı sırada her şey netlik kazanıyor; anlıyoruz ki filmin senaryo danışmanı Tanıl Bora. Şunu söylemeden geçmek istemem; liberallerin adlarını bir yerlerde görmek beni bir açıdan çok rahatlatıyor. Kafamı karıştıran bir şey mi var, nedenini tam tespit edemediğim bir cahillik ve yanlışlık mı var, hemen katkı sunanlara bakıyorum ve bir liberalin adını görünce her şey yerli yerine oturuyor ve bir “rahatlama” geliyor. Bu filmde de aynı şey oldu.

Burak Çevik’in yetenekli bir yönetmen olduğu bir gerçek. Kendisi bu filmi ne ülkücülere ne de solculara beğendirmekle ilgilenmediğini söylüyor; son derece makul bir düşünce, kimseye beğendirmek zorunda değil. Ama konu zaten beğenip beğenmemek değil; o kadar yüzeysel bir yorum yufka yürekli ülkücülere yakışır. Yönetmenin -eminim ki benden daha iyi bildiği gibi- hem kendisinin hem de sinemasının daha iyi yerlere gelmesi için filmlerinin teknik yeteneklerine yakışan bir düşünsel birikime sahip olması da gerekiyor. Bunun için de danışmanlarını, fikirleri tarihin çöplüğüne çoktan giden ve isimlerinin de artık hak ettikleri o çöplüğe gitme vakti gelen kişiler arasından değil, naçizane önerim, mesela soğan tarlasında çalışanlardan seçmeli. Zira Türkiye’nin geleceği o tarlada şekilleniyor. Bizim de konumuz tamamen budur.                                       /././

İzmir'de temizlik görevlisi 8 yaşındaki çocuğu okulda taciz etti: 'Çocukların güvenliği sağlanmalı' -Emre Alim-

8 yaşındaki çocuğa cinsel tacizde bulunan 19 yaşındaki temizlik görevlisi tutuksuz yargılanacak. "Çocukların güvenliği sağlanmalı" diyen aile duruma tepkili.

Türkiye her gün onlarca şiddet ve cinsel saldırı olayına tanık oluyor. Bunlar arasında çocuğa yönelik işlenen suçlarda hızlı bir artış var. Son örnek İzmir'den geldi.

Bayraklı'da bulunan Azerbaycan Halk Cumhuriyeti 100. Yıl İlkokulu'nda bir öğrenci temizlik görevlisinin cinsel tacizine uğradı.

10 Ekim Perşembe günü kayıtlara geçen olay, çocuğun yaşadıklarını öğretmenine anlatmasıyla açığa çıktı.

Okuldaki 10. gününde tacizde bulundu 

"Tasarruf tedbirleri" nedeniyle devlet okullarında patlak veren temizlik krizi sonrası Milli Eğitim Bakanlığı, Toplum Yararına Program (TYP) kapsamında 30 bin personel alınacağını duyurdu.

TYP kontenjanına başvuran 19 yaşındaki D.T., 1 Ekim'de temizlik personeli olarak Azerbaycan Halk Cumhuriyeti 100. Yıl İlkokulu'nda görevlendirildi.

D.T. henüz görevindeki ikinci haftadayken, 10 Ekim günü ders bitimi öğrencilerin sınıfları boşaltmasını bekledi ve 8 yaşındaki çocuk yalnız kalınca kapıyı kapatarak cinsel tacizde bulundu.

Sonraki gün ders bitiminde öğretmeninden kendisini yalnız bırakmamasını isteyen çocuk, tacize uğradığını söyledi.

Bir gün sonra serbest bırakıldı

Kamera kayıtlarıyla doğrulanan taciz polise bildirildi. Eş zamanlı olarak D.T.'nin okulla ilişiği kesildi.

Cuma günü okul yönetimi ve polis tarafından bilgilendirilen çocuğun ailesi, D.T. ve nöbetçi öğretmenden şikayetçi oldu.

Aynı gün "çocuğun cinsel istismarı" suçlamasıyla gözaltına alınan D.T.'nin savcılıkta ifadesi alındı ve nöbetçi mahkemeye çıkarıldı.   

Dosyayı sulh ceza hakimliğine sevk eden mahkeme, D.T.'nin tutuksuz yargılanmasına karar verdi.

Adli kontrol şartı getirilen D.T., Cumartesi günü serbest bırakıldı.

'Çocukların güvenliği bir an önce sağlanmalı'

soL'a konuşan mağdur çocuğun annesi, kamera görüntüleriyle çocuğun ifadesinin örtüştüğünü vurguluyor ve bu nedenle D.T.'nin hapis cezasına çarptırılmasını istiyor.

Olayın örtbas edilmesine izin vermeyeceğini kaydeden anne, tüm hukuki yollara başvuracağını söylüyor: 

"Bana çocuğumun özgüvenli olması nedeniyle cesaretlenip yaşadığı durumu öğretmenine anlatabildiğini söylediler.

Bugün benim, yarın başkalarının çocuklarına... Susmuyorum, bir şekilde bunun cezasının verilmesini istiyorum. Bunun bir daha yaşanmaması için tepkiliyim.

Çocuğum için adalet arıyorum. Milli Eğitim Bakanlığı okullara maddi destek vermediği için İŞKUR atıyor bu personeli. Bu sistemin değişmesi gerekiyor. 

Çocukların güvenliği bir an önce sağlanmalı. Bunun için elimden ne geliyorsa yapacağım ve çocuğuma bu yaşatılanların hesabını hukuk çerçevesinde soracağım."

Kanun ne diyor?

Türk Ceza Kanunu'nun 103. maddesine göre, çocuğu cinsel yönden istismar eden kişi, 8 yıldan 15 yıla kadar hapisle cezalandırılır.

İstismarın sarkıntılık düzeyinde kalması halinde 3 yıldan 8 yıla kadar hapis cezasına hükmolunur.

Kamu görevinin sağladığı nüfuz kötüye kullanılmak suretiyle suçun işlenmesi halinde, ceza yarı oranında artırılır.

Çocuğa yönelik suçlar artıyor 

Türkiye İstatistik Kurumu'na (TÜİK) göre 2023 yılında güvenlik birimlerine giden veya götürülen mağdur 242 bin 875 çocuğun yüzde 12'ye yakını cinsel istismar nedeniyle mağdur oldu. Bu, yaklaşık 29 bin çocuğa denk geliyor.

Adalet Bakanlığı verilerine göreyse, Türkiye genelinde başsavcılıkların çocukların cinsel istismarına ilişkin açtığı dosya sayısı 2015 ile 2023 arasında yaklaşık iki katına çıktı.

2023'te yürütülen 66 binden fazla soruşturmanın her birinde en az bir çocuk mağdurdu.

                                                            /././

Biriken, gerilen Türkiye manzarası…-Asaf Güven Aksel-

Doğa, tahrip edilmesinin hesabını soruyor. İnsan doğanın parçası… Birikir, gerilir, sıçrar. Türkiye, bu cendereyi daha fazla sineye çekemez.

Toplamda üç kere değildir, Yusuf’ta köfte yemişliğim. Domuz eti kullansaydı, bu sayı kesin artardı benim açımdan, ama hiçbir özellik bulamamıştım. Böyle durumlarda, hikmetini anlamadığım şekilde popülerleşen, rağbet gören, ortalığı kaplayan “marka”lara mesafeli dururum. Yani, Yusuf, logolu tabelasını neonladığı an “trend” olalıberi uzak durduğum, yalnızca lezzetinde bir tercih sebebi bulamadığımdan değil, kendini beğenmişlik göstergelerinden biri nedeniyle, aman modaya kapıldığım sanılmasın diye de kapısından girmediğim bir köfteciydi. 

Kapısında, masasında neredeyse histeri içinde üç köfte için saatlerce bekleşenlere, itişenlere, “selfie”cilere  diyecek bir şeyim olamaz elbette. Öyle bir ahkâm kesecek gustom yok. 

Benim köftecim, İstanbul Bostancı’da geceleri eylemlerimizin mühimmatçısı ve gıda lojistikçisi, küçücük bacası tüten bir seyyar arabada başlayıp, sonra gördüğü “büyük ilgi”yle beş masalı yer açan ve yapabileceği halde, darbe sonrası müşteri profiline eklenenlerin “büyütsene şurayı” ısrarlarını kahramanca direnerek reddeden, halen gelip ak saçlarıyla “atsana iki köfte” diyen militanları ayrıcalıkla kucaklayan, piyazı ikram esnaf, Sabri Abi’lerdir ve her yerde bulunacak muadilleridir.

Şimdi bu milyarlar cirolu köfteci Yusuf, “isyancı lider” oldu, basın bültenleriyle, videolarla, “halkı” kendisine karşı kurulan komploya direnmeye, desteğe çağrıyor. Çağrı, azımsanmayacak karşılık da buluyor.

Tarım ve Orman Bakanlığı’nın (her özel alanlı kurumsal yapıyı tek elde merkezîleştirip lağvedince, böyle oldu) yaygın “gıda denetimleri” kapsamında “zehir, tağşiş, haram, mekruh katkı” filan taranırken Köfteci Yusuf’ta domuz etine rastlandı ve kıyamet koptu.

Yaygın kanaat, mafya, siyasal iktidar paydaşları, yabancı gıda ve fast food zincir tekelleri gibi geniş bir “şüpheliler” ağının, Köfteci Yusuf’un yüksek cirosuna “çökme” planı uyguladığıydı. O kadar şubeden sırf 2’sinde ve 10 binde 1 oranında domuz, neden olsundu ki? Her ne kadar, 2 şube örneklemse, yani hepsi taranıp da bulunan şube sayısı değilse ve 10 binde 1, kullanılan et hacmindeki orana değil, farklı eti saptama hassasiyetine  aitse de, bu tez makuldü aslında. En az, Müslümanları haramla dolandıran günahkâr tezi kadar.

Çok örneği vardı, gıdadan ilaca hemen her sektörde böyle “çökme”lerin. Ve denildiği gibi tezgâhlar ve çökmeler, en küçüğünden en büyüğüne haramî ekonomi çarkının olağan dişli yağlarıydı. Dondurması, meşrubatı, deterjanı, tekstili…

Cem Karaca’nın “hamburger go home, yaşasın köfteler” parçası eşliğinde, gerçekten “Türkiye’nin bütün köftecileri” birleşip, Tom Braks çizgiromanındaki “hay bin köfte!”ci Tonton gibi “masum” şubelere akın ettiler.

Ülkenin bütün yeraltı yerüstü kaynaklarına, en yaşamsal kamu kuruluşlarına, toplumsal hizmetlerine çöken, çöktüren patronlar düzenine karşı, bir köfte imparatorluğu mu olacaktı acaba, alt üst oluşları doğuran küçücük fitil ateşi? Daraltırsak, o günah, o mekruh hayvanın grama gelmez eti mi, AKP “mücahit”lerinin, sermaye-mafya-tarikat düzenini  sarsacaktı? Olur mu olurdu hani… Bu, “domuz eti haram” fetvasının “koyun tüccarları”nın ticarî çıkarı kaynaklı olduğu tezine de uzanabilirdi konu töbeler olsun...

Bana bile bir an, Özel’in “Bir Yusuf Masalı”yla mı girsem konuya, dedirten manzara karşısında şakalaşma  keyifliyse de, bu manzarayı, ölüm ve çürüme tamamlıyor  ve o düşlerdeki, karabasanlardaki gibi, kaçmak isteyip de, hareket edemez, soluk alamaz, bütün gücünüzü harcasanız da bir adım uzaklaşamaz kılan, jölemsi bir boşlukta çırpınır bulabiliyorsunuz kendinizi.

Kadınlar, çocuklar, bebekler, sokak hayvanları, aralıksız öldürülüyor, taciz ediliyor, şiddete, istismara uğruyor bu ülkede. Aynı anda iki adım ötemizde, İsrail, NATO, ABD ölüm  yağdırıyor bir beşerî coğrafyaya…

Ve aciz birer hurufat toplamı oluyor, kınamalar, lanetlemeler…

Geçen yazıda “devlet ve tabiat” demiştim. Bu Ece Ayhan alıntısı, Eylül 1999 tarihli “Papirüs” dergisindeki yazımın da başlığıymış. 17 Ağustos depreminde yaşanan, binlerce ölü, onbinlerce yaralı ile sonuçlanan felaketmiş konu. Henüz 6 Şubat depreminin acısı taze, akıllarda. Aynı şeylermiş tartışılanlar, 25 yıl önce de. Denetimsizlik, betonlaşma, kâr kutsallığı, müteahhitler, belediyeler, çarpık kentleşme, plansızlık, doğa yıkımı, iktidarıyla muhalefetiyle kurulu patronlar düzeni, insana sıfır değer…. Bunları yazmışım... “Papirüs” aylık dergiydi. Ekim 1999 sayısındaki başlığım: “Demenophia”… “Şeytan korkusu” yani. Onbinlerce insanımızı kâr düzeninin sorumlu olduğu yıkımda kaybetmemizin üzerinden bir ay geçmeden, toplumca “satanizm” tartışır olmuşuz çünkü. Rock müziği, metali, giyimi ve makyajı, enstrümanı, saç boyunu ve modelini kapsayan bir “cadı avı”na çıkılmış, medyanın, MHP’nin kıştırtıcılığında ve sokak şiddeti boyutuna vararak. Üç gencin, “âyin” izi taşıyan bir kadın cinayetini itirafları üzerine…

Henüz molozlar ve altındaki cansız bedenler orta yerdeyken, unutulmuş deprem…

Köfteci Yusuf, ızgaraya, harcında ne varsa artık, et atarken, çıkan cızırtıyla birlikte, tecavüzle yaşamı son bulan bebeğe, küçük bir köyde öldürülmesi JFK suikastinden karmaşık hale getirilen Narin’e, artık alenen, gündüz gözüyle ve “çok doğal” olarak işlenen kadın cinayetlerine, vahşice ve dakikalar içinde ödürülen iki gencecik kadının üzerinden “incel” akımına, yeniden “satanizm”e ne varsa, dumanı doluyor ciğerimize. 

Kamu spotu yapsak mı biraz, çiçekli, kaynak sulu, ayet-i kerimeli? MHP ve DEM el sıkışır mı, Özgür Özel, “makama” kıyam durur mu tartışsak? İsrail’e “Hııı! Çok ayıp” desek ama ticaret hacmimizi 30’a katlasak? Mafyayı devlete, tarikatı cemaate bağlasak da mı saklasak?

Bir jöle atmosferde boğuntu mu elde kalan? Hayır, olağanüstü kötülük boca edilirken üzerimize, kapkara, yoğun bir sis kaplarken ortalığı, kâbus hüküm sürerken, bir perdeyi açar bir el, gün ışığını düşürür üzerimize, bir el, önce hafifçe, olmazsa doz artırarak, dokunur omzumuza. Uyan artık uykundan uyan…  Kan ter içinde olsa da…. 

Bir el, bir elle  “vakt erişir”, işçiler yalınayak durur halaya, emeğin hakkı için yumruk sıkar, patron ensesinde. Köylü tırpan bilerken, kırları mazotla tutuştururken, Fakir Baykurt’a gülümser. Türkiye’nin laik olacağını yazar bir öğretmen, tarikat yuvasının duvarına renkli tebeşirle. Bir kortej, kadınlar ve çocuklar için düşer hesap sorma yoluna. Bir yürüyüş kolu, NATO Yolu’ndan Bağımsızlık Yolu’na çevirir rotamızı. Sokak hayvanlarını sahipsiz bırakmaz Ayşe Teyze’nin mahallesi. Bir el, bir elle. Kıpırdar birşeyler. Sezersiniz. Doğrulur birşeyler alttan alta…. Kan ter içinde…

Yıllar önce “Çürüme Edebiyatının Anatomisi”ni çıkarırken NHKM’lerde, aydınlar, sanatçılar, yazarlar nezdinde bugünlerin zihinsel temelini inşaya dikkat çekmiştik bir karşı mevzi çatarak.

Karşı mevzi. Silkeleyen el. Biziz o. 

Çökme, çürüme…. Türkiye, bu cendereyi daha fazla sineye çekemez.

“Kuzey Anadolu Fay Hattı”, demişiz, 1999’da, “her yıl, insanlarca fark edilmeyen 3 santimlik itmelerle sarsılırken, bu kez 2,6 metrelik bir adım attı. Doğa da toplumlar gibi. Birikiyor; küçük, gözle görülemeyebilen devinimlerle, bir atılımın eşiğinde olduğunun sinyallerini veriyor; sıçrıyor ve sarsıyor. Bir süre duraklıyor, birikiyor, bir daha, bir daha. Doğa da toplumlar gibi. Kaçınılmaz olan faturayı mutlaka kesiyor”…

Üzerine basınç binen ve artık dayanamaz hale gelen bir fay hattına, sükûnet tavsiye edilemiyor. Er geç boşalıyor o enerji, yeri göğü çalkalayıp. Toplumlar doğa gibidir. Doğa, tahrip edilmesinin hesabını soruyor. İnsan doğanın parçası… Birikir, gerilir, sıçrar. 

Doğa, kendiliğinden sımsıkı örgüttür ama, unutmayalım. İnsan örgütlülüğü ise, iradeyle, çabayla sağlanır. Biziz o.

Manzara ortada, Türkiye, birikti, gerildi. Sıçraması, sermaye düzeninin yıkımı olacak. Biz ona sosyal devrim diyeceğiz. Emekçi cumhuriyeti bu karabasanı örgütlü sınıfın yırtmasıdır. Bunu bilir bunu söyleriz. Doğada gecenin en yoğun zamanı, sabahın… filan klişesiyle değil, karşı-edebiyat belagatiyle de değil, sınıflı toplumların tarih bilinciyle….

Yusuf’u bilmem, Sabri Abi yürür bizimle…

                                                            /././

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -22 Haziran 2025-

  Fatih Altaylı’nın tartışılan videosundaki 1,5 dakika ayrıntısı -Eray Özer- Aldığımız bir bilgiye göre Altaylı’nın pazartesi günü hakim kar...