14 Ekim 2024 Pazartesi

soL "KÖŞEBAŞI" + Sahaflar Çarşısı(XXVII)

Altın Koza Notları(II): Liberalin soğan işçisine yenilmesi -Ali Engin-

"Görüntüler dünyasında ilginç teknikler ve teknoloji kullanımı 'fark yaratan' asıl unsur gibi görülmeye başlandı. Tekniğe değil politik-ideolojik doğrultuya göz dikmek gereken bir çağda yaşıyoruz."

Adana Altın Koza Film Festivali’nin üzerinden iki hafta geçti. Geçen hafta Cemali Coşkunırmak festivalin bütününe de değinen güzel bir yazı yazdı soL’da. Benim yazım festivalin geneline dair değil, festivalde öne çıkan filmlerden ikisi üzerine olacak. Bunlar dışında elbette ki beğendiğim filmler oldu ancak bu ikisinin özellikle konuşulması gerektiğini düşündüğüm için bu yazıyı kaleme alıyorum. Yine de aşağıda değineceğim iki film dışında hem “En İyi Film” ödülünü alan “Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri”nin sinemamızın ihtiyaç duyduğu türden bir film olduğunu ve kaçırılmaması gerektiğini hem de yönetmenliğini Chris Marker’ın yaptığı, 1997 tarihli bir Fransız yapımı olan “Level 5” filmini çok beğendiğimi söylemek isterim. Zor bir film ve festivalde bunu beğenen tek kişi olduğuma neredeyse eminim ama Hegel felsefesiyle ilgileniyorsanız kesinlikle göz atmanızı tavsiye ederim.

Değinmek istediğim ilk film, nedenini bilmediğimiz bir biçimde belgesel yarışmasına alınmayan “Işığın Hasadı” belgeseli. Yönetmenliğini Esin Özalp Öztürk’ün yaptığı belgesel Ankara’ya çok yakın bir bölgede, Evren ilçesinde mevsimlik işçi olarak soğan hasadında çalışan bir grup işçiyi konu ediniyor. Filmin adı, işçilerin günde yalnızca iki saat elektriklerinin olabilmesinden geliyor ve buradan yola çıkarak işçilerin hayatlarını gözlerimizin önüne seriyor. Bunu yaparken klasik bir biçimde soru-cevap formatını takip etmiyor, kişiler son derece doğal bir şekilde, serbestçe konuşuyor; bir standart akış izlediğiniz değil de koyu bir muhabbete denk geldiğiniz hissini uyandırıyor. Asıl etkileyici olan şey ise işçilerin hayata dair muhteşem yorumları.

Belgeseli izlerken bir sınıfın gündelik işini yaparken bilincini nasıl geliştirdiğini ve nasıl da mücadeleyi arar hâle geldiğini görebiliyorsunuz.  Marx’ın -ve pek tabii ki Hegel’in- bahsettiği, anlaması biraz zor olabilen o diyalektiği, yani sömürülen duruma düşen bilincin (Marx için sınıfın), dünyayı nesneleştirerek nasıl da kendini bir özne olarak yeniden kurduğunu ve bu özneleşmenin onu sömürenle bir çatışmaya yol açtığını veya açacağını bu kadar iyi anlatan çok az eser var. Felsefi çıkarımları bu kadar somut bir şekilde görmek nadir ve çok değerli. İşçiler, mevsimlik işçi olarak ülkeyi dolaşırken, yaşadıkları hayatı o kadar doğru ve bilinçli olarak ele alıyorlar ki, bu belgeseli izleyen birinin bu ülkeden umudu kesmesi bence pek olası değil.

Örneğin pek eğitimli orta sınıfımız enflasyonun asgari ücrete yapılan zam yüzünden arttığını, kendisinin işçi olmadığını ya da bir gün işçi olmaktan kurtulabileceğini düşünürken, işçilerden biri dört tane farklı boydaki soğanla izleyenlere bedava ders veriyor. Hem sömürü düzeninin nasıl işlediğini hem enflasyonun kâr oranlarının artmasından kaynaklandığını hem de sistemin nasıl da onları ve çocuklarını hep işçi kalmaya zorladığını saniyeler içinde anlatıveriyor. Belki kendisini orta sınıf ideolojisine fazla kaptırmış olanların izlemesinde fayda olabilir, zaten birkaç saniye sürdüğü için sıkılmazlar. (Filme ilişkin bir “gariplik” vurgusu yapmadan geçmeyelim: Mevsimlik işçileri ve ağır sömürüyü dile getiren bir filmin yapım sürecinin bu ülkenin tarım işçilerinin, yoksul köylülerinin perişanlığının, bu ülkenin tarımındaki yıkımın birinci dereceden sorumluları arasında sayılması gereken AB tarafından desteklenmiş olması, çağımızın bir ironisi mi; acaba destek programında ifade edildiği üzere “(…) işçi hakları, çocuk işçiliği, kadınların güçlendirilmesi ve evrensel eğitim hakkı üzerine farkındalık” yaratılınca ne olması bekleniyor, üzerinde düşünmeye değer.)

Teknik, estetik ve ideoloji: Yeniden tartışılmaya başlanmalı

Diğer film ise Burak Çevik’in “en iyi yönetmen” ödülünü alan ve 1978 yılında yedi TİP’li sosyalist gencin faşistlerce öldürüldüğü Bahçelievler Katliamı’ndan yola çıkılarak yapılan “Hiçbir Şey Yerinde Değil” filmi. Yönetmenin teknik birtakım buluşlara yönelmesi nedeniyle kendisine “en iyi yönetmen” ödülü verildiğini tahmin ediyorum. Şu anlamda: filmin ikinci yarısı, filmin ilk yarısındaki kamera hareketlerini geriye doğru takip ediyor; yani film simetrik olarak çekilmiş (bu, salondaki 4-5 kişi dışında kimse tarafından (ben de dahil) fark edilmemişti). Böyle bir şeyi bu kadar sade, göze sokmadan yapabilmek teknik açıdan beceri isteyen bir iş. Filmin teknik açıdan başka bir takdire şayan yönü ise sanat yönetmenliği. En iyi sanat yönetmeni ödülünün bu filme gitmesi benim için şaşırtıcı olmadı. Buna karşın Altın Koza’nın 1969 yılında yola çıkışından beri sahiplendiği değerleri hesaba kattığımızda ve bu tarz bir filmin düşünsel / politik / ideolojik bir yönü de olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda, Burak Çevik’in bu ödülü hak ettiğini söylemek mümkün değil.

Peki tekniği bir kenara bırakırsak, film hakkında olumlu neler söylenebilir? “Spoiler” olacak ama, hiçbir şey. 

Film Bahçelievler Katliamı’ndan esinleniyor. “Esinleniyor” diyorum çünkü olay örgüsü birebir aynı değil. Örneğin katledilen genç sayısı yedi iken, filmde dört karakter öldürülüyor. 

Filmin ardından gerçekleşen soru-cevap bölümünde yönetmen, küçükken babasının kitaplığında katliama dair bir kitap bulduğunu ve kitabın onu etkilediğini, bu yüzden de bu olaydan esinlenen bir film yapmak istediğini söyledi. T24’ten Hazal Özvarış’a verdiği bir röportajda  da aynı olaydan bahsediyor; direkt alıntılıyorum:

“Olay özelinde beni tutansa, babamın kütüphanesinden çocukken çekip aldığım bir kitap. Haluk Kırcı’nın bu cinayeti işlemesiyle ilgili polis kayıtlarını içeren, belgelerle kriminal vaka gibi anlatan bir kitaptı. Tam metni hatırlamıyorum ama kanım donmuştu.”

Katliamın detaylarını düşününce, bir çocukta unutulmayacak izler bırakması çok normal. Ama bu bilgilerin ışığında kişisel olarak şunu da merak etmeden geçemiyorum: Burak Çevik aynı söyleşide Haluk Kırcı ile görüşme yaptığını da söylüyor -zaten ben dikkat etmemiştim, jenerikte ismi de varmış- ama tel askıyla insan boğmaya çalışan bir caniyle görüşme yaparken neler sordu? 

Neler sorduğunu bilmiyoruz ama bu görüşmede bir insanın kendini nasıl gerekçelendirebildiğini gördüğünü söylüyor. Keşke görüşme kayıtlarını paylaşsa çünkü filmde bu gerekçelere dair hiçbir şey yok. 

Film, entelektüel olan ve kendi aralarındaki ilişki -bazen birbirlerine çıkışsalar da- karşılıklı anlayışa dayanan, bu yüzden aynı zamanda “olgun” da diyebileceğimiz bir grup solcu genci merkeze alıyor. Merkeze alıyor almasına da bu gençlerin başlarına gelenin nedenlerine herhalde o merkezde yer kalmıyor, onun yerine bir şiddet pornosu izliyoruz. Gençler güzel bir akşam geçirirlerken kapıya gelen iki ülkücü, gençlere saldırıp onları esir alıyorlar ve filmin asıl heyecanlı bölümü başlıyor. Bu heyecanı, olayların nasıl vuku bulacağına dair bir heyecan gibi düşünmemek lazım, daha çok “herhalde konuya şimdi girecek” türünden bir heyecan. Çünkü film bittikten sonra filmde bir grup gencin öldürülmesini izlediğinizi, ama neden öldürüldüklerine dair somut hiçbir şeyin söylenmediğini fark ediyorsunuz. Bu noktada bir parantez açmak gerektiğini düşünüyorum, hiçbir şey söylenmediğini söylerken, gerçek nedenlerine dair hiçbir şeyin söylenmediğini söylemek istiyorum. Bahçelievler Katliamı içerdiği kan dondurucu detaylar yüzünden değil, Türkiye’nin bugün olduğu noktayı açıklarken değinmeden geçilemeyecek büyüklükteki siyasi önemi yüzünden büyük. Ama filmde ülkücülerin solcuları öldürmesinin sebebi -ülkücü gencin çocuklara işkence yaparken saydığı- bir dizi olayın sorumlusu olarak solcuları görmesi gibi aktarılıyor. Dahası, gençleri öldürmek için ellerinde silahla ev basan ülkücülerin, gençleri öldürmek istemediği, ama “Reis” kod adlı birinin (gerçekte Abdullah Çatlı) onları zorlaması yüzünden öldürdüğünü gösteriyor. Sanırım bizim yufka yürekli ülkücülerimiz, solcuların silahlı olacaklarını varsaydıkları için ellerinde silahla geliyorlar ama aslında oraya medeni bir tartışma yapmaya gelmişlerdi; yoksa cinayet işleyemeyecek biri neden elinde silahla ev bassın değil mi? Hatta ülkücülerden biri cinayet işleyemiyor, işleyemeyeceğini bildiği için de solcuları öldürmemek için bahane bulmaya çalışıyor. Arkadaşını ikna edebilmek için onlara “9 Işık”ı saydırıyor ama başaramıyor ve arkadaşı onu gönderip cinayetleri tek başına işliyor. Filmin sonunda katil kapıyı çekip çıkıyor ve film bitiyor. Yufka yürekli bir ülkücünün başına gelenler gerçekten de sarsıcı (!).

Filmden sonra kafanızdaki “iyi de biz şimdi bunu niye izledik” sorusu, soru-cevap bölümünde yönetmenin asıl derdinin “bir kişinin idealleri uğruna nasıl cinayet işleyebileceği” sorusu olduğunu söylemesiyle daha da büyüyor. Zira bu derde dair filmden çıkarılabilecek tek şey, solcuların ülkücülerin arkadaşlarının bazılarını öldürdükleri ve bu yüzden ülkücülerin istemeyerek de olsa solcuları öldükleri. Bu arada solcuların neden “idealleri uğruna” o cinayetleri işlediklerine dair hiçbir şey söylenmediği gibi, ülkücülerin yaptıkları kıyımlara dair de filmde yine hiçbir şey söylenmiyor. Yani film “iki taraf da birbirini öldürüyordu” söyleminin dahi gerisinde kalıyor.

Filmin düşünsel tarafıyla ilgili tüm bu karmaşa ve şaşkınlık ortadayken, katkı sunanların ismi ekranda kaydığı sırada her şey netlik kazanıyor; anlıyoruz ki filmin senaryo danışmanı Tanıl Bora. Şunu söylemeden geçmek istemem; liberallerin adlarını bir yerlerde görmek beni bir açıdan çok rahatlatıyor. Kafamı karıştıran bir şey mi var, nedenini tam tespit edemediğim bir cahillik ve yanlışlık mı var, hemen katkı sunanlara bakıyorum ve bir liberalin adını görünce her şey yerli yerine oturuyor ve bir “rahatlama” geliyor. Bu filmde de aynı şey oldu.

Burak Çevik’in yetenekli bir yönetmen olduğu bir gerçek. Kendisi bu filmi ne ülkücülere ne de solculara beğendirmekle ilgilenmediğini söylüyor; son derece makul bir düşünce, kimseye beğendirmek zorunda değil. Ama konu zaten beğenip beğenmemek değil; o kadar yüzeysel bir yorum yufka yürekli ülkücülere yakışır. Yönetmenin -eminim ki benden daha iyi bildiği gibi- hem kendisinin hem de sinemasının daha iyi yerlere gelmesi için filmlerinin teknik yeteneklerine yakışan bir düşünsel birikime sahip olması da gerekiyor. Bunun için de danışmanlarını, fikirleri tarihin çöplüğüne çoktan giden ve isimlerinin de artık hak ettikleri o çöplüğe gitme vakti gelen kişiler arasından değil, naçizane önerim, mesela soğan tarlasında çalışanlardan seçmeli. Zira Türkiye’nin geleceği o tarlada şekilleniyor. Bizim de konumuz tamamen budur.                                       /././

İzmir'de temizlik görevlisi 8 yaşındaki çocuğu okulda taciz etti: 'Çocukların güvenliği sağlanmalı' -Emre Alim-

8 yaşındaki çocuğa cinsel tacizde bulunan 19 yaşındaki temizlik görevlisi tutuksuz yargılanacak. "Çocukların güvenliği sağlanmalı" diyen aile duruma tepkili.

Türkiye her gün onlarca şiddet ve cinsel saldırı olayına tanık oluyor. Bunlar arasında çocuğa yönelik işlenen suçlarda hızlı bir artış var. Son örnek İzmir'den geldi.

Bayraklı'da bulunan Azerbaycan Halk Cumhuriyeti 100. Yıl İlkokulu'nda bir öğrenci temizlik görevlisinin cinsel tacizine uğradı.

10 Ekim Perşembe günü kayıtlara geçen olay, çocuğun yaşadıklarını öğretmenine anlatmasıyla açığa çıktı.

Okuldaki 10. gününde tacizde bulundu 

"Tasarruf tedbirleri" nedeniyle devlet okullarında patlak veren temizlik krizi sonrası Milli Eğitim Bakanlığı, Toplum Yararına Program (TYP) kapsamında 30 bin personel alınacağını duyurdu.

TYP kontenjanına başvuran 19 yaşındaki D.T., 1 Ekim'de temizlik personeli olarak Azerbaycan Halk Cumhuriyeti 100. Yıl İlkokulu'nda görevlendirildi.

D.T. henüz görevindeki ikinci haftadayken, 10 Ekim günü ders bitimi öğrencilerin sınıfları boşaltmasını bekledi ve 8 yaşındaki çocuk yalnız kalınca kapıyı kapatarak cinsel tacizde bulundu.

Sonraki gün ders bitiminde öğretmeninden kendisini yalnız bırakmamasını isteyen çocuk, tacize uğradığını söyledi.

Bir gün sonra serbest bırakıldı

Kamera kayıtlarıyla doğrulanan taciz polise bildirildi. Eş zamanlı olarak D.T.'nin okulla ilişiği kesildi.

Cuma günü okul yönetimi ve polis tarafından bilgilendirilen çocuğun ailesi, D.T. ve nöbetçi öğretmenden şikayetçi oldu.

Aynı gün "çocuğun cinsel istismarı" suçlamasıyla gözaltına alınan D.T.'nin savcılıkta ifadesi alındı ve nöbetçi mahkemeye çıkarıldı.   

Dosyayı sulh ceza hakimliğine sevk eden mahkeme, D.T.'nin tutuksuz yargılanmasına karar verdi.

Adli kontrol şartı getirilen D.T., Cumartesi günü serbest bırakıldı.

'Çocukların güvenliği bir an önce sağlanmalı'

soL'a konuşan mağdur çocuğun annesi, kamera görüntüleriyle çocuğun ifadesinin örtüştüğünü vurguluyor ve bu nedenle D.T.'nin hapis cezasına çarptırılmasını istiyor.

Olayın örtbas edilmesine izin vermeyeceğini kaydeden anne, tüm hukuki yollara başvuracağını söylüyor: 

"Bana çocuğumun özgüvenli olması nedeniyle cesaretlenip yaşadığı durumu öğretmenine anlatabildiğini söylediler.

Bugün benim, yarın başkalarının çocuklarına... Susmuyorum, bir şekilde bunun cezasının verilmesini istiyorum. Bunun bir daha yaşanmaması için tepkiliyim.

Çocuğum için adalet arıyorum. Milli Eğitim Bakanlığı okullara maddi destek vermediği için İŞKUR atıyor bu personeli. Bu sistemin değişmesi gerekiyor. 

Çocukların güvenliği bir an önce sağlanmalı. Bunun için elimden ne geliyorsa yapacağım ve çocuğuma bu yaşatılanların hesabını hukuk çerçevesinde soracağım."

Kanun ne diyor?

Türk Ceza Kanunu'nun 103. maddesine göre, çocuğu cinsel yönden istismar eden kişi, 8 yıldan 15 yıla kadar hapisle cezalandırılır.

İstismarın sarkıntılık düzeyinde kalması halinde 3 yıldan 8 yıla kadar hapis cezasına hükmolunur.

Kamu görevinin sağladığı nüfuz kötüye kullanılmak suretiyle suçun işlenmesi halinde, ceza yarı oranında artırılır.

Çocuğa yönelik suçlar artıyor 

Türkiye İstatistik Kurumu'na (TÜİK) göre 2023 yılında güvenlik birimlerine giden veya götürülen mağdur 242 bin 875 çocuğun yüzde 12'ye yakını cinsel istismar nedeniyle mağdur oldu. Bu, yaklaşık 29 bin çocuğa denk geliyor.

Adalet Bakanlığı verilerine göreyse, Türkiye genelinde başsavcılıkların çocukların cinsel istismarına ilişkin açtığı dosya sayısı 2015 ile 2023 arasında yaklaşık iki katına çıktı.

2023'te yürütülen 66 binden fazla soruşturmanın her birinde en az bir çocuk mağdurdu.

                                                            /././

Biriken, gerilen Türkiye manzarası…-Asaf Güven Aksel-

Doğa, tahrip edilmesinin hesabını soruyor. İnsan doğanın parçası… Birikir, gerilir, sıçrar. Türkiye, bu cendereyi daha fazla sineye çekemez.

Toplamda üç kere değildir, Yusuf’ta köfte yemişliğim. Domuz eti kullansaydı, bu sayı kesin artardı benim açımdan, ama hiçbir özellik bulamamıştım. Böyle durumlarda, hikmetini anlamadığım şekilde popülerleşen, rağbet gören, ortalığı kaplayan “marka”lara mesafeli dururum. Yani, Yusuf, logolu tabelasını neonladığı an “trend” olalıberi uzak durduğum, yalnızca lezzetinde bir tercih sebebi bulamadığımdan değil, kendini beğenmişlik göstergelerinden biri nedeniyle, aman modaya kapıldığım sanılmasın diye de kapısından girmediğim bir köfteciydi. 

Kapısında, masasında neredeyse histeri içinde üç köfte için saatlerce bekleşenlere, itişenlere, “selfie”cilere  diyecek bir şeyim olamaz elbette. Öyle bir ahkâm kesecek gustom yok. 

Benim köftecim, İstanbul Bostancı’da geceleri eylemlerimizin mühimmatçısı ve gıda lojistikçisi, küçücük bacası tüten bir seyyar arabada başlayıp, sonra gördüğü “büyük ilgi”yle beş masalı yer açan ve yapabileceği halde, darbe sonrası müşteri profiline eklenenlerin “büyütsene şurayı” ısrarlarını kahramanca direnerek reddeden, halen gelip ak saçlarıyla “atsana iki köfte” diyen militanları ayrıcalıkla kucaklayan, piyazı ikram esnaf, Sabri Abi’lerdir ve her yerde bulunacak muadilleridir.

Şimdi bu milyarlar cirolu köfteci Yusuf, “isyancı lider” oldu, basın bültenleriyle, videolarla, “halkı” kendisine karşı kurulan komploya direnmeye, desteğe çağrıyor. Çağrı, azımsanmayacak karşılık da buluyor.

Tarım ve Orman Bakanlığı’nın (her özel alanlı kurumsal yapıyı tek elde merkezîleştirip lağvedince, böyle oldu) yaygın “gıda denetimleri” kapsamında “zehir, tağşiş, haram, mekruh katkı” filan taranırken Köfteci Yusuf’ta domuz etine rastlandı ve kıyamet koptu.

Yaygın kanaat, mafya, siyasal iktidar paydaşları, yabancı gıda ve fast food zincir tekelleri gibi geniş bir “şüpheliler” ağının, Köfteci Yusuf’un yüksek cirosuna “çökme” planı uyguladığıydı. O kadar şubeden sırf 2’sinde ve 10 binde 1 oranında domuz, neden olsundu ki? Her ne kadar, 2 şube örneklemse, yani hepsi taranıp da bulunan şube sayısı değilse ve 10 binde 1, kullanılan et hacmindeki orana değil, farklı eti saptama hassasiyetine  aitse de, bu tez makuldü aslında. En az, Müslümanları haramla dolandıran günahkâr tezi kadar.

Çok örneği vardı, gıdadan ilaca hemen her sektörde böyle “çökme”lerin. Ve denildiği gibi tezgâhlar ve çökmeler, en küçüğünden en büyüğüne haramî ekonomi çarkının olağan dişli yağlarıydı. Dondurması, meşrubatı, deterjanı, tekstili…

Cem Karaca’nın “hamburger go home, yaşasın köfteler” parçası eşliğinde, gerçekten “Türkiye’nin bütün köftecileri” birleşip, Tom Braks çizgiromanındaki “hay bin köfte!”ci Tonton gibi “masum” şubelere akın ettiler.

Ülkenin bütün yeraltı yerüstü kaynaklarına, en yaşamsal kamu kuruluşlarına, toplumsal hizmetlerine çöken, çöktüren patronlar düzenine karşı, bir köfte imparatorluğu mu olacaktı acaba, alt üst oluşları doğuran küçücük fitil ateşi? Daraltırsak, o günah, o mekruh hayvanın grama gelmez eti mi, AKP “mücahit”lerinin, sermaye-mafya-tarikat düzenini  sarsacaktı? Olur mu olurdu hani… Bu, “domuz eti haram” fetvasının “koyun tüccarları”nın ticarî çıkarı kaynaklı olduğu tezine de uzanabilirdi konu töbeler olsun...

Bana bile bir an, Özel’in “Bir Yusuf Masalı”yla mı girsem konuya, dedirten manzara karşısında şakalaşma  keyifliyse de, bu manzarayı, ölüm ve çürüme tamamlıyor  ve o düşlerdeki, karabasanlardaki gibi, kaçmak isteyip de, hareket edemez, soluk alamaz, bütün gücünüzü harcasanız da bir adım uzaklaşamaz kılan, jölemsi bir boşlukta çırpınır bulabiliyorsunuz kendinizi.

Kadınlar, çocuklar, bebekler, sokak hayvanları, aralıksız öldürülüyor, taciz ediliyor, şiddete, istismara uğruyor bu ülkede. Aynı anda iki adım ötemizde, İsrail, NATO, ABD ölüm  yağdırıyor bir beşerî coğrafyaya…

Ve aciz birer hurufat toplamı oluyor, kınamalar, lanetlemeler…

Geçen yazıda “devlet ve tabiat” demiştim. Bu Ece Ayhan alıntısı, Eylül 1999 tarihli “Papirüs” dergisindeki yazımın da başlığıymış. 17 Ağustos depreminde yaşanan, binlerce ölü, onbinlerce yaralı ile sonuçlanan felaketmiş konu. Henüz 6 Şubat depreminin acısı taze, akıllarda. Aynı şeylermiş tartışılanlar, 25 yıl önce de. Denetimsizlik, betonlaşma, kâr kutsallığı, müteahhitler, belediyeler, çarpık kentleşme, plansızlık, doğa yıkımı, iktidarıyla muhalefetiyle kurulu patronlar düzeni, insana sıfır değer…. Bunları yazmışım... “Papirüs” aylık dergiydi. Ekim 1999 sayısındaki başlığım: “Demenophia”… “Şeytan korkusu” yani. Onbinlerce insanımızı kâr düzeninin sorumlu olduğu yıkımda kaybetmemizin üzerinden bir ay geçmeden, toplumca “satanizm” tartışır olmuşuz çünkü. Rock müziği, metali, giyimi ve makyajı, enstrümanı, saç boyunu ve modelini kapsayan bir “cadı avı”na çıkılmış, medyanın, MHP’nin kıştırtıcılığında ve sokak şiddeti boyutuna vararak. Üç gencin, “âyin” izi taşıyan bir kadın cinayetini itirafları üzerine…

Henüz molozlar ve altındaki cansız bedenler orta yerdeyken, unutulmuş deprem…

Köfteci Yusuf, ızgaraya, harcında ne varsa artık, et atarken, çıkan cızırtıyla birlikte, tecavüzle yaşamı son bulan bebeğe, küçük bir köyde öldürülmesi JFK suikastinden karmaşık hale getirilen Narin’e, artık alenen, gündüz gözüyle ve “çok doğal” olarak işlenen kadın cinayetlerine, vahşice ve dakikalar içinde ödürülen iki gencecik kadının üzerinden “incel” akımına, yeniden “satanizm”e ne varsa, dumanı doluyor ciğerimize. 

Kamu spotu yapsak mı biraz, çiçekli, kaynak sulu, ayet-i kerimeli? MHP ve DEM el sıkışır mı, Özgür Özel, “makama” kıyam durur mu tartışsak? İsrail’e “Hııı! Çok ayıp” desek ama ticaret hacmimizi 30’a katlasak? Mafyayı devlete, tarikatı cemaate bağlasak da mı saklasak?

Bir jöle atmosferde boğuntu mu elde kalan? Hayır, olağanüstü kötülük boca edilirken üzerimize, kapkara, yoğun bir sis kaplarken ortalığı, kâbus hüküm sürerken, bir perdeyi açar bir el, gün ışığını düşürür üzerimize, bir el, önce hafifçe, olmazsa doz artırarak, dokunur omzumuza. Uyan artık uykundan uyan…  Kan ter içinde olsa da…. 

Bir el, bir elle  “vakt erişir”, işçiler yalınayak durur halaya, emeğin hakkı için yumruk sıkar, patron ensesinde. Köylü tırpan bilerken, kırları mazotla tutuştururken, Fakir Baykurt’a gülümser. Türkiye’nin laik olacağını yazar bir öğretmen, tarikat yuvasının duvarına renkli tebeşirle. Bir kortej, kadınlar ve çocuklar için düşer hesap sorma yoluna. Bir yürüyüş kolu, NATO Yolu’ndan Bağımsızlık Yolu’na çevirir rotamızı. Sokak hayvanlarını sahipsiz bırakmaz Ayşe Teyze’nin mahallesi. Bir el, bir elle. Kıpırdar birşeyler. Sezersiniz. Doğrulur birşeyler alttan alta…. Kan ter içinde…

Yıllar önce “Çürüme Edebiyatının Anatomisi”ni çıkarırken NHKM’lerde, aydınlar, sanatçılar, yazarlar nezdinde bugünlerin zihinsel temelini inşaya dikkat çekmiştik bir karşı mevzi çatarak.

Karşı mevzi. Silkeleyen el. Biziz o. 

Çökme, çürüme…. Türkiye, bu cendereyi daha fazla sineye çekemez.

“Kuzey Anadolu Fay Hattı”, demişiz, 1999’da, “her yıl, insanlarca fark edilmeyen 3 santimlik itmelerle sarsılırken, bu kez 2,6 metrelik bir adım attı. Doğa da toplumlar gibi. Birikiyor; küçük, gözle görülemeyebilen devinimlerle, bir atılımın eşiğinde olduğunun sinyallerini veriyor; sıçrıyor ve sarsıyor. Bir süre duraklıyor, birikiyor, bir daha, bir daha. Doğa da toplumlar gibi. Kaçınılmaz olan faturayı mutlaka kesiyor”…

Üzerine basınç binen ve artık dayanamaz hale gelen bir fay hattına, sükûnet tavsiye edilemiyor. Er geç boşalıyor o enerji, yeri göğü çalkalayıp. Toplumlar doğa gibidir. Doğa, tahrip edilmesinin hesabını soruyor. İnsan doğanın parçası… Birikir, gerilir, sıçrar. 

Doğa, kendiliğinden sımsıkı örgüttür ama, unutmayalım. İnsan örgütlülüğü ise, iradeyle, çabayla sağlanır. Biziz o.

Manzara ortada, Türkiye, birikti, gerildi. Sıçraması, sermaye düzeninin yıkımı olacak. Biz ona sosyal devrim diyeceğiz. Emekçi cumhuriyeti bu karabasanı örgütlü sınıfın yırtmasıdır. Bunu bilir bunu söyleriz. Doğada gecenin en yoğun zamanı, sabahın… filan klişesiyle değil, karşı-edebiyat belagatiyle de değil, sınıflı toplumların tarih bilinciyle….

Yusuf’u bilmem, Sabri Abi yürür bizimle…

                                                            /././

Uzman ve çubuğu -Engin Solakoğlu-

Ortadoğu’da yıllardır süren emperyalist işgal belirli zamanlarda medyanın gündemine geldikçe eli çubuklu bu “uzman” toplamının işgal ettiği ekranlardan yalan dalgaları saçılıyor halkın üstüne.

Emperyalizme karşı verilen uzun ve kanlı bir savaş sonrası kurulan Cumhuriyetin en güzel sayfalarından biridir Dil Devrimi. Cumhuriyetin gerçekleştirdiği yenilikler içerisinde kimilerini azımsamak, yetersiz ya da yersiz bulmak mümkündür ama Dil Devrimi, devrim gibi devrimdir.

Dilin yaşayan bir varlık olduğu, yüzyıllar içinde doğal bir evrime tabi bulunduğu doğrudur elbette. Yine de bu doğru, o evrime zaman zaman iradi bir müdahale gerektiği gerçeğini ortadan kaldırmaz. Dil devrimi öylesi bir müdahaledir. Sıradan siyaset tacirlerinin yapabileceği şey değildir. Sıra dışı bir lider gerektirir. Cumhuriyeti kuran kadronun lideri Mustafa Kemal gibi ayrıksı bir birey olduğu için yapılabilmiştir. İyi ki de yapılmıştır.

Uzman sözcüğü işte o devrimin kazanımlarından biridir. 12 Eylül’ün dinamitlediği sayısız Cumhuriyet kurumundan biri olan TDK’nın sözlüğünde karşılığı “belli bir işte, belli bir konuda bilgi, görüş ve becerisi çok olan (kimse)” olarak verilmiştir. Usta anlamındaki Türkçe “uz” sözcüğünden türetilmiştir. Cumhuriyet ve devrimlerinin karşıtıysanız, uydurulmuştur da diyebilirsiniz. Bunun zerrece önemi yoktur zira dil böyle oluşur. Gericilik ne kadar tepinirse tepisin, “uzman” sözcüğü gelmiş, Türkçe’nin orta yerine yerleşmiştir. Bir yere gitmesi söz konusu değildir. Eski dildeki karşılığı olan Arapça kökenli “mütehassıs” sağlık alanına kadar geri çekilmiş, Fransızca karşılığı “eksper” ise tütün alanında çalışmaya mecbur bırakılmıştır.

Sözcükler ve simgeledikleri kavramlar zamana ve içinde bulunan toplumsal ortama göre değişkenlik gösterebilirler. Bir dönem çok ciddiye alınırken, bir süre sonra alay konusu haline gelebilirler. Tüm değerlerin vasat altına doğru yönlendiği ortamlarda sözcük ve kavramların içlerinin boşaltılması şaşırtıcı sayılamaz. Ne var ki bu o kavramların suçu değildir. Sorumluluk pespaye düzene aittir.

Yazıya, çok sevmek ve ilgilenmekle birlikte hiçbir şekilde “uzmanı” olmadığım dil konusuna girmemin sebebi son dönemde yaşadığım ve gözlemlediğim kimi olaylar. 

Bir televizyon veya YT kanalına çağırıyorlar dış politik gelişmelerle ilgili görüş almak için. Çok önemsediğim bir şey. O yüzden de mümkün mertebe olumlu yanıt vermeye çalışıyorum. Dış politikanın bir özelliği ilk bakışta gündelik hayatımızı doğrudan etkilemeyen bir alan gibi görünmesi. Bir yandan öyle gerçekten. Örneğin göçmenler, enflasyon oranı, asgari ücretin belirlenmesi, ya da memur/emekli maaşlarındaki artış oranı kadar ilgilendirmiyor halkı. Sıkça karşımıza çıkan bir söz kalıbını doğruluyor bir anlamda: “Dış politika seçim kazandırmaz ama kaybettirebilir.”

Bu programların sunucuları, çıkardıkları konuklarını izleyicilerine tanıtırken ister istemez “... uzmanı” benzeri ifadeler kullanıyorlar. “Ortadoğu uzmanı bilmem kim” gibi. Piyasacılığın hüküm sürdüğü pek çok alan gibi, bir tür reklam yapmaya, “biz malın en iyisini en ucuza ayağınıza getirdik” demeye çalışıyorlar. Oyunun kuralı olsa gerek. Eleştirmiyorum.
Oysa uzmanlık o kadar ucuz bir şey değil. Dış politika özelinde konuşursak, bölgeyi ya da spesifik bir sorununu iyi bileceksiniz, bölge dillerinden en azından birine iyi kötü hâkim olacaksınız, bölgeyle ilgili akademik çalışma yapmış olacaksınız vs.. Öte yandan herhangi bir konuda yorum yapmak, halka kimi görüşleri, bakış açılarını iletmek için uzman olmaya da gerek yok, ekrana çubuk sallamaya da. Yapmanız gereken tek şey o alanda ciddiyetle çalışan akademisyen, araştırmacı ve gazetecileri elden geldiğince takip edip, onların söylediklerini aklınızın ve bilginizin terazisine koymak. Bunu açacağım.

Yeri gelmişken, kısa bir kişisel not aktarayım. Zerre kadar uzmanlığım yok benim Ortadoğu’ya dair. 29 yıllık diplomatik kariyerimde bölge üzerine hiç çalışmadım. Hiçbir bölge ülkesinde görev yapmadım. Çeviriler üzerinden okuyabildiğim birkaç yazar dışında edebiyatına, sanatına, kültürüne dair bilgim son derece sınırlı. Arapça, İbranice, Farsça gibi üç bölge dilinden herhangi birini konuşamadığım gibi, kullandıkları alfabelerin harflerini seçebilmekten bile acizim. “Elifi görse mertek sanır” derler ya, tam olarak öyleyim.

Peki neden konuşuyor, yazıyorum bu konuda? Ne hakla ne gerekçeyle yorum yapıyorum? Birincisi dünyaya, dünya halklarının yaşadığı sorunların temel sebebine dair bir fikrim var. Hiçbir bölgenin sorunu temelde diğerinden farklı değil. Adını koyalım: Sermaye düzeni. Kapitalizmin doğası gereği sürekli büyüme genişleme ihtiyacı ve bunun tek yolunun güçlünün zayıfı sömürmesi, sömürülemeyecek hale geldiğinde ise ortadan kaldırma güdüsü. Bu işin kuramsal kısmı.
Cüretimin ikinci kaynağı ise yukarıda da belirttiğim gibi Ortadoğu’yu iyi bilen ve bölgede olup bitenleri aktarırken cüzdanının değil, aklının ve vicdanının sesini dinleyenleri, daha açık bir deyişleri elinde çubuk tutmayan gerçek uzmanları okumak, dinlemek. Emperyalizmin yüksek teknolojili borazanı medyanın yaydıklarının sağlamasını bu dürüst kaynaklardan yararlanarak yapmak.

Bir diğer  gerekçem, Türkiye halkına dış politikadaki gelişmelerin gündelik hayatlarını etkileyebileceklerini anımsatmak. Örnek olsun, ucuz emek sömürüsünden son derece memnun olan patronların dışında neredeyse herkesin yakındığı göçmen meselesi ile Suriye topraklarında devam eden işgal ve fütuhat girişimleri arasında doğrudan ilişki bulunduğunu anlatmak. Ya da NATO üyeliği devam eden bir devletin İsrail saldırgan ve soykırımcı varlığına karşı hiçbir somut adım -atamayacağının değil- atmayacağının altını çizmek. Keza dış politik tercihlerin iç politik tercihlerle uyumlu olduğunu, milli çıkar kavramının aslında egemen sınıfın çıkarı anlamına geldiğini, Gebzeli işçi Ahmet Yılmaz ile “İş insanı” Ömer Koç veya Güler Sabancı’nın aynı gemide olmadığını, sonuncuların genişleme ve büyüme arzularının, Ahmet Yılmaz’ın alın teri ve yeri geldiğinde kanı ile beslendiğini yineleme fırsatını değerlendirmek.

En sonuncusu ise, dış politika anlatırken çubuk, sopa, TEDx mikrofonu ya da Latince gibi gereçler kullanmanın ve taraf olunması gereken yerde tarafsızmış gibi yapmanın gerekli olmadığını göstermek.

Çubuk deyince aklıma geldi. Birkaç gün önce, İsrail’in artık maalesef rutin hale gelen gece bombardımanlarından biri sürerken kanalın birinde bir “uzman” elindeki çubukları dev ekrana verilen bombalanmış Beyrut görüntüsünde gezdirerek kendinden gayet emin bir şekilde “Bakınız bu yangın” diyordu. Uzman gibi uzman! O vatandaşın çubuğu olmasa 85 milyonun Beyrut’un yandığını anlayabilme ihtimalimiz bile yok.

Bunlara gülebilirdik. Ne var ki, kapitalizmin insanı sersemleterek, hatta sersemleştirerek ömrünü uzattığını bildiğimiz için gülüp geçemiyoruz. Öfkelenmemiz ve mücadele etmemiz gerekiyor. Yandaşı, “candaşı” bilgisizlikten, beceriksizlikten değil, egemen sınıfın çıkarı öyle gerektirdiği için sahneye koyuyorlar bu ilkel müsamereyi. ABD ve Batı basınından beslenenler ile aslında aynı emperyalist kayıkta seyahat eden Körfez basınından nemalananlar halkı yanıltmak, Ortadoğu’da devam eden mücadelenin gerçek niteliğini gizlemek için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar. Bunların yanında bir güruh da dünyada olup bitenleri Türkiye’deki çarpık düzenin tahkimi için nasıl kullanabilirim kaygısıyla görev yapıyor. Kendileri bakımından haklı bir kaygı. Evrensel bilgi bağlamında çölleştirilmiş Akepe/Mehape akademyasında veya medyasında tutunabilmek ve daha da önemlisi yükselebilmek buna bağlı çünkü.

Ortadoğu’da yıllardır süren emperyalist işgal, ölü sayısı ve kullanılan silahların niteliğiyle koşut olarak belirli zamanlarda medyanın gündemine geldikçe eli çubuklu bu “uzman” toplamının işgal ettiği ekranlardan yalan dalgaları saçılıyor halkın üstüne. Boylarının, poslarının, niteliklerinin ve birikimlerinin hiçbir önemi yok bu çubuklugillerin... Önemli olan işlevleri!

“Amma uzattın Hocam, bırak bu sözcük türlüsünü de söyle, İsrail İran’a ne zaman saldıracak, nereleri vuracak” diyorsanız, bir “candaş” kanalda harika bir astroloji uzmanı(!), halk deyişiyle falcı var jeopolitik yorumları yapan. Mars’a bakıyor, Jüpiter’i gözlemliyor, Uranüs’ü inceliyor, Venüs’ü hafif yokluyor ve bu sayede bütün bu soruların yanıtlarını biliyor. Ona sorabilirsiniz. 
Benim çubuğum ve yıldız haritam olmadan şu an için söyleyebileceğim, kim nereyi ne kadar ve ne zaman vurursa vursun, direnen halkların önünde sonunda sömürgeciliği ve sömürgecileri bu topraklardan söküp atacağından ibarettir. İnsanlığın tunç yasası budur. 

                                                             /././

Mısır ithalatında tarife kontenjanı: ‘Hasat zamanı alınan karar çiftçiye darbe demek’-Yekta Armanc Hatipoğlu-

Cumhurbaşkanı kararıyla mısır ithalatında tarife kontenjanı uygulanmaya başlandı. Yerli üretici hasat döneminde alınan karara tepkili.

Cumhurbaşkanı kararıyla 1 milyon tonluk mısır ithalatından alınan gümrük vergisinin yıl sonuna kadar yüzde 130’dan yüzde 5’e düşürülmesi, yani mısır ithalatında tarife kontenjanı* uygulanması kararlaştırıldı.

Buna göre yılbaşına kadar 1 milyon ton mısır yüzde 5 vergi ile ithal edilebilecek.

10 Ekim tarihli Resmî Gazete’de yayımlanan karar, mısır üreticileri tarafından tepkiyle karşılandı.

                                           Karar, 10 Ekim'de Resmi Gazete'de yayımlandı.

‘AKP, eli nasırlı yerli çiftçimizi bile bile batırmakta’

Yerli üretici düşünmeden alınan karara, CHP Eskişehir Milletvekili Utku Çakırözer TBMM’de tepki gösterdi.

Çakırözer yaptığı açıklamada tam da mısır üreticisinin hasadını yapıp, ürününü satacağı sırada 1 milyon ton mısır ithal edilme kararı alındığını söyledi. “Yandaş aracıyı, tüccarı, Rusya-Ukrayna çiftçisini zengin eden bu AKP, eli nasırlı yerli çiftçimizi bile bile batırmakta” diyen Çakırözer, bu kararla çiftçinin alın terinin karşılığı olan 7,5 milyar lirasını cebinden çaldıklarını ifade etti.

“Kendi çiftçisine böyle düşmanlık yapan bu zihniyete yazıklar olsun” sözleriyle AKP’ye tepki gösteren Çakırözer “Rusya'nın, Ukrayna'nın çiftçisini, yandaş aracıyı, tüccarı değil, özbeöz yerli Anadolu çiftçisini koruyun, kollayın, destekleyin Anadolu çiftçisini” sözlerini kaydetti.

‘Hükümet mısır fiyatlarına adeta darbe yaptı’

Yıllardır Eskişehir’de çiftçilik yapan Hüseyin Büdüş, konuyla ilgili soL’a değerlendirmelerde bulundu.

Türkiye’nin tarım ülkesi olarak bilinmesine rağmen çiftçinin sorunlarının günden güne arttığını söyleyen Büdüş, geçtiğimiz aylarda çiftçilerin yaptığı yol kapatma eylemlerini hatırlattı.

Girdi maliyetlerindeki artışa rağmen, tarım ürünleri fiyatları üzerinde oynanan oyunlar alın teriyle, kendi emeğiyle üreten çiftçiyi güç duruma düşürüyor” diyen Büdüş tarım ekipmanları, enerji, mazot ve gübre gibi temel girdiler ve artan faiz sebebiyle oluşan finansman maliyeti nedeniyle çiftçinin hak ettiği kazanca bir türlü ulaşamadığını belirtti. Büdüş, bu durumun en çok da küçük ve orta ölçekli aile işletmelerini çaresiz bıraktığını söyledi. Önceki senelerde olduğu gibi bu sene de tarım ürünleri fiyatlarının beklentilerin gerisinde kaldığını söyleyen Büdüş, Toprak Mahsulleri Ofisi’nin verdiği fiyatların da çiftçinin yüzünü güldürmediğini kaydetti.

Büdüş, “Özellikle İç Anadolu Bölgesi’nde buğday ve arpa gibi tarım ürünlerinden beklediğini bulamayan üretici, son çare olarak umudunu şeker pancarı ve mısıra bağladı. Açıklanan şeker pancarı fiyatları da beklentilerin gerisinde kaldı, son günlerde borsada ve piyasada oluşan dane mısır fiyatları geçen yılla kıyaslandığında görece daha kabul edilebilir seviyelerdeydi” dedi ve ekledi:

“Ancak yerli üreticinin hasada yoğun olarak başladığı böyle bir dönemde, hükümet yetkilileri bir gecede ithalat vergilerinde indirim kararı alarak mısır fiyatlarına adeta darbe yaptı.”

Mısır dünyada ekim alanı bakımından buğday ve çeltikten sonra 3. sırada yer alırken, üretim miktarı bakımından ilk sırada. Ülkemizdeyse 2 milyon 300 bin ton üretim miktarıyla buğday ve arpadan sonra üçüncü sırada yer alıyor.

‘Mısır fiyatları dibi gördü’

Büdüş, mısırın 8 Ekim Perşembe günü ithalat maliyetleri, vergiler dahil 285 dolar seviyesindeyken, bir gecede alınan kararla ton başına yapılan yaklaşık 40 dolarlık indirimle birlikte iç piyasada mısır fiyatlarının dibi gördüğünü söyledi.

9 Ekim’de ticaret borsalarında ortalama mısır fiyatlarının 9 bin 700 - 9 bin 800 TL/ton civarında işlem gördüğünü ancak dün gece yarısı yayımlanan kararnameyle 8 bin - 8 bin 250 TL/ton sınırlarına kadar gerilediğini kaydeden Büdüş, yaşananları daha somut şekilde şöyle anlattı:

25 ton gelen bir kamyon kuru mısır borsada bir gün önce 242 bin 500 TL ederken, bir gün sonra 200 bin TL fiyatla alıcı buldu. Yani bir kamyon mısırda çiftçinin cebinden tam 42 bin 500 TL uçtu, buhar oldu.”

İlkbaharda ana ürün olarak ekilen mısır Temmuz ve Ağustos aylarında, ikinci ürün olarak ekilen mısır ise Ağustos, Eylül ve Ekim aylarında hasat edilebiliyor. Dolayısıyla karar mısır hasadı sürerken alınmış oldu.

Çiftçinin cebinden alınan gıda tekelleri ve sanayicilerin kasasına geçti

Büdüş, “Türkiye’de yılda ortalama 7-8 milyon ton mısırın ticarete girdiğini hesaba katarsak, yaklaşık 11-12 milyar TL gibi bir rakam bir gece yarısı kararnamesiyle üreticinin cebinden alınarak, gıda tekellerinin ve sanayicinin kasasına transfer edilmiş olacak. Bu, yasal zemini hazırlanmış bir tür haksız servet transferi” sözleriyle çiftçinin kaybettiği parayı kimlerin kazandığını söyledi.

Sermaye sınıfının kendi çıkarlarına uygun kararları dilediği zaman, dilediği gibi aldırabildiğini söyleyen Büdüş, bunu kırmanın yolunun örgütlülükten geçtiğinin altını çizdi:

“Emeğin ve emekçinin aleyhinde işleyen bu sömürü ve talan düzenine yasal zemin hazırlayan siyasi ve ekonomik yapının artık sürdürülemez olduğu gerçeğinin göz ardı edilemeyeceğini, üretenlerin yönettiği bir toplumsal düzenin var olan sorunlara kalıcı çözüm üreteceğini düşünüyorum.”

*Tarife kontenjanı; belirli bir dönem itibariyle gümrük vergisinde ve/veya diğer mali yüklerde indirim yapılan ya da muafiyet sağlanan ithalat miktarını ifade eder.

                                                              /././

İKÇÜ'de tasfiye dalgası: Bir akademisyenin daha işine son verildi, okuldan terörle mücadele çıkardı -Aslı İnanmışık-

İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Araştırma Görevlisi Sibel Bekiroğlu uğradığı baskının ardından işten atıldı. Bekiroğlu, aynı bölümde son zamanlarda baskıya uğradığını söyleyen 3. kadın akademisyen.

İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi (İKÇÜ) son günlerde akademisyenlere yönelik baskılarla gündemde.

En son 2 Ekim'de, Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi Sosyoloji Bölümü'nde Araştırma Görevlisi olarak görev yapan Sibel Bekiroğlu’nun işine son verildi. Bekiroğlu’na tebliğ edilen belgede gerekçe olarak "hizmete ihtiyaç duyulmadığı" ve "görev uzatma talep etmediği" iddiaları sunuldu.

soL'un ulaştığı Bekiroğlu, iki iddianın da doğru olmadığını belirtti. 

İki dönemdir okulda ders açmak istediğini ifade eden akademisyen doktora sonrası araştırma için de dekanla ve bölüm başkanıyla da yazıştığını ancak kedisine yanıt verilmediğini söyledi. Öğretim Üyesi Yetiştirme Programı (ÖYP) kapsamında üniversiteye 2015'te üniversiteye başladığını, yüksek lisans ve doktora eğitimi için ODTÜ'ye nakil olduğunu söyleyen Bekiroğlu, bunun da aslında hizmete ihtiyaç duyulduğunu anlatan bir talep olduğuna işaret etti.

Sürecin sonunda işten atıldığını belirten Sibel Bekiroğlu, kendisine tebliğ edilen belgenin ardından görüştüğü isimlerin "istersen dava açıp hakkını ara" şeklinde bir tavrı olduğunu ifade etti.

Bekiroğlu, üniversitelerde genel bir tasfiye dalgasının gelebileceğinin sinyallerinin verildiğini de kaydetti.

'Senet yükümlülüğüm ortadan kalkmıştı'

Üniversite Sibel Bekiroğlu'nu işten atmakla da kalmadı, daha önce KHK ile kaldırılan ve 2015'te imzaladığı bir senedi de önüne getirdi. Bekiroğlu durumu şöyle anlattı:

"ÖYP'yle göreve başladığımda kadromuz daha güvenceliydi. Yüksek lisans ve doktoramı başka üniversitede yapacağım için bir senedin altına imza atmış oldum. Bu senet okuluma döndüğümde aynı miktarda yıl görev yapacağımı anlatan bir belgeydi aslında. Bu, başka bir üniversitede eğitim-öğretime devam edecekseniz, ÖYP kapsamında zorunlu olarak imzalanıyordu.

Ben de imzaladım ancak 2016'da çıkan KHK ile kadrolarımız güvencesiz ve sözleşmeli hale getirilerek, 50-D'ye çevrildi. O zaman çıkan kararnamedeki hükümle senetler ve zorunlu hizmet kaldırıldı. 2018'de tekrar kararname çıktı ve isteyen ÖYP'liler 50-D'den 33-A'ya kadrosuna geçirildi. Ancak bu durumda senetler geçerli oluyordu. Çoğu arkadaşımız geçti ancak ben geçmedim. Senet yükümlülüğüm de ortadan kalkmış oldu."

Dava açmaya hazırlanan ve hakkını alacağını düşünen Sibel Bekiroğlu işine geri döneceğini düşünüyor.

Akademisyeni terörle mücadele ekipleri çıkardı

İşten çıkarıldığı belgenin tebliği sonrası Sibel Bekiroğlu'nun yaşadıkları da tepki çekti.

Belgeyi aldıktan sonra işlemleri için tahakkuk birimine giden akademisyen, orada Dekan Prof. Dr. Şaban Doğan'la karşılaştı. Kendisiyle görüşmek isteyen dekanın teklifini kabul eden Bekiroğlu, yapılanın hukuksuz olduğunu ifade etti. Dekansa "evrak tebliğine cevap vermeyen personelle çalışmak istemeyeceğini" söyledi. Durumu tutanak altına almak isteyen Bekiroğlu, odasını toplayıp dilekçesini teslim etmek üzere dekanlığa gitti. Fakülte sekreteriyse belgeyi alamayacaklarını söyledi.

Dilekçe vermenin hak olduğunu hatırlatan Bekiroğlu, özel kalemin "odayı terk etmelerini istediğini, güvenlik çağıracaklarını" söylediğini kaydetti. Odadan çıkan Bekiroğlu'nun dilekçesi mesai saatinin bitmesine yakın bir görevli tarafından alınıp kayda geçirildi. Bekiroğlu koridorda beklerken 6-7 güvenlik, arkasından da sivil giyimli polisler geldi. Bekiroğlu'na terörle mücadele ekipleri olduğunu söyleyen kişiler, "üniversite davet etti geldik" dediler. Sibel Bekiroğlu ardından okulu terk etti.

Öte yandan Bekiroğlu dekanın kendisi dahil 7 akademisyen hakkında "hakaret"ten şikayetçi olduğunu, karakolda ifade verdiklerini belirtti.

İşsiz kalan Sibel Bekiroğlu akademik çalışmalarına ve üretimlerine devam edeceğini kaydetti.

Sosyoloji Bölümü'nde neler oluyor?

Sibel Bekiroğlu, üniversitede uzun süredir baskıya uğradığını dile getirdi.

Ancak bu ilk değil.

Aynı bölümde son zamanlarda 2 kadın daha benzer bir duruma maruz kaldı.

2015 yılından Sosyoloji Bölümü'nde çalışan ve Eğitim-Sen Yürütme Kurulu üyesi Doç. Dr. Selin Önen, üniversiteye mobbing nedeniyle dava açtı.

Araştırma Görevlisi Damla Topbaş da uzun süredir sistematik mobbinge maruz kaldığını ifade ederek istifaya zorlandı. Doktorasını yapması engellenen Topbaş da okula dava açmaya hazırlanıyor.

Okulda çeşitli yıldırma politikaları nedeniyle başka istifa ve işten çıkarmaların da yaşanabileceği söyleniyor. Üstelik iddialara göre söz konusu durum yalnızca akademik personeli değil idari personeli de kapsıyor.

Dekan, bol bol Erdoğan paylaşıyor

6 Kasım 2023'te göreve gelen Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Şaban Doğan aynı zamanda Türkolog. Doğan'ın sosyal medya hesabında AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın konuşmalarını ve Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA) gönderilerini paylaştığı görülebiliyor.

                                                              /././

Sabin kadınlarının değişmesi gereken tarihi -Fide Lale Durak-

"Çağlar boyunca her tekrarda hikâye olumlanır. Çünkü kadınlardan beklenen baş kaldırı değil, itaattir... Ama meydan okumanın zamanıdır."

Sanat tarihinde çokça ele alınmış bir konudur Sabin kadınları. Roma’nın kuruluş öyküsüyle başlar hikâye. Mars’ın ikiz oğullarından Romulus, kardeşi Remus’u bir anlaşmazlık sonucu öldürür ve sonradan adı Roma olacak şehrin kralı haline gelir. İkizlerin anneleri Rhea, babalarının aksine bir tanrı değil, kral kızıdır ve Romulus ile Remus henüz bebekken ölmüştür. Mitoloji bu ya, hikayeler her yerde birbirini tekrar eder ve başka bir kuruluş öyküsüne benzer şekilde, Roma’nın kurucuları da dişi bir kurt tarafından emzirilirler. Sonuçta, savaşlar, felaketler, dinler, insanların duyguları, hayattan çıkarılacak dersler, kısaca insanlığa dair her şey kulaktan kulağa, taş tabletlerden kağıtlara yazılır, bugüne kadar gelir. 

Sabin kadınları ise hikâyeye şöyle dahil olur. Milattan önce 8. yüzyılda yeni kurulmuş Roma’da çok az kadın vardır ve senatonun tavsiyesi üzerine Romulus, Roma’nın çevresindeki yerleşkelere kadınlarının Romalılarla evlenmesini teklif eder. Ancak Sabin halkı bunu kabul etmez. Romalılar ise pes etmez, herkesin katılacağı bir festival düzenler ve bu festivalde Sabin kadınlarını kaçırıp tecavüz ederler. 

Rönesans’ta kaçırılma ve tecavüz konuları çok ünlüdür, Andromeda’nın, Europe’nın, Deianeira’nın, Proserpina ya da Helen’in tecavüzünü anlatan onlarca resim heykel vardır. Bunlar mitolojik konulardır şüphesiz ama mitolojinin kaynağı da hayatın kendisidir. Tekrar eden hikayelerle bir anlamda onaylanan konunun en çok Avrupa’nın Aydınlanma döneminde ele alınması bir çelişki midir? Olabilir. Ama büyük ihtimalle kadın erkek cinselliğindeki eşitlik, o dönemde akla gelmeyecek kadar tali bir konudur. 

Giambologna’nın heykeli de konudan bağımsız bir şaheserdir, tek parça mermerden oyulmuştur. Dönemin ünlü ailesi Mediciler’in siparişi olan heykel, açık alanda Perseus heykelinin karşısında sergilenecektir, biraz da bu yüzden konunun mitolojik ama nedense tecavüz içeren bir hikâye olması istenir. Giambologna’nın heykeli o kadar ünlü olmuştur ki sanatçı bolca satabilmek için kendi atölyesinde küçük boyutlu bronz versiyonlarını yeniden üretmiş ve heykel koleksiyonerlerin temel parçalarından biri haline gelmiştir.

                           Giambologna, Abduction of a Sabine, Floransa Signoria Meydanı

Poussin aynı konuda iki eser üretmiştir. Biri Sabin kadınlarının kaçırılması diğeri tecavüzü üzerinedir. Poussin’nin renkleri oldukça belirgin, figürleri ise keskindir. Her ikisinde de ressamın Roma mimarisi hakkında bilgilerini yansıtmak için özen gösterdiği söylenebilir. Poussin ilk önce 1634 yılında Sabine Kadınlarının Kaçırılması resmini yapar. Bu resimde sol tarafta iki sütun arasında bulunan ve sol eliyle pelerinin ucunu kaldıran Romulus, bu hareketiyle Roma’lı askerlere planın başlama işaretini verir. Resmin ortasında gördüğümüz emekleyen çocuklar, diğer ressamların kompozisyonlarında yer almaz, ancak daha sonra Fransız Devriminin ünlü ressamı David’e ilham olacak ve o da kendi resminde üç çocuk kullanacaktır. Poussin’in aynı resmi yaptığı ikinci versiyonda da Romulus askerlere benzer işaret veren hareketini yapar ve her Roma askeri bir Sabinli kadını kapar. Her iki resimde de Giambologna’nın heykelini anımsatan kucaklayıp götürme sahnesi vardır. Poussin muhtemelen Giambologna’nın heykelini görmüş ve etkilenmiştir. 

          Solda: Nicolas Poussin, 1634-35, Sabin Kadınlarının Kaçırılması, New York Metropolitan Müzesi

Poussin’in bir diğer etkilendiği isim muhtemelen Cortona’dır. Cortona’nın kompozisyonunda da Giambologna’nın heykelini anımsatan figürler vardır ama kadınları biraz daha şuhtur. Cortona’dan yaklaşık 5 yıl sonra aynı konu bu defa Rubens tarafından işlenir. Fırçası kendisine özgü olan Rubens’in kompozisyonunda da özgün figürler vardır. Örneğin eteğinden tutulup kaçırılan ve atlı tarafından kucaklanan kadın figürlerinde hareket ve drama ön plandadır. 

Hikâye aynı yıllarda farklı ressamlar tarafında ele alınmaya devam eder. 

Poussin’in bir diğer etkilendiği isim muhtemelen Cortona’dır. Cortona’nın kompozisyonunda da Giambologna’nın heykelini anımsatan figürler vardır ama kadınları biraz daha şuhtur. Cortona’dan yaklaşık 5 yıl sonra aynı konu bu defa Rubens tarafından işlenir. Fırçası kendisine özgü olan Rubens’in kompozisyonunda da özgün figürler vardır. Örneğin eteğinden tutulup kaçırılan ve atlı tarafından kucaklanan kadın figürlerinde hareket ve drama ön plandadır. 

Hikâye aynı yıllarda farklı ressamlar tarafında ele alınmaya devam eder.

    P. Da Cotona, 1630, Sabinlere Tecavüz 

 

Peter Paul Rubens, 1635-1640, Sabin Kadınlarına Tecavüz, Londra Ulusal Galerisi

Johann Heinrich, 1630, Sabin Kadınlarına Tecavüz, St. Petersburg Ermitaj Müzesi

                    Jacques Stella, 1630 civarı, Sabinlere Tecavüz

Sabin kadınlarının hikayesi ise şöyle devam eder: Kadınlar kaçırılıp tecavüze uğradıktan sonra kilit altında tutulurlar ve bir süre sonra Romalılarla evlenmeye ‘ikna’ olurlar. Kaçırılan kadınlardan biri de Sabinlerin kralı Titus’un kızı Hersilia’dır ve aslında zaten evlidir. Ancak kaçırıldıktan sonra Romulus ile tekrar evlenir. Sabinler intikam almak için güç biriktirir, plan yapar ve birkaç yıl sonra Roma’nın kapısına dayanır. Tam kaleyi fethedip şehri ele geçireceklerinde Sabin kadınları araya girerek barışı sağlar. Çünkü artık savaşanların bir tarafında babaları, kardeşleri diğer tarafında kocaları vardır. 

Bu hikâye, kızlara evliliği ve aile kurmanın önemini anlatmak için bir ders olarak kullanılırdı. Sonuçta Hersilia’nın araya girip barışı ve huzuru sağlaması örnek alınması gereken bir davranış ve aileye sahip çıkma olarak olumlanırdı. 

Hersilia’nın barışı sağladığı bu kısım 18. yüzyılda Jacques-Louis David tarafından ele alınır. Şüphesiz bu özgün seçimin Fransız Devrimi sırasında Jakobenler ile birlikte olan ressamın, Marat suikasta uğradıktan, Robespierre giyotine gittikten ve kendisi hapse atıldıktan sonra seçeceği Napolyoncukla bir ilgisi vardır ve bu arka plan daha önce Yiğit Günay tarafından anlatılabilecek en iyi biçimde kaleme alınmıştı. David resminde, kendi politik iddialarını tümüyle kenara koyduktan sonra iktidarla sağladığı uyumu, Hersilia sahnesiyle anlatmıştır. O’na göre kan dökmenin değil barışın zamanıdır.

 Jacques-Louis David, 1799, Sabin Kadınları Araya Giriyor, Paris Louvre Müzesi

Pablo Picasso, 1962, Sabin Kadınlarına Tecavüz

Sabin Kadınları modern ressamlar tarafından da de ele alınır. Örneğin Edgar Degas, Poussin’in Louvre’da bulunan resminin bire bir aynısını bir öğrenme süreci olarak kopya eder ve figür heykellerinde bu resimdeki pozlardan faydalanır. Picasso ise kendi üslubuyla yeniden yorumlar. Picasso her zamanki gibi mitolojik hikâyeyi tarihin sürekliliğini anlatmanın bir aracı olarak görür ve asıl ele aldığı konu ABD ve SSCB arasında Küba üzerinden yaşanan füze krizidir. Yıl 1962’dir, Picasso’nun ilk taslağı füze krizinden 10 gün sonradır. Hem Poussin’in hem de David’in eserlerinden faydalanır. Picasso’nun versiyonunda Romalı askerler, kendi zamanına kadar uzanacak şekilde Napolyon, Naziler, ABD gibi iktidarları temsil eder. Bunun dışında savaşın en çok etkilediği kadın ve çocukların acılarını öne çıkartacak şekilde resmi sadeleştirir. Askerleri, silahları ve atları büyütür, biçimsiz insanlarla çaresizliği pekiştirir. Picasso’da da kadınlar acizdir, sonuçta hikâyeyi ters yüz etmemiştir ama en azından bir kadın öğretisi olmaktan çıkartıp modern dünyanın eşitsizliklerini anlatmanın aracı haline getirebilmiştir.

Sabin kadınları hikayesi bir haksızlığın ve ihlalin kabulünü anlatır. Aslında çağlar boyunca her tekrarda hikâye olumlanır, kadının toplumdaki yeri vurgulanır. Çünkü, tarih boyunca kadınlardan beklenen baş kaldırı değil, itaat; hakkı için mücadele değil en haksız koşullarda dahi koşulsuz barışı sağlamadır.

Ama meydan okumanın zamanıdır, Sabin kadınlarının tarihi değişmelidir.

                                                           /././

Sahaflar Çarşısı(XXVII)-Sosyalizme adanmış bir ömür: Hikmet Kıvılcımlı -Özkan Öztaş-

Sahaflar Çarşısı'nda bu hafta, sosyalizm mücadelesinin en üretken isimlerinden biri olan Hikmet Kıvılcımlı'nın hayatına ve eserlerine yakından bakıyoruz.

Balkan topraklarında başlayan yaşamı yine Balkanlarda son buldu. Makedonya'da doğan Kıvılcımlı, tedavi gördüğü Yugosylavya'dan Belgrad'da bir askeri hastanede hayata gözlerini kaparken 70 yaşındaydı. Takvimler 11 Ekim 1971 tarihini gösteriyordu. Bundan iki gün öncesi ölüm yıl dönümüydü.

Kıvılcımlı'nın hayatı ve eserlerinin bu topraklarda bıraktığı iz, kendisine daha yakından bakmayı görev kılıyor okurlara. 70 yıl az değil. Ama böylesine derin bir bilinç ve üretken bir komünist için yaş ne olursa olsun "erken ölüm" hissi uyanıyor insanda. Belki de sosyalizmi kurmadan biten her hayat erken bir ölüm sayılıyor komünistler için.

Yusuf Şaylan koca bir torba dolusu kitapla geliyor Kıvılcımlı'yı konuşmak için. Çok fazla ve çok ağır. "Niye böyle zahmet ettin taşımak zor olmadı mı?" diye sorunca "Ya bir kaçını almaya gönlüm razı olmadı. Toplayıp geldim hepsini" diyor. Seriyor "çeyizini" masanın üzerine tane tane. Gözlüklerini çıkarıyor ve notlarını diziyor. Masada Yusuf Şaylan için belki de en kıymetli yazarlardan, kendi hayatına da şekil veren Hikmet Kıvılcımlı'nın kitaplar sergi gibi duruyor. 

Çaylarımız geliyor masaya. "Başlayalım" diyor.

Başlıyoruz...

           Emin Karaca'nın kaleme aldığı kitap,  Kıvılcımlı'nın hayatını konuşurken izleğimizi oluşturuyor.

İnat, umut ve kelepçenin demirinden yapılan bir pulluk

1902'de dünyaya geliyor Hikmet Kıvılcımlı. Namı diğer 1902 doğumlulardan. 

O yıllar gariptir. Tarihin tekeri dönerken ileriye doğru, ezdiği yerlerde devrimci izler bırakmış hep. Bu nedenle 1902'de doğanlar ayrı bir inceleme konusu olagelmiştir. Nâzım 1902 doğumludur örneğin. Hemen hemen aynı yıllarda, 1904'te Pablo Neruda, 1898'de Bertolt Brecht ya da kuşağı son zamanlarında yakalamış Yunan şair Yannis Riços akla gelenler arasındadır. Marksist Kürt şair Cegerxwîn 1903 doğumludur sonra. Savaşı ve yıkımı gören bu çocuklar hayatı değiştirmek için en ön safta yer alan bir düşünce ordusunu inşa ettiler aynı zamanda. 

"Hikmet Kıvılcımlı deyince aklıma en çok inat ve üretkenlik geliyor" deyince Yusuf Şaylan'a gülümsüyor. "Evet. Çünkü Kıvılcımlı bir komünist. Her insan zeki olmak zorunda değildir. Hatta her zeki insan komünist de olmak zorunda değildir belki. Ama her komünist zeki ve disiplinli olmak zorundadır. Bu üretken olmak için sanırım temel şart. Kıvılcımlı bunun hakkını verenlerden" diyor söze başlarken. 

Kıvılcımlı'nın Osmanlı'nın yıkılışına denk gelen çocukluk yılları onun Anadolu topraklarına yaptığı göç ile yetişkinliğe evrilmiş. Balkanlardan Ege dolaylarına gelen göçün ardından Anadolu'nun işgaliyle bu büyüme süreci sancılarla ilerlemiş. Kuvayi Milliyeci olmuş. Sonra da Anadolu'nun kurtuluşuna omuz veren komünistlerle tanışmış. Ve hayatı boyunca hiç vazgeçmeyeceği komünist kimliğini edinerek mücadeleye katılmış. 

"Kıvılcımlı'yı en iyi kendi yazdığı kitaplardan anlamak gerekir. Ama bir giriş yapmak gerekirse, hayatını anlatan kitaplara bakmak verimli olacaktır. Birçok kitap var. Ama ben Emin (Karaca) abinin daha evvel Gelenek Yayınlarından çıkardığımız 'Sosyalizmin Yolunda İnadın ve Direncin Adı Kıvılcımlı' kitabını başa yazayım. Bu iyi bir çerçeve sunabilir" diyor Yusuf Şaylan. 

Sonra sayfaları çeviriyor. Bu umudun yansıdığı bir ilginç anekdot anlatmaya başlıyor:

"Bak, Nâzım'ın Memleketimden İnsan Manzaraları'nda trenle yapılan yolculukta ülkeyi, insanları, burjuvaları ve devrimcileri anlatan küçük ama çok önemli detaylar vardır. 

İşte mahkum Halil de o kıymetli detaylardan biridir. Bak Nâzım eli kelepçeli mahkum Halil'i şu sözlerle anlatmış.

'Kitap okuyor mahkum Halil.
Çevirirken dizinde duran kitabın yapraklarını
çok rahat bir ustalıkla kullanıyor bileklerinden demirli parmaklarını.
Kitap ve kelepçelerle
on üç senedir
bu beşinci yolculuğudur.
Gözlerinin altında çizgiler şakaklarında beyaz.
Halil belki ihtiyarladı biraz.
Fakat kitap, kelepçe ve yürek eskimedi. 
Ve şimdi
yürek her zamankinden umutlu
Halil okurken kitabını 
«- Kelepçem,» diye geldi aklına,

«Seni pulluk yapacağız kelepçemin demiri.» 
Ve öyle güzel söylenmiş buldu ki bu fikri 
yine üzüldü birdenbire
ölçülü ve ölçüsüz
şiir yazmak hünerini bilmediğine"

Sayfaları masanın üzerine çift tarafı açık gelecek şekilde yüzü koyun yatırıyor Yusuf Şaylan, bıraktığı yeri unutmamak için. Sonra gözlerinde nemli bir tebessüm var. "Biliyor musun? Nâzım'ın mahkum Halil diye anlattığı Kıvılcımlı'ıdır. Kıvılcımlı'nın inadıdır bu işte. Kelepçenin demirinden pulluk yapmak iradesidir." diyor. 

Nâzım ile Kıvılcımlı'nın arasında gerilimli bir dostluk, yoldaşlık olmuş hep. Yusuf Şaylan bunu şu sözlerle anlatıyor: 

"Kıvılcımlı ömrünün sonlarına dair yaşadığı rahatsızlıklar ve bazı hayal kırıklıklarıyla kaleminin ucunu biraz sivriltmiş. Eleştirileri biraz ağır. Ama Nâzım ile aslında hep çok iyi dostlar. Mesela Nâzım'ın Kemal Tahir'e yazdığı mektuplardan anlıyoruz bunu. Neredeyse her mektupta Kıvılcımlı'yı sorar, sağlığını merak eder, mektuplarının ulaşıp ulaşmadığını teyit eder. Fırtınalı yılların yelkenli insanları bunlar. Birbirleriyle çarpışmaları husumetten değil aynı yolda ilerlemelerindendir. Yelkeni tarih bilinciyle şişen akıllar dostlarını güvertesinden çok önündeki buzlu yola bakar." 

                 Hikmet Kıvılcımlı'nın kaleme aldığı ve onu anlatan kitaplardan bazıları

'Hangi cehennemde nasıl yaşadığınızı siz daha iyi biliyorsunuz'

Çok yönlü biri Hikmet Kıvılcımlı. Tarihten edebiyata, dilbilimden ekonomiye kadar birçok alanda yazmış, düşünmüş ve araştırmış. 

"Tarihte böyle çok fazla isim yok bir yanıyla. Örnek olsun, Yalçın Küçük'te de benzer bir şey vardır. Çok yönlü, birçok alanda üretmeye gayret göstermiş isimler bunlar. Ama dertleri çok üretmek değil. Çok olsun diye üretmiyorlar. Mücadele, tarih, hayat bu isimleri çok üretmeye zorluyor bir yanıyla. Ha! Bu isimlerde hakkını veriyor o ayrı bir konu tabi. 

Kıvılcımlı'nın dilbilim ile ilgili çalışmaları da var Osmanlı tarihiyle de. Edebiyatla da ilgilenmiş ekonomiyle de. Ama onu ilginç kılan bence bulunduğu dönem açısından bu kaynaklara erişmesi" diye söze başlıyor Yusuf Şaylan. 

Önce biraz uzaklara dalıyor. Hafızasını yoklarken gözleri hafif kısılıyor: 

"Mesela Doktor, 1902'de doğup 1971'de ölüyor. Kabaca 70 yıl. Ancak Türkiye'de Marksist külliyatın böyle yaygın şekilde çevrilmesi ve okurlarla buluşması 1960'lı yıllara ve sonrasında denk geliyor. Ama bu adam 1930'lı yıllarda yazdığı kitaplarında Lenin'den, Marks'tan alıntılar yapıyor. Fransızcası var. Evet ama bu kitapların Türkiye'de dolaşımı ve satışı yasak. E bir de zaten 40 yıla yakın mahkumiyet alıyor davalarından ve 20 yıldan fazla da hapis yatıyor. Bu kitapları cezaevlerine falan ulaştırmak da zor."

Yusuf Şaylan özellikle Türkiye solunda çokça tartışılan bazı başlıkların Hikmet Kıvılcımlı nezdinde tartışılıp bir kenara koyulduğundan bahsediyor: "1930'lu yıllarda kaleme aldığı İşçi Sınıfının Sosyal Varlığı kitabı mesela. Bu kitaptan yaklaşık 30-40 yıl sonra var mıydı yok muydu diye tartışılacaktı. Üstelik 15-16 Haziran ayaklanmalarında işçiler gürül gürül akarken meydanlara ve fabrikalara bu başlıklar tartışılıyordu. Kıvılcımlı bu bahsi çoktan kapatmıştı oysaki. Esas mesele onun için o işçilerin varlığı yokuluğu tartışması değil, nasıl iktidara geleceğiydi. Benzer bir şey Kürt meselesinde de geçerlidir. Ülkede Kürt demenin dahi yasak olduğu yıllarda Kürt ulusundan ve onun varlığından bahseder Kıvılcımlı" 

Söz bu esnada dönüp dolaşıp Kıvılcımlı'nın dokunduğu isimlere geliyor:

"İsmet Demir burada belki kısaca değineceğimiz bir isim. Ama bir nicesi var. 12 Mart'tan sonra bazı genclik liderleri yargılamalar sonrası Kıvılcımlı'nın haklı olduğunu düşünüp doktorcu oluyor mesela. Ama sadece İsmet Demir'in öyküsünden yola çıkarak bütünü kavramak verimli olabilir.

İsmet Demir, Yapı İşçileri Sendikası lideri. Kıvılcımlı'nın dokunduğu isimlerden. Hatta sendikanı tüzüğünü de Kıvılcımlı yazıyor o yıllarda. 'İşçiler, hangi cehennemde nasıl yaşadığınızı siz daha iyi biliyorsunuz' diyor sendika metinlerinde. Nâzım'ın 'Yapıcılar' için şiir yazdığı dönemler bunlar. İnşaat işçilerinin petrol borularında, kritik fabrikaların inşaatında örgütlendiği yıllar. Bu sendika tüzüğü benim açımdan en devrimci tüzüklerden biridir. Ekonomizm ile yetinmeyeceğini aslolanın işçilerin iktidara gelmesi gerektiğini hatta iktidara gelene kadar Çalışma Bakanlığı'nın işçiler tarafından denetlenmesi gerektiğini savunan bir belgedir. Kıvılcımlı'dan İsmet Demir'e, oradan da fabrika inşaatlarına ve fabrikalara uzanan bir yol." 

"Bir şey daha" diyor sonra. 

"Bir şey daha var. Mesela Kıvılcımlı burada fakirlik bitmeden özgürlük olmayacak diyor. Bu bizim eşitlik olmadan özgürlük olmaz deyişimize benzer. Farklı ifadelerle farklı dönemin üsluplarıyla bir vesile denemiş bunu" diyor. Ve gülümsüyor, "Bu kadar inatla üretmek ve zorlamak gurur verici olsa gerek. İnsan okurken böyle hissediyor. O döneme tanık olmak başka bir güzellik olmalı" diyor.

Ayakları Anadolu'ya basan bir komünist

Kıvılcımlı hayatı boyunca emekçilere ulaşmak için her şeyi denemiş bir şahsiyet. Bazen bu denemelerindeki zorlamalar tartışmalara sebep olsa da, arayışındaki çalışkanlık ve göze alışlarındaki irade tartışmasız izler bırakmıştır. Bugün bazı örneklerde karikatürleşen ifadeleri ve kendi yaşadığı dönemdeki arayışlarına geliyor söz. 

Yusuf Şaylan, Kıvılcımlı'dan emanet aldığı bir sözle başlıyor konuşmasına. "Ulusal değer olmadan uluslararası değer olunmaz" diyor. 

"Kıvılcımlı'nın bu lafı benim için çok önemlidir. Zira uluslararası alanda devrimlere baktığında da o ulusal değeri de görürsün. Küba'da, Rusya'da görürsün mesela. Sonra Yunan komünistlerinin mücadelesine bakınca sazlarından ve şiirlerinden görürsün Yunanistan'ı. 

Kıvılcımlı böyle biraz. Ayakları hep Anadolu topraklarına basmış. Propaganda metinlerinde o dili kullanmış. Yeri gelmiş, düzen içi tartışmaları sıçanlar yapar deyip kestirip atmış. Yeri gelmiş, o sıçanları kendi pislikleriyle baş başa bırakıyorum deyip yoluna devam etmiş. Evet bugün o üslup tuhaf kalıyor. Bazen anlaşılmaz, bazen yersiz gibi duruyor. Bunun nedeni bu üretimler öyle olduğu için değil. Kıvılcımlı'yı kendince tekrar eden örneklerin belki de hakkını verememesinden kaynaklanıyor böylesi durumlar. Ancak Kıvılcımlı'nın kendi döneminde bu ifadeler ve üsluplar çok kıymetli. Tezgahta, tornada, fabrikada işçiler böyle konuşuyordu kendi aralarında. Evet şimdi ise bir başka. Ama Kıvılcımlı belli açılardan en özgün ve en Anadolulu komünistlerden biridir demek yanlış olmaz" sözleriyle anlatıyor. 

                Yusuf Şaylan, İsmet Demir'i anılarının anlatıldığı kitaptaki gazete kupürlerini gösterirken

Eline 1954 tarihli Hikmet Kıvılcımlı'nın Vatan Partisi programını alıyor sonra Yusuf Şaylan. 1975 yılı orijinal baskısı var elinde:

"Bak mesela buradaki ifadelere. 1954 yılı kolay zamanlar değil. 1951'de TKP tevkifatı olmuş bir sürü komünist zindanlara atılmış. Böylesi zamanda Vatan diye parti kuruyor. Vatan'ın kurtuluşunu sosyalizmde arıyor. Dönemin zorluklarından dolayı sosyalizm demeden sosyalizmi anlatıyor. Hatta metinde hiç sosyalizm geçmediği için eleştirenler oldu bu metni yıllar sonra. 

Dönemi anlamayınca biraz böyle oluyor sanırım. Havada kalıyor eleştiriler" 

Sözlerini tamalarken eline bir şiir alıyor Şaylan. Süreyya Berfe'nin şiiri. 

"Bak şair ne diyor.

'Sevgili arkadaşım benim
Sana "sevgili arkadaşım" diyorum
Budur, bizim anladığımız sevdanın tanımı
İşte sana bir aşk şiiri
İçinde "sevgilim" sözcüğü geçmiyorsa
Suçun yarısı senin
Çünkü, ben de bize yaraşanların sözcüğünü değil
Kendisini seviyorum senin gibi'

Bu şiiri ne zaman okusam aklıma bu tartışmalar geliyor. Kıvılcımlı da böyle bir adam işte. Yaraşanın sözcüğüne değil kendisine bakan biri."

Sözlerini tamamlarken gözlüğünü de katlayıp kutusuna koyuyor. "Notlar sende kalsın. Kitapları da al yanına. Çok ağır oldu haftaya senden alırım" diyor. Şaylan için en kıymetlileri bu kitaplar. Torbanın içindeki kitaplara bakıyorum elimdeki notlarla. 

"Haftaya görüşürüz" diyor gülerek. "Haydi Allahaısmarladık" diye ekliyor. Bu derken yüzü daha da bir gülüyor. Muzipçe "Tanrıya inanmasam da seviyorum bu lafı. Anadolu biraz da böyledir işte." diyor. 

Haftaya başka bir kitapta buluşmak üzere vedalaşıyoruz. 

                                                            /././

1915 yılı ve değirmencilik yapan Ermeni bir aile: 'Unufak olan hayatlar üzerine' -Zeynep Ergin/soL Serbest Kürsü-

'1915'te değirmencilik yapan Ermeni bir ailenin hikayesi. Kim mutlu olabiliyor? Bırakın mutlu olmayı, neden bir kırılma kuşaktan kuşağa herkesi unufak ediyor? Peki biz hangi kırılmadan söz ediyoruz?'

                                  Rober Koptaş'ın İletişim Yayınları'ndan çıkan ilk romanı.

Bir roman üzerine yazmak, eleştirmenlerin uzmanlığı olsa da, Rober Koptaş’ın İletişim Yayınları’ndan çıkan ilk romanı Unufak, okuduğum andan itibaren içimde üzerine yazma isteği uyandırdı ve kendimi tutmadım. Koptaş’ı, yıllardır farklı mecralardaki yazılarıyla tanır, izler ve kalemini kuvvetli bulurum. İlk romanını merak ve heyecanla aldığımı itiraf etmeliyim.

Bana bu metni yazarken cesaret veren, bir edebi eserin, pek çok farklı biçimde okunabilir oluşu. Okumak, salt yazarın bize sunduğu kurgu dünyada dolaşmak için, okumanın kendindeki keyif için yapılabilir elbet ve elbette, ağırlıklı olarak da herhalde bu nedenle okunur. Bir romandan söz ediyorsak, okuyucunun eserle kurduğu ilişki, eser kadar, okuyucunun beklentisiyle, yaşam deneyimiyle, satır aralarındakini görmesini sağlayacak bir birikime ne ölçüde ve hangi yönleriyle sahip olduğuyla, yani, anlatıyla ilişkilenmeye, onun derinliklerine dalmaya ne ölçüde hazır olduğuyla da alakalı. Tabii burada metnin de içine gerçekten dalınacak bir derinlikte, incelikle örülmüş ve katmanlandırılmış olması gerekiyor.

Metin bu imkanları sunacak nitelikte olduğunda, artık edebiyat eleştirmenlerinin değerlendirmelerinin dışında da irdelenebilir, tartışılabilir ve o oranda “çok yönlü” ve “öğretici” olabiliyor. İşte benim Unufak üzerine günlerdir düşünüyor, zihnimde anlatıyı, olayları, karakterleri ve onların dünyalarını, yazarın anlattıklarını, değinip geçtiklerini ve sadece ima ettiklerini döndürüp duruyor olmam da tam buna dayanıyor. Ben metne, kendi dağarcığım üzerinden yani sosyal bilimlerin, özellikle sosyoloji ve sosyal psikolojinin sunduğu araçlar üzerinden yaklaşacağım. Nihayetinde, teorik bir değerlendirme yapmayacak olsam da bildiğim ve aşina olduğum edebi anlatıya “edebiyat sosyolojisi”nin merceğinden bakmak.

Unufak, yazarın Adalet Çavdar1 ile söyleşisinde belirttiği üzere, kurgusal bir metin olarak, kendi ailesinden yola çıkıyor, oradan izler taşıyor. Dolayısıyla, bir “aile anlatısı” diyebiliriz. Bu yönüyle, “mutsuz bir ailenin” karakterleri derinlemesine ve incelikle örülmüş, sarsıcı, hazmı zor ama gerçekçi bir hikayesi. İçinde coğrafyamızın ataerkil aile yapısının bir Ermeni ailesindeki yansımasını, namus kodlarına dayalı değer sistemini, geleneksel toplumsal cinsiyet rollerini ve bu roller altında ezilen bireyleri, aile içi şiddeti ve hatta “namus cinayeti” imasını görmek mümkün. Coğrafyamızdaki Ermeni olsun olmasın pek çok ailede olabileceği gibi. Hatta, diyebilirim ki karakterlerin bazı davranış ve tutumları geleneksel erkek egemen örüntülere sahip olagelen ve bir kuşak kadınlar olarak bu kalıpları kırıp dönüştürmek için hayli mücadele ettiğimiz kendi Arnavut ailemdeki ilişki dinamiklerini anımsattı. Ancak, Unufak, sadece bir ataerkil mutsuzluk anlatısı değil. Asla.

Roman, bir çocuğun (yazarın kendisi olduğunu anladığımız) anlatısıyla başlasa da, aile hikayesinin miladı 1915 ve öncesine uzanıyor. 1915 öncesinde kuşaklar boyu değirmencilik yapan ve Orta Anadolu’nun bir kentinde yaşayan bir Ermeni ailesi, Ermeni halkının kırımdan geçirildiği, kitleler halinde hayatlarını, sevdiklerini, evlerini, yurtlarını kaybettikleri günler geldiğinde, yaptıkları iş üzerinden sağ kalıyorlar. Zira, değirmen ve eve el konsa yani mülklerini kaybetseler de ordu için gerekli unu üretmek karşılığında hayatta kalıyorlar. Acı ve ağır bir takas olmalı. Komşular ve akrabalar ölürken hayatta kalmanın çok karmaşık duygular içeren yükü, kendi evinin, kendi değirmeninin kiracısı olmanın çaresizliği ve bastırılmış öfkesi. Kendi kilisenin, kuşaklar boyu soyunun vaftiz, evlilik ve ölüm törenlerine tanık olmuş, sayısız neslin ve insanın yakarmak ya da şükretmek için dua ettiği kutsal mekanın, tellerle çevrilerek askeriyeye devredildiğini sessiz bir kabullenişle izlemenin yaşattığı duyguyu çocuklar üzerinden çok güzel anlatıyor Koptaş. Öyle ki, yazarın çocukların merak ve macera arayışıyla aktardığı “fiziksel olarak orada olan ama erişilemeyen kilise”, yıkılmayıp ayakta kalsalar dahi, Ermeni kiliselerinin, yüklendikleri yeni işlevlerle “hafızasızlaştırma mekanı” olarak üstlendikleri yeni rolü yüzümüze çarpıyor.

Roman, pek çok karakterin hikayesini kendi ağızlarından, kendi gözlerinden ve duygularıyla aktaracak kadar maharetli bir karakter örgüsü içeriyor. Bu anlamda kurgu boyutunun incelikle işlendiğini görebiliyoruz. Ana karakter olarak Kevork öne çıkarken, romanda- belki gerçekte de kendisi öyle ifade ettiği için- Kevork’un ve ailenin kırılma noktası, Kevork’un gelenekleri yaşatmak istercesine, dedesi ve babaannesine “verilen” bir ilk çocuk olması, bunun kendisinden yıllarca saklanması ve sonunda kendi anne babası İstanbul’a göçerlerken, gizlice onlara katılma planı yapması, ama kendi zihninde bir kavuşma anı olarak kurduğu sahnenin tam tersine dönerek babasından önce azar işitmesi, sonra da zorla tekrar dedesine yollanması. İşte o gün, Kevork’un kendi zihninde “hayatının kayışı” anlamına geliyor.

Koptaş, Kevork’un annesi ve babası yanında dedesi ve babaannesiyle de ilişkisinin bir daha iflah olmayışını aktarıyor. Dede, güçlü bir ceviz ağacı gibi, sert, ulu, gölgesi koruyucu, ama hiç esnemeyen kaskatı haliyle, koyu karanlık ve ağır bir gölge sunuyor ancak. Ailesiyle hayata tutunmak için hep zor kararlar alan, mecburen susan, belki kendi iç sesine, duygularına bile kulağını tıkayan, dolayısıyla en yakınındakilere bile duygusal olarak sağır hale gelen bir adamın, ailesini korumak adına onları soldurana kadar sıkmasını, tehdit altındaki kimliğini kaybetme korkusuyla, geleneğe sorgulamadan saplanmasını görüyoruz. İnatçı, çünkü o inat olmasa, belki hayatta kalamazlardı. Ceviz ağacının dibinde başka bitkinin bitememesi gibi, Kevork’un dedesinin gölgesinde ne babası yetişkin bir erkeğe, karısı için sevilesi bir eşe, ya da Kevork ve kardeşleri için bir rol modele, “babaya” dönüşebiliyor, ne de Kevork istediği gibi özgürce serpilebiliyor. “Ermeni, okusa da memur olamayacağına göre”, Kevork’un çok istese de okuması değil, zanaat öğrenmesi uygun görülüyor dedesince örneğin. Ve Kevork marangoz oluyor. Maharetli bir marangoz oluyor üstelik, ama gönülsüz başlanan işte heves çabuk geçiyor. Aslında Kevork çok mücadele de ediyor, reddedilmişliğini, istenmemişliğini, okutulmayışını, zorla marangoz yapılmışlığını, öte yandan “adının kendine kabahat oluşunu” aşmak için. Hep bir hevesle arayışa girse, denese de oldurtamıyor. Kevork neden oldurtamıyor peki? Ne kendini ne ailesini mutlu edebiliyor? Peki bu hikayede kim mutlu olabiliyor? Bırakın mutlu olmayı, neden bir kırılma kuşaktan kuşağa herkesi unufak ediyor? Peki biz hangi “kırılmadan” söz ediyoruz?

                                                 Rober Koptaş. Fotoğraf: Erkin Ön

Rober Koptaş bence makro düzeydeki trajedinin, soykırımın, mikro düzeydeki etkilerini, Anadolu’nun T. şehrinde yaşayan ve hayatta kalacak kadar “şanslı” olan aile üyeleri üzerinden ete kemiğe büründürerek anlatıyor satır aralarında. Toplumsalla kişiselin, sosyal olanla psikolojik olanın ilişkisini çok mahir biçimde kuruyor. Trajedi, kuşaklar boyu aktarılıyor aslında. Çok farklı etkenler üzerinden. Bu denli büyük bir travma sonrasında hayatta kalan, aslında hayatta kalışları dahi bir yüke dönüşen insanlar, yaşamı bir daha oldurtamayabilir. Koptaş’ın dediği gibi “yanlış iliklenen ilk düğme sonraki tüm düğmelerin yanlış iliklenmesine yol açar” pek çok durumda. Ama aynı travmayı yaşayan tüm bireyler ya da aileler de aynı biçimde savrulmazlar. Bazıları “tutunacak” bir destek bulabilirler. Destek aslında hafızadır. Kişisel hafıza, aile hafızası, toplumsal hafıza. Düştüğümüzde bizi kaldıran “ben kimim?” sorusuna o anda verebildiğimiz yanıttır. Ve bu yanıt çok öznel ve kısmen kurgusal olmakla birlikte, özü geçmişimizde ve ailemizdedir. Bizim kim olageldiğimize “inandığımızdır” aslında. En azından siyaset psikolojisinde pek çok araştırma2 , insanlık suçlarının muhatabı olmuş bireylerin yaşadıkları zor süreçlere direnç geliştirebilmesinde ve aşabilmesinde, kendilerine üst soylarından bir “kahraman” seçerek onunla özdeşleşmelerinin rolü olduğunu gösteriyor. Kevork Devran’ın ise bir “kahramanı”, “bir rol modeli” olamamış. Öykünmeleri var, hevesleri var Koptaş’ın çok güzel yansıttığı gibi, ama modelleri yok. Sadece onun değil, kardeşlerinin de yok. Önceki nesille, nesillerle bağ kopmuş bir kere. Kırımda hayatta kalmanın, iyi kötü bir yaşamı yeniden kurmanın kendisi kahramanlık olsa da, sessizliğe, bir adım geri atmaya, içine doğru bilenmeye mahkum olmuş, özyıkımsal bir öfkeyi kendine ve kendiyle birlikte en yakınlarına yönelten figürlerin, travmayla savrulan çocukları ve torunlarının tutunacakları “kahramanlara” dönüşmesi beklenebilir mi? Kökenden, aile geçmişinden, dilden, evden ve benlikten bir kopuş izliyoruz. Kelimenin tüm anlamlarıyla bir yersiz yurtsuzlaşma, bir belleksizleşme, acı bir kırılmada donup kalma ve çözülme. Koptaş, bu süreci neredeyse tüm kahramanlar için incelikle anlatıyor. İnsanlığa karşı işlenen suçların “olup bitip geçmeyişini”, “iyileşmeyişini”, zamana yayılışını ve aktarılışını izliyoruz.

Yalnız, Rober Koptaş’ın anlatısında belirleyici unsur bununla sınırlı değil. Unufak, çok daha katmanlı bir hikaye anlatıyor bize ve savrulmanın bir diğer nedeni olarak toplumsal sınıf ve güç dinamiklerine işaret ediyor. Çok samimi, çok sahici ve incelikli örneklerle. Bir yandan Türkiye’de Ermeni olmanın çoğunluk toplum içindeki zorlu yerini, diğer yandan Anadolu Ermenileri ile İstanbul Ermenileri arasındaki toplumsal hiyerarşiyi, sınıf farklılıklarını göz önüne seriyor sayısız detayla. Ötekinin ötekisi olmanın, derin bir yoksulluğun damga vurduğu, çıkış yolunu tıkadığı yaşamlarında, hayatta kalmak için didinen Ermenileri. Ortalama bir okuyucu için çok öğretici ve şaşırtıcı olabileceğini düşünüyorum bu sınıf vurgusunun, kendinden bildiğinden dışlanmanın ve yoksulluk anlatısının. Türkiye toplumunun tümü gibi Ermeni toplumu da sınıflı bir toplum ve aslında Koptaş’ın ailesinin dertlerinin ve çaresizliklerinin bir kısmıyla hemhal olan milyonlar var bu coğrafyada. Bir farkla, o milyonlar bu ortaklıkların farkında değiller ve belki fark etmeye, Koptaş ve ailesini ve benzerlerini görmeye, kendinden kabul etmeye niyetli de değiller çoğu durumda. Oysa, Unufak, bu benzerliklerin altını çizerken, ev bellediğimiz, yurt bellediğimizle, en rahat en kolay konuştuğumuz dilin ortaklığına da değiniyor. Sonuncusu böyle olmak zorunda değildi, ama artık böyle oldu. Bize, varsa bir çıkış yolunun ancak hep birlikte inşa edilebileceğini işaret ediyor ve sorumluluk yüklüyor kanımca.

Roman, bir çocuğun daimi olarak kaldığı okulda, bir bayram tatilinde sıkılıp kitapları keşfetmesi, ve kitapların önünde açtığı dünyaya, okumaya ve derslere sığınmasıyla başlıyor. Kendine okuyarak, çalışarak ve yazarak bir yaşam kuran çocuk, elbette travmalardan azade değil ve el yordamı ilerleyecek yaşamda. Ama devraldığı aile mirasına odaklanışını, olaylar örüntüsünü tarihsel ve toplumsal bağlamı da dikkate alarak ele alışını ve başta babası Kevork Devran olmak üzere tüm aile bireylerini iyisi ve kötüsüyle görerek ve samimi bir çabayla anlamaya çalışarak ele alışını okuyoruz romanda. Zor çaba, ama çok değerli bir çaba, gömleği bu kez doğru iliklemek için. Sadece kişisel bir yüzleşme olarak değerlendirmek romanı, çok kolaycı bir yorum olurdu. Unufak, hepimizi çok yönlü yüzleşmelere davet eden, okunması gerektiğini içtenlikle düşündüğüm bir roman.

Serbest Kürsü'de, soL'a dışarıdan iletilen katkılar arasından tartışmaya değer içerikte görülen ancak soL'un yayın çizgisini bağlamayan yazılar yayımlanır.

  (soL)

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder