14 Ekim 2024 Pazartesi

T24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -14 Ekim 2024-

 

“Katılma payı” görünümlü “vergi” -Murat Batı-

Birçok kişi kredi kartı limitini 100 bin liranın altına çekmeye başladı bile. Ancak hatırlatmakta fayda var; olur da bu kanun yasalaşırsa kredi kartı limitine bağlı alınacak katılma payına ilişkin 4 ve 5’inci maddeler 1 Ocak 2025’te yürürlüğe girecek. O nedenle kredi kartı limitini düşürmek için acele etmeye pek gerek yok.

11 Ekim Cuma günü TBMM’ye sunulan ve 12 maddeden oluşan Savunma Sanayii ile İlgili Bazı Düzenlemeler Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi ile kol saatleri ve insansız hava taşıtları (dronelar) ÖTV kapsamına alınırken teklifin 4’üncü maddesi ile de Savunma Sanayi Destekleme Fonu’na (SSDF) aktarılmak üzere araç alım satımından, gayrimenkul alım satımından, noterlik ücreti alınan işlemlerde işlem başına 75 lira ve 100 bin lira ya da üstü limite sahip kredi kartlarından şimdilik yıllık 750 lira bir katılma payı alınması gündeme geldi.

Teklifin 4’üncü maddesinde Savunma Sanayi Destekleme Fonu’na (SSDF) aktarılacak tutara neden vergi denilmedi de katılma payı denildi? sorusu oldukça önem arz etmektedir. Çünkü buna vergi denilmiş olsaydı amaç hasıl olmamış olacaktı.

Şöyle ki…

Teklifin 4’üncü maddesinde alınması planlanan gelirler pekâlâ vergi olarak düzenlenebilirdi. Hatta Gider Vergileri Kanunu’na bir madde ekleyip ya da mülga olan bir madde aktif hale getirilip vergi olarak alınabilirdi. Zira Gider Vergileri Kanunu’nda bu şekilde birden çok vergi var. Örneğin m.39 özel iletişim vergisi, m.34 konaklama vergisi Gider Vergileri Kanunu’nda bulunmaktadır. Bu Kanuna yapılacak düzenlemenin ruhuna uygun bir işlem vergisi konulabilir ve vergi olarak tahsil edilebilirdi. Ama katılma payı denilerek farklı bir strateji izlendi. Ayrıca bu yeni düzenleme vergiye de tam uygun değil. Kafalar karışık biraz herhalde.

Katılma payı, genel olarak kamusal tesislerin yapılması, iyileştirilmesi ya da genişletilmesi için harcanan masraflara doğrudan bir katkı biçiminde tahsil edilen ve kamusal harcamaların finansmanını sağlayan paralar olarak tanımlanmaktadır.  Harcamalara katılma payları, 2464 sayılı Belediye Gelirleri Kanunu m.86 ilâ m.94 arasında düzenlenmiştir. Belediye Gelirleri Kanunu m.86’da yol harcamalarına katılma payı, m.87’de kanalizasyon harcamalarına katılma payı, m.88’de su tesisleri harcamalarına katılma payı şeklinde üç adet olarak sınıflandırılmıştır. Buradaki katılma paylarının amacı belediyenin olası yol, kanalizasyon, su tesisleri harcamalarına belediye mukimlerinin dahil edilmesidir.

Oysa kamunun normal gelirleri[1] arasında sayılan vergi, kamu harcamalarını finanse etmek amacıyla ve maliye politikası aracı olarak kullanılan gerek merkezi yönetim gerekse yetki verilen –belediyeler gibi- diğer kamu kurum ve kuruluşlar tarafından tahsil edilen hem cebri hem de karşılıksız olan en önemli kamu geliridir. Vergiler bu anlamda toplumsal yararı bulunan kamu giderlerini finanse etmek için alınır ki Anayasa m.73 birinci fıkra da bunu emreder.

TBMM’ye sunulan kanun teklifinde yer alan katılma payları savunma sanayiine katkı sunmak amacıyla getirilmek istenmektedir. Zira teklifin gerekçesinde de “SSDF'nin kaynaklarının artırılması amaçlanmaktadır” denilmiştir.

Ancak ulusal menfaatlere kaynak olması adına katılma payı değil de vergi ihdas edilmesi vergileme tekniği açısından daha doğru olacaktır. Zira alınan vergiler zaten ulusal menfaatler adına yapılan kamu giderlerini finanse etmek için kullanılmaktadır.

Peki kanun koyucu vergi ile katılma payı arasındaki farkı bilmiyor mu? Elbette biliyor ama iyi de neden vergi yerine katılma payı yazdı kanun teklifine?

Bu sorunun ilk cevabı 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu m.13/g’de yer almaktadır. 5018 sayılı Kanun’un 13/g maddesinde “Belirli gelirlerin belirli giderlere tahsis edilmemesi esastır.” ilkesine yer verilmiştir. Bu, literatürde ademi tahsis ilkesi olarak da bilinir. 5018 sayılı Kanun’un (I) sayılı cetvelinde yer alan genel bütçeye doğrudan gelir kaydedilen bu vergiler hazinenin havuzuna aktarılır ve toplandığı yer ya da konusuna bakılmaksızın bütçe kanununun izin verdiği ölçüde her türlü kamu hizmeti için harcanabilmektedir.

Özetle bu, vergi olsaydı SSDF’ye doğrudan aktarılmayıp hazineye/bütçeye aktarılacaktı. Bu nedenle de bu payları doğrudan SSDF'ye aktarabilmek ve 5018 Sayılı Kanun m.13/g yani adem-i tahsis kuralını devre dışı bırakmak amacıyla bu gelirlere katılma payı denildi.

Zaten 12 Ekim’de Cevdet Yılmaz da yaptığı açıklamada tek kuruş bütçeye girmeyecek dedi.

Yani bu şekilde toplanacak katılma payları bütçeye dahil edilmeyip doğrudan SSDF’ye aktarılmak istenmektedir.

Sorunun ikinci cevabı mali güç ile alakalıdır. Şöyle ki,

Anayasanın m.73’ün “Herkes, kamu giderlerini karşılamak üzere, malî gücüne göre, vergi ödemekle yükümlüdür.” şeklindeki birinci fıkrasında geçen mali güç kavramı oldukça önemlidir. Yani bir kişinin geçmişte elde ettiği serveti ile şu andaki gelir ve mal varlığı toplamı mali gücünü verir. Ancak bu fıkrada geçen mali güç kavramı sadece vergiler için kullanılmaktadır.

Oysa 2464 sayılı Belediye Gelirleri Kanunu m.86 ilâ 94 arasında düzenlenen harcamalara katılma payları, Anayasa Mahkemesi verdiği bir kararda  benzeri mali yükümlülük olarak sayılmıştır. Yani katılma payları vergi değildir.

Bu nedenle kanun teklifinde SSDF’ye aktarılmak üzere yapılan katılma payı düzenlemesini vergi olarak tesis etmeyerek olası bir Anayasa Mahkemesi başvurusu ile mali güce göre aykırılık savıyla düzenlemenin iptalinin önüne geçilmiştir. Önden tedbir alınmış diyelim buna.

Bu durum tüm katılım payları için mi geçerli?

Teklifin 4’üncü maddesinde düzenlenen katılım payları -ki benzeri mali yükümlülük olarak düşünülecek- vergi olarak düzenlenseydi mali güce aykırı bir durum göstermemiş olacaktı. Burada sadece kredi kartı limitine bağlı olarak alınacak katılma payının aykırılığı düşünülebilirdi. Çünkü kredi kartı limitinin yüksek olması bir mali güç ve/veya yüksek gelir göstergesi olamaz. Bu nedenle özellikle bu düzenlemenin mali güce göre aykırılık engeline takılmaması için vergi olarak değil de katılma payı olarak düzenlendiğini sanmaktayım.

Kredi kartı limitine ilişkin özel bir husus var

Peki bu düzenlemeler Anayasaya aykırı mı? Cevabı çok açık hayır. Kredi kartı limiti için getirilen katılma payı haricindekilerin Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal olabileceğini düşünmüyorum.

Ancak kredi kartı limitine bağlı olarak getirilecek katılma payının Anayasa m.13 kapsamında değerlendirilip iptal edilebileceği kanaatindeyim.

Şöyle ki…

Anayasanın “elverişlilik” ilkesi

Anayasa m.13 ölçülülük ilkesini düzenlemiştir. Ölçülülük ilkesi, vergi hukuku bakımından vergi oranlarının, faizin ya da zammın, aşırılığa kaçmamasını ifade eder. Anayasa Mahkemesi bir kararında  “Kanun koyucu, düzenlemeler yaparken hukuk devleti ilkesinin bir gereği olan ölçülülük ilkesiyle bağlıdır. Bu ilke ise “elverişlilik”, “gereklilik” ve “orantılılık” olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. “Elverişlilik”, başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç için elverişli olmasını, “gereklilik” başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç bakımından gerekli olmasını, “orantılılık” ise başvurulan önlem ve ulaşılmak istenen amaç arasında olması gereken ölçüyü ifade etmektedir. Bir kurala uyulmaması nedeniyle kanun koyucu tarafından öngörülen yaptırım ile ulaşılmak istenen amaç arasında da “ölçülülük ilkesi” gereğince makul bir dengenin bulunması zorunludur.” şeklinde izah etmiştir.

Elverişlilik ilkesi temel bir hak veya hürriyeti sınırlayacak aracın sınırlama amacının gerçekleşmesi için elverişli olmasını ifade eder. Diğer bir deyişle sınırlama için seçilen araç, sınırlama amacının muhtevasına uygun olmalıdır.

Kanun teklifi savunma sanayini finanse etme amacına yönelik düzenlemesiyle birlikte bu finansal kaynağı oluşturmak için kullandığı katılım payı isimli aracın kişilerin elde ettiği bir gelirden değil özünde kredi kartı limitinden yani kişilerin bankalara yönelik bir borçlanmasından talep edilmektedir.

Bu durumun vergi politikaları açısından tuhaflığı bir yana elverişli bir araç olup olmadığı tartışılmaya muhtaçtır. Zira devletin elde etmeyi arzuladığı gelirin bağlandığı hususun bir gelir kalemi değil de borçlanma gücü olduğu düşünüldüğünde mülkiyet hakkına yönelik müdahale için seçilen bu aracın borçlanma gücü olan kişiler açısından getirildiğine yönelik bir elverişlilik testine ihtiyaç vardır.

Kişilerin kredi kartlarının harcama limitlerinin belirlenmesi konusunda uygulamada objektif kriterlerin olduğunu düşünmek büyük bir yanılgı olur. Zira uygulamada kredi kartı limiti yüksek olan kişilerin kategorik olarak borçlanma gücünün veya tersinden düşünecek olursak yüksek borçlanmaya yetecek gelir gücü veya kudretinin bir gösterge olduğu kabul edilemez.

Daha basit bir ifadeyle asgari ücretle çalışan birinin günümüz ekonomik koşullarında kredi kartı limitinin 100 bin lirayı aşması durumunda bu kişinin alım gücünün de yüksek olduğu sonucunu çıkarmak ciddi bir hata olur.

Kanun teklifindeki düzenlemenin amacı borçlanabilme gücü olanlardan yani kredi kartı limiti yüksek olanlardan savunma sanayiine katılım payıyla gelir aktarmaktır. Bu nedenle borçlanma kabiliyeti/kredi kartı limiti baz alınarak kişilerin yüksek gelir edindiği yönünde bir sonuç çıkarmak ciddi bir yanılsamadır. Dolayısıyla da katılım payı almada kredi kartı limitinin baz alınması “elverişli” olma açısından kabul edilmemelidir.

Bu düzenleme olur da AYM’ye götürülürse bu nedenle iptal edilebilir.

Düzenlemeden beklenen gelir ne kadar?

AKP Grup Başkanı Abdullah Güler’in yaptığı açıklamaya göre hedeflenen gelir 70-80 milyar lira kadardır. Ancak şu an işlemde olan yüz milyondan çok fazla kredi kartı bulunmaktadır. 100 bin lira ve üstünde limiti olan ise yaklaşık 62 milyon adettir. Limitini düşürüp bu işlemden kaçacak insanların olacağını tahmin ettiğimizden bu sayının 60 milyon olması durumunda kart başına da 750 lira yıllık katılım payı alınacağından yaklaşık 45 milyar lira buradan gelir sağlanacak. Yani Güler’in dediğinden daha fazla bir gelir toplanacak gibi duruyor. Ya da çok büyük bir kesim limitini düşürerek beklenen gelir hedefini sağlatmayabilir. Zaman gösterecek bunu…

Son söz

Özellikle kredi kartlarına ilişkin basında ve sosyal medyada tepkiler oluşmaya başladı. Kuvvetle muhtemel buna itiraz edenler savunma fonuna gideceği için sevimsiz şekilde suçlanabilir, hatta vatan hainliğiyle bile.

Birçok kişi kredi kartı limitini 100 bin liranın altına çekmeye başladı bile. Ancak hatırlatmakta fayda var; olur da bu kanun yasalaşırsa kredi kartı limitine bağlı alınacak katılma payına ilişkin 4 ve 5’inci maddeler 1 Ocak 2025’te yürürlüğe girecek. O nedenle kredi kartı limitini düşürmek için acele etmeye pek gerek yok.

Bir diğeri kredi kartı limiti 100 bin lira ya da üstündeyse banka, her yıl ocak ayının 5’inci gününe kadar hesabımıza katılma payını (2025 yılında 750 lirayı) yansıtacak. Yıl içinde limiti yükseltir ya da yeni kart alırsak limiti yükselttiğimiz ya da yeni kart aldıysak kartın kullanıma açıldığı ayın hesap ekstresine yansıtılacaktır. Ve bize yansıtılan bu tutar Banka aracılığıyla ödenecektir.

Ancak yukarıda detaylı şekilde de bahsettiğim üzere kanun teklifindeki yeni gelir kalemleriyle alakalı Anayasal bir iptal gerektirecek bir hususa rastlamadım sadece kredi kartı limitine bağlı alınacak katılma payı Anayasa m.13/elverişlilik uyarınca ele alınabilir.

O nedenle kanun, Resmi Gazete’de yayımlandıktan sonra muhalefetin bunu Anayasa Mahkemesi'ne taşıyacağını sanıyorum.

[1] Süreklilik arz eden vergi, resim gibi kamu gelirlerine normal gelir, süreklilik arz etmeyen borçlanma gibi kamu gelirlerine ise olağanüstü gelirler adı verilir.
                                                               /././

İnsanlığın petrole ihtiyacı kalmasa Ortadoğu nasıl bir yer olurdu, hiç merak ettiniz mi?-Eray Özer-

Füzyon santrallerinin de hegemonik ilişkilerden azade bir şekilde sınırsız ve sınıfsız şekilde dünyanın her yerine enerji sağlamayacağını ben de biliyorum elbette… Lakin hayat bize şunu öğretiyor: Buralara kulak kabartmazsak, buralardan fayda üretme fikrine hiç değilse aşina olmazsak yüz yıllık dipsiz kuyularda kendi kendimize eşelenmenin ötesine geçemeyeceğiz

Bir an için dünyadaki enerji probleminin tamamen ve sonsuza dek bittiğini düşünün.

İnsanlık sınırsız, çevre dostu, yenilenebilir bir enerji kaynağı keşfetmiş olsun ve artık fosil yakıtlara, nükleer atıklarla dünyayı kirleten reaktörlere, kömürün isine pisine ihtiyaç duyulmasın.

Acaba böyle bir dünya nasıl olurdu?

Petrole ihtiyaç duyulmayan bir dünyada Ortadoğu’da bitmek bilmeyen savaşları yaşar mıydık örneğin?

Yahut Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt gibi ülkelerin böyle bir dünyadaki özgül ağırlığı ne olurdu?

Peki size böyle bir enerji kaynağının mümkün olduğunu ve hatta dünyanın yirmi, bilemediniz otuz yıl sonra bu enerjiye geçebileceğini söylesem… Delirdiğimi düşünmezsiniz umarım.

Ama evet, mümkün.

Albert Einstein ve Arthur Eddington isimlerindeki iki büyük bilim insanı sağ olsun, insanlık yaklaşık 100 yıldır devam eden “güneşin enerjisini taklit etme” çabasında bugün artık mutlu sona çok yaklaşmış durumda.

Güneş yaklaşık 4,5 milyar yıldır gezegenimizi ısıtıyor ve öyle görülüyor ki, -henüz bilimin öngöremediği- bir aksilik olmazsa bir o kadar zaman daha ısıtmaya devam edecek.

Arthur Eddington güneşin bunu yaparken hidrojen atomlarının birleşmesi esnasında açığa çıkan enerjiyi kullandığını ilk fark edenlerden.

İki hidrojen atomu birleşip helyuma dönüşürken ikisinin toplam ağırlığından bir miktar daha hafif bir helyum ortaya çıkınca Eddington anlamış ki, bunlar birleşirken açığa çıkan bir şeyler de enerjiye dönüşüyor.

Eh, Einstein da daha önceden bize maddenin enerjiye dönüşebileceğini, hem de dönüşürken ortaya öyle böyle bir enerji çıkmayacağını E=m.c2 denklemiyle söylemişti.

İşte bu iki bilgiyi birleştirip biz, yani insanlık neden dünyada küçük bir güneş yaratamayalım? O güneşten elde edilen temiz enerjiyle neden tüm dünyanın enerji ihtiyacı kolayca karşılanmasın?

Bu iki soruyu bilim insanları neredeyse yüz yıldır soruyor ve neredeyse elli yıldır da somut bir cevap bulmaya uğraşıyor.

Lakin özellikle son yirmi yıldaki gelişmelerle bugün artık bu meselede sona yaklaşmış durumdayız.

Nükleer füzyonu bir elektrik santrali ortamında, kontrollü bir şekilde hayata geçirdiğimizde dünyanın enerji problemi kalmayacak.

En azından bilim insanları bunu söylüyor.

Bilimin böyle bir işi becermesi o kadar hayranlık uyandırıcı ki…

Düşünün füzyonun gerçekleşmesi, yani hidrojen atomlarının birleşip helyuma dönüşebilmesi için -dünyanın kütlesi daha küçük olduğundan- güneşin on katı ısı gerekiyor.

Bu 150 milyon santigrat derece demek…

Bilmem böyle bir rakam size neyi ifade ediyor zira bende 100 dereceden sonrası yok!

Böyle bir sıcaklığı oluşturmak yeterince akılalmaz değilmiş gibi, bilim insanları bu sıcaklıkta bir plazmayı nerede muhafaza edebileceği sorusunun da yanıtını bulmuş.

Öyle ya… O sıcaklıkta bir “çorbayı” erimeden taşıyacak kap bulmak ilk bakışta imkânsız ama insan evladı bunu da başarmış işte.

Bin tonluk mıknatıslarla adeta mıknatıslardan oluşan bir “şişe” yapmışlar ve plazma denen “çorbayı” hiçbir yere temas etmeden o manyetik alanda tutmayı da becermişler.

Mıknatıslar bu olağandışı sıcaklıktan etkilenmesin diye bir de süperiletken teknolojisi geliştirmişler.

Bugünün teknolojisiyle plazmanın merkezi 300 milyon dereceye kadar ısınırken (güneşten yirmi kat sıcak) dışarıdaki elektromanyetik mekanizma eksi iki yüz derece soğukluğunu (ayın karanlık yüzü kadar soğuk) korumayı sürdürebiliyor.

İnsanın aklını başından alan işler bunlar…

Ama başarılmış işte.

Yani anlayacağınız nükleer füzyon meselesi kâğıt üzerinde neredeyse bitmiş vaziyette. Sırada uygulaması var.

Peki, orada ne durumdayız?

Şöyle ki; şu anda bu plazmaların füzyona gireceği “tokamak” adı verilen reaktörler yeni teknoloji mıknatıslar kullanılarak inşa ediliyor. 2030’ların başında füzyonla harcananın 10 katı enerji elde edilmesi planlanıyor.

2030’ların ortalarında bu reaktörlerin bir elektrik santrali yapısına kavuşturulması hedefleniyor.

2040’a yaklaşırken de nükleer füzyon santrallerinin artık ticari olarak yaygınlaşmaya başlayacağı bir döneme gireceğimiz tahmin ediliyor.

Ayrıca füzyonu deneysel ölçekte gerçekleştirmeyi ve harcanandan daha fazla enerji elde etmeyi de başardı bilim insanları.

Aslında insan bu işi bundan yetmiş yıl kadar önce hidrojen bombası esnasında gerçekleştirmişti. Fakat orada tetikleyici olarak bildiğimiz atom bombası, yani nükleer fisyon kullanıldığından ancak bomba yapılabiliyordu.

Bugün artık bu sorun da aşılmış gibi görünüyor ve bu noktaya Soğuk Savaş dönemi dahil aradan geçen süre içinde bilim dünyasının ülke ayrımı yapmaksızın bilgilerini başkalarıyla paylaşması sayesinde gelindi.

Bugünse ülkeler arasındaki husumet o kadar arttı ki, bilgi paylaşımı son birkaç yılda iyice yavaşladı, ortak projeler sekteye uğradı.

35 ülkenin ortaklaşa kurduğu en büyük nükleer füzyon santrali ITER’de (CERN gibi düşünün) bürokratik engeller, kurum içi rekabet vs… derken çalışmalar epey sekteye uğradı.

Keza ABD-Çin rekabeti, füzyon teknolojisi alanında da amansız bir hal aldı.

Çin her konuda olduğu gibi bu konuda da epey geriden geldi, bundan neredeyse on yıl kadar önce işe ABD’yi taklit ederek girişti fakat öylesine bir ilerleme kaydetti ki, bugün füzyon yarışında rakibini geride bırakmak üzere olduğu yazılıp çiziliyor.

Üstelik bu işe ABD’nin neredeyse iki katı kadar bütçe ayırıyor. Yılda 1,5 milyar dolarla füzyon alanına yatırım yapıyor (ABD’nin bu çalışmalara ilişkin 2024 bütçesi 790 milyon dolar) ve füzyon mühendisliği alanında yılda ABD’dekinin on katı kadar akademisyen yetiştiriyor.

“Ya Eray, ne yaptın sen? Biz ne konuşuyoruz, sen ne anlatıyorsun” demeyin.

En az ben de sizin kadar Narin’in katillerinin hala açığa çıkmamasına hayıflanıyorum.

Ben de sizin kadar Gebze’deki hayvan katliamına deliriyorum.

Bir savcının açıktan tehdit edilme görüntülerini izlerken kafayı yiyorum.

Kadınlara yönelik şiddete tanıklık ettikçe dudaklarımı ısırıyor, yumruklarımı sıkıyorum.

Lakin hayata dair umudumu korumak için çareyi dünyada dönen bu tartışmalara kulak kabartmakta buluyorum.

Yoksa umutsuzluk denen dipsiz kuyunun içinde, kendi öğrenilmiş çaresizliğimizde boğulup gideceğiz.

Yüz yıldır aynı konuların tartışıldığı, yüz yıldır aynı aktörlerin aynı bayat oyunu sahneledikleri bu coğrafyada nefes alabilmek için yüzümüzü biraz böyle meselelere dönmemiz gerekiyor.

Aksi halde bu yorgunluk, bu yılgınlık hali bitirecek bizi.

Buradan da hazzetmediğim bir teknoloji fetişizmine savrulduğumu düşünmeyin.

Füzyon santrallerinin de hegemonik ilişkilerden azade bir şekilde sınırsız ve sınıfsız şekilde dünyanın her yerine enerji sağlamayacağını ben de biliyorum elbette…

Oralara da ilk etapta uluslararası sermayenin “çökeceğinin” ben de farkındayım, merak buyurmayın.

Lakin hayat bize şunu öğretiyor: Buralara kulak kabartmazsak, buralardan fayda üretme fikrine hiç değilse aşina olmazsak yüz yıllık dipsiz kuyularda kendi kendimize eşelenmenin ötesine geçemeyeceğiz.

Dünyanın her yerinde devlet denen mekanizmaların başındakiler binlerce yıllık paslanmış aidiyetlerle birbirine kılıç sallamaktan vazgeçmeyedursun… Bizi avutursa biraz merak avutur, içimizi ısıtırsa bir avuç bilgi ısıtır diye anlatıyorum bunları.

İyi haftalar.                                      /././

Dünyadan toplumsal taleple çözülen iki olay: Elisa Lam ve Maria Soledad -Füsun Sarp Nebil-

Her ikisinde, toplumun sessiz kalmadığını ve olayları sonuna kadar takip ettikleri görülüyor. Her iki olay da ilham ve ümit verici. Toplum vicadnını yaralayan olayların karşısında ne yapılması gerektiğini gösteriyor

Gerçek olayları anlatan 2 farklı dökümanter seyrettim. Biri Arjantin, diğer ABD'de kaybolan ve ölen iki farklı kadına ait. Birinde tecavüz ve cinayetin oluşturduğu olay ayan beyan ortada, diğerinde ne olduğunu kimse bilmiyor. Ama anlatmak istediğim şey bu değil. Asıl konu; bu kayboluşları kabullenmeyen ve sonucu ısrarla takip eden medya ve kalabalıklar. Hep birlikte olunduğunda olayların gizli/saklı ve üstü kapalı kalamadığını, sonuca da ulaşabildiğini gösteren iki farklı örnek...

İki olaydan birisinde, maktulü hiç tanımadıkları halde, araştırma yapmakta polisin önüne geçen bir grup insan var. Polisi de çözüm için itekliyorlar. İkincisinde ise, politik gücün, üstünü örtmeye çalıştığı açık olan bir tecavüz ve cinayetin, medyanın ve halkın bıkmadan sürdürülen yüksek tepkisi sonucunda, 7 yıl sonra bile olsa, çözüldüğünü görüyoruz.

Her ikisinde, toplumun sessiz kalmadığını ve olayları sonuna kadar takip ettikleri görülüyor. Her iki olay da ilham ve ümit verici. Toplum vicadnını yaralayan olayların karşısında ne yapılması gerektiğini gösteriyor.

Elisa Lam olayı - Suç Mahalli: Cecil Oteli

Vietnam'dan göç eden bir ailenin çocuğu olan ve Britanya Kolumbiyası Üniversitesinde okuyan 22 yaşındaki Kanadalı bipolar hastası Elisa Lam, 2 Şubat 2013'te turist olarak ziyaret ettiği Amerika Birleşik Devletleri'nin Los Angeles şehrinde bulunan Cecil Hotel'de konakladığı sırada kaybolmuş. "Suç Mahalli: Cecil Otel" isimli dökümanter filim bunu anlatıyor. Aşağıda fragmanı var. 

(https://youtu.be/l4JK5DSfCXU)

Los Angeles Polis Teşkilatı, Kanada'daki ailesinin "temas kuramıyoruz" başvurusu üzerine konuyla ilgilenmeye başlıyor. Nasıl kaybolduğu anlaşılamayan Lam hakkında birilerinden bilgi almak amacıyla, polisin Lam'in son görüntüleri olan, otelin asansöründeki bir videoyu yayımlaması ile kamuoyu ilgisi yoğunlaşıyor. Asansörün güvenlik kamerası tarafından çekilen bu videoda, Lam'in tuhaf -saklanma benzeri- hareketler yaptığı görülüyor. Video, halkın Lam'in esrarengiz kayboluşuna dair ilgisinin artmasını sağlamış.

Cecil Otel'in ve Los Angeles'te bulunduğu bölgenin şüpheli durumu, buradaki merakı arttırmış. Sonunda ne olduğu anlaşılmış durumda. Çünkü konuyu sürekli canlı tutan takipçiler ve onların ilgisiyle, konudan uzaklaşamayan polisler sonuçta ne olup bittiğini aşağı yukarı anlayabilmişler.

Sessiz Kalma: Maria Soledad olayı

Diğer olay 1990'da Arjantin'de yaşanan çok üzücü bir tecavüz ve öldürme olayı. Bir açıdan İzmir'de geçen yıl, iş arama için gittiği sırada uyuşturucu verildiği ve tecavüze uğradığı anlaşılan ve sonra atıldığı yolun kenarında hayatını kaybeden 18 yaşındaki Aslıhan Sinem Çiçek olayına benziyor.

Arjantin'in Catamarca bölgesinde yaşayan Sole, o tarihte 17 yaşında, lisede okuyor ve kendinden 10 yaş büyük birine aşık oluyor ve bu ona felaketi getiriyor. Bölgede siyaset çok önde. Hem valinin siyasi gücü, hem de zamanın devlet başkanı Carlos Menem'e çok yakın olan siyasetçi Ángel Luque'ün gücü, bölgeyi tamamen kontrol altında tutuyor.

https://youtu.be/J4y0Q-iaEoY

Hem valinin hem de oğlu olaya karışan siyasetçinin gücü herkesi susturmaya yetiyor. Ama bu hikâyede de çok etkileyici olan şu; susmayanlar ve konuyu yaptıkları sessiz yürüyüş ile halkın ve basının ilgisine taşıyanlar sınıf arkadaşları, ailesi ve okuduğu okulun yöneticisi olan Rahibe Martha Pelloni oluyor. Özellikle bu Rahibe, meme kanserinden kurtulduğu zaman yaptığı yemine dayanarak, aldığı tehditlere aldırmadan bu gösterilerin "öncü"sü oluyor. Susturulanlar ise bu gelişmeler sonucunda, konuşmaya başlıyorlar.

Sonuç, olay büyüyor, büyüyor ve zamanın devlet başkanı Carlos Menem'i zorluyor. Menem, kendi koltuğunu da riskte hissederek, önce valiyi görevden alıyor ve sonra dava açılması için hakim atıyor. Ama hala taraflı hâkim grubu ataması yapılıyor. Halk buna karşı da yüksek sesle protestoları sürdürünce, sonuçta suçlular ceza alabiliyor.

Olayın bir yönü de şu, henüz çok genç olan Maria Soledad sayesinde, Arjantin'de bu tür tecavüz olaylarına "kadının kabahatidir" türü bakışın değiştiği belirtiliyor.

Anlayacağınız, halk kendi gücünü kullanmaya karar verdiğinde, her türlü yolsuzluk, ahlâksızlık ve diğer her türlü olay çözülebiliyor.

                                                           /././

ABD’nin başladığı işi İsrail tamamına erdirecek mi?-Akdoğan Özkan-

ABD’nin 11 Eylül akabinde başlattığı Orta Doğu’yu yeniden tanzim etme operasyonunu 7 Ekim sonrasında tamamlama gayreti içine giren İsrail “stratejik ortağı” ile el yükseltiyor. Soru: nereye kadar?

Washington yönetimi 11 Eylül 2001’de New York’taki İkiz Kuleler’e yönelik El Kaide’ye atfedilen saldırıyı nasıl Orta Doğu’yu yeniden şekillendirme doğrultusunda bir fırsat olarak kullandıysa, İsrail de Hamas’ın 7 Ekim tarihli saldırısını aynı doğrultunun final etabı olarak kurgulamış görünüyor. Hatta bu iddiayı biraz daha ileri götürüp şunu söylemek mümkün artık sanıyorum: Ortada “İsrail vuruyor, ABD de bu “haşarı” müttefikinin en azından daha ileri gitmesini engelleyici sınırlamalar çiziyor, yetersiz görülse dahi ateşkes için gayret sarf ediyor” gibi bir durum yok!

Şunu demek belki en doğrusu; ABD’nin Orta Doğu’ya yeniden şekil verme doğrultusunda 11 Eylül sonrasında başlattığı işi İsrail, 7 Ekim sonrasında tamamlamaya uğraşıyor.

Çünkü Washington’un bu “biçimlendirme” işini bizzat yürütmek üzere Amerika içinde “rıza üretimi” yapabilme imkânı ortadan kalkmış durumda. Bu işi Siyonizm’in bir gereği olarak, böyle bir rıza üretimine de fazla ihtiyaç duymadan yapmaya hazır Netanyahu gibi bir lider varken, onun Filistinlileri insandan saymayan kurmayları varken, Beyaz Saray elini hem de seçimler öncesinde neden Orta Doğu’da daha fazla kana bulasın ki! Kongre’den geçirdiği 17,9 milyar dolarlık askeri yardımı abluka altındaki Gazze Şeridi'ni ve Lübnan’ı kesintisiz vurabilsin diye savaş gemileri üzerinden kritik silah ve mühimmat olarak sevk etmek ve diğer yandan da kenarda ateşkes istiyormuş gibi yapmak varken!

İki müttefik aynı hedefe “iyi polis/kötü polis” rol dağılımı yapmış bir “stratejik ortaklık” içinde yürüyorlar, velhasıl.

Durum budur!

Zaten işte bu stratejik (suç) ortaklığıdır Netanyahu’nun ABD Kongresi’ndeki konuşmasını 58 kez ayakta alkışlarla kestiren.

Bu suç ortaklığı kapsamında Washington İsrail’e her biri 900 kilogramın üzerindeki MK 84 veya BLU-109 gibi ABD yapımı sığınak delici bombalar vermiş, onlar da toprakta 12 metre çapında bir krater açabilen, 365 m ötedeki insanları bile öldürebilen bu bombalarla Lübnan’ı delik deşik etmiştir.

“Çerçevesi, kapsamı ne peki bu ortaklığın” derseniz...

Daha önce de değinmiştim: NATO Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı General Wesley Clark, ABD’nin aralarında İran’ın da olduğu ve “Şer Ekseni” olarak tanımladığı ülkelere askeri saldırı gerçekleştireceğini daha 2003’te kaleme aldığı “Winning Modern Wars”, (s. 130, New York: Public Affairs, 2003.) başlıklı kitabında yazmıştı. ABD’nin böyle bir stratejiye 11 Eylül (2001) saldırısı sonrasında karar verdiğini ifade eden Clark, görüştüğü bir Pentagon yetkilisine dayanarak Washington’un hedefindeki ülkelerin adlarını şöyle sıralamıştı: Irak, Somali, Sudan, Libya, Suriye, Lübnan ve İran. Clark aslında benzer sözleri 1991’de o tarihte Pentagon’un 3 numarası olan ve gerek Dünya Bankası başkanlığı gerekse de ABD Savunma Bakan yardımcılığı görevlerinde bulunmuş Paul Wolwovitz’den de duymuştu.

Suriye düşseydi, Tahran izole edilecekti

Tabii Tahran’da rejim değişikliğinin yolunun ilkin bu ülkenin bölgedeki müttefiki olan Suriye’yi istikrarsızlaştırıp iktidar değişikliğine gitmek ya da parçalamaktan geçtiği öngörülmüş ve 2011’de buna uygun adımlar atılmıştı. Suriye düşerse, İran’ın Akdeniz’e ulaşan kolları kesilmiş olacak, ardından Lübnan kolay lokma olacak, böylelikle Tahran yönetimi rahatça izole edilip kuşatılabilecekti.

Ancak masada yapılan planlar sahada aynen tutmadı. Gerçi Orta Doğu istenildiği şekilde yeniden istikrarsızlığın kucağına itilmişti, ama ABD ile İsrail’in Şam yönetimini devirme planları, ağırlıklı olarak Rusya’nın soluğu Doğu Akdeniz’de almasıyla akamete uğradı. (Tabii Moskova’nın Astana süreci partnerlerinden İran’ın Şam yönetimine verdiği açık destek ve ABD desteğiyle Suriye’nin kuzeyinde tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan eden üç kantonun birleşerek Akdeniz’e ulaşma hesaplarına takoz koyan Ankara’nın da gayretleriyle.)

Bu arada, Amerikan vergi mükelleflerinin baskısı Washington’u hem Suriye’den hem de Irak’tan asker çekmeye zorluyor, kesintiye uğramış Orta Doğu’yu yeniden şekillendirme operasyonu bir türlü tamamına erdirilemiyordu. O arada Beyaz Saray yönetimi Amerikan kurgusunda “bizim asıl kötü adamımız” olarak tanımladıkları Rusya’ya (ve Çin’e) odaklanmayı seçince, “sonuna kadar gidilememiş” ve Orta Doğu’da Tahran’ı da içine alan hesap tam kapanmamış oldu. “İran rejimini devirme” işi bir başka bahara kalmıştı.

Sıra listenin son 2 ülkesinde

Ancak zaman “düşmanın” lehine işliyordu. İran’ın, üstelik de Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve Mısır gibi Washington’un müttefiki olması gereken ülkelerle birlikte 1 Ocak 2024’ten itibaren aynı yolun yolcusu olarak BRICS üyesi olacağı kesinleşince, “bu iş ilerde hiç yapılamaz hale gelebilir,” diye düşünüldü. Zaten, temel hedef uranyum zenginleştirme programıyla İsrail'i bölgede nükleer silaha sahip ülke konumunda yalnız bırakmama gayreti içinde görülen İran’ı “çok geç olmadan durdurmak” idi. Nihayet, ertelenen o baharın (!) 2024 yılı ABD Başkanlık Seçimlerinin öncesinde başlamasına karar verildi.

7 Ekim’in hemen akabinde sıranın 11 Eylül sonrasında belirlenmiş listenin sonundaki iki ülkeye geldiğini anladık: Bundan sonra hedefte Lübnan ve İran olacaktı. Tabii Tahran rejiminin yıkılması, bu listedeki en kritik hedefti. İsrail, İran’ı ABD’nin doğrudan hedefi haline getirebilmek için çeşitli el-ense provokasyonlarıyla misilleme yapmaya ve ateşin içine dalmaya zorlayacaktı. Bu olamazsa da İran’ın bölgeden kademeli olarak çekilmesini umuyordu. Bu arada bir yandan Hamas’la mücadele bahanesiyle Gazze’nin kuzeyini Yahudi yerleşimcilere açmak için etnik temizlik uygulanacak, bir yandan da Hamas’a açık destek veren Hizbullah’ı bölgeden atmak üzere Lübnan hedef tahtasına oturtulacaktı. Ardından da İran planı devreye sokularak rejim yıkılamazsa bile, ülke altyapısı ve yönetim kurumları parçalanarak, toplumsal doku ve birliği yerle bir edilerek iç savaşa sürüklenmeye zorlanacaktı. 

Bunun için Netanyahu’dan daha iyi uygulayıcı da bulunamazdı. Netanyahu, bir soykırımcı Siyonist olarak aslında yargılanması gerekirken, ABD Kongre’sinde dakikalarca ayakta alkışlanıyorsa, Washington’un bölgede sönümlenmeye yüz tutmuş orijinal hedef ve rüyasına o iddianın yüklenici ortağı olarak kimsenin katamadığı can suyunu verdiği içindi.

Nereye kadar gider, nasıl biter?

Şimdi sorumuz şu: ABD’nin Orta Doğu’ya yeniden şekil verme doğrultusunda 11 Eylül sonrasında başlattığı ama tamamlayamadığı işi 7 Ekim sonrasında kotarmaya yönelen İsrail nereye kadar gider? Misyon başarıyla tamamına erdirilir mi?

Olası bir İsrail- İran çatışmasında Tahran’ın elindeki en büyük kozun 1400 km menzile sahip, hipersonik Fettah füzeleri olduğu düşünülse de aslında New York’u dahi “vuracak” başka bir kozunun Amerikan yönetimini kara kara düşündürdüğünü daha önce yazmıştım. Ciddi bir saldırıyla karşı karşıya kaldığında İran’ın Körfez monarşilerindeki petrol tesislerini vurmasıyla sonuçlanabilecek bir misillemesinin ya da Hürmüz Boğazı’nı kapatmasının türev piyasaları çökertebileceği, hatta bununla da kalmayıp dünya bankacılık sisteminde ciddi yaralar açabileceğinin ihtimaller dahilinde olduğunu unutmamak lazım.

Şu anda “masa,” kademeli bir şekilde tüm opsiyonların devreye sokulabileceği geniş ve ürkütücü ihtimaller yelpazesi barındırıyor. Bölgede öngörülen bir Şii – Sünni çatışması yaşanmadı. Ancak giderek karmaşıklaşan ortamda neler olabileceğini tahmin etmek kolay değil. İsrail’in kendisini savaşa çekme yönündeki tüm provokasyonları karşısında soğukkanlı ve itidalli bir tutum takınan ve Orta Doğu’daki ateşin büyümesinden kaçınan İran’ın beka tehdidinin kritik bir eşiğe ulaştığına hükmetmesi durumunda ne yapacağını bilmiyoruz.

Tahran tamamen silahların konuştuğu bir noktaya gelmemek için Batı ve İsrail ile çok uzun süredir ciddi çaba sarf etti. İran Nükleer Anlaşması olarak da bilinen 2015 tarihli JCPOA (Ortak Kapsamlı Eylem Planı) bu çabanın ürünü olarak ortaya çıktı. Tahran nükleer başlıklı füze yapımına gidebilecek uranyum zenginleştirme programından vazgeçecek, karşılığında da Batı yaptırımları kademeli olarak kaldıracaktı. Tam Batı’nın İran ile ilişkileri normalleşiyor mu derken, 2018'de bu anlaşmadan ABD’nin imzasını çeken Donald Trump ile ilişkiler yeniden gerilemeye başladı. Biden dönemi eldeki bir çuval incirin iyice berbat edildiği yıllar oldu. Kasım ayındaki seçimlerde Başkanlık koltuğuna oturacak kişi ister Trump ister Kamala Harris olsun, daha iyiye gitme ihtimali de maalesef çok zayıf.

Bizler tam bu düşüncelerle yoğunlaşmış iken 5 Ekim akşamı İran'ın Simnan eyaletindeki Aradan şehrinde kaydedilen ve aletsel büyüklüğü Richter ölçeğinde 4,6 olarak ölçülen bir deprem meydana geldi. Kimilerine göre, bu İran’ın nükleer başlıklı füzelere artık sahip olduğuna ve caydırıcı bir önlem olarak önce yer altı nükleer testini gerçekleştirdiğine işaret idi. İsrail bu nedenle frene basıp Tahran’a yönelik misillemesini geciktirmiş idi. Gerçek böyle mi emin değiliz, ama bundan sonra olacakları tahmin etmek yine de kolaylaşmıyor. Gerçi, İran Milli Güvenlik Konseyi’nin gayrı resmi medyası gibi değerlendirebileceğimiz NorNews haber sitesi bu spekülasyonları “söylenti” olarak nitelendirerek reddetti ve nükleer denemelerin İran'ın nükleer ve savunma doktrinine aykırı olduğunu vurguladı ama “şüyu vukuundan beterdir” deyişinde olduğu gibi, İsrail’i daha itidalli değerlendirme yapmaya itmiş olması muhtemel. İran’ın hipersonik silahlar da kullandığı son füze saldırısında epey bir canı yandığı sonradan anlaşılan İsrail’in adımlarını artık daha dikkatli tartarak atacağına şüphe yok.

Ancak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 22 Kasım 1967 tarihli ve 242 sayılı kararından başlayarak uluslararası örgütlerin hükümlerine uymamış, uluslararası toplumun hassasiyetlerini hiçbir zaman umursamamış İsrail’in İran’ı ne şiddetle ve ne şekilde vurmaya yeltenebileceğini bilmiyoruz.

Caydırıcılık sığınağı (!)

Tek bildiğimiz, Batı'nın “kurallara dayalı düzeninde” uluslararası hukuk, kural ve teamüllerinin İsrail ve Batı’nın soykırımı karşısında hiçbir engelleyici kudretinin olmadığı. Bu şartlar altında görüyoruz ki, İsrail ve ABD’yi -en azından listenin sonundaki hedef ülke bahsinde- caydırabilecek en güçlü faktör, Tahran’ın Netanyahu’yu anavatanında nükleer bir misillemeyle vurabilecek güce kavuşmasıdır. Ortada tutunacak, kuralları enforse edebilecek, güvenilir bir uluslararası örgüt, uyulan en temel hukuki kurallar kalmadığında, İsrail Birleşmiş Milletler Barış Gücü mevzilerine dahi ateş açabilecek pervasızlıkta olduğunda, geriye barış adına güvenebileceğimiz tek şey olarak bu nükleer caydırıcılık kalıyor, maalesef.

Bu bağlamda, CIA Direktörü Willam Burns’ün, bir hafta kadar önce “İran’ın nükleer bomba üretmekte acele ettiğine dair kanıt görmüyoruz” şeklindeki sözlerini belki de İran’a saldırı için gerekçe silmek olarak değerlendirmemiz gerekecek.

Yine de tüm bölgenin ateşe verilebileceği çok kritik bir dönüm noktasındayız. Beyaz Saray’daki iktidar vakumu ile birlikte Siyonist lobilerin ABD’deki siyasi karar alma süreçlerine etkisinin stratejik ortağının peşinden giderken Beyaz Saray’ın -silinmiş gibi duran- o gerekçeye irrasyonel bir tutumla dönmesinin yolunu açabileceğini ve büyük bir bölgesel savaşın kapısının aralanabileceğini unutmamak lazım.

Dolayısıyla, İran liderliği pek yakında askeri savunma doktrinini stratejik muğlaklığa yer bırakmayacak ölçüde değiştirme yoluna gider ve eskalasyon üstünlüğünü İsrail’in elinden alma potansiyeli taşıyan yeni bir tehdit ve mukabele tanımı yapar, geçmişten farklı net bir tutum alırsa şaşırmamak lazım.

Bu süreçte şaşırmamamız gereken bir diğer ihtimal, Ankara’nın da milli güvenlik ve savunma siyasetini güncellemesi olacaktır.

                                                            /././

Gizli kamu borçları (II): Gizli borçlarda Çin rekoru ve Çin teşvik paketinde gizli borç sorunu -Binhan Elif Yılmaz-

Çin, gizli kamu borçlarında önde gelen ülke. Ancak bir başka gizli borç sorunu daha var, o da yerel yönetimlerin borçları...

Çin, mali teşvik paketi ile yine gündemde. Her ne kadar teşvikin büyüklüğü tam olarak açıklanmasa da temelde paketin dört sac ayağı bulunuyor: devlet bankalarının sermayelerini arttırmak, düşük gelirlilere sübvansiyon sağlamak, emlak piyasasını desteklemek ve yerel yönetimlerin borç sorunlarını çözmek.

Çin bu paketle özellikle borçlu yerel yönetimleri destekleyecek. Çinli yetkililer, geçtiğimiz haftalarda yerel yönetimlerin borç sorunlarıyla başa çıkabilmesi ve emlak sektörünün canlanabilmesi için yaklaşık 140 milyar $ özel tahvil ihracıyla finansman sağlanabileceğini duyurmuştu.

Çin, yerel düzeyde LGFV’ler (Yerel Yönetim Finansman Araçları – LGFVs) aracılığıyla yol, havaalanı ve elektrik altyapısı gibi şehir ve ilçelerdeki projeleri finanse ediyor. LGFV’ler, resmi olarak hükümetin bir parçası olmayan özel şirketler. Projelerine verilen kamu garantileri, örtük koşullu yükümlülük örneklerinden. Koşullu yükümlülüklerin gizli kamu borçlarının bir parçası olduğunu, bu yazı dizisinin ilkinde açıklamıştım. Dolayısıyla LGFV’lerin borçları resmi bilançolarda görünmüyor.

Çin, gizli kamu borçlarında önde gelen ülke. Ancak bir başka gizli borç sorunu daha var, o da yerel yönetimlerin borçları.

Çin, yerel yönetimlerin yatırım projeleri için kurulan şirketlerinin ve finansman araçlarının ortaya çıkardığı gizli kamu borcu sorunu yaşıyor. Yerel yönetimler finansman sağlamak için şirketler kuruyor. Bu şirketler de ödünç alınan fonları kullanarak bağlı şirketleri için daha fazla finansman sağlıyor. Dolayısıyla iç içe geçmiş bir yapı var.

Bu durum Çin ekonomisinin son yıllarda içinde bulunduğu ekonomik sorunlara bir yenisinin eklenmesine neden oluyor.

LGFV’ler, yerel yönetimler adına borçlanıp, projelerin finansmanını sağlıyor. Söz konusu yüksek meblağlı borçları ise bankalardan, finans kurumlarından çoğunlukla tahvil ihracı ile temin ediyor. Bu gelir kaynakları yeterli olmazsa, eski tahvilleri geri ödemek için geçici bir önlem olarak daha fazla tahvil ihraç edebiliyor.

LGFV’lerin önemli bir finansman kaynağı, şehirlerdeki emlak ve varlık satışları. Hatta faaliyetleri, emlak piyasasının canlanmasını ve varlıkların değerlenmesini de sağlıyor. Bu durum şirketin kârlılığını arttırırken, aynı zamanda borçlarının kapatılmasını kolaylaştırıyor. Ancak söz konusu gelir kaynağının getirileri borcun faiz oranının altında kalırsa, borcun sürdürülebilirliği tehlikeye giriyor.

Çin’de uzun yıllardır devam eden emlak krizi, LGFV’lerin varlık gerekçelerinin sorgulanmasına neden oldu. IMF’nin Çin ülke raporlarındaki verilere göre LGFV bilançoları Çin ekonomisine kıyasla daha hızlı büyüyor. Veriler, LGFV'lerin toplam varlıklarının ülke milli gelirini çoktan aştığını gösteriyor. LGFV’lerin borcu ise milli gelire oran olarak 2018 yılındaki yüzde 34 düzeyinden 2020'de yüzde 39'a (Bkz. IMF, China: Selected Issues; December 20, 2021, Washington DC), 2023 sonunda yüzde 48’e ulaştı. Sektör genelindeki işletme nakit akışlarında süreksizlik ve şeffaflık eksikliği açısından bakıldığında, bu oranlar daha da büyük olabilir. Ayrıca faiz ve anapara toplam yükümlülükleri de GSYİH'nın tamamına yaklaşırken, borcun anaparası bu büyüklüğün önemli bir kısmını oluşturuyor.  

Emlak sektörü ve varlık fiyatları zayıflarken, altyapı borçlarındaki hızlı artış, yerel yönetimlerin ve tüm reel ekonominin kaldıraç oranındaki hızlı artışın temel nedenini oluşturuyor.

Çin bankaları LGFV’lere verdikleri borçlar nedeniyle zor durumda. Öte yandan şeffaflığın çoğu zaman yetersiz olması, hükümetin yönergelerine uymayan projelerde fonların kötüye kullanılmasına yol açıyor. Bankalar için önemli kredi kayıpları ortaya çıkarken, bankacılık sistemine sermaye enjekte etmek ve zayıf bankaları kurtarmak için de yerel ve merkezi yönetimin koordineli çabaları gerekecek. Dolayısıyla merkezi hükümet müdahalesi olmadan, yerel borç sürdürülemeyecek.

Çin yönetimi 2018 yılında yerel yönetimlerin LGFV borçları için garanti vermesini yasaklamak istemiş ve yerel yönetim yetkililerini görev alanlarındaki borç birikiminden sorumlu kılmak için yeni önlemler getirmişti. Ayrıca 2021 yılının ilk aylarında işletme sermayesi kredileri üzerindeki daha sıkı kontroller de dahil olmak üzere çeşitli idari önlemler yoluyla en borçlu yerel yönetimler için yeni LGFV borçlanması kanallarını sıkılaştırmıştı. Çin Halk Bankası, 2021 yılında LGFV reformunu hızlandırma ve gizli borç risklerinin daha fazla yayılmasını önleme sözü vermişti.

Çin, geçen yıl yaz aylarında riskli gizli borcu ödemek için daha fazla yerel tahvil satışını tartışıyordu. Yerel yönetimlerin yatırım projeleri için kurulan şirketler, tahviller yoluyla fon toplarken, artık şirket tahvil ihraçları için garanti vermesi veya şirket borcunu ödemesi yasaklanmak istenmişti. Çin Merkez Bankası, ilgili tarafların "borç para alan kişinin borcun riski kendisine ait olmak üzere ödemesinin" sağlanmasını ve yerel yönetimleri "gizli borç risklerine karşı korunmaya" çağırmıştı.

Bu şirketlerin gizli borç riski halka da yayılıyor. Faiz indirimi ve parasal genişlemeye rağmen konut sektöründeki sorunlar çözülemiyor. Çin'de projelerin yarım kalması, bu sektörün krizinin temel sebeplerinin başında doğurganlık hızının düşmesiyle başlayan demografik kriz, ülkedeki yetersiz büyüme, kaldıraçlı işlemler, şeffaflık eksikliği ve sonuçta konut sektörüne olan güvensizlik var.  

Zaten, altyapı projelerinin yatırım getirisinin azalması ve yerel makamların inşaatları finanse etmek için alınan borcu geri ödemekte zorlanması nedeniyle büyük olasılıkla mali teşvikin odağının hane halkı gelirini artırmaya kayması gerekecek.

Ancak gelinen son nokta, çözüm olarak bazı bölgelerin LGFV borçlarını geri ödemek için tahvil çıkarmak oldu. Çinli yetkililer, riski yüksek bölgelerdeki gizli borcu ödemeye yardımcı olmak için ek yerel tahvil ihracına izin vererek nakit sıkıntısı çeken şehir ve ilçeleri destekleme planlarını değerlendiriyor.

Ama asıl merak edilen şu ki; yerel hükümetler pandemi sırasında altyapı projeleri olmadan kendilerini desteklemek için bilanço dışı borçlanmayı ve bunca harcamayı nasıl arttırdıklarıdır.

Bu arada dünyada en büyük resmi alacaklı ülke, Çin. Hatta gizli kamu borçlarıyla ilgili en uç örnek de yine Çin. Üstelik borç sözleşme hükümleri açısından borçlu ülkelere “borç tuzağı diplomasisi” yürüttüğü ileri sürülüyor. 

Bu konudaki ayrıntıları yarınki yazımda okuyabilirsiniz.

TIKLAYIN - Gizli kamu borçları (I): Nasıl gizlenirler?

                                                            /././

Tan Oral çiziyor...

Türkiye'nin önde gelen çizerlerinden Tan Oral, çizgileriyle Türkiye ve dünya gündemini yorumluyor...

(T-24)

         

              

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder