Evrensel "KÖŞEBAŞI" -16 Ekim 2024 -

Acemoğlu ve arkadaşlarını neden kutlamamalıyız?-Arif Koşar-

İsveç Merkez Bankası’nın (Sveriges Riksbank) verdiği 2024 Nobel Ekonomi Ödülü “Karşılaştırmalı Kalkınmanın Kolonyal Kökenleri: Ampirik Bir İnceleme” başlıklı makaleye (2001) referansla Daron Acemoğlu, Simon Johnson ve James Robinson’a verildi. Ödül metninde “Hukukun üstünlüğünün zayıf olduğu ve halkı sömüren kurumlara sahip toplumlarda büyüme ya da daha iyiye doğru değişim gerçekleşmez. Ödül sahiplerinin araştırması bunun nedenini anlamamıza yardımcı oluyor” denildi. Sonuç manasında bölümde ise şu ifadeler yer aldı: “Nihayetinde tek seçenek iktidarı devretmek ve demokrasiyi tesis etmek olabilir.”

Makalede eski sömürge ülkelerde kişi başına GSMH düzeyi ile “kapsayıcı” ya da “demokratik” kurumlar arasındaki ilişki sorgulanıyor. Buna göre, “kapsayıcı” yani “demokratik” kurumların inşa edildiği ülkeler kişi başına GSMH bakımından “zengin” olurken, “dışlayıcı” kurumların olduğu ülkeler ise “yoksul”. Yazarlar, oldukça tartışmalı bir mülkiyet hakkı indeksi oluşturup kapsayıcılığı gösteren bu indeksle kişi başına GSMH arasında korelasyon ve nedensellik keşfediyorlar. ABD’nin diğer eski sömürgelere kıyasla kat be kat zenginliğinin temel sebebini buluyorlar: Demokratik kurumlara sahip olmaları.

Ne kadar da masum?

ABD’de köle ticaretinin yanı sıra plantasyonlardan büyük kârlar elde edilmiş ve sermaye birikimi hız kazanmamış mıydı?

Sömürgecilik ve emperyalizmle dünyanın geri kalanının yoksullaşması pahasına elde edilen değer akışının bu zenginleşmede payı yok muydu?

Kapsayıcı kurumların idealize edildiği ABD’de dünyanın en büyük yolsuzluk ve rüşvet ağı unutulmuş muydu?

Emekçilerin dünya klasiklerine konu olmuş yoğun sömürüsü -belli bir gruptaki- bu zenginleşmede etkili olmamış mıydı?

Acemoğlu ve arkadaşlarına göre pek değil.

Bütün bunların payı olsa da ABD ve batının zenginliği demokratik kurumlarıyla ilgiliydi.

Demokrasi olduğu için kimi ülkeler zengin olmuş, demokratik kurumları bir türlü kuramayanlar ise fakirlikte sıkışıp kalmıştı.

Yazarların yeni-kurumsalcı tezleri bu.

Hem daha sonraki makalelerinde hem de Diktatörlük ve Demokrasinin Ekonomik KökenleriUlusların Düşüşü ve Dar Koridor gibi kitaplarında, kabul etmek gerekir ki oldukça zengin, ancak yer yer yüzeysel bir tarihsel malzeme kullanımı ile argümanlarını inceltip ayrıntılandırdılar. Anaakım literatürün aksine farklı sosyal bilim alanlarındaki bakış açılarını ve birikimi dikkate aldılar. Ancak yoğun emek, bilgi yağmuru ve keyifli sunuma rağmen kitaplarında ilk ve basit argümanlarını biraz kolaya kaçarak evrenselleştirmekten ve adeta bir yasa haline getirmekten geri durmadılar.

YENİ-KURUMSALCI ANLATININ KAÇIRDIĞI

“Masum” anlatı büyük ölçüde yanlışsa da tümden değil.

Haklı oldukları kısım istikrarlı davranış örüntüleri ve hukuki inşa olarak kurumların ekonomik gelişmeler üzerinde önemli etki sahibi olduğu. Batı Avrupa’da, mesela İngiltere’de, mülkiyet hakkı gibi bireysel hakların gelişimi kralın keyfe keder yönetimini sınırladı. Başka koşullarla birlikte, mülkiyet güvencesi ticareti ve sermaye birikimini hızlandırdı. Bu da İngiltere’deki olağanüstü sermaye birikimine zemin hazırladı. Osmanlı İmparatorluğu ve diğer merkezi feodal devletlerde, yine başka koşullarla birlikte mülkiyet hukuku ve güvencesindeki eksiklikler sermaye birikimi ve bağlantılı ekonomik faaliyetlerin güdük kalmasına katkı sundu. Büyük ölçekli ticaret ve üretim ihtiyacı, buradan yola çıkarak inovasyon ve teknik ilerleme de bu ülkelerde sınırlı oldu. Böylece kapitalizm İngiltere ve ardından Batı Avrupa ve ABD’de yayılırken, batı dışı coğrafya geride kaldı.

Belirleyici faktör olarak kurumlara, özellikle demokratik kapsayıcı kurumlara yapılan vurgu ilk bakışta kulağa hoş geliyor.

Keşke gerçekler de bu kadar hoş olsa.

Bu anlatıda önemli eksiklikler, sorunlar ve haksızlık etmeden söylemek gerekirse çarpıtmalar var.

İlki, İngiltere’yi açıkladığını varsaysak bile bu anlatı geneli açıklama kapasitesinden yoksun. 19. yüzyıl sonunda Almanya Bismark yönetimi altında demokratik kurumlara sahip değildi, ancak zenginleşti. Ya da Japonya. Meiji Restorasyonunu demokratikleşmeye indirgemek pek de makul görünmüyor. Zorlama olmanın ötesinde yanlış. Günümüzü açıklaması ise imkânsız. Örneğin Çin. Klasik manada demokratik ve “kapsayıcı” kurumlara sahip değil ama dünyanın en büyük ikinci ekonomisi. Kişi başına GSMH ve verimlilik artıyor. Acemoğlu ve arkadaşları da bu noktada kendi açıklamalarının yeterli olmadığının farkında. Vazgeçmiyorlar ve zamanın unutkanlığına güvenip topu geleceğe atıyorlar: Çin bugün büyüse de yarını yok. Bu açıklama da pek inandırıcı değil çünkü reel politika tersi yönde ilerliyor. Ekonomisi ve teknolojisiyle “Çin tehlikesi” ABD’nin ilk gündemi. Piyasa dostu demokratik kurumlar olmasa da icatlar, teknolojik ilerleme ve büyüme var. Verimlilik artıyor. Politik iktisatçı Yuen Yuen Ang’ın ısrarla vurguladığı gibi Acemoğlu ve arkadaşlarının “Çin istisnası”nı mitleştirmelerinin temelinde, Avrupa’daki zenginleşmenin asıl nedeni ve yollarını doğru analiz edememeleri yatıyor. Örneğin Avrupa’nın gelişimi serbest ticaret ve rekabete dayalı demokratik kurumlar anlatısına uygun değil, çünkü bu ülkeler uzun süre korumacı ve pek de kapsayıcı olmayan dış ticaret politikaları ile kendi sanayilerini büyüttüler, tekelleşmenin yolunu açtılar. Sadece bu bile “piyasa dostu demokrasi” temelli yeni-kurumsalcı anlatının çöküşü anlamına geliyor.

İkincisi, anlatı İngiltere’de kapitalizmin doğuşuna ilişkin de oldukça indirgemeci. Büyük dönüşüm çok yönlü. “Demokratik” kurumların etkisi ve katkısından önce sorulması gereken demokratik kurumların nasıl ortaya çıktığı. Kestirme cevabı yok, ancak güç kazanan ticaret burjuvazisi ve köylülerin de dahil olduğu mücadelelerin kralı ve bir kısım aristokratı taviz vermeye zorladığı açık. Burjuvazinin gelişimi uluslararası ticaret ve sömürgecilikle, ardından bununla bağlantılı üretimdeki gelişmelerle yakından ilgili. Dolayısıyla kapsayıcı kurumların ortaya çıkışı açıklayıcı olmaktan çok, daha kapsamlı dönüşümlerin bir boyutu ya da görünümü niteliğinde.

Üçüncüsü, Dar Koridor ve Ulusların Düşüşü kitaplarında oldukça zengin bir kaynakça kullanılmış ve güçlü bir anlatım sergilenmişse de Batılı ve az sayıda diğer gelişmiş ülkenin zenginliğinde sömürgecilik ve emperyalizmin rolü büyük ölçüde ihmal ediliyor. Örneğin Hindistan’ın yağmalanması olmasaydı, “demokratik” kurumlar İngiltere’nin 18. ve 19. yüzyıldaki zenginleşmesi için yeterli olmayabilirdi. Açıkça ifade etmek gerekirse, belli başlı ülkelerin zenginliği büyük ölçüde dünyanın geri kalanı üzerinde kurdukları sömürgeci ve emperyalist tahakkümle bağlantılı.

Dördüncüsü, zenginliğin dayanağı olarak sunulan “demokratik” kurumlar, çağdaş anlamda pek de demokratik değil. “Güneş batmayan imparatorluk” iken İngiltere’de nüfusun büyük kısmı, bırakalım demokratik hakları oy kullanma hakkına bile sahip değildi. Yazarlar, kralın yetkilerinin sınırlandırılmasını, ticaret burjuvazisi ve burjuvalaşan aristokratların siyasal yönetimde söz sahibi olmasını, yani bir avuç elitin rant paylaşım mekanizmasına dahil oluşunu kapsayıcı ve demokratik kurumlarla eşitliyor. Bu kısmen olarak doğru olsa bile çağdaş demokrasi tartışmaları açısından söz konusu olan, siyasal iktidarın, az sayıdaki elitle paylaşımıdır. Ki bu nedenle, kapsayıcı değil bir bakıma dışlayıcıdır: Mesela burjuvazinin zenginleşmesinde yerli işçi sınıfının yoğun sömürüsü ve emekçi kitlelerin -şiddeti de içeren- mülksüzleştirilmesi demokratik kapsayıcılığın neresinde duruyor? Kritik değişim demokratik kurumlardan çok mülkiyetle ilgili. Anlatıda yer yer demokrasi ile burjuvazinin mülkiyeti eşitleniyor.

Demokratik ve kapsayıcı kurumların mülkiyet hakkı ve piyasa dostu reformlara indirgenmesi, bu önemsiz “kurumsal” ayrıntı, Acemoğlu ve arkadaşlarının el çabukluğuyla vardığı güncel politika önerileri açısından oldukça önemli.

NE ÖNERİYORLAR?

Kapitalizm nasıl doğduğu ya da batının nasıl zenginleştiği konusu geçmişe dair entelektüel bir tartışma olarak görülebilir. Marksistler bütünsel dönüşümle birlikte iktisadi yapıya önem verirken, Weberyanlar kültüre, Acemoğlu ve arkadaşları da kurumlara ağırlık verebilir. Ki, Thorstein Veblen gibi eski kurumsalcılar bunu, belki de daha başarılı bir biçimde yapmıştı. Ancak, esas sorun bu tartışmada değil buradan yola çıkarak çağdaş sorun alanlarına getirilen çözüm önerileri ya da politik stratejilerdedir.

Neoliberal tez şuydu: Piyasa ekonomisi siyasal demokrasiyi getirir.

Bu söylemin ideolojik katkısıyla, zenginlik ve demokrasi vadeden neoliberal yeniden yapılandırma programı dünyanın büyük kısmında hâkim kılındı. Ancak sonuç ne demokrasi ne de zenginlik oldu. Zenginlik kısmı, Nobel açıklamasında belirtildiği gibi, “Dünya ülkelerinin en zengin yüzde 20'si, en yoksul yüzde 20'sinden yaklaşık 30 kat daha zengin hale gelmiştir”. Demokrasi de tartışmalıydı. Şili gibi ülkeler demokrasi ile değil askeri diktatörlükle pür piyasa ekonomisine geçti. Neoliberalizm öncü laboratuvarı oldular. Demokratik ve “kapsayıcı” kurumlarıyla ABD’de, siyahlar 1960’lara kadar beyazlarla aynı otobüse dahi binemedi. Aynı ABD, dünyanın birçok ülkesinde az ya da çok demokratik yönetimlere karşı organize ettiği askeri darbeler ile demokrasiden çok kanlı diktatörlükleri yaymayı başardı. ABD ekonomisindeki tekelleşme ise zaten ortada. Acemoğlu ve arkadaşları da zaman zaman ABD’de teknoloji alanındaki tekelleşmenin yarattığı demokratik risklere değiniyorlar.

Acemoğlu ve arkadaşlarının yeni-kurumsalcı argümanı neoliberal tezden biraz daha farklı: Piyasa dostu demokratik kurumlar teknolojik gelişmeye, verimliliğe ve dolayısıyla zenginleşmeye yol açacaktır. Olgular aynı ancak bu sefer ekonomiden kurumlara değil kurumlardan ekonomiye gidiliyor. Pratikteki sonuç ise pek farklı değil: Her ikisinde de piyasa ve “piyasa dostu demokrasi” birlikte geliştirilmeli.

Türkiye gibi ülkelere kıssadan hisse.

Kulağa hoş geliyor. Dünyada otokratik yönetimler yükselip faşizm zilleri çaldıkça “demokrasi” çağrısı elbette sempatik.

Ancak buradan karışan şey şu:

Eleştirmenlerin itirazı “demokrasi”ye değil “piyasa dostu demokrasi”nin gerçekleşmeyen ve gerçekleşmeyecek vaatlerine.

“Piyasa dostu” politikaları ve kurumları demokrasinin mutlak biçimleri olarak görmelerine.

Bağımlı ya da -anaakım tanımla- gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelere yumuşatılmış neoliberal reçeteyi “kurumsal reformlar” biçiminde yeniden sunmalarında.

“Zengin” emperyalist ülkelerin finans, ucuz işçilik, küresel tedarik zinciri ya da teknolojik “rant” aracılığıyla tüm dünyadan çektiği, askeri araçlarla korumaya ant içtiği zenginliği “demokratik kurumlar”ın marifetine indirgeyip emperyalizmi aklamalarında.

Bağımlı ülkelerin alternatif yollarını en baştan “demokrasi dışı” ilan edip sanki tekelleşmiş dünyada gerçek manada serbest piyasa varmış gibi davranmalarında.

İşçi sınıfının düşük ücretlerini ölçülmesi imkânsız marjinal verimliliğe indirgeyip meşrulaştırmalarında.

Dahası dahası…

Oysa demokrasiye en yakın kimi kurumları işlemez hale getiren şey piyasa dostluğunun kendisi: “Piyasa dostu” mevcut ortam mülkiyet hakkını hayal ettikleri gibi korusa bile işçi ve emekçilerin eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, çalışma, güvence, sosyal yaşam gibi alanlardaki hak ve fırsatlarını daralttıkça ve bu konularda yükselen tepkiye cevap veremeyip bastırdıkça -varsa- mevcut demokratik kurumların da altı oyulmaktadır.

Mesela kurumsal reformlarla sağlık sistemi özelleştirildiği için hastalıklarla boğuşan ve doğru düzgün tedavi olamayan emekçi sınıfların, “piyasa dostu” demokratik “kapsayıcı” kurumların “paydaşı” olması ütopik beklentinin ötesinde ancak ideolojik bir zorlama olabilir.

Bununla birlikte Acemoğlu’nun klasik anlamda bir neoliberal olmadığı söylenmelidir. Kapitalist dünya sistemi düşük büyüme, teknolojik gelişmelere rağmen sınırlı verimlilik artışı, olağanüstü gelir ve servet eşitsizliği gibi sorunlarla boğuşuyor. Çözüm arayışları tartışılırken Acemoğlu ve arkadaşlarının rotası, ana akım iktisadın varsayımları ve çerçevesi içinde kalarak neoliberal reçetede bazı sosyal değişimlerle sınırlı.

İnsanlığı eşitsizlik ve sömürü ile güvencesizlik ve yoksulluk girdabına sürükleyen ana akım menü, bu sefer, biraz daha “demokrasi”, az daha “sosyal yardım”, daha fazla “eğitim” gibi lezzetli bir sosla ama aynı malzeme ile önümüze konuluyor.

“Kapsayıcı” bir meşrulaştırma girişimiyle…

Dokunulmaz piyasa ekonomisi ve piyasa dostu kurumlarla…

                                                         /././

Şimşek’in haraç şovu -Bülent Falakaoğlu-

Vergi vermeyen büyük şirketlerin tepesine bineceklermiş gibi bir hava estiriyorlar.

‘3 bin 400 büyük şirkete vergi operasyonu’ diye duyurulsa da…

Tespit edilmiş; denetlenecek şirketler 23 milyar liralık eksik beyanda bulunmuş” denilse de… 31 ilde vergi müfettişleri denetime salınsa da…

Ortada tam bir şov var! 

Üstüne geçilen şu ‘anons’ da öyle: ‘Vergi yüzsüzleri ifşa edilecek.

5 milyon lira ve üzeri vergi borcu bulunanların vergi dairelerinde afişe edilmesine dün başlanmış olsa da...

Bu da tam bir şov. Ve şovun Mecliste görüşülen, kol saatine, ‘bisiklete’, 100 bin liranın üzerindeki banka kredi kartı limitine vergi düzenlemesine denk gelmesi (ya da getirilmesi) yeni salınacak vergilerin absürtlüğünü de perdeliyor.

                                                      ***

‘Şov’ diye tanımlıyoruz çünkü…

Maliye Bakanı Mehmet Şimşek diyor ki: 3 bin 400 büyük şirket izaha davet edilecek.

İyi de neyin izahatı?..

Bilmiyor musunuz, sözüm ona kurumlar vergisi oranı yüzde 25 ama bu oranı ödeyenin neredeyse yok hükmünde olduğunu…

Ülkenin en büyük 100 şirketi listesinde yer alıp ödediği kurumlar vergisi yüzde 5 ve altında olan sayısız şirketin varlığını...

Dünyanın en büyük 250 inşaat şirketi arasında olup, 20 milyar dolara dayanan tutarda proje üstlenen Türkiye sermayeli 43 şirketin 20’sinin 2023 yılında hiç vergi vermediğini…

Ülkedeki 1 milyon 100 bin kurumlar vergisi mükellefinin büyük çoğunluğunun ya zarar gösterip vergi ödemediğini ya da çok cüzi vergi ödediğini.

Teftiş ettiğiniz şirketler sormazlar mı, ‘Birlikte göz yummadık mı?’ diye.

                                                       ***

Muafiyet, istisna, teşvik adı altında alınmasından vazgeçilen vergi tutarı bu yıl için 2 trilyon 210 milyar lira.

Seneye bu rakam 2 trilyon 780 milyar liraya çıkacak.

Bu ortamda şirketler, ‘Bir biz miyiz enayi?’ deyip ödemiyor. Şimdi teftişe gidilen birçok firma da ödeme yapmayacak, bir ‘izahını’ bulacak.

Onlara dokunulamayacak. Tıpkı Şimşek’in şu lafını yutmak zorunda kalıp dokunamadığı gibi: 5 milyon lira ve üzerinde para harcayan ama hiç gelir beyan etmeyen kişilerin peşlerine düşülecek.

Peşlerine düşemedi. Düşemezdi de!..

Fazla harcama yapılsa bile… 

Nereden buldun yasası olmadığı…

Harcama beyanı gibi bir sistem bulunmadığı…

MASAK kapsamında nakit işlem bildirimi uygulaması yok…

Nasıl olacaktı ki?..

Başka niyet, başka irade gerektirirdi, o da yoktu.

Şimşek’in söylemi de havada kaldı. Tıpkı borsa gibi spekülatif kazançların vergilendirileceği sözü gibi!

Üzerine gidilen şirketlerden de fazla bir şey çıkmayacak.

YÜZSÜZLERE GELİNCE

‘5 milyon lira ve üstü borcu olanlar’ ifşa edilsin ama sonuç değişmiyor.

Tahakkuk eden verginin en az dörtte biri tahsil edilemiyor.

2014’te tahakkuk edenin yüzde 69.2’si tahsil edilebilmiş. Yaklaşık her 100 liralık verginin 31 lirası tahsil edil(e)memiş.

2020’de yüzde 63.8’e kadar inmiş.

Son 10 yılın en iyi tahsilatı yüzde 75’lik oran ile geçen yıl yaşanmış.

Tabii bir kısmı batak ama çoğunluğu yüzsüzlük ve bu yüzsüzlük bir gelenek; bu yıl da sürecek.

                                                    ***

Mevcut vergi sistemi içinde operasyonlar da ‘yüzsüzlük’ listeleri de sonuç vermeyecek

Önümüzdeki yıl daha çok faiz ödeyecek olan devlet, daha çok vergiye ihtiyaç duyuyor. Bu yüzden herhangi bir şekilde gelir olmayan, harcamaya konu olmayan kredi kartı limitinden bile para kesmeyi düşünecek kadar keskinleşti!

Motorlu bisikletten 3 bin TL’lik ‘katkı payı’ alacak kadar gözünü kararttı.

Harç değil haraç!

                                                    ***

Şimşek programının tüm zulmü emekçiye!

Enflasyonla mücadelenin iki ayağı (Gelirlerin alım gücünü düşürmek ve kuru baskılamak için yüksek faiz ödemek) emekçileri vuruyor.

Vergi de öyle! Emekçinin sırtına yıkılıyor.

Şu an bölgemizde bir ateş var. Caydırıcılığı artırma dışında hiçbir seçeneğimiz yok. Savunma sanayisinde Türkiye çok önemli bir atılım içinde. Savunma projelerine kaynak gerekiyor diyen Şimşek’e caydırıcı şekilde haykırmak gerekiyor:O ki para lazım sermayeye kıyak yapma, sermayeden vergi al, şov yapma. Emekçileri yolmaktan vazgeç!

                                                        ***

Sineğe övgü…-Koray R.Yılmaz-

“Gerçek bir yazar olup da yeri geldiğinde ona bir şiir, bir sayfa, bir paragraf, bir satır adamamış yoktur” diyor Augusto Monterroso Devridaim kitabında… “Üç konu var: Aşk, ölüm ve sinekler. İnsanoğlu var olduğundan beri bu duygu, bu korku, bu varlıklar ona daima eşlik etti. İlk ikisiyle başkaları meşgul olsun. Beni sinekler ilgilendiriyor.” 

Gerek kapitalizmin uluslararası işleyişini düzenlemekle görevli uluslararası kurumların gerekse de ulusal ölçekte ekonomiye yön vermeye çalışan unsurların, sistemin mutlak ya da göreli kaybedenleri ile kurduğu ilişkiyi iyi özetleyen iki gelişme oldu bu hafta. İlki IMF ile ilgili.    

IMF her ne kadar kendisine sürdürülebilir büyüme ve refah için finansal istikrarı sağlamak görevini biçmiş görünüyorsa da bugüne kadarki tarihi bu konuda çok da başarılı olmadığını ortaya koyar nitelikte. IMF kredileri ise en azından son elli yılın en tartışmalı başlıklarından biri. Kredilerle birlikte gelen “politika tavsiyeleri” ülkelerin ekonomik rotalarını dönüştürmüş, neoliberal/kemer sıkma politikaların önde gelen motivasyon unsuru olmuştur. Ama mesele burada da bitmiyor. IMF bir de ek ücret ödemesi politikası ile zor durumdaki ülkelerden kâr elde etmektedir.  

Kısaca IMF ek ücretleri, ülkelerin bu kuruma yüksek düzeyde veya uzun vadeli borcu varsa, düzenli faiz ödemeleri ve diğer ücretler yanı sıra Fon'a ödemek zorunda oldukları ek ödemeler olarak tanımlanabilir. Yani alınan borca ödenen faiz ve diğer ücretlere ek olarak IMF bir “ekin eki” ödeme daha talep etmektedir zor durumda olan ülkelerden. Küresel ekonomik kriz, pandemi, savaş vb. güçlüklerin vurduğu kimi ülkeler IMF kredilerine yaptıkları faiz vb. ödemeye ek bir de tutar ve vade ile ilişkili olarak ciddi rakamlara ulaşan bir ek ücret de ödüyorlar.

Birkaç gün önce, uluslararası ölçekte yaygın tanınırlığa sahip olan çok sayıda iktisatçı IMF Yönetim Kurulu’na yönelik açık bir mektup yayımladı. Mektup kabaca IMF’nin, borçları belirli büyüklük ve zaman eşiklerini aşan ülkelerden “ek ücret” alma politikasının gözden geçirilmesini talep ediyor. Aslında son birkaç yıldır bu konu ara ara gündeme geliyor, bu ek ücret uygulamasının şeffaflığı, sorunları, boyutu tartışılıyor, hatta Stiglitz gibi kimi isimler bu ek ücret uygulamasının kaldırılmasını talep eden yazılar yazıyorlardı.

IMF’nin “ek ücret” politikasının üzerinden sis perdesi kalktıkça, bunların mali desteğe ihtiyaç duyan zor durumdaki ülkelere büyük yük getiren bir ücret sistemi olduğu daha fazla görünür oldu.

Stiglitz vd. geçenlerde mali açıdan sıkıntıda olan 22 ülkeden oluşan bir grubun, son yıllarda IMF’nin en büyük net gelir kaynağı haline geldiğini yazdı. Aralık 2021 tarihli başka bir çalışma ek ücretlerden etkilenen 14 ülke belirlemiş ve bu ülkelerin tahmini faiz ödemesinin 2021-2028 dönemi için 12.9 milyar dolar olduğu bunun da 7.9 milyar dolarının (%61) söz konusu bu ek ücretlerden kaynaklandığını vurguluyor. Yine aynı çalışma bu ek ücretlerin IMF’den borçlanmanın maliyetini önemli ölçüde artırdığını tespit ediyor. Söz konusu 14 ülkenin ortalama borçlanma maliyetlerindeki artışın %64.1 olduğu ifade ediliyor. Örneğin Ekvador için bu oran %148’e kadar çıkabiliyor. Bu rakamların boyutunu anlayabilmek için şu tespit oldukça önemli görünüyor: Ek ücretlerden etkilenen ülkelerin IMF’ye yapacakları ödeme, ABD, AB, İngiltere ve Japonya tarafından IMF “Felaket Önleme Yardım Fonu” aracılığıyla düşük gelirli ülkelere borç ödeme sorunları için sağlanan 851 milyon dolarlık kaynağın yaklaşık on katı kadar.

11 Ekim’de IMF Yönetim Kurulu toplandı. Ek ücretlere yönelik eleştiriler onlara küçük de olsa bir geri adım attırdı. Ek ücret ödeme koşullarında kimi düzenlemeler yapıldı. Ancak ek ücretlerin tamamen kaldırılması talebi beklendiği gibi yerine getirilmedi. O halde açıkça görülmektedir ki IMF kredi verdiği ülkelerden kâr etmeye devam edecek.      

Tam bu gelişmeleri izlerken gündeme bir haber daha düştü. TBMM’ye kredi kartı limitinden fon katılım payı ödemesi yapılmasını da içeren bir kanun teklifi verildi. Ayrıntıları biliyorsunuz. Yeniden yazmaya gerek yok. Bu madde ile Hükümet harcamadan değil, mal ve hizmetten değil, bir iktisadi faaliyetten değil, gerçekleşsin ya da gerçekleşmesin bir harcama potansiyelinden, bir harcama ihtimalinden, bir harcama olanağından yani aslında “var olandan” değil olmayandan, belki de hiç olmayacaktan, bir anlamda “yokluktan” fona bir aktarım yapmayı planlıyor. Hem de az buz bir aktarım değil.

Yaşadığımız iktisadi bunalım ortadadır. İnsanlar geçim derdinde iken hükümet geçtik onların harcamalarından vergi almayı azaltmayı, harcamamalarından, yokluktan bile pay almak istemektedir.

Bir yandan zor durumda olan ülkelerden IMF’nin “ek ücret” talebi, bir yandan zor durumda olan yurttaştan “yokluk ücreti” talebi ekonominin küresel ve ulusal düzeyde nasıl yönetildiğini iyi gösteriyor. Halk deyişiyle sinekten yağ çıkarmayı çok iyi biliyorlar…

Augusto Monterroso’ya tekrar dönersek “[ama] sinekler cezalandırıcıdırlar, neyin intikamını aldıkları muammadır… gözleri üzerimizdedir… sıkıştırırlar adamı. Takip ederler. Gözetlerler. Sonunda, vaden dolduğunda, bocalayan zavallı ruhunu alıp kim bilir nereye götürmek için -hazin ama- muhtemelen bir sinek yeter.”

Ne diyelim anlayana sivrisinek saz…

                                                          /././

Ekim Devrimi'nin 107. yılında fotoğraf -Özcan Yaman-

                       Fotoğraf: Boris Ignatovich, At the Hermitage, Leningrad, 1930

“Yeni politik sorunlar, yeni propaganda yöntemleri gerektiriyor. Fotoğrafın, bu büyük anlatım gücü var.”
John Heartfield

Bu yazı Sovyet Ekim Devrimi’nin 107. yılı nedeniyle geleceği görmek için, geçmişe bakmanın önemine işaret etmektedir.

1917 ÖNCESİ RUSYA’DA FOTOĞRAF

Fotoğraf resmen 1839 yılında dünyaya merhaba dedi. Londra Üniversitesi 1856 yılında fotoğraf eğitimini programları arasına alarak akademik eğitime sokmuş oluyordu. (Türkiye’de 1981’de akademik fotoğraf eğitiminin başladığını da hatırlatmış olayım)

Hızla fotoğrafçılar yetişiyordu. Birçok ressam fotoğrafa yöneliyordu ya da resimlerini yapmak için fotoğraftan yararlanıyorlardı. Fotoğrafçılar yeni icattan çok para kazanma yollarını ararlarken herkes bundan yararlanmaya çalışıyordu. Batıda bu gelişmeler olurken Rusya uzak durmuyordu...

Başta Çar III. Aleksandr olmak üzere aristokratlar da artık resim yerine fotoğraf olarak portrelerini yaptırmalı ve ayrıcalıklarını tüm dünyaya göstermeliydiler. Fotoğraf Rusya'da, Batı'da olduğu gibi büyük bir heyecanla takip edildi. Rusya’da 1870’li yıllarına gelindiğinde, güncel olaylar ve hızla değişen yaşam belgesel fotoğrafı geliştiriyordu. 1860 – 1900 yıllarında fotoğrafın her alanından başarılı fotoğrafçılar Batı ile boy ölçüşür hale geldi. Bu döneme damga vuran fotoğrafçılar; Fransız Fotoğrafçı Johann Paul Raul, İskoç asıllı Fotoğrafçı Vasiliy (William) Carrick, Mikhail Nastyukov, Andrei Osipovich Karelin, Ivan Fedorovich Barschevsky, Dmitri Ivanovich Yermakov, Nikolay Sergeevich Krotkov, Peter Braborkov, Maksim Petrovich Dmitriev, Benjamin Metenkov, Ivan Lvovich Lvov, Sergey Lewickiy, Semen Felzer, Yevgeny Vishnyakov, Evgeny Vishnyakov... Bu fotoğrafçıların her biri fotoğrafın alanlarında dünyaya örnek çalışmalar bırakmışlardır. Özellikle Volga nehri ve çevresi fotoğraf platosu olmuştur.

SOSYALİST DEVRİM VE FOTOĞRAF

1917 Bolşevik Sosyalist Devrimi tarihin gidişatını değiştirdi. Fotoğraf bu değişimde üstlendiği rolü başarıyla yerine getirdi. Batı, “komünizm hayaleti” korkusu yüzünden her alanda olduğu gibi fotoğrafta da Sovyet fotoğrafçıların tanınmasını, bilinmesini engellemeye çabaladı. Bir anlamda da başarılı oldular sayılır. Bugün fotoğraf denilince Batılı fotoğrafçıların akla gelmesi ve bilinmesi bundandır. Fakat fotoğraf dünyasına katkıları görünürlüklerini sağlamıştır.

Sovyet fotoğrafçılar, fotoğrafın proletaryanın hizmetinde nasıl kullanılabileceğini gösterdiler. 1917 Sovyet Devrimi hem fotoğraf teknolojisine yaptığı yatırımla, hem de halkın eğitiminde fotoğrafın önemine destek olarak fotoğrafçılara olanak ve değer vermiştir.

Halkın fotoğrafa ve fotoğrafın halka ulaşmasını sağlayan 1917 Sosyalist Devrimi dünyaya fotoğrafın işlevinin ne olacağını da göstermiştir. Bu anlamda devrim öncesi fotoğrafçıların bıraktıkları miras devrim sonrasında da korunmuş, nerede ise Sovyetlerin her yerinde fotoğraf müze ve galerileri açılmıştır. Bugün devrim öncesi ve sonrası fotoğrafa emek ve değer veren fotoğrafçıların adları yaşatılmaktadır. Devrime sahip çıkan fotoğrafçılar ve fotoğrafçılara sahip çıkan bir devrim gerçekleşince tarihin önemli sayfaları ‘teknik ve sanat’ alanlarında Sovyetler Birliği’nin imzasını geleceğe bir miras olarak kaydetmiştir.

1920’li yıllar genç Sovyetlerin yeni bir dünyanın kurulmasında fotoğraf ve sinemanın önemini bilerek, hem teknolojik hem de eğitim alanında yatırımların yapıldığı yıllara denk gelmektedir. Bu dönemde çarlık diktatörlüğüne karşı olan ve devrimi büyük bir çoşkuyla karşılayan bilim insanları, sanatçı/fotoğrafçı birer aktivist ve militan olarak devrime güç vermişlerdir. Aristokratlar içinde yer edinmiş bazı sanatçı/fotoğrafçılar çıkarlarına uymadığı için devrimden kaçmış, batıya sığınmışlardır. 1905 Rus-Japon Savaşı ve yaşanan halk ayaklanması 1914-18 Birinci Paylaşım Savaşı Rus halkını canından bezdirmiş. Çarlığın savaşlarda askerleri bir hiç uğruna öldürtmesi halkın açlık ve sefalete sürüklenmesi Paylaşım Savaşı’ndan Rus halkına düşen pay olmuşken, bir başka dünyanın kurulabileceğini Lenin göstermiştir. Burada Sovyet Devrimi’ne girecek değilim fakat Lenin’in önderliğinde günün şartlarına uygun geliştirilen stratejiler 1917 yılında Bolşeviklerin galibiyetiyle Ekim Devrimi’nin zaferiyle sonuçlanmıştır.

1896-1917 yıllarına ait gerçek görüntüleri çeken Sergei Eisenstein, Grigori Aleksandrov dünya sosyalist kültürüne büyük miras bırakmışlardır. Sergei Eisenstein, Grigori Aleksandrov 1925’te 1905 ayaklanmasını anlatan “Potemkin Zırhlısı” filminin pek çok sahnesini gerçek çekimler kullanarak yapmışlardır. 1926 yılında ise “October/Ekim” filmi gerçekleştirilmiştir. Bu filmler dünya sinema tarihinin sessiz sinema döneminin şaheserleri olarak anılmaktadır. Bu filmlerde belgesel fotoğrafçıların gerçek görüntüleri de kullanılmıştır.

Sosyalist ideolojinin sanat kuramı olarak “Sosyalist Gerçekçilik” sanat akımlarıyla sorunlar yaşamıştır. Fütürizm, Avangard, Dada, Konstrüktivizm, Süprematizm, Sembolizm vb. ile nasıl bir sosyalist anlayış olabileceği çokca tartışılmıştır. Sanat akımlarının içerikleri değişmiş, yenilenmiştir. Sovyet devrimi sanatın iktidarını Avangart sanat akımına bırakmış ama süreç içinde çatışmalar kaçınılmaz da olmuştur. Farklı bakış açılarıyla ilerlemiş ve dünyayı etkileyen ya da bir döneme damga vurmuş sanat akımları olarak tarihe geçmişlerdir.

Bu durum fotoğraf içinde geçerlidir. Sovetskoe foto (Sovyet fotoğrafçılığı) dergisi 1926’da yayınlanır. Sovetskoe'nun ilk sayısının kapağını da Rodechenko tasarlar. Sayfalarında, Rodchenko da dahil olmak üzere avantgart fotoğraf sanatçılarının fotoğrafları yayımlanmıştır. Hatta biçimci olmakla suçlanarak (Yabancı ve elit bir tarzı yansıttıklarını ima edilerek) kınanmıştır. 1928'de Rodchenko'yu Batı Avrupa Fotoğraf Sanatçıları László Moholy-Nagy ve Albert Renger-Patzsch'ın konusunu ve kompozisyonlarını biçim olarak taklit etmekle suçladılar. 1934'te hükümet, yalnızca sosyalist gerçekçiliğin proleter tüketime uygun olduğunu ve Rodchenko'nun buna uyduğuna karar verdi. Bununla birlikte sanat derneklerinde Rodchenko’ya görevler verildi. O dönemlerde yayınlanan dergilerde “Sosyalist Gerçekçilik” kuramı geçerli olmak üzere zaman zaman farklı sanat anlayışları hakim oldu. Fotoğraf bu bağlamda gelişti. Fotoğrafçılar yeni anlayış ve biçimleri geliştirdiler kullandılar. Manzara, portre, belgesel, soyut, foto jurnalizm gibi alanlarda özgün çalışmalara imza attılar. Dünyaya örnek oldular.

1920-1930'ları Sovyet Fotoğrafçılığının erken dönemi olarak sayabiliriz:

Max Alpert (1899-1980), Nikolai Andreev, Victor Bulla (1883-1938), Semyon Fridlyand (1905-1964), Alexander Grinberg (1885-1979), Sergey Ivanov-Alliluev (1891-1979), Valentina Kulagina (1902-1987), Sergey Lobovikov 1870-1941), Moisei Nappelbaum, Nikolai Petrov (1874-1940), Aleksandr Rodchenko (1891-1956), Arkady Shaikhet (1898-1959), Arkady Shishkin (1899-1985), Mikhail Tarkhanov (1888-1962), Vasily Ulitin (1888-1976) ve M. Vitoukhnovsky  bu dönemin öne çıkan fotoğrafçılarıdır.

“Saraylar, tapınaklar, mezarlıklar ve müzeler için değil; Hayat için çalışın. Herkesin arasında, herkes için ve herkes ile birlikte çalışın.”
Aleksandr Rodchenko

(Evrensel)



"GÜNDEM" + Küresel tekellerin eliyle yaratılan gerçek: Açlık orduları -16 Ekim 2024 -

 Malatya'da 5.9 büyüklüğünde deprem: 3 binada hasar meydana geldi -Birgün-

Malatya'nın Kale ilçesinde 5,9 büyüklüğünde deprem oldu. Deprem birçok ilde de hissedildi. Malatya ve Elazığ'da okullar bir gün süreyle tatil edildi. İçişleri Bakanı Yerlikaya, can kaybı olmadığını; Malatya'da 1, Şanlıurfa'da 1, Elazığ'da 1 olmak üzere toplam 3 binada kısmi çökme meydana geldiğini açıkladı.(https://www.birgun.net/haber/malatya-da-5-9-buyuklugunde-deprem-3-binada-hasar-meydana-geldi-567828)                    
                                                    ***
AKP 'kredi kartı haracı'ndan geri adım attı, patronlara daha da az vergi ödetecek maddeyi korudu -soL-
AKP, yoğun tepkiler üzerine kredi kartlarından yıllık 750 lira savunma payı alınmasını öngören düzenlemeden geri adım atmak zorunda kaldı. Patronlara daha da az vergi ödetecek maddeyse korundu.(https://haber.sol.org.tr/haber/akp-kredi-karti-haracindan-geri-adim-atti-patronlara-daha-da-az-vergi-odetecek-maddeyi-korudu)
                                                               ***

Nebatilerin ışığı söndü -Mustafa Bildircin/Birgün-
Ekonominin iyiye gittiği iddiasını gözlerindeki ışıltı ile kanıtlamaya çalışan eski Bakan Nebati’nin ailesine ait BG Store Mağazacılık’ın 7 şubesinin kapısına kilit vurduğu öğrenildi.(Nebati Ailesi’ne ait olan şirketin kapanan şubelerinin isimleri ve kapanma tarihleri şöyle:)İzmir Şubesi (7 Mart 2024),* Maltepe Piazza Şubesi (6 Eylül 2023), *Hilltown Şubesi (17 Ekim 2023), * Nev Çarşı Şubesi (14 Kasım 2023), * Havalimanı Şubesi (3 Eylül 2024), * Ataköy Şubesi (3 Ekim 2024), * Meydan AVM Şubesi (4 Ekim 2024)

                                                       ***

36 kişi hayatını kaybetmişti... Güvenpark Katliamı davasında flaş karar!-Cumhuriyet-

Ankara’da 13 Mart 2016'da Kızılay'daki Güvenpark’ta 36 kişinin hayatını kaybettiği terör saldırısına ilişkin yeniden görülen davada tutuklu sanık Mehmet Veysi Dolaşan 5 bin 172 yıl hapis cezasına çarptırıldı.

                                                               ***
Sağlık vurgununu araştıran savcı tehdit edilmişti: Konum paylaşan 3 Emniyet görevlisi gözaltına alındı -soL-
Savcının tehdit edildiği sağlık çetesi skandalının üzerinin kapatılması için yapılanlar ortaya saçıldı. Savcının konum bilgisini paylaştığı belirlenen 3 polis gözaltına alındı.(https://haber.sol.org.tr/haber/saglik-vurgununu-arastiran-savci-tehdit-edilmisti-konum-paylasan-3-emniyet-gorevlisi)
                                                              ***

Birgün " KÖŞEBAŞI" - 16 Ekim 2024 -

 Zevk alamıyorum -Kaan Sezyum-

Artık hiçbir şey eskisi gibi keyif vermiyor. Bir ara admin ne güzel “Dünya 5’ten büyüktür” filan gibi laflar ediyor, insanı ve dünyayı hayretler içinde bırakıyordu. Şimdilerde eski Rabia’nın da tadı kalmadı. En fazla Sisi’yi uçağa yollarken 4 parmak el sallanır… Bir ara adeta “Türk, öğün, çalış, güven”le yarışması için hazırlanmış “Oku, düşün, uygula, neticelendir” sözü vardı mesela. Onun da baş harfleri yan yana gelince talihsiz bir şekilde “ODUN” kelimesi ortaya çıkıyordu… Şu sıralar adminin dedikleri de çok şaşırtmıyor. Mesela en son yine ısrarla ve bir kez daha İsrail tehlikesinin Türkiye’ye yaklaştığını belirtip "Ülkemize yaklaşan tehlikeyi göremeyen idrak yoksunu kimi şahsiyetler varsa da biz riski görüyoruz." dedi… İsrail, neden en büyük tedarikçisine dalaşsın ki? Yani akıl var mantık var, biliyorsunuz İsrail’le ticaretimiz de kesilemedi bir türlü. Adamlara çimentodan, betona, yakıttan, mermere kadar her şeyi sağlıyoruz. Gazze geçerken yüreğimizden sakince, İsrail’e gemiler kalkar gizlice…

                                                             ∗∗∗

Tüm bunlar yaşanırken sevgili püskevit dede de iyice yaş aldı. Hem de çok güzel yaş aldı. Eskiden bir “Püskevit” dese tüm ülke gülmekten kırılırdı, şimdilerde “Hans, Sam, Toni, Coni, Herkel, Frank, alayı birden Türkiye’de…” aman, sonrasını yazamayacağım, olaylar olaylar. Yani bu seviyeden sonra artık “Türk, Kürt kardeştir, aksini iddia eden kamburdur, kalleştir” dese de çok kesmiyor. Malum parti ve ekstra yol yardımı partinin tabii oya ihtiyaçları var. Oya’yla Kaya’nın oylarına… Daha geçen hafta tüm Kürtleri PKK’lı yapmıştı halbuki. Dedeleri sahneden almak lazım ama işte dediğim gibi siyasetimize de bir yeni yıldız giremedi uzunca bir süredir. Mahalle yanarken, halısını ören Özgür Bey’de de o kadar özel bir durum yok, gördük saçları çok güzel olmuş. Son açıklamalarıyla kendisi de kendisini ve kendisine oy veren seçmenlerin sinirlerini yeterince zorlayabiliyor. “Ahmak” davasıyla zorlanan İmamoğlu konusunu ise pek bilmiyorum. Bir kez kendisiyle bir etkinlikte birlikte olmuştum. Çok dokunuyor. Çevresindekilere “Ekrem Bey, çok dokunuyor, bu da bana dokunuyor” dediğimde de “Kendisi biraz dokunmatiktir” demişlerdi. Siyasetçi sonuçta halka bir şekilde dokunması gerekiyor.

∗∗∗

Evet siyaset sahnesinin parlak simalarından Numan Kurutulmuş ise bir zamanlar laflar hazırladığı Erdoğan’ı enişten duygularla seven bir bireye dönüşmüş gibi. Şu günlerde adeta mahallede mevzu çıkmadan önce dövülecek ekibin yanına ufak çocuk yollanıp, ufak çocukla dayak atılacak ekibi rahatsız etme davranışındaki gibi bir davranışla “Anayasa’nın bazı maddelerinde yazım hatası var, anlamlar kayıyor, aydı maydı ayağım kaydı” diyerek, değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek maddelere yanladı… Adeta öncü birlikler gibi kendisini cehennem ateşlerinin içine attı. Sonrasında ise adeta evin muzır çocuğu misali hafta sonu saraydan gelen güdümlü anne terliğini ensesine yedi. Lafın gelişi tabii, bütün bu olanlar ve gelen terlik de planlı. Sekiz bin yıllık devlet aklı her şeyi yapar, yanlış yapmaz.

∗∗∗

Gündemimizin arada sırada kendini gösteren ilginç aktörlerinden biri de RTÜK başkanımız. Ben kısaca kendisine Ebubu diyeceğim, çok daha sempatik geliyor böyle bence. Ebubu Bey de arada sırada çıkıp Didem Soydan’ın ayakkabısından viski içen gençleri izleyip isyan ediyor. “Olur mu böyle şey” diyor. “Gençlik bitmiş” diyor, “Kaş bitmiş” diye de ekliyor… Yok canım eklemiyor, Kaş biteli yıllar oldu. Oldu olmasına da ben Ebubu Bey olmasa Didem’in (kendisiyle hasbihalim var, o kadar da olsun sonuçta ünlü bir köşe yazarıyım BirGün’de… BirGün’de bir İsmail Arı var, bir de ben varım. İsmail Saymaz’ı filan alırım bence kesin baca gibi sigara içiyordur. Ama o iki Barış sakat. Onlarla uğraşılmaz, saçlarından korkuyorum. Kafadan ayrı takılıyorlar gibi.

∗∗∗

Sonuncusu ama önem sırasında sonuncu olmayan bir isimle devam etmek istiyorum. Son günlerin alnı kadar parlak ismi Mehmet Şişmek… Sayın Şişmek de artık şaşırtmamaya başladı. Sonuçta bu gözler Nebati’yi, gözleri şıp şıp açılıp kapanan, terler içinde kalan damat bakanları da gördü. Mehmet Bey, akılcı açıklamalarıyla kalitesini ilk geldiğinde hissettirmişti lakin son günlerde artık kendi dediklerine bile inanmayarak karşımıza çıkıp, gaipten vergiler uydurmaya, savunma sanayimizi vatandaşın harcanmamış parasından alacağı 750 liralarla kapatacağını iddia etmeye başladı. E her şeyin de bir şeyi varmış demek ki. Mehmet Bey’in de kalite buraya kadarmış. Sonuçta o da emir kulu… Ya bir de şeyi merak ediyorum, onca zaman nas, mas, ekonomi, çekomastik filan diye fantastik bir ekonomi politikası izledik. Ekonomi çok afedersiniz içine çökünce neden vazgeçtik bu saçma politikadan. Adam gibi adam olmak belki de o kadar kolay değil. Ben olsam sonuna kadar nas derdim. Ne yazık ki her şeyin hakkında her şeye karar verip de hiçbir şeyden sorumlu olmayan ben değilim.

∗∗∗

Önümüzdeki haftaya kadar kendinize iyi bakın, çünkü daha kötü bir hafta hepimizi bekliyor. (Afacan Beşler çetesi hariç)

                                                         /././

Bir silikon şehir: Esenyurt -Şükrü Aslan-

Şehir üzerine çalışan akademisyenlerin, Esenyurt’a dair yayınlarında en fazla kullandıkları sözcüklerden birisi ‘planlama’, daha doğru ifadeyle ‘planlayamama’ olmuştur. Zira Esenyurt sözcüğün gerçek anlamında küçük bir köyden azman yerleşime dönüşmüş bir şehir örneğidir. Mike Davis’in ifadesiyle, sanayileşme dinamiğinden çok, enformellik ve inşaatla şişirilmiş bir tür ‘silikon şehir’dir. Toprağın her metrekaresinin inşaat amacıyla kullanıldığına ilişkin bir saha aranacaksa, Esenyurt ilk sırada gelir. Çünkü orada yaşanan hızda ve ölçüde bir yeniden rant üretme girişiminin pek az örneği vardır.

İlk adıyla Eşkinoz çiftliği olarak bilinen Esenyurt, diğer benzerleri gibi Müslüman olmayan yerleşik kültürler-grupların yaşam mekânıydı. Türkiye’nin ‘muhacirliğe’ dair politikası gereği 1948’de Bulgaristan ve Romanya’dan getirilen/gelen muhacirler buraya yerleştirilmiş ve adı da 1967 yılında Esenyurt olmuştu. 1989’a kadar Büyükçekmece’ye bağlı bir köy olarak idari sistemde yer almış, o yıl yapılan Belediye seçimlerinden sonra hem kitlesel göçlerin, hem de planlı bazı konut yapı kooperatiflerinin faaliyet gösterdiği bir mekan olmuştu. Bu yeni durum o zamanlardan başlamak üzere Esenyurt’ta inşaat sürecine hız kazandırmıştı.

Fakat Esenyurt’un bir ‘silikon şehre’ dönüşmesi, hızla bir rant partisi haline gelen AKP’li belediye ile sağlanmıştı. Toprağın neredeyse her metrekaresinin inşaat alanı olarak üretilmesi biçiminde tezahür eden sınırsız-şuursuz bu rant arayışı ile, Esenyurt yapı stoğu bakımından olduğu gibi, nüfusu bakımından da İstanbul’un ve Türkiye’nin en büyük ilçesi haline gelmişti. Büyükçekmece’nin o küçük köyü, göz açıp kapayıncaya kadar ülkenin azman şehirlerinden birine dönüşmüştü. Bu radikal dönüşüm; Esenyurt Belediyesi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve merkezi yönetimlerin elbirliği yaparak, bütün mekanı bir şantiye sahasına çevirmeleriyle mümkün olmuştu. Esenyurt, o yıllarda merkezi yönetim tarafından hararetle savunulan kentsel dönüşüm politikalarının da bir tür laboraruvarı olmuş; yine İstanbul’da Fikirtepe örneği gibi bir deneme mekânına dönüşmüştü.

Esenyurt bugün artık kuruluşundaki gibi sadece Balkan muhacirlerinin değil, başka ülkelerden ve Türkiye’nin hemen her şehrinden gelen göçmenlerin de ikamet mekânıdır. Yaklaşık bir milyonu bulan nüfusunun % 46’sı Doğu-Güneydoğu, % 30’u Karadeniz, % 11’i Marmara bölgesinden gelen göçmenlerden oluşmaktadır. Göçmenlerin geldiği dahili coğrafya o kadar çeşitlidir ki bunun bir yansıması olarak Esenyurtta bugün 40 dolayında il derneği bulunuyor. Yanısıra küresel göç ve akışların da bir tür merkezine dönüşen Esenyurt’ta dünyanın hemen her kıtasından ve pek çok ülkesinden göçmen gruplara tanıklık etmek mümkündür. Bu göçün fotoğrafı o kadar kaotik ve belirsizdir ki, Esenyurt’ta hangi ülkeden ne kadar göçmen nüfusun yaşadığına dair güvenilir resmi veriler yoktur.

Esenyurt mekansal ve toplumsal sorunlar yumağı bir silikon şehir olmaktan nasıl çıkarılabilir? Aynı zamanda bir kent sosyologu olan bugünkü belediye başkanı prof. Ahmet Özer’in temel dertlerinden birisi de budur. Ama bu sadece belediyenin değil, kamucu kaygılarla düşünen ve politika üreten herkesin derdidir. Herhalde bir ilk karar olarak bu yerleşimi, belli bir süre yeni rant arayışları ve imar hareketlerine kapatmak gerekir. Bu, her şeyden önce Esenyurt’un nefes alması için gereklidir. İkinci adım olarak ülkenin bu en büyük ilçesinin toplumsal-mekansal tüm alanlarına dair veriler üretmek gerekir. Zira bu veriler ilçedeki sorunlara, ne tür çözüm önerileri geliştirmek gerektiği konusunda da bir yol haritası çıkarmaya imkân verir.

Özetle Esenyurt, İstanbul’da yeni dönem belediyecilik deneyimlerini izlemek ve sonuçlarını görmek açısından en ilgi çekici mekândır. Hatta sözcüğün gerçek anlamında bir laboratuvar olduğu söylenebilir. Belediye Başkanının ‘kent uzlaşısı’ ile seçilmiş olması da bu durumu bir bakıma özel kılmaktadır. Esenyurt’un demografik yapısı göz önüne alındığında Türkiye’nin siyasal-kültürel gerilimlerinin çözümüne dair yeni bir söz söyleme potansiyeli de taşımaktadır.

                                                                    /././

BOP’ta 3’üncü evre: Tufan’dan ‘yeni düzen’e -İbrahim Varlı-

Kan gölüne çevrilen Ortadoğu’da yaşananları, nedenlerini ıskalayarak sadece aktüel gelişmeler üzerinden okumak büyük resmi görmeyi engeller. Tarihin en aşırı sağcı İsrail rejiminin emperyalistlerin desteğiyle adım adım hayata geçirmeye çalıştığı senaryo, yaşananların bir tesadüf olmadığını gösterdiği gibi tüm bunların Büyük Ortadoğu Projesi’nden (BOP) ayrı ele alınamayacağını da ortaya koyuyor. 7 Ekim saldırıları üzerinden bölgeyi ateşe veren İsrail’in yapmak istedikleri, emperyalistlerin Ortadoğu’yu dizayn etme politikalarıyla uyumlu, paralel şekilde ilerliyor.

NEYDİ BOP?

Öncelikle neydi BOP? Tayyip Erdoğan’ın eş başkanı olmakla övündüğü Amerikan menşeli Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) Ortadoğu’nun Amerikan çıkarları doğrultusunda dizayn etme girişimiydi. Temelleri iki binli yılların ortalarında Beyaz Saray’da atıldı. Dönemin ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve Dışişleri Bakanı Conozlidze Rice’ın 7 Ağustos 2003’te Washington Post’ta “Transforming the Middle East” “Ortadoğu’yu Dönüştürmek” başlıklı yazısıyla kamuoyuna ifşa edilen proje daha sonra Kuzey Afrika’yı da içerek şekilde genişletildi. Ve adına Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi denildi.

NEDEN BOP?

1’inci neden; bölgenin neoliberalizasyonu

ABD’nin “Ortadoğu’yu Dönüştürmek’ten kastı bölge ülkelerinin “reform” adı altında neoliberalisazyonuydu. Dünyanın enerji deposu olan bölgenin tüm bileşenlerini kapsayacak şekilde bölgenin neo liberal tahakküme açılması “reform” olarak pazarlanıyordu. Bölge rejimlerinin neo liberalizmle sorunları olmasa da ABD’nin istediği hızda küresel neo liberal politikalara entegre olmuyorlardı. İran, Libya, Suriye bu ülkelerdendi.

2’nci neden; İslamcılara alan açmak

Bir diğer etken ise “Yeşil Kuşak” bakiyesi siyasal İslamcılara alan açmaktı. Yıllar yılı “beslenen” siyasal İslamcılar artık kabuğundan çıkmıştı, bunların “ılımlılaştırılarak” siyasal sürece entegre edilmeleri gerekiyordu. Ne liberalizmle ne de emperyalizmle bir sorunları olan İslamcılar, kendilerine biçilen misyonu yerine getirmekte heveslilerdi.

3’üncü neden; İsrail’in güvenliğini sağlamak

BOP’un bir diğer ayağı da İsrail’in “güvenliği”nin sağlanmasıdır. Yayılmacılığını sürdüren İsrail’in işgalci politikaları Ortadoğu’da büyük bir rahatsızlık nedeniydi. İsrail’in “güvenliği” için bölgenin düzleştirilmesi gerekiyordu. Bunun için de İsrail’e karşı çıkan İran ve müttefiklerinin oluşturduğu “Direniş ekseni”nin parçalanması ve “ılımlı” İhvancılar’a alan açılması gerekiyordu. İslamcılar iktidara taşınarak radikallikleri de törpülenecekti bu vesileyle.

BOP’UN AŞAMALARI

Ortadoğu’ya nizam vermeye yönelik Büyük Ortadoğu Projesi’nin üç evresinden bahsedilebilir.

1’inci evre Arap Baharı

2010’lara gelindiğinde BOP’un hayata geçirilmesi için elverişli maddi koşullar oluşmaya başladı. Arap sokaklarındaki kitlelerin biriken öfkesi çalındı, meydanlara taşan irade BOP’a kanalize edilmeye çalışıldı. Kimi ülkelerde kısmen başarılı olundu, kimilerinde ise bu girişim tutmadı, Libya, Suriye, Yemen gibi ülkeler kanlı bir iç savaşa sürüklendi.

2’nci evre Abraham Anlaşmaları

Emperyalist odaklarının Ortadoğu’yu Arap Baharı üzerinden dönüştürme senaryosu iflas edince Amerika, Donald Trump ile birlikte yeni bir konsepte gitti. Mevcut İslamcı/Arap rejimlerin diplomatik yollarla, masa başında çeşitli rüşvetler/çıkarlar karşılığında İsrail ile barıştırılması. Abraham/İbrahim anlaşmaları ile Arap rejimleri birer birer normalleşti. Her şey yolunda gidiyor gözükürken Filistin’in var olma hakkını yok sayan bu anlaşmalar da 7 Ekim 2023 itibariyle sekteye uğradı.

3’üncü aşama; İsrail eliyle yıkım

İlk iki aşamanın başarısız olması üzerine üçüncü safha da bizzat İsrail’in saldırganlığıyla birlikte devreye sokuldu. İsrail üzerinden Ortadoğu’ya nizam verilmeye, yeni bir dizayn oluşturulmaya çalışılıyor. İsrail’in Lübnan operasyonuna verdiği “yeni düzen” adından da anlaşılacağı üzere bu yeni safhada savaşın tüm bir bölgeye sıçraması hesaplanıyor. Netanyahu, 27 Eylül’de iki farklı Ortadoğu haritasıyla birlikte çıktığı BM kürsüsünde “Yeni bir Ortadoğu”dan bahsederken kafalarındaki planı dile getiriyordu. İsrail’in aynı anda Yemen’den Lübnan’a, Gazze’den Suriye’ye dört farklı cephede ateşi yakması Amerikan emperyalizminin bölgesel politikalarından bağımsız değil. Trump da "Yeni ve daha uyumlu bir Ortadoğu nihayet ufukta görünüyor" derken İran tehdidinden arındırılmış bir Ortadoğu arzusunu dile getiriyor.

KIYILARI VURAN DALGALAR, REJİMİN YENİ OYUNLARI

Büyük bir alt üst oluş içerisindeki Ortadoğu’da ABD’nin çıkarlarıyla İsrail’inkiler birbiriyle örtüşüyor. İsrail’in “yeni düzen” planları Amerikan emperyalizminin Ortadoğu yönelimlerinin hayata geçirilmesini de kapsıyor. O yönelim de İran ve müttefiklerinin direncinin kırıldığı, “direniş ekseni”nin dağıtıldığı, İsrail’in güvenliğinin sağlandığı ve yayılmacılığının hayata geçirildiği bir düzen.

ABD/Batı emperyalizminin ve İsrail’in yönelimlerinin neden olduğu yıkımın dalgaları haliyle Türkiye’ye de uzanıyor. Gelişmeleri fırsata çevirmek isteyen Saray rejiminin “iç cephe” tahkimatı bölgedeki gelişmelerden bağımsız değil. Rejimin tahkimatı için oltaya takılan “yeni anayasa” ve “yeni çözüm süreci” yemleri kapalı kapılar ardında bir şeylerin pişirildiğini gösteriyor.

                                                         /././

Yapıyor çünkü yapabiliyor!-Berkant Gültekin-

Bahçeli dün, DEM Partililer ile tokalaşmasından “iktidarın Kürt sorununu çözme yolunda adımlar atacağı” anlamını çıkaranları hayal kırıklığına uğratacak bir açıklama yaptı. Elini yeni bir çözüm süreci için uzatmadığını belirten Bahçeli, “Devlet terörle masaya oturmaz” dedi ve DEM Parti’ye “Uzattığım eli sabote etmeyin, aklınızı başınıza alın” mesajını gönderdi.

Kendi açıklamasına bakılırsa, Bahçeli elini “milli beraberlik, kardeşlik ve kaderdaşlık” amacıyla uzatmış. Hamlesine gerekçe olarak ise İsrail’in bölgedeki saldırganlığını gösteriyor. Bahçeli, “MHP, hem içimizde hem de dışımızda barış havasının egemen olmasını iliklerine kadar arzulamaktadır” demekle kalmadı, PKK lideri Öcalan’a da şu çağrıyı yaptı: “Türkiye’ye getirilirken, ‘her türlü hizmete hazırım’ diyen teröristbaşı, buyursun terörün bittiğini, örgütünün tasfiye edileceğini tek taraflı ilan etsin.”

Yani özetle Bahçeli’ye göre ortada iki tarafın oturup konuşması gereken bir mesele yok. Bir tarafta “terör”, diğer tarafta da “devlet” var. Şimdi devlet, esasında Cumhur İttifakı, diğer tarafa çağrıda bulunuyor; diyor ki “Ben seni bir irade olarak muhatap görmüyorum ama sana, benim himayeme girme şansı veriyorum.” İktidar bununla birlikte Kürt hareketine somut adım bekleyerek süreci tıkamama öğüdünde de bulunuyor. “Siz hele şu elin kıymetini bilin, bizim de elbet gönlümüzden bir şey kopar” rolü kesiliyor. Hatırlanırsa, Erdoğan’ın talimatı üzerine kamuoyunu bilgilendiren A Haber muhabiri Rüya Hanım’ın sözleri de tam olarak bu kapıya çıkıyordu.

Şimdi ne olup ne bitecek, burası önemli. Kürt hareketi içinde uzatılan ele cepheden bir karşı çıkıştan ziyade diyaloğa açık, temkinli de olsa iyimser bir bekleyiş söz konusu. Son günlerde Erdoğan-Bahçeli hattından gelen “Fazla havaya girmeyin” mealindeki açıklamalar ve Diyarbakır’da DEM Parti’nin mitinginin yasaklanması hoşnutsuzluk yaratsa da temelde bu kanıyı değiştirmemişe benziyor.

DEM Parti’nin dünkü grup toplantısında konuşan Tuncer Bakırhan, “Bir elinizi uzatırken diğer elinizle tehdit savurmayın” sözleriyle iktidarın tutarsız davranışlarından şikâyet etti. Bahçeli’ye de “Madem Öcalan’a çağrı yapıyorsunuz o zaman tecridi kaldırın, ne dediğini duyalım” karşılığını verdi. Bakırhan bununla birlikte “'Kürtler iktidarla anlaştı' diyenler oluşabilecek diyalog zeminleri önüne bariyer koyarak bu ülkenin çözümsüz bir şekilde bu biçimde devam etmesini istiyorlar” sözleriyle de diyaloğa açık tutumlarının altını bir kez daha çizerek “İktidarla masa oturmayın” diyenlere yüklendi.

Tokalaşma hadisesinden sonra süreç görünürde pek sıcak ilerlemiyor. Taraflar bir yandan kitlelerini konsolide edip genel kamuoyuna meramlarını anlatırken diğer yandan da birbirlerini tartmaya çalışıyor. Ancak siyasette her detay görünür hale gelmeyebiliyor. Başka bir deyişle görünenler meselenin tümünü anlatmayabiliyor. Dolayısıyla konuşulmakta olanı değerlendirirken bu gerçeği akıldan çıkarmamak lazım.

Tüm bu olan bitenler bize tek bir şey gösteriyor. En kırılgan döneminde bile Erdoğan’a yeni hamle fırsatları yaratan zemini, Türkiye’de muhalefet partilerinin rejimi “sorunun kaynağı” olarak değil öyle ya da böyle “çözümün adresi” olarak gören siyasi perspektifleri sağlıyor. Mevcut düzen, değiştirilmesi gereken bir yapı olarak nitelendirilip mücadele bu hatta oturtulmadığından, iktidarın hegemonyasını sarsacak bir denklem de geliştirilemiyor. O nedenle rejim, ülkedeki çok boyutlu sosyal ve ekonomik kriz karşısında köşeye sıkışmadığı gibi, kendi hedeflerine ulaşmak için yeni politikalar tesis edebiliyor, farklı taktikler geliştirebiliyor. Örneğin “İsrail bize saldıracak, sırada biz varız” lafını ortaya atıp ipin ucunu 100 bin lira kredi kartı limiti olandan “savunma vergisi” almaya bağlayabiliyor. Yapıyor çünkü yapabiliyor!

Ekonomik olan politik, politik olan ekonomiktir. İktidarın anaakım siyasette meşrulaştırdığı sağ hegemonya, halkın sırtına ek vergi olarak geri dönüyor. Oysa milyonlarca insan tarihin en ciddi geçim krizlerinden birini yaşarken, gündemde olması gereken tartışma savunma sanayiine yurttaşın cebinden para aktarılması değil, mevcut bütçeden savunmaya giden payı sosyal harcamalara yönlendirmek olmalıydı. Fakat anaakım siyasette ne bunu sağlayacak akıl ne de irade var.

Bugün AKP’nin dayattığı ideolojinin ana sütunlarını, uzlaşılan “kutsal” kaidelerini ve etik değerlerini sorgulamayan bir anlayışın, topluma bir gelecek vizyonu sunması imkânsız. İktidar tüm anti demokratik karakterine ve yarattığı yıkıma rağmen hâlâ ülkeyi “çözüm süreci olacak mı olmayacak mı” diye bir tartışmanın içine çekebiliyorsa büyük oranda bu yüzdendir.

BİR DÜŞ

BirGün’ün 20 yıllık özgün hikâyesi belgesel oldu. Sermayeden, egemen ilişkilerden bağımsız, halktan yana bir gazeteciliğin var olabileceğini kanıtlayan, üstelik bunun herkes tarafından takdir edilen mesleki başarılarla birleştirilebileceğini gösteren gazetemizin yolculuğu belgesele konu olmayı fazlasıyla hak ediyordu. Çünkü 20 yıl önce “Bir gün mutlaka” diyen ve sadece kendi öz gücüne güvenerek ilk adımı atanların başlattığı bu kolektif yolculuk, topluma dayatılan ezberleri yıkan, devrimci, ilham verici ve en önemlisi de hâlâ devam eden canlı bir serüven. Şimdi bu serüvene ışık tutan “Bir Düş” belgeseli, ilçe ilçe, kent kent, ülke ülke dolaşarak onu daha fazla insanla buluşturacak. Belgeselin gösterim tarihlerini zaman ilerledikçe gazetemizden duyuracağız. Geçmişten bugüne BirGün’e sahip çıkan, değer katan herkese sevgi ve saygıyla…

(BİRGÜN)

Çantacı rejiminde kaçakçılık furyası + 3 kişiyi ezdi, serbest kaldı -Timur Soykan / BİRGÜN

 Çantacı rejiminde kaçakçılık furyası 

Ağustos 2023’te altın ithalatına aylık 12 ton kotası getirildi. İstanbul Altın Borsası’nda altın ithalatı yetkisi olan az sayıdaki şirket büyük servetler kazandı. Kota nedeniyle Türkiye’deki altın fiyatı arttı. VIP geçişleri altın kaçakçılığının güzergâhına dönüştü. Kotayla cari açık kapatılmadı, kayıt dışı bir hal aldı.

VIP salonunda altın kaçakçılığı konusundaki haberimiz çok ses getirdi. Ancak yetkili makamlardan bu konuyla ilgili maalesef açıklama yapılmıyor. Biz de araştırmalarımız sonucunda ulaştığımız iddiaları paylaşmak zorunda kalıyoruz.

Kısaca hatırlatalım:

Fatih Metin, AKP iktidarında çok etkili siyasi isimlerden biri. 2007-2011 yılları arasında AKP Bolu Milletvekili’ydi. 2011-2015 yılları arasında Gümrük ve Ticaret Bakan Yardımcısı olarak atandı. 2015 yılında AKP Merkez Karar Disiplin Kurulu üyeliğine seçildi. 2015-2019 tarihleri arasında Ekonomi Bakan Yardımcılığı yaptı. 2019 yılında AKP’nin Bolu Belediye Başkan adayı oldu. 2019-2022 yılları arasında ise Tarım ve Orman Bakan Yardımcısı’ydı. Her zaman Fatih Metin’in arkasındaki gücün eski Gümrük ve Ticaret Bakanı, AKP Genel Başkan Yardımcısı Hayati Yazıcı olduğu konuşuldu.

Fatih Metin ile eski özel kalemi Yunus Emre Morkoç, 20 Eylül 2024 günü Dubai’den İstanbul’a dönmüştü. Fatih Metin’in refakatinde İstanbul Havalimanı’ndaki VIP salonunu kullanan Yunus Emre Morkoç’un valizinde 60 kilo işlenmemiş altın külçesi bulunmuştu. Havalimanındaki gümrük memurları, bu kaçak altınlarla ilgili tutanak düzenlemiş ancak tutanağa Fatih Metin’in adı yazılmamıştı. İstanbul Gaziosmanpaşa Savcılığı tarafından Yunus Emre Morkoç hakkında soruşturma başlatılmıştı.

60 KİLO ALTINLA YAKALANDI

Fatih Metin, Yunus Emre Morkoç’un 60 kilo kaçak altınla yakalandığını ve kendisinin refakatinde VIP’yi kullandığını doğrulamıştı. Ancak Yunus Emre Morkoç’un valizindeki altınlardan haberinin olmadığını savunmuştu. 2,5 yıl önce Tarım ve Orman Bakan Yardımcısıyken Yunus Emre Morkoç’un özel kalemi olarak görev yaptığını anlatan Fatih Metin, “2,5 yıldır benimle resmi bir bağlantısı yok. Sigortalı çalışanım değil, onun ticari işlerini bilmiyorum” demişti.

ÇAYCININ İNANILMAZ YÜKSELİŞİ

Yaptığımız araştırmalara göre; Yunus Emre Morkoç, Ankara’da siyasetin kirli bağlantılarının bir portresi olarak tanımlanabilir. İddiaya göre; 2012 yılına kadar Ankara Otogarı’nda taksi sahiplerinin yanında şoförlük ve çaycılık yapıyordu. Fatih Metin’in o dönemki özel kalem müdürü aracılığıyla Yunus Emre Morkoç, Gümrük Bakanlığı’na işçi olarak alındı. Bakanlıkta meyve tabağı hazırlama, çay getirme işleri yaparken gayri meşru işlerde kullanılan bir çantacı olduğu iddia ediliyordu. Fatih Metin, 2015 yılında Ekonomi Bakan Yardımcılığı’na atandı ve Yunus Emre Morkoç’u yine yanına aldı. Sürekli işçi kadrosu verilen Yunus Emre Morkoç maaş alıyor ancak ne iş yaptığını kimse bilmiyordu. 2019 yılında AKP’nin Bolu Belediye Başkan adayı olan Fatih Metin, seçim çalışmalarını yürütürken yanında hep Yunus Emre Morkoç vardı. Bir iddiaya göre; bu seçim kampanyasında bazı şirketlerden alınan paraları Yunus Emre Morkoç taşıyordu.

Kampanyada bakanlığın tüm olanaklarını da kullandılar. Bu sırada hiç gitmediği bakanlıktan maaşını alıyor ve bakanlığa ait resmi aracı kullanıyordu. Seçimi kaybeden Fatih Metin, Tarım ve Orman Bakan Yardımcısı olarak atanınca Yunus Emre Morkoç’u özel kalemi yaptı. İddiaya göre; bu 4 yıllık süreçte Yunus Emre Morkoç, Ticaret Bakanlığı’ndan maaş almaya devam etti. Mal varlığında kaynağı açıklanamayan büyük artış oldu. Ankara’da ev ve arsalar satın aldı. 2022 yılında Fatih Metin’in bakan yardımcılığı görevinden alınmasından sonra altın kaçakçılığı faaliyetlerinin başladığı öne sürülüyor. Yunus Emre Morkoç’un bugünkü adıyla Ticaret Bakanlığı’nda sürekli işçi kadrosu devam ediyor ve işe hiç gitmeden maaş alıyordu. VIP salonunda 60 kilo altın yakalattığını haberleştirmemizden sonra Yunus Emre Morkoç’un Ticaret Bakanlığı’ndaki bankamatik memurluğu sona erdi, işten çıkartıldı.

VIP salonlarında arama yapılmazken Yunus Emre Morkoç’un valizinde altınların yakalanması soru işaretleri doğurmuştu. İstihbarat birimlerinin çalışması sonucu altın kaçakçılığının tespit edildiği öne sürülmüştü. Hatta istihbarat birimlerinin İstanbul Havalimanı’nın VIP salonundan altın kaçakçılığı yapan 5 ismi tespit ettiği iddia edildi. Cumhur İttifakı mensubu üç milletvekilinin yanı sıra iki eski milletvekilinin Dubai’ye çok sık giderek valizlerle altın getirdiği belirlendi.

                                    Yunus Emre Morkoç çaycıyken Fatih Metin’le ilişkisi sayesinde yükseldi.

MİLLETVEKİLİ VE KURYE ÖRGÜTÜ

Eski bir AKP milletvekili ile oğlunun da 7 kurye ile Dubai’den kaçak olarak altın getirdiği ve VIP salonlarını kullandığı iddia ediliyor. Bu milletvekilinin Mart 2024’ten beri refakatinde oğlu ve kurye olarak kullandığı kişilerle sık sık Dubai’ye uçtuğu biliniyor. Bu kişiler her seferinde Dubai’den dolu valizlerle dönüyor. Eski milletvekili ve oğlunun bu altınları İstanbul Kuyumcukent’teki bir şirkete teslim ettikleri ve onlarca milyon dolarlık servet edindikleri öne sürülüyor. Mal varlıklarındaki artış da bunu gözler önüne seriyor. Bu eski milletvekilinin şirketinin sürekli zarar beyan etmesine karşın mayıs ve haziran aylarında son model iki elektrikli ultra lüks otomobil satın alması dikkat çekiyor. Ayrıca Ankara’da on milyonlarca liraya konut ve arsalar satın aldılar. Piyasayı bilen herkesin hemfikir olduğu tespit ise şu: Bunlar buzdağının görünen yüzü. Dubai’nin yanı sıra İran ve Afrika üzerinden büyük bir altın kaçakçılığı faaliyeti tüm hızıyla devam ediyor. TIR’ların gizli bölmelerinde, özel jetlerle külçe külçe altınlar Türkiye’ye kaçak yoldan sokuluyor. Bu kaçakçılıktan Ankara’nın zirvelerindeki pek çok isim büyük servetler ediniyor.

KAÇAKÇILIK FURYASI

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Türkiye’nin cari açığının büyük kısmının altın ithalatından kaynaklandığını açıklamıştı. Ağustos 2023’te altın ithalatına aylık 12 ton kotası getirildi. İstanbul Altın Borsası’nda altın ithalatı yetkisi olan az sayıdaki şirket büyük servetler kazandı. Ancak bu kota nedeniyle Türkiye’deki altın fiyatı arttı. Dubai’de altının kilosu 84 bin dolar iken Türkiye’de 88 bin dolara kadar çıkmıştı. Bir kiloda 4 bin dolar fark altın kaçakçılığı furyasına neden oldu. Siyasilerin, üst düzey bürokratların kullanabildiği VIP geçişleri altın kaçakçılığının güzergâhına dönüştü. Altın kotasıyla cari açık kapatılmadı, kayıt dışı bir hal aldı.                                                                                                     /././

 3 kişiyi ezdi, serbest kaldı 

Maltepe’de 186 promil alkollü ve aşırı hız yapan Onur Torgay, taksiden inen üç kişiye çarptı. Kaza raporunda yüzde 100 kusurlu bulunmasına karşın ev hapsi kararıyla tahliye edildi. Çarptığı Nihan Coşkun ise yaşam savaşı veriyor.

Kaza raporunda kaza anına ait görüntüler de yer aldı. Fotoğraflarda arabaların tamponunun dağıldığı görüldü. (Fotoğraflar: BirGün)

İstanbul Maltepe’de yaşayan ve bir ilaç firmasında yönetici olan Nihan Coşkun, 21 Eylül günü doğum gününü kutluyordu, 40 yaşına basmıştı. Kadıköy’deki bir mekânda arkadaşlarıyla buluşmuş, pastasını üfleyip dilek tutmuştu. Fenerbahçe-Galatasaray derbisi vardı ve Kadıköy çok kalabalıktı. Bu nedenle otomobilini Küçükyalı Metro Durağı’nda otoparka bırakmış, Kadıköy’e metro ile gelmişti. Kutlamadan sonra arkadaşları Özge Baygın ve Deniz Özel ile Kadıköy’den taksiye bindiler. Otomobilini park ettiği Küçükyalı Metro Durağı’na ulaştıklarında saat 02.42’yi gösteriyordu. Deniz Özel taksiyle yola devam edecekti ama Nihan Coşkun ve Özge Baygın ile vedalaşmak için o da araçtan indi. Taksinin yanında duruyorlardı. Bu sırada E-5 otoyolunda aşırı hız yapan siyah otomobil, metro durağının bulunduğu yan yola hız kesmeden girdi. Taksiye ve taksinin yanındaki üç kişiye çarptı. Taksi çarpmanın şiddetiyle 25 metre sürüklenirken üç kişi kaldırıma doğru savruldu.

AĞIR YARALANDILAR

Sadece birkaç saat önce doğum gününü kutlayan Nihan Coşkun ağır yaralandı. Sağ bacağı kopmak üzereydi, kafatası kırılmıştı ve yoğun beyin hasarı oluşmuştu. Bilinci kapalıydı. Özge Baygın da ağır yaralanmıştı. Bacaklarında ve kafatasında çok sayıda kırık vardı. Beyin kanaması geçiriyordu. Deniz Özel’in de bacağı kırılmıştı. Kaza sırasında yakındaki akaryakıt istasyonunda iki polis bulunuyordu. Yaralılar için hemen ambulans istediler ve siyah otomobilin sürücüsünü yakaladılar.

Siyah otomobilin sürücüsü 1990 doğumlu, Onur Uğurman Torgay gözaltına alındı. 186 promil alkollü çıktı. Nihan Coşkun ve Özge Baygın, hastanede entübe edilmişti. Onlar yaşam savaşı verirken Onur Uğurman Torgay ifadesinde şöyle diyordu:

“21 Eylül 2024 günü saat 19.30 sıralarında Kadıköy’e maç izlemeye gittim, bir mekâna girdim maçı izledim ve oturmaya devam ettim. Burada alkol aldım. 22 Eylül 2024 günü saat 01.45 saralarında mekândan çıktım, ruhsatı babam adına olan araç ile yola çıktım, eve gidiyordum. Küçükyalı Metro çıkışından yan yola girdim. Ben yola girdiğimde biraz hızlıydım. Park halinde bulunan ticari taksiyi gördüm ancak duramadım. Ticari taksiye ve taksinin arkasında bulunan şahıslara çarptım. Polisler geldi bana alkol ölçümü yaptılar. 186 promil alkollü çıktım. Kaza bir anda oldu, pişmanım.”

Onur Uğurman Torgay, aynı gün polislerce ‘İstanbul Anadolu Adliyesi’ne götürüldü. Polis tutanağında alkollü olduğu, aşırı hız yaptığı belirtilmesine karşın savcı tutuklanmasını istemedi, ‘taksirle birden fazla kişinin yaralanmasına neden olma’ suçundan adli kontrol uygulanmasını talep etti. İstanbul Anadolu 2. Sulh Ceza Hakimi de Onur Uğurman Torgay’ı tutuklamadı, yurt dışına çıkış yasağı ve ev hapsi kararıyla serbest bıraktı. Oysa kaza raporunda Onur Uğurman Torgay’ın yüzde 100 kusurlu olduğu tespit edildi.

Nihan Coşkun ise hâlâ hastanede yaşam savaşı veriyor. Üç kez beyin ameliyatı geçirdi ve 24 gündür yoğun bakımda tutuluyor. Büyük ölçüde kopan bacağını kurtarmak için de defalarca ameliyat edildi. Bacağının kesilme riski devam ediyor. Diğer bacağında ve kafatasında da çok sayıda kırık var. Özge Baygın da beyin kanaması nedeniyle ameliyat edildi. Yoğun bakımdan çıktı. Bacağından defalarca ameliyat oldu.

∗∗∗

‘TUTUKLANSIN’ DİLEKÇESİ

Nihan Coşkun’un ailesinin avukatı Hürrem Sönmez, alkollü ve aşırı hız yapan sürücünün adli kontrol ile bırakılmasına itiraz etti, tutuklanmasını istedi. Sürücü Onur Uğuran Torgay’ın ‘olası kast ile birden fazla kişinin yaralanması’na neden olmaktan yargılanması gerektiğini ve Yargıtay’ın bu doğrultuda kararları olduğunu anlatan avukat dilekçesinde “Nihan Coşkun’un hayati tehlikesi devam ediyor. Ayrıca sürücünün olay yerinden uzaklaşmak istediği ancak orada bulunan polislerce yakalandığına dair tanıklıklar var. Kaçma şüphesi, delilleri karartma, tanıklara baskı yapma ihtimali bulunuyor” dedi. Nihan Coşkun’un ailesi ise adli kontrol kararına şu sözlerle tepki gösteriyor: “Nihan, Özge, Deniz ve biz bu acıları yaşarken onlara çarpan alkollü, aşırı hızlı sürücü evinde keyif yapıyor. Bu mu adalet…”

Timur Soykan / BİRGÜN







140 milyarı verdiler 70 milyarın peşine düştüler + Cezaevine milyarlar suçlulara sokaklar + Cumhuriyet’in en yüksek faizi ödendi (SÖZCÜ)

 140 milyarı verdiler 70 milyarın peşine düştüler -Emin ÖZGÖNÜL-

İktidar 70 milyar liralık kaynak için vergi paketini TBMM’ye taşıdı. Ancak aynı iktidar Rusya’dan alıp depoya kaldırdığı S-400 ile hâlâ alamadığımız F-35’lere 140 milyar lira ödedi.(https://www.sozcu.com.tr/140-milyari-verdiler-70-milyarin-pesine-dustuler-p94876)                 ***

Cezaevine milyarlar suçlulara sokaklar -Deniz Ayhan-

Devlet 200 bin nüfuslu Bartın’a da cezaevi yapmak için 1 milyar liralık sözleşme imzaladı. Tunceli, Zonguldak, Giresun, Kütahya ve Siirt’tekilerin tamamlanması için ihaleler yapıldı.(https://www.sozcu.com.tr/cezaevine-milyarlar-suclulara-sokaklar-p94877)               ***

Cumhuriyet’in en yüksek faizi ödendi -Mehtap ÖZCAN ERTÜRK-

Eylülde bütçe açığı 100.5 milyar liraya bulurken, faiz giderleri 148.7 milyar lira ile Cumhuriyet tarihinin en yüksek rakamına ulaştı. 9 aylık bütçe açığı ise 1 trilyon TL’yi aştı.(https://www.sozcu.com.tr/cumhuriyet-in-en-yuksek-faizi-odendi-p94862)

(SÖZCÜ)


Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -22 Haziran 2025-

  Fatih Altaylı’nın tartışılan videosundaki 1,5 dakika ayrıntısı -Eray Özer- Aldığımız bir bilgiye göre Altaylı’nın pazartesi günü hakim kar...