16 Ekim 2024 Çarşamba

Evrensel "KÖŞEBAŞI" -16 Ekim 2024 -

Acemoğlu ve arkadaşlarını neden kutlamamalıyız?-Arif Koşar-

İsveç Merkez Bankası’nın (Sveriges Riksbank) verdiği 2024 Nobel Ekonomi Ödülü “Karşılaştırmalı Kalkınmanın Kolonyal Kökenleri: Ampirik Bir İnceleme” başlıklı makaleye (2001) referansla Daron Acemoğlu, Simon Johnson ve James Robinson’a verildi. Ödül metninde “Hukukun üstünlüğünün zayıf olduğu ve halkı sömüren kurumlara sahip toplumlarda büyüme ya da daha iyiye doğru değişim gerçekleşmez. Ödül sahiplerinin araştırması bunun nedenini anlamamıza yardımcı oluyor” denildi. Sonuç manasında bölümde ise şu ifadeler yer aldı: “Nihayetinde tek seçenek iktidarı devretmek ve demokrasiyi tesis etmek olabilir.”

Makalede eski sömürge ülkelerde kişi başına GSMH düzeyi ile “kapsayıcı” ya da “demokratik” kurumlar arasındaki ilişki sorgulanıyor. Buna göre, “kapsayıcı” yani “demokratik” kurumların inşa edildiği ülkeler kişi başına GSMH bakımından “zengin” olurken, “dışlayıcı” kurumların olduğu ülkeler ise “yoksul”. Yazarlar, oldukça tartışmalı bir mülkiyet hakkı indeksi oluşturup kapsayıcılığı gösteren bu indeksle kişi başına GSMH arasında korelasyon ve nedensellik keşfediyorlar. ABD’nin diğer eski sömürgelere kıyasla kat be kat zenginliğinin temel sebebini buluyorlar: Demokratik kurumlara sahip olmaları.

Ne kadar da masum?

ABD’de köle ticaretinin yanı sıra plantasyonlardan büyük kârlar elde edilmiş ve sermaye birikimi hız kazanmamış mıydı?

Sömürgecilik ve emperyalizmle dünyanın geri kalanının yoksullaşması pahasına elde edilen değer akışının bu zenginleşmede payı yok muydu?

Kapsayıcı kurumların idealize edildiği ABD’de dünyanın en büyük yolsuzluk ve rüşvet ağı unutulmuş muydu?

Emekçilerin dünya klasiklerine konu olmuş yoğun sömürüsü -belli bir gruptaki- bu zenginleşmede etkili olmamış mıydı?

Acemoğlu ve arkadaşlarına göre pek değil.

Bütün bunların payı olsa da ABD ve batının zenginliği demokratik kurumlarıyla ilgiliydi.

Demokrasi olduğu için kimi ülkeler zengin olmuş, demokratik kurumları bir türlü kuramayanlar ise fakirlikte sıkışıp kalmıştı.

Yazarların yeni-kurumsalcı tezleri bu.

Hem daha sonraki makalelerinde hem de Diktatörlük ve Demokrasinin Ekonomik KökenleriUlusların Düşüşü ve Dar Koridor gibi kitaplarında, kabul etmek gerekir ki oldukça zengin, ancak yer yer yüzeysel bir tarihsel malzeme kullanımı ile argümanlarını inceltip ayrıntılandırdılar. Anaakım literatürün aksine farklı sosyal bilim alanlarındaki bakış açılarını ve birikimi dikkate aldılar. Ancak yoğun emek, bilgi yağmuru ve keyifli sunuma rağmen kitaplarında ilk ve basit argümanlarını biraz kolaya kaçarak evrenselleştirmekten ve adeta bir yasa haline getirmekten geri durmadılar.

YENİ-KURUMSALCI ANLATININ KAÇIRDIĞI

“Masum” anlatı büyük ölçüde yanlışsa da tümden değil.

Haklı oldukları kısım istikrarlı davranış örüntüleri ve hukuki inşa olarak kurumların ekonomik gelişmeler üzerinde önemli etki sahibi olduğu. Batı Avrupa’da, mesela İngiltere’de, mülkiyet hakkı gibi bireysel hakların gelişimi kralın keyfe keder yönetimini sınırladı. Başka koşullarla birlikte, mülkiyet güvencesi ticareti ve sermaye birikimini hızlandırdı. Bu da İngiltere’deki olağanüstü sermaye birikimine zemin hazırladı. Osmanlı İmparatorluğu ve diğer merkezi feodal devletlerde, yine başka koşullarla birlikte mülkiyet hukuku ve güvencesindeki eksiklikler sermaye birikimi ve bağlantılı ekonomik faaliyetlerin güdük kalmasına katkı sundu. Büyük ölçekli ticaret ve üretim ihtiyacı, buradan yola çıkarak inovasyon ve teknik ilerleme de bu ülkelerde sınırlı oldu. Böylece kapitalizm İngiltere ve ardından Batı Avrupa ve ABD’de yayılırken, batı dışı coğrafya geride kaldı.

Belirleyici faktör olarak kurumlara, özellikle demokratik kapsayıcı kurumlara yapılan vurgu ilk bakışta kulağa hoş geliyor.

Keşke gerçekler de bu kadar hoş olsa.

Bu anlatıda önemli eksiklikler, sorunlar ve haksızlık etmeden söylemek gerekirse çarpıtmalar var.

İlki, İngiltere’yi açıkladığını varsaysak bile bu anlatı geneli açıklama kapasitesinden yoksun. 19. yüzyıl sonunda Almanya Bismark yönetimi altında demokratik kurumlara sahip değildi, ancak zenginleşti. Ya da Japonya. Meiji Restorasyonunu demokratikleşmeye indirgemek pek de makul görünmüyor. Zorlama olmanın ötesinde yanlış. Günümüzü açıklaması ise imkânsız. Örneğin Çin. Klasik manada demokratik ve “kapsayıcı” kurumlara sahip değil ama dünyanın en büyük ikinci ekonomisi. Kişi başına GSMH ve verimlilik artıyor. Acemoğlu ve arkadaşları da bu noktada kendi açıklamalarının yeterli olmadığının farkında. Vazgeçmiyorlar ve zamanın unutkanlığına güvenip topu geleceğe atıyorlar: Çin bugün büyüse de yarını yok. Bu açıklama da pek inandırıcı değil çünkü reel politika tersi yönde ilerliyor. Ekonomisi ve teknolojisiyle “Çin tehlikesi” ABD’nin ilk gündemi. Piyasa dostu demokratik kurumlar olmasa da icatlar, teknolojik ilerleme ve büyüme var. Verimlilik artıyor. Politik iktisatçı Yuen Yuen Ang’ın ısrarla vurguladığı gibi Acemoğlu ve arkadaşlarının “Çin istisnası”nı mitleştirmelerinin temelinde, Avrupa’daki zenginleşmenin asıl nedeni ve yollarını doğru analiz edememeleri yatıyor. Örneğin Avrupa’nın gelişimi serbest ticaret ve rekabete dayalı demokratik kurumlar anlatısına uygun değil, çünkü bu ülkeler uzun süre korumacı ve pek de kapsayıcı olmayan dış ticaret politikaları ile kendi sanayilerini büyüttüler, tekelleşmenin yolunu açtılar. Sadece bu bile “piyasa dostu demokrasi” temelli yeni-kurumsalcı anlatının çöküşü anlamına geliyor.

İkincisi, anlatı İngiltere’de kapitalizmin doğuşuna ilişkin de oldukça indirgemeci. Büyük dönüşüm çok yönlü. “Demokratik” kurumların etkisi ve katkısından önce sorulması gereken demokratik kurumların nasıl ortaya çıktığı. Kestirme cevabı yok, ancak güç kazanan ticaret burjuvazisi ve köylülerin de dahil olduğu mücadelelerin kralı ve bir kısım aristokratı taviz vermeye zorladığı açık. Burjuvazinin gelişimi uluslararası ticaret ve sömürgecilikle, ardından bununla bağlantılı üretimdeki gelişmelerle yakından ilgili. Dolayısıyla kapsayıcı kurumların ortaya çıkışı açıklayıcı olmaktan çok, daha kapsamlı dönüşümlerin bir boyutu ya da görünümü niteliğinde.

Üçüncüsü, Dar Koridor ve Ulusların Düşüşü kitaplarında oldukça zengin bir kaynakça kullanılmış ve güçlü bir anlatım sergilenmişse de Batılı ve az sayıda diğer gelişmiş ülkenin zenginliğinde sömürgecilik ve emperyalizmin rolü büyük ölçüde ihmal ediliyor. Örneğin Hindistan’ın yağmalanması olmasaydı, “demokratik” kurumlar İngiltere’nin 18. ve 19. yüzyıldaki zenginleşmesi için yeterli olmayabilirdi. Açıkça ifade etmek gerekirse, belli başlı ülkelerin zenginliği büyük ölçüde dünyanın geri kalanı üzerinde kurdukları sömürgeci ve emperyalist tahakkümle bağlantılı.

Dördüncüsü, zenginliğin dayanağı olarak sunulan “demokratik” kurumlar, çağdaş anlamda pek de demokratik değil. “Güneş batmayan imparatorluk” iken İngiltere’de nüfusun büyük kısmı, bırakalım demokratik hakları oy kullanma hakkına bile sahip değildi. Yazarlar, kralın yetkilerinin sınırlandırılmasını, ticaret burjuvazisi ve burjuvalaşan aristokratların siyasal yönetimde söz sahibi olmasını, yani bir avuç elitin rant paylaşım mekanizmasına dahil oluşunu kapsayıcı ve demokratik kurumlarla eşitliyor. Bu kısmen olarak doğru olsa bile çağdaş demokrasi tartışmaları açısından söz konusu olan, siyasal iktidarın, az sayıdaki elitle paylaşımıdır. Ki bu nedenle, kapsayıcı değil bir bakıma dışlayıcıdır: Mesela burjuvazinin zenginleşmesinde yerli işçi sınıfının yoğun sömürüsü ve emekçi kitlelerin -şiddeti de içeren- mülksüzleştirilmesi demokratik kapsayıcılığın neresinde duruyor? Kritik değişim demokratik kurumlardan çok mülkiyetle ilgili. Anlatıda yer yer demokrasi ile burjuvazinin mülkiyeti eşitleniyor.

Demokratik ve kapsayıcı kurumların mülkiyet hakkı ve piyasa dostu reformlara indirgenmesi, bu önemsiz “kurumsal” ayrıntı, Acemoğlu ve arkadaşlarının el çabukluğuyla vardığı güncel politika önerileri açısından oldukça önemli.

NE ÖNERİYORLAR?

Kapitalizm nasıl doğduğu ya da batının nasıl zenginleştiği konusu geçmişe dair entelektüel bir tartışma olarak görülebilir. Marksistler bütünsel dönüşümle birlikte iktisadi yapıya önem verirken, Weberyanlar kültüre, Acemoğlu ve arkadaşları da kurumlara ağırlık verebilir. Ki, Thorstein Veblen gibi eski kurumsalcılar bunu, belki de daha başarılı bir biçimde yapmıştı. Ancak, esas sorun bu tartışmada değil buradan yola çıkarak çağdaş sorun alanlarına getirilen çözüm önerileri ya da politik stratejilerdedir.

Neoliberal tez şuydu: Piyasa ekonomisi siyasal demokrasiyi getirir.

Bu söylemin ideolojik katkısıyla, zenginlik ve demokrasi vadeden neoliberal yeniden yapılandırma programı dünyanın büyük kısmında hâkim kılındı. Ancak sonuç ne demokrasi ne de zenginlik oldu. Zenginlik kısmı, Nobel açıklamasında belirtildiği gibi, “Dünya ülkelerinin en zengin yüzde 20'si, en yoksul yüzde 20'sinden yaklaşık 30 kat daha zengin hale gelmiştir”. Demokrasi de tartışmalıydı. Şili gibi ülkeler demokrasi ile değil askeri diktatörlükle pür piyasa ekonomisine geçti. Neoliberalizm öncü laboratuvarı oldular. Demokratik ve “kapsayıcı” kurumlarıyla ABD’de, siyahlar 1960’lara kadar beyazlarla aynı otobüse dahi binemedi. Aynı ABD, dünyanın birçok ülkesinde az ya da çok demokratik yönetimlere karşı organize ettiği askeri darbeler ile demokrasiden çok kanlı diktatörlükleri yaymayı başardı. ABD ekonomisindeki tekelleşme ise zaten ortada. Acemoğlu ve arkadaşları da zaman zaman ABD’de teknoloji alanındaki tekelleşmenin yarattığı demokratik risklere değiniyorlar.

Acemoğlu ve arkadaşlarının yeni-kurumsalcı argümanı neoliberal tezden biraz daha farklı: Piyasa dostu demokratik kurumlar teknolojik gelişmeye, verimliliğe ve dolayısıyla zenginleşmeye yol açacaktır. Olgular aynı ancak bu sefer ekonomiden kurumlara değil kurumlardan ekonomiye gidiliyor. Pratikteki sonuç ise pek farklı değil: Her ikisinde de piyasa ve “piyasa dostu demokrasi” birlikte geliştirilmeli.

Türkiye gibi ülkelere kıssadan hisse.

Kulağa hoş geliyor. Dünyada otokratik yönetimler yükselip faşizm zilleri çaldıkça “demokrasi” çağrısı elbette sempatik.

Ancak buradan karışan şey şu:

Eleştirmenlerin itirazı “demokrasi”ye değil “piyasa dostu demokrasi”nin gerçekleşmeyen ve gerçekleşmeyecek vaatlerine.

“Piyasa dostu” politikaları ve kurumları demokrasinin mutlak biçimleri olarak görmelerine.

Bağımlı ya da -anaakım tanımla- gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelere yumuşatılmış neoliberal reçeteyi “kurumsal reformlar” biçiminde yeniden sunmalarında.

“Zengin” emperyalist ülkelerin finans, ucuz işçilik, küresel tedarik zinciri ya da teknolojik “rant” aracılığıyla tüm dünyadan çektiği, askeri araçlarla korumaya ant içtiği zenginliği “demokratik kurumlar”ın marifetine indirgeyip emperyalizmi aklamalarında.

Bağımlı ülkelerin alternatif yollarını en baştan “demokrasi dışı” ilan edip sanki tekelleşmiş dünyada gerçek manada serbest piyasa varmış gibi davranmalarında.

İşçi sınıfının düşük ücretlerini ölçülmesi imkânsız marjinal verimliliğe indirgeyip meşrulaştırmalarında.

Dahası dahası…

Oysa demokrasiye en yakın kimi kurumları işlemez hale getiren şey piyasa dostluğunun kendisi: “Piyasa dostu” mevcut ortam mülkiyet hakkını hayal ettikleri gibi korusa bile işçi ve emekçilerin eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, çalışma, güvence, sosyal yaşam gibi alanlardaki hak ve fırsatlarını daralttıkça ve bu konularda yükselen tepkiye cevap veremeyip bastırdıkça -varsa- mevcut demokratik kurumların da altı oyulmaktadır.

Mesela kurumsal reformlarla sağlık sistemi özelleştirildiği için hastalıklarla boğuşan ve doğru düzgün tedavi olamayan emekçi sınıfların, “piyasa dostu” demokratik “kapsayıcı” kurumların “paydaşı” olması ütopik beklentinin ötesinde ancak ideolojik bir zorlama olabilir.

Bununla birlikte Acemoğlu’nun klasik anlamda bir neoliberal olmadığı söylenmelidir. Kapitalist dünya sistemi düşük büyüme, teknolojik gelişmelere rağmen sınırlı verimlilik artışı, olağanüstü gelir ve servet eşitsizliği gibi sorunlarla boğuşuyor. Çözüm arayışları tartışılırken Acemoğlu ve arkadaşlarının rotası, ana akım iktisadın varsayımları ve çerçevesi içinde kalarak neoliberal reçetede bazı sosyal değişimlerle sınırlı.

İnsanlığı eşitsizlik ve sömürü ile güvencesizlik ve yoksulluk girdabına sürükleyen ana akım menü, bu sefer, biraz daha “demokrasi”, az daha “sosyal yardım”, daha fazla “eğitim” gibi lezzetli bir sosla ama aynı malzeme ile önümüze konuluyor.

“Kapsayıcı” bir meşrulaştırma girişimiyle…

Dokunulmaz piyasa ekonomisi ve piyasa dostu kurumlarla…

                                                         /././

Şimşek’in haraç şovu -Bülent Falakaoğlu-

Vergi vermeyen büyük şirketlerin tepesine bineceklermiş gibi bir hava estiriyorlar.

‘3 bin 400 büyük şirkete vergi operasyonu’ diye duyurulsa da…

Tespit edilmiş; denetlenecek şirketler 23 milyar liralık eksik beyanda bulunmuş” denilse de… 31 ilde vergi müfettişleri denetime salınsa da…

Ortada tam bir şov var! 

Üstüne geçilen şu ‘anons’ da öyle: ‘Vergi yüzsüzleri ifşa edilecek.

5 milyon lira ve üzeri vergi borcu bulunanların vergi dairelerinde afişe edilmesine dün başlanmış olsa da...

Bu da tam bir şov. Ve şovun Mecliste görüşülen, kol saatine, ‘bisiklete’, 100 bin liranın üzerindeki banka kredi kartı limitine vergi düzenlemesine denk gelmesi (ya da getirilmesi) yeni salınacak vergilerin absürtlüğünü de perdeliyor.

                                                      ***

‘Şov’ diye tanımlıyoruz çünkü…

Maliye Bakanı Mehmet Şimşek diyor ki: 3 bin 400 büyük şirket izaha davet edilecek.

İyi de neyin izahatı?..

Bilmiyor musunuz, sözüm ona kurumlar vergisi oranı yüzde 25 ama bu oranı ödeyenin neredeyse yok hükmünde olduğunu…

Ülkenin en büyük 100 şirketi listesinde yer alıp ödediği kurumlar vergisi yüzde 5 ve altında olan sayısız şirketin varlığını...

Dünyanın en büyük 250 inşaat şirketi arasında olup, 20 milyar dolara dayanan tutarda proje üstlenen Türkiye sermayeli 43 şirketin 20’sinin 2023 yılında hiç vergi vermediğini…

Ülkedeki 1 milyon 100 bin kurumlar vergisi mükellefinin büyük çoğunluğunun ya zarar gösterip vergi ödemediğini ya da çok cüzi vergi ödediğini.

Teftiş ettiğiniz şirketler sormazlar mı, ‘Birlikte göz yummadık mı?’ diye.

                                                       ***

Muafiyet, istisna, teşvik adı altında alınmasından vazgeçilen vergi tutarı bu yıl için 2 trilyon 210 milyar lira.

Seneye bu rakam 2 trilyon 780 milyar liraya çıkacak.

Bu ortamda şirketler, ‘Bir biz miyiz enayi?’ deyip ödemiyor. Şimdi teftişe gidilen birçok firma da ödeme yapmayacak, bir ‘izahını’ bulacak.

Onlara dokunulamayacak. Tıpkı Şimşek’in şu lafını yutmak zorunda kalıp dokunamadığı gibi: 5 milyon lira ve üzerinde para harcayan ama hiç gelir beyan etmeyen kişilerin peşlerine düşülecek.

Peşlerine düşemedi. Düşemezdi de!..

Fazla harcama yapılsa bile… 

Nereden buldun yasası olmadığı…

Harcama beyanı gibi bir sistem bulunmadığı…

MASAK kapsamında nakit işlem bildirimi uygulaması yok…

Nasıl olacaktı ki?..

Başka niyet, başka irade gerektirirdi, o da yoktu.

Şimşek’in söylemi de havada kaldı. Tıpkı borsa gibi spekülatif kazançların vergilendirileceği sözü gibi!

Üzerine gidilen şirketlerden de fazla bir şey çıkmayacak.

YÜZSÜZLERE GELİNCE

‘5 milyon lira ve üstü borcu olanlar’ ifşa edilsin ama sonuç değişmiyor.

Tahakkuk eden verginin en az dörtte biri tahsil edilemiyor.

2014’te tahakkuk edenin yüzde 69.2’si tahsil edilebilmiş. Yaklaşık her 100 liralık verginin 31 lirası tahsil edil(e)memiş.

2020’de yüzde 63.8’e kadar inmiş.

Son 10 yılın en iyi tahsilatı yüzde 75’lik oran ile geçen yıl yaşanmış.

Tabii bir kısmı batak ama çoğunluğu yüzsüzlük ve bu yüzsüzlük bir gelenek; bu yıl da sürecek.

                                                    ***

Mevcut vergi sistemi içinde operasyonlar da ‘yüzsüzlük’ listeleri de sonuç vermeyecek

Önümüzdeki yıl daha çok faiz ödeyecek olan devlet, daha çok vergiye ihtiyaç duyuyor. Bu yüzden herhangi bir şekilde gelir olmayan, harcamaya konu olmayan kredi kartı limitinden bile para kesmeyi düşünecek kadar keskinleşti!

Motorlu bisikletten 3 bin TL’lik ‘katkı payı’ alacak kadar gözünü kararttı.

Harç değil haraç!

                                                    ***

Şimşek programının tüm zulmü emekçiye!

Enflasyonla mücadelenin iki ayağı (Gelirlerin alım gücünü düşürmek ve kuru baskılamak için yüksek faiz ödemek) emekçileri vuruyor.

Vergi de öyle! Emekçinin sırtına yıkılıyor.

Şu an bölgemizde bir ateş var. Caydırıcılığı artırma dışında hiçbir seçeneğimiz yok. Savunma sanayisinde Türkiye çok önemli bir atılım içinde. Savunma projelerine kaynak gerekiyor diyen Şimşek’e caydırıcı şekilde haykırmak gerekiyor:O ki para lazım sermayeye kıyak yapma, sermayeden vergi al, şov yapma. Emekçileri yolmaktan vazgeç!

                                                        ***

Sineğe övgü…-Koray R.Yılmaz-

“Gerçek bir yazar olup da yeri geldiğinde ona bir şiir, bir sayfa, bir paragraf, bir satır adamamış yoktur” diyor Augusto Monterroso Devridaim kitabında… “Üç konu var: Aşk, ölüm ve sinekler. İnsanoğlu var olduğundan beri bu duygu, bu korku, bu varlıklar ona daima eşlik etti. İlk ikisiyle başkaları meşgul olsun. Beni sinekler ilgilendiriyor.” 

Gerek kapitalizmin uluslararası işleyişini düzenlemekle görevli uluslararası kurumların gerekse de ulusal ölçekte ekonomiye yön vermeye çalışan unsurların, sistemin mutlak ya da göreli kaybedenleri ile kurduğu ilişkiyi iyi özetleyen iki gelişme oldu bu hafta. İlki IMF ile ilgili.    

IMF her ne kadar kendisine sürdürülebilir büyüme ve refah için finansal istikrarı sağlamak görevini biçmiş görünüyorsa da bugüne kadarki tarihi bu konuda çok da başarılı olmadığını ortaya koyar nitelikte. IMF kredileri ise en azından son elli yılın en tartışmalı başlıklarından biri. Kredilerle birlikte gelen “politika tavsiyeleri” ülkelerin ekonomik rotalarını dönüştürmüş, neoliberal/kemer sıkma politikaların önde gelen motivasyon unsuru olmuştur. Ama mesele burada da bitmiyor. IMF bir de ek ücret ödemesi politikası ile zor durumdaki ülkelerden kâr elde etmektedir.  

Kısaca IMF ek ücretleri, ülkelerin bu kuruma yüksek düzeyde veya uzun vadeli borcu varsa, düzenli faiz ödemeleri ve diğer ücretler yanı sıra Fon'a ödemek zorunda oldukları ek ödemeler olarak tanımlanabilir. Yani alınan borca ödenen faiz ve diğer ücretlere ek olarak IMF bir “ekin eki” ödeme daha talep etmektedir zor durumda olan ülkelerden. Küresel ekonomik kriz, pandemi, savaş vb. güçlüklerin vurduğu kimi ülkeler IMF kredilerine yaptıkları faiz vb. ödemeye ek bir de tutar ve vade ile ilişkili olarak ciddi rakamlara ulaşan bir ek ücret de ödüyorlar.

Birkaç gün önce, uluslararası ölçekte yaygın tanınırlığa sahip olan çok sayıda iktisatçı IMF Yönetim Kurulu’na yönelik açık bir mektup yayımladı. Mektup kabaca IMF’nin, borçları belirli büyüklük ve zaman eşiklerini aşan ülkelerden “ek ücret” alma politikasının gözden geçirilmesini talep ediyor. Aslında son birkaç yıldır bu konu ara ara gündeme geliyor, bu ek ücret uygulamasının şeffaflığı, sorunları, boyutu tartışılıyor, hatta Stiglitz gibi kimi isimler bu ek ücret uygulamasının kaldırılmasını talep eden yazılar yazıyorlardı.

IMF’nin “ek ücret” politikasının üzerinden sis perdesi kalktıkça, bunların mali desteğe ihtiyaç duyan zor durumdaki ülkelere büyük yük getiren bir ücret sistemi olduğu daha fazla görünür oldu.

Stiglitz vd. geçenlerde mali açıdan sıkıntıda olan 22 ülkeden oluşan bir grubun, son yıllarda IMF’nin en büyük net gelir kaynağı haline geldiğini yazdı. Aralık 2021 tarihli başka bir çalışma ek ücretlerden etkilenen 14 ülke belirlemiş ve bu ülkelerin tahmini faiz ödemesinin 2021-2028 dönemi için 12.9 milyar dolar olduğu bunun da 7.9 milyar dolarının (%61) söz konusu bu ek ücretlerden kaynaklandığını vurguluyor. Yine aynı çalışma bu ek ücretlerin IMF’den borçlanmanın maliyetini önemli ölçüde artırdığını tespit ediyor. Söz konusu 14 ülkenin ortalama borçlanma maliyetlerindeki artışın %64.1 olduğu ifade ediliyor. Örneğin Ekvador için bu oran %148’e kadar çıkabiliyor. Bu rakamların boyutunu anlayabilmek için şu tespit oldukça önemli görünüyor: Ek ücretlerden etkilenen ülkelerin IMF’ye yapacakları ödeme, ABD, AB, İngiltere ve Japonya tarafından IMF “Felaket Önleme Yardım Fonu” aracılığıyla düşük gelirli ülkelere borç ödeme sorunları için sağlanan 851 milyon dolarlık kaynağın yaklaşık on katı kadar.

11 Ekim’de IMF Yönetim Kurulu toplandı. Ek ücretlere yönelik eleştiriler onlara küçük de olsa bir geri adım attırdı. Ek ücret ödeme koşullarında kimi düzenlemeler yapıldı. Ancak ek ücretlerin tamamen kaldırılması talebi beklendiği gibi yerine getirilmedi. O halde açıkça görülmektedir ki IMF kredi verdiği ülkelerden kâr etmeye devam edecek.      

Tam bu gelişmeleri izlerken gündeme bir haber daha düştü. TBMM’ye kredi kartı limitinden fon katılım payı ödemesi yapılmasını da içeren bir kanun teklifi verildi. Ayrıntıları biliyorsunuz. Yeniden yazmaya gerek yok. Bu madde ile Hükümet harcamadan değil, mal ve hizmetten değil, bir iktisadi faaliyetten değil, gerçekleşsin ya da gerçekleşmesin bir harcama potansiyelinden, bir harcama ihtimalinden, bir harcama olanağından yani aslında “var olandan” değil olmayandan, belki de hiç olmayacaktan, bir anlamda “yokluktan” fona bir aktarım yapmayı planlıyor. Hem de az buz bir aktarım değil.

Yaşadığımız iktisadi bunalım ortadadır. İnsanlar geçim derdinde iken hükümet geçtik onların harcamalarından vergi almayı azaltmayı, harcamamalarından, yokluktan bile pay almak istemektedir.

Bir yandan zor durumda olan ülkelerden IMF’nin “ek ücret” talebi, bir yandan zor durumda olan yurttaştan “yokluk ücreti” talebi ekonominin küresel ve ulusal düzeyde nasıl yönetildiğini iyi gösteriyor. Halk deyişiyle sinekten yağ çıkarmayı çok iyi biliyorlar…

Augusto Monterroso’ya tekrar dönersek “[ama] sinekler cezalandırıcıdırlar, neyin intikamını aldıkları muammadır… gözleri üzerimizdedir… sıkıştırırlar adamı. Takip ederler. Gözetlerler. Sonunda, vaden dolduğunda, bocalayan zavallı ruhunu alıp kim bilir nereye götürmek için -hazin ama- muhtemelen bir sinek yeter.”

Ne diyelim anlayana sivrisinek saz…

                                                          /././

Ekim Devrimi'nin 107. yılında fotoğraf -Özcan Yaman-

                       Fotoğraf: Boris Ignatovich, At the Hermitage, Leningrad, 1930

“Yeni politik sorunlar, yeni propaganda yöntemleri gerektiriyor. Fotoğrafın, bu büyük anlatım gücü var.”
John Heartfield

Bu yazı Sovyet Ekim Devrimi’nin 107. yılı nedeniyle geleceği görmek için, geçmişe bakmanın önemine işaret etmektedir.

1917 ÖNCESİ RUSYA’DA FOTOĞRAF

Fotoğraf resmen 1839 yılında dünyaya merhaba dedi. Londra Üniversitesi 1856 yılında fotoğraf eğitimini programları arasına alarak akademik eğitime sokmuş oluyordu. (Türkiye’de 1981’de akademik fotoğraf eğitiminin başladığını da hatırlatmış olayım)

Hızla fotoğrafçılar yetişiyordu. Birçok ressam fotoğrafa yöneliyordu ya da resimlerini yapmak için fotoğraftan yararlanıyorlardı. Fotoğrafçılar yeni icattan çok para kazanma yollarını ararlarken herkes bundan yararlanmaya çalışıyordu. Batıda bu gelişmeler olurken Rusya uzak durmuyordu...

Başta Çar III. Aleksandr olmak üzere aristokratlar da artık resim yerine fotoğraf olarak portrelerini yaptırmalı ve ayrıcalıklarını tüm dünyaya göstermeliydiler. Fotoğraf Rusya'da, Batı'da olduğu gibi büyük bir heyecanla takip edildi. Rusya’da 1870’li yıllarına gelindiğinde, güncel olaylar ve hızla değişen yaşam belgesel fotoğrafı geliştiriyordu. 1860 – 1900 yıllarında fotoğrafın her alanından başarılı fotoğrafçılar Batı ile boy ölçüşür hale geldi. Bu döneme damga vuran fotoğrafçılar; Fransız Fotoğrafçı Johann Paul Raul, İskoç asıllı Fotoğrafçı Vasiliy (William) Carrick, Mikhail Nastyukov, Andrei Osipovich Karelin, Ivan Fedorovich Barschevsky, Dmitri Ivanovich Yermakov, Nikolay Sergeevich Krotkov, Peter Braborkov, Maksim Petrovich Dmitriev, Benjamin Metenkov, Ivan Lvovich Lvov, Sergey Lewickiy, Semen Felzer, Yevgeny Vishnyakov, Evgeny Vishnyakov... Bu fotoğrafçıların her biri fotoğrafın alanlarında dünyaya örnek çalışmalar bırakmışlardır. Özellikle Volga nehri ve çevresi fotoğraf platosu olmuştur.

SOSYALİST DEVRİM VE FOTOĞRAF

1917 Bolşevik Sosyalist Devrimi tarihin gidişatını değiştirdi. Fotoğraf bu değişimde üstlendiği rolü başarıyla yerine getirdi. Batı, “komünizm hayaleti” korkusu yüzünden her alanda olduğu gibi fotoğrafta da Sovyet fotoğrafçıların tanınmasını, bilinmesini engellemeye çabaladı. Bir anlamda da başarılı oldular sayılır. Bugün fotoğraf denilince Batılı fotoğrafçıların akla gelmesi ve bilinmesi bundandır. Fakat fotoğraf dünyasına katkıları görünürlüklerini sağlamıştır.

Sovyet fotoğrafçılar, fotoğrafın proletaryanın hizmetinde nasıl kullanılabileceğini gösterdiler. 1917 Sovyet Devrimi hem fotoğraf teknolojisine yaptığı yatırımla, hem de halkın eğitiminde fotoğrafın önemine destek olarak fotoğrafçılara olanak ve değer vermiştir.

Halkın fotoğrafa ve fotoğrafın halka ulaşmasını sağlayan 1917 Sosyalist Devrimi dünyaya fotoğrafın işlevinin ne olacağını da göstermiştir. Bu anlamda devrim öncesi fotoğrafçıların bıraktıkları miras devrim sonrasında da korunmuş, nerede ise Sovyetlerin her yerinde fotoğraf müze ve galerileri açılmıştır. Bugün devrim öncesi ve sonrası fotoğrafa emek ve değer veren fotoğrafçıların adları yaşatılmaktadır. Devrime sahip çıkan fotoğrafçılar ve fotoğrafçılara sahip çıkan bir devrim gerçekleşince tarihin önemli sayfaları ‘teknik ve sanat’ alanlarında Sovyetler Birliği’nin imzasını geleceğe bir miras olarak kaydetmiştir.

1920’li yıllar genç Sovyetlerin yeni bir dünyanın kurulmasında fotoğraf ve sinemanın önemini bilerek, hem teknolojik hem de eğitim alanında yatırımların yapıldığı yıllara denk gelmektedir. Bu dönemde çarlık diktatörlüğüne karşı olan ve devrimi büyük bir çoşkuyla karşılayan bilim insanları, sanatçı/fotoğrafçı birer aktivist ve militan olarak devrime güç vermişlerdir. Aristokratlar içinde yer edinmiş bazı sanatçı/fotoğrafçılar çıkarlarına uymadığı için devrimden kaçmış, batıya sığınmışlardır. 1905 Rus-Japon Savaşı ve yaşanan halk ayaklanması 1914-18 Birinci Paylaşım Savaşı Rus halkını canından bezdirmiş. Çarlığın savaşlarda askerleri bir hiç uğruna öldürtmesi halkın açlık ve sefalete sürüklenmesi Paylaşım Savaşı’ndan Rus halkına düşen pay olmuşken, bir başka dünyanın kurulabileceğini Lenin göstermiştir. Burada Sovyet Devrimi’ne girecek değilim fakat Lenin’in önderliğinde günün şartlarına uygun geliştirilen stratejiler 1917 yılında Bolşeviklerin galibiyetiyle Ekim Devrimi’nin zaferiyle sonuçlanmıştır.

1896-1917 yıllarına ait gerçek görüntüleri çeken Sergei Eisenstein, Grigori Aleksandrov dünya sosyalist kültürüne büyük miras bırakmışlardır. Sergei Eisenstein, Grigori Aleksandrov 1925’te 1905 ayaklanmasını anlatan “Potemkin Zırhlısı” filminin pek çok sahnesini gerçek çekimler kullanarak yapmışlardır. 1926 yılında ise “October/Ekim” filmi gerçekleştirilmiştir. Bu filmler dünya sinema tarihinin sessiz sinema döneminin şaheserleri olarak anılmaktadır. Bu filmlerde belgesel fotoğrafçıların gerçek görüntüleri de kullanılmıştır.

Sosyalist ideolojinin sanat kuramı olarak “Sosyalist Gerçekçilik” sanat akımlarıyla sorunlar yaşamıştır. Fütürizm, Avangard, Dada, Konstrüktivizm, Süprematizm, Sembolizm vb. ile nasıl bir sosyalist anlayış olabileceği çokca tartışılmıştır. Sanat akımlarının içerikleri değişmiş, yenilenmiştir. Sovyet devrimi sanatın iktidarını Avangart sanat akımına bırakmış ama süreç içinde çatışmalar kaçınılmaz da olmuştur. Farklı bakış açılarıyla ilerlemiş ve dünyayı etkileyen ya da bir döneme damga vurmuş sanat akımları olarak tarihe geçmişlerdir.

Bu durum fotoğraf içinde geçerlidir. Sovetskoe foto (Sovyet fotoğrafçılığı) dergisi 1926’da yayınlanır. Sovetskoe'nun ilk sayısının kapağını da Rodechenko tasarlar. Sayfalarında, Rodchenko da dahil olmak üzere avantgart fotoğraf sanatçılarının fotoğrafları yayımlanmıştır. Hatta biçimci olmakla suçlanarak (Yabancı ve elit bir tarzı yansıttıklarını ima edilerek) kınanmıştır. 1928'de Rodchenko'yu Batı Avrupa Fotoğraf Sanatçıları László Moholy-Nagy ve Albert Renger-Patzsch'ın konusunu ve kompozisyonlarını biçim olarak taklit etmekle suçladılar. 1934'te hükümet, yalnızca sosyalist gerçekçiliğin proleter tüketime uygun olduğunu ve Rodchenko'nun buna uyduğuna karar verdi. Bununla birlikte sanat derneklerinde Rodchenko’ya görevler verildi. O dönemlerde yayınlanan dergilerde “Sosyalist Gerçekçilik” kuramı geçerli olmak üzere zaman zaman farklı sanat anlayışları hakim oldu. Fotoğraf bu bağlamda gelişti. Fotoğrafçılar yeni anlayış ve biçimleri geliştirdiler kullandılar. Manzara, portre, belgesel, soyut, foto jurnalizm gibi alanlarda özgün çalışmalara imza attılar. Dünyaya örnek oldular.

1920-1930'ları Sovyet Fotoğrafçılığının erken dönemi olarak sayabiliriz:

Max Alpert (1899-1980), Nikolai Andreev, Victor Bulla (1883-1938), Semyon Fridlyand (1905-1964), Alexander Grinberg (1885-1979), Sergey Ivanov-Alliluev (1891-1979), Valentina Kulagina (1902-1987), Sergey Lobovikov 1870-1941), Moisei Nappelbaum, Nikolai Petrov (1874-1940), Aleksandr Rodchenko (1891-1956), Arkady Shaikhet (1898-1959), Arkady Shishkin (1899-1985), Mikhail Tarkhanov (1888-1962), Vasily Ulitin (1888-1976) ve M. Vitoukhnovsky  bu dönemin öne çıkan fotoğrafçılarıdır.

“Saraylar, tapınaklar, mezarlıklar ve müzeler için değil; Hayat için çalışın. Herkesin arasında, herkes için ve herkes ile birlikte çalışın.”
Aleksandr Rodchenko

(Evrensel)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder