16 Ekim 2024 Çarşamba

Birgün " KÖŞEBAŞI" - 16 Ekim 2024 -

 Zevk alamıyorum -Kaan Sezyum-

Artık hiçbir şey eskisi gibi keyif vermiyor. Bir ara admin ne güzel “Dünya 5’ten büyüktür” filan gibi laflar ediyor, insanı ve dünyayı hayretler içinde bırakıyordu. Şimdilerde eski Rabia’nın da tadı kalmadı. En fazla Sisi’yi uçağa yollarken 4 parmak el sallanır… Bir ara adeta “Türk, öğün, çalış, güven”le yarışması için hazırlanmış “Oku, düşün, uygula, neticelendir” sözü vardı mesela. Onun da baş harfleri yan yana gelince talihsiz bir şekilde “ODUN” kelimesi ortaya çıkıyordu… Şu sıralar adminin dedikleri de çok şaşırtmıyor. Mesela en son yine ısrarla ve bir kez daha İsrail tehlikesinin Türkiye’ye yaklaştığını belirtip "Ülkemize yaklaşan tehlikeyi göremeyen idrak yoksunu kimi şahsiyetler varsa da biz riski görüyoruz." dedi… İsrail, neden en büyük tedarikçisine dalaşsın ki? Yani akıl var mantık var, biliyorsunuz İsrail’le ticaretimiz de kesilemedi bir türlü. Adamlara çimentodan, betona, yakıttan, mermere kadar her şeyi sağlıyoruz. Gazze geçerken yüreğimizden sakince, İsrail’e gemiler kalkar gizlice…

                                                             ∗∗∗

Tüm bunlar yaşanırken sevgili püskevit dede de iyice yaş aldı. Hem de çok güzel yaş aldı. Eskiden bir “Püskevit” dese tüm ülke gülmekten kırılırdı, şimdilerde “Hans, Sam, Toni, Coni, Herkel, Frank, alayı birden Türkiye’de…” aman, sonrasını yazamayacağım, olaylar olaylar. Yani bu seviyeden sonra artık “Türk, Kürt kardeştir, aksini iddia eden kamburdur, kalleştir” dese de çok kesmiyor. Malum parti ve ekstra yol yardımı partinin tabii oya ihtiyaçları var. Oya’yla Kaya’nın oylarına… Daha geçen hafta tüm Kürtleri PKK’lı yapmıştı halbuki. Dedeleri sahneden almak lazım ama işte dediğim gibi siyasetimize de bir yeni yıldız giremedi uzunca bir süredir. Mahalle yanarken, halısını ören Özgür Bey’de de o kadar özel bir durum yok, gördük saçları çok güzel olmuş. Son açıklamalarıyla kendisi de kendisini ve kendisine oy veren seçmenlerin sinirlerini yeterince zorlayabiliyor. “Ahmak” davasıyla zorlanan İmamoğlu konusunu ise pek bilmiyorum. Bir kez kendisiyle bir etkinlikte birlikte olmuştum. Çok dokunuyor. Çevresindekilere “Ekrem Bey, çok dokunuyor, bu da bana dokunuyor” dediğimde de “Kendisi biraz dokunmatiktir” demişlerdi. Siyasetçi sonuçta halka bir şekilde dokunması gerekiyor.

∗∗∗

Evet siyaset sahnesinin parlak simalarından Numan Kurutulmuş ise bir zamanlar laflar hazırladığı Erdoğan’ı enişten duygularla seven bir bireye dönüşmüş gibi. Şu günlerde adeta mahallede mevzu çıkmadan önce dövülecek ekibin yanına ufak çocuk yollanıp, ufak çocukla dayak atılacak ekibi rahatsız etme davranışındaki gibi bir davranışla “Anayasa’nın bazı maddelerinde yazım hatası var, anlamlar kayıyor, aydı maydı ayağım kaydı” diyerek, değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek maddelere yanladı… Adeta öncü birlikler gibi kendisini cehennem ateşlerinin içine attı. Sonrasında ise adeta evin muzır çocuğu misali hafta sonu saraydan gelen güdümlü anne terliğini ensesine yedi. Lafın gelişi tabii, bütün bu olanlar ve gelen terlik de planlı. Sekiz bin yıllık devlet aklı her şeyi yapar, yanlış yapmaz.

∗∗∗

Gündemimizin arada sırada kendini gösteren ilginç aktörlerinden biri de RTÜK başkanımız. Ben kısaca kendisine Ebubu diyeceğim, çok daha sempatik geliyor böyle bence. Ebubu Bey de arada sırada çıkıp Didem Soydan’ın ayakkabısından viski içen gençleri izleyip isyan ediyor. “Olur mu böyle şey” diyor. “Gençlik bitmiş” diyor, “Kaş bitmiş” diye de ekliyor… Yok canım eklemiyor, Kaş biteli yıllar oldu. Oldu olmasına da ben Ebubu Bey olmasa Didem’in (kendisiyle hasbihalim var, o kadar da olsun sonuçta ünlü bir köşe yazarıyım BirGün’de… BirGün’de bir İsmail Arı var, bir de ben varım. İsmail Saymaz’ı filan alırım bence kesin baca gibi sigara içiyordur. Ama o iki Barış sakat. Onlarla uğraşılmaz, saçlarından korkuyorum. Kafadan ayrı takılıyorlar gibi.

∗∗∗

Sonuncusu ama önem sırasında sonuncu olmayan bir isimle devam etmek istiyorum. Son günlerin alnı kadar parlak ismi Mehmet Şişmek… Sayın Şişmek de artık şaşırtmamaya başladı. Sonuçta bu gözler Nebati’yi, gözleri şıp şıp açılıp kapanan, terler içinde kalan damat bakanları da gördü. Mehmet Bey, akılcı açıklamalarıyla kalitesini ilk geldiğinde hissettirmişti lakin son günlerde artık kendi dediklerine bile inanmayarak karşımıza çıkıp, gaipten vergiler uydurmaya, savunma sanayimizi vatandaşın harcanmamış parasından alacağı 750 liralarla kapatacağını iddia etmeye başladı. E her şeyin de bir şeyi varmış demek ki. Mehmet Bey’in de kalite buraya kadarmış. Sonuçta o da emir kulu… Ya bir de şeyi merak ediyorum, onca zaman nas, mas, ekonomi, çekomastik filan diye fantastik bir ekonomi politikası izledik. Ekonomi çok afedersiniz içine çökünce neden vazgeçtik bu saçma politikadan. Adam gibi adam olmak belki de o kadar kolay değil. Ben olsam sonuna kadar nas derdim. Ne yazık ki her şeyin hakkında her şeye karar verip de hiçbir şeyden sorumlu olmayan ben değilim.

∗∗∗

Önümüzdeki haftaya kadar kendinize iyi bakın, çünkü daha kötü bir hafta hepimizi bekliyor. (Afacan Beşler çetesi hariç)

                                                         /././

Bir silikon şehir: Esenyurt -Şükrü Aslan-

Şehir üzerine çalışan akademisyenlerin, Esenyurt’a dair yayınlarında en fazla kullandıkları sözcüklerden birisi ‘planlama’, daha doğru ifadeyle ‘planlayamama’ olmuştur. Zira Esenyurt sözcüğün gerçek anlamında küçük bir köyden azman yerleşime dönüşmüş bir şehir örneğidir. Mike Davis’in ifadesiyle, sanayileşme dinamiğinden çok, enformellik ve inşaatla şişirilmiş bir tür ‘silikon şehir’dir. Toprağın her metrekaresinin inşaat amacıyla kullanıldığına ilişkin bir saha aranacaksa, Esenyurt ilk sırada gelir. Çünkü orada yaşanan hızda ve ölçüde bir yeniden rant üretme girişiminin pek az örneği vardır.

İlk adıyla Eşkinoz çiftliği olarak bilinen Esenyurt, diğer benzerleri gibi Müslüman olmayan yerleşik kültürler-grupların yaşam mekânıydı. Türkiye’nin ‘muhacirliğe’ dair politikası gereği 1948’de Bulgaristan ve Romanya’dan getirilen/gelen muhacirler buraya yerleştirilmiş ve adı da 1967 yılında Esenyurt olmuştu. 1989’a kadar Büyükçekmece’ye bağlı bir köy olarak idari sistemde yer almış, o yıl yapılan Belediye seçimlerinden sonra hem kitlesel göçlerin, hem de planlı bazı konut yapı kooperatiflerinin faaliyet gösterdiği bir mekan olmuştu. Bu yeni durum o zamanlardan başlamak üzere Esenyurt’ta inşaat sürecine hız kazandırmıştı.

Fakat Esenyurt’un bir ‘silikon şehre’ dönüşmesi, hızla bir rant partisi haline gelen AKP’li belediye ile sağlanmıştı. Toprağın neredeyse her metrekaresinin inşaat alanı olarak üretilmesi biçiminde tezahür eden sınırsız-şuursuz bu rant arayışı ile, Esenyurt yapı stoğu bakımından olduğu gibi, nüfusu bakımından da İstanbul’un ve Türkiye’nin en büyük ilçesi haline gelmişti. Büyükçekmece’nin o küçük köyü, göz açıp kapayıncaya kadar ülkenin azman şehirlerinden birine dönüşmüştü. Bu radikal dönüşüm; Esenyurt Belediyesi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve merkezi yönetimlerin elbirliği yaparak, bütün mekanı bir şantiye sahasına çevirmeleriyle mümkün olmuştu. Esenyurt, o yıllarda merkezi yönetim tarafından hararetle savunulan kentsel dönüşüm politikalarının da bir tür laboraruvarı olmuş; yine İstanbul’da Fikirtepe örneği gibi bir deneme mekânına dönüşmüştü.

Esenyurt bugün artık kuruluşundaki gibi sadece Balkan muhacirlerinin değil, başka ülkelerden ve Türkiye’nin hemen her şehrinden gelen göçmenlerin de ikamet mekânıdır. Yaklaşık bir milyonu bulan nüfusunun % 46’sı Doğu-Güneydoğu, % 30’u Karadeniz, % 11’i Marmara bölgesinden gelen göçmenlerden oluşmaktadır. Göçmenlerin geldiği dahili coğrafya o kadar çeşitlidir ki bunun bir yansıması olarak Esenyurtta bugün 40 dolayında il derneği bulunuyor. Yanısıra küresel göç ve akışların da bir tür merkezine dönüşen Esenyurt’ta dünyanın hemen her kıtasından ve pek çok ülkesinden göçmen gruplara tanıklık etmek mümkündür. Bu göçün fotoğrafı o kadar kaotik ve belirsizdir ki, Esenyurt’ta hangi ülkeden ne kadar göçmen nüfusun yaşadığına dair güvenilir resmi veriler yoktur.

Esenyurt mekansal ve toplumsal sorunlar yumağı bir silikon şehir olmaktan nasıl çıkarılabilir? Aynı zamanda bir kent sosyologu olan bugünkü belediye başkanı prof. Ahmet Özer’in temel dertlerinden birisi de budur. Ama bu sadece belediyenin değil, kamucu kaygılarla düşünen ve politika üreten herkesin derdidir. Herhalde bir ilk karar olarak bu yerleşimi, belli bir süre yeni rant arayışları ve imar hareketlerine kapatmak gerekir. Bu, her şeyden önce Esenyurt’un nefes alması için gereklidir. İkinci adım olarak ülkenin bu en büyük ilçesinin toplumsal-mekansal tüm alanlarına dair veriler üretmek gerekir. Zira bu veriler ilçedeki sorunlara, ne tür çözüm önerileri geliştirmek gerektiği konusunda da bir yol haritası çıkarmaya imkân verir.

Özetle Esenyurt, İstanbul’da yeni dönem belediyecilik deneyimlerini izlemek ve sonuçlarını görmek açısından en ilgi çekici mekândır. Hatta sözcüğün gerçek anlamında bir laboratuvar olduğu söylenebilir. Belediye Başkanının ‘kent uzlaşısı’ ile seçilmiş olması da bu durumu bir bakıma özel kılmaktadır. Esenyurt’un demografik yapısı göz önüne alındığında Türkiye’nin siyasal-kültürel gerilimlerinin çözümüne dair yeni bir söz söyleme potansiyeli de taşımaktadır.

                                                                    /././

BOP’ta 3’üncü evre: Tufan’dan ‘yeni düzen’e -İbrahim Varlı-

Kan gölüne çevrilen Ortadoğu’da yaşananları, nedenlerini ıskalayarak sadece aktüel gelişmeler üzerinden okumak büyük resmi görmeyi engeller. Tarihin en aşırı sağcı İsrail rejiminin emperyalistlerin desteğiyle adım adım hayata geçirmeye çalıştığı senaryo, yaşananların bir tesadüf olmadığını gösterdiği gibi tüm bunların Büyük Ortadoğu Projesi’nden (BOP) ayrı ele alınamayacağını da ortaya koyuyor. 7 Ekim saldırıları üzerinden bölgeyi ateşe veren İsrail’in yapmak istedikleri, emperyalistlerin Ortadoğu’yu dizayn etme politikalarıyla uyumlu, paralel şekilde ilerliyor.

NEYDİ BOP?

Öncelikle neydi BOP? Tayyip Erdoğan’ın eş başkanı olmakla övündüğü Amerikan menşeli Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) Ortadoğu’nun Amerikan çıkarları doğrultusunda dizayn etme girişimiydi. Temelleri iki binli yılların ortalarında Beyaz Saray’da atıldı. Dönemin ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve Dışişleri Bakanı Conozlidze Rice’ın 7 Ağustos 2003’te Washington Post’ta “Transforming the Middle East” “Ortadoğu’yu Dönüştürmek” başlıklı yazısıyla kamuoyuna ifşa edilen proje daha sonra Kuzey Afrika’yı da içerek şekilde genişletildi. Ve adına Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi denildi.

NEDEN BOP?

1’inci neden; bölgenin neoliberalizasyonu

ABD’nin “Ortadoğu’yu Dönüştürmek’ten kastı bölge ülkelerinin “reform” adı altında neoliberalisazyonuydu. Dünyanın enerji deposu olan bölgenin tüm bileşenlerini kapsayacak şekilde bölgenin neo liberal tahakküme açılması “reform” olarak pazarlanıyordu. Bölge rejimlerinin neo liberalizmle sorunları olmasa da ABD’nin istediği hızda küresel neo liberal politikalara entegre olmuyorlardı. İran, Libya, Suriye bu ülkelerdendi.

2’nci neden; İslamcılara alan açmak

Bir diğer etken ise “Yeşil Kuşak” bakiyesi siyasal İslamcılara alan açmaktı. Yıllar yılı “beslenen” siyasal İslamcılar artık kabuğundan çıkmıştı, bunların “ılımlılaştırılarak” siyasal sürece entegre edilmeleri gerekiyordu. Ne liberalizmle ne de emperyalizmle bir sorunları olan İslamcılar, kendilerine biçilen misyonu yerine getirmekte heveslilerdi.

3’üncü neden; İsrail’in güvenliğini sağlamak

BOP’un bir diğer ayağı da İsrail’in “güvenliği”nin sağlanmasıdır. Yayılmacılığını sürdüren İsrail’in işgalci politikaları Ortadoğu’da büyük bir rahatsızlık nedeniydi. İsrail’in “güvenliği” için bölgenin düzleştirilmesi gerekiyordu. Bunun için de İsrail’e karşı çıkan İran ve müttefiklerinin oluşturduğu “Direniş ekseni”nin parçalanması ve “ılımlı” İhvancılar’a alan açılması gerekiyordu. İslamcılar iktidara taşınarak radikallikleri de törpülenecekti bu vesileyle.

BOP’UN AŞAMALARI

Ortadoğu’ya nizam vermeye yönelik Büyük Ortadoğu Projesi’nin üç evresinden bahsedilebilir.

1’inci evre Arap Baharı

2010’lara gelindiğinde BOP’un hayata geçirilmesi için elverişli maddi koşullar oluşmaya başladı. Arap sokaklarındaki kitlelerin biriken öfkesi çalındı, meydanlara taşan irade BOP’a kanalize edilmeye çalışıldı. Kimi ülkelerde kısmen başarılı olundu, kimilerinde ise bu girişim tutmadı, Libya, Suriye, Yemen gibi ülkeler kanlı bir iç savaşa sürüklendi.

2’nci evre Abraham Anlaşmaları

Emperyalist odaklarının Ortadoğu’yu Arap Baharı üzerinden dönüştürme senaryosu iflas edince Amerika, Donald Trump ile birlikte yeni bir konsepte gitti. Mevcut İslamcı/Arap rejimlerin diplomatik yollarla, masa başında çeşitli rüşvetler/çıkarlar karşılığında İsrail ile barıştırılması. Abraham/İbrahim anlaşmaları ile Arap rejimleri birer birer normalleşti. Her şey yolunda gidiyor gözükürken Filistin’in var olma hakkını yok sayan bu anlaşmalar da 7 Ekim 2023 itibariyle sekteye uğradı.

3’üncü aşama; İsrail eliyle yıkım

İlk iki aşamanın başarısız olması üzerine üçüncü safha da bizzat İsrail’in saldırganlığıyla birlikte devreye sokuldu. İsrail üzerinden Ortadoğu’ya nizam verilmeye, yeni bir dizayn oluşturulmaya çalışılıyor. İsrail’in Lübnan operasyonuna verdiği “yeni düzen” adından da anlaşılacağı üzere bu yeni safhada savaşın tüm bir bölgeye sıçraması hesaplanıyor. Netanyahu, 27 Eylül’de iki farklı Ortadoğu haritasıyla birlikte çıktığı BM kürsüsünde “Yeni bir Ortadoğu”dan bahsederken kafalarındaki planı dile getiriyordu. İsrail’in aynı anda Yemen’den Lübnan’a, Gazze’den Suriye’ye dört farklı cephede ateşi yakması Amerikan emperyalizminin bölgesel politikalarından bağımsız değil. Trump da "Yeni ve daha uyumlu bir Ortadoğu nihayet ufukta görünüyor" derken İran tehdidinden arındırılmış bir Ortadoğu arzusunu dile getiriyor.

KIYILARI VURAN DALGALAR, REJİMİN YENİ OYUNLARI

Büyük bir alt üst oluş içerisindeki Ortadoğu’da ABD’nin çıkarlarıyla İsrail’inkiler birbiriyle örtüşüyor. İsrail’in “yeni düzen” planları Amerikan emperyalizminin Ortadoğu yönelimlerinin hayata geçirilmesini de kapsıyor. O yönelim de İran ve müttefiklerinin direncinin kırıldığı, “direniş ekseni”nin dağıtıldığı, İsrail’in güvenliğinin sağlandığı ve yayılmacılığının hayata geçirildiği bir düzen.

ABD/Batı emperyalizminin ve İsrail’in yönelimlerinin neden olduğu yıkımın dalgaları haliyle Türkiye’ye de uzanıyor. Gelişmeleri fırsata çevirmek isteyen Saray rejiminin “iç cephe” tahkimatı bölgedeki gelişmelerden bağımsız değil. Rejimin tahkimatı için oltaya takılan “yeni anayasa” ve “yeni çözüm süreci” yemleri kapalı kapılar ardında bir şeylerin pişirildiğini gösteriyor.

                                                         /././

Yapıyor çünkü yapabiliyor!-Berkant Gültekin-

Bahçeli dün, DEM Partililer ile tokalaşmasından “iktidarın Kürt sorununu çözme yolunda adımlar atacağı” anlamını çıkaranları hayal kırıklığına uğratacak bir açıklama yaptı. Elini yeni bir çözüm süreci için uzatmadığını belirten Bahçeli, “Devlet terörle masaya oturmaz” dedi ve DEM Parti’ye “Uzattığım eli sabote etmeyin, aklınızı başınıza alın” mesajını gönderdi.

Kendi açıklamasına bakılırsa, Bahçeli elini “milli beraberlik, kardeşlik ve kaderdaşlık” amacıyla uzatmış. Hamlesine gerekçe olarak ise İsrail’in bölgedeki saldırganlığını gösteriyor. Bahçeli, “MHP, hem içimizde hem de dışımızda barış havasının egemen olmasını iliklerine kadar arzulamaktadır” demekle kalmadı, PKK lideri Öcalan’a da şu çağrıyı yaptı: “Türkiye’ye getirilirken, ‘her türlü hizmete hazırım’ diyen teröristbaşı, buyursun terörün bittiğini, örgütünün tasfiye edileceğini tek taraflı ilan etsin.”

Yani özetle Bahçeli’ye göre ortada iki tarafın oturup konuşması gereken bir mesele yok. Bir tarafta “terör”, diğer tarafta da “devlet” var. Şimdi devlet, esasında Cumhur İttifakı, diğer tarafa çağrıda bulunuyor; diyor ki “Ben seni bir irade olarak muhatap görmüyorum ama sana, benim himayeme girme şansı veriyorum.” İktidar bununla birlikte Kürt hareketine somut adım bekleyerek süreci tıkamama öğüdünde de bulunuyor. “Siz hele şu elin kıymetini bilin, bizim de elbet gönlümüzden bir şey kopar” rolü kesiliyor. Hatırlanırsa, Erdoğan’ın talimatı üzerine kamuoyunu bilgilendiren A Haber muhabiri Rüya Hanım’ın sözleri de tam olarak bu kapıya çıkıyordu.

Şimdi ne olup ne bitecek, burası önemli. Kürt hareketi içinde uzatılan ele cepheden bir karşı çıkıştan ziyade diyaloğa açık, temkinli de olsa iyimser bir bekleyiş söz konusu. Son günlerde Erdoğan-Bahçeli hattından gelen “Fazla havaya girmeyin” mealindeki açıklamalar ve Diyarbakır’da DEM Parti’nin mitinginin yasaklanması hoşnutsuzluk yaratsa da temelde bu kanıyı değiştirmemişe benziyor.

DEM Parti’nin dünkü grup toplantısında konuşan Tuncer Bakırhan, “Bir elinizi uzatırken diğer elinizle tehdit savurmayın” sözleriyle iktidarın tutarsız davranışlarından şikâyet etti. Bahçeli’ye de “Madem Öcalan’a çağrı yapıyorsunuz o zaman tecridi kaldırın, ne dediğini duyalım” karşılığını verdi. Bakırhan bununla birlikte “'Kürtler iktidarla anlaştı' diyenler oluşabilecek diyalog zeminleri önüne bariyer koyarak bu ülkenin çözümsüz bir şekilde bu biçimde devam etmesini istiyorlar” sözleriyle de diyaloğa açık tutumlarının altını bir kez daha çizerek “İktidarla masa oturmayın” diyenlere yüklendi.

Tokalaşma hadisesinden sonra süreç görünürde pek sıcak ilerlemiyor. Taraflar bir yandan kitlelerini konsolide edip genel kamuoyuna meramlarını anlatırken diğer yandan da birbirlerini tartmaya çalışıyor. Ancak siyasette her detay görünür hale gelmeyebiliyor. Başka bir deyişle görünenler meselenin tümünü anlatmayabiliyor. Dolayısıyla konuşulmakta olanı değerlendirirken bu gerçeği akıldan çıkarmamak lazım.

Tüm bu olan bitenler bize tek bir şey gösteriyor. En kırılgan döneminde bile Erdoğan’a yeni hamle fırsatları yaratan zemini, Türkiye’de muhalefet partilerinin rejimi “sorunun kaynağı” olarak değil öyle ya da böyle “çözümün adresi” olarak gören siyasi perspektifleri sağlıyor. Mevcut düzen, değiştirilmesi gereken bir yapı olarak nitelendirilip mücadele bu hatta oturtulmadığından, iktidarın hegemonyasını sarsacak bir denklem de geliştirilemiyor. O nedenle rejim, ülkedeki çok boyutlu sosyal ve ekonomik kriz karşısında köşeye sıkışmadığı gibi, kendi hedeflerine ulaşmak için yeni politikalar tesis edebiliyor, farklı taktikler geliştirebiliyor. Örneğin “İsrail bize saldıracak, sırada biz varız” lafını ortaya atıp ipin ucunu 100 bin lira kredi kartı limiti olandan “savunma vergisi” almaya bağlayabiliyor. Yapıyor çünkü yapabiliyor!

Ekonomik olan politik, politik olan ekonomiktir. İktidarın anaakım siyasette meşrulaştırdığı sağ hegemonya, halkın sırtına ek vergi olarak geri dönüyor. Oysa milyonlarca insan tarihin en ciddi geçim krizlerinden birini yaşarken, gündemde olması gereken tartışma savunma sanayiine yurttaşın cebinden para aktarılması değil, mevcut bütçeden savunmaya giden payı sosyal harcamalara yönlendirmek olmalıydı. Fakat anaakım siyasette ne bunu sağlayacak akıl ne de irade var.

Bugün AKP’nin dayattığı ideolojinin ana sütunlarını, uzlaşılan “kutsal” kaidelerini ve etik değerlerini sorgulamayan bir anlayışın, topluma bir gelecek vizyonu sunması imkânsız. İktidar tüm anti demokratik karakterine ve yarattığı yıkıma rağmen hâlâ ülkeyi “çözüm süreci olacak mı olmayacak mı” diye bir tartışmanın içine çekebiliyorsa büyük oranda bu yüzdendir.

BİR DÜŞ

BirGün’ün 20 yıllık özgün hikâyesi belgesel oldu. Sermayeden, egemen ilişkilerden bağımsız, halktan yana bir gazeteciliğin var olabileceğini kanıtlayan, üstelik bunun herkes tarafından takdir edilen mesleki başarılarla birleştirilebileceğini gösteren gazetemizin yolculuğu belgesele konu olmayı fazlasıyla hak ediyordu. Çünkü 20 yıl önce “Bir gün mutlaka” diyen ve sadece kendi öz gücüne güvenerek ilk adımı atanların başlattığı bu kolektif yolculuk, topluma dayatılan ezberleri yıkan, devrimci, ilham verici ve en önemlisi de hâlâ devam eden canlı bir serüven. Şimdi bu serüvene ışık tutan “Bir Düş” belgeseli, ilçe ilçe, kent kent, ülke ülke dolaşarak onu daha fazla insanla buluşturacak. Belgeselin gösterim tarihlerini zaman ilerledikçe gazetemizden duyuracağız. Geçmişten bugüne BirGün’e sahip çıkan, değer katan herkese sevgi ve saygıyla…

(BİRGÜN)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder