T24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -5 Kasım 2024-

Enflasyonu düşürme programının döviz kuru çapası/çıpası nedir?-Ercan Uygur-

Döviz kuru için, dolar veya dolar ve Euro sepeti olarak, neden bir sayısal artış oranı açıklanmıyor? Her an gelebilecek vergiler, sürekli artabilecek “itibar harcamaları” beklentisi ve haksızlık duygusu var. Bu soruyu Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’e ekim ayındaki T24 konferansında sormak istemiştim.

Dün açıklanan TÜİK oranı ile birlikte, yıllık tüketici (veya geçinme) enflasyonları şöyle sıralandı: TÜİK yüzde 48,58; İTO yüzde 59,10; ENAG yüzde 89,77. Elbette, her zamanki gibi, TÜİK enflasyonu İTO ve ENAG enflasyonlarından daha düşük.

Nereden bakarsak bakalım, enflasyon hedeflendiği veya öngörüldüğü kadar düşmüyor. Üstelik, Ekim ayı itibariyle, 12 ay sonrası için tüketicilerin beklediği enflasyon yüzde 67,23. Peki Türkiye’de enflasyon ve enflasyon beklentisi neden ataletli ve hızlı düşmüyor?

Bu soruya verilecek genel yanıt, enflasyonu düşürme programına ve/veya programın sahibi olan kişi ve kurumlara duyulan güvensizlik ile ilgilidir. Programın sahibi derken en tepeden, yani Cumhurbaşkanından başlamak gerekir.

Cumhurbaşkanı anayasayı ve anayasa mahkemesini tanımıyorsa, yargıya ve hukuka müdahale ediyorsa, seçilmiş kişileri ve kurumların yöneticilerini görevden alıyorsa, her an enflasyonu düşürme programını da tanımayabilir, bu programa müdahale de edebilir.

Güvensizlik konusu temelde budur. Diğer teknokrat nitelikli yöneticilerden böyle bir müdahale beklenmez. Keynes’in dediği gibi, iktisadın içinde hukuk, devlet yönetimi, siyaset, sosyoloji, felsefe, matematik, istatistik gibi her konu vardır. “Ekonomist” olanların bunu bilmesi gerekir.   

Ancak bu yazıda amacım, Türkiye’de son birbuçuk yıldır uygulanan enflasyonu düşürme programının kendisine yönelik “çapa veya çıpa” sorununa dikkat çekmektir. Bunu bu köşede ve başka yerlerde birkaç kez ifade ettim.

Bu bağlamda Arjantin’de yürütülen enflasyonu düşürme programına da bir örnek olarak değiniyorum. Türkiye’deki program 18 ay önce, Arjantin’deki 10 ay önce başladı. Döviz kuru çapası olarak farkları veya benzerlikleri var mıdır sorusuna kısaca yanıt veriyorum.

Para politikasında hedefleme veya çapa/çıpa konusu

Ana akım iktisat dünyasında enflasyonu düşürmek veya belli bir düzeyde tutmak için bir hedefleme yapmak, diğer bir ifade ele bir “nominal çapa” seçmek gerekir. Hedef belirleme, enflasyonu belirlediği düşünülen bir değişken içindir, o değişken aynı zamanda bir çapa oluşturur. 

Para politikası da bu hedefleme çerçevesinde uygulanmalıdır. Bu bağlamda üç hedeflemeden veya çapadan söz edebiliriz.

Birincisi, para hedeflemesi veya çapasıdır. Merkez bankası para miktarı artışı ile enflasyon arasındaki ilişkiyi inceler. Bu inceleme sonucunda örneğin M0 veya M1, veya M2 gibi bir para miktarı için bir artış oranı belirler. Gelecek dönemin enflasyonunu da para artış oranına bağlı olarak, ilan eder.

İkincisi, döviz kuru hedeflemesi veya çapasıdır. Merkez bankası bu kez kur artışı ile enflasyon arasındaki ilişkiyi inceler. Bu inceleme sonucunda kendi parasını dolar, Euro gibi bir paraya veya bir kur sepetine sabitler. Veya parasının diğer paraya veya sepete göre belli bir oranda değer yitireceğini açıklar. Gelecek dönemin enflasyonunu, kurdaki değişmeye bağlı olarak, ilan eder.

1970’lerden 1990’lara kadar uygulanan para ve döviz kuru hedeflemeleri veya çapaları, istenen kadar başarılı olmamış, hatta para veya bazen ödemeler dengesi bunalımlarına neden olmuştur. İşte bu nedenle üçüncü bir hedefleme önerilmiştir.

Üçüncü hedefleme veya çapa, enflasyon hedeflemesi veya çapasıdır. Uygulaması gelişmiş batı ülkelerinde başlamıştır. Bu uygulamada, araya para miktarını veya döviz kurunu katmadan, doğrudan enflasyonun kendisi hedeflenmiştir.

Bu hedefleme ile, ilan edilen enflasyon hedefinin bir çapa görevi göreceği ve enflayonun ve enflasyon beklentilerinin bu çapaya doğru yakınsayacağı düşünülmüştür. Elbette bu yakınsamayı

sağlamak için hedefe uygun para/faiz ve maliye politikalarının uygulanacağı varsayılmıştır.

Türkiye’de uygulanan programda çapa konusu ve döviz kuru çapası

Şimdi gelelim Türkiye’de uygulanan enflasyonu düşürme programındaki hedefleme veya çapa sorununa. Bu programda enflasyon hedeflemesi uygulanmıyor, uygulanması da çok zor. Çünkü enflasyonun kendisi çok yüksek ve ekonomide genel olarak istikrarsızlık ve güvensizlik var.

Aslında (açık) enflasyon hedeflemesi Türkiye’de 2006 yılından başlayarak uygulandı. Ancak özellikle 2016-2018 döneminden başlayarak hedeflenen ile gerçekleşen enflasyon arasında çok büyük farklar oluştu.

Gerçi yüzde 5 enflasyon hedefi hala birkaç yıl sonrası için kağıt üzerinde korundu, ama bu hedefe 2016--2018 döneminden başlayarak kimseler inanmıyor, hatta bakmıyor. Ayrıca, son 6-8 yılda enflasyon hedeflemesinin gerektirdiği faiz gibi politika araçlarınn kullanılması da soru işaretleri taşıyor.

Bu programda para hedeflemesi de uygulanmıyor, çünkü daha önce de belirttiğim gibi para miktarı değişmeleri ile enflasyon arasında istikrarlı bir ilişki yok. Bu istikrarsızlık, birçok nedenle, daha önce de hem başka ülkelerde hem Türkiye’de vardı, olageldi. 

Para hedeflemesi konusunda önemli bir sorun daha var; dolarlaşma (para ikamaesi) nedeniyle Türkiye’de M1 ve M2 gibi değişkenler içinde yabancı paralar da var. Para hedeflemesi döviz içeren değişkenlerle yapılamaz elbette.

Öyleyse enflasyonu düşürmek için geriye bir tek döviz kuru hedeflemesi veya döviz kuru çıpası kalıyor. TCMB, aslında 2022 yılından bu yana, ama bir program çerçevesinde 2023 Haziran ayından bu yana, döviz kuru çapası kullanmaya çalışıyor.

Ancak döviz kuru çapası konusunda şöyle bir sorun var: Hedefleme veya çapa denildiğinde hedef olarak bir sayısal değer olması gerekir. Türkiye’de uygulanan programın çapası döviz kurudur, ancak bu çapanın sayısal değeri yoktur. Bu yönüyle programda bir çapa görevi eksikliği vardır.

Vurgulamak gerekir ki, döviz kuru konusunda geleceğe yönelik bir belirsizlik vardır. Peki döviz kuru için, dolar veya dolar ve Euro sepeti olarak, neden örneğin bir sayısal artış oranı açıklanmıyor? Bu soru önemsiz gibi görülebilir, ancak beklentiler bakımından önemlidir.

Tüm karar alıcılar farkında ki TL’nin değerlenmesi çok uzun süre devam edemez. 2022 ve 2023’ten gelen TL değerlenmesi var. Ancak yalnızca 2024 yılına bakarsak görüyoruz ki, OVP’ye göre dolar kuru ortalama yüzde 41,4 yükselecek, GSYH deflatörü ise yüzde 60,9 artacak.

Ayrıca 2025’te de TL’nin reel değerlenmesi devam edecek görünüyor. Burada dolar kuru yüzde 26,4 artarken, GSYH deflatörü yüzde 33,9 artacak. Bu süreç, ancak yüksek faiz ile devam edebilir. 

Döviz çıpasındaki eksiklik, bir şeffaflık zafiyeti ve belirsizlik kaynağı durumundadır. Halbuki enflasyonu düşürme uygulamalarında açık ve şeffaf olmak var olan güvensizliklerin azalmasına yarımcı olur. Belirtilmesi gereken başka bir belirsizlik de maliye politikası kaynaklıdır.

Her an gelebilecek vergiler, sürekli artabilecek “itibar harcamaları” beklentisi ve haksızlık duygusu var. Bunlar da belirsizlik ve güvensizlik yaratıyor.

Arjantin’de uygulanan programda döviz kuru çapası ve bütçe dengesi

Arjantin’de 2023 Kasım ayında aşırı libertaryan ve sağcı Javier Milei başkan seçildi. Aralık ayında resmi dolar kuru ile piyasa kuru arasındaki farkı gidermek üzere yüzde 50 oranında devalüasyon yaptı. Bunun da etkisiyle yıllık tüketici enflasyonu 2024 Ocak ayında 254,2 iken, Nisan’da 292,2’ye çıktı.

Arjantin’in, IMF ile anlaşmalı biçimde uyguladığı enflasyonu düşürme programının birçok özelliğinden birkaçını belirteyim.

1) Aylık enflasyon oranı Nisan ayından başlayarak yüzde 4 olarak öngörüldü. Böylece 2024 sonunda yıllık enflasyon yüzde 124’e inecekti. Eylül ayında enflasyon yüzde 3,49 oldu.

2) 2024 Ocak ayından başlayarak, dolar kurunun aylık olarak yüzde 2 yükselmesi hedeflendi. Bu hedef enflasyonu düşürmek için bir nominal çıpa oluşturdu. Dikkat edelim, çok yüksek enflasyona karşılık Arjantin’de sayısal bir kur çapası vardır. Çünkü başka türlü çapa görevi eksik kalır. 

3) Bütçe açığı giderek hızla düşürüldü ve 2024 sonunda sıfıra indirilecek.

4) Merkez bankasının politika faizi Aralık 2023’te yüzde 100 iken sürekli indirildi ve en son 5 Kasım 2024’te yüzde 35’e düşürüldü. Bütçedeki faiz yükü hıza azaltıldı.

Arjantinde uygulanan programın birçok olumsuz yanı var. Örneğin reel ücretler çok düştü. Fakirlik oranı nüfusun yüzde 57’sine yükseldi. Bunları ve Türkiye’de uygulanan program ile farkları ve benzerlikleri ayrı bir yazı konusu olacak.  

Bir kez daha vurgulamak isterim; döviz kuru çıpası için bir sayısal hedef yok. Neden acaba? Bu soruyu Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’e ekim ayındaki T24 konferansında sormak istemiştim, ancak çok erken ayrıldığı için soramadım.

                                                                 /././

2025’te uygulanacak vergi ve cezalar artacak-Murat Batı-

Kendi kanununda Cumhurbaşkanına değişiklik yapma ve hangi aralıkta değişiklik yapma yetkisi verilmemiş ise Cumhurbaşkanının bunu değiştirme yetkisi bulunmamaktadır.

Türkiye İstatistik Kurumu, 2025 yılı vergi, harç ve cezalara uygulanmak üzere yeniden değerleme oranına esas olan veriyi açıkladı.

Yeniden değerleme oranı yüzde 43,93 olarak açıklandı. Ancak VUK mük.m.298 uyarınca Hazine ve Maliye Bakanlığınca da bu oranın Resmî Gazete'de ilan edilmesi gerekmekte. Tahminen Kasım ayının dördüncü haftası içerisinde yayımlanacak.

Aşağıda açıklayacağım bazı vergi, harç ve cezalar önümüzdeki yılbaşından itibaren yüzde 43,93 oranında zamlı ödenebilecek. Ancak aşağıda da görüldüğü üzere kendi kanunlarında bu oranlar uygulanırken Cumhurbaşkanına her bir madde için ayrı ayrı oran belirleme yetkisi verilmiştir. Bu nedenle şu an bu kadar artırılır demek çok doğru olmayabilir. Yılsonuna doğru Cumhurbaşkanı kararları ile kendi kanunlarında belirlenen oranlarda artırılabilecek ya da Cumhurbaşkanı yetkisini hiç kullanmayabilecektir.

Yeniden değerleme oranı

VUK mükerrer m.298 uyarınca yeniden değerleme oranı, Ekim ayında (Ekim ayı dahil) bir önceki yılın aynı dönemine göre üretici fiyatları genel endeksinde (ÜFE) meydana gelen ortalama fiyat artış oranıdır. Bu oran Hazine ve Maliye Bakanlığı'nca da ilan edilmekte ve Resmi Gazete'de yayımlanmaktadır. Ancak henüz ilan edilmedi.

Aşağıdaki tabloda 2000 yılından bu yanadır açıklanan yeniden değerleme oranları bulunmaktadır.

2025 yılında uygulanmak üzere bu oran yüzde 43,93 olarak belirlendi. 2000 yılından bugüne kadar en yüksek oran 2023 yılında uygulanan oran idi. Son 25 yılda ikinci en yüksek 2002 ve üçüncü en yüksek oran ise 2024 yılıdır.

Bu oranı Cumhurbaşkanının değiştirme yetkisi yoktur

VUK mük.m298/B uyarınca yeniden değerleme oranı yüzde 43,93 olarak açıklandı. Bu oranı Cumhurbaşkanının değiştirme yetkisi yoktur. Kanunlarımızda birçok maktu vergi/harç ve cezalar/trafik cezaları ile istisna hadleri bu oranda artırılacak. Ancak kendi kanunlarında Cumhurbaşkanının yeniden değerleme oranını farklı şekilde kullanma yetkisi verilmiştir.

Daha basit bir ifadeyle yeniden değerleme oranını Cumhurbaşkanının değiştirme yetkisi yoktur ama Cumhurbaşkanının Anayasa m.73/son fıkra uyarınca kendi kanunlarında Cumhurbaşkanına bu oranları hangi aralıkta uygulayacağına ilişkin bir opsiyon sunulmuştur. Bu opsiyonlar her kanunda kendi maddesinde belirtilmiştir. Şayet Cumhurbaşkanına bu oranı değiştirmeyle alakalı yetki veren bir hüküm yoksa o zaman Cumhurbaşkanının değiştirme yetkisi de yoktur anlamı çıkacaktır.

Aşağıdaki kanunlar ve ilgili maddesinde YDO oranında artırılacak olanlar ile Cumhurbaşkanının bunu hangi oranda artırıp-azaltacağı belirtilmiştir.

Bir daha söylemekte fayda var; kendi kanununda Cumhurbaşkanına değişiklik yapma ve hangi aralıkta değişiklik yapma yetkisi verilmemiş ise Cumhurbaşkanının bunu değiştirme yetkisi bulunmamaktadır.

Emlak vergisi zamlı ödenecek

Türkiye siyasi sınırları içinde sahip olunan arsa, arazi, işyeri ve konutlar için her yıl belediyede kayıtlı olunan değer üzerinden binde 1 ila 6 oranında emlak vergisi ödenmektedir. Bu değer, Emlak Vergisi Kanunu'nun 29'uncu maddesinde bulunan vergi değeridir ve bu değer her yıl yeniden değerleme oranının yarısı oranında artırılarak uygulanmaktadır. Önümüzdeki yıl emlak vergisi yüzde 43,93’ün yarısı olan yüzde 21,97 oranında zamlı ödenecek. Yani bu yıl 100 TL emlak vergisi ödediyseniz önümüzdeki yıl 122 TL ödeyeceksiniz.

Emlak vergisi ile alakalı EVK m.29 uyarınca Cumhurbaşkanı, bu maddede belirtilen artış oranını sıfıra kadar indirmeye veya yeniden değerleme oranına kadar artırmaya yetkilidir denilmiştir. Yani Cumhurbaşkanı isterse 2025 yılında emlak vergisi oranını sıfıra indirebilir. Bunun için de bir Cumhurbaşkanı kararı yayımlaması gerekecek.

Ayrıca Çevre temizlik vergileri her yılbaşında, bir önceki yıl vergi tutarı yeniden değerleme oranının yarısı kadar arttırılmak suretiyle belirlenir. (BGK mükerrer m.44). Belediye Gelirleri Kanunu mük.m.44 çevre temizlik vergisinin, su tüketim miktarı esas alınmak suretiyle metreküp başına alınan tutar YDO oranında artırılır ve CB, bunu ¼ oranına kadar azaltma yetkisine sahiptir.

Maktu harçlar zamlanacak

Harçlar Kanunu kapsamında alınan maktu harçlar da yeniden değerleme oranı kadar zamlanacak. Harçlar Kanunu'nun mükerrer 138'inci maddesi uyarınca alınacak maktu harçlar yeniden değerleme oranı ile artırılarak uygulanacak. Sadece bu artış maktu yani sabit bir parasal tutar olarak belirtilen harçlara uygulanacak. Buna göre yargı harçları, tapu kadastro harçları, noter harçları, vergi yargısı harçları, konsolosluk harçları, gemi ve liman harçları, diploma harçları ve trafik harçları bu oran kadar artırılacaktır.

Yurt dışından getirilen cep telefonları için de uygulanacak tutarı 31.692 TL’den 45.614 TL’ye yükseldi. Özellikle noterde çok işi olanların biraz daha hazırlıklı olmaları gerekmektedir.

İlk defa avukatlık ruhsatı alacaklar, pasaport alacaklar, vizesiz yurt dışına çıkacaklar, dava açacaklar, ehliyet alacaklar, ruhsat alacaklar da alacakların hepsi önümüzdeki yıl zamlı harç ödeyecek.

Aşağıda 2025 yılında uygulanacak bazı harç tutarları bulunmaktadır.

Vergi cezaları da arttı

Vergi Usul Kanunu'nda düzenlenen idari para cezaları da Vergi Usul Kanunu'nun mükerrer 414'üncü maddesi uyarınca yeniden değerleme oranı kadar artırılacaktır. Ancak aynı kanunda bu şekilde hesaplanan maktu had ve miktarların yüzde beşini aşmayan kesirlerin dikkate alınmayacağı belirlendiğinden yüzde 5’i aşmayan kesirler geriye doğru yuvarlanacak.

Fiş ya da fatura almazsanız, fiş ya da fatura vermezseniz, kiranızı bankadan vermezseniz, elektronik beyanname gönderme yükümlülüğünüzü yerine getirmezseniz, işe başladığınızı ya da iş/adres değiştirdiğinizi zamanında vergi dairesine bildirmezseniz idari para cezasına tabi tutulacaksınızdır. Ve bu tutarlar da yüzde 43,93 oranında artırılarak 2025 yılında uygulanmaya başlanacaktır.

VUK mük.m.414 uyarınca VUK kapsamındaki maktu cezalar YDO kadar artırılır. Cumhurbaşkanı, bunu yarı oranda azaltma yetkisine sahiptir.

Örneğin fiş/fatura almamanın cezası 5 bin liradan 7 bin liraya çıkacak. Bu tutarların tam olarak ne kadar olacağı yılsonuna doğru yayımlanacak genel tebliğlerle netleşmiş olacağını da belirtmemde fayda var.

Trafik cezaları artacak

Trafik cezaları da yüzde 43,93 oranında artırılacak. Trafik cezalarında kırmızı ışık ihlalinin cezası 1.506 TL'den 2.167 TL'ye çıkacak.

Aşağıda 1 Ocak 2025’ten itibaren uygulanacak trafik para cezaları bulunmaktadır.

Motorlu taşıtlar vergisi de artacak

Motorlu Taşıtlar Vergisi Kanunu'nun 10'uncu maddesi uyarınca ödenecek tutarlar her yıl yeniden değerleme oranı kadar artırılarak uygulanmaktadır. Yani bu yıl 100 TL MTV ödediyseniz önümüzdeki yıl 143 TL ödeyeceksiniz.

Ancak Motorlu Taşıtlar Vergisi Kanunu m.10 taşıt değerleri ve vergi miktarları YDO oranında artırılır ve Cumhurbaşkanı yüzde 20'sinden az olmamak üzere yeni oranlar belirleyebilir

Vergi mevzuatımızda uygulanan maktu istisna tutarları da artacak

Vergi mevzuatımızda konut gelirlerine, değer artış kazançlarına gibi kısımlarda maktu istisna uygulanmaktadır. Bu istisnalar mükelleflerin lehinedir ve bu tutarlar da yeniden değerleme oranı kadar artırılacak. Bu tutarları Cumhurbaşkanının değiştirme yetkisi bulunmaktadır.

Bunlar, konut kira gelirlerinden elde edilen istisna tutarı (GVK m.21), iş yeri dışında yemek verilen ücretliye uygulanacak istisna yemek bedeli (GVK m.23/8) ve özellikle tüm ücretlileri/gelir vergisi mükelleflerini ilgilendiren vergi dilimi de (GVK m.103) yeniden değerleme oranı kadar artırılacaktır.

Vergi dilimleri de artacak

Ücretliler dahil olmak gelir elde eden gerçek kişilere uygulanan vergi tarifesi dilimleri de yüzde 43,93 oranında artacak. Ancak yüzde 5’e kadar olan küsuratlar geriye doğru uygulanacak.

Özellikle tüm ücretlileri/gelir vergisi mükelleflerini ilgilendiren vergi dilimi de (GVK m.103) değişecek. Cumhurbaşkanının bunu yüzde 50 artırma yetkisi var. Şayet yetkiyi kullanmazsa 2025 yılında gelir vergisi dilimi tahmini aşağıdaki gibi olacak.

Buna göre GVK m.103 uyarınca 1 Ocak 2025’ten itibaren uygulanacak gelir vergisi tarifesinin ilk dilimi 158 bin TL olacaktır.

Yani bu yıl yüzde 20'lik dilime geçmek için yıl içinde ücretinin toplamının 110 bin TL'yi aşması gerekirken 2025 yılında "bu tutar 158 bin TL'yi aşarsa" şeklinde düzenlenecektir.

Maktu damga vergisi de arttı

Damga Vergisi Kanunu mük.m.30 uyarınca maktu damga vergisi YDO oranında artırılır ve Cumhurbaşkanının bu tutarları farklı oranlarda değiştirme yetkisi vardır.

                                                              /././

TUSAŞ’ın korunmasındaki zafiyet kimin sorumluluğunda?-Tolga Şardan-

Baykar tesislerinin korunması uzunca zamandır İstanbul Emniyeti bünyesindeki Özel Harekat Şubesi’nde görevli özel harekatçı polislerce yapılıyor. Baykar, devlet tarafından böylesi yüksek güvenlikle korunurken, TUSAŞ’taki güvenlik zafiyetinin açıklamasını ilgilileri yani TUSAŞ yönetimi yapacaktır, sanırım.

Türk Havacılık ve Uzay Sanayii’ne (TUSAŞ) yönelik terör saldırısının yankıları halen devam ediyor.

Büyüteç okurlarının takip ettiği üzere, kamuoyunda büyük tepki çeken saldırıdan sonra güvenlik ve istihbarat zafiyeti tartışmaları gündemde.

Her ne kadar ülkenin siyasi gündemi, belediyelere yönelik kayyım uygulamasına sıkışmış olsa da TUSAŞ’a yönelik saldırı, en azından adli soruşturma tamamlanıncaya kadar gündemde kalacak.

Geçen hafta iki yazıda, TUSAŞ’a yönelik PKK saldırısında istihbarat zafiyetine dikkat çektim.

TUSAŞ’ın özel güvenlik mekanizmasını bugün Büyüteç’in konusu.

Önce, TUSAŞ ve benzeri tesislerin korunmasını sağlayan mevzuattan yola çıkmak gerekecek.

Çünkü TUSAŞ, herhangi bir kurum ya da tesis değil. Dolayısıyla 5188 sayılı Özel Güvenlik Kanunu’ndan daha güçlü olan 5202 sayılı Savunma Sanayii Güvenliği Kanunu (SSGK) kapsamında korunması gereken tesisler arasında.

Sözünü ettiğim SSGK, doğrudan Millî Savunma Bakanlığı’nın (MSB) sorumluluğunda. Diğer değişle, ülkenin milli güvenliği çerçevesinde faaliyette bulunan kamu ya da özel sektör tesislerinin korunmasını sağlamakta.

SSGK’nin uygulanması kapsamında; MSB’nin ihtiyacı olan herhangi bir malzemenin üretimi gerçekleştirilen tesislerde faaliyet gösterilmesinin iki önemli belge gerekli.

İlki üretim izin belgesi; diğeri ise, tesis güvenlik izin belgesi.

Tesis güvenlik izin belgesi, “gizlilik dereceli üretim yapan tesislerin korunmasını gerektiren askeri tesisler” statüsündeki kamu ve özel sektöre uygulanıyor.

Diğer yandan, tesis güvenlik belgesinin de kendi için de farklı statüleri var. NATO gizlilik dereceli tesisi güvenlik belgesi, milli gizlilik dereceli tesisi güvenlik belgesi, milli hizmete özel gizlilik dereceli güvenlik belgesi, bunlardan bazıları.

TUSAŞ, Roketsan, Aselsan, Roketsan gibi tam devlet kurumu olmamakla birlikte özel statüsü bulunan tesisler, kendi özel yönetimlerince milli gizlilik dereceli tesis güvenlik belgesi ile korunmakla yükümlü.

Ve söz konusu kurumlar hem üretim izin belgesi hem de tesis güvenlik izin belgesine sahip olabilmek için saldırı ve sabotajlara yönelik faaliyet yürütülmesi kapsamında yüksek güvenlikli önlemler almak zorunda.

Her iki belge için MSB’ye karşı sorumlular.

Bir not daha ekleyim; tesis güvenlik izin belgesine sahip olunması için sadece çevre güvenliğini sağlanması yeterli değil. Fiziki güvenliğin yanı sıra bilgi ve veri güvenliği ile personel güvenliği, tesis güvenlik belgesine sahip olmanın diğer koşulları.

Sonuçta, böylesi tesislerde güvenlik önlemlerinin sağlanmasında, sadece tesisin çevre güvenliği yeterli değil.

TUSAŞ özelinde ise, güvenlik önlemlerinin 5202 sayılı SSGK kapsamında sorgulanması gerekiyor. Saldırıyı gerçekleştiren iki teröristin kamuoyuna yansıyan görüntülerine bakıldığında, TUSAŞ’ta SSGK’nin uygulanıp uygulanmadığı soru işaretlerine neden oldu, kuşkusuz.

Burada tartışılması gereken bir diğer konu ise, TUSAŞ ve benzeri kurumlardaki SSGK kapsamındaki güvenlik önlemlerinin zaman içinde gevşetilmesi.

Teröristlere müdahale edildiği sırada şehit olan özel güvenlik görevlisinin uzun namlulu silah yerine belindeki tabanca ile ateş etmesi bu gevşekliğin bir örneği değil midir?

SSGK’ye göre araç girişlerinin yapıldığı giriş kapılarında alınması gereken yüksek güvenlikli önlemler yerine taksiyle tesise girmeyi başarmalarının izahının kurum yöneticilerince nasıl yapılacağı da ayrı merak konusu.

Bu konuda ciddi bir örnek vereyim.

Şu anda Türkiye’nin havacılık ve uzay çalışmalarındaki öncül kuruluşu Baykar’ın korunmasını anlatayım.

Yalnız örneği açıklarken, Baykar’ın sahiplerinin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yakını olmaları ve siyasi konumlarından bağımsız görülmesi yaklaşımının altını çizeyim.

Baykar tesislerinin korunması uzunca zamandır İstanbul Emniyeti bünyesindeki Özel Harekât Şubesi’nde görevli özel harekâtçı polislerce yapılıyor.

Ayrıca tesiste görevli sivil çalışanların tesisten herhangi bir dijital materyal çıkarmaları yasak!

Yapılan tüm çalışmalar tesis içinde muhafaza ediliyor.

Personelin seçiminde üst düzey güvenlik soruşturmaları yapılıyor.

Baykar, devlet tarafından böylesi yüksek güvenlikle korunurken, TUSAŞ’taki güvenlik zafiyetinin açıklamasını ilgilileri yani TUSAŞ yönetimi yapacaktır, sanırım.

                                                              * * *

Polis Akademisi’nin yeni başkanının ilginç yüksek lisans tezi

Cumhurbaşkanı Erdoğan, imzaladığı kararnameyle Polis Akademisi’ne yeni rektör atadı.

Görev süresi dolmasına karşın bir süredir rektörlüğü yürüten Prof. Dr. Yılmaz Çolak’ın yerine Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Murat Balcı, Polis Akademisi başkanı oldu.

Polis Akademisi Başkanı Murat Balcı

Sosyoloji eğitimli Eski Başkan Çolak, 2014’te geldiği görevi yaklaşık 10 yıl yürüttü. Özellikle 15 Temmuz’dan sonra başlayan süreçte teşkilatın gerek memur gerekse amir konumundaki insan kaynağının yetişmesinde tek yetkiliydi.

Ülke genelindeki üç ayrı kategorideki insan kaynağının sağlanması değişik eğitim modellemeleri yapmaya çalıştı. Ancak bugün gelinen tabloya bakıldığında, eğitim konusunda pek de başarılı sonuç çıktığını söylemek mümkün değil.

Hatta bir keresinde Emniyet Genel Müdürlüğü’nde yapılan ve il emniyet müdürlerinin katıldığı video konferans sistemi (VKS) toplantısında polislerin yetiştirilmesi çerçevesinde bazı il emniyet müdürlerince sert biçimde eleştirildi.

Çolak, akademi başkanı olarak en uzun süreli görevi önceki İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ile yürüttü. Bu dönemde, akademi bünyesine öğrenci alımı sırasında yaşanan usulsüzlük iddiaları ayyuka çıktı.

Adayların sözlü sınavları sırasında “kurşun kalem verilen” notların daha sonra değiştirildiği iddiaları hep gündemdeydi. Büyüteç’te 23 Nisan 2023’te kaleme aldığım yazının konusu sınav usulsüzlükleriydi.

Çolak’ın yıldızının görevdeki İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya ile barışmadığını söylemek yanlış olmaz. Yerlikaya, bir süre önce polis eğitim kurumlarına yaptığı atamalar çerçevesinde Yılmaz’ın kadrosundan bazı isimleri görevden aldı.

Yeni başkan Prof. Dr. Murat Balcı ise hukuk kökenli. Rize eşrafından. Halen Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Hukuk Fakültesi dekanı.

Balcı’nın Marmara Üniversitesi’ndeki yüksek lisans bitirme tezinin konusu ilginç:

“Devlet Hesabına Yapılan Alım Satıma Fesat Karıştırma Suçu”

Doktora tezinin konu başlığı ise; “Türk Ceza Kanunu’nda Uyuşturucu Madde Ticareti Suçları.”

Yoğunluklu akademik kariyerini gördüğümüz Balcı, aynı zamanda 2012 – 2019 yılları arasında Türkiye Futbol Federasyonu Tahkim Kurulu Başkanvekilliği’ni yürüttü.

Balcı, 2019-2022 yılları arasında ise, aynı kurulun başkanıydı. Hatırlanacağı üzere, Balcı’nın Tahkim Kurulu Başkanlığı yaptığı dönemde TFF Başkanı, son yılların en tartışması ismi Mehmet Büyükekşi’ydi.

Balcı, Türkiye Emlak Kalkınma Bankası’nda önce yönetim kurulu üyesi, sonrasında da yönetim kurulu başkan vekiliydi. 2004’te kurduğu hukuk ofisinin yöneticisi.

Kariyerine Polis Akademisi başkanı koltuğunda devam edecek Balcı’nın işi fazlasıyla zor.

Öncelikle yüksek lisans tezinin konusu kapsamında kurumda geriye dönük işlemleri incelemesi halinde dikkat çekici sonuçlara ulaşması olası.

Bu arada gerek Ankara’daki akademi merkezinde gerekse ülke genelindeki polis eğitim kurumlarında verilecek eğitimler önemli.

Kendi kadrosunu kurması muhtemel. Kurulacak kadroda yer vereceği isimlerin göreve başlaması sonrasında Emniyet kulislerine düşecek bilgileri hep birlikte takip edeceğiz.

* * *

İstanbul Emniyet Müdürü kim olacak?

Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Adem Çakıcı’dan sonra İstanbul Emniyet Müdürü Zafer Aktaş da aralık başında yaş haddinden emekli olacak.

İstanbul Emniyet Müdürü Zafer Aktaş

İçişleri Bakanı Yerlikaya’nın, İstanbul’da birlikte görev yaptığı Aktaş’tan çok memnun olduğu ve imkân olsa devam etmek istediği Emniyet’te bilinenlerden.

Hatta Emniyet’te 60 olan yaş haddinin 62’ye yükseltilmesi çabasının merkezinde de Aktaş vardı. Ancak TBMM’nin yeni dönem çalışmalarına yetişmedi yeni düzenleme.

Yerlikaya’nın Aktaş’ı sivil kadro ile bakanlık çatısı altında değerlendireceği belirtiliyor.

Bu arada Aktaş’tan sonra İstanbul Emniyet Müdürü olacak ismin işi hayli güç. Kent adeta Teksas’a dönmüş durumda.

Sokak suçları almış başını gitmiş. Polis sokakta görünüyor, ama sadece görünüyor.

Polisin kendi içinde huzuru yok. Daha hafta sonu, göreve geç geldiği gerekçesiyle tartıştığı meslektaşını ayağından vuran polisin görüntüleri sosyal medyada yer buldu.

Aktaş’tan sonra İstanbul Emniyet Müdürlüğü için teşkilatta kıyasıya bir mücadele var.

Bu mücadelede en çok isimleri geçenler Emniyet Genel Müdür Yardımcısı ve aynı zamanda İstihbarat Başkanı Selami Yıldız ile Ankara Emniyet Müdürü Engin Dinç.

Her iki isim, teşkilatta güç ve mevzi kazanmaya çalışan gruplarca destekleniyor. Ayrıca, son günlerde farklı bir isim daha var: Kocaeli Emniyet Müdürü Faruk Karaduman.

Karaduman, daha önce İstanbul’da çalışmasından dolayı kenti yakından tanıyor. Özellikle toplumsal olaylar konusunda deneyimi var.

Herhangi bir grup veya dini oluşum içinde olmaması tek eksisi!

Adı geçen polis müdürleriyle beraber Emniyet dışından, halen mülki idarede görev yapan bir bürokrat İstanbul Emniyet müdürü olursa şaşırmamak lazım. Bakan Yerlikaya, son atamalar çerçevesinde mülki idare kökenli Mülkiye Başmüfettişi Ali Baştürk’ü Emniyet genel müdür yardımcısı olarak görevlendirdi. Hem de önemli bir sorumluluk vererek.

Benzer atama İstanbul Emniyet Müdürlüğü için de gündemde.

                                                       /././

Biyoçeşitlilik Zirvesi hayal kırıklığı oldu, bakalım İklim Zirvesi’nde neler yaşanacak?-Eray Özer-

2024’ün bitimine iki ay kala gelişmiş ülkelerden bu yıl için toplanan para, şu an için sadece 484 milyon dolar! Yani dünyanın zenginleri “bize ne dünyanın öbür ucundaki biyoçeşitlilikten” demiş oluyor.

Cali kentinde 21 Ekim'de başlayan ve 1 Kasım'da tamamlanan COP16 Konferansı

Bir yanda sınırları genişleyen savaşlar, diğer yanda ülkelerin dünyayı koruma çabaları…

Öyle görünüyor ki, bu ikisini aynı anda sürdürmeye çalışmak giderek daha zor hale geliyor.

Birkaç gün önce sona eren Birleşmiş Milletler Biyoçeşitlilik Zirvesi (COP16) da uzun ve bir yere varmayan tartışmalar, alınamayan kararlar, yerine getirilmeyen sözler ve toplanamayan fonlarla bu durumu bir kez daha gözler önüne serdi.

Kolombiya’nın Cali şehrinde 16. kez toplanan zirvede tartışmalar o kadar uzadı ki, kritik kararların alınacağı final oturumu sarktı ve bazı ülke temsilcileri uçaklarını kaçırmamak için konferanstan ayrılmak zorunda kaldı.

Fakat gelin iki iyi haberi paylaşayım önce:

Birincisi, genetik verilerin özel şirketler tarafından ücretsiz kullanımı yerine kâr paylaşımı yöntemiyle bir koruma fonuna aktarılması karara bağlandı.

Buna göre artık kozmetik, kimya gibi alanlarda faaliyet gösteren şirketler belli bir miktarın üzerine çıkan kârlarının bir kısmını “Cali Fonu” olarak isimlendirilen biyoçeşitliliği koruma fonuna aktaracak.

İkinci olumlu gelişmeyse biyoçeşitlilikle ilgili karar alma süreçlerinde yerli topluluklara da görüş hakkı verilmesi oldu.

Artık yerli toplulukların da resmi bir kurulu olacak ve davet beklemeksizin süreçlerde yer alacaklar.

Bunlar olumlu kararlar.  Peki neler eksik kaldı?

Öncelikle COP16 sona erdiğinde 196 ülkeden sadece 44’ü yeni biyoçeşitlilik planına sahipti.

Yani katılımcı ülkelerin yüzde 80’i konferansa geldikleri gibi döndüler evlerine.

Bir önceki zirvede (COP15) hayati kararlar alınmış, 2030’a kadar dünyanın yüzde 30’unun korunması hedefi benimsenmişti. Bunun için de ciddi miktarda kaynak ayrılması kararlaştırılmıştı.

Çevre koruması açısından büyük önem taşıyan ve büyük beklentilerle hazırlanarak ülkeler tarafından imzalanan Küresel Biyoçeşitlilik Çerçeve Metni’nde (GBF) gelişmiş ülkelerin koruma faaliyetleri için 2025’e kadar yılda 20 milyar dolar, sonrasında ise 2030’a kadar 30 milyar dolar kaynak yaratması öngörülmüştü.

2024’ün bitimine iki ay kala gelişmiş ülkelerden bu yıl için toplanan para ise şu an için sadece 484 milyon dolar! (Bazı kaynaklara göre daha da az.)

2030’a kadar toplamda 200 milyar dolarlık bir kaynak yaratılmak istendiği düşünülürse bu hedefin ne kadar uzağında kalındığını anlamak kolaylaşıyor.

Yani dünyanın zenginleri “bize ne dünyanın öbür ucundaki biyoçeşitlilikten” demiş oluyor özetle.

Az zenginler ise (biliyorsunuz, üzmemek için bize “gelişmemiş” veya “fakir” demiyorlar da “gelişmekte olan” demeyi tercih ediyorlar. O nedenle ben de “az zengin” demiş olayım) isyan etti, “Bir önceki zirvede ne vadettiniz, şimdi ne yapıyorsunuz” diye…

Haksız değiller.

Zaten zirvede en çok tartışma yaratan konu da meselenin kaynak kısmının ilk oturumlarda konuşulmaması oldu.

Kimi katılımcılar para meselesinin sona bırakılmaması gerektiğini belirterek bu kısmı netleştirmeden diğer tartışmaların anlamsız olduğundan şikâyet etti.

WWF Uluslararası Genel Müdürü Kirsten Schuijt zirve sonrası “artık tehlikeli bir şekilde yoldan çıktığımızı” belirtti ve bir türlü alınamayan sonuçlardan kimsenin mutlu olmaması gerektiğini, zira bu durumun neticede herkesi etkileyeceğini söyledi.

Hep iç karartıcı haberler vermek olmaz, bir tane de matrak haber paylaşayım.

Çevre konferansının matrak haberi mi olur, demeyin. Cali’de bu zirve nedeniyle oteller o kadar dolmuş ki, Guardian’ın haberine göre organizatörler mecburen daha “sıra dışı” otellerden de rezervasyon yaptırmak durumunda kalmış.

“Sıra dışı” dediğim, bildiğiniz seks otelleri…

Çok komik fotoğraflar var: Birleşmiş Milletler Biyoçeşitlilik Zirvesi delegelerinin kaldıkları odalarda kelepçeler, kamasutra aşk koltukları, dolapsız fantezi ışıklandırmalı odalar…

Şimdi sırada COP29, yani İklim Zirvesi var. Önümüzdeki hafta başlıyor.

11-22 Kasım tarihleri arasında düzenlenecek COP29 bu yıl Bakü’de toplanıyor.

Umalım ki, Biyoçeşitlilik Zirvesi’nde yaşanan belirsizliklerin benzeri Bakü’de yaşanmasın.

Zira her şey için çok geç olacak bir noktaya doğru hızla ilerliyoruz.

                                                      /././

ABD, Huawei'ye yapay zekâ çipi ihracatını engelleyemiyor -Füsun Sarp Nebil-

“Yarı iletkenler” dediğimiz çip setleri, silahlanma yarışının ve dolayısıyla ABD-Çin ticaret savaşlarının tam merkezinde yer alıyor. Bu “kendisi küçücük” bileşenler, füzelerden, elektrikli araçlara ve hatta çamaşır makinalarına kadar her şey için büyük işler görüyor.

Ekim sonunda ABD'de önemli bir tartışma, yüksek teknolojili yapay zekâ çiplerinin, Huawei’in eline nasıl geçtiği ile ilgiliydi. Ardarda gelen 2 haber ABD'de ortalığı karıştırdı. Önce ABD Ticaret Bakanlığının soruşturmasını duyduk. Arkasından da TSMC, Çin'de çip üreten Sophgo firmasına yaptığı ihracatı kestiğini duyurdu. Sophgo, Çinli bir kripto para milyarderinin yapay zekâ girişimi olarak biliniyor.

Neden önemli bir gelişme? Çünkü yapay zekâ, önümüzdeki yıllarda tüm ülkeler için ulusal ve uluslararası güvenlikte önemli bir rol oynayacak.

ABD hükümeti tam da bu nedenle yapay zekâ ile ilgili bilgi ve teknolojilerin yayılmasını nasıl kontrol edeceğini kara kara düşünüyor. Bu kontrolü genel amaçlı yapay zekâ yazılımları, veri kümeleri ve algoritmaları üzerinde yapmak mümkün değil. Bu nedenle yapay zekâ işlemlerini gerçekleştirecek bilgisayar donanımları ve tabii ki en başta yapay zekâ çipleri kontrol etmeye çalışıyor.

ABD ihracat kontrollerinin uygulanması ne kadar mümkün?

Bu haberlere bakıldığında bir şeylerin ABD'yi alarm durumuna geçirdiği anlaşılıyor. Washington Post haberine göre, birkaç hafta önce, uzmanlaşmış bir teknoloji laboratuvarındaki analistler Çin'den gelen bir mikroçipi güçlü bir mikroskop altına koydular ve Huawei Technologies'in elektronik bileşenlerinin bir kısmının dünyanın en gelişmiş çip üreticisi olan Taiwan Semiconductor Manufacturing Company (TSMC) tarafından üretildiğini tespit ettiler. Çünkü transistörlerin mikroskobik düzeni ve malzeme yapısı gibi ayrıntılar, bir çipin hangi dökümhane tarafından üretildiğinin açık işaretleri olarak kaydediliyor.

Oysa ABD, Trump'ın başkanken, 2019'da yayınladığı emirden bu yana, Huawei ile ileri düzey teknolojinin bağlantısını kesmek için, önlem üzerine önlem alıyor.

Ama küresel üretimin bu kadar iç içe geçmiş olduğu günümüzde, bu önlemler Amerikalı olan ya da olmayan firmalar tarafından aşılıyor ya da aşılmak isteniyor. Çünkü Çin teknoloji (ve özellikle OEM) konusunda hem büyük bir tedarikçi hem de büyük bir müşteri. 2019 yılında Trump'ın başkanlık kararından kısa bir süre sonra, Çin'den hem OEM ithalatı yapan ve karşılığında Çin'e teknoloji ihracatına devam etmek isteyen firmaların ABD Ticaret bakanlığından izinler almaya başladığını gördük. Hatta Intel bugün 2024 yılında bile hâlâ Huawei'e CPU satıyor ve lisansını daha da uzatmak istiyor.

TSMC, ABD ihracat yasağının zayıf halkası mı?

Bugün dünyada üretilen çiplerin yüzde 47’sini Tayvanlı TSMC firması üretiyor. Özellikle yüksek seviye çiplerin de çoğunluğunu üretiyorlar. Öyle ki; ABD-Çin arasındaki dengede en önemli konulardan birisi bu Tayvan’lı firma.

Yukarıdaki incelemenin, TSMC’nin, Huawei teknolojisinde kendi çiplerinin varlığı konusunda Kanada merkezli yarı iletken araştırma şirketi TechInsights tarafından uyarıldıktan sonra, bulgularını gönüllü olarak ABD Ticaret Bakanlığı'na bildirmesi ile yapıldığı kaydediliyor.

Bu gelişme üzerine, ABD Kongresi İstihbarat Seçme Komitesi Başkanı SenatöMark R. Warner liderliğinde birkaç senatör, Başkan Joe Biden'a bir mektup yazarak endişelerini dile getirdiler. Warner, yeni nesil yapay zekanın temelini oluşturan teknolojilerin Çin'e ulaşmasını engellemede "liderlik başarısızlıkları" olduğu şeklinde eleştiri getirirken; "TSMC'nin Huawei için çip üretmesinin ABD ulusal güvenliği açısından ciddi sonuçları var" diye yazdı. ABD'li siyasetçiler, Çin'in gelişmiş yapay zekâ yeteneklerine ulaşmasının Amerika Birleşik Devletleri ve müttefikleri için askeri bir tehdit olacağı uyarısında bulunuyor.

ABD'nin ihracat kontrolleri, TSMC gibi dökümhanelerin kritik ABD teknolojisine sürekli erişim sağlarken, bunun karşılığında Huawei ile iş yapmasını engellemeye yönelikti. Biden yönetimi bu yaklaşımı ikiye katladı. Çip yapmak için kullanılan araçların tedarikçilerinin Huawei'ye satılmasını engellemek için yeni kurallar koydular. Ama bahsettiğimiz bu olay, ABD hükümetinin koyduğu ihracat kontrollerinin, Çin'in yapay zekâ gelişimini yavaşlatmada çok başarılı olmadığını ortaya koyuyor. ASML gibi, TSMC gibi ülke dışı yabancı şirketlerin faaliyetlerini denetlemek bir hayli zor. Çünkü bu şirketler bir yandan gelirlerini korumak açısından üretimlerini satmaya çalışıyorlar.

TSMC ise 2020'den beri Huawei'ye ürün tedarik etmediğini belirterek, olay sonrasında kapsamlı bir inceleme yaptıklarını ve geçerli ihracat kontrolleri de dahil olmak üzere geçerli tüm kurallara ve düzenlemelere uymaya kararlı olduklarını söyledi. TSMC'nin, ABD ihracat kontrol listelerinde olmayan bazı Çinli şirketlere daha az gelişmiş yongalar satmasına izin veriliyor.

CHIPS destekleri ile TSMC Arizona'da fabrika kuracak mı?

TSMC'nin durumu son olayla daha çok sorgulanmaya başlandı. ABD'nin, dünyanın gelişmiş çiplerinin büyük bir kısmını üreten bu şirkete çok bağımlı durumda. 2022'de çıkarılan ve ABD'nin yarı iletken tedarik zincirinde durumunu güçlendirmeyi amaçlayan CHIPS Yasası kapsamında, TSMC'nin Arizona'da 65 milyar $ yatırımla kuracağı fabrikaya 6,6 milyar $'lık Amerikan devlet desteği açıklanmıştı.

Not edelim; TSMC'nin, fabrika kurma planlarında sadece ABD yok. Tayvan dışında, Japonya ve Dresden (Almanya) yeni tesisler açtı ya da planlıyor.

 Sophgo: "Soruşturma altında değiliz"

Diğer taraftan Sophgo, Huawei'nin ihracat kontrollerinden kaçmasına yardımcı olmakla suçlanıyor. Ama Sophgo web sitesinden bir açıklama yaptı ve Huawei ile doğrudan veya dolaylı bir ticari ilişki içerisinde olmadığını söyledi.

Zhan'ın şirketleri ile Huawei arasında bilinen tek ilişki şu; Huawei 2018'de Bitmain'in BTC.com bitcoin cüzdanının telefonlarında kullanıma sunulduğunu duyurdu. Ancak uygulama 2021'de Huawei'nin uygulama mağazasından kaldırıldı.

Sophgo yeni açıklamasında, Huawei soruşturmasıyla ilgisi olmadığını kanıtlamak için TSMC'ye ayrıntılı bir soruşturma raporu sunduğunu da belirtti. Bu durumda bir aracı üzerinden satılmış olabileceği düşünülüyor.

Şirketin kurucusu olan kripto milyaderi Micree Zhan, 4 milyar $'lık kişisel serveti ile Hurun Çin Zenginler Listesi'ne göre 2018'de Çin'in en zengin kripto para milyarderiydi. Mühendis olan Zhan, iş dünyasına 2013'te kripto madenciliği çipleri tasarlayan bir şirket olan Bitmain'i kurarak adım attı. Zhan'ın yapay zekâ uygulamaları için çiplere odaklanmaya başladığı dönem ise, Çin'de kripto para ve madenciliğinin engellenmeye başladığı dönem olarak veriliyor. Sophgo, web sitesine göre 2020'den bu yana Çin'deki 10 şehirde çipler tasarlıyor ve araştırma merkezleri işletiyor ve ayrıca Amerika Birleşik Devletleri ve Singapur'da merkezleri bulunuyor.

Zhan ile ilgili diğer bir not şu: New Taipei City savcılık ofisine göre, 2021'de Tayvanlı savcılar iki Bitmain iştirakini Tayvanlı yarı iletken mühendislerini yasadışı olarak işe almakla suçladı. Dört Tayvanlı kişi suçunu kabul etti.

Huawei: "Sophgo ile herhangi bir iş anlaşmamız yok"

Konunun bir diğer tarafı olan Huawei, Washington Post'a yaptığı açıklamada, 2020'den bu yana TSMC aracılığıyla herhangi bir çip üretmediğini ve Sophgo ile herhangi bir iş anlaşmasının da olmadığını söyledi. Şirket, bu konuda ABD hükümeti veya TSMC tarafından kendileriyle herhangi bir iletişime geçilmediğini de sözlerine ekledi.

Ancak TSMC yongaları Huawei'nin en son gelişmiş yapay zekâ işlemcisi olan Ascend 910B yonga setinde yer aldı. ABD hükümetinin engelleme girişimlerine rağmen, Huawei bu ürünü geliştirmeye devam ediyor.

45 yıllık tedarik zinciri iş modeli bugün sorun kusuyor

Sonuç olarak, “yarı iletkenler” dediğimiz çip setleri, silahlanma yarışının ve dolayısıyla ABD-Çin ticaret savaşlarının tam merkezinde yer alıyor. Bu “kendisi küçücük” bileşenler, füzelerden, elektrikli araçlara ve hatta çamaşır makinalarına kadar her şey için büyük işler görüyor.

Ancak ABD, uzun yıllar önce çip üretiminde kendisini -ucuz işçilik uğruna- sürecin dışına aldığı için, bugün tedarik zincirinde Hollanda, Güney Kore ve Tayvan gibi ABD dışında kalan ve önemleri yadsınamayacak merkezler var.

Dolayısıyla, büyük teknoloji firmalarının son 45 yılda kullandığı tedarik zinciri bugün ABD için sorun kusuyor. Kârlılıkları katlamak için gelişmemiş ülkelerdeki ucuz iş gücünü kullanarak üretim yapma stratejisi, batılı ülkelere çok para kazandırdıysa da Covid olayında ve şimdilerde görüldüğü üzere, ülkelerin kendi üretim gücünü azalttığı gibi, üretim anlamında tek noktaya bağlı olma riski taşıyor ve ulusal güvenliklerini kendi istedikleri düzeyde koruyamamaları anlamına geliyor.

Gerçi bu dünyanın geri kalanı için "denge" anlamına geliyor olabilir.

                                                           /././

Denizli Şehir Hastanesi projesi yılan hikayesine döndü: 4 yıldır hayata geçemiyor -Serkan Demirtaş-

Denizli Şehir Hastanesi projesi, 2020 yılında yapılan ilk ihaleden bu yana yaşanan ihale krizleri ve defalarca gerçekleşen iptallerle gündemden düşmüyor. 2024 Ekim'de Danıştay’ın son iptal kararıyla süreç yeniden başa döndü ve adrese teslim ihale tartışmaları başladı.

2020 yılında ilk ihalesi yapılan bin yatak kapasiteli hastane projesinin inşaatı, bugüne kadar 4 kez ihaleye çıkarılmasına rağmen tamamlanamadı. Sağlık Bakanlığı’nın aldığı ihale kararlarının usule aykırı bulunması nedeniyle süreç, bir kez Bölge İdare Mahkemesi ve iki Danıştay’ın iptal kararlarıyla sonuçlandı.

İhale iptallerinin, adrese teslim ihale tartışmalarından kaynaklandığı iddia edildi. Geçen sene YDA İnşaat’a verilen ihale de Danıştay tarafından iptal edildi.

2024 yılında projeyi üstlenen Teyda-İntaş İş Ortaklığı'nın kurucularının, daha önce ihaleyi kazanan YDA İnşaat ile bağlantısı olduğu iddiaları gündeme geldi. Danıştay, bu ihaleyi de iptal etti.

Dört yıllık süreçte yaşanan ihale iptalleri maliyet artışlarına da yol açtı. Maliyet artışlarının nasıl telafi edileceği ve proje için yeniden ne zaman ihaleye çıkarılacağı soruları yanıt bekliyor.

(T-24)


                                                       


soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -5 Kasım 2024-

İktidar bildiğini okuyor-Oğuz Oyan-

İktidarın bu kötücül hesabını bozacak tek şey, toplumsal ve siyasal tepkilerin onun beklediğinin çok ötesinde bir kitleselliğe taşınması ve emekçi kitlelerin harekete geçirebilmesidir.

Başlık şöyle de atılabilirdi: “Meydanı boş bulunca iktidar bildiğini okuyor”! İktidarın bir muhalefet boşluğu olduğunu görmesi ve bunu daha da derinleştirmek için uğraşması elbette son bir yılın veya yerel seçimler sonrasının olgusu değil. CHP’nin eski-yeni genel başkanlarının karşılıklı demeçleri üzerinden okunabilecek bir süreç hiç değil.

AKP bir sermaye iktidarı. Cumhuriyet karşıtı ve dinci-despotik niteliğinden daha önemli özelliği bu. Daha önemli çünkü dinci-despotik kimliğini gizlemeye pek ihtiyaç duymasa da geniş halk kitlelerinin desteğini alabilmek için sermaye yanlısı kimliğini perdelemek zorunda. Oysa bu iktidar, kendi sermayedarını ve kendi sermayedar-siyasetçi tipini yaratarak “sermayeci iktidar” kimliğini bugüne kadarki iktidar örneklerinden daha fazla pekiştirmiş bulunuyor. Elindeki devlet olanaklarını bunun için kullandığı gibi kendine yakın halkalardaki sermaye çevrelerini de kendinden yana terazi kefesine koyabiliyor. Dolayısıyla, sermaye birikim süreçlerinin düzenlenmesinde eli güçlü; ama iç ve dış sermayenin yönlendirmelerine de çok açık. Dışa alabildiğine açık olan Türkiye ekonomisi üzerine karar alan iç çevrelerin, dış ekonomik ve mali bağımlılık ilişkilerinden (ve bunun askeri uzantılarından) etkilenmemesi esasen düşünülemez.

Meydan neden iktidara kalıyor?

İktidar olduğundan bu yana sermayeyi semirten ve fırsat buldukça gelir bölüşümünü emek aleyhine büken bir iktidarın korkabileceği tek muhalefet türü, geniş anlamda emekçi sınıfların sözcülüğünü yapan bir kitlesel muhalefet hareketi olurdu. Ama bunun esamesi okunmuyor. Hem emekçileri hem sermayeyi temsil etmeye soyunan, Türkiye’ye ve iç ekonomik-kurumsal-siyasi yapılarına müdahale etmeye hiç ara vermeyen dış ekonomik, siyasi ve askeri güçlere çıtı çıkmayan, neoliberal politikaları özünde benimseyen, hatta kim daha AB’ci ve NATO’cu yarışmasına girebilen, görünürde “uzlaşmacı” ama esasta sermaye güdümündeki bir muhalefet türü bugünkü iktidar biçimine ve onun siyaset tarzına tehdit teşkil etmez.

Muhalefet tehdit teşkil etmeyince de meydan iktidara kalır. Oy oranı itibariyle ikinci parti konumuna düştüğü bir yerel seçim sonrası süreçte bile, merkezi iktidarı elinde tutuyor olmanın bütün avantajlarını kullanarak gündem belirleyici lider parti görünümünü elinden hiç bırakmaz. “Normalleşme” adı altında muhalefeti pasifize etmeye yönelir.

Onu tüketince bu defa sahte bir açılım süreci üzerinden gündem yaratmaya girişir. Öcalan’ı açılımın baş oyuncusu olarak gördüğünü belli edip kısmen DEM’i de sürece dahil edecekmiş gibi yaparken her şey birdenbire tersine dönebilir. İmralı’nın üstlendiği TUSAŞ kanlı terör eylemi, müzakere sürecini artık Öcalan’ın yönetemeyeceğini, İmralı’nın (dolayısıyla ABD’nin) doğrudan işin içinde olmadığı süreçlerin baltalanacağı mesajını hiç gecikmeden verir.

Ama iktidarda oyun bitmez. Bu defa, hazırlığı muhtemelen aylardır yapılan ve esasen “açılım uvertürünü” de kapsayan bir senaryo dahilinde, birkaç günde 4 belediye başkanı görevden alınıp yerlerine AKP bürokratları kayyım olarak atanır. Muhalefete de itiraz etmek kalır.

Muhalefetin içini karıştırmak

İktidarın bütün bu sahte açılım sürecinin ardından gelen belediyeleri ele geçirme operasyonlarının kuşkusuz siyasi ve ekonomik sonuçları vardır. Doğrudan siyasi sonucu, yerel seçimlerde oluşan siyasi dağılımın ve dengelerin iktidar lehine yeniden şekillendirilmesidir. Bu bazen, Doğu ve Güneydoğu’da olduğu gibi bölge dengelerini sarsacak boyuta ulaşabilir. Doğrudan ekonomik sonucu ise, söz konusu belediyeler üzerinden yerel rantların merkezi iktidarın tam kontrolüne girmesi olmaktadır. Hatta şimdiye kadarki uygulamaların gösterdiği gibi, ihale süreçlerinin o belediyenin/ilin sınırları dışına kaydırılması yoluyla bölge dışına kaynak transferinin yolu açılmakta ve bu da bölgesel dengesizlikler daha da büyütülmektedir. Elbette bir diğer ekonomik/siyasi/toplumsal sonuç da, İçişleri Bakanlığının atadığı kayyımların bu bakanlıkça artık tamamen denetimsiz bırakılması ve böylece yolsuzlukların katmerlenmesi olmaktadır. Diyarbakır ve Mardin gibi örneklerde bunlar ibretlik vakalar olarak ortaya çıkmıştır.

Muhalefetin için boşaltmak her zaman yeterli görülmez. Biraz da içinin karıştırılması gerekebilir! Nitekim, sahte açılım süreçleri ile belediyelere el koyma operasyonlarının dolaylı bir ortak sonucu da muhalefetin içini karıştırmak olabilmektedir. Açılımla, muhalefet partilerini birbirine düşürmek (bazen de tam tersine, onları aynı safta buluşturarak “marjinalleştirmek”) ve o partileri kendi içlerinden bölmek gibi amaçlar da güdülebilmektedir. Keza, belediyelere el konulurken iktidar kimlikçi politikaları da kasıtlı biçimde kullanarak, eğip bükerek iş görmektedir. Son hamlesine bakalım. Birkaç gün içinde dört belediyeye kayyım atayabiliyor ve onları da negatif-kimlikçi bir dışlama üzerinden seçiyor. Güneydoğu operasyonu zaten eski uygulamalarının izinde giderken, İstanbul’da Esenyurt Belediye Başkanını özellikle seçiyor ve “bölücülük” üzerinden suçlayarak görevden alıyor. CHP ile DEM’i aynı kaderde buluştururken, CHP içinden CHP yönetimine milliyetçi eleştiriler yöneltilmesine kapı aralamış oluyor.

Bütün bunların ötesinde, halk ve emekçi düşmanı bir iktisat politikasını uygularken, kitlelerin gündeminin ve dikkatinin saptırılması, muhalefetin savunmaya itilmesi ve enerjisinin boşa tüketilmesi başarıyla sahneye konulmuş bulunuyor.

İktidarın cüretinin kaynakları

Asıl şaşırtıcı olansa, CHP’de 13 yıl genel başkanlık koltuğunda oturmuş, laiklik mücadelesini reddederek Cumhuriyetin yıkım müteahhitlerine nesnel olarak dolaylı destek vermiş bir siyasetçinin yeniden aktif siyaset sahnesine çıkabilmek için, kendi ardılının yerel seçimler sonrasında AKP ile “siyaseti normalleştirme” yanılgısını hedef alması olmaktadır. Oysa 13 yılın “yanılgıları” saymakla bitmez. Son günlerin “sine-i millet” çıkışı bile bunun inanılmaz bir tezahürüdür. Önceki CHP yönetiminden sadece iki önemli yanılgıyı analım:

Birincisi, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi doğrudan doğruya AKP iktidarının beslemesi bir cemaat örgütü üzerinden gelmesine rağmen, iktidarın sorumluluğunu ortaya koyacak bir “iktidarı suçluyorum” meydan okuması yerine onu meşrulaştıracak şekilde “Yenikapı mitingine katılım”, vahim bir siyasi teslimiyetti; “normalleştirme” siyasetiyle kıyaslanmayacak ölçüde üstelik. Bunun hesabı verilebilmiş değildir. Olaydan aylar sonra “bu bir kontrollü darbeydi” demek zevahiri kurtarmaz; tersine Yenikapı teslimiyetini katmerlendirir. Tıpkı 2017 referandumunun çalınmasına zamanında ses çıkarmayıp bir yıl sonra suçlanması gibi!

İkincisi, 15 Temmuz’u “Allah’ın bir lütfu” olarak gören ve önünü açan siyasi İslamcı hareket, buradan sadece 2017 Anayasasına ve “sermayenin tek adamı rejimine” giden yolu açmayacaktı. Açtığı yollardan biri de, 1 Eylül 2016 tarihli 674 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile 5393 sayılı Belediye Kanunu’nda yapılacak düzenlemeler olacaktı. Bu KHK’nin 38, 39 ve 40. Maddeleriyle, Belediye Kanunu’nun 45 ve 57. Maddelerine fıkralar eklenirken ayrıca bir geçici 9. Madde ilave edilecekti. Buna göre, 45. Maddeye eklenen fıkrayla şu hüküm getiriliyordu:

“Ancak, belediye başkanı veya başkan vekili ya da meclis üyesinin terör veya terör örgütlerine yardım ve yataklık suçları sebebiyle görevden uzaklaştırılması veya tutuklanması ya da kamu hizmetinden yasaklanması veya başkanlık sıfatı veya meclis üyeliğinin sona ermesi hallerinde 46’ncı maddedeki makamlarca belediye başkanı veya başkan vekili ya da meclis üyesi görevlendirilir”.

Oysa 46. Madde aslında olağan geçici boşluklar için düşünülmüş bir maddeydi. Şöyle: “Belediye başkanlığının herhangi bir nedenle boşalması ve yeni belediye başkanı veya başkan vekili seçiminin yapılamaması durumunda, seçim yapılıncaya kadar belediye başkanlığına büyükşehir ve il belediyelerinde İçişleri Bakanı, diğer belediyelerde vali tarafından görevlendirme yapılır”.

Peki Anayasaya açıkça aykırı olan ve olağanüstü halin ötesine taşarak sürekli hale gelen bu hükümler Anayasa Mahkemesi’ne zamanın CHP yönetimi tarafından götürülmüş müydü? Hayır. Çünkü hâlâ Yenikapı ruhunun geçerli olduğu dönemden geçiliyordu… Ama şimdi bu hükümlere dayanılarak görevden alınan belediye başkanının yerine Belediye Meclisi içinden yeni bir başkan seçmek yerine dışardan da atama yapılabiliyor. Tercih de iktidarın keyfine daha doğrusu siyasi kazanç hesabına göre yapılıyor.

Dolayısıyla eski CHP yönetiminin “tencere dibin kara, seninki benden kara” yarışına girecek durumu yoktur. Ama bu, bizim bugünkü yönetimi de eleştiri hakkımızı ortadan kaldırmaz. Sadece, “sırça köşkte oturanların komşusuna taş atmaması” salık verilir.

Sonuç: İktidarın cüreti nereye kadar gidebilir?

Herkesin aklında olan soru, iktidarın cüretinin İstanbul Belediye Başkanını da görevden alabilecek kadar ileri gidip gitmeyeceği. Dünkü bir TV programında da ifade etmiştim: İstanbul BB büyük lokmadır. Dışarda büyük gürültü koparır. İçerde de sermayenin desteğini genelde almaz; hatta o çevrelerde istenmedik ürküntüler de yaratılabilir. Kaldı ki, sıradaki cumhurbaşkanlığı seçimlerine bir mağduriyet yaratmak ve Mansur Yavaş’ı tek bırakıp olmadığı kadar güçlendirmek istemezler. İmamoğlu-Mansur çekişmesinin çifte adaylaşmaya yol açması ne güzel olurdu değil mi?

Demek ki İstanbul Büyükşehir Belediyesinin ve başkanının elini kolunu geçen dönemde olduğu gibi bağlamak yolu tercih edilmesi daha muhtemeldir. Bunun için bazı dolaylı yollar denenebilir. Bazı ilçe belediyeleri daha ele geçirilebilir; bu ilçe belediyelerinde meclis üyelerine de operasyonlar yapılarak büyükşehir belediye meclisinin bileşimi iktidar lehine değiştirilebilir. Bu tür operasyonlar, dışta ve içte daha az sarsıntıya sebep olarak atlatılabilir.

AKP iktidarının değişmez hesabı şudur: "Bu faşizan uygulamalara muhalefetin tepkisi bugüne kadar olduğu gibi belirli sınırlar içinde kalırsa, ben borumu istediğim gibi öttürmeye devam ederim. Yok eğer sokak hareketleri ve kitlesel tepkiler yaygınlaşırsa, kolluk ve yargı şiddetimi bugüne kadar olduğundan daha sert uygular, muhalefeti bölücülük ve terörle suçlar ve despotik rejimime bir adım daha yaklaşırım. Her durumda kazanç benim haneme yazar."

İktidarın bu kötücül hesabını bozacak tek şey, toplumsal ve siyasal tepkilerin onun beklediğinin çok ötesinde bir kitleselliğe taşınması ve emekçi kitlelerin harekete geçirebilmesidir.                                    /././

Antik Roma yolu şantiye oldu!-Yusuf Yavuz-

Antalya’da son yıllarda şantiye alanına dönüşen Altıntaş bölgesindeki antik Roma yolu bölgedeki inşaatlar için kum deposu ve şantiye oldu, yolun yaklaşık 3 metrelik kısmı tahrip edildi.

Perge ile Magydus antik kentleri arasındaki ulaşımın sağlandığı tarihi yolun kayaların oyulmasıyla yapılan kısmı günümüze kadar ulaştı. Ancak Antalya’nın Aksu ilçesinde bulunan yaklaşık 1800 yıllık tarihi yola bitişik alanda bir süre önce inşaatlar başladı, yolun güney ucuna molozlar dökülerek miras alanı kum deposu ve şantiye yapıldı.

1996 yılında, aynı döneme ait köprü kalıntısıyla birlikte 1. Derece arkeolojik sit ilan edilen antik yolun yaklaşık 3 metrelik kısmı da dökülen molozların altında kaldı.

Olayla ilgili Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Antalya Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’na başvuru yapılarak tahribatın durdurulması istendi.

Kültür Yolu Festivali'nin başladığı gün antik yol tahribatı

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın organize ettiği Türkiye Kültür Yolu Festivali’nin Antalya ayağı 2-10 Kasım tarihleri arasında Antalya’da gerçekleşecek. "Antalya’nın kültürel zenginliklerini dünya sahnesine taşımayı" hedefleyen festival kapsamında kentin 80 ayrı noktasında 300’den fazla etkinlik gerçekleştirilmesi planlanıyor.

Ancak Bakanlığın Kültür Yolu etkinliklerinin başladığı gün havaalanına bitişik arazideki 1800 yıllık antik Roma yolunun tahrip edildiğinin ortaya çıkması tescilli kültürel miras alanlarının yeterince korunamadığını bir kez daha gösterdi.

                                            Moloz dökülerek tahrip edilen antik yol

Antalya'nın zengin kültürel mirası yeterince korunamıyor

Türkiye’de en fazla antik kent ve yerleşime sahip illerden biri olan Antalya’nın bu zengin mirası ne yazık ki yeterince korunamıyor.

Turist sayısına odaklı turizm anlayışının payandası haline getirilen kimi ören yerlerindeki kazı, restorasyon ve ziyaretçi karşılama merkezi gibi projelere son yıllarda önemli miktarlarda ödenekler ayrılmasına karşın, korumasız bırakılan kentin yanı başındaki kültürel mirasın tahribata uğraması dikkat çekiyor. Bir yandan kaçak defineci tahribatı, diğer yanda ise yapılaşma tehdidi miras alanların yok oluşunu hızlandırıyor.

Perge ile Magydus'u bağlayan yol tahrip edildi

Aksu ilçesindeki Altıntaş bölgesinde son yıllarda adeta inşaat patlaması yaşanıyor. Antalya Havaalanı’nın hemen doğusunda, Diştaşlar Mevkii’nde bulunan Roma döneminden kalma antik yol da inşaat patlamasından payına düşeni aldı.

M.S 2. yüzyıla tarihlenen antik yol ve köprü kalıntısı, 21 Kasım 1996 tarihinde 3139 sayılı Kurul kararı ile 1. Derece arkeolojik sit alanı olarak tescil edilmişti. Perge ile Lara sahilinde bulunan liman kenti Magydus arasındaki ulaşımı sağladığı düşünülen antik yolun günümüze ulaşabilen bölümü, bölgedeki kayalar kesilerek oluşturulmuş.

Zeminde tekerlek izlerinin de görülebildiği, iki yanında yürüyüş platformları da içeren tarihi yolun üzerine moloz dökülerek tonlarca kumun arazide depolandığı görüldü. Yaklaşık altı metre genişliğindeki antik yolun Magydus yönünde yaklaşık üç metrelik kısmı dökülen molozların altında kalarak tahrip edildiği öne sürüldü. Yola bitişik parselde inşaatların yükseldiği dikkati çekiyor.

Tahribat uydu taraması sırasında fark edildi

Uydu taraması sırasında fark ettiği tahribatı olay yerine giderek fotoğraflarla da belgeleyen Orhan Deniz Kaplan, konuyla ilgili Kültür ve Turizm Bakanlığı’na yazılı başvuru yaparak tahribatın durdurulmasını talep etti.

Antalya Kültür Varlıkları Koruma Bölge Kurulu Müdürlüğü’ne de başvuruda bulunan Kaplan, “Mart 2024 uydu görüntüsüne göre antik yolun girişine kadar kazı çalışması yapılmamış iken Nisan 2024 uydu görüntüsünde şantiye alanı antik yolun girişine kadar genişletilmiş olup yolun arkasından aşağıya falezler tahrip edilerek ayrı bir yol açılmıştır” dedi.

                                 Antik yolun olduğu bölgenin Mart 2024'teki görünümü

Antik yolun güney ucu tamamen kapatılmış

Antalya Kültür Envanteri adlı sayfasında kentin kültürel mirasını tanıtan ve kültür varlıklarına yönelik tahribatları da takipçileriyle paylaşan Orhan Deniz Kaplan, antik yolun Lara-Kapuzkaldıran yönüne bakan kısmının dökülen hafriyatla tamamen kapatıldığını belirterek, “Diş Taşlar Mevkii’nden geçerek ulaştığım yolun Perge yönüne çalılar ve makilikler nedeniyle ulaşmak zor olsa da Karpuzkaldıran yönü tamamen kapanmış durumda. Göz bebeğimiz Perge Antik Kenti bugün ‘Geleceğe Miras’ olarak kabul edilirken, bu antik yol neden geleceğe miras olarak görülmüyor?” ifadelerini kullandı.

                                   Antik yolun olduğu bölgenin Nisan 2024'teki görünümü

'Biz neyi geleceğe miras bırakacağız?'

2010 yılında Korkuteli’ndeki Tahtalı Beli Hanı’nın toprak altında bırakıldığını, 2022 yılında ise Manavgat ilçesindeki Kesikbeli Kervan Yolu’nun tomruk alımı için dozerlerle yok edildiğine dikkati çeken Kaplan, şöyle konuştu:

“Hiç ders almıyor muyuz? Biz geleceğe neyi miras bırakacağız? 1996 yılında birinci derece arkeolojik sit alanı olarak ilan edilmiş bir bölgeye nasıl olur da şantiye kurulabiliyor? Kâğıt üzerinde tescilli olan bu eserler neden bugün bir koruma alanına sahip değil? Sorulacak birçok soru var, ancak cevap yok. Başta Perge’deki kazı ekibi olmak üzere; Antalya Müze Müdürlüğü, Antalya Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu Müdürlüğü ve sessiz kalan tüm akademisyenler ile arkeologlarımızı acil olarak göreve davet ediyorum. Antik yola daha fazla zarar gelmemesi adına gerekli işlemleri yapın. Aksi takdirde, gerçekten geleceğe miras olması gereken bu eserler gözlerimizin önünde yok olup gidecek."

https://haber.sol.org.tr/haber/belediyelerin-tarim-arazilerini-betonlastirma-plani-yargiya-tasindi-385595

                                                             /././

Salı sallanır-Engin Solakoğlu-

ABD seçimlerinde dünya halkları bakımından görece en cazip sonuç bu kez kazananın kasa olmaması hiç kuşkusuz. Bunun ABD bağlamında tek bir anlamı olabilir. Kimsenin kazanamadığı bir seçim.

Şimdilerde bir bölümüne bahis adı verilerek meşrulaştırılan ama aslında düpedüz kumar denmesi gereken toplumsal çürütme aracının oynatıldığı yerlerin yazılı olmayan bir kuralı vardır: Sonunda mutlaka kasa kazanır.

Çok nadir istisnalara rastlanmakla birlikte “Burjuva demokrasi”si olarak adlandırılan düzende de aynı kural geçerlidir. Partiler ve veya adaylar yarışır, kasa kazanır. Kasa sermayedir, egemen sınıftır, burjuvazidir.

5 Kasım Salı günü yapılacak ABD seçimlerinde yarışan iki favori adaya ve partilerine baktığımızda da benzer bir durumla karşı karşıya bulunduğumuz söylenebilir. Heyhat, hayat genellemelere sığmayacak kadar karmaşıktır ve her düzenin, sınıfın, hegemonyanın doğal bir ömrü vardır.

ABD’deki seçimlerde Demokrat ve Cumhuriyetçi partilerin yarıştığı ve sonuçta sermayenin kazanacağını söylemek bir noktaya kadar doğrudur ama bu kere belki de bir sürprizle karşılaşabiliriz.

Seçim kampanyasına değinmeden önce sisteme ve seçimlerin genel özelliklerine bir göz atalım. ABD Başkanlık seçimleri tek günde yapılıyor ama bir anlamda iki aşamalı bir nitelik arz ediyor. Seçmenlerin kullandığı oylar eyalet bazında değerlendiriliyor. Başkanı belirleyen ise “electoral college” adı verilen bir tür ikinci seçmen kurulu. Her eyaletin 538 kişiden oluşan bu kurulda bir oy ağırlığı var. Bu ağırlıklar kabaca nüfusa göre belirleniyor. Bir eyaletin en az 3 oyu garanti. Örneğin düşük nüfuslu Montana’nın durumu böyle. Ülkenin en kalabalık eyaleti Kaliforniya’nın ikinci seçmen sayısı ise 59. İlke olarak bir eyalette oyların çoğunu alan aday o eyaletin ikinci seçmenlerinin tamamının oyunu almayı garantiliyor. Bunun iki istisnası Maine ve Nebraska eyaletleri. Buralarda ikinci seçmenlerin farklı adaylara oy verme hakları mevcut. Sonuç olarak Başkan seçilmek için 270 ikinci seçmen oyunu elde etmek şart. Bu kısmı uzatmayacağım zira şu yazımda sistem hakkında biraz daha ayrıntılı bilgi vermiştim.

Yarış başından beri çok dengeli gidiyor ve birçok seçimde olduğu gibi bu seçimin sonucunu da “salıncak eyaletler (swing states)” olarak adlandırılan 7 eyaletten alınacak desteğin belirleyeceğine kesin gözüyle bakılıyor. Anketlere bakılırsa bunlardan ikisini Demokrat aday Harris, ikisini ise Trump garantilemiş gibi. Kalan 3 eyalette iki aday birbirlerine çok yakın konumdalar.

Benim takip ettiğim Batılı medya organlarının üzerinde aşağı yukarı mutabık olduğu 3 konu bu yılki seçim kampanyasında öne çıkmış görünüyor. Bunlardan birincisi kürtaj hakkı. Daha geniş bir tanımla söylemek gerekirse kadınların kendi bedenleri üzerindeki (esasen hiçbir şekilde tartışma konusu olmaması gereken) hakları. Bu elbette ABD’de uzun yıllardır siyasi ve hukuki bir mücadele alanı. Aslına bakarsanız adayların en net biçimde ayrıştıkları alan da bu. Sebebini anlamak da zor değil.

5 Kasım seçimlerinde bir kadın, bir erkek yarışıyor. Bu tür bir mücadele Donald Trump ile Hillary Clinton’ın karşı karşıya geldiği ve ilkinin kazandığı 2016’dan sonra ikinci kez yaşanacak. Kamuoyu yoklamalarının ortaya koyduğu ilginç tablolardan biri bununla yakından bağlantılı. Kadın seçmenlerin tercihleri ile erkek seçmenlerinki arasında 21 puana kadar çıkan ciddi bir fark var. Tahmin etmişsinizdir elbette ama açıklık getireyim. Kadın seçmenler içerisinde Kamala Harris’i tercih edenlerin oranı Trump destekçilerine göre yaklaşık 12 puan daha fazla. Erkek seçmenler içerisinde ise Trump 9 puanlık bir farka sahip. 

İkinci kilit tema göç. Trump bu alanda avantajlı. ABD sermayesine sürekli ucuz emek sağlayan ve bu yüzden de yoksul beyaz sayısını artırdığı propagandasına sağlam bir zemin hazırlayan göç olgusuna karşı açıktan tavır alan Trump-Vance ikilisi bu yüzden yoksul beyaz kesimin desteğini elde etmiş durumda. Her seçimde “renkli/renksiz” azınlıkların oyuna talip olan Demokratlar ise bu konuda biraz daha kaçak güreşiyorlar. Harris’in “Hint/Afrika” kökenleri bir kısım seçmen bakımından avantaj sağlasa da, beyaz seçmen nezdinde pek de yardımcı bir unsur değil.

Üçüncü konu enflasyon. Trump’ın önceki başkanlığı sırasında baş gösteren salgın döneminde enflasyonun bütün dünyada olduğu gibi ABD’de de ciddi bir sorun haline geldiğini, Trump’tan görevi devralan Biden’ın attığı birtakım dezenflasyonist adımlara karşın enflasyon heyulasının ABD halkı bakımından hâlâ can sıkıcı bir mesele olduğunu hatırlayalım. Trump bir yandan enflasyonu hızla düşürebileceğini iddia ederken, bir yandan da gümrük duvarlarını yükselterek ülke içindeki üretimi teşvik edeceğini söylüyor. Klasik iktisat kuramlarına bakarsak böylesi bir adımın, göç akımının da durdurulmasıyla, genel fiyat seviyesinde bir artışa yani daha yüksek enflasyona yol açacağı kesin.  

Yalnız altı çizilmesi gereken noktalardan biri şu: Trump’ın klasik seçmeni bakımından bunlar anlaşılmaz ayrıntılar. Trump’un kitlesi giderek bir tür tarikat haline gelmiş durumda. Herhangi bir sorgulama refleksi göstermiyorlar. Donald Amca kimi toplantılarında kürsüye çıkıyor, hiçbir şey söylemiyor ve 10 dakika boyunca dansa benzeyen hareketler yapıp iniyor. Bu da izleyici topluluğunun bir tür histeri kriziyle kendinden geçmesine yetiyor. 

Bu noktayla bağlantılı ikinci bir mesele ise ayrışma. Trump kitlesi, liderin “iç düşman” söylemini tam anlamıyla satın almış “ya bizdensin ya ölmelisin” noktasına gelmiş görünüyor. İşte bu vaziyet bu seçimleri öncekilerden ayırma potansiyeline sahip. Aslında bu ruh halinin tohumları Trump’ın ilk başkanlık döneminde atılmıştı. Donald Trump, 2020 seçimlerini kaybettikten sonra birçok eyalette yürütülen itiraz süreçleri ve özellikle de Kongre Baskını bunun ilk işaretlerini teşkil etmişti. Şimdi hasat zamanı gelmiş olabilir.

Bütün bunlara bakarak 5 Kasım sonrasında yaşanabilecek olaylara dair bir fikir yürütebiliriz. Belki önce olasılıklara bakmak gerek. Yukarıda da belirttiğim gibi, ulusal düzeyde gerçekleştirilen kamuoyu yoklamaları biraz da seçim sisteminin garipliği sebebiyle net bir sonuç vermiyor. Şayet seçimler en çok oy alanın kazanacağı gibi basit bir ilke temelinde gerçekleşseydi şu anki verilere göre Harris’in seçimi kazanacağını söylemekte güçlük çekmezdik. Bunu bir yana bırakalım.

Kamala Harris’in seçimleri “ikinci seçmen kurulu”nda çoğunluğu elde ederek kazandığını varsaysak bile, Trump taraftarlarının bunu kabullenme olasılıkları düşük. Okuduğum kimi Fransız siyaset bilimciler, ABD’de “çarşının karışması” için seçim sonuçlarını beklenmesine dahi gerek kalmayacağını, seçim sırasında bile çok sayıda ölüme yol açacak şiddet olaylarının yaşanabileceğini ileri sürüyorlar. Bunlardan bir tanesinin sözleri daha da çarpıcı: “Eğer başka bir dönem ve başka bir ülke söz konusu olsaydı, devrimci durumdan bile bahsedebilirdik.” Avrupalı akademisyenlerin marazi devrim inançsızlığını bir yana bırakırsak, bu yeterince vahim bir tabloyu işaret ediyor ABD bakımından.

Bir de diğer olasılık var elbette. Trump’ın kazanması. Dünyayı yeniden tasarlamak ve aşınan ABD hegemonyasını tesis etmek için ciddi bir hazırlık ve yatırım yapan Demokratlar’ın yenilgiyi kabul etmeme ihtimali de dışlanmamalı. Ne yapabilirler? Kazananın fiziki varlığını ortadan kaldırmak da dahil her şeyi bana kalırsa. ABD siyasi tarihinde örneği olmayan bir durum değil.

ABD seçimlerinin sonucu elbette bütün dünyayı ilgilendiriyor. Dünya halkları bakımından görece en cazip sonuç ise bu kez kazananın kasa olmaması hiç kuşkusuz. Bunun ABD bağlamında tek bir anlamı olabilir. Kimsenin kazanamadığı bir seçim. Daha açık bir deyişle, seçimin sonucunun netleşmemesine yol açabilecek uzun bir iç karışıklık süreci.  Buradan gerçekten devrimci bir durum çıkar mı bilinmez. Kalıcı hasarlar bırakacağı ve eriyip gitmekte olan hegemonyayı daha da kırılgan hale getireceği ise tartışılmaz.

Her hal ve kârda canavarın kendi yaralarını yalamakla harcayacağı zaman belki dünyayı kurtarmaz ama hiç değilse bir süre nefes aldırabilir.

Benim aklımda Bizanslılardan miras bir boş inanç ifadesi diye kalmış o deyim ama bakarsınız  5 Kasım Salı gerçekten sallanır, kasa kaybeder ve  dünya halkları için daha aydınlık bir geleceğin habercisi olur.    

                                                           /././

Saltanat kayığında kayıkçı kavgası-Nevzat Evrim Önal-

Onlar kayığı asla devirmeyecek. Biz itaatkâr kürek çektiğimiz müddetçe kayık yolunda gidecek: Biz hep yoksul kalacağız, yerli ve yabancı sermaye sırtımızdan zenginleşmeye devam edecek.

Kayıkçı kavgası nedir, bilir misiniz?

Öykü şöyle: Denizin ortasında bir kayık, içinde de kavgaya tutuşmuş iki kayıkçı var. Her biri diğerini denize düşürmek istiyor. Ama kayık devrilirse suyu birlikte boylayacaklar ve ikisi de öncelikle hasmı düşsün değil kendi düşmesin, yani kayık devrilmesin istiyor. Dolayısıyla bağırıp çağırıyor, birbirlerine ağız dolusu küfrediyor ama ellerindeki küreği pek gönülsüz sallıyorlar.

Bilen bilir, bir çeşit “oyun teorisi” işliyor.

Bu hafta size bir kayıkçı kavgası hikayesi anlatacağım.

***

Bahis konusu olan kayığın rotasını bir süredir “Mehmet Şimşek Ekonomi Programı” belirliyor. Türkiye ekonomisinde uzun zamandır sadece sermaye değil gerilim de birikti ve kayık, bu gerilimin tüm yükünün emekçilerin sırtına bindirileceği, olağanüstü kârlar elde etmiş sermayenin (bilhassa da Türkiye’nin dış borcunu elinde tutan emperyalist sermayenin) hiçbir zarar görmeyeceği bir doğrultuda yol alıyor.

Kayık böyle yol alırken, CHP’nin iktisatçılarından, bir dönem “işveren sendikalarından sorumlu genel başkan yardımcılığı” da yapmış Aykut Erdoğdu, Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’in gözaltına alınması konusunda tweet atıyor: “Esenyurt kumpası ekonomiyi de vuracak” diyor ve ekliyor, “döviz kurunu ve borsayı tutmak için milyarlarca dolar kamu kaynağı heba olabilir. Millet yoksulluktan kıvranırken memleketin başına yoktan yere çorap örenler bu kamu zararının hukuki ve vicdani sorumlusu olur.”1

Erdoğdu, AKP’ye karşı ama kapitalist piyasadan yana başka pek çok iktisatçının bozuk plak gibi tekrar ettiği şeyi söylüyor: “Demokrasi ve hukukun üstünlüğü yoksa, yabancı sermaye gelmez, dış borç çevrilemez, dolar kuru patlar.”

Bu sadece bir yanlış tahlil değil, bilinçli bir aldatmaca. Temelinde ise “demokrasi ve hukukun sermaye ve emekçi halk için aynı şekilde işlediği” yalanı var.

Bu aldatmacayı dağıtmak gerekiyor.

***

Öncelikle, sermayenin kendi maddi kazancı dışında hiçbir derdi yoktur. O, insanlığın tüm tarihi boyunca ortaya çıkmış en sorumsuz ve bencil zenginlik biçimidir. Günlerdir çölde yürüyen, susuzluktan ölmenin eşiğinde bir adam görse ve bir tanker dolusu suyu olsa, bir yudumunu en pahalı kaça satabilirim diye düşünür.

Dolayısıyla yabancı sermaye geçmişte atanan kayyımları nasıl umursamadıysa, bugün atananları da umursamaz. Halkın büyük mücadelelerle elde ettiği seçme ve seçilme hakkının gasp edilmesi umurunda değildir; o yalnızca kendi kâr oranını ve risk primini düşünür. AKP'nin muhalefeti dizayn etmek için attığı adımların ekonomi yönetiminde, yani kayığın mevcut rotasında herhangi bir değişikliğe sebep olmayacağından da, CHP’nin bu ülkeyi yönetilemez hale getirecek bir muhalefet yapma beceri ve niyetinin olmadığından da emin olduğu için, her gün tıkır tıkır işleyen faize bakar.

Bu apaçıkken “demokrasi yoksa sermaye kaçar” yalanını tekrarlamak, AKP’nin halk düşmanlığının üzerini örtmek, çözümü halkta değil sermayede aramaktır ve tam da CHP’ye yakışandır.

Ne demiştik, kayıkçı kavgası.

***

Kavga kayıkçı kavgası olmasaydı, muhalefetin Mehmet Şimşek politikalarına daha baştan ve gerçek bir itiraz yükseltmesi beklenirdi. Ama Şimşek’in ekonomi yönetimi resmen “siyaset üstü” bir konu olarak ele alınıyor. Hatırlayın, göreve geldiğinde AKP'lilerden çok Özgür Demirtaş gibi şu aralar “muhalif” takılan liberal finans sözcüleri tarafından kutlanmıştı. Hepimiz onun ekonomi politikalarını desteklemeli, kayığı sallamamalıydık. Aynı örnekten devam edersek, az önce alıntıladığım Aykut Erdoğdu’nun diğer tvitlerine baktığınızda da “Mehmet Şimşek doğrusunu istiyor ama AKP ile olmaz” gibi bir tavır görüyorsunuz.

Bunun sebebi şu: Şimşek bir AKP bürokratı falan değil, emperyalist finans tekellerinin memuru. 2001’de Dünya Bankası’ndan Türkiye’ye gönderilip, dokunulmaz özel yetkilerle ekonomi yönetimi teslim edilen Kemal Derviş’ten tek farkı, AKP’nin anahtar teslimini kendisini küçültmeden, el pençe divan durmadan, merasimsiz yapmış olması. Bunu da Şimşek’in gelişini utangaçça alkışlayan CHP muhalefeti sayesinde yapabildi.

Ayrıca hatırlayalım, son genel seçimlerde CHP de aynı çevrelerden dış kaynak arıyordu.

Yani kayıkçıların bir ortak özelliği var, hiçbiri emperyalist sermaye ile gerçek bir kavgaya giremez.

Şu anda hükümetin en zayıf noktası, belki de tek zayıf noktası emekçi halkın korkunç bir hızla yoksullaşıyor olması. Üstelik sene sonu geliyor. Önümüzdeki aylarda 2025 yılı için hem asgari ücret düzeyi hem de hükümet bütçesi tartışılıp karara bağlanacak.

Bir yanda Şimşek’in temsilcisi olduğu emperyalist finans tekellerinin dünya çapındaki en büyük temsilcisi olan IMF “asgari ücret enflasyondan düşük belirlenmeli” diye açık açık konuşuyor.2 Diğer yanda işçi sınıfı, sarı sendika Türk-İş’e rağmen yoksullaşmaya itiraz ediyor; Ankara’da küçük ve göstermelik yapılmaya çalışılan bir mitinge yüz binden fazla işçi katılıyor.3

Peki muhalefet ne yapıyor?

Hiçbir şey. Çünkü kayığı sallamamak lazım.

***

Asgari ücret tespit komisyonu on beş sandalyeden oluşuyor. En fazla üyeye sahip işçi sendikaları konfederasyonu ve patron sendikaları konfederasyonu beşer temsilci gönderiyor, beş de hükümet görevlisi katılıyor. Yani işçi sınıfı, komisyonda işbirlikçi Türk-İş konfederasyonu tarafından temsil edilmese de azınlıkta ve hiçbir zaman masada bir dayatmada bulunamıyor.

Hani muhalif iktisatçılar hep bir ağızdan “sermaye demokrasi ister” diyor ya; acaba sermaye asgari ücretin böyle sonucu baştan belli bir komisyonda değil gerçekten demokratik biçimde belirlenmesini de ister miydi? Mesela basit bir referandum pusulası hazırlasak ve asgari ücret zam oranı için iki seçenek sunsak, bir tarafa IMF’nin önerdiği “hedeflenen” enflasyon olan %25’i, diğer tarafa ise “2024 enflasyonu ne gerçekleştiyse o” yazsak, sizce sonuç ne olurdu?

Saçma mı buldunuz?

O zaman lütfen bir an için de olsa, patronlar mallarına istedikleri fiyat etiketini takabiliyorken, işçilerin satabildikleri tek şey olan emeklerine istedikleri gibi bile değil, sadece bir yıl boyunca kaybettiklerini telafi edecek bir fiyat biçebilme, buna demokratik bir yolla karar verme ihtimalinin size neden tuhaf geldiğini düşünün.

İçinde bulunduğumuz düzende hukuk ve hukuksuzluk birbirinin zıttı değil, demokratik özgürlük ve otoriter baskı birbirinin zıttı değil, bunlar birbirini tamamlıyor ve sermaye çıkarları böyle sağlanıyor.

Kavga bu yüzden kayıkçı kavgası.

***

AKP iktidarı 3 Kasım 2002’de Türkiye’nin başına çöktü, iki gün önce yirmi ikinci yıldönümüydü.

Bu partinin bunca yıldır her defasında kayıkçı kavgasını kazanmasının birden fazla sebebi var. Ama bir tanesi kuşkusuz şu: AKP “eğer düşersem kayığı da deviririm” derken muhalefet ne “devrilirse devrilsin” diyebiliyor ne de sermayeye “deviremez” güvencesi verebiliyor.

Türkiye artık 2001’deki ülke değil, çok büyük bir ekonomi. Dolayısıyla “kayık” benzetmesi gerçeği tam yansıtmıyor; belki de “saltanat kayığı” demek gerekiyor. Bu kayığa yüklenmiş toplam dış borç 510 milyar, sadece kısa vadeli dış borç 180 milyar dolar civarında. O kadar borç bir süreliğine dahi döndürülemese, vereni de batırır. Erdoğan bunu çok iyi biliyor ve emperyalistlerle (yani alacaklılarla) pazarlıklarında daima bir koz olarak kullanıyor.

Ama çok önemli ve şaşmaz bir ilkeye daha sahip; ülkeyi sadece ve daima Türkiye sermaye sınıfının çıkarları doğrultusunda yönetiyor, emperyalistlerle yaptığı pazarlıklar da bunun için, topluma pompaladığı İslamcılık da bunun için, gerektiğinde liberal gerektiğinde milliyetçi olması da bunun için.

Saltanat kayığının en iyi kayıkçısı kavgayı hep böyle kazanıyor.

***

İşte bu yüzden kayıkçı kavgasını seyretmeyi de “Eyvah! Şimdi devirecekler…” diye endişelenmeyi de bırakmamız gerekiyor.

Onlar kayığı asla devirmeyecek. Biz ayağa kalkmadığımız, sessiz ve itaatkâr kürek çektiğimiz müddetçe kayık yolunda gidecek: Biz hep yoksul kalacağız, yerli ve yabancı sermaye sırtımızdan zenginleşmeye devam edecek.

Asgari ücret zammını enflasyondan düşük yapacaklar. Emekçi düşmanı bir 2025 bütçesi yapıp vergiyi işçiye yükleyecek, teşviki ve muafiyeti patrona verecekler. Muhtemelen bir noktada sermaye çıkarları açısından gerekli önlemleri alıp, dolar kuru üzerinde birikmiş gerilimi de kur artışına izin vererek ve bizi daha da yoksullaştırarak tahliye edecekler.

Sırtımızdan kazandıklarıyla ceplerini dolduracak, kayığı daha da büyütecekler.

Bundan kurtulmamızın tek bir yolu var, ama örgütlü bir cesaret gerektiriyor. Birer ikişer değil, hep birlikte ayağa kalkarsak, bu saltanat kayığı devrilir. Onların cepleri bizden sömürüp biriktirdikleri altınlarla, gümüşlerle dolu, yüzemezler. Biz ise hafifiz. Onlar batıp boğulur, biz yüzer kurtuluruz. Sonra da kayığı hep birlikte düzeltir, dümeni emeğimizin karşılığını alacağımız, külfeti de zenginliği eşit paylaşacağımız bir rotaya çevirir, küreklere asılırız.

Saçma mı buldunuz?

O zaman lütfen bir an için de olsa, kürekleri çekenlerin aynı zamanda dümene geçme ihtimalinin size neden tuhaf geldiğini düşünün.

                                                GÜNDEM
Binler kayyıma karşı sokağa çıktı: Batman'da 75 gözaltı
Mardin, Batman ve Halfeti’de belediyelere kayyım atanmasının ardından birçok ilde binlerce kişi sokağa çıktı. Batman’daki protestolarda gözaltına alınanların sayısı 75’e yükseldi.(https://haber.sol.org.tr/haber/binler-kayyima-karsi-sokaga-cikti-batmanda-75-gozalti-395943)
                                                           ***
NATO'nun bilime müdahalesi tartışıldı: Türkiye'de hangi projeleri yürütüyor?
NATO ve Üniversiteler Çalıştayı'nda bir araya gelen farklı üniversite ve araştırma alanlarından akademisyenler NATO'nun Türkiye’deki mevcut projeleri dahil akademi alanına müdahalelerini ele aldı.(https://haber.sol.org.tr/haber/natonun-bilime-mudahalesi-tartisildi-turkiyede-hangi-projeleri-yurutuyor-395934)
                                                        ***
'Ülke batıyor' diyen TİM Başkanı açıklama yaptı: Firmaları kastetmiş
Faizi işaret ederek "Ülke batıyor" diyen TİM Başkanı Gültepe, söz konusu ifadeyi sehven kullandığını ve "Firmalar batıyor" demek istediğini öne sürdü.Ekonomiye ilişkin açıklamalarda bulunan Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) Başkanı Mustafa Gültepe, "Faiz oranlarında yüksek seyir iş dünyasında beklentileri olumsuz etkiliyor" demiş ve "Ülke batıyor; yüzde 50 faizle bir ülkenin ayakta kalma şansı yok” ifadelerini kullanmıştı.(https://haber.sol.org.tr/haber/ulke-batiyor-diyen-tim-baskani-aciklama-yapti-firmalari-kastetmis-395942)                                ***

Savaş suçlusu şirketleri ağırlayan Türkiye, 'İsrail'e silah göndermeyin' kampanyasını üstlendi

Gazze'ye saldırıların başlamasının ardından 7 ay boyunca İsrail'le ticareti kesmeyen, kamuoyu tepkilerinin ardından ticareti önce kısıtladığını sonra da durdurduğunu öne sürerek şüpheli ticari faaliyetlerde bulunmaya devam eden Türkiye, geçtiğimiz hafta da "SAHA EXPO 2024" isimli savunma sanayi fuarına ev sahipliği yaptı, İsrail'e silah tedarik eden şirketleri ülkeye davet etti. Fuara İsrail'in en önemli silah tedarikçilerinden BAE Systems şirketi de katıldı. İngiliz şirket İsrail'e satılan F35 savaş uçakları ve MK 38 Mod 2 makineli tüfek sistemi gibi ağır silahların önemli bileşenlerinin üretimini gerçekleştiriyor. Ankara, tüm bunlar hiç yaşanmamış gibi İsrail'e silah tedarikinin durdurulmasına dair bir uluslararası kampanyanın "öncülüğünü" üstlendi. Türkiye, fuarın yapıldığı hafta İsrail'e askeri tedariki durdurma çağrısı için başka ülkelerin de imzasıyla Birleşmiş Milletler'e (BM) mektup gönderdi.(https://haber.sol.org.tr/haber/savas-suclusu-sirketleri-agirlayan-turkiye-israile-silah-gondermeyin-kampanyasini-ustlendi)

(soL)


Öne Çıkan Yayın

"Gündem" -21 Haziran 2025-

Ankara'da lityum fabrikasında gaz sızıntısı: 2 işçi öldü, 3 işçi yaralandı!-Birgün- Ankara'nın Polatlı ilçesinde bir fabrikada boru ...