Cumhuriyet "KÖŞEBAŞI" -6 Kasım 2024-

Su, gıda, göç: Avrupa Birliği’nin geleceği karanlık!-Ergin Yıldızoğlu-

Küresel su krizi, gıda güvenliğini ve toplumsal istikrarı ciddi şekilde tehdit eden büyük bir sorun haline geliyor. Son raporlara göre küresel tatlı su talebi 2030 yılına kadar arzı yüzde 40 oranında aşacak, önümüzdeki 25 yıl içinde dünyanın gıda üretiminin yarısından fazlası, artan su kıtlığı nedeniyle risk altında (The Turning the tide, Mart 2023; The Economics of water, Ekim 2024) İklim değişikliği; kuraklıklar, seller ve ekosistemlerin yok olması gibi sorunları daha da kötüleştirirken özellikle Küresel Güney’deki birçok bölge su kıtlığı ile karşı karşıya. Bu durum, yaşanmaz hale gelen koşullar nedeniyle kitlesel göç hareketlerini tetikliyor. BM, Mülteciler Yüksek Komiseri Filippo Grandi, geçen yıl 114 milyon insanın savaş, şiddet ve zulüm nedeniyle yerinden edildiğini bildirdi. Bu sayı bu yıl sert bir artışla 130 milyon kişi olarak yenilendi.

Afrika, Ortadoğu ve Güney Asya, bu çevresel zorluklardan en fazla etkilenen bölgeler arasında yer alıyor ve bu bölgelerden gelen göçmenler, daha iyi yaşam koşulları aramak amacıyla yurtlarını terk ediyorlar. Özellikle Sahel ve diğer bazı Afrika bölgeleri, toprak ve su kaynaklarının tükenmesi nedeniyle milyonlarca insanı göçe zorlayan bölgeler olarak öne çıkıyor. 

GÖÇMENLER VE FAŞİSTLER

Kapitalizmin yapısal krizi ile iklim krizinden, gelişmiş ülkelerde aşırı tüketimden kaynaklanan su ve gıda krizleri kesişmeye başlayınca, son 20 yılda, çevresel felaketlerden kaçan mülteciler ve göçmenler için Avrupa önemli bir sığınak oldu. Bu durum, sermayeye ucuz içgücü sağlarken Avrupa Birliği üye ülkelerinin bütçeleri üzerinde ve vatandaşlarının günlük yaşamları üzerine yeni siyasi, kültürel baskılar getirdi. Göçmen karşıtı ırkçı faşist partiler Avrupa siyasetinde giderek güçlenmeye başladılar. Almanya’daki Alternatif für Deutschland (AfD) ve Avusturya’nın Özgürlük Partisi (FPÖ) gibi aşırı sağ partiler, göç korkularını siyasette başarıyla kullanarak önemli kazanımlar elde ederek Avrupa’nın siyasi dinamiklerini değiştirmeye başladılar 

(“Aşırı Sağın Seçim Kazanımları Avrupa’yı Nasıl Değiştiriyor?”CFR, 15/10/ 2024) Su, gıda sıkıntısı çeken bölgelerden gelen göç hareketleri, Avrupa’da Avrupa Birliği karşıtlığı ve yabancı düşmanlığını körüklüyor. Aşırı sağ partiler, göçü ulusal egemenlik için bir tehdit olarak göstererek sınırların kapatılmasını ve daha sert sınır dışı politikalarının uygulanmasını savunuyorlar. Avusturya ve Almanya’da son seçimlerde kazanılan başarıların, Polonya Başbakanı Tusk’ın, “Atık göçmen almayacağız” açıklamasının gösterdiği gibi göç karşıtı platformlar, merkez partiler arasında bile yaygınlaşıyor (“Göçmen karşıtlığı ana akıma olmaya başladı”Wall Street Journal, 14/10/24).  

QUO VADİS AB? 

Irkçı faşist partilerin AB siyaseti içinde artan etkisi, Avrupa Birliği’nin geleceğini tehdit ediyor. Göçmenlere yönelik insani yardım ve göç politikaları konusunda geleneksel AB duruşunu sarsmaya çalışan bu partiler, AB karşıtı bir duruş sergileyerek birliğin işleyişine zarar verebilecek adımlar atıyorlar.  

Göç krizi devam ederken kuzeydeki zengin ülkeler, örneğin Almanya ve Fransa, daha fazla mülteci alımına karşı çıkarken İtalya ve Polonya gibi Güney ve Doğu Avrupa ülkeleri ise sert sınır kontrolleri uyguluyorlar. Bu durum, AB içinde derin bölünmelere neden oluyor ve ortak bir göç politikası geliştirilmesini zorlaştırıyor.  

Özetle, küresel su krizi ve göç dalgası, Avrupa’daki siyasi manzarayı önemli ölçüde etkiliyor. İklim değişikliği devam ettikçe bu göç hareketlerinin artması bekleniyor. Bu sırada kapitalizm, göçün temel nedenlerini -örneğin çevresel bozulma ve su kıtlığı- ortadan kaldırmak için gereken kaynakları ayırmaya niyetli görünmüyor. Kapitalizm bu tutumunu koruyabilmek için faşist partilerin siyasi desteğine giderek daha fazla gereksinim duyuyor.  2025 AB seçimlerine doğru ilerlerken göç, iklim değişikliği ve faşist hareketlerin artan etkisi, Avrupa’nın geleceği üzerindeki en önemli tartışma konularından biri olmaya devam edecek. AB’nin bu krizlere vereceği yanıt, birliğin güçlü, işbirlikçi bir yapı olarak devam edip etmeyeceğini ya da ulusalcılık ve parçalanma ile karşı karşıya kalıp kalmayacağını belirleyecektir.

                                                            /././  

Hâlâ bıçak sırtında -Ergin Yıldızoğlu-

ABD başkanlık seçimlerine bir haftadan az kaldı. Derin kutuplaşma aşılamadı. Sonuçların bıçak sırtında olduğunu ve “ertesi gün” ülkeyi büyük bir belirsizliğin beklediğini söylemek yanlış olmaz. 

İKİ YAKLAŞIM 
Seçim sonuçlarını öngörme çabalarında iki yaklaşım dikkat çekiyor. Birincisi ülke çapında ve delege sayısını belirlemek açısından kritik eyaletlerde kamuoyu yoklamaları. İkinci yöntemde siyaset bilimci Prof. Allan Lichtman  anketlere değil, kendi ürettiği 13 göstergeye dayanarak karar veriyor. Lichtman, 1984 yılından bu yana tüm seçimlerin sonuçlarını bildiğini iddia ediyor. Örneğin 2016 yılında anketler Clinton’un kazanacağını söylerken Lichtman, Trump demiş ve haklı çıkmıştı. 
Bütün anketleri bir araya toplayan “Project 538” sitesindeki grafiklere bakınca,  Harris aday olduğundan bu yana “adayların popülaritesi”, Harris yüzde 51.3 Trump yüzde 48.5 olarak 1-2 puan dalgalanarak ve hep “hata aralığında”  kalarak hiç değişmeden geliyor. Kısacası anket sonuçları belirgin bir farka işaret etmiyor.  “Kazanma olasılığı” istatistikleri de aynı yönde. “Çıkartmaları olası delege sayısı” istatistiklerinin grafiği de yine geçen ağustostan bu yana Harris’i, 270’lerde, Trump’ı 260’larda gösteriyor ama sık sık aradaki fark tek haneli sayılara düşüyor. 

Kısacası anketler “Biz bilemiyoruz” diyorlar. Prof. Lichtman’a göre de zaten anketler geriye doğru baktığı için, öngörüde bulunmak için güvenilmez yöntemlerdir. 

Lichtman onun yerine kendi 13 göstergesini öneriyor: 
1. İktidar partisi (İP), ara seçimlerde ABD Temsilciler Meclisi’nde iskemle sayısını artırdı; 
2. İP, adayını sorunsuz belirlemiştir; 
3. İP’nin adayı iktidardaki başkandır; 
4. Önemli bir üçüncü parti veya bağımsız aday yoktur; 
5. Seçim kampanyası sırasında, ekonomi durgunluk içinde değildir; 
6. İktidar dönemi boyunca kişi başına reel yıllık ekonomik büyüme önceki iki dönemdeki ortalama büyümeye eşit veya daha yüksektir; 
7. İP ulusal politikada önemli değişiklikler yapmıştır; 
8. Dönem boyunca sürekli bir toplumsal huzursuzluk yaşanmamıştır; 
9. Görevdeki yönetim büyük bir skandalla lekelenmemiştir; 
10. Görevdeki yönetim dış veya askeri ilişkilerde büyük bir başarısızlık yaşamamıştır; 
11. Görevdeki yönetim dış veya askeri ilişkilerde önemli bir başarı elde etmiştir; 
12. İP’nin adayı karizmatik veya ulusal bir kahramandır; 
13. Rakip parti adayı karizmatik veya ulusal bir kahraman değildir. 

Lichtman bunlardan 7’si doğruysa iktidardaki, değilse muhalefetteki partinin adayı kazanacaktır diyor; bu yıl 2, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 13 doğru olduğundan Harris’in kazanması gerekiyor. 

NEDEN HÂLÂ TRUMP
Bunlar gerçekten ilginç, akla yakın göstergeler ama çoğunu ölçmek olanaklı değil: Kanaatlerle yetinmek durumundayız. Bence çok ilginç ve seçim sonrası olası gelişmelere ışık tutacak bir soru daha var. Trump’a ilişkin bütün bilinenlere, adamın zihinsel kapasiteleri her gün biraz daha gerilerken, konuşurken alenen hava kaçırmak, soru cevap seansının 45 dakikasını müzik ve dans ile geçirmek gibi garipliklere karşın, neden seçmen, daha da ilginci “kökten dinci seçmen” adama oy vermeye kararlı görünüyor?

The New York Times’ın, en büyük evanjelik kiliselerden birinin kurucusu, Hıristiyan milliyetçi (faşist) Charlie Kirk ile yaptığı söyleşi, su soruya mantıklı ama korkutucu bir cevap sunuyordu. Kirk, “Eğer Tanrı’yı seviyor, İncil’i okuyor ve kendinize Hıristiyan diyorsanız, Kamala Harris’e başkanlık için oy verebileceğinize inanmıyorum” dedikten sonra ekliyordu, “muhafazakârlar aslında Trump’a değil, o kazandığında bürokrasiye atanacak 5 bin siyasi kadro için veriyorlar. Aslında önemli olan Trump değil devlete getirecek olduğu kadrolar.” 

Buradan, sanırım iki sonuç çıkarabiliriz: 
Birincisi, eğer Trump seçilirse iktidara, artık zaten iyice, yaşlanmış, dengesizleşmiş bir Trump değil, yeni genç deneyimli bir faşist kadro gelmiş olacak. 
İkincisi, plan bu olunca, eğer Trump kaybederse, bu planın mimarlarının sonuçları kabullenmesini beklememek gerekir. Bu mimarların temsilcileri, daha şimdiden, seçimlerin çalınma olasılığından söz etmeye, mektupla gelen oyların (bu oylarda hemen her zaman demokratlar çoğunlukta oluyor) sayımını yavaşlatmak hatta durdurmak için önlem almaya başladılar.
                                                       /././

Psikolojik savaş ve şok terapisi -Mehmet Ali Güller-

Son 22 yıllık siyasi pratiğin sonuçlarından ikisi şudur:

1) AKP 22 yıldır başarılı olduğu için değil, muhalefet başarısız olduğu için iktidarını sürdürebilmektedir: Erdoğan’ın karşıtlarını müttefik yaparak, onları birbiriyle çarpıştırarak, aynı müttefiki iki kez kullanarak iktidarını sürdürebilmesinin nedeni, Türkiye’nin muhalefet sorunudur.
2) AKP, ne söylüyorsa tersini yapan, ne yaparsa tersini söyleyen bir iktidardır: Erdoğanizm, “Atlantikçi, neoliberal sünni siyasal İslamcı” bir harekettir. Halkı yardıma muhtaç edip dinle avutarak, ülkeyi Atlantik projelerine eklemleyip “yerli ve milli propagandası” yaparak, büyük burjuvaziyi memnun edip “beyaz Türkler edebiyatı” yaparak, devlet olanaklarıyla kendi burjuvazisini semirtip halka “dava” için kemer sıktırarak bir “piramit” inşa etti.

SERSEMLETME OPERASYONU
22 yılın bu iki sonucunu, 1 Ekim’den bu yana yaşanan ve adeta planlı bir “şok terapisi” olarak uygulanan gelişmeler nedeniyle anımsattım.

Devlet Bahçeli 1 Ekim’de, daha üç gün önce kapatılmasını istediği, TBMM’den atılmasını savunduğu partiyle tokalaşarak muhalefete, 22 Ekim’de
de Öcalan gelsin TBMM’de konuşsun” diyerek topluma “şok terapisi” başlattı.
Terapi, muhalefeti ve toplumu bir projeye kanalize etmek için; şoklu olması ise bunu ancak sersemleterek yapabileceği için. Nitekim öyle de oldu. DEM yöneticileri birden Bahçeli’de büyük siyasi olgunluk ve “devlet aklı” gördüler, CHP Genel Başkanı Özgür Özel ise bunun normalleşme hamlesinin bir yansıması olduğunu sandı. “Öcalan’ın TBMM’ye davet edilebilmesi” gibi en uçuk seviyeden uygulanan şok da toplumu önemli oranda sersemletti.
 
ERDOĞAN’IN CHP PLANI
İktidarın 30 Ekim’de CHP’li bir belediye başkanına PKK’li olduğu iddiasıyla operasyon düzenlemesi de yine muhalefeti hedef alan şok terapisiydi. 

Önceki yazımda belirttim: Operasyon, öncelikle CHP’yi AKP-MHP planına zorlama, ikincil olarak da CHP’yi içeriden vurarak zayıflatma amaçlıydı. 
Şok terapisiydi: İktidar bir yandan PKK’nin başını TBMM’ye çağırıyor ama bir yandan da muhalefetin bir belediye başkanını, PKK’lilerle irtibatı olduğu iddiasıyla tutukluyor!

İktidar bir yandan Ekrem İmamoğlu’nu uyduruk “ahmak davasıyla” siyasi yasaklı ilan etmeye çalışıyor, bir yandan da eski danışmanı olan belediye başkanını PKK’li diye tutukluyor. Neden? Çünkü Erdoğan, yeni anayasa ile yeniden aday olabildiğinde (!) dişine uygun bir cumhurbaşkanı adayının rakip olmasını istiyor. Çünkü Erdoğan İstanbul’da üç kez seçim kaybettiği İmamoğlu’yla yarışmak istemiyor.
 
Ve ne yazık ki Erdoğan CHP’deki üç başlılık nedeniyle, bu oyun planını uygulayabileceğini hesaplıyor.

ÖZEL’İN OYUN PLANI NE?
Başta da belirttik: Türkiye’nin asıl sorunu muhalefet sorunudur. Erdoğan’ın karşısına rakip diye MHP’li Ekmeleddin İhsanoğlu’nu çıkaran, Erdoğan’ın anayasaya aykırı üçüncü kez adaylığına “mağdur olmasın” diye itiraz etmeyen CHP, her şeye rağmen, AKP Türkiye’yi çöküşe götürdüğü için son yerel seçimden birinci parti çıktı.
 
Normalde 22 yılın ardından birinci parti olan CHP’nin hızla “erken seçim” için baskı kurması lazımdı. Özgür Özel tersini yaptı, iktidarla normalleşme süreci başlattı!  Öyle ki iktidar göstere göstere bunun kendileri için “muhalefeti yumuşatma” süreci olduğunu ortaya koymasına rağmen, Özel bu tutumunu sürdürdü.

Erken seçim konusu, sonrasında CHP’de bir iç basınca dönüştüğünde bile Özel, yok gelecek sene, yok 2026’da diyerek konuyu sulandırdı.İşte buradayız: AKP’nin oyun planı açık, CHP tabanı bu nedenle asıl Özgür Özel’in oyun planını sorgulamalıdır!

NE YAPMAMALI?
CHP birinci parti olarak erken seçim baskısı kuracak mı? 
CHP normalleşme yerine iktidarla birinci parti gibi mücadele edecek mi? 
CHP binalardan çıkıp  kitlelerle alanlarda mücadeleyi örgütleyecek mi? CHP Erdoğan-Bahçeli’nin “Öcalan açılımına” karşı çıkıp cumhuriyetçi bir cephe kuracak mı? 
CHP AKP’nin yeni anasaya girişimine kategorik olarak karşı duracak mı? CHP, Erdoğan’ın CHP içini zayıflatma operasyonlarına karşı sağlam pozisyon alacak mı? 
CHP üç başlı görüntüye son verecek mi: Başarısız Kılıçdaroğlu kendisini çare gibi sunmaktan vazgeçecek mi, İmamoğlu’nu siyasetten tasfiye operasyonuna Özel direnecek mi?

Bunlar daha taktik düzlemdeki sorunlardır, program ve strateji düzlemindekilere değinmiyoruz bile... Ki problemler de işte asıl oradan başlıyor.
                                                     /././

CHP’yi ‘plana’ zorlama operasyonu -Mehmet Ali Güller-

Erdoğan-Bahçeli’nin “Öcalan açılımı” başlattığı şartlarda, CHP’li Esenyurt Belediye Başkanı Prof. Dr. Ahmet Özer’in KCK’lilerle irtibatı iddiasıyla tutuklanmasının tek anlamı var: AKP-MHP ittifakı CHP’yi “plana” zorlamaya çalışıyor.
Zira CHP Genel Başkanı Özgür Özel, sürece genel çerçevede bir destek verse de “İş anayasa değişikliğine gelecekse biz orada yokuz” diyor. 
Oysa Erdoğan’a asıl lazım olan yeni anayasadır. Kürt sorunu, açılım, çözüm süreci gibi başlıklar talidir, asıl konu Erdoğan’a sınırsız başkanlık yolu açacak yeni anayasadır. 
CHP’nin komisyonlarına dahil olmadığı bir yeni anayasa sürecinden sonuç alınabilmesi olası değil. Erdoğan’ın istediği şu: CHP komisyona dahil olup sürece meşruiyet kazandırsın, sonra dilerse tabanı için “hayır” desin. “Nasılsa ondan sonraki süreç Kürtlerin oylarıyla yürütülür” diye düşünülüyor.

OPERASYON AYNI ZAMANDA İMAMOĞLU’NA

Esenyurt Belediye Başkanı Prof. Dr. Ahmet Özer’in 10 yıldır PKK/KCK’lilerle irtibatlı olduğu iddia ediliyor. Bu doğruysa devlet açısından durum vahimdir. Zira mesele  Özer’in nasıl belediye başkanı adayı olabildiği ile sınırlı değildir, nasıl dekan ve rektör yardımcısı gibi üst düzey devlet memuru olabildiği de vardır.

Bu durumda ya “parti devleti mekanizmaları” zafiyet içindedir ya da “parti devleti mekanizmaları” sonraki süreçlere koz biriktirmektedir!

Zira yukarıda da belirttiğimiz gibi bu esas olarak bir “CHP’yi AKP-MHP planına zorlama operasyonudur” ama aynı zamanda CHP içini hedef alan, İmamoğlu’na karşı da bir operasyondur. 

Zira savcılığa ek olarak MHP’li yetkililerin de dillendirdiği “belediyelerin Kandil’e peşkeş çekildiği” iddiası operasyonun merkezindedir ve hedefi de İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’dur. Açık ki AKP-MHP ikilisi, plana zorlamada CHP içi dengeleri, cumhurbaşkanlığı yarışı gibi konuları da kullanmaktadır. 

ERDOĞAN’IN PLANI

Bahçeli’nin “Öcalan’ın tecriti kalksın, umut hakkı verilsin, gelsin TBMM’de konuşsun” çağrısıyla süren “Öcalan açılımı”, daha önce de belirttiğimiz gibi esas olarak “Erdoğan’a sınırsız başkanlık yolu açma” açılımıdır; “Kürt sorunu”, “ABD-İsrail planını engelleme”, “bölgede yeni oyun kurma” şeklindeki propagandalar, bu esası örtme amaçlıdır.

Diğer yandan Erdoğan’ın bu netameli süreç için sahaya “siyaseten çaresiz”  Bahçeli’yi sürdükten sonra bir süre net açıklama yapmaması, gerek AKP içinde, gerek Cumhur İttifakı saflarında farklı yorumlandı, “Erdoğan’ın sürece destek vermediği” şeklinde algılandı. 

Oysa Bahçeli’nin risk alarak başlattığı süreç, Erdoğan’ın sürecidir, Erdoğan içindir. Nitekim Erdoğan, konunun tartışılması ve kamuoyunda normalleştirilmesi durumuna paralel olarak adım adım konuştu, konuşmaktadır. Son olarak Bahçeli’ye büyük övgülerle teşekkür ederek sürece desteğini daha açık şekilde ilan etmiştir.

BAŞKANLIK AÇILIMI

Mesele başkanlıktır, diğer her konu bu konuya endekslidir. Bahçeli’nin “ne Kandil ne Edirne, adres İmralı’dan DEM’e uzansın” diyerek muhatap belirlemesi, meselenin başkanlık olmasıyla ilgilidir.

Anımsayın: İmralı, yani Öcalan 2013’te “başkanlık sistemi”ne destek vereceğini açıklarken Edirne, yani Demirtaş 2015’te “Seni (Erdoğan’ı) başkan yaptırmayacağız” demişti.

Yine Erdoğan’ın 2022’de “Edirne’deki (Demirtaş) İmralı’ya (Öcalan’a) hesap verecek” demesi de aynı bağlamdadır. 

Özetle konu dün de Erdoğan’ın başkanlığıydı, bugün de.

                                                   /././

DEM’e gülücükler -Öztin Akgüç-

Ülkedeki ekonomik, siyasal genel de toplumsal olayları irdelemek, çözüm yolu bulabilmek için, kapitalizm, emperyalizm, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) daha sonra yirmi dört ülkeyi, Kuzey Afrika ülkelerini kapsayacak şekilde genişletildiği projesini, aynı şekilde dikkate almak gerekir.

Kapitalizme ilişkin klasik ekonomik öngörü, nihai tahlil homo economicus (kişinin kendi öz çıkarlarını kollaması) firmanın kâr maksimizasyonu amacı, piyasalara giriş-çıkış serbestisi, piyasanın düzenleyici rolü (invisible hand) tüm bu varsayımları, kabullere karşın ekonomik durgunluktur. Sermaye birikimi, pazar genişlemediği sürece sermayenin marjinal kârlılığının giderek azalması, sıfıra doğru evrilmesi sonucu, kapitalizmin sonu durgunluk, karanlıktır.

Kapitalizm, varlığını sürdürebilmek için yayılmacı, diğer ülkeler üzerinde ekonomik hegemonya kurmak, emperyalist olmak zorundadır. ABD’nin BOP (GOP) projesine, ABD için yaşamsal önemi açısından bakmak gerekir.   

Ortadoğu, bilinen petrol, doğalgaz rezervinin önemli bölümüne sahip olmasının yanı sıra coğrafi konumu, iç kıta arasında geçişi sağlaması, beş yüz milyonu aşkın nüfusu ile de önemli bir pazardır. Ortadoğu’da hegemonya kuran emperyal güç, rakiplerine karşı üstünlük de sağlar. Bölgedeki devletler, Osmanlı’nın dağılmasından, bölüşülmesinden doğan yapay, demokratik tam bağımsız olmayan, kolay hegemonya kurulabilecek devletlerdir. 

Günümüzde ülkeler üzerinde hegemonya askeri güçle, işgal ilhak ile değil ülke içindeki işbirlikçilerle (komprador), görevlendirilen kuklalarla, vekâlet savaşları kurulmaktadır.

BOP (GOP) projesiyle Türkiye’ye önemli rol, işlev verilmiştir.Türkiye, kurulacak düzende bölgeye siyasal ve ekonomik açıdan örnek ülke olacaktır. Bu amaçla Erdoğan projenin eşbakanlığına atanmış, gerçekleştirmek için de Cumhur İttifakı’nın Türk-İslam sentezi mottosu altında nüvesi oluşturulmuştur.  Öcalan, emperyal güçlerini haber alma örgütleri (CIA, Mossad) tarafından, şartlı, asılmama koşuluyla dolaylı şekilde kurnazca teslim edilmiştir.

Bu yolla;
1) Öcalan’a sığınma sağlanmış, yaşamı da güvence altına alınmış. 
2) Dolaylı şekilde de olsa örgütle bağının sürdürülmesi sağlanmış. 
3) Emperyal güçlerin elinde figür olarak da kalmıştır. 

Teslimden önce baskı ile Suriye’den çıkartılan örgütle irtibata sekteye uğramış, Öcalan’a sığınacak yer aranırken bulunmuştur. Türkiye Öcalan’ı teslim almak, bir anlamda Türkiye’ye ilticasını korunma altına alınmasını sağlamaktır. TBMM açılış oturumunda, DEM ziyareti, el sıkışma ile başlayan Bahçeli açılımı,  “Öcalan’ın tecridi kalksın, gelsin TBMM’de DEM Parti grubunda konuşsun örgütü lağvettiğini açıklasın. PKK silah teslimi yapsın, barış sağlansın”  söylemiyle sunmuştur. 

Bahçeli açılımı spontane kendiliğinden kişisel çıkış olarak görülemez. Arka planı, iç ve dış destekçileri vardır.

Özür dilerim, “Öcalan TBMM’de konuşarak önce lağvettiğini açıklayacak, silah bırakma talimatını verecek, terör bitecek, barış sağlanacak” siyasal mizah gibi geliyor. Sığınmacı Öcalan’ı teslim edenlere iade etmek akılcı olur.
Ortadoğu, emperyal güçlerin hegemonya sağlamak için bir mücadele, dolaş alanıdır. Çin, Rusya hatta AB, ABD’nin Ortadoğu’ya yerleşmesini istemez. İsrail ise ABD’nin bir uzantısı olarak görülmelidir. İsrail, Türkiye için bir tehdit oluşturuyorsa bile Türkiye’ye: Türkiye, birtakım kişisel hesap ve beklentilerle küçük düşürülmemelidir.

Türkiye, sınırlarını koruyarak, gerektiğinde tehdit edici bir güç olarak Ortadoğu kapışmasının dışında kalmalı, bağımsız, bağlantısız bir politika izlemeli, dost, müttefik söylemini de bir yana bırakmalıdır.

                                                  /././

Türkiye Dingo’nun ahırı değildir -Özdemir İnce-

Basından aktarıyorum: 
“Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Almanya Başbakanı Olaf Scholz 19 Ekim’deki ikili görüşmenin ardından yaptıkları basın açıklamasında, Almanya gündemini meşgul eden Suriyeli göçmenlerin iade edilmesi konusundaki sorulara yanıt verdi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Almanya Başbakanı Olaf Scholz ile 19 Ekim’de İstanbul Dolmabahçe Sarayı’nda bir araya geldi. Görüşmenin ardından yapılan basın açıklamasında konuşan Erdoğan, Almanya’da suç işleyen Suriyeli sığınmacıların Türkiye’ye iade edileceği iddiaları ile ilgili soruya  ‘Suriye’den ve Lübnan’dan gelen mültecilere her zaman kapılarımız açık olmuştur, şu anda da açıktır’ sözleriyle cevap verdi.” 

Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan’ın sözlerini halk diline çevirecek olursak bunun anlamı ülkemizin, Türkiye’nin bir “Yol geçen hanı” ya da “Dingo’nun ahırı”na dönüştürmek olduğudur.  “Milliyetçi” olup bir türlü “millici” olamayan MHP’nin genel başkanı Devlet Bahçeli ne diyecek acaba? R.T. Erdoğan ülkemizin kapılarını Suriye ve Lübnan’ın her türlü niteliksiz ayak takımına, çerçöpüne, katiline, hırsızına, uğursuzuna, uyuşturucu müptelasına ve tüccarına kapılarını ardına kadar açıyor... Bu ne aymazlık, bu ne sorumsuzluktur. Sanki ülkemizde bunların eksikliği var. Türkiye sanki kendisinin çiftliği. Ayıptır ve insanlık suçudur. Üstelik bu insanlara vatandaşlık da verilmekte. Ülkemizin vatandaşları, atalarının kanı pahasına vatandaş olma mutluluğuna ermiştir.

ABD VATANDAŞI NASIL OLUNUR?
Kuruluşundan bu yana her yıl büyük miktarda göç alan ABD’de bu olgu yasal olarak sağlam kazıklara bağlanmıştır: Sığınma talebinde bulunmaktan ABD vatandaşı olmaya kadar geçen süreç genellikle 6-8 yıl veya daha uzun sürebilir. Süreç boyunca yasal statüyü korumak icin dikkat edilmesi gereken önemli noktalar ve ek bilgiler şunlardır:

Sığınma talebi için gereklilikler: Kişinin ülkesine geri dönmesi durumunda ırk, din, milliyet, belirli bir sosyal gruba üyelik veya siyasi görüş nedeniyle zulme uğrama korkusunun olması gerekir. Başvuru formuna ek olarak zulüm korkusunu destekleyen kanıtlar (örneğin, tehdit mektupları, tıbbi raporlar, gazete haberleri) sunulmalıdır. Bu korkunun “iyi temellendirilmiş” olması, yani gerçek ve makul olması gerekir. Parmak izi ve fotoğraf alınması için biyometrik randevuya gidilmelidir.
Sığınma mülakatı veya mahkeme duruşması: Affirmative asylum (olumlu sığınma) başvuruları için bir sığınma görevlisiyle mülakat yapılır. Defensive asylum (savunma amaçlı sığınma) başvuruları için bir göçmenlik hâkimi önünde duruşma yapılır.
Çalışma izni: Sığınma başvurusundan 150 gün sonra çalışma izni için başvurulabilir. Çalışma izni genellikle başvurudan 30 gün sonra verilir (toplam 180 gün). Çalışma izni her yıl yenilenmelidir.
Seyahat kısıtlamaları: Sığınmacı statüsünü kaybetmemek için menşe ülkeye seyahat etmemek gerekir. Sığınma başvurusu onaylanana kadar ABD dışına seyahat edilmez.
Green Card süreci: Sığınma hakkı kazanıldıktan bir yıl sonra Green Card için başvurulabilir. Green Card beklerken dikkat edilmesi gerekenler: Suç işlemekten kaçınmak çok önemlidir. Ciddi suçlar Green Card alma şansını ortadan kaldırabilir.
Vatandaşlık süreci: Green Card alındıktan 5 yıl sonra vatandaşlık başvurusu yapılabilir. İngilizce dil yeterliliği ve ABD vatandaşlık testi geçilmelidir.
“İyi ahlaki karakter” gösterilmelidir (örneğin, vergi ödemeleri düzenli yapılmalı, suç kaydı olmamalıdır). Entegrasyon süreci: İngilizce dil kurslarına katılmak önemlidir. Amerikan kültürü ve toplumu hakkında bilgi edinmek için topluluk programlarına katılmak faydalı olabilir. Mesleki beceriler geliştirmek veya eğitim almak, iş bulma şansını artırabilir.

Daha başka koşullar da var ama bu kadarı yeter. Bilmem derdimi anlatabildim mi?                                               /././

Laik Cumhuriyet sürekli devrimdir -Özdemir İnce-

Müslüman dünyası neredeyse 800 yıldır çağına ayak uyduramıyor. Suç kimde? Kendisinde mi yoksa onu beklemeyip durmadan ileri giden Müslüman olmayan dünyada mı? Hıristiyan dünyayı saymıyorum, Japonya ve Çin’i de saymıyorum, Hindistan bile Müslüman dünyasına birkaç tur bindirmiş durumda. Hıristiyan Latin Amerika gerçek demokrasiyi bulduğu gün tazı gibi ileri fırlayacak. Bu dediğim nasıl olacak? Bunu ekonomistler çok iyi biliyor. Benim bildiğim şu: Gerçek demokrasiyi buldukları gün her türlü emperyalizme karşı aşılanacaklar.

Güney Amerika örneğinde görüldüğü gibi sorunun kaynağı demokrasi. Demokrasiye engel ise teokrasi ve çağdışı despotik düzenler. Ancak Hıristiyan dünyasında Hıristiyancı ya da Hıristiyanlıkçı siyasal partiler yok. Hıristiyan Demokrat partilerin Hıristiyanlığı tabeladan başka bir şey değildir. Onlar da laik partilerdir. Çağdaş demokratik monarşiler de elbette var: İngiltere, İspanya, Hollanda, Danimarka, İsveç, Norveç... Onlar da laik partiler! Geriye atipik olarak Rusya kalıyor: Otoriter ama laik bir rejimi var. Laik olduğu için gelecekte demokrasiyi bulabilir.

Müslüman dünya ise laik değil, monarşik ve otoriter rejimlerle yönetiliyor. Müslüman mahallede monarşik (saltanatlı) düzenler yakın ya da uzak gelecekte iç ve dış itkilerle yıkılabilir ama yerlerine demokratik değil otoriter teokratik düzenler kurulur. Geriye teokrasilerin yıkılıp yerlerine demokratik düzenlerin kurulması kalıyor. Bu mümkün mü? Teokratik düzenin yerine laik düzen gelmeden demokrasi mümkün değil. Bu gerçekleşmedikçe Müslüman dünya ile Müslüman olmayan dünya arasındaki mevcut makas açısı giderek büyüyecek ve bu dünya giderek daha da geri kalacak ama paraya çevrilen doğal kaynaklar var oldukça bu toplumlar teknolojik ürünleri satın almayı sürdürecekler ama her gün çağcıl ve çağdaş dünya karşısında akıl ve ruh sağlıklarını yitirecekler. Çünkü bilim, özgür düşünce, sanatlar, özgür ve bağımsız birey kaynakları dumura uğramış, iğdiş edilmiş durumda. Bir de kadın ve çocukların içinde bulunduğu bataklık var ve olmayan insan hakları!

Müslüman dünyada, bir zamanlar, tek bir istisna vardı: Türkiye Cumhuriyeti! Bu istisnalık durum AKP’nin iktidara gelmesinden bu yana her gün toprak kaybetmekte. AKP iktidarda kaldığı sürede Cumhuriyet bu ayrıcalığını tamamen yitirebilir mi? Sanmam, çünkü laikliğin koruyucu DNA’sı Cumhuriyetin damarlarına, beyin hücrelerine yerleşmiş durumda. İslamcı partiler hükümet olsalar da dinin dogmalarını anayasaya yazamazlar. Böyle olduğu için de ele geçirdikleri her şeyin maddi ve manevi bakımdan ırzına geçiyorlar. Akılları başlarında değil ceplerinde, işkembe organlarında. Tıpkı öteki Müslüman ülkelerde olduğu gibi. Bizimkilerin hiç olmazsa nefisleri ölülere karşı uyanmıyor. Belki de şimdilik!

Ben Cumhuriyetin has ve turfanda ürünüyüm: 1943’te ilkokula başladım, liseyi 1956’da, yükseköğrenimi 1960 yılında bitirdim. Yükseköğrenimi kız erkek karışık yatılı okudum. Yemin ederim ki öğretmenlerin ilkokulda, ortaokulda, lisede kız ya da erkek öğrencilerin birine sarkıntılık ettiğini, bu nedenle hapse mahkûm edildiğini duymadım, mahkûm edildiğine tanık olmadım. Köy Enstitülerinin helalarında cenin bulunduğu kanıtlanmamış iftiralardır. Bu iftiraları atanlar günümüz tacizlerinin, ırz düşmanlarının atalarıdır. Bizim dönemimizde böyle rezillikler olmuyordu çünkü Cumhuriyet toplumu açık toplumdu, günümüzde olan sapkınlıkların gözünü oyardı.

İlk, orta ve lisede sıralara kızlarla oturdum. Bazen iki kızın arasına. Hepsi ana bir, baba bir kız kardeşlerim gibiydi. Yükseköğrenimde de Aysel adlı bir kardeşle birlikte oturduk. Birlikte Fransızca öğretmeni olduk. Diploma aldıktan sonra kurada ben Yozgat Lisesi’ni çektim, Aysel Sandıklı Ortaokulu’nu. “Sen nasılsa askere gideceksin yerlerimizi değişelim” dedi. Değiştik.

Cumhuriyetten önce kızlarımız 14-15 yaşına gelince evlendirilmek üzere okuldan alınırdı. Cumhuriyet bu geleneğe son vererek kızlarımızı özgürleştirdi. Kadın özgürleştikçe Cumhuriyet gürbüzleşti, temelleri toplumun beyin ve ruhunda daha da derinlere indi. Cumhuriyetimiz 1950’den sonra karşıdevrim partilerinin saldırısına uğradı ama saldırıya uğradıkça güçlendi.

Din dogmalarıyla yönetilen toplumlar gelecekte çağa uyumsuzlukları yüzünden, toptan çıldıracaklar. Üzerlerine çağımızın bilim bombaları düşecek. Türkiye ancak Cumhuriyet Devrimlerinin korucuyu zırhı sayesinde insanlık yolunda kendini koruyabilir.
                                                             /././
Yaş yetmiş -Özdemir İnce-

2010 yılında Destek Yayınevi tarafından yayımlanan Direnen Türkiye adlı kitabımı ben yazmamışım gibi yeniden okuyorum. İnsanda Gençlik Ne İşe Yarar (s.122) başlıklı yazı çok ilginç. Dönemin başbakanı Erdoğan, dönemin CHP lideri Baykal’a laf atmış:
22 Mart 2009 günü İstanbul’dan sonra Edirne’de miting konuşması yapan ve CHP lideri Baykal’a saldıran Başbakan Erdoğan, 70-80 yaşındaki insanların siyaset yapmaması gerektiğini belirterek şunları söylemiş: “Kalk akıl ver, danışmanlık yap, vakıfların başında ol. Yaşın 70 oldu 70. Hâlâ meydanda hakaret ediyorsun!”   (Milliyet, 23.03.09)

26 Şubat 1954 doğumlu dönemin başbakanı R.T. Erdoğan o tarihte 45 yaşında, 1938 doğumlu rakibi Deniz Baykal ise 71 yaşında imiş. Baykal 26 yıl daha yaşlı.
Ben de 19.4.2009 tarihli Hürriyet gazetesinde şunları yazmışım: Baykal’ın verdiği aklı başında akılları elinin tersiyle iten başbakan, (yandaşlarına göre) Sultan ve Halife Recep Tayyip Erdoğan’a da aynı cevabı vereceğim:

“Gençlik sadece yatakta ve idmanda işe yarar! Ama ikisi de yetenek ve teknik ister!” Bu cümleyi, o tarihte “moruk” diyen İslamcı yazarlara yanıt verirken yazmıştım. Devamı şöyle: “Gençlerin büyük bir çoğunluğu cinsel gücü cinsel ilişki sayısına ve kadını hamile bırakma şansına bağlar. Cinsel gücün bunun ikisiyle de ilişkisi yoktur! Cinsel güç kadını karada, denizde, havada mutlu etme ve mutlu olma sanatıyla doğru orantılıdır! Cinsel güç, horozun tavuğa binip inme benzeri bir idman anlayışıyla ölçülmez.”

O yıllarda edebiyatta ve siyasette bir gençlik tapıncı vardı. 26 Şubat 1954 doğumlu sayın Erdoğan, Baykal’a “Yaşın yetmiş işin bitmiş!” dediği 2009 yılında 55 yaşındaymış.

Atalarımız “Büyük lokma ye büyük söz söyleme!” demişler ama dinleyen kim? 2009 yılında Deniz Baykal’ı “Yaşın yetmiş işin bitmiş” diye sarakaya alan R.T. Erdoğan da kaderin cilvesine bakın ki artık tamı tamına yetmiş yaşında. N’olacak şimdi? Deniz Baykal o sırada CHP’nin genel başkanı sıfatıyla muhalefet lideriydi. Oysa aynı yaşta olan Sayın R.T. Erdoğan bir Başyüce olarak Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturmakta.

Fiyaskoyla sona eren birinci açılım masalından sonra sanırım ikinci açılım masalı başlayacak. Bir türlü “milli” olamayan MHP’nin gözü kara genel başkanı devletlü Devlet Bahçeli “çocuk katili” sıfatıyla tanınan Abdullah Öcalan’ı, DEM’in grup toplantısında da olasa TBMM çatısı altında konuşmaya davet etmedi mi? Güya Abdullah Öcalan oraya gelip PKK’yi dağıttığını dünyaya ilan (!) edecekmiş. Acaba Abdullah Öcalan’dan bir söz mü aldı yoksa kendi kendine mi gelin güvey olmakta?

PKK ayrılık ve bağımsızlık, federasyon ya da özerk bölge isteklerinden vaz mı geçti? PKK’nin 23 Ekim 2024 Çarşamba günü TUSAŞ’a yaptığı saldırı da neyin nesi olmakta? Beş şehit ve ikisi ağır olmak üzere 19 yaralı var. Bunun üzerine, ikinci açılım masalını başlatan Devlet Bahçeli, “Hiçbir hain ve hasmane hesap tutmayacak” ifadesini kullanmış. Milli Savunma Bakanı Güler, saldırıda PKK’yi işaret etmiş. Saldırı TBMM’de kınanırken DEM partili Sezai Temelli bir  “provokasyon”  açıklaması yapmış.

Provokasyonu yapan kim, kim yapabilir? Yabancı güçler mi? Bence gerçek başka? Saldırı emrini Kandil verdi ve PKK’nin lideri olan Abdullah Öcalan’ın önderliğinin artık tartışmalı olduğunu işaret etti.

Artık 70 yaşında olan Erdoğan, PKK ile nasıl ve neyi müzakere edecek? Adamlar ayrı devlet, federasyon, özerklik, bunlar olmazsa en azından anadilde öğrenim hakkı isteyecekler? Anadilde öğrenim hakkı masum bir demokratik hak gibi görünebilir ama üniter bir ulus devlet olan Türkiye’de Türkçeden başka bir dil ile öğrenim yapılamaz. Sözün kısası Devlet Bahçeli ve dolayısıyla R.T. Erdoğan olmayacak duaya amin demekteler.

Sanki ülkede iç savaş varmış gibi durmadan “barış”tan söz eden DEM Partisi ne istiyor, bilmiyoruz. Uzlaşma görüşmelerinde en azından anadilde öğrenim hakkı isteyecek. Ama bu uluslararası hukuka göre mümkün değil. Şurası gerçek ki Kürt kökenli TC vatandaşları “eşit vatandaşlık hakları”ndan kesinlikle yararlanmıyor. Tasarlanan ikinci açılım masalında bu bile sağlansa, içtenlikle gerçekleşse büyük bir başarıdır. Barış ortamında bundan fazlası mümkün değil.

Bunları, “Türkiye’nin Sırat Köprüsü: Açılım Masalı” (Tekin Yayınları, 2015-2020) adlı çok önemli bir kitabın yazarı olarak yazıyorum. Ciddiye alınırsa yararlı olur.

                                                                 /././

(CUMHURİYET)


 

 

50 kurban - Barış Pehlivan / Cumhuriyet

 

“Değerli Mardin halkımızın bu beladan kurtulması halinde Rabb’imden dilediğim kurbanı, adağı kestim.”

Bu sözler eski Mardin Milletvekili Süleyman Bölünmez’e ait. Yani, bugünün AKP milletvekili ve partinin yerel yönetimlerden sorumlu başkan yardımcısı Ceyda Bölünmez’in babası.

Bölünmez, Mardin Büyükşehir Belediye başkanının görevden alınmasını 50 kurban keserek kutladı. Yetmedi, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’ndaki camiye gidip şükür namazı kıldı.

Hayır, yanlış anlamayın. AKP’li Bölünmez’in gidişini kutladığı, “bela” diye nitelendirdiği belediye başkanı Ahmet Türk değildi. İki kez Ahmet Türk’ün koltuğuna oturtulan ve 2020’de görevden alınan kayyum Mustafa Yaman’dı hedefteki.

Eski Vali Yaman, hem 2016’da hem de 2019’da Mardin Büyükşehir Belediyesi’ne kayyum olarak atandı. Görev yaptığı döneme dair usulsüzlük iddiaları o kadar büyüdü ki İçişleri Bakanlığı müfettiş görevlendirmek zorunda kaldı.

Bakın...

Sadece Mardin’de daha önceki kayyum dönemlerine dair hem resmi raporlara hem de yerel yayın organlarına yansıyanlardan özetler geçeyim:

- 2020 yılında görevinden alınarak mülkiye müfettişi yapılan eski Mardin valisi ve kayyum Mustafa Yaman’ın da aralarında bulunduğu 72 kişi hakkında, 540 milyon liralık iki ayrı yolsuzluk soruşturması daha açıldığı ortaya çıktı.

- Mardin’de Vali Mustafa Yaman’ın kayyum olduğu döneme ilişkin müfettiş incelemelerinde yeni yolsuzluk iddiaları ortaya çıktı. Raporda kayyumun “manevi kızı” Merve Erciyas Çatal’ın, doğum gününden düğün masraflarına kadar yaptığı harcamalarda belediye imkânlarını kullandığı anlatıldı.

- Kayyum yönetimindeki Mardin Büyükşehir Belediyesi’ne dönük yolsuzluk operasyonunda tutuklanan DEDAŞ İl Müdürü Mehmet Bulut“kamu zararı” olarak belirlenen 1 milyon 700 bin TL’yi ödeyip Etkin Pişmanlık Yasası’ndan yararlanarak tahliye edildi.

- Mardin Büyükşehir Belediyesi’nin kayyum yönetiminden kalan borçlarının 3 milyar 502 milyon TL olduğu açıklandı.

- Kayyum atanan Mardin Büyükşehir Belediyesi’nde açılan yolsuzluk soruşturması kapsamında ifade veren iş insanı Şerif Acar, kayyumun kullandığı Audi A6 aracın verdiği rüşvetle alındığını ve toplamda 3.5 milyon TL civarında paranın kendisinden zorla alındığını kaydetti.

- Mardin Belediyesi kayyumu Mustafa Yaman’ın, AKP’li bakanlara belediye bütçesinden yaklaşık 600 bin liralık hediye aldığı iddiaları ile gündeme gelen mağazadan bir yetkili açıklamalarda bulundu: “O faturalar yıllık olabilir, kimse bize hesap soramaz.”

- Mardin Büyükşehir Belediyesi eski kayyumu Mustafa Yaman döneminde “temsil ve ağırlama giderleri” adı altında gerçekleştirilen 11 milyon 481 bin TL’lik usulsüz harcamaya dair davalar, yeni kayyumun “feragat” kararı gerekçesiyle düşürüldü.

Evet...

Bu liste uzar gider. Mardin’e iki kez kayyum atanan ve görevden alınan Mustafa Yaman, tüm bu iddialara rağmen bugün halen İçişleri Bakanlığı’nın resmi internet sitesinde “başmüfettiş” olarak boy gösteriyor. Öyle ya, hata değildi ki ders alınsın!

Barış Pehlivan / Cumhuriyet

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -6 Kasım 2024-

Yendik, yıktık ve değiştirdik -Ali Ufuk Arikan-

"Ya bize vaaz edilen o masala, bu düzenin değişmeyeceğine ikna olup boyun eğeceğiz ya da bebeklere, çocuklara, kadınlara, işçilere, halklara kan kusturan bir avuç asalağın düzenine son vereceğiz."

Kâr edeceğiz diye yeni doğan bebekleri gözünü kırpmadan öldüren bir düzende yaşıyoruz. 

Geçtiğimiz günlerde başkent Ankara’da, Sincan’da bir tarikat medresesinde işkenceye uğrayan çocukları, gençleri gördük… Çocukların, gençlerin hayatını karartan, gericiliğe teslim eden bir düzende yaşıyoruz.

Kadınlar sokak ortasında katledilirken, “gülmeselerdi, orada ne işleri vardı” diyen kopkoyu bir karanlıkta yaşıyoruz.

Ülkemizde yüzde birlik bir kesimin, patronların, halkımıza ait olan kaynakların çok büyük bölümüne el koyduğu zenginlerin düzeninde yaşıyoruz.

Her şeyleri para, biliyoruz. Bir yandan “Filistin halkının yanındayız” deyip, diğer yandan İsrail’e milyonlarca dolarlık dikenli tel satan, askeri tesislerinin enerji ihtiyaçlarını karşılayan alçak bir düzende yaşıyoruz.

Peki, ülkemiz ve bu tablonun benzerini dünyanın başka coğrafyalarında yaşayan halklar gerçekten bu düzene mecbur mu?

Hayatımızı, geleceğimizi karartan, yaşam hakkımızı giderek ortadan kaldıran, ülkeyi ve dünyayı dipsiz bir karanlığa teslim eden bu düzene mecbur muyuz?

Sürekli şunu vaaz ediyorlar:

“Boşuna uğraşmayın… Bu düzenden çıkış yok, daha iyisi de yok! Zaten her şey denendi ve adına kapitalizm denilen bu düzenin gerçekten yıkılmaz olduğu çoktan görüldü.”

Yarın 7 Kasım…

Dünyanın bugün içinde bulunduğumuza çok benzer bir karanlığa gömüldüğü bir dönemde, artık çıkış yok, bir yok oluşa sürükleniyoruz denilen bir aralıkta büyük insanlık yanı başımızda ayağa kalktı.

Yenilmez denilen yenildi, yıkılmaz denilen yıkıldı, değişmez denilen değişti, olmaz denilen oldu.

İnsanlık kendi kaderini kendi eline alabileceğini işçi sınıfını iktidara taşıyarak gösterdi.

Ekim Devrimi insanlığın ileri tüm birikimlerinin temsilcisi ve doğduğu zemin oldu.

Yendi, yıktı, değiştirdi…

Yanı başında, emperyalizmin işgali altında olan ülkemizi herkes 40 parçaya bölmeye çalışırken, onlar kasalar dolusu altın ve silah yardımını hiçbir çıkar gözetmeden, yoldaşça ve kardeşçe ulaştırdı.

Üstelik sihirli bir değnekle, süper kahramanlarla olmadı tüm bunlar. Ayağa kalkan örgütlenen emekçiler, kadınlar ve gençlerdi. Örgütlü bir halkın öncüsüyle buluştuğunda tarihin akışını nasıl değiştirebildiğini gördük.

Şimdi o günlerin üzerinden 100 yıldan uzun bir süre geçti.

Geldiğimiz noktada o büyük devrimin doğduğu ve yayıldığı coğrafyalarda da, işgale karşı ayağa kalkan, saltanata son verip cumhuriyeti kuran ülkemizde de büyük bir yıkıma tanıklık ediyoruz.

Tüm bu yıkımın içinden yine aynı sesler yükseliyor: “Teslim olun, boyun eğin, bu düzen değişmez, değiştiremezsiniz…”

Karar vermek zorundayız. 

Ya bize sürekli vaaz edilen o masala, bu düzenin değişmeyeceğine ikna olup boyun eğeceğiz ya da bebeklere, çocuklara, kadınlara, işçilere, halklara kan kusturan bir avuç asalağın düzenine son vereceğiz.

Büyük bir cüret ve iddiayla çıkmamız gerekiyor karşılarına.

Yeneceğiz, yıkacağız ve değiştireceğiz!

İnsanlığı ayağa kaldırmanın, yok oluşu engellemenin tek yolu budur.

Buna inanmayan ve kurtuluş için gözlerini ABD seçimlerine diken, Yeni Osmanlı hayalleri üzerinden ‘kardeşlik’ hikâyeleri anlatan, normalleşme diye yanıp tutuşan, patronların ve tarikatların düzenini sorgulamayı aklına dahi getiremeyen ve NATO’nun emir erliğinden ötesine gidemeyenler başka, biz başka bir dünyanın özlemi içindeyiz.

Ve inanıyoruz, başaracağız.

Güzel ülkemizi bu karanlık düzenden kurtararak başlayacağız işe. Olmaz denilen olacak, tıpkı Ekim günlerindeki gibi...

                                                             /././

31 Mart’ta ne olmuştu?-Fatih Yaşlı-

"CHP ve DEM Parti’nin gölgesinden kurtulmuş, güçlü, etkili, toplumsallaşmış bir sol olsaydı, yapılanlar böyle kolay yapılabilir, 31 Mart seçim sonuçları böyle kolay çalınabilir miydi?"

31 Mart seçimleri neticesinde ortaya çıkan tablonun sadece yedi ay içerisinde unutturulması ve silinip gitmesi, Türkiye gibi “gündem manyağı” yapılmış bir ülkede yaşasak bile “ne oldu da böyle oldu” sorusunu sormayı mecbur kılıyor. 

Önce sözünü ettiğimiz tablo neydi hatırlayalım. 31 Mart 2024 seçimlerinde 14-28 Mayıs 2023 seçimlerindeki tablo tamamen tersine dönmüş, AKP ilk kez bir seçimi kazanamamış, elindeki çok sayıdaki belediyeyi kaybetmiş, CHP de 1977 seçimlerinden sonra ilk kez bir seçimden birinci parti olarak çıkmış, daha önce belediye kazanamadığı birçok yerde bu sefer başarılı olmuştu. 

Peki bu tabloyu yaratan şey neydi? O tabloyu, 14-28 Mayıs seçimleri sonrası Mehmet Şimşek’in ekonominin başına geçmesi ve izlediği program yaratmıştı esas olarak. Enflasyonu düşürme iddiasıyla yürürlüğe konulan Şimşek programı, genel seçimlerin yapıldığı 2023 yılı mayıs ayında yüzde 39.5 iken yerel seçimlerin yapıldığı 2024 yılının mart ayında yüzde 68.5’e çıkmıştı. Aynı dönemde dolar kuru ise 20.7 liradan 32 liraya yükselmişti. Enflasyondaki ve hayat pahalılığındaki yükselişe rağmen asgari ücrete yapılan zam sınırlı tutulmuş, memur ve emekli maaşlarında herhangi bir ciddi iyileştirme yapılmamış, Erdoğan da seçim meydanlarında popülizm uğruna Şimşek programından taviz vermeyeceklerini açıklamıştı.

İşte Türkiye toplumu 31 Mart günü sandığa IMF’li ya da IMF’siz istikrar programlarına dair hafızasıyla ve ekmeğinin adım adım küçüldüğünü görerek gitti ve iktidara 22 yıllık tarihinin en büyük uyarısını yaptı, haritayı baştan aşağı kırmızıya boyadı. Tablonun böyle şekillenmesinin gerisinde ne CHP’nin başarılı muhalefeti ne de adayların kimliği vardı; esas mesele ekonomikti, esas mesele ekmeğinin küçülmesine halkın gösterdiği tepkiydi. 

Normal şartlarda böylesi bir tablonun sonucu iktidarın meşruiyet krizine girdiği ve ülkeyi yönetme ehliyetini yitirmeye başladığı yönünde bir tespitten yola çıkarak söz konusu krizi derinleştirmek ve ekmeğin küçülmesi gündemiyle iktidarı erken seçime gitmeye zorlamak olurdu. Şimşek programına alternatif asgari sosyal demokrat bir program bile, geniş halk kitlelerini seferber etmek ve ülkeyi seçim konjonktürüne sokmak için yeterli olabilirdi.

Ancak böyle olmadı; Kılıçdaroğlu’ndan sonra Özgür Özel CHP’si de majestelerinin muhalefeti olmaktan öteye gidemedi ve tarihinin en büyük yenilgisini alan iktidara bir kez daha el uzattı. Bunun için atılan ilk adım ise yandaş Sabah gazetesinden Yavuz Donat’a verilen ve gazetenin “Makama Saygı” manşetiyle yayınladığı röportaj oldu. Özel orada adeta iktidarın 31 Mart’ta aldığı yarayı saracağını, o tabloyu derinleştirecek bir strateji izlemeyeceğini deklare etti, ilerleyen günlerde ise erken seçim çağrısı yapmayacağını, henüz bunun vaktinin gelmediğini söyledi. “Normalleşme/yumuşama” süreci de böylece başlamış oldu. 

Özel bir yandan Erdoğan’dan randevu beklerken ve sonrasında normalleşme/yumuşama adı altında karşılıklı ziyaretler gerçekleşirken, öte yandan CHP halkın birikmiş öfkesini pasifize edebilmek, toplumun gazını alabilmek için “butik mitingler” düzenledi. O butik mitinglerin tek bir mecraya akması ve ulusal ölçekte devasa protesto gösterilerine dönüşmesi bilinçli bir şekilde engellendi, 1 Mayıs’ta yaşananlar ise ihanetin boyutlarını gösterdi. Aynı şekilde Şimşek programı doğrudan hedef alınmadı, karşı bir kampanya başlatılmadı, o programın karşısına asgari ölçekte olsa dahi kamucu-halkçı bir program konulmadı.

Tüm bunların sonucu iktidarın istediği zamanı kazanması oldu. Resmi enflasyonun yüzde 60 civarında olduğu bir ülkede asgari ücrete temmuz zammı yapılmayacağı açıklandığında dahi ülkede yaprak kıpırdamadı, işçi, memur, emekli, açlık sınırının altında yaşamaya mahkum edilmişken buna bilinçli bir şekilde itiraz edilmedi, ses çıkarılmadı, herhangi bir eylemli karşı çıkış örgütlenmedi ve iktidar kendisi açısından en zor dönemlerden birini atlatmayı başardı, program da yoluna devam etti.

İktidar istediği zamanı kazandığı ve yeniden toparlanma aşamasına girdiği için normalleşme ve yumuşama yavaş yavaş miadını doldururken Türkiye Meclis’in açıldığı 1 Ekim 2024 tarihiyle yeni bir konjonktüre sokuldu. Bahçeli o gün TBMM’de DEM Partili vekillerle tokalaştı, ardından da bunun bir nezaket tokalaşmasının ötesinde olduğuna işaret eden açıklamalarda bulundu. Aynı gün Özel CHP’si de “makama saygı” siyasetinin gereği Meclis’te Erdoğan’ı ayakta karşılamıştı. 

Bahçeli 8 Ekim günü “uzattığım el, gelin Türkiye partisi olun, gelin teröre cephe alın, gelin bin yıllık kardeşliğimizde kenetlenin teklifidir” derken asıl ses getirecek ve herkesi hayretlere düşürecek açıklamasını 22 Ekim’de yaparak “şayet terörist başının tecridi kaldırılırsa gelsin Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde DEM Parti grup toplantısında konuşsun. Terörün tamamen bittiğini ve örgütün lağvedildiğini haykırsın” çağrısında bulundu. 

CHP ve DEM Parti ise bu açıklamanın üzerine önünü arkasını düşünmeden balıklama atladı. Sırrı Süreyya Önder etmesi gereken teşekkürü daha ilk günden zaten etmişti, Özgür Özel ise “puan kaybetmek pahasına dahi olsa tarihin doğru tarafında yer alacağını” söyleyerek daha baştan sürece açık çek veriyor, bunun da ötesinde iktidarı “tarihin doğru tarafında” konumlandırmış oluyordu. 

Süreç Bahçeli’nin açıklamasının ardından hızlandı; ertesi gün DEM Parti milletvekili ve Abdullah Öcalan’ın yeğeni Ömer Öcalan yıllar sonra verilen izinle İmralı’ya giderken, PKK de Ankara’da TUSAŞ’a saldırdı ve 5 kişiyi öldürdü. Son bir haftaya ise kayyımlarla girildi ve önce CHP’li Esenyurt Belediyesi’ne ardından da Mardin, Batman ve Halfeti belediyelerine kayyım atandı. 

Esenyurt operasyonundan bir gün önce yazdığım ve operasyon günü, yani 31 Ekim’de bu köşede yayınlanan yazımda şöyle demiştim: 

Süreç, daha başlamamışken bile muhalefet içerisindeki ayrım ve çatlakları güçlendirmiş ve örneğin şu an için ortak bir cumhurbaşkanı adayı çıkarılmasını imkânsız hale getirmiştir. Hatta daha da ileri gidelim, Özel, Kılıçdaroğlu, İmamoğlu ve Yavaş’ın gelişmeler karşısındaki tutumlarına baktığımızda gördüğümüz üzere CHP’nin bile tek bir aday üzerinde uzlaşması zora girmiştir. Dolayısıyla Erdoğan ve Bahçeli muhalefeti daha da parçalamak için buraya oynamaya devam edeceklerdir.

Kayyım operasyonları bahsettiğim süreci hızlandırdı. CHP hızlı bir şekilde bir kez daha “terör”ün yanında konumlandırılırken, parti içerisindeki klik ve hizipler arasındaki çatlaklar derinleşti; Özel, Kılıçdaroğlu, İmamoğlu ve Yavaş ekiplerinin farklı pozisyonlar aldıkları görüldü. İmamoğlu ile Yavaş arasında cumhurbaşkanlığına yönelik rekabetin derinleşeceğine ve belki de muhalefetin ortak bir cumhurbaşkanı adayı ile seçime gidemeyebileceğine dair işaretler çoğaldı. 

Bu sürecin bir diğer boyutu ise elbette ki yeni anayasa meselesiydi. Öcalan üzerinden yapılması planlanan çağrıya muhtemelen Kürtlerin destek verebileceği yeni bir anayasa yapım süreci eklenecek, bu yeni anayasanın esas meselesi de Erdoğan’ın ömrü vefa edene kadar sarayda oturması ve böylece inşa edilen rejimin dağılmadan yoluna devam etmesi olacaktı. 

Sahiden de bu yazının yazıldığı saatlerde Bahçeli, kayyum operasyonları nedeniyle “acaba bitti mi” denilen sürecin bitmediğini göstererek hem Öcalan’ın Meclis’te konuşma yapması yönündeki teklifini yineleyecek hem de anayasanın Erdoğan’ın yeniden aday olmasını sağlayacak şekilde değiştirilmesi gerektiğini söyleyecek ve “terör hayatımızdan sökülüp atılırsa, enflasyona darbe indirilirse, Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'ın bir kez daha seçilmesi doğru bir tercih değil midir?” diyerek kendisine destek vereceklerini söyleyecekti.

Velhasıl, önce “normalleşme/yumuşama” ardından da “çözüm/açılım” ve buna eşlik edecek “yeni anayasa” gündemleriyle 31 Mart seçim sonuçları çalındı. Bunun faili ise sadece iktidar değildi; “bu iktidarla ilkesel olarak anayasa yapılamaz” ve “bu iktidarla ilkesel olarak barış yapılamaz” diyemeyenlerin de dahil olduğu bir suç ortaklığı mevcuttu. Netice ise iktidarın düştüğü yerden tekrar ayağa kalkması, Şimşek programının zaman kazanması, toplumsal muhalefet dinamiklerinin bastırılması ve Erdoğan-Bahçeli ikilisinin yeni bir oyun kurması oldu. 

Peki, son olarak şunu soralım: CHP ve DEM Parti’nin gölgesinden kurtulmuş, güçlü, etkili, toplumsallaşmış bir sol olsaydı, yapılanlar böyle kolay yapılabilir, 31 Mart seçim sonuçları böyle kolay çalınabilir miydi? 

Bu sorunun yanıtı, aynı zamanda “ne yapmalı” sorusunun da yanıtını oluşturuyor sanırım.

                                                               /././

İktidarın kayyım karnesi: Yolsuzluk, usulsüzlük ve yasaklar -Özkan Öztaş-

İktidarın 2016'da keşfettiği kayyım politikası sandıkta başarılı olmadığı ve özellikte Kürt nüfusun yoğun olduğu kentlerde kullandığı bir yöntem. Sonuçları görünenden çok fazla.

Kayyım politikaları, Türkiye'de özellikle 2016 yılından itibaren Kürt nüfusun yoğun olarak yaşadığı kentlerde uygulamaya konulmasıyla karşımıza çıktı.

674 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 38. Maddesi’ne dayandırılarak 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 45. maddesine terörle mücadele kapsamında şöyle bir ek yapıldı:

“Belediye başkanı veya başkan vekili ya da meclis üyesinin terör veya terör örgütlerine yardım ve yataklık suçları sebebiyle görevden uzaklaştırılması veya tutuklanması ya da kamu hizmetinden yasaklanması veya başkanlık sıfatı veya meclis üyeliğinin sona ermesi hallerinde 46. Madde’deki makamlarca belediye başkanı veya başkan vekili ya da meclis üyesi görevlendirilir.”


 
Seçme ve seçilme gibi çok temel bir anayasal hakkı gasp eden ve 2016’da KHK ile yasalaşan kayyım uygulamasıyla yerel yönetimlerde iktidarın atadığı isimler görevlendirilebiliyor.

Kayyım atamaları, genellikle "terörle bağlantılı" oldukları iddia edilen belediye başkanlarının görevden alınmasıyla kamuoyuna yankı buldu. Ancak sonuçları itibariyle bölgede yaşayanları etkiledi.

Onlarca belediyeye kayyım: İlk adım Diyarbakır'da atıldı

30 Mart 2014 yerel seçimlerinde HDP, 102 belediye kazanmıştı. 2016 yılında yaşanan darbe girişiminin ardından ilan edilen OHAL döneminde  birçok belediyeye kayyım atandı.

İlk adım Diyarbakır'da atıldı. Ardından Mardin, Van gibi iller geldi. Özgürlük İçin Hukukçular tarafından hazırlanan rapora göre, 2016'da 102 belediye eş başkanının 96’sı görevden uzaklaştırılarak yerlerine kayyım atandı. Görevden alınan 67 belediye eş başkanı tutuklandı.

                 Kayyımların ardından belediyeler ablukaya alındı ve yurttaşların girişine izin verilmedi.

Her seçim aynı: Kayyım gaspı 'alışkanlık' oldu

Kayyım uygulaması 2019 seçimlerinin ardından da devam etti. 19 Ağustos 2019 tarihinde başlayan kayyım süreçinde 65 HDP’li belediyeden 6 belediye eş başkanına, 56 belediye meclis üyesine mazbata verilmedi. 65 belediyenin 59’una tekrar kayyım atandı. Ayrıca pek çok belediye meclis üyesi de bu sürede tutuklandı.

DEM Parti 2024'te Diyarbakır, Van ve Mardin büyükşehir ile 7 il, 58 ilçe ve 10 beldeyi kazandı.

Van Büyükşehir Belediye Başkanı DEM Partili Abdullah Zeydan oldu. Van'daki kayyım girişimi tepkilerin ardından engellendi.

Hakkari Belediye Eşbaşkanı Mehmet Sıddık Akış da "gizli" soruşturmayla gözaltına alındı, yerine kayyım atandı. HDP’nin ardılı DEM Parti, taşıma seçmenlere rağmen 2024 yerel seçimlerinde yüzde 48,92 oy alarak kentte belediyeyi tekrar kazanmıştı.

Yeni 'açılım' sonrası gelen kayyımlar: Esenyurt, Mardin, Batman ve Halfeti

Geçtiğimiz günlerde de CHP'li Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer, evine yapılan baskınla "terör örgütü üyeliği" iddiasıyla tutuklandı ve yerine İstanbul Vali Yardımcısı Can Aksoy kayyım olarak atandı. Esenyurt Belediye Meclisi kayyım kararıyla askıya alındı. Seçilmişlerden oluşan Belediye Meclisi’nin görev ve yetkileri, encümenin memur üyelerine devredildi. Kayyım Can Aksoy tarafından imzalanan kararda, komisyonların ve encümenin görev ve yetkilerinin ikinci bir talimata kadar encümenin memur üyeleri tarafından yürütüleceği belirtildi.

Esenyurt, kayyım atanan ilk CHP'li belediye değil. Daha önce İzmir'deki Urla Belediyesi'ne kayyım atanmıştı. CHP'nin önde tamamladığı ancak seçimlerin iptal edildiği Kayseri'nin Pınarbaşı ilçesine de kayyım atanmış, 2 Haziran'da tekrarlanan seçimine kadar belediyeyi vali yardımcısı yönetmiş, ardından CHP'nin adayı Deniz Yağan seçimi kazanmıştı.

Esenyurt'a tepkiler sürerken İçişleri Bakanlığı, DEM Parti yönetimindeki Mardin Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Türk, Batman Belediye Başkanı Gülistan Sönük ve Urfa Halfeti Belediye Başkanı Mehmet Karayılan'ı görevden aldı.

Bir günde 3 kayyım kararı alınmış oldu. Mardin Valisi Tuncay Akkoyun Mardin Büyükşehir Belediyesi'ne, Batman Valisi Ekrem Canalp Batman Belediyesi'ne, Halfeti Kaymakamı Hakan Başoğlu Halfeti Belediyesi'ne kayyım olarak atandı.

'Her sabah yeni bir kayyım haberiyle uyanabiliriz'

Kayyımların devamının gelebileceği sinyali de geldi.

İktidara yakın Hürriyet yazarı Abdülkadir Selvi, bugünkü köşesinde "Bu bir başlangıç gibi gözüküyor. PKK ile ilişkisi tespit edilen belediye başkanlarının görevden alınacağı, yerlerine kayyım atanacağı söyleniyor. Ama PKK ile ilişkisi olmayan DEM Partili belediye başkanlarının görevlerine devam edeceği ifade ediliyor. Yani bir süre her sabah yeni bir kayyım haberiyle uyanabiliriz" dedi.

Kayyımlarla pek çok örnekte Kürt nüfusun yoğun olarak yaşadığı kentlerde Kürtçe tabelaları kaldırıldı. Belediyelerin kültürel ve sanatsal faaliyetleri askıya alındı. Konserlerin yerini dini etkinlikler alırken parklara ve meydanlara verilen Kürtçe ifadeler değiştirildi, Kürtçe kütüphaneler kapatıldı.

Sebep yalnızca 'ideolojik' değil: Rant, işten çıkarma, yandaşlara kaynak aktarma...

Kayyımlarla yerel yönetimlerin işleyişi de büyük ölçüde olumsuz olarak etkilendi. 

"TMMOB Kayyım Uygulamaları ve Takibi Komisyonu" tarafından hazırlanan rapora göre kayyım dönemlerinde birçok taşınmaz satıldı, yandaşa davet usulüyle ihaleler verilerek kaynak aktarıldı. 2016 ve 2019 yıllarında yapılan kayyım atamaları sonucunda belediyelerde 8 bin 334 kadrolu ve hizmet alımı personel ile 923 memur işten çıkarıldı. Toplam işten çıkartmaların 9 bin 237’ye ulaştığı düşünülüyor.

HDP'nin kayyım izleme raporuna göre de kayyımlar tarafından yapılan ihalelerde büyük yolsuzluklar tespit edildi. Örneğin, dönemin Batman Belediyesi Eşbaşkanı Mehmet Demir, kayyımların 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu'nun 21. maddesini kullanarak ihaleleri pazarlık usulüyle gerçekleştirdiğini belirtti. Bu durum, ihalelerin istenilen firmalara verilmesini sağlamakta ve kamu kaynaklarının israfına yol açtı. Demir konuya dair açıklamasında, "Kayyımlar; kanunsuzlukta, yolsuzlukta ve talanda hükümetten destek aldıkça peyderpey istisnai bir uygulama olması gereken kanunun 21’inci maddesini genel uygulama haline getirdiler" ifadelerine yer verdi.

Kayyım döneminde yapılan ihaleler ve usulsüzlükler belediyeleri aynı zamanda iktidarın yandaşlara gelir kapısı ilan ettiği kurumlar haline getirdi. Dersim Belediyesi'nde kayyım döneminde yapılan usulsüzlükler, bu politikaların somut zararlarını ortaya koyan örneklerde sadece biri oldu. 2014 seçimlerinden sonra atanan ve 2019 yılına kadar devam eden ve kayyım tarafından gerçekleştirilen ihalelerde yüksek bedellerle yaptırılan işler tartışma konusu oldu.

2019 yerel seçimlerinde kayyımların yerine seçilen belediyeler borç yükü açısından dikkat çekici rakamlara ulaştı. 

Kadın ve emek düşmanı uygulamalar: Kadın sığınma evi, ücretsiz kreşler kapatıldı

Kayyımlar sadece mali kayıplarla değil, aynı zamanda kadın ve emek düşmanı politikalarla da gündeme geldi. Kayyımlar kadınların haklarını kısıtlayıcı uygulamalara da sebep oldu.

Belediyelere bağlı bazı kurumlar kapatıldı, kadınların sosyal hayattaki yerinin zayıflatılmasına yol açan uygulamaların önü açıldı. Böylelikle söz konusu bölgelerde kadınlar ekonomik ve sosyal hayatta daha da yoksullaştı. Kayyım atanan belediyelerde birçok kadın sığınma evi, ücretsiz kreşler kapatılırken yine birçok işçi hiçbir gerekçe gösterilmeden işten atıldı. 

Kayyımlar tüm bu gücünü denetimden yoksun bırakılmaları ve şeffaflık ilkesini ihlal etmeleri sayesinde elde etti. Halkın iradesini yok sayarak, seçilmiş belediye başkanlarının yerine atandıkları için, demokratik denetim mekanizmalarını devre dışı bırakıldı.

Diyarbakır'a atanan kayyımın belediye binasına yaptığı milyonlarca liralık tuvaletler, hamamlar ve kullanılan pahalı mobilyalar tepki çekmişti. Kayyımın bu harcamaları ancak 2019 seçimlerinden sonra ortaya çıkmıştı. 

Kayyımların bıraktığı miras: Borç batağında belediyeler

Kayyımlar yerine seçilen belediyelere birçok belediye faaliyetini yapamayacakları oranda büyük borçlar bırakarak görevden çekildi.

Bakanlıkların ya da ilgili kurumların borçlanma yetkisi ve harcama kalemlerini denetlemedikleri kayyımlar birçok gereksiz harcama ile gündeme geldi. Bu harcamaların önemli bir kısmını ise "protokol giderler ve misafir ağırlama ya da otel masrafları" olarak açıklandı.

Van Büyükşehir Belediyesi, kayyım yönetimi altında büyük bir borç yükü altına girdi. 2019 yılında kayyım atandıktan sonra, belediyenin borcu 3 milyar TL’yi aştı. Kayyım yönetimi, birçok ihaleyi usulsüz bir şekilde gerçekleştirmiş ve bu ihalelerin toplam bedeli 363 milyon TL'yi geçmişti.

Sayıştay raporlarına göre, Van Büyükşehir Belediyesi'nin 2022 yılı içerisinde 3 milyar TL’ye yakın bütçe kullandığı, ancak alacaklarını tahsil etmede başarısız oldu. Yine Kars'ta yüzyıllık tarihe sahip rustik yapılar belediyenin borçları nedeniyle satışa çıkarıldı. 

Bir diğer örnekse Hakkâri Belediyesi. 2019 yılından beri kayyım tarafından yönetilen belediye, icra borcunu ödeyemeyecek duruma geldi.

Özetle belediyeleri zarara uğratan denetimden yoksun kayyımlar seçme ve seçilme hakkını gasp etmekler kalmıyor, bütçeyi de halk zararına kullanıyor. Bu durum, hem ekonomik hem de toplumsal açıdan ciddi sorunlara yol açıyor.

Emekçilerin haklarının ihlal edilmesi, yolsuzluklar ve usulsüzlükler aynı zamanda yoğunluklu olarak Türkiye'de gelir dağılımın en düşük olduğu ve toplumsal eşitsizliklerin en yoğun yaşandığı yerlerde, Kürt nüfusun yoğun olarak yaşadığı kentlerde meydana geliyor.

Diyarbakır'da kayyımın milyonlarca liraya mal ettiği "sanat eseri". Dönemin Diyarbakır Valisi yani belediyeyi yöneten kayyımı heykele dönük eleştirilerin "kente zarar verdiğini" savunmuştu. Estetikten uzak heykellerin 4 milyon 412 bin lira gibi yüksek bir maliyetle yapıldığı ortaya çıkmıştı.

                                                                           /././

Belediye başkanı işçileri bıraktı TÜPRAŞ'ın avukatlığına soyundu: Patlamada 14 işçi yaralandı

TÜPRAŞ'ta bakım sırasında yaşanan patlamada 12 işçi yaralandı. Şirketten önce konuşan belediye başkanıysa sebep "tatbikat" dedi. Bu sıra tefeciler de hisse derdine düştü.(https://haber.sol.org.tr/haber/belediye-baskani-iscileri-birakti-tuprasin-avukatligina-soyundu-patlamada-14-isci-yaralandi)

                                                                ***

Muayene süresi daha da kısalacak, ücretler kırpılacak: Aile hekimleri yeni yönetmeliğe karşı iş bıraktı

Aile hekimleri, 1 Kasım'da yürürlüğe giren Aile Hekimliği Yönetmeliği'nin iptal edilmesi talebiyle iş bırakma eylemine başladı. Randevu bulunamamasından şiddete kadar sağlık sistemindeki pek çok sorunun çözebilir olduğunu belirten Eylevler, taleplerini şöyle sıraladı:

  • Kamusal bir hizmet olan birinci basamak sağlık hizmetlerinin fiziki ve tıbbi donanımı ve aile sağlığı merkezleri kamu tarafından sağlanmalıdır.
  • Halkımıza nitelikli bir sağlık hizmeti sunabilmemiz için yeterli zaman ve olanak sağlanmalıdır. Koruyucu sağlık hizmetlerinin öncelendiği ve ekip anlayışını gözeten bir sistem inşa edilinceye kadar Aile Sağlığı Merkezi sayısı hekim başına 2 bin nüfusu aşmayacak şekilde artırılmalıdır.
  • Kadrolu ve güvenceli istihdam modeli ile yeterli hemşire, ebe, teknisyen görevlendirilmeli, aşılama ve diğer koruyucu hekimlik uygulamaları desteklenmeli, geliştirilmelidir. Kadrosuz, güvencesiz bir şekilde çalışan emekçiler (gruplandırma elemanları) kadroya geçirilmelidir.
  • Aile hekimlerine ve tüm sağlık emekçilerine emekliliğe yansıyacak tek kalemden oluşan, insanca yaşamaya yetecek düzeyde, izin kullandıklarında, hastalandıklarında, çocuğu olduğunda veya ailesinden biri öldüğünde kesilmeyecek maaş ödenmelidir.
  • Gelire katkısı yüzde 20’yi geçmeyecek ve yapılan hizmetin niteliğini ödüllendiren bir performans uygulamasına geçilmelidir. 
  • (https://haber.sol.org.tr/haber/muayene-suresi-daha-da-kisalacak-ucretler-kirpilacak-aile-hekimleri-yeni-yonetmelige-karsi)
                                                              ***
(soL)

Öne Çıkan Yayın

"Gündem" -21 Haziran 2025-

Ankara'da lityum fabrikasında gaz sızıntısı: 2 işçi öldü, 3 işçi yaralandı!-Birgün- Ankara'nın Polatlı ilçesinde bir fabrikada boru ...