Endüstri mirasını “koruma”: Haydarpaşa/Sirkeci Garları + ‘Demir yolcu çocuğu’nun Haydarpaşa’sı + Yangın, kazı, rant, talan../ İstanbul’un silüeti Haydarpaşa’nın taşıdıkları -EVRENSEL

Endüstri mirasını “koruma”: Haydarpaşa/Sirkeci Garları -T.Gül Köksal-

                                                   Fotoğraf: Hasan Can Bilici/Evrensel

Geçen hafta kültürel değerleri koruma konusuna, sağlık sistemi bağlamında girmiş ve Heybeliada Sanatoryumuna odaklanmıştım. Bugün de değer korumayı endüstri mirası kapsamında Haydarpaşa ve Sirkeci Garları üzerinden ele alacağım.

Yazının görselinde de göreceğiniz üzere, bugün Haydarpaşa Dayanışması’nın “Sermayenin Talanına Karşı Haydarpaşa Gara Yürüyoruz” çağrılı bir eylemi var. Antakya’da olduğum için katılamayacağım bu eyleme katkı olması amacıyla bu yazıyı kaleme alırken Dayanışma’nın 6 Kasım 2024 tarihli basın açıklamasına da değineceğim.

Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi’nde gerçekleştirilen açıklamada geçen şu ifadeler bu yazının da mesele edeceği şeyler: …Kültür ve Turizm Bakanlığına tekrar ve önemle hatırlatıyoruz. Haydarpaşa ve Sirkeci Garları dünyada iki kıtayı demir yolları ile birleştiren ve bir başka örneği bulunmayan gerek uluslararası gerekse ulusal koruma otoriteleri tarafından dünyanın ‘yaşayan endüstri mirası’ olarak kabul edilmiştir. Bu ‘yaşayan’ endüstriyel mirasının sermayeye peşkeş çekilerek öldürülmesine asla geçit vermeyeceğiz”.

Şöyle başlayalım; miraslaştırma pratiği, yani bir şeyi miras olarak kabul etme, esasen bir değer üretimi. Nasıl mekân bir politik inşa ise, miras üretimi de aynı şekilde bir politik inşa. Kim için, nasıl, neden yapıldığı, neye yaradığı tartışmaya açık. Endüstri mirası ise, sanayiden arta kalana değer atama yolu.

Oysa ki her şeyin zaten en temelinde bir kullanım değeri var. Kullanım yoluyla biriken yaşanmışlığı mevcut. Bu yaşanmışlığı sağlayan insanları, hayvanları vb. var. İçinde, etrafında oluşan bir habitat, canlı sistem var. Burada, buraya ait bir kültür oluşuyor.

Sanayi yapılarının da bir kullanım değeri var. Örneğimiz her iki garın da kullanımından oluşan bir kültürü var. Sadece garlar ile de sınırlı değil, etrafındaki ve onlara bağlanan hatlar ile birlikte geniş bir coğrafyada yeşermiş bir kültürden söz ediyoruz.

Endüstri kültürü demiryolculuk birikimi ile de sınırlı değil. Garların kamusal kullanımından kaynaklı, yıllara dayalı yaşamlarla oluşan kültürel-sanatsal değere sahip.

Alan ayrıca 2005’ten bu yana, kendi ürettiği değerlerini yaşatma mücadelesinin de öznesi. Yani bir demokratik hak mücadelesi değeri de taşıyor. Demiryolu işçilerinin, kent emekçilerinin savunduğu bir kent hakkı sahası olması nedeniyle sınıfsal da.

Öte yandan garlar yıllardır kullanım değerini yok edecek muamelelere maruz kalıyor. Alandaki arkeolojik buluntularla oluşan katmanlı değer; kamuoyuna gizli, tartışmaya kapalı yollarla miraslaştırılıyor.

İlgili basın açıklamasında geçtiği gibi, aslında burada yaşayan endüstri mirası öldürülmüyor. Değerler daha baştan miraslaştırılarak resmi miras söylemine havale ediliyor. Ardından bu söylemin gereği olarak salt yapı ölçeğinde kültürel değer ele alınıyor. Çünkü resmi miras pratiği yapılı çevreye odaklı. Böylelikle alandaki endüstriyel kültürün el değiştirmesi için hayli elverişli bir zemin kuruluyor. Kimin lehine değişim değeri ataması yapılıyor derseniz; yanıtı sürpriz değil, kültür endüstrisi yoluyla sermaye birikiminin.

Böylelikle mevcut kentleşme-koruma politikası eliyle; kamusal alan, kamu yararı kavramı biçim değiştiriyor. Alanın süregiden kullanım değeri olan demiryolu taşımacılığı aracı trenlerin, artık sınırlı bir şekilde kullanımına rıza üretiliyor. Kalan trenler de zamanla nostaljik bir unsura dönüşerek daha da metalaşacak ve bu şekilde parayla satın alınacak bir arzu nesnesi üretilecek.  

Şimdi de burada üretilen yeni projeye bakalım. Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından yürütülen “Boğazın Birleştirici Gücü Gar-Kültür Sanat Projesi”, alanı markalaştırmaya çalışırken, birbiriyle çelişen (oksimoron) iki ifade kullanıyor; “birleştirici güç” ve “gar-kültür sanat projesi”.

Buradaki “birleştirici güç” sermaye ve iktidarı birleştirirken, burayı var eden emekçileri, yaşayan halkı dağıtıcı/yıkıcı/bozucu bir güç oluyor. Yıkıcı-yaratıcı tasarım iş başında, yeni arzu ve rıza coğrafyası üretiyor. Rayları ve tren sayısı azalan, çalışanlarının yerinden edildiği, lojmanlarından çıkarıldığı bir alan tasarlanıyor.

Toparlarsak, Çiğdem Toker’in ifadesiyle; “Haydarpaşa ve Sirkeci garları, bir bakanlığın o bakanlığa hizmet veren dar bir kişi ve şirket grubunun keyfine bırakılamayacak kadar, köklü ve ortak bir kamusal kültürel değer. O iki garda herkesin ama herkesin hakkı var. Ulaşım hizmeti fonksiyonuyla bilinen iki büyük garı, kültür sanat diktesiyle, tepeden inmeciliğiyle işlevsizleştiremezsiniz. Kamusallığın en birincil anlamı, yönetimlerin herkesin hakkını hukuku gözeterek hizmet sunması, kaynakları buna göre seferber etmesidir.” 

Gar-kültür sanat projesi, alanı var eden kültürel-sanatsal değerlerin üstünü çizip yeni bir değer ataması yaparak alanı kültür piyasasına açıyor. Alandaki değerleri üreten ve savunan emekçilerin topluma aktardığı miras, aynı zamanda demokrasi değeridir. İlgili basın açıklamasında geçtiği gibi; “Kent, toplum ve çevre için Haydarpaşa Dayanışması olarak, gerek hukuksal alanda, gerekse 19 yıldır durmaksızın sürdürdüğümüz Pazar nöbetleri ile, 2005 yılından bu yana yaşayan endüstriyel kültür varlığımız olan Haydarpaşa Garı’nın ‘kültürel ve kamusal kimliğini’ korumak için mücadele ediyoruz.”

Bu mücadeleyi görmezden gelen her türlü faaliyet bir kent suçudur. Bakanlığın projesini meşrulaştıracak her bir birey de kent suçu faili olacaktır. Eğer kamusal alanlarda özgürce bir arada yaşamak istiyorsak suçu topluma yayan, arzu ve rıza üreten bu sisteme karşı-hegemonya kuracak yolları inşa etmemiz lehimize görünüyor.

Bu çerçevede daha da önce de işaret ettiğim “eleştirel miras çalışmaları” (critical heritage studies) ile “Yerelde katılımcı, şeffaf, adil, hesap verebilir bir kültür-sanat alanı ve katılımcı bir kültür sanat ortamı için yeni bir çerçeve” üzerine Müşterek Kültür kampanyası yürüten “Buradan Nereye Forumları” ufuk açıyor. 

                                                          /././

‘Demir yolcu çocuğu’nun Haydarpaşa’sı -Özgür GÜLTEKİN-

"Ben ‘demir yolcu’ çocuğuyum, Haydarpaşa Garı’nda büyüdüm. Bugün gardan trenler de işçi aileleri de sürüldü. Emekçiler kent çeperlerine sürülürken, Haydarpaşa bu tasfiyenin simgesi oldu."

Ben demir yolcu çocuğuyum. Ailesinde annesi, babası demir yolunda çalışan kişiler kendine ‘demir yolcu çocuğu’ der. Babam uzun yıllar memurluk yaptı demir yollarında. Haydarpaşa’da, Adapazarı’ndan Trakya’ya kadar geniş bir bölgede farklı farklı görevlerde çalıştı. Biz de 1988’de, ben 6 yaşındayken İstanbul’a geldik. Daha önce Kütahya’daydık, babamın tayini çıkınca buraya geldik. Haydarpaşa Limanı ve Haydarpaşa Garı bizim için Yeşilçam filmlerindeki gibi, geldiğimizde ilk gördüğümüz yerdi. Gar binası, tesisler, rayların bulunduğu alanlar, bakım atölyeleri, lojmanlar... Haydarpaşa’nın toplamı Kadıköy’ün geniş bir alanını kapsıyor ve Kadıköy’ün göbeğinde. Bugünden bakınca olağanüstü geliyor ama o gün demir yolunda çalışan işçilerin Kadıköy’ün göbeğinde, işlerine 10-15 dakika yürüme mesafesinde, bir arada, aynı mahallede, aynı binalarda kaldıkları ve her türlü imkana da az çok erişebildikleri bir durumdaydık. Gar binasından Tepe Nautilus Alışveriş Merkezine kadarki o bölge içerisinde bulunan işletme binası, gar binası, küçük küçük şube şeflikleri, bakım atölyeleri, liman, poliklinik, geniş bahçesi ve fidanlıkları bulunan lojmanlar İstanbul’a ilk geldiğimizde tanıştığımız şeylerdi.

İlk oturduğumuz lojman Tepe Nautilus Alışveriş Merkezinin tam karşısındaydı. Çok geniş bir bahçesi olan, müstakil bir evdi. Bugünden baktığımızda bu tip bir evde, her ne kadar eski de olsa böyle bir yerde oturabilmek bir emekçi için hayal. Ancak o gün bizim için çok normaldi. Ben çocukluğum bitene kadar herkesin öyle yaşadığını zannediyordum. Kadıköy’ün göbeğinde, bugün Behiçbey Sokak denilen sokakta demir yolu lojmanları vardır. Sokağın bir yanı askeriye bir yanı demir yolu lojmanlarıdır. Hemen üzerinde Haydarpaşa Endüstri Meslek Lisesi, karşısında GATA, daha da yukarıda numune hastanesi bulunuyordu. İstanbul’un göbeğinde hemen hemen her tür sosyal imkana ulaşabildiğimiz, komşularımızla rahatça oturup sohbet edebildiğimiz bir alandı. Poliklinikte bulunan doktorlar da bugün en az çoğu özel hastanede bulunan doktorlar kadar deneyimliydi. Dediğim gibi İstanbul’a geldiğimizde ben 6 yaşındaydım. Daha önce de lojmanda kalmıştık. Herkes demirnyolcu olur, çocuklar birbirini tanır, aileler birbirini tanır, istediğiniz her şey yürüme mesafesindedir. Bugün baktığımızdaysa, ben Esenyurt’ta oturuyorum. Çünkü Esenyurt’ta oturabiliyorum sadece. Orada ancak bir yer bulabildim kendime. Ancak o gün demir yollarında yaşayan işçiler, şehrin göbeğinde, iş yerlerine yakın, bir arada yaşayabildikleri yerlere sahiplerdi.

İlk kaldığımız lojmandan sonra başka bir lojmana taşındık. O da yine Behiçbey’deydi. Orada hâlâ bir sürü lojman bulunuyor. Şimdi boşaltma emri gitmiş o lojmanlara ama binalar şu an duruyor. Bu binalar İstanbul depremini de gördü. Biz o zaman lojmanların sağlam olması gerekçesiyle kendimizi güvende hissediyorduk. Yüksek katlı da değillerdi ve konforlu olduğu da söylenebilir. Hem geniş bahçeleri hem de çocuklar için oyun oynayabilecekleri basketbol ve voleybol sahalarına sahip yerlerdi. Bugün emekçiler için hayal gibi görünse de o gün için normaldi.

Hatta demir yollarının lojmanları sadece Kadıköy’den de ibaret değil. Demir yolu hattı üzerinde bugün lüks sayılan Söğütlüçeşme’den tutun Kızıltoprak, Feneryolu, Bostancı’yı da kapsayan hat üzerinde bulunuyor lojmanlar. Bunlar bugün emekçiler açısından hayal edilemeyecek konumlar. Bugün devlet kurumları için lojmanlar ‘yük’ haline gelmiş durumda. Tüm lojmanlar tasfiye edilmeye çalışılıyor, çoğu da edildi. Ancak emekçi açısından lojman işe yürüyerek gidebilmek demek.

Bugünden bakınca bunların yanında sosyal olanakları da çok genişti. Bütün demir yolcu çocukları birbirini tanırdı. Akşam bahçelerinde çay içilen; düğün, nişan gibi aktivitelerin bu lojmanların bahçesinde yapıldığı bir hayattı. Hatta benim düğünüm ve kınam da o lojmanın bahçesinde yapıldı. Bugün benzer bir alana tonla para verecekken benim düğünüm mütevazi, çok da eğlendiğimiz bir şekilde kendi imkanlarımızla yapıldı. İstediğimiz gibi bir organizasyondu da. Bugünden bakınca hayal gibi görünebilir ama tüm emekçilerin de hak ettiğinin görüldüğü, mümkün de bir hayat. Gar binasının çatısında çıkan yangın buradaki tasfiye sürecinin görünür hale gelmesine neden oldu. Gar binasında çıkan yangın hâlâ şaibelidir. Öncesinde de demir yolcular arasında ‘Gar binası kapatılacakmış, buraya otel yapılacakmış’ diye konuşuluyordu. Bunlar bilinmeyen şeyler değildi ama ete kemiğe bürünmesi gar binası yangını ile başladı. O günden sonra bina bir daha açılmadı, tam olarak kullanıma sunulmadı. Ailenizde demir yollarında çalışan birinin olması demek şehir içinde ücretsiz ulaşım hakkınız olması, yılda belirli sayıda seyahati indirimli yapabilmeniz demekti.

Şöyle düşünün, biz evden 10 dakika yürüyüp trene biniyorduk ve Adapazarı’na kadar gidebiliyorduk. Karşıya geçmek için kullandığımız vapur da çok yakındı. Az önce bahsettiğim gibi ben kendime Esenyurt’ta yer bulabildim. Bugün için emekçilerin de benzer durumlarda olması, toplam bir politikayı görmemizi gerektiriyor. Bugünkü tabloda Esenyurt’ta emekçilerin bir arada yaşayabildikleri çokça alan var ama herkes birbirinden kopuk, kimse birbirine güvenmiyor. Bu güvensizliği ben de hissediyorum. Bu insanların kötü olmasından kaynaklanmıyor elbette. Hayat şartlarının kötü olması, suç oranının yüksek olması gibi pek çok şeyle boğuşurken işçi ve emekçiler için az önce anlattığım lojmanlarda yaşanan hayat mümkün olmuyor. Bugün emekçilerin, yoksulların kentin dışına itildiği, kent merkezlerinin emekçilerden temizlendiği ve rant amaçlı eğlence merkezlerine dönüştürüldüğü, buradaki devlet arazilerinin sermayedarlara satıldığı, sosyal olanakların mevzu bahis bile olmadığı bir tablo içerisindeyiz.

Elbette benim çocukluğumda kamu emekçilerinin sahip olduğu imkanlar gökten zembille inmemişti. İşçi sınıfının mücadelesinden gelen kazanımlarla olduğu aşikar. Bugün neden böyle diye baktığımızda ise sınıf savaşının tersine işlediği bir durumu görüyoruz. İşçi sınıfının örgütlü hareket edebilme yeteneğinin çok azaldığı, sermayedarların hamlelerini artırdığı bir dönemdeyiz. Emekçilerin yaşadığı bu kötü yaşam ve içinde bulundukları kötü koşullara karşı bu haklar ancak örgütlü bir mücadele ile kazanılacak. Çocukluğumu ‘Vay be ne günlerdi, şanslı nesildik’ diye anlatmıyorum. Kıyaslama yapmak için de anlatıyorum. O gün öyleydi, bugün neden böyle? O gün öyle olması gerekiyordu. Hatta o günden baktığımızda daha fazlasına sahip olmamız gerektiğini düşündüğümüz zamanlardı ancak bugün o kadarına da sahip değiliz. İşçinin emekçinin bir araya gelmesinden korkan sermayedarlar ve iktidar sahipleri, kamu kurumlarının lojmanlarını hem rant amacıyla hem de işçi ve emekçilerin bir arada olmasını istemedikleri için yapıyorlar bu tasfiyeyi.

Gar binası yangınının çıkış sebebi hâlâ şaibeli. Sonuç olarak bir süreci başlatan bir yangındı. Daha öncesinden de Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları (TCDD) adım adım tasfiye edilirken, içi boşaltılırken bizler duyuyorduk elbette. Demir yolu işçileri süreci biliyordu ama zamanı kestirilemiyordu. ‘Koç almış, Sabancı almış, otel yapılacakmış’ gibi kimisi gerçekleşen kimisi asparagas bir sürü şey konuşuluyordu. Haydarpaşa’da çıkan yangın da aslında bu sürecin başlangıcıydı. Yangından sonra gar binası eskisi gibi işletilmedi. Marmaray projesi ve çevresinde gelişen projeler ile birlikte trenler Söğütlüçeşme’de durdu ve bir daha bu tarafa gelmedi. Bu gar binasının işlevsizleştirilmesi, sonrasında da tasfiye edilmesinin önünü açtı. Bu süreç toplamında TCDD’nin de benzer bir süreç geçirmesi anlamına geliyordu. Haydarpaşa’yı bu tasfiyenin bir simgesi olarak düşünebilirsiniz.

                                                            /././

Yangın, kazı, rant, talan../ İstanbul’un silüeti Haydarpaşa’nın taşıdıkları -HASAN CAN BİLİCİ/MURAT UYSAL-

Trenlerin çıkarıldığı, lojmanların boşaltıldığı Haydarpaşa’ya ‘kültür projesi’ adı altında sermaye buyur ediliyor. Yıllardır süren mücadeleyi demir yolu işçisi Tugay Kartal anlattı.

Haydarpaşa garında
1941 baharında
saat on beş.
Merdivenlerin üstünde güneş
yorgunluk
ve telaş.
Bir adam
merdivenlerde duruyor
bir şeyler düşünerek.”
Nâzım Hikmet

Şiirlere, şarkılara konu olmuş; nice Yeşilçam filmi sahnesini yaşatmış bir mekan Haydarpaşa Garı. İstanbul’un alışıldık silüetini oluşturan ana yapılardan biri. Bunlarla beraber şehrin belki de rantsal değeri en yüksek bölgelerinden de biri. Bu nedenle senelerdir görmediği kalmadı Haydarpaşa’nın... Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryollarına (TCDD) genel müdürlük, bölge müdürlüğü yaptı; üzerine onlarca proje çizildi, halen şüpheli bulunan şekilde yandı, altı kazıldı, üstü satılmaya çalışıldı. Şimdi ise yurttaşların ısrarla karşı çıktığı bir şekilde, kültür-sanat projesi denerek Haydarpaşa’nın gar olmaktan çıkarılması hedefleniyor.

Yıllarca Haydarpaşa Garı’nda görev yapmış Demir Yolu İşçisi Tugay Kartal; demir yolu işçilerinin yuvasından boş bir yapıya, en merkezi garlardan bir rant kapmacaya kadar Haydarpaşa Garı’nın seneler süren yolculuğunu anlattı.

Öncelikle bize kendinizi tanıtabilir misiniz? Haydarpaşa yolculuğunuz ne zaman başladı?
Yaklaşık 48 yıldır devlet demiryollarında memur olarak çalışıyorum. 1960 İstanbul Zeynep Kamil doğumluyum. Babam o dönem Haydarpaşa gar binasında çalışıyordu. 1967 yılına kadar da İstanbul’daydık, daha sonra babamın Eskişehir’e tayininin çıkması nedeniyle Eskişehir’e geçtik. 1960-1967 arasında İstanbul'dan aklımda kalanlar; Haydarpaşa gar binasının altında bir kooperatifin olduğu, bu kooperatiften de demir yolcuların alışveriş yaptığı, Haydarpaşa Garı’ndan Kadıköy'e ulaşmak için sandal işletmeciliğinin yapıldığı. Sandalcılar nereden geldi oraya derseniz onlar da Haydarpaşa Garı’nın inşaatı esnasında mendireğe taş taşımak üzere gelmişler. Daha sonra sandalcılık faaliyetlerine Haydarpaşa'da devam etmişler.

1977’de Eskişehir'de Demiryolu Meslek Lisesini bitirerek hareket memuru olarak Van Garı’nda göreve başladım. Sırasıyla Van, Kurtalan,  tekrar Van, Eskişehir, Çorlu’da görev yaptım. 1988'den itibaren de Haydarpaşa Bölge Müdürlüğü binasında memur olarak görev yapmaktayım. Hareket memuru... Demir yollarında üç türlü işletim sistemi var. ‘Sinyalle idare sisteminde’ makaslar ve istasyonlar arası sevk sinyallerle komuta edilerek bir merkezden yapılmaya başlandı. Ondan sonra hareket memurlarının işi ara istasyonlarda azaldı.

Ara istasyon hayatı bambaşkadır tabii. Bir ufak yerleşim merkezinin insanların trene bindiği, indiği yerdir. Saygınlığınız, itibarınız bayağı yüksektir. O istasyonlarda da tabii dostluk, istasyon şefi iki, üç hareket memuru, yol bekçisi, yol çavuşu ve takım işçileri arasında döner. Yani orada baktığınızda hayat 15-20 kişidir.

'GARLAR ŞEHRİN KALBİ OLMUŞTUR’
Garlar demir yolu işçileri için nasıl yerlerdir peki?

Garlar zaten kendi başına bir yaşam alanıdır. Demir yollarının ülkemizde hayat bulmasıyla birlikte, istasyonların hepsinin birer tane çay bahçesi vardı. Toplanma merkezleri artık camilerin bahçesinden istasyonların bahçesine kaymaya başlamıştı, hatta öyle ki istasyonların çay bahçeleri artık sanatçıların geldiği, eğlencelerin düzenlendiği yerler olmaya başladı. Haydarpaşa'da da gazino gibi bir yapı vardı. Burada trenden gelenler eğlenir, evlerine giderlerdi. Sirkeci’de aynı şekilde birahane ve çay bahçesi vardı. Hatta TMMOB'nin temellerinin o gazinoda atıldığı söylenir.

Babamın Haydarpaşa’da çalıştığı dönemde 3. katta lokal ve bir revir olduğunu, birinci katta laboratuvar ve röntgen odası vardı. Gar binasının içerisinde, bir tren şefinin kızı bademcik ameliyatı olmuştu örneğin. Gar binasında değişikler oldu tabii, ben geldiğimde 3. kat yemekhaneye çevrildi. 1990'ların ortasında yemekhaneyi tekrar aşağı indirdiler.

‘HAYDARPAŞA’DA AT KOŞTURUYORLAR’
Hatta bir gün Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesinde imtihana giren öğrencilerden yaşadığı yeri çizmesi istenir. Bir öğrenci Haydarpaşa Garı’nı çizer, “Biz orada yaşıyoruz” der. Çünkü o biçimde inşası olan Haydarpaşa Garı’nın kısa kenarındaki trafikle ilgili servislerinin müdürlerinin lojmanı vardı.

Haydarpaşa Garı bahsettiğiniz anlamda bir yerleşke olmaktan ne zaman çıktı?

Gar binasının kültürel faaliyetlere açılması trenlerle ilişkisinin kesilmesinden sonra başladı. Artık Haydarpaşa Garı’nı yavaş yavaş kültür sanat merkezi haline getirmek için bir ön fragman başladı. Bir radyonun burada yılbaşı etkinliği yapıldı, bu etkinlikte içeri seyyar tuvaletler koyarak garı 2 bin liraya kiralamışlardı. Biz de o zaman ‘Kent ve Demiryolu’ sitesinde bunu şöyle haberleştirmiştik: "Haydarpaşa'da garın içine etmenin bedeli 2 bin lira" diye.

"Yaşayan Haydarpaşa" adlı bir kitap çıkardı Haydarpaşa Dayanışması. Ben de kendi öykümden bahsedeyim. Ben Haydarpaşa'nın dünyanın merkezi olduğunu anlatmıştım. Haydarpaşa Aşık Veysel'in tanımladığı gibi "iki kapılı bir han", raylar “Uzun ince bir yol”. Aşık Veysel görmeyen gözleriyle görmüştür ama kültür bakanı bunu bugün görmüyor, Haydarpaşa'nın kayyımı gibi at oynatmaya devam ediyor.

OLİMPİYAT, YANGIN, SABANCILAR...
Uzun yıllardır devam eden Haydarpaşa’yı gar olmaktan çıkaran süreç nasıl ilerledi?

Sene 2004’tü. TCDD İdaresi Alman BOES firmasıyla bir anlaşma yaparak Haydarpaşa Garı’nda 230 bin metrekarelik bir alanda bir dönüşüm projesi hayata geçirmek istedi. Biz içinde trenin değil bolca binanın, otelin olduğu bir projeyi görünce hayrete düştük. Buna karşı ne yapabiliriz diye düşündük. Meslek odalarına başvurduk. Mücella (Yapıcı) ablayla tanışınca Haydarpaşa Dayanışmasını kurduk. Sonra buraya 70 katlı bir ticaret merkezi hayali olduğunu öğrendik. Daha sonra imza kampanyalarıyla bunu engelledik. Ardından bu alan kentsel sit alanı ilan edildi. Ancak bununla da mücadele bitmedi. Zaten Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan bu projeden 5 milyar dolar gelir beklediklerini, 2008’de de engellendikleri için bu gelirden mahrum kaldıklarını söylemişti.

Bu süre içerisinde gar üzerine oynanan oyunlar devam etti. 2020 olimpiyatları için Haydarpaşa Garı’nın de içerisinde bulunduğu bir öneriyle Olimpiyat Komitesine başvuruldu. Komite kabul etmeyince Haydarpaşa bir kez daha kurtuldu. Ancak Haydarpaşa hiçbir zaman tamamen kurtulamadı. 2010’da özensiz bir onarım çalışmasında çatısı yandı, restorasyon sırasında asansörlü bir yapı aracılığıyla çatı katını turistik bir alana dönüştürmeye çalıştılar. Buna hem Kadıköy Belediyesi hem de Haydarpaşa Dayanışması itiraz etti. Ardından bu şeffaf çatı projesi iptal edildi, yeni projeyle restorasyon başladı. 2016’dan beri de restorasyon sürüyor. 2017’de TCDD İdaresi Haydarpaşa Garı’na tren geleceğini, bu nedenle de peronların ve rayların düzenleneceğini söyledi. Bu defa da koruma kurulu peronların düzenlenmesinden önce bir arkeolojik kazı başlattı, bu kazı garın her tarafına yayıldı. Şimdi bu 7 yıl süren çalışmanın sonuna gelinmek üzere. Arkeolojik çalışmanın devam ettiği yerler hariç peron ve raylar yerleştirerek birkaç tane hızlı tren getirmeyi planlıyorlar.

Geldiğimiz noktada Kültür Bakanlığı ve TCDD arasında yapılan bir kira protokolü ile Haydarpaşa ve Sirkeci Garları Kültür Bakanlığına sanat turizminde kullanılmak üzere devredildi. Bu sırada kira protokolü imzalanmadan Sabancıların Haydarpaşa Garı’na gelerek yer bakması, gazetelere yansıdığı üzere Kültür Bakanlığının çeşitli sanat sermayelerine sahip bankaları gezmek ve yer bakmak üzere gara davet etmesi gibi gündemler var.

Aslında trenin geleceğini ulaştırma bakanının söylemesi lazım ama kültür bakanı söylüyor. Söylenen şu: Bu gara birkaç tane göstermelik ve turistik tren gelecek. Sirkeci Garı’ndan da yılda bir kere zenginlerin bindiği Orient Ekspres kalkacak. Demir yollarına bıraktıkları tek hatta da bir banliyö işletmeciliği kalacak deniyor. Ancak böyle bir metropolde banliyö işletmeciliği mümkün değil.

GARDA TREN OLUR, RANT DEĞİL!
Peki bugün Haydarpaşa Dayanışması neye karşı çıkıyor?

Haydarpaşa’yı sık sık Venedik’le karşılaştırıyorlar. İstanbul’un nüfusu 20 milyon, Venedik’in nüfusu 240 bin. Venedik’teki gar binası 1860’ta yapılmış, ondan sonra pek çok restorasyondan geçmiş, yapılırken bir kilise yıkılmış, kilisenin adı gara verilmiş. Şu anda Venedik Tren İstasyonu’nda 7 hızlı tren, 1 yüksek hızlı tren, 1 gece treni, 11 tane bölgesel ekspres, ayrıyeten 6 tane yurt dışı ekspresi çalışıyor ve 18 tane peron var. Sirkeci ve Haydarpaşa’da ise üçer tane peron var. Bu karşılaştırmaya bakınca bunların yaptıkları tamamen zarar.

Kültür Bakanlığı bu projenin içinde pek çok bilim insanı akademisyen olduğunu söylüyor. Bu danışma kuruluna girecek bir demir yolcu yok muydu? Haydarpaşa, demir yollarının merkez tren garıdır. ‘Garda ne olsun?’ derseniz eğer, garda tren, yolcu, bekleme salonu, berber, lokanta olur! Ancak Haydarpaşa’da Galataportvari bir yapılanma yapılaşmanın ve gardan uzaklaşmanın adımı olur.

                                        https://youtu.be/XK1LEBP-ZUk

(EVRENSEL)



GÜNDEM -8 Kasım 2024-

Menzil cemaati liderinin ölümünün ardından miras kavgası kızıştı -Aytunç Ürkmez/Cumhuriyet-

Menzil’in mevcut lideri Elhüseyni’ye “cemaate ait tapuların devri”ni gerekçe götererek paylaşım uzlaşma amacıyla kurulan “mahkemenin” yetkisini kısıtladığı suçlaması yapıldı. Elhüseyni ise Semerkand Vakfı yöneticilerinin kendi adlarına kurdukları şirketlere 10 milyar TL para aktardığını öne sürdü.(https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/menzil-cemaati-liderinin-olumunun-ardindan-miras-kavgasi-kizisti-2266361)         

                                                               ***
CHP'li Ağbaba: TOGG borcama döndü, Cumhurbaşkanı gittiği her yere hediye olarak götürüyor -duvaR-

Meclis komisyonunda konuşan CHP Milletvekili Veli Ağbaba, "TOGG son dönemde hediyelik eşyaya dönüşmüş durumda, borcam gibi. Cumhurbaşkanı gittiği her yere hediye olarak götürüyor" dedi.(https://www.gazeteduvar.com.tr/chpli-agbaba-togg-borcama-dondu-cumhurbaskani-gittigi-her-yere-hediye-olarak-goturuyor-haber-1733583)

                                         ***
Rektör Bey’in banyo sevdası -İsmail Arı/Birgün-

Halk üç kuruşla geçim mücadelesi verip ay sonunu getirmeye çalışırken Kayseri Üniversitesi rektörü 6 milyon TL'ye makam odasını yeniliyor. Odasına ses yalıtımı ve banyo yaptıran rektörün, koltukları da hakiki deri olacak.(https://www.birgun.net/haber/rektor-beyin-banyo-sevdasi-574197)

                                                                      ***
Tasarruftan muaf -Mustafa Bildircin/Birgün-

Ali Erbaş, Tasarruf Genelgesi’ni yok sayan bir seyahate daha imza attı. Azerbaycan gezisine, Seher Erbaş’ın da aralarında olduğu dokuz kişilik heyetle gittiği öğrenildi. Başkanlığın VIP geziler ile İskandinavya seyahatlerinin yeme, içme ve konaklama maliyeti de hesaplandı. Ocak 2023-Haziran 2024 dönemini kapsayan bir buçuk yılda Diyanet yetkililerince gerçekleştirilen yurtiçi ve yurtdışı seyahatler için personele 516 milyon 489 bin TL yolluk ödediği belirlendi.(https://www.birgun.net/haber/tasarruftan-muaf-574191)

                                                                   ***
Elektrik şirketlerine kamudan milyarlar aktı -Mustafa Bildircin/Birgün-

Elektrik dağıtım işinin 2013 yılında tamamıyla özel sektöre devredilmesi, fahiş zamları da beraberinde getirdi. Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın verileri, yurttaşın cebini yakan elektrik zamlarının kamu bütçesine etkisini de ortaya koydu. Genel bütçeli idarelerin Ocak-Eylül 2024 dönemindeki elektrik gideri 35 milyar TL'yi aştı. Genel bütçeli idarelerin 2024 yılının Ocak-Eylül dönemindeki elektrik gideri, elektrik dağıtım şirketlerine yapılan fahiş ödemeleri açığa çıkardı.  Elektriğe yapılan zamlara ayna tutan verilere göre, genel bütçeli idarelerin kasasından elektrik faturaları için Ocak-Eylül döneminde on milyarlarca lira para çıktı.(FAHİŞ ELEKTRİK GİDERİ) Genel bütçe kapsamındaki 46 kamu idaresinin dokuz aylık elektrik gideri, 35 milyar 390 milyon 729 bin TL oldu. Ocak-Eylül 2024 döneminde kamunun en fazla elektrik giderine imza attığı ayın, 4 milyar 990 milyon 635 bin TL’lik gider ile Temmuz ayı olduğu bildirildi. Elektrik alımları için Ocak-Eylül 2024 döneminde genel bütçeden yapılan ödemeler, aylara göre şöyle:

• Ocak-Şubat: 8 milyar 722 milyon TL

• Mart-Nisan: 8 milyar 502 milyon TL

• Mayıs-Haziran: 7 milyar 107 milyon TL

• Temmuz-Ağustos: 7 milyar 119 milyon TL

• Eylül: 3 milyar 938 milyon TL

(SOKAKLARA MİLYARLARCA LİRA)

Elektrik dağıtım şirketlerine sokak ve caddelerin aydınlatılması karşılığında da “Genel aydınlatma ödemesi” adı altında fahiş ödemeler yapılıyor. Sokak ve caddelerin aydınlatılması için elektrik dağıtım şirketlerine 2020-2024 döneminde ödenen para, yıllara göre şöyle kaydediliyor:

• 2020: 2 milyar 440 milyon TL

• 2021: 2 milyar 961 milyon TL

• 2022: 10 milyar 471 milyon TL

• 2023: 23 milyar 627 milyon TL

• 2024 (Ocak-Haziran): 14 milyar 212 milyon TL

                                                           ***

Evrensel "KÖŞEBAŞI"+"GÜNDEM" -8 Kasım 2024-

Et ithalatı da sürer gıda pahalılığı da -Bülent Falakaoğlu-

Bütün bir yaz şu haberlerle geçmedi mi?

Ürettiği ürününü geçen yılki fiyattan satamayan çiftçi sokağa indi.

Çiftçi ektiği üründen zarar etti; bir de işçilik ücreti ödememek için ürününü tarlada bıraktı.

Fabrikalar alım yapmadı, üretici ürününü sokağa döktü.

Limon dalında çürüdü ve benzeri…

Tarım Bakanı İbrahim Yumaklı ise çok gururlu! Sanki bunlar bu ülkede yaşanmamış gibi bakanlığının bütçesi Meclis komisyonunda görüşülürken mealen şöyle dedi: “Tarımı ayağa kaldırdık; öyle bir planlama yaptık ki planlama sonunda et ithalatını ülke gündeminden çıkaracağız.

***

Türkiye İstatistik Kurumu ise başka bir hikaye anlatıyor.

TÜİK’e göre ekim ayında enflasyon artışı yüzde 2.88 arttı. Ama ekim ayında gıda enflasyonu yüzde 4.33! Gıda enflasyonu yüzde 50 daha fazla.

Aylık artışlara bakar mısınız?..

Sebzeler                      yüzde 24.98            

Meyveler                   yüzde 12.79

Çay                             yüzde 9.15             

Sıvı yağlar                 yüzde 8.19

Gıda fiyatları el yakıyor. ‘Ucuzcu’ sayılan üç harfli marketlerin birinde karnabahar fiyatını gören kadın isyan ediyordu: 1 kilo karnabahar 80 lira olur mu?  

Elindeki alış veriş fişini göstererek sitemini sürdürüyordu: Kışı nasıl geçireceğiz?

Harcamalarının büyük kısmını gıdaya ayıran emekçiler için haklı bir soru. DİSK’in enflasyon raporuna göre en yoksul yüzde 20’lik gelir grubun gıda enflasyonu yüzde 86.3.

***

Buraya kadar anlattıklarımızdaki çarpıklığı tekrar özetleyelim: Çiftçi zarar etti, hatta ürününü tarlada bıraktı; buna rağmen yurttaş ucuz gıda tüketemiyor; gıda fiyatları artmaya başladı yurttaş kışa endişeli giriyor.

Bu yaman çelişkinin, hükümetin yanlış tarım politikalarından başka bir açıklaması yok. 

İyi gözüken şeyler bile iyilik getirmiyor; örneğin zeytindeki üretim bolluğunun ucuzluk ve bereket getirmemesi gibi. Ekonomi gazetesinin eki olarak yayımlanan Tarım gazetesinin manşeti durumu özetliyor: Zeytinde rekor üretim var, sevinen yok!

Türkiye, 200 milyon zeytin ağacından elde edilen 3 milyon 600 bin ton zeytin, 750 bin ton sofralık zeytin ve 475 bin ton zeytinyağı ile tüm zamanların üretim rekoruna ulaşırken, bu rekor üretime sektörde sevinen yok!

Bu spotla duyurulan rekor ve umutsuzluğun sebebi de net vurgulanıyor: Uygulanan yanlış politikalar.

TIRPAN EN BAŞINDAN ATILIYOR

Tarım Kanunu’na göre… Tarımsal destekleri gayrisafi milli hasılanın yüzde 1’inden az olamaz.

Gelecek yıl ön görülen gayrisafi milli hasıla 61 trilyon 540 milyar.  Kanuna göre bunun yüzde 1’i  yani 615 milyar 400 milyon lirası çiftçiye verilmeli.

Peki gelecek yıl için hükümet ne vermeyi düşünüyor? Sadece 135 milyar lira. Çiftçilere verilmesi gereken 480 milyar 400 milyon lira tırpanlanıyor.

Desteğin yetersizliği bir yana… Verilen destekler üretirken değil sonrasında verildiği için işlevli olmuyor.

Bazı destekler üreticiyi değil özel sektörü besliyor.

Örneğin çay primi. Fark ödemesi destekleri arasında oransal olarak en çok artış yapılanı çay primi. 2023 yılında 380 milyon liraydı, 2025 bütçesinde ise yüzde 475 artışla 2.5 milyar liraya çıkarıldı. Lakin bu ödeme özel sektörün ucuz çay almasına yarıyor.

Şöyle ki… Bu yıl yaş çay fiyatı 17 lira artı 2 lira da prim ile 19 TL açıklandı. Özel sektör 17 lira ve altında (11 liraya kadar indiren de oldu) fiyatla alım yaptı. Devlet özele satan üreticiye de 2 TL ödedi. Özel şirketler aldıkları çayın 2 TL’sini devlete ödetti. 

2011 yılından bu yana bütçeden tarımsal desteklemeye verilen pay düşüyor. Desteklerin yetersizliğinin yanında tarım ürünlerinde düşük fiyat uygulaması çiftçileri tarımdan koparıyor. Çiftçi sayısı 2 milyona gerilemiş durumda.

Çiftçi kayıt sisteminde sadece 700 bin çiftçi gözüküyor. Milyonlarca çiftçi tarımdan uzaklaştı.

***

Tarımda ithalat da sürüyor.

Hayvancılıkta kullanılan yemin yüzde 50’sinden fazlası dışarıdan geliyor.

2023 yılında artışa geçen toplam canlı sığır ithalatı 2024 yılında da artmaya devam etmiş. Verilen desteğin yetersizliği nedeniyle devam edecek. Zira inekler kesime gitti, süt üretimi düştü.

Hayvancılıkta desteklerin yetersizliğini ziraat mühendisi kökenli Milletvekili Orhan Sarıbal şöyle özetliyor: Çiftçinin hayvancılıkta toplam gideri 600 milyar TL iken, verilen destek sadece 27 milyar TL.

MÜLKSÜZLEŞTİRME BÜTÇESİ

Hükümetin tercihini şu veriden görmek mümkün. 2024’te faize ödenecek para 1 trilyon 250 milyar lira. Tarıma verilen desteğin tam 14 katı!

Üretici köylüye verilen kıymet ve destekler cılız olunca da çiftçi açığını borçla kapatıyor,  borca batıyor. Çiftçinin 2022 yılında bankalara borcu 2.4 milyar lirayken, bugün eylül ayı itibarıyla 768 milyar lira.

3 yılda çiftçinin borcu yüzde 300 arttı.

***

Küresel gıda fiyatları düşerken Türkiye’deki yüksek gıda fiyatlarının sebebi ne? Bakan bu konuya hiç girmiyor!..  

Bir plan varsa, görevlendirme de olması gerekmez mi?

Her yıl on binlerce ziraat, gıda, orman, balıkçılık teknolojisi mühendisi, veteriner hekim, mezun olarak kamuya atama bekliyor. Lakin bütçede atamayla ilgili hiçbir kaynak ayrılmamış.

Tarımda sorunlar sürecek.

***

Sorunun kaynağını, çözümünü daha detaylı ele almak gerekir. Şimdilik şu kadarını vurgulayalım: 2025 bütçesi açık ki süregelen çiftçiyi topraktan uzaklaştırma, mülksüzleştirme, ithalat lobilerini besleme tutumunu aynen devam ettirecek.                         /././

Trump'ı değil Lazzarini'yi dinleyin!-Hediye Levent-

Aylardır herkesin diken üstünde beklediği Amerikan başkanlık seçimleri nihayet yapıldı.

Şimdi Filistinliler ve Lübnanlılar başta olmak üzere İran’dan Yemen’e onlarca ülke Donald Trump’ın bölgeye yönelik politikalarının belirginleşmesini bekliyor. Sonuçta Rusya’dan İran’a, Türkiye’den Irak’a, Suriye’den Gazze’ye, Lübnan’dan Mısır’a kadar birçok ülke Amerika’nın olası yeni politikalarına göre hesaplar yapıp aylardır pozisyonlarını belirlemeye çalışıyorlar.

Amerika Biden döneminde hız verilen, İsrail’in büyük bir hevesle ve heyecanla desteklediği “İran’sız bir Orta Doğu” tasavvurunu sürdürecek mi sürdürmeyecek mi? Amerika Irak’tan ve Suriye’den çekilecek mi çekilmeyecek mi? Hem İran’dan hem de Amerika’dan doğacak boşluk hangi ülkeye emanet edilecek? Emanetçilerden neler istenecek? Elbette sorulabilecek yüzlerce soru var.

İşin enteresan tarafı Trump’ın bir kere daha seçilmesine sevinenler arasında halihazırda sahada karşı karşıya olanlar da var. Bölge açısından hem ümit veren hem de korkutucu olan en önemli faktör ise Trump’ın öngörülemez oluşu.

Bir taraftan “Kamala Harris kazansaydı Biden döneminin devamı gibi olacaktı. Biden ne yaptı ki Harris’den ne bekleyelim?” diyenler vardı diğer tarafta Harris’in en azından Filistin meselesine yaklaşımını Trump’a göre daha ılımlı bulanlar...

Keza Trump için de “Önceki başkanlık döneminde yaptıkları açık. Trump döneminde Orta Doğu huzur bulamaz” deyip kestirip atanlar var. Karşı görüştekiler ise Trump’ın iş adamlığını hatırlatıp pragmatizmine güveniyor.

Velhasıl Amerika’da başkanlık seçimleri yapıldı yapılmasına ama bölgedeki mevcut sıcak çatışmaların da yeni yeni kendini hissettirmeye başlayan dönüşümün de seyrini belirleyecek ana aktörlerin başında elbette Amerika geliyor. En azından bir süre daha yani Trump’ın İran başta olmak üzere bölgeye yönelik politikaları az çok belirginleşene kadar bölge olarak diken üstünde beklemeye devam edeceğiz gibi görünüyor.

Gerçi Trump başkanlık yarışını kazandığı az çok belli olduktan sonra yaptığı konuşmada “Savaş başlatan değil bitiren bir lider olacağını” söyledi. Zaten hem Filistinliler hem de Lübnanlılar Trump’ın İsrail’e ve özellikle de Netanyahu’ya baskı yapmasını ümit ediyor. Ancak Trump’ın bitirmeyi vadettiği savaşların nasıl biteceğini kimse bilmiyor.

En azından Trump ile Netanyahu arasındaki kişisel ilişki, Trump’ın İsrail’e verdiği sınırsız destek biliniyor. Birçok kişi unutmuştur belki ancak Tel Aviv’deki Amerikan elçiliğini Kudüs’e taşıyarak zaten Filistinlilerin aleyhine olan süreci daha da perçinleyen Trump olmuştu. Yine İsrail’in yıllardır rahatsız olduğu, uğraşıp durduğu, sadece Filistinli mülteciler için 1949 yılında Birleşmiş Milletlere bağlı olarak kurulan UNRWA’ya ABD’nin yaptığı bağışı keserek ajansın bütçesine çok ağır bir darbe vuran da yine Trump’tı.

Netanyahu da aylardır Amerikan seçimlerini bekliyor ve Trump’ın kazanmasını umuyordu, Harris’ten ümidini kesenler de...

Trump’ın devam eden çatışmaları bitirse bile kimlerin lehine bitireceği başlı başına yeni krizleri de tetikleyebilir, ki İsrail ve özellikle de Netanyahu Trump’ın başkanlığı ile birlikte hem İran’a karşı hem de Gazze ve Lübnan cephesinde kazanan taraf olacağından çok emin.

Bu arada “Savaşlar bitse de kazanan kim olacak, kaybeden taraflar neler kaybedecek?” demişken sıcak gündemin gölgesinde kalan çok önemli bir gelişmeyi de atlamamak lazım. İsrail Gazze savaşı başladığından beri UNRWA’yı açıktan hedef almaya başladı.

Nedir UNRWA?

UNRWA Gazze’de, Batı Şeria’da, Doğu Kudüs’te, Lübnan’da, Suriye’de ve Ürdün’de yaşayan milyonlarca Filistinlinin eğitim ve sağlık başta olmak üzere birçok ihtiyacını karşılayan en önemli kuruluş.

İsrail önce UNRWA çalışanları arasında HAMAS mensuplarının olduğunu iddia etti, sonra bu iddialar “UNRWA merkezlerinin altında HAMAS’ın tünelleri var” boyutuna ulaştı. İsrail Gazze’yi yerle bir ederken UNRWA’nın okullarını, ofislerini, depolarını, araçlarını, çalışanlarını hedef almaktan kaçınmadı. Şimdi BM’ye bağlı bu ajansın kapısına kilit vurmaya kararlı olan İsrail UNRWA’yı yasa dışı ilan eden bir karar da aldı.

Aylardır sesini duyurmaya çalışan UNRWA’nın Başkanı Philippe Lazzari’nin BM’de yaptığı son konuşma aslında oldukça çarpıcıydı ancak yine sıcak gündemin gölgesinde kaldı.

Lazzarini o konuşmasında diyordu ki, “II. Dünya Savaşı’ndan bu yana sivillerin en yoğun şekilde bombalandığı bir yıl ve insani yardımların ciddi şekilde kısıtlanması Gazze’yi distopik bir dehşete dönüştürdü. Çoğu kadın ve çocuk olmak üzere 43 binden fazla kişinin öldürüldüğü bildirildi. Enkaz altında binlerce kişi daha kayıp. Nüfusun neredeyse tamamı yerinden edildi. İsrail’den alınan rehineler uzun süreli ve korkunç bir esaret altında kalmaya devam ediyor. Kuzey Gazze’de Filistinliler hava saldırılarıyla yakılıyor ve diri diri gömülüyor. Hastanelere ve kurtarma ekiplerine yönelik vahşi bir kuşatma ve saldırılar, nüfusa hayat kurtarıcı malzeme ve yardım ulaştırılmasını engelliyor... Kamu altyapısı kasıtlı olarak yok ediliyor ve Filistinlilere toplu ceza uygulanıyor. Ekonomi çöküşün eşiğinde... Öğretmenlerimiz bir gecede barınak yöneticisi oldular. Sağlık kliniklerimiz acil servislere dönüştürüldü. Sağlık ekiplerimiz acil çocuk felci aşılama kampanyasını başlatmada kritik rol oynadı. UNRWA, son bir yıldır Gazze halkı için bir can simidi oldu... UNRWA’nın yokluğunda, tüm bir nesil eğitim hakkından mahrum bırakılacak. Gelecekleri feda edilecek, marjinalleşme ve aşırılıkçılığın tohumları ekilecek...”

Velhasıl bekleyip gidişatı izlemek gerek ama Trump 

bölgedeki fay hatlarını tetikleyen Gazze meselesine Filistinlilerin haklarını gözeterek bakar mı, 

2 devletli çözüm için İsrail’i karşısına alır mı, “Lübnan’ın da kendini koruma hakkı da var” der mi, 

İran konusunda diplomasiyi öne çıkarır mı; kısacası 

Trump, bölgede dökülen kanı umursar mı? Gerçekçi olmak gerekiyor!

                                                     /././

Trump Pandora’nın kutusunu açtı, Avrupa panikte -Yücel Özdemir-

ABD’de salı günü yapılan seçimlerde Donald Trump ve partisi Cumhuriyetçilerin her alanda Demokratları açık arayla ezmesi, Avrupa için kelimenin tam anlamıyla hezimet oldu. Joe Biden’ın çekilmesinden sonra Kamala Harris’in ilk hafta yakaladığı havanın etkisiyle Demokratların kıl payıyla da olsa yeniden başkanlığı kazanacağı, bunun da transatlantik ilişkilerde bir değişime yol açmayacağından hareket ediliyordu.

Ama tam tersi oldu.

Avrupa ile ilişkilere tamamen “kâr-zarar” üzerinden bakan, ABD sermayesinin çıkarlarını kısa zamanda korumayı önceleyen Trump’ın açık farkla kazanmasıyla panik havası başladı.

Almanya’da Rusya ve Çin ile ilişkileri keserek ABD’ye yedeklenme politikasını yapanların başında koalisyon hükümetinin ortakları Yeşiller ve FDP geliyor. Liberal demokrasinin, otoriter rejimlere karşı insan hak ve özgürlüklerin savunuculuğuna soyunan bu kesimler ABD’de başka bir otoriter, aşırı sağcı başkanlığı kazanınca frene basmak zorunda kaldılar. Bunu yapanların başında Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock geliyor. Diplomatik de olsa Trump’ı zaferinden ötürü kutlayan Baerbock, Almanya-ABD ilişkilerinin köklü geçmişi olduğunu ifade ederek Trump’a rağmen ilişkilerin devam edeceğini söyledi. Benzer bir açıklamayı Başbakan Olaf Scholz da yaptı. Dün başlayan AB zirvesinden de benzer bir mesajın verilmesi muhtemel.

Toplam açısından bakıldığında Trump’ın kazanma olasılığı olduğu halde, Biden yönetimi ve Avrupalı müttefiklerinin Ukrayna’da müzakere konusunda bir ilerleme sağlamadığı söylenebilir. Her fırsatta ABD’nin Ukrayna’ya vereceği askeri ve mali yardımı keseceğini söyleyen Trump, 20 Ocak’ta görevi resmen devraldıktan sonra muhtemelen dış politika açısından dokunacağı ilk alan Ukrayna olacak.

Alman basınındaki bu nedenle Trump’ın seçilmesinin Ukrayna için çok olumsuz bir tabloya yol açacağı yorumları yapılıyor. Bundan çıkarılan sonuç ise kısa zamanda bir müzakere masası kurmak yerine Avrupa’nın askeri harcamalara daha fazla bütçe ayrılması oldu.

Ukrayna savaşını ve sınırsız askeri desteği savunan Yeşiller ve FDP’den siyasetçiler iki gündür “Avrupa’nın, özellikle de Almanya’nın daha fazla sorumluluk üstlenmesi” çağrısında bulunuyorlar. Trump’ın seçilmesiyle Avrupa’nın güvenlik sorunu oluşmaya başladığını propaganda ederek, Almanya’nın Avrupa’nın liderliği ve güvenliği için silahlanmaya devam etmesini istiyorlar.

“Önceden ne yapacağı kestirilemeyen başkan” olarak adlandırılan Trump’a karşı Avrupa’nın kendi güvenliğini sağlaması gerektiği, Rusya’nın tehditlerine karşı yanıt verilmesi yönünde yapılan açıklamaların özünü, Avrupa’da askeri harcamaların öncesinde göre artırılması oluşturuyor. Daha doğrusu bugüne kadar savaş ve militarizm sözcülüğü yapan bu kesimler, şimdi Trump’ın seçilmesini Avrupa’daki savaş endüstrisi için fırsata çevirmenin peşindeler. ABD’nin Ukrayna savaşına desteğini kesmesi durumunda Avrupa’nın savaşı nasıl sürdüreceği en belirsiz konulardan. Bu süreçte Avrupa’nın her bir ülkesinde var olan savaş karşıtı hareketler ve eğilimler, hükümetleri daha fazla zorlamaya başlayacak. Savaşta ısrar eden liderler ve partiler Avrupa’da da tıpkı ABD’de olduğu gibi kaybedecek.

Trump’ın seçilmesi elbette Ukrayna’da savaşın sürmesini isteyen bütün güçlerin elini zayıflatmış, Rusya ve Putin’i ise güçlendirmiştir. Son haftalarda Donbas’ta ilerleyen Rusya muhtemel bir müzakere masasına eli güçlenmiş halde oturacak.

Trump’ın seçilmesinin Avrupa’da yarattığı bir diğer panik de ekonomiye dair. ABD pazarını Avrupa ürünlerine kapatma adına yeni gümrük vergileri ilan etmesi, özellikle Alman ekonomisinin etkileneceği az çok görülebiliyor. Ekonomideki durgunluk ve gerilemenin siyasi alanda çalkantılara yol açacağını söylemek için ise kahin olmaya gerek yok. Almanya’daki koalisyonun dağılması ise an meselesi...

Trump’ın seçilmesiyle birlikte genel olarak dünya ve tek tek ülkeler hızla Weimar Cumhuriyeti yıllarına dönüşecek. Kasım 1918 devriminden sonra Almanya’da sosyal demokratların öncülüğünde kurulan Weimar Cumhuriyeti’nde ekonomi ve siyasi alanda yaşanan krizler siyasi istikrarsızlığa yol açmıştı. Bu koşullarda halkın, işçi sınıfının gelecek korkusu ve endişesini kullanan faşistler bir taraftan siyasi cinayetlerle toplumu sindirirken diğer taraftan hızla örgütlendiler. 1929’deki ekonomik krizin de tetiklemesiyle faşistler iktidarı almıştı.

Dünyanın içinden geçtiği süreç pek alanda istikrarsızlığı içinde barındırıyor. Hızla karanlığa sürüklenen emekçi sınıfların 1920’li yıllara göre en büyük dezavantajı, ortada ne Ekim Devrimi ne Sovyetler Birliği ne de güçlü komünist partiler, antifaşist cepheler var. Her geçen gün daha fazla barbarlaşan kapitalist-emperyalist sisteme, faşist parti ve liderlere karşı tek panzehir ise tarihin birikiminden yararlanarak işçi sınıfını kazanarak güçlü örgütler kurarak bir çıkış adresi göstermektir. İşçi sınıfını kazanan tarihin hızını ve yönünü belirliyor. Avrupa’da işçi sınıfının son yıllarda ekonomik nedenlerle aşırı sağa oy verdiği biliniyor. ABD seçimlerinde de aynı tablo görüldü.

İşçi sınıfı antifaşitler, sosyalistler ve komünistler tarafından yeniden kazanılmadığı takdirde bugün Trump’ın yarın başkasının temsil ettiği “karanlık dünya” her bakımdan insanlık için felaket olacaktır.

                                                       /././

Direnerek kazanmak -Ahmet Yaşaroğlu-

Ne son kayyım atamalarında ne genel olarak Kürt sorunu konusunda ne de bu sorunun bugünlerde tartışılmakta olan güncel politikalarında Erdoğan ve Bahçeli arasında bir görüş farklılığı bulunmuyor. Yazıya böyle girmemin nedeni eline cımbızı alıp Erdoğan ve Bahçeli’nin arasında bu konuda görüş farklılıkları bulunduğuna ilişkin tespitler yapanların varlığı. Ama anlaşılması gereken şu: Hem Bahçeli’nin yaptığı çağrı hakkında hem de bunun nasıl yürütüleceği hakkında ince ince planlanmış gerici, faşist bir politika ile karşı karşıyayız ve yapılmak istenenlere bakılınca ulaşılmak istenen hedefin güncel politik çıkarları çok aşan, devleti yeniden yapılandırmayı hedefleyen yönlerinin bulunduğunu görebiliyoruz.

Hatırlanacağı üzere Erdoğan sahneyi “İç cepheyi güçlendirme” ile açmıştı, Bahçeli de bunun pratik adımlarını atmaya memur edilmiş durumda. Erdoğan’ın bu konuda ciddi bir güven kaybına uğramış olduğu ve bir inandırıcılığının olmayacağı dikkate alındığında neden Bahçeli sorusu da yanıtını buluyor. Bu yetki ve sorumluluğu alan Bahçeli bilinen ve pek çok çevrede “şok” etkisi yapan açıklamalarını böylece yapmaya başladı. Bazılarını “yeni süreç” olarak adlandırdığı ve TUSAŞ saldırısından sonra bitti mi dedikleri gelişmelerin ardında Bahçeli salı günü “Sözlerinin arkasında olduğunu” yeniden ilan etti.

Bahçeli son grup toplantısında Meclise çağırıp, kayıtsız şartsız teslim olduğunu açıklamasını istediği Öcalan’ın -bugüne kadar direnen Öcalan bunu niye yapsın ki- Meclise çağırılmasına karşı çıkanlara şöyle sesleniyor: “Öcalan İmralı'da yatıyor ama DEM grubunda 57 Öcalan gölgesinin ayakta olduğunu neden görmüyorsunuz? Neden itiraf edemiyorsunuz? 1967'den bugüne devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne ters bakan 339 bölücü milletvekilinin Meclis çatısında görev aldığını size nasıl anlatalım?” Böylece demokratik Kürt siyasetinin temsilcileri toptan bölücü ve terörist ilan ediliyor. Bütün bunlarda yeni bir şey yok. Bahçeli bunları zaten sıklıkla dile getiriyordu. Bahçeli’nin Erdoğan sevgisi de yeni değil, çok önceden onu zaten Türkiye Yüzyılı’nın önderi olarak adeta yeni “başbuğları ve ebedi başkan” olarak ilan etmişti.

Peki yeni olan ne? Çözüm, kardeşlik, barış sözlerini tekrarlayarak oynadıkları paspal oyunda yeni ne var? Yeni olan şu sözlerde gizli: "Milli hedefimiz, tıpkısının aynısıyla Osmanlı barışına benzer bir Türk barış kuşağının kale duvarları gibi etrafımıza çekilmesi, Türk coğrafyalarının ve insanlığın tam bir huzura kavuşmasıdır. Bunun için şimdiden kollar sıvanmalıdır… CHP liderinin Türk’ü ziyaret etmesine yanıt olarak- sağlık sorunları olan, Kürt ağası Sayın Ahmet Türk'ün istismar edilmesi İmralı ile DEM Parti arasına çomak sokma sinsilikleri CHP'nin başını çektiği kara kampanyanın dış bağlantılı mahsulüdür."

Tarihsel olarak Osmanlı üzerinden Kürt ağalığına bağlanan bu sözlerin anlamı ne olabilir? Osmanlı’nın geçmişi Yavuz’a ve İdris-i Bitlisi’ye dayanan tarihiyle Kürt egemen çevreleri ile anlaşma ve ittifak yaptığı, göreli bir özerkliği tanıdığı biliniyor. Kürtlerin Kurtuluş Savaşı’na katılımı ve desteği de sonradan tutulmayan sözlerle sağlanmış ama Cumhuriyet Kürt ağaları ve üst sınıflarının önemli bir bölümünü payanda yapmayı başarmıştı. Ama bu kez söz konusu olan Osmanlı döneminde olduğu gibi göreli bir özerklik değil, milli ve üniter devlete boyun eğdirme idi. Ama Kürt ulusal mücadelesi yaklaşık son 40 yılda önemli bir uyanış içine girdi ve gelişme sağladı. Sadece Kürt halk yığınları değil, Kürt üst sınıfları içerisinde de ulusal bilinç ve uyanışın, demokratik istemlerin geliştiğine tanık olundu. Devletle doğrudan iş birliği yapanların ise zaten tutumlarında bir değişiklik olmadı. Değişiklik ulusal demokratik bilincin gelişmesi, mülk sahibi üst sınıflar arasında da bu gelişmenin ciddi etkiler yaratmış olması oldu.

Ahmet Türk de işte bu gelişmenin sembolü ve temsilcilerinden birisi olarak görülüyor. Yani Kürt üst sınıfları içinde hem ulusal hem de demokratik bir bilincin gelişmesinin somut bir temsilcisi. Yani Ahmet Türk, Bahçeli’nin özlediği, “Senin yerin benim yanım” demeye çalıştığı “Kürt ağası” profiline hiç uymuyor. Şimdi bu kesimlere devlet, Devlet Bahçeli’nin ağzından ‘Demokrasi ve eşitlik taleplerinden vazgeçin, sizinle yeni ve gerici bir anlaşma yapalım, bölgedeki Kürtler üzerinde de egemenlik kurmamıza yardım edin, böylece sizi bünyemize kabul edelim, Kürt halkını da kendi kaderine bırakın’ diyor. Teklif edilen bu. Kabul edilmezse hepsine terörist ve bölücü damgası vurulacak. Kürt ulusal hareketi maddi sınıf gerçekliğini ve onun yarattığı bölünmeleri şimdiye kadar geri plana itebilmiş, “Kürtlük bilinciyle ulusal birliği” korumayı büyük ölçüde başarmış bir hareket. Şimdi darbe tam buraya vuruluyor ve hareketlenmiş olan üst sınıflara gerici bir birlik önerilirken, halka demokrasi ve eşitliğin yolu, demokratik siyaset yolu kapatılmış oluyor. Plan bu. Böl ve yönet. İşte burada sorun Erdoğan ve Bahçeli’nin güncel çıkarlarını da içerip aşıyor, yenilenmek istenen stratejik bir devlet politikasının uzun vadeli unsuru haline geliyor.

Şimdi soru şu: Bu planın yaşam bulma ve uygulanma şansı var mı? İki temel nedenden dolayı bu planın uygulanma imkanı yok. İlk neden doğrudan Kürt hareketinin içinden geliyor. İlk olarak: Kürt halkı zengin bir mücadele deneyimine, bu deneyimin kazandırdığı politik olgunluğa ve kararlılığa sahip bir halk. Taleplerinden ve mücadelesinden vazgeçmesi düşünülemez. İkinci olarak: Kürt hareketine ve mücadelesine önderlik eden sınıflar üst sınıflar değil, aydınlanmış ve eğitimli nitelikleri ile Kürt küçük burjuvazisi diyebileceğimiz kesimler. Bunların ulusal ve demokratik bilinçleri demokrasi ve eşitlik konusunda tutarlı ve kararlı bir özelliğe sahip. Hareketin söndürülmesine izin vermeyeceklerdir. Üçüncü temel neden ise: Son kayyım olayının da bir kez daha gösterdiği gibi, diktatörlüğe ve tek adam yönetimine karşı demokrasi için, hak ve özgürlükleri kazanmak için Türk ve Kürt demokratik mücadelesinin birlikte yürüme eğilimi güçleniyor ve gelişiyor. CHP yönetiminin şimdilik olumlu tutumu da bu eğilimi güçlendiren bir etki yapıyor. Bu nedenle söz konusu plan sadece mücadeleye yönelen Kürtlere ve Türklere iktidarın uygulayacağı terör ve zorbalığın ağır baskısıyla, o da kısa vadeli olarak uygulanabilir.

Peki Kürtler ve Türkler arasında demokrasi ve eşitlik için, özgürlükler için mücadeleyi bırakma eğilimi var mı? Yok. Aksine bütün siyasi ve ekonomik koşullar Kürt ve Türk işçi ve emekçilerini, demokrasi için, demokratik hak ve özgürlüklerin elde edilmesi, az çok insanca yaşayabilecekleri ekonomik koşuların sağlanması ve bu iktidarın yıkılması için birlikte mücadele etmeye, ortak, kardeşçe yaşayabilecekleri bir gelecek inşa etmeye zorlamaktadır. Emek, demokrasi ve barış güçlerinin mücadele cephesini netleştirmeye ve bu cepheyi genişletmeye ihtiyaçları var. Geleceğin nasıl şekilleneceğini bu yönde verilecek mücadelenin başarısı belirleyecektir. Diktatörlükle yönetilen bir cumhuriyet değil, halkların eşitliği temelinde demokratik bir cumhuriyet kurmanın, oradan daha ileriye gitmenin yolu buradan geçiyor.

                                                           /././

Erdoğan'dan Trump'a: ABD ile model ortaklığımız tartışılmaz.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Kırgızistan ve Macaristan ziyaretleri sonrası uçakta gazetecilerin sorularını yanıtladı. Donald Trump'ın ikinci kez ABD Başkanı seçilmesi ile ilgili "Zaman zaman fikir ayrılıkları yaşansa da Türkiye ve ABD’nin model ortaklığı tartışılmaz" diyen Erdoğan NATO’ya ABD'den sonra en fazla para veren ülke olmakla övündü.(https://www.evrensel.net/haber/533406)

                                                              ***

MB enflasyon tahminini yüzde 38'den yüzde 44'e yükseltti

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) Başkanı Dr. Fatih Karahan, Ankara’da Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası İdare Merkezi'nde gerçekleştirilen Enflasyon Raporu 2024-IV Bilgilendirme Toplantısı’nda kamuoyuyla yılın son enflasyon raporunu paylaşıyor. Merkez Bankası, yüzde 38'lik yıl sonu, yüzde 14'lük 2025 sonu ve yüzde 9'luk 2026 sonu tahminlerini yükseltti. Gıda enflasyonu da yukarı yönlü revize edildi.TCMB'nin bir önceki rapordaki yüzde 38'lik yıl sonu enflasyon tahminini yüzde 44, 2025 için yüzde 14 seviyesinde olan yıl sonu enflasyon tahminini yüzde 21 seviyesine çıkardı. 2026 sonu enflasyon tahmini ise yüzde 12'ye yükseltildi. TCMB'nin gıda enflasyonu tahmini de 2024 sonu için yüzde 35,5'ten 41,8'e yükseltildi. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz eylül  ayında yaptığı açıklamada OVP'de yüzde 38 olan 2024 yıl sonu enflasyon hedefini yüzde 41,5’e yükseltmişti.(https://www.evrensel.net/haber/533400)

                                                            ***

Bayhan: Cengiz ile AKP arasında nasıl bir rant ilişkisi var?

Cengiz Holding, Kazdağları’nda altın bakır madeni için bir milyon ağacı kesmeye devam ediyor. Madene ilişkin dava süreci tamamlanmadan şantiye alanını ve yolunu yapan Cengiz Holding’in maden ruhsat alanı içerisinde SİT alanı bulunduğu ortaya çıktı. Konuyu TBMM gündemine taşıyan EMEK Partisi (EMEP) İstanbul Milletvekili İskender Bayhan, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum’un cevaplaması istemiyle soru önergesi verdi. Bayhan, “Mehmet Cengiz ve AKP iktidarı arasında emek sömürüsü, işçilerin hayatının hiçe sayılması ve doğanın yağması üzerinden nasıl bir kar ve rant ilişkisi vardır” diye sordu.(https://www.evrensel.net/haber/533397)

                                                              ***

AKP'li belediye, seçimi CHP kazanınca konteyneri Adıyaman'a göndermedi

AKP'li Sultangazi Belediyesi, Adıyaman'daki depremzedeler için aldığı konteyneri, belediyeyi CHP kazanınca göndermedi, boş araziye bıraktı.(https://www.evrensel.net/haber/533390)

                                                                  ***
Çevre Bakanlığının göstermelik önlemleri: Ormanlar, sular, milyarlar şirketlere -Özlem Songül ABAYOĞLU-

TBMM Genel Kurulunda bugün Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığının 2025 yılı bütçe teklifi görüşülüyor. 2023 yılında Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığının bütçesinin toplam merkezi bütçedeki payı 2023'te yüzde 0.54 iken, 2025 bütçesinde yaklaşık 3 katına çıkarak yüzde 1.48 oldu. Çevre Bakanlığının bu yılki bütçe teklifine baktığımızda 219 milyar 294 milyon 486 bin TL’yi çevre talanının bu kadar arttığı dönemde hangi göstermelik önemler için kullanacağını görüyoruz. Bakanlığın bütçesinden şirketlere ayrılan pay oldukça yüksek. Toplam bütçenin 26 milyar 60 milyon 329 bin lirası sermaye transferleri kalemi ile şirketlere kaynak olarak aktarılacak. Enerji arz güvenliği, verimliliği ve enerji piyasası programı için ayrılan 12.1 milyar liralık bütçenin de 11.8 milyar lirasını sermaye giderleri oluşturuyor. Yine “Sürdürülebilir çevre ve iklim değişikliği” programı adı altında ise şirketlere 2 milyar 864 milyon 463 bin TL sermaye transferi yapılacak.(https://www.evrensel.net/haber/533357)

                                                              ***

Antalya'da tarihi mağaranın sınırına dayanan kalker ocağının genişleme talebine ret

Antalya'da genişleme başvurusu yapan Nuryol İnşaat'ın kalker ocağının genişleme sınırı, bölgede Bizans Dönemi'ne tarihlenen ve aşı boyasıyla yapılan geyik, karaca figürleri ile yazıtın yer aldığı Karaindibi Mağarası'na dayandı. Proje tanıtım dosyasında her patlatma için 120 kilogram dinamitin kullanılacağı ocağın başvurusu, reddedildi. DHA'nın haberine göre, Konyaaltı ilçesi Hacısekiler Mahallesi'ndeki vadide bulunan ve 1997 yılında duvarlarında resimler ve yazıtlar olan Karaindibi Mağarası, kültür envanterine kaydedildi. O tarihten itibaren bir çalışma yapılmayan mağaranın yakınına 2006 yılında, kalker ocağı ruhsatı verildi. Yerleşime 355 metre uzaklığa ve Antalya semenderinin yaşam alanına yakını kurulan ocak, 18 yılda 5 kez faaliyet artırımı yaptı.(https://www.evrensel.net/haber/533404)

(Evrensel)









Öne Çıkan Yayın

Gerici Akit yazarı gençlerin spor yapmasını hedef aldı: 'PKK kadar tehlikeli' -soL-

Yeni Akit yazarı gerici Ahmet Gülümseyen gençlerin spor yapmasını ve okullarda mezuniyet törenleri yapılmasını hedef aldı. Gençlerin "s...