Almanya'da 'trafik lambası' koalisyonu dağıldı -Sarp Kazezoğlu-
Almanya'da üçlü koalisyon hükümeti dağıldı. Son günlerde yaşananlar ülkede siyaseti çok derin bir krize sürükleyebilir.
ABD seçimlerini Donald Trump kazandıktan saatler sonra Almanya'daki SPD-Yeşiller-FDP koalisyonu dağıldı.
Alman şansölyesi Sosyal Demokrat Olaf Scholz, FDP'li (Hür Demokrat Parti) liberal finans bakanı Christian Lindner'i görevden aldığını iddia ettikten sonra FDP, resmi olarak koalisyon hükümetinden ayrıldığını ilan etti.
Scholz, Lindner'i koalisyon hükümetinin iktisadi politikalarını sabote etmekle suçlarken, Lindner ise hükümeti Almanya'nın "borç freni" yasasını ihlal etmek istemekle itham etti. Ayrıca Scholz'un Sosyal Demokratları ve Yeşiller büyük çaplı devlet yatırımları yapılmasını istiyor ve liberallerin sosyal güvenlik programlarında kesintiye gidilmesi önerilerini reddediyordu. Alman parlamentosunda FDP ve diğer muhalefet partileri hükümete en kısa zamanda erken seçim ilan etmeye davet ederken, şansölye Scholz Mart ayına kadar SPD (Sosyal Demokrat Parti) ve Yeşillerden oluşan bir azınlık hükümeti ile hükmetmeye devam etmek istediğini belirtti.
Hristiyan Demokrat Parti (CDU) lideri Merz, erken seçim için Mart ayının çok geç olacağını belirterek Scholz'u en kısa zamanda güven oyu çağırmaya davet etti. Koalisyonun çöküşü, koalisyon ortakları arasında ülkenin zor durumdaki ekonomisini canlandırmanın yolları konusunda haftalarca süren anlaşmazlıkların ardından geldi.
Alman siyasetinde kriz kapıda mı?
Trump'ın seçimlerdeki şok edici zaferinin ve Trump'ın Almanya ile ABD arası ticarette gümrük vergilerini yüzde 10 arttırma vaadinin koalisyon ortakları arasındaki mevcut iktisadi anlaşmazlıkları daha da şiddetlendirdiği ve koalisyonun dağılmasına neden olduğu düşünülebilir.
Parlamentoda azınlık olan Sosyal Demokratların, herhangi bir güven oyunu kaybedeceği ve olası erken seçimlerde hem Hristiyan Demokratlara, hem de kendilerini sistem dışı gösterebilen "aşırı sağ" AfD (Almanya için Alternatif Partisi) partisine ve sol popülist BSW partisine yenileceği kesin gözüküyor.
İktisadi problemlerin dışında Almanya'da süregelen Filistin destekçisi protestoların ve Rusya'yla savaşın da hükümet için farklı sorunlar ortaya çıkardığı bir gerçek. Bütün bunlara dengesiz bir ABD yönetimi dinamiğinin eklenmesi, Alman siyasetini çok derin bir krize sürükleyebilir.
/././
Sahaflar Çarşısı(XXXI) / Yedi Numaralı Dehliz ve yeni bir yaşamın mücadelesi -Özkan Öztaş-
Sahaflar Çarşısı'nın bu haftaki buluşmasında Yusuf Şaylan'la birlikte Kostas Kodzıas'ın Yunan devrimcilerini ve yeni bir hayat kurma mücadelesini anlattığı Yedi Numalı Dehliz romanına bakıyoruz.
Yeni bir hayatı kurmak için mücadele veren komünistlerin hikayesi her yerde az biraz birbirine benziyor. Çünkü yine hemen hemen her yerde düşman da az çok bir birine benzemekte. Tüm bunlarla birlikte Yunan komünistlerinin hikayelerinin Anadolu'da mücadele eden komünistlere çok benzediğinin örneklerine değinmiştik Sahaflar Çarşısı'nın kimi söyleşilerinde. Benden Selam Söyle Anadolu'ya romanıyla birlikte Fırtına Çocukları romanları bunların iki örneğiydi.Yusuf Şaylan'la birlikte bu buluşmamızda yine komşudaki bir başka romanı, Kostas Kodzıas'ın Yunan devrimcilerini ve yeni bir hayat kurma mücadelesini anlattığı Yedi Numalı Dehliz eserine bakıyoruz. Bu kitap uzunca bir süredir Yusuf Şaylan'ın öneri listesinde yer alan kitaplardan biriydi.
Elinde notlarıyla birlikte romanın Adam Yayınları'ndan 1982 yılında yayınlanan baskısıyla geliyor Şaylan. "Bundan bende iki tane vardı. Birini sana hediye edeyim" diyor gülümseyerek. Kitaplıktaki sahaflar köşesine bir yenisi daha ekleniyor bu bahaneyle. Teşekkür edip kitabı incelemeye koyuluyorum.
"Hem yazarı hem çevirmeni hem de yayınevi pek güzel bir kitaptır. Okurlar gönül rahatlığıyla okuyabilirler" diyor.
Notlarını masaya dizerken sıcak bir ıhlamur söylüyor kendine Yusuf Şaylan. Bu aralar biraz rahatsız, buluşmayı da doktor randevusunun hemen öncesine veriyor bu yüzden. Ihlamur bahanesiyle sağlığına gösterdiği özen memnun ediyor beni.
"Başlayalım hadi" diyor.
Başlıyoruz.
Yedi Numaralı Dehliz romanının Adam Yayınları'ndaki baskısı. Çeviri Metin Alemdar'En iyi nevale kitaptır'
Çevirmeni anlatarak başlıyor söze Yusuf Şaylan. Önce birazcık serzenişte bulunuyor.
"Bu kitaba dair yazılı hiç bir şeye denk gelmedim. Bu çok acı gerçekten. Bu kitap bir dönem elden ele dolaşan tüm devrimcilerin kitaplığında yer eden bir kitaptı. Şöyle bir basit internet taraması yaptım ama hiçbir yazıya rastlamadım. Bana bu kitabı öneren Necmettin Salaz'dı. Kendisi de cezaevinde kaldığı dönemde okumuş bunu. Israrla okumamı söylemişti.
Çevirmeni de çok özel biri. Birçok eser kazandırmış Türkçeye. Bildiğim kadarıyla eşi de çevirmen. Biliyor musun, hatta bir dönem TRT'nin çeviri dairesinin başında görev almış. Şimdiki TRT ile kıyaslayınca ne garip geliyor değil mi?" diyor ve gülüyor Şaylan.
TRT'nin ve ülkenin aldığı bu yeni tuhaf halin altını çizerken "Kitabın çevirmeni Metin Alemdar; Yarın Bizimdir Yoldaşlar, Bataklık, Darağacı gibi birçok romanı Türkçeye kazandıran bir çevirmen. Bahanesiyle Bataklık romanını da listesine eklemeli okurlarımız. Bu romanda devrimden sonra bir bataklığı kurutarak yeniden bir yaşam kurmaya çalışan devrimcilerin hikayesi anlatılır. Metaforları pek güzeldir" diyor.
Söz dönüp dolaşıp okumaya geliyor. Söz buraya gelince Montaigne'den bir alıntı yapıyor Şaylan: "Montaigne kitap için çok güzel bir laf etmiş. Çok sevdim. Şöyle diyor 'Yeni bir yaşamı kurmak için de hayatı güzelleştirmek için de mutlaka okumalıyız. İnsan hayatı denen bu yolculukta benim bulduğum en iyi nevale kitaptır. Ve ondan yoksun anlayışta insanlara çok acırım."
Cümleyi okuyunca gözlerimin içine bakıyor. "Acınası bir hayattır öylesi gerçekten" diyor.
Kostas Kodzıas ve kitabının Yunancadaki baskısı'Mücadelenin derinliği insanın derinliğini de yansıtıyor'
Kostas Kodzıas'ın Yunan devrimcilerini ve yeni bir hayat kurma mücadelesini anlattığı Yedi Numalı Dehliz romanı O Labyrinthos Arithmos 7 veya İngilizce olarak Labyrinth Number 7 ismiyle biliniyor. Kodzias, bu romanında karmaşık bir kurgu ile okuru derin bir içsel yolculuğa çıkarıyor ve toplumsal eleştiriyi insan psikolojisi üzerinden işliyor.
Değişimin sancıları, direniş günleri, küçük burjuvaların mücadeleyle imtihanı gibi birçok detay ve ince bir işleyiş karşılıyor okurları romanda. Ülkeyi sömürenlere karşı verilen mücadeleyi madendeki işçiler üzerinden anlatıyor yazar. Eser aynı zamanda Yunan edebiyatının en önemli toplumcu gerçekçi romanlarından biri olarak kabul ediliyor.
Madende çalışan işçiler üzerinden temsil edilen bireysel ve toplumsal çelişkiler ile birlikte sömürü koşullarının yarattığı yıkıcı tablo ustaca metne işleniyor. Şaylan söz buraya gelince "Germinal romanı geliyor akla. Emile Zola'nın bu romanı belki de Yedi Numaralı Dehliz'den yüz yıl önce kaleme alınmıştı. Ama bu romanı okuyunca madende çalışan emekçilerin yaşadıkları sorunların neredeyse hiç değişmediğini anlıyor insan. İşin kötüsü bugün bile, bu metinlerin üzerinden onca zaman geçmesine rağmen hala aynı ilkel koşullarda faaliyet gösteren maden ocakları var hala" diyor.
Yazar maden metaforu ve dehliz imgesi üzerinden aslında bir tür labirent sunuyor insanlara. Labirent metaforu üzerinden bireyin toplumsal baskılarla yüzleşmesini, kapitalist sömürünün insan ruhunda yarattığı etkileri ve kimlik arayışını işliyor yazar. Roman, ana karakterin fiziksel ve zihinsel labirentlerden geçerek kendini bulma ve özgürlüğe ulaşma çabasını anlatıyor. Kodzias, bu süreçte karakterin karşılaştığı her yeni dehlizde, okuyucuyu da Yunan toplumunun derin yapısal sorunlarına götürür.
Özellikle Yunanistan’ın çalkantılı siyasi geçmişini ve 20. yüzyıldaki askerî diktatörlük dönemlerini yansıtan eser, karakterin kaçışı ve kendini bulma serüveniyle insanın faşist rejimlerle savaşını simgeliyor. Romanın anlatımında yer yer mitolojik referanslar da görülür; bu, Kodzias’ın Yunan kültürel mirasına olan bağlılığını ve ele aldığı konuların evrenselliğini de gösteriyor okuyucuya.
Söz buraya gelince Yusuf Şaylan "83. sayfada bir anekdot var. Yazar diyor ki; devrim savaşının yüceliği, aslında insanın yüceliğini yansıtıyor. Eğer öyleyse insanların sahip olduğu en güzel, en görkemli şey vicdandır diye de ekliyor. Burada vicdanı basit anlamıyla düşünmemeli okur. Sonuçta insan sevgisi ve vicdan sahibi olmadan devrimci olunabilir mi? İnsan sevmediği şeyi değiştirmek için emek vermez. Emek verdiğimiz için seviyor, sevdiğimiz için emek veriyoruz bu memlekete ve emekçilere" diyor.
Direnişin yazarı ve yazarın direnişi
Kitabın yazarı Kostas Kodzıas Yunan devrimci mücadelesinde yer alan isimlerden biri. Yazıları, Yunan halkının bağımsızlık mücadelesine ve işgal karşıtı direnişine ışık tutan eserler olarak öne çıkmıştır. Özellikle Nazi Almanyası'nın Yunanistan işgali sırasında, Kotzias'ın faşizm karşıtı tutumu ve işgale karşı direniş çağrısı, Yunan toplumunda güçlü bir yankı uyandırır. İşgale karşı direniş yıllarında Yunanistan Komünist Partisi'nin öncülük ettiği direniş örgütlerinde yer alan yazar aynı zamanda Genç Yunan Yazarlar Birliği'nin kurucu üyesidir.
Tiyatro eserlerinden öykülere, romanlardan makalelere kadar birçok biçimde üretimler yapan Kotzias, Yunanistan'da sosyalist gerçekçiliğin en önemli temsilcisi olarak kabul ediliyor. Kotzias'ın ideolojisi, esas olarak savaş sonrası Atina'daki işçi sınıfının yaşamı ve mücadelelerini konu alan yazıları üzerinde büyük bir etki yaratır.
İnsanlığın faşizme ve sömürüye karşı mücadelesini betimlemekle kalmayıp aynı zamanda buna karşı verilen mücadelede de aktif olarak yer alan yazarın Yedi Numaralı Dehliz romanında yer alan imgeler ve detaylar zaman zaman hayranlık uyandırırken zaman zaman da okurun dehşete kapılmasına sebep oluyor.
"Yazarın anlatımı müthiş. Mesela madende örgütlenen işçiler, cezaevinde yaşadıkları işkenceler ve verdikleri mücadele... Mesela bir elektrikçi var içerde. Ayağa kalksa kalkamayacağı, yürüse yürüyemeyeceği bir küçük hücrede yeni bir yaşam kuruyor. Bu satırları okurken muhtemelen okurlar benim gibi gözlerindeki yaşlara sahip olmayacaklar. Sonra mesela koltuk değneği ile hücresinden çıkan kahramanımız, gördüğü işkencelerden sonra sakat kalınca..."
Yutkunuyor burayı anlatırken Yusuf Şaylan.
Yutkunuyor ve birazcık uzaklara bakıyor. Masadaki ıhlamur soğudu aslında ama bir yudum daha alıyor boğazında düğümlenenleri çözmek için. Sendikalar, işçiler, madende verilen mücadele, cezaevindeki direniş ve Yunan komünistlerinin bir sanat eserine benzeyen kavgasını anlatırken zorlanıyor.
"Aklıma Enver Gökçe geliyor bunları konuşurken. O da hücresindeki bir örümcekle sohbet ederek yaşama tutunuyor. Roman kahramanımızın hücresindeki yalnızlığı aşması ve kendisine yeni bir program inşa etmesi buna benziyor. O da bir böcekle başlıyor yaşamın devam ettiği fikrine. Nedir diye sorsan inat derim, irade derim. Bize ne çok yakışıyor bu kelimeler" diye tamamlıyor sözlerini.
'Yiğit insanlar yetiştirdi bu parti'
Söz dönüp dolaşıp Yunan komünistlerine gelince Türkiye'deki komünistlerle olan benzerliklerine, yaşam öykülerine ve tarihteki ortak kesişim öykülerine değiniyoruz.
Yusuf Şaylan söz buralara gelince pek bir keyif alıyor sohbetten. Havada soğuk bir güneş var ve Yusuf Şaylan Yunan komünistlerini hararetle anlatırken arkasındaki güneş ile birlikte bir gölge oyunu gibi canlanıveriyor her şey masaya yansımasında.
"Onca şey yaşıyorlar velhasıl. Ama mücadele etmenin yollarını bir vesileyle arayıp buluyorlar. Mesela, işkencelerden dolayı beli kırılan ve koltuk değnekleriyle hücresinden çıkan Stefanos bir dostunun kapısını çalıyor. Kapıyı açan Papakostis Stefan'ı görünce tanıyamıyor haliyle. Değişimi içler acısı. 'Ne o şaşırdın mı ihtiyar? Eski bir dost seni görmeye geldi' diyor Stefanos.
Papakostis hayretler içinde kapıda dikilen adama bakıyor. Karşısında Direniş Gençlik Örgütü sekreteri duruyor. Kapıya telaşla yaklaşıp sesiyle tanıdığı adama bakarken diyecek bir şey bulamıyor tabi. İçeri buyur ediyor.
Ne dersin? Böyle bir anda ne düşünürsün. Sence konuşacak bir şey kalıyor mu geriye?" diye soruyor Yusuf Şaylan. Mahcup bir ifadeyle bakıyorum koca tarihe. İnsan ne diyebilir ki diye düşünüyorum.
"Bence yazarın ustalığı burada. Lafı evirip çevirmiyor. Burada diyecek bir söz de yok zaten. Papakostis, 'Partimiz sağ olsun' diyebiliyor sadece. "Yiğit insanlar yetiştirdi bu parti... İzin ver de kucaklayayım seni Stefanos' diyor. Ben de olsam sarılırdım sadece yoldaşıma. Diyecek bir söz yoksa kendimizi yormaya da gerek yok" diyor Şaylan.
Kitabı kapatıyor. Parmaklarıyla kitabın kapağını döverken gözlerimin içine bakıyor. Bu bakışları artık tanıyorum. "Çok işimiz var" diyor böylesi zamanlarda.
"Bugünlük bu kadar sanırım" diyor bitirirken. "Kemal Erdoğan'ın bir şiiri ile bitirelim. Kim bilir belki bu satırlara denk gelir onu tanıyan biri. Kemal Erdoğan'a bu yazılanları iletir de o da bizi mahrum bıraktığı şiirlerine yeniden döner bir gün" diye devam ediyor sözüne.
"Kemal Erdoğan'ın Mavi Sürgün adını taşıyan şiir kitabında 1980 Darbesi'nden sonra yurt dışına gitmek zorunda kalırken bir süreliğine Yunanistan'da kalıyor. Gel bitirirken onun şiirindeki Yunanistan'a bakalım.
"Yunanlılar yiğit insanlar, sevdiğim
Telaşlı, atak, çapkın
Ve cesur insanlar.
Hitler’in orduları girdiği vakit ülkelerine,
Portakal bahçelerini ve zeytin ağaçlarını çiğneyerek
Dağlara çekilip savaşmışlar
945’e kadar.
*
Sonra 967’de Albaylar Cuntası,
Yani bu defa yerli Hitlerciler
Boyun eğmemiş Yunanistan,
Uzun ve çileli bir kavga,
974’e kadar.
Kazanmışlar yine.
*
Bir gün kısmet olur da
komşuya gider gibi gidersek
Selanik'in, Olimpos'un oralara
Türkiyeli al güller bırakırız
Önünde Yunan yurtseverlerinin kurşunlandığı
Şimdi birer anıt olan o duvar kıyılarına"
Şiiri okuduktan sonra birazcık uzaklara dalıp "Komşuya gider gibi gidersek" lafını tekrar ediyor Şaylan. Notları derleyip bana veriyor. Hediye ettiği kitabın arasına koyuyorum kalkarken. Haftaya yeni bir yazarı konuşmak üzere ayrılıyoruz.
*Kapak resmi, Yunan komünist ressam ve oyma sanatçısı Tassos Alevizos'un bir eserinden. /././
Müfide Kadri ve Sahilde Aşk -Fide Lale Durak-
Resmin yapıldığı yıl 1907’dir, ve ressamı Müfide Kadri henüz 17 yaşındadır. Zaten verem sebebiyle son bulacak 22 yıllık yaşamındaki eserlerinin tümü gençlik çağına aittir.
Müfide Hanım, Mihri Müşfik ile birlikte ilk kadın ressamlarımız olarak anılırlar. Bazı kaynaklar Müfide Kadri’nin, bazıları Mihri Müşfik’in ilk kadın ressam olduğunu söyler ama bu önemsiz bir ayrıntıdır. Osmanlı’nın son döneminde Batıcılık ile ulaşılmaya çalışılan modernizmin, resim alanında ilk örneklerini vermiş olan bu kadınların eserleri, dönem hakkında bize çok şey anlatır.
Müfide Kadri, 1907, Sahilde Aşk, İstanbul Resim Heykel MüzesiMüfide Hanım’ın hayatı hakkında çok az şey biliyoruz. 1890’da İstanbul’da doğduğunu, annesini doğum sırasında, babasını da çocuk yaşlarda kaybettiğini, Kadri Bey tarafından evlat edinilip yetiştirildiğini, Osman Hamdi gibi önemli isimlerden resim dersleri aldığını, aynı zamanda ut, keman, piyano çalabildiğini biliyoruz ama düşüncelerini, duygularını, karakterini bilmiyoruz. Çünkü bize ilk elden bıraktığı yazılı bir şey yok.
Ama, Sahilde Aşk gibi dönemi için çarpıcı sayılabilecek resimlerinden, Beklemek’teki gibi hülyalı yalnızlığı olan kadınlarından ona dair tahminlerde bulunabiliriz. Bir de Halide Edip’in ona adadığı Son Eseri adlı kitabından iç dünyasının derinliğini hissedebiliriz.
Müfide Kadri, Beklemek, Yapı Kredi KoleksiyonuSon Eseri romanının yazılış hikayesi, bize hayatı hakkında çok az şey şey bildiğimiz bir kadın ressamdan bahsetmesi itibariyle, en az içeriği kadar ilginçtir. 1910 yılında hayatının önemli bir dönüm noktasında olan Halide Edip, birden fazla kadınla evlenmenin yasal olmasına rağmen, eşi Salih Zeki’nin başka bir kadınla evlenmesi nedeniyle onu terk etmiş ve çocuklarıyla birlikte arkadaşı Nakiye Hanım’ın evine yerleşmiştir. Bir taraftan öğretmenlik yapmakta, bir taraftan da romanlarını yazmakta, muhtemelen kendisiyle baş başa kaldığında da yaşadıklarının muhasebesini yapmaktadır.
Müfide Hanım ise çocukluk arkadaşıdır. 1913’te tefrika edilmeye başlanan Son Eseri’nin yazılmasına vesile olan Müfide Hanım’ın hayatı bir yıl önce sone ermiştir. Halide Edip romanın girişinde şöyle der:
“Son Eseri[’ni] ithaf ettiğim Ressam Müfide, pek genç ölen ve çok sevdiğim eski bir arkadaş ve dosttu. Kahramanı bir genç kız olan bu roman, onun hayatını tasvirden ziyade ismini yaşatmak için yazılmıştı. Tekrar basmaya karar verilince sırf Müfide’nin ismi mevzu olduğu için baştan okudum. Ve hiçbir esere yapmadığım şeyi yaptım. Yani imkân dairesinde ıslaha çalıştım. Herhalde romanın kendisini yazmak için vaktiyle sarf ettiğim zamandan daha çok vakit verdim.”1
Halide Edip, Müfide Kadri’nin sadece adını yaşatmak amacıyla bu romanı ona ithaf ettiğini yazsa da, bir makalede Kâmuran isimli romanın kahramanı ile Müfide Kadri’nin kişiliği ve görünüşüne dair benzerliklere değinilir. Hatta Halide Edip’in kendisini de dahil ederek kurmaca, otobiyografi ile biyografi arasında melez bir kadın karakteri çıkardığı belirtilir.2 Romanda Kamurân’a âşık olan Feridun’un onu ilk kez görüşü şöyle betimlenir:
“Fakat onda en çok beğendiği, meşhur muharriri görmüş bir küçük hanımın telaşı yok. Arkasındaki beyaz, keten kostümü kadar tavrı da serin. İkimiz de birbirimizi, yol keşfine çıkmış birer mühendis gibi ölçüyoruz. Başında gene uzun, beyaz bir tül sarılı, uçları arkaya atılı. Yüzü güneşte altın gibi yanmış. Gözleri yuvarlak, büyük, uzun kirpikleri arkasından insana serbest serbest bakıyor. Belki bunlarda biraz da hüzün var, belki kirpiklerinin tesiri. Kaşlarının rengi kirpiklerinden daha açık, düz ve gür iki hat. Saçları gözlerinden daha koyu bir kestane rengi, çepçevre başına sarılmış. Şakaklarında, dudaklarının üstünde hafif ipek tüyler bir çiçek yaprağına benziyor. Dudakları kırmızı, dolgun, burnu küçük ve biraz yana doğru çarpık.
Bunlara nasıl dikkat ettim. Damla damla değil, bir yudumda içilen ve hemen insanı saran eski bir şarap gibi bu güzellik beni sardı.”3
Müfide Kadri, OtoportreTarif edilen Kamurân gerçekten de Müfide Hanım’ın otoportresine ve aynı zamanda Sahilde Aşk resmindeki kadına benzemektedir. Müfide Hanım hiç sahip olamadığı aşkı anlatmıştı belki de resminde.
Müfide Kadri’nin dönemin ünlü ressamlarından Sami Yetik ile evlenme planları olduğu ama ileri derecede tüberküloz olduğu için bunun hiç gerçekleşmediği bilinir. Romanda hiç kavuşulamayan kadındır Kamurân, Müfide Hanım da öyledir, kavuşamamışlardır Sami Yetik’le.
İşte Sahilde Aşk’ta, bu hayali aşkın kahramanı olan erkek Müfide Hanım’ın koluna girer. Henüz kılık kıyafet devrimi gerçekleşmemesine karşın bu Beyefendi, kafasındaki fesi, belindeki kuşağıyla dönemin modasına uygundur. Çizmeleriyle ve parmağını cebine takışıyla özgüvenli duran erkeğin yanında kadın içe dönük, kendi dünyasında ama mutlu görünür. Belki de o zamanlar Müfide Hanım için mutluluğun tanımı böyledir.
Diğer taraftan, ressam Peder Severin Krøyer’in kendisinden sekiz yıl önce yaptığı Skagen Sahilinde Yaz Akşamı resmini gördüğü neredeyse kesindir. Batılı giyim kuşamıyla, saf beyazlar içinde ve köpekleriyle ideal mutlu bir çift olan bu Danimarkalı çift, ressam ve karısıdır. Norveç doğumlu Danimarka asıllı sanatçı, 1891 yılında daha sakin bir hayat için karısı Marie ile birlikte memleketine dönmüş ve yerleşmiştir.4
Peder Severin Krøyer, 1889, Skagen Sahilinde Yaz AkşamıEmpresyonizmin iyi bir örneği olan Skagen Sahilinde Yaz Akşamı, Müfide Kadri için gelecekte hayalini kurduğu yaşamın bir görüntüsüdür. Müfide Hanım’ın fırçası da empresyonisttir. Renkleri pozitif, çizgisi yumuşak başlıdır. Kadınları hep hülyalıdır. Müfide Hanım’ın iç dünyasının zenginliğidir ona henüz 17 yaşında olgun resimler yaptıran. Resimlerindeki kadınlara da yansır bu derinlik.
İlk kadın ressamlarımızdan Müfide Kadri’nin az sayıdaki eserlerini İstanbul, Ankara ve İzmir Resim Heykel Müzelerinde görmek mümkün. Fırsatınız olduğunda dikkatlice izlemenizi öneririm. Belki size de Halide Edip’e ettiği gibi arkadaşlık eder, kendimizle baş başa kaldığımızda başka Kamurân’lar yaratmamıza ilham olur.
- 1.Halide Edip Adıvar, Son Eseri. (Haz. Mehmet Kalpaklı-S. Yeşim Kalpaklı), Can Yayınları, 2008, s.13.
- 2.S. Dilek Yalçın Çelik, “Halide Edip Adıvar’ın Son Eseri’nde Müfide Kadri’nin Adını Yaşatmak”, STAD Sanal Türkoloji Araştırmaları Dergisi, 2016, s.22.
- 3.Adıvar, s.41.
- 4.Vikipedi, "Peder Severin Krøyer", erişim 9 Kasım 2024, https://en.wikipedia.org/wiki/Peder_Severin_Kr%C3%B8yer
Okumak iyidir. Okumak bizi diri tutar. Okumak, deli gibi koşuşturulan ve gündemi kaçırmamak için neredeyse telefonlara yapışık yaşanan günümüz insanına biraz yavaşlama ve derinleşme olanağı sağlar. Anlamak, anlamlandırmak ve dönüştürmek tutkusuna en iyi yoldaş ve yol göstericilerden biri okumak eylemidir. Gideni ve gelmekte olanı anlamak için şenlikli bir aydınlıktır okumak. Hız çağına es vermek ve oyunbozanlık yaparak nanik yapmaktır yalancı spikerlere; müthiş bahtiyarlıktır okumak, telaşa karşı dingince yaşamı savunmaktır.
Size de öyle gelmiyor mu? Her gün sanki biraz daha kısalıyor. Her gün sanki biraz daha hızlanıyor ve her gün biraz daha kesif kekre bir tat bırakarak bir sonraki güne yuvarlanıyor. O hâlde durup zaman konusunda, zamana yığdığımız yapıp etmelerimiz konusunda azıcık daha düşünmeli ve konuşmalıyız. Değil mi ki zaman nasılsa öyle ya da böyle akacak? Hızlı ya da yavaş… Sığ ya da derin… Dingin ya da telaşlı… Zamanı derin ve yoğun şekilde idrak edebilmek için belki de onu yeniden ve başka türlü örgütlemek ve üzerine düşünmek gerek.
Bir de sadeleşmek gerek sanki. Süslerinden, gösterişinden, laf kalabalığından bir bir sıyırıp üzerimize gelen çıfıt çarşısını derleyip toplayıp tasnif etmek gerek.
Peki, neden okumakla başlayıp zamanın akışı ve hız çağı ile devam ediyorum acaba? Dilimin altındaki bakla ne? Beni bu yazıyı yazmaya iten o duygu ne? Söylüyorum, elimde bir kitap var, kızımın kitapları arasında tesadüfen gördüğüm ve nasılmış diye merak ettiğim. Bu aralar serbest okumalar yapmayı, minik keşiflerin peşinden gitmeyi seviyorum sevmesine ama lanet gibi hep aynı imge eşlik ediyor bir gölge gibi gündelik yaşantıma.
Nazi Almanyası. Siyah beyaz filmler. Yük vagonları hınca hınç insan dolu… Yük vagonları çocuk, kadın, erkek, genç, yaşlı, ihtiyarlarla dolup dolup boşalıyor. İnsanlık utanıyor. Vicdanlara kör kilit takılmış sanki. Sonra şimdilerde müze olan ve ziyaret ettiğim Auschwitz-Birkenau Toplama Kampı’ndan kareler. Kampın detayları. Bir kâbus mekânı… Zaman-mekân bükülmesine uğramış gibi asılı kalmış taş binalara eşlik eden tahta barakalar. Kampın dehlizleri, tabutlukları, fırınları ve taş koridorlara asılmış vesikalıklar… Binlerce fotoğraf. Kadın, çocuk, taş işçisi, komünist, direnişçi, doktor, öğretmen, müzisyen, çiftçi yüzleri size bakıyor.
Hatırlıyorum, eskiden, daha çocukken II. Dünya Savaşı filmlerindeki toplama kampı sahnelerinde ya da gettolardaki başta Yahudiler olmak üzere sivil halka yönelik sistematik eziyetlerde hep şu soruyu sorardım “Bütün bunlar olurken dünyanın geri kalanı ne yapıyormuş?” Olan bitenin korkunçluğu karşısında hem korkunç bir dehşete kapılır hem de yaşadığımız dünyanın tekinsizliği nedeniyle ölümüne yalnız ve kırılmış hissederdim. Bugün ise Gazze’ye, Lübnan’a ve Filistin halkına yapılanlar karşısında bu duygu beni yalnız bırakmıyor. Ezilmiş ve örselenmiş bir vicdanla olup bitenler karşısında kendimi parçalarcasına bağırdığım hâlde sesimin bir türlü çıkamadığı bir karabasanın içindeyim sanki. Sözünü ettiğim bu lanet imge ile sakatlanmışken ve bir nevi yas tutarken kaybettiğimiz neşeden söz etmek çok mu bencilce olur ki?Ne kadar uzakta Gazze? 800 küsur kilometre mi?
Ne diyorduk? Okumak; zamanı, kendimizi (zaman-mekân-insan), vicdanımızı örgütlemek ve kayıplarımızın peşine düşmek anlamları da taşır mı? Şimdi okuduğum, henüz bitiremediğim, James Krüss’ün “Satılan Gülüş” adlı romanına geliyorum. Bir gençlik romanı… “Her şeyin satılık olabildiği bir dünyada değerlerin önemine dikkat çekiyor. Şeytan’la anlaşma yapan insanın çıkmazını sorgularken dostların, dayanışmanın gücünü sergiliyor” diyor arka kapakta. Roman, yoksul küçük bir oğlanın yani Timm’in gülüşünü Baron Silbi’ye satmasının ardından yaşananları anlatıyor. Umudu ve gülüşü arayışın öyküsü bu.
Bir gülüş nedir?
Kaybedildiğinde ne olur?
Gülüşü kaybetmek umudu da kaybetmek değil midir?
Bir kukla tiyatrosunda gülmeyi başaramayan bir prensesle evlenmek üzere yola düşen bir gezgin ve bir kralın konuşması ne tatlı veriliyor kitapta. Bir bölümü şöyle:
Kral: Ah gezgin, boşuna yorulacaksınız, bana inanınız. O gülmek istemiyor! Nedenleri bunu iyi açıklıyor. Günün birinde her şeyin yok olacağını bilen kişi, er geç şu acı sonuca varır çünkü: Dünya ışıldayan bir küre olsa da, sonunda sabun köpüğü gibi patlar. İnsanın bunları düşünmesi ve güleceği yerde, ciddi ve vakur kalması gerekmez mi?
Gezgin: Doğrusu majesteleri, akıllı birine benziyorsunuz. Ama meseleye yanlış yönden yaklaşıyorsunuz. Ölümü düşünüp yaşayan, kaybetmiştir en baştan çünkü majesteleri, yaşam, şimdi ve buradadır her zaman. Cam kadeh kırılmak için yapılmamıştır. Onun varlığı, şarapla ışıldadığında anlam kazanır. Günün birinde kırılacağını elbet bilir. Ama henüz kadehtir. Ve dolması gerekir!
Kral: Bir kadeh kırılacağını bile bile, ışıldadığı için nasıl sevinebilir ve niye?
Gezgin: Çünkü gerçek şu ki, onun sevinci, sonsuza dek ışıldamayacağı bilincinde gizli.
Der Gezgin ve devam eder. “İnsanı hayvandan ayıran, gülmektir sayın kralım, Tanımak için gerçek insanı, doğru anda gülebiliyor mu, ona bakmalı.”
Timm Metelik’in gülüşünü geri almak için neler yaptığı bu çok güzel romanda öyle tatlı anlatılmış ki daha pek çok paylaşılası bölüm var. Hemen romanın başında, Hamburg’tan kalkan tıkış tıkış bir tren yolculuğundaki karşılaşmada yaşını belli etmeyen yuvarlakça bir adam anlatıcıya şöyle der:
“Demek kitap yazıyorsunuz. İlginç. Daha geçenlerde, aslında yazmak istedikleri kimi kitapları yazmamakla hayatını geçiren insanlar olduğunu duydum.”
“Bunlar ne biçim insanlar?” diye sordum.
“Dünyanın ve insanoğlunun içyüzünü görebilen arif kişiler, bilgeler.”dedi. “Onlar suskunluklarını, bilginin herkese ulaşıp yayılmasını istemeyen güç sahiplerine satıyorlar.”
Peki, böyle bilgelik olabilir mi?
Sonra Hamburg’taki tren 1940’a doğru gitti. Tıklım tıklım insan Auschwitz-BirkenauToplama Kampı’na doğru giderken başka bir zamanda 2024’de Kathrin gemisinin yolculuğunu anlatıyor gazeteci Metin Cihan:
“Bu gemi İsrail’e patlayıcı teslim etmek üzere yola çıkmıştır İsrail'e patlayıcı teslim etmek üzere yola çıkan ve şu an ülkemizde olan Kathrin gemisinin yolculuğunu anlatmak istiyorum. Gemi Vietnam'dan yola çıktı. İlk durak Namibya olacaktı. Namibya bir açıklama yaptı ve taşıdığı patlayıcının insanlık suçlarında ve soykırımda kullanılacağı gerekçesiyle geminin limanlara giriş iznini iptal ettiğini açıkladı. Birleşmiş Milletler raportörü, geminin 8 konteynerinde taşınan yükün İsrail'in Gazze'de kullandığı savaş uçakları ve füzeler için temel bileşen olduğunu duyurdu. Bu duyuru üzerine Angola geminin yanaşma talebini reddetti. Gemi diğer Afrika ülkelerinden de olumlu yanıt alamayınca tim kıtayı dolaşarak Akdeniz'e doğru yöneldi.Uluslararası Af Örgütü, gemide RDX Hexogen adlı patlayıcının olduğunu ve İsrail ordusuna teslim edileceğini açıkladı. Güzergâhtaki tüm ülkelerin bu gemiyi reddetmesi çağrısı yaptı. Geminin resmi varış ülkesi olan Slovenya, insanlık suçuna ortak olmamak gerekçesiyle bu gemiye liman giriş iznini iptal ettiğini duyurdu…”
Dedim ya, lanetli bir imge gibi üzerimize çöken yılgınlık, bunalmışlık, çaresizlik ve kıstırılmışlık içinde kefaret ödemek öyle kolay değil. Neyi kaybetmeye doğru gidiyoruz?
Gülüşümüzü kaybediyoruz, herhalde onu bulmak en zor olanı... Öte yandan gülemeyen Şeytan’ın çaresizliği sonucunda minik bir oğlandan gülüşünü çalması ise Şeytan’ın trajedisi olsa gerek çünkü dünyanın mülkü, zenginliği ve tüm savaşlarına sahip olması bir şeyi değiştirmiyor, gülememek laneti katlanılır değilmiş, bunu düşündürüyor “Satılan Gülüş”. Tersinden okursak, sormadan edemiyorum: Bizim gülüşümüzü çalmaya çalışanların laneti aslında gülememekten korkmaları değil mi?
O hâlde gülüşümüzü bu şeytanlardan geri almanın vakti gelmiş de geçiyordur bile.
James Krüss, Satılan Gülüş, Günışığı Kitaplığı
*Kapak Fotoğrafı: İsrail’in saldırılarını ve ambargosunu sürdürdüğü Gazze kentinin orta kesiminde yer alan Bureyc Mülteci Kampı'nda yaşayan Filistinliler, soğuk hava ve zor koşullar altında yaşam mücadelesi veriyor. Filistinli çocuklar, ısınmak için evlerinin enkazı üzerinde ateş yakıyor. (Foto Muhabir: Moiz Salhi / AA)
/././