Birgün "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -13 Kasım 2024-

Prof. Dr. Aziz Çelik’ten “verimlilik-ücret” gerçeği: Daron Acemoğlu’na itirazım var!-Aziz Çelik-

BirGün yazarı Prof. Dr. Aziz Çelik, Prof. Dr. Daron Acemoğlu’nun “Verimlilik artarsa ücretler de artar” şeklindeki görüşüne itiraz etti. “Verimlilik artışının reel ücretleri artırma potansiyeli olması başka şey verimlilik artışının güle oynaya ücretleri artıracağını sanmak başka şey” diyen Çelik, güçlü bir sosyal mücadele olmaz ve çalışanlar örgütsüz kalırsa ücretlerin artmayacağını, tersine düşebileceğini vurguladı. Çelik, Türkiye'de yıllar içinde verimliliğin artmasına rağmen ücretlerin düştüğünü gösteren grafikler paylaştı.

Emek üzerine yaptığı çalışmalarla bilinen BirGün yazarı Prof. Dr. Aziz Çelik, sosyal medyada hesabından, geçtiğimiz günlerde Nobel Ekonomi Ödülü alan Prof. Dr. Daron Acemoğlu’nun verimlilik ve ücretler arasında doğrudan ilişki kuran yaklaşımını eleştirdi.

“Daron Acemoğlu'na itirazım var!” diyen Aziz Çelik, “Daron Hoca özetle verimlilik artarsa ücretler de artar, işverenler daha mutlu bir şekilde ücretleri artırmayı kabul ederler, asıl mesele verimliliğin düşük olması demiş. Bu iddiaya itirazım var! Verimlilik artınca ücretlerin kendiliğinden yükseleceğini düşünmek bölüşüm ilişkilerinden habersiz olmak değilse nedir?” ifadelerini kullandı.

"BÖLÜŞÜM İLİŞKİLERİ DİKKATE ALINMALI"

Çelik, verimlilik artışının reel ücretleri artırma potansiyelinin doğrudan ücretlerin artması anlamına gelmeyeceğini işaret ederek şu değerlendirmeyi yaptı:

“Verimlilik artışının reel ücretleri artırma potansiyeli olması başka şey verimlilik artışının güle oynaya ücretleri artıracağını sanmak başka şey.  Verimlilik artsa bile güçlü bir sosyal mücadele ve sosyal politika yoksa, çalışanlar örgütsüz ise ücretler artmaz. Tersine düşebilir. Bölüşüm ilişkileri dikkate almayan, sosyal gerçeklerden ve emek-sermaye çelişkisinden söz etmeyen teknisizm maalesef sosyal gerçeklikten böyle kopuyor”.

ÖRNEKLERLE AÇIKLADI

Türkiye gerçeğinin Acemoğlu’nun anlattığının tersini söylediğini kaydeden Çelik, “Türkiye'de verimllilik artmasına rağmen reel ücretler düşüyor. SBB ve Sanayi Teknoloji Bakanlığı verilerine göre  çalışılan saat başına üretim (verimlilik) 2009'da 100 iken 2022 sonunda 160,3 olmuş” hatırlatmasında bulundu.

Çelik, geçen yıllara dair verileri şöyle aktardı:

“Bir diğer ifadeyle verimlilik yüzde 60'dan fazla artmış. İşçiler saat başına daha fazla üretmişler ancak reel birim ücret 2009'da 100'den 2002 sonuna 93,8'e düşmüş. Verimlilik ve ücret makası açılmış.  Verimlilik artışının ücretlere hiç yansıması olmadığı gibi ücretler reel olarak da düşmüş. Hatta 2021'in 4. çeyreğinde saat başına üretim 170,5'e çıkarken reel ücret 81,8'e gerilemiş.  Son 15 yıl ve 60 çeyrek boyunda ücretler sadece birkaç kez o da çok sınırlı olmak üzere reel olarak artabilmiş. Onun dışında ücretler hep reel olarak düşmüş.Bunun sonucunda işverenler daha çok kar etmiş. Bunun için son 20 yılın  İSO 500 Büyük şirket bölüşüm verilerine bakmak bile yeterli.”

“ÜCRET DÜŞÜKLÜĞÜNÜN NEDENİ BÖLÜŞÜM ADALETSİZLİĞİ”

Ücretlerin artması için sınıfsal mücadelenin yükselmesi gerektiğine işaret eden Çelik, paylaşımını şöyle noktaladı:

“O iş öyle olmuyor! Verimlilik artınca patronlar kendiliğinden ücretleri artırmıyor. Ücretleri artırmak için yoğun bir sosyal mücadele gerekiyor ve ona rağmen bile reel ücretler düşebiliyor.

Verimliliğin Türkiye'den yüksek olduğu ülkelerde de patronlar güle oynaya ücretleri artırmıyor. Ücret artışları etrafında yoğun bir sosyal-sınıfsal mücadele söz konusu oluyor.

Daron Hocanın söylediği klasik liberal reçetenin tekrarından ibaret:  Önce zenginleşelim sonra refah gelir!  Oysa Türkiye'de ve dünyada zenginlik artmasına rağmen bölüşümün bozulması bu tezi defalarca çürüttü.

Türkiye'de ücret düşüklüğün temel nedeni verimlilik değil bölüşüm adaletsizliğidir. Sendikaların zayıf olmasıdır. Devletin sosyal devlet vasfını iyice yitirmesidir.

Hükümet zaten ücretleri baskılamak için yeterince gerçek dışı iddia ortaya atıyor bunlara bir de "verimlilik düşük" iddiasını ekleyip mevcut ekonomi politikasının değirmenine su taşımamak lazım.”

                                                       /././

Atatürk’ün ardından İstanbul’da gerilimler -Şükrü Aslan-

Atatürk’ün ölümü, ülkenin politik manzarasında yeterince görünmeyen bazı gerilimlerin açığa çıkmasına da vesile olmuştu. Bunda en önemli etken 1937 yılı Eylül ayında görevden alınan İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanı seçilmesiydi. Bu gerilimlerin en fazla yaşandığı şehirlerin başında ise İstanbul geliyordu.

Cumhuriyetin ilk yıllarında Atatürk’ün İstanbul ile ilişkilerinin mesafeli olduğunu gösteren pek çok işaret bulunmaktaydı. Bunun bir yansıması vilayet yöneticilerinin yoğun çabalarına karşın Atatürk’ün uzun zaman şehre gelmemesiydi. Nitekim Cumhuriyetin ilanından sonra ilk kez 1927 yılında İstanbul’a gelmişti. Bu ziyaretten sonra ‘mesafe’ kapanmış, özellikle ömrünün son yıllarını genelde bu şehirde geçirmişti. Yaz aylarında Florya Deniz Köşkü olmak üzere büyük ölçüde Dolmabahçe Sarayı’nda kalmış ve son nefesini de orada vermişti.

Atatürk’ün sonraki yıllarda artarak devam eden İstanbul ilgisini gösteren başka deneyimler de vardı. Hastalığı döneminde, Sultan Abdülaziz’in vaktiyle Alemdağ’da yaptırdığı bir köşkte kalmayı düşünmüş; İstanbul’daki günlerini orada geçirme arzusunda olduğunu söylemişti. Bunun üzerine, Başyaveri Hasan Rıza Soyak, Prof. Nihat Reşat Belger ve Vali Muhittin Bey, köşkü görmeye gitmişler, ancak harap halde buldukları mekanın onarımına dair planları (yine Atatürk’ün tercihiyle) gerçekleşememişti.

İstanbul, Atatürk’ün ölümünden sonra da çeşitli vak’alara tanıklık etmişti. İstanbul Belediye Mecmuası’na göre 10 Kasım 1938’de daha ölüm haberi alındığı an, İstanbul Üniversitesi Konferans Salonu’nda toplanan öğrenciler aralarından bir heyet seçerek Belediye Başkanı ve Vali Muhittin Bey’e göndermiş ve ‘Atatürk’ün öldüğü mekanın kapısında ağlamak için hazır olduklarını’ bildirmişlerdi. Zaten ölüm haberiyle birlikte şehirde eğlence mekanları tamamen kapanmış, sinemalar tabelalarını ve afişlerini indirmişlerdi.

11 Kasım’da İstanbul Belediye Reisliği bir merasim programı yayınlanmıştı. Buna göre 16 Kasım günü Atatürk’ün naaşı üç günlük yas boyunca ziyarete açılacak ve 19 Kasım’da Dolmabahçe Sarayında düzenlenecek törenle Ankara’ya uğurlanacaktı. Aynı gün ülkenin II. cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü ve hükümet de Atatürk’ün cenaze töreninde herhangi bir sorun yaşanmaması için çeşitli tedbirler almışlardı. Zira kontrol edilemeyecek kalabalıkların oluşabileceği düşünülmüş ve cenaze törenine güvenlik kaygısı damga vurmuştu.

Nitekim 17 Kasım günü Atatürk’ün katafalkı önündeki geçit devam ederken binlerce insanın meydana getirdiği izdihamdan dolayı 11 kişi ezilmek suretiyle hayatını kaybetmişti. İki gün sonra gerçekleştirilen büyük bir törenle Atatürk’ün cenazesi Ankara’ya uğurlanırken yeniden izdiham yaşanmış ve bu yoğunlukta yaralanan iki kişi daha hastanede yaşamını yitirmişti. Böylece cenazeyle ilgili törenlerde ölü sayısı 13’e çıkmıştı.

∗∗

Asıl ilgi çekici hususlardan birisi ise tören vesilesiyle merkezi hükümet ile İstanbul vilayet yönetimi arasında yaşanan gerilimdi. Artık Cumhurbaşkanı İnönü idi ve yeni bir hükümet vardı. Önceki dönemde İnönü’ye açık ya da örtük tavır almış bürokratlar o kadar da güvende değillerdi. İstanbul vilayet yöneticileri de bu gruptaydı. Nitekim daha hadisenin sıcaklığı devam ederken İstanbul’da vilayet yöneticileri hakkında soruşturmalar açılmış, Mülkiye Müfettişleri İstanbul Emniyet Müdürü Salih Kılıç’ı sorgulamışlardı. Vali ve Belediye Başkanı Muhittin Bey de planlanan ziyaretlerde, kalabalığı öngören krokili bir program hazırlamadığı ve emniyet müdürünün de böyle bir program yapmasını sağlamadığı için suçlu bulunmuş ve hakkında ‘lüzum-u muhakeme’ kararı verilmişti. Bu soruşturmada İstanbul Emniyet Müdürü Salih Kılıç’a ceza verilmişti. Atatürk’ün özellikle güvenerek göreve getirdiği kamu yöneticilerine, ona karşı son görevlerini iyi yapamadıkları gibi bir gerekçeyle çeşitli cezalar verilirken, cenaze töreninde görev alan bazı memurlara hükümet tarafından takdirname verilmişti. Üstelik bu memurlar arasında, soruşturmada görevli olan yetkililer de vardı. Özetle Atatürk’ün ölümü, önceki yıllardan birikerek devreden politik gerilimler üzerinden yeni hesaplaşmaya vesile edilmişti.

                                                           /././

Yine olmadı -Kaan Sezyum-

Gel abi gel, bir çorba içelim şurada. Karnım aç. Artık hayatta kalmak bile çok para oldu. Belediyeden çorba içiyoruz, ona da şükür. Elden avuçtan bir şey gelmiyor. İş yok, eğitimliyim, üniversite bitirdim ama kim şey yapsın üniversiteliyi. Her yerde saçma sapan adamlar, onların yeğenleri, kuzenleri, eşleri, enişteleri, kayınçoları, baldızları, şoförleri, çaycıları… Adamlar adamları toplamış durmuş. Memurluk mümkün değil zaten. Belli bir şeye inanmıyorsan ya da tapmıyorsan ya da korkmuyorsan, seni yok sayıyorlar. Zaten yokuz. Biz halkız ve yokuz. Bunu ilk depremden sonra anlamıştım da o zaman hiç böyle bir şey gelmemişti başımıza. 99 senesinde gittim Adapazarı’na abi. İki dil biliyorum. Japon ekipler geldi, onlara İngilizce çeviri yapıyorum, enkazlara giriyor çıkıyoruz. Arama kurtarma ekibi adamlar. Ben de yanlarındayım, her yer ceset abi. O kadar insan kurtardık, bir o kadar daha kurtarabilirdik. Keşke biraz daha zamanımız olsaydı. Keşke ama olmadı. Adamlar ellerinden geleni yaptılar. Sonra da tası tarağı toplayıp memleketlerine döndüler. “Sizin bu depreme alışmanız lazım, evlerinizi sağlam yapmanız lazım. Yönetmelik yetmez sadece, o yönetmeliği denetlemek de gerekir” dediler, sonra gittiler. Bir iki kere yazıştık. Hatay depreminde mail attılar, “İyi misiniz?” diye. Nasıl iyi olalım. Hayattayız diye iyi mi olmamız gerekiyor. Yaşıyoruz enkazların içinde işte. Zaten o depremden sonra da “Yıllardır nasıl hiçbir önlem almadınız?” diye sordu adamlar. Ne diyeyim adamlara? Biz halkız, biz yokuz mu diyeydim. Üzüntüsünden intihar eder elin Japonu bu dediğimi duysa… “Ülkeniz, memleketiniz sizin için hiçbir şey yapmıyor mu? Hiç size bakmıyor mu başınızdakiler?” der valla. Ne diyeyim? Bilineni mi söyleyeyim. Evet abisi bakmıyor, umurlarında da değiliz mi diyeyim? Fakir fukara gibi sadakaya alıştırdılar bizi, bak şu ekmek, nimete laf olmaz ama dünyanın en kalitesiz ekmeğidir herhalde. Karbonhidratla beslenen çocuğun kafa çalışır mı abi? Bir bak şu sokağın haline bak! Kaç yerde kural ihlali görüyorsun? Al bak, şuradan çakarlı araç geliyor makas ata ata. Gördün mü? Şimdi bunu polise mi şikayet edelim? Kimi kime şikayet edelim abi? Sen okumuş adamsın sen söyle. Biz okuduk ama boşa okumuşuz, canımıza okundu abi. Bak trafik polisi arabası, U dönüşü yapıyor “U dönüşü yasak” tabelasının yanında.

Bak mesela sokağa bak! Her yer gri, iki tane gariban ağaç kalmış. Şuralar filan eskiden top sahasıydı. Baya bildiğin incir, erik, kiraz ağaçları vardı. Gölgesi serin, meyvesi leziz olurdu. Buyur şimdi ne var? Girişinde koruması olan gökdelen sitesi. İnsan gökdelenli sitede oturmak için milyon verir mi abi sen söyle? Zaten bugün milyon diyorum, yarın milyar olur. Son 4-5 yılda iyice bittik iyice. Bak 2020’de asgari ücret ne kadarmış diye merak ettim baktım. Bak 4 yıl önce, dört yazıyla! Asgari ücret brüt 3.577 Lira 50 kuruş, net 2.825 Lira 90 kuruşmuş. Allah razı olsun. Zaten Allah da olmasa başka ne kalacak? Allah razı olsun, Allah korusun, Allah affetsin. Bizim kimsemiz yok abi. Bize kimse bakmıyor, kimsenin de umurunda değiliz. Birazdan gelir yine bitmeyen konvoyuyla, yolu kapatırlar buradan geçer. Geçsin tabii ki ama artık da çok geç oldu. Sonsuza kadar hükümdarlık diye bir şey yok dünyanın hiçbir yerinde. Ha diyeceksin, “Biz herhangi bir yer miyiz?” değiliz tabii. Anadolu hayatın beşiği, Mezopotamya’nın komşusu, uygarlıklar merkezi, üzümün, zeytinin, şarabın, peynirin, zeytinyağının, envai çeşit yemişin, bitkinin, sebzenin doğduğu yaşadığı yeriz. Bir zamanlar Anadolu’da tabii. Şimdi betona gömdük her şeyimizi. Kalanları da yabancıya satıyoruz. Bak şu domates bile bizim üretimimiz değil. Ya tohumumuz kendi tohumumuz değil. Meydanlarda bağırdığı çağırdığı ülkelerle el eleyiz abi. Herkes her şeyi biliyor. Kimsenin umrunda değiliz abi. Sadece sayıyız, onda da 40, 50 bin olsak bile, hepimiz ölsek bile kimsenin taktığı yok bizi. Karıncadan bile değersiziz neredeyse abi. Bak şu benim kardeşin oğlu, et yiyemiyor, paraları yok. Çocuk 11 yaşına geldi, güdük kaldı. Kafası da pek çalışmıyor. Zaten çalışsa ayrı dert. Okul desen okul gibi okul yok. Eğitim sistemini iyice arap saçına çevirdiler. Arapların bile böyle saçı yoktur abi. Okumak istesen de zor, bak üniversiteleri ne hale getirdiler. Adlarını yazamayan adamlar ne işler yapıyor. Bakkalda kasaya koymayacağın adamlar milyonların geleceğine karar veriyor. Eş dost, akraba bi şey olamadık abi. Malı götüren götürdü. Biz de sona kaldık, sola kaldık. Ölsek de kurtulsak da demek istemiyorum ama bakıyorum, sokağa çıkıyorum, otobüse filan biniyorum da yaşamak bu değil be abi. Yaşayanlar da yaşıyor ama o da değil. Keşke hep birlikte yaşasaydık, en kötü ekmekten yeseydik ama çocuklarımız en azından güdük kalmasaydı. Bak bugün yarın aç bi gazete bak, bir iyi haber göremezsin. Yine bir yerde çocuklar ölür, bir yerde kadınlar öldürülür, geri kalanlar da zamanı gelince göçer gider abi. Aç bak ya. Bu gidenler, yitenler insan değil mi abi? Değil işte. Kimsenin zerre umurunda değiliz. Yaşasak da ölsek de bize bakan yok, sadece suratımıza söylenen dandik yalanlar var, yarınlar yok. Seni de tuttum, kusura bakma.

                                                               /././

“Üç hilal” tek Hilal’e mi karşı?-Berkant Gültekin-

Devlet Bahçeli’nin “terörün bittiğini” söylemesi için PKK lideri Abdullah Öcalan’ı iki kez Meclis’e çağırması ve buna rağmen üç DEM Partili belediyeye kayyum atanması, doğal olarak “Erdoğan ile Bahçeli arasında bir görüş ayrılığı mı var?” sorusunu gündeme getirdi. Öyle ya, görünürde biri el uzatıyor, diğeri yumruk savuruyordu.

Nitekim bu soruyu dün gazeteci Hilal Köylü, Meclis’teki grup konuşmasının bitiminde MHP lideri Bahçeli’ye sordu. Cevap “Hayır, yok” minvalinde olabilirdi ama Bahçeli bununla yetinmedi. Doğru bilgiyi muhatabından almak için kendisine mikrofon uzatan gazeteciyi, “Türkiye’yi tahrik etmek, yanlış bilgilerle ayrımcılığa sürüklemekle” suçladı. “Bundan vazgeç, geçemiyorsan mesleği bırak” dedi. Bu yaklaşım kısa bir süre sonra Meclis’ten geçmesi beklenen “Etki Ajanlığı”nın nasıl uygulanacağına dair de kamuoyuna somut bir fikir verdi.

Fakat soruya basın özgürlüğünü hiçe sayan bir tavırla cevap verse de Bahçeli işin siyasi boyutu itibariyle haksız sayılmaz! Buradan hareketle, sözlerinin tek muhatabı da Hilal Köylü olmayabilir. Bahçeli belki de bir süredir kendisiyle Erdoğan arasında bir çatlak olduğunu ve bunun erken seçime yol açacağını öne süren gazeteci kökenli AKP’li isimlere sesini duyurmayı istemiştir. Dolayısıyla Bahçeli’nin gazeteci Hilal Köylü’yü hedef alan çıkışını, sadece medyaya yönelik kaba bir muameleden ibaret görmemek gerekebilir.

***

“Erdoğan-Bahçeli çatışması” muhalif çevrelerde de tartışma konusu. Cumhur İttifakı’nın bir yol ayrımının eşiğinde olduğu, “süreç” meselesi nedeniyle ittifak içinde gerilimin tırmandığı dile getiriliyor. Elbette bu ittifak da siyasetteki diğer ittifaklar gibi bir çıkar birliğine dayanıyor ve günü geldiğinde dağılacak. Dolayısıyla ittifakı ezeli ve ebedi görmek anlamsız. Ancak ortaklardan biri Öcalan'ı Meclis’e çağırıp diğeri DEM Partili belediyelere kayyum atıyor diye de bu ittifakın çatırdayacağı düşünülmemeli. Bu da rejimi yüzeysel bir bakışla ele almak olur ve yanılgıya düşürür.

Ne Bahçeli Kürt sorununu (zaten sorunun varlığını kabul etmiyor) demokratik bir şekilde çözmek istiyor ne de Erdoğan onun herhangi bir ilerici açılımını baltalıyor. Öcalan için yapılan çağrının da belediyelere atanan kayyumların da temel hedefi, iktidarın devamlılığını sağlamak. Yönteme dair farklılıklar, büyük plan içindeki nüanslardan ibaret. Amaç en az bir dönem daha Erdoğan’ı seçtirmek, rejimi daimi kılmak. Bahçeli bunu bir önceki grup konuşmasında açık açık söyledi zaten.

Erdoğan’ın bir kez daha seçilebilmesinin yolu, siyasetin yeniden dizaynından geçiyor. 2017 referandumundan bu yana muhalefette oluşan doğal ittifak ve bu ittifakın her biri önemli potansiyele erişen muhtemel cumhurbaşkanı adayları, iktidar cenahında tehlike çanlarının hiç olmadığı kadar yüksek perdeden duyulmasını beraberinde getiriyor. Bu nedenle, mevcut ekonomik koşullarda tabanını genişletemeyeceğini de öngören rejim bloku, muhalefetin bütünlüğünü dağıtmak için kolları sıvadı.

Bahçeli, Kürt seçmenin DEM Parti’de konsolide olan kısmını AKP-MHP karşısındaki muhalefetle birlikte davranmaya mahkûm bırakmanın bu kez ölümcül sonuçlar doğurabileceğinin farkında. Bu yüzden 1 Ekim’den önce Erdoğan’ın yapacağı açılımlara engel olacağı iddia edilen MHP lideri, DEM Parti’yi, istenen çizgiye yaklaşacağı düşünülen Öcalan’ın arkasına hizalayıp anayasa değişikliği için ittifaka Kürt seçmen katkısı sağlamaya, bu yeni dizilimi mümkünse seçimlerde bir avantaja dönüştürmeye (birileri de bunu 100 yıl sonrasını düşünen “devlet aklı” olarak cilalamaya!) ve Erdoğan’ı da tekrar seçilmesinin şartı olarak bu formüle ikna etmeye çalışıyor.

Erdoğan ise muhalefeti ayrıştırmak için yığınağı başka yere yapıyor. Onun odak noktası CHP… CHP ve DEM Parti’nin yönetimindeki belediyelere kayyum atayıp muhalefet içindeki “terörle yan yana durma” tartışmalarını tetiklemek, böylece isimleri cumhurbaşkanı adaylığı için geçen Ekrem İmamoğlu ile Mansur Yavaş’ı zayıflatmak istiyor. Planın içinde İmamoğlu ve Yavaş’ı destekleyen tabanları birbirine çarpıştırıp zayıflatmanın yanı sıra, ulusalcıları İmamoğlu’ndan Kürtleri ve demokratları da Yavaş’tan uzaklaştırmak var.

Ahmet Özer’e düzenlenen operasyon ve Esenyurt’a atanan kayyum sonrası CHP ile DEM Parti’nin ortak tepkisinin “Aynı otobüste bindiler” sözleriyle hedef alınması da bu hedefin parçası. Dün Bahçeli’nin “DEM'in otobüsüne binen CHP Genel Başkanı, siyasi istikbalini PKK’ya devretmiştir” sözleriyle aynı yere yüklendiğini de ekleyelim. Erdoğan bu sırada Kürt seçmene de popülist bir dille seslenerek CHP’den gelecek ulusalcı tepkiler sonrası kendisini alternatif adres pozisyonuna getirmeyi amaçlıyor.

***

Gidilen yollar farklı olsa da son durak aynı. Cumhur İttifakı’nın bir zaman sonra yöntem konusunda ortaklaşması şaşırtıcı olmaz. Böylesine devletleşmiş, sisteme karakterini vermiş siyasi ittifaklar, kolay kolay taktik farklılıklardan dolayı dağılmaz. Anca politize olmuş örgütlü kitlelerin dipten yükselen birleşik ve sarsıcı muhalefeti bu tarz iktidar yapılarının iç dengelerini bozup çözülmelerine yol açabilir. Düzen bunu engellemek için de elinden geleni yapıyor.

Erdoğan 10 Kasım’da yaptığı konuşmada, “Şayet Gazi’nin ömrü ve sağlığı en azından bir 10 yıl daha ülkeyi yönetmeye el verseydi hiç şüphesiz 2. Cihan Harbi sonrası bambaşka bir Türkiye görecektik. Maalesef Gazi’nin vefatıyla bu fırsatı kaçırdık” dedi. Atatürk’ten övgüyle bahsetmesinin nedeni, ona olan hayranlığı değil, retorik etkiye olan ihtiyacı...

Erdoğan’ın aslında Atatürk’ün 10 yıl daha ülkeyi yönetmemiş olmasıyla bir derdi yok; hatta ideolojik açıdan düşünürsek bir yıl daha yönetmemesinden memnun olsa gerek. Erdoğan “Gazi ülkeyi yönetemedi ama şimdi ikinci bir fırsatımız var, ben bir 10 yıl daha ülkeyi yönetirsem bambaşka bir Türkiye görürüz” demek istiyor. İktidar ortaklarının attığı her adım, bunu mümkün kılmak için.

                                                              /././

İpotekli konut satışları yüzde 278,2 arttı

Türkiye İstatistik Kurumu, "Konut Satış İstatistikleri, Ekim 2024" verilerinin sonuçlarını açıkladı. Buna göre Türkiye genelinde konut satışları bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 76,1 oranında, ipotekli konut satışları da bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 278,2 oranında artış gösterdi.(https://www.birgun.net/haber/ipotekli-konut-satislari-yuzde-278-2-artti-575443)

                                                                  ***
Halkı yoksul bırakıp terbiye etmek istiyorlar -Havva Gümüşkaya-
                                        
Prof. Dr. Mustafa Durmuş
Enflasyon tahminlerinde gelecek yıla ilişkin beklentiler giderek kötüleşirken düşük ücret zammı baskısı artıyor. Prof. Dr. Durmuş, “Her geçen yılın diğerinden daha kötü olmasını önlemenin yolu örgütlü ve birlikte mücadeleden geçiyor” dedi.(https://www.birgun.net/haber/halki-yoksul-birakip-terbiye-etmek-istiyorlar-575390)
                                                             ***
CHP'li Öztürkmen belgeleriyle açıkladı: İki kaymakam iki skandal!

CHP Gaziantep Milletvekili Hasan Öztürkmen, kaymakam vekili Hasan Köksal'ın terfi etmeye hazırlanması ve Malatya Doğanşehir Kaymakamı Mehmet Kılıç'ın korumalarıyla birlikte köylüleri darp etmesini gündeme taşıdı. Öztürkmen, İçişleri Bakanlığı'nı görevini yapmaya davet etti.(https://www.birgun.net/haber/chp-li-ozturkmen-belgeleriyle-acikladi-iki-kaymakam-iki-skandal-575515)                               ***

Simge kurumu borca batırdılar -Mustafa Bildircin-

Cumhuriyet’in simge kurumları arasında yer alan ancak “zarar ettir, özelleştir” politikası ile elde kalan son arazileri de satılan Sümer Holding, batağa saplandı. Kurumun zararı, 2024 itibarıyla 116,3 milyon TL’ye ulaştı. Sümer Holding’e ait olan ve 2023 ile 2024 yıllarında satılan bazı taşınmazların satış bedelleri ve taşınmazın satıldığı şirketler ise şöyle sıralandı: * Mersin Tarsus’ta dört adet taşınmaz: 402 bin TL – Yunus Emre Yılmaz * Ankara Gölbaşı’nda bir adet taşınmaz: 2 milyon 920 bin TL - ALC Grup İnşaat * Ankara Çankaya’da üç adet taşınmaz: 90 milyon TL - Bilfen Eğitim Kurumları * Ankara Çankaya’da bir adet taşınmaz: 360 milyon TL – LÖSEV (https://www.birgun.net/haber/simge-kurumu-borca-batirdilar-575382)

                                                             ***
"Namaz kılmayan öldürülebilir" demişti: Savcılıktan tepki çeken karar

"Namaz kılmayan öldürülebilir" diyen ilahiyatçı Ebubekir Sifil ile "Namaz kılmayan ve oruç tutmayan sopalanabilir" diyen imam Halil Konakcı hakkında suç duyurusu yapılmasının ardından başlatılan soruşturmada ''kovuşturma yapılmasına yer olmadığına'' karar verildi.(https://www.birgun.net/haber/namaz-kilmayan-oldurulebilir-demisti-savciliktan-tepki-ceken-karar-575425)

                                                                  ***
(BİRGÜN)





soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -13 Kasım 2024-

Avcıoğlu’nun aradığı neydi, biz Avcıoğlu’nda ne bulmalıyız? -Fatih Yaşlı-

"Bugün bizi Avcıoğlu üzerine yeniden düşünmeye sevk eden şey akademik ya da entelektüel bir uğraş değil, bunun gerisinde doğrudan birtakım politik nedenler bulunuyor."

Dünya 1960’lı yıllara adeta “solundan kalkarak” girmişti. Farklı coğrafyalardaki sömürgecilik karşıtı mücadelelerin ardı ardına başarılar elde ettiği, Ortadoğu’da Nasır’ın emperyalizme kafa tuttuğu, Küba devriminin gerçekleştiği, az gelişmiş ülkelerin kapitalist olmayan yoldan hızla kalkınabileceğine yönelik inancın geniş bir kabul gördüğü, refah devleti, sosyal adalet, planlı ekonomi gibi kavramların en parlak zamanlarını yaşadığı bir dönemdi bu. 

Türkiye de elbette ki bu tablonun dışında değildi. 27 Mayıs’ın ardından 1961 yılında Türkiye tarihinin en demokratik ve özgürlükçü anayasası yapılmış, aynı anayasada toplu sözleşme ve grev hakkı da dahil olmak üzere sosyal haklara da yer verilmişti. Ancak mesele sadece tepeden verilen haklar değildi; 1950’lerin sonlarına gelindiğinde Türkiye’de artık modern anlamda bir işçi sınıfı şekillenmeye başlamış, kırdan kente göç hızlanmış, kentleşme yoğunlaşmış, üniversitede okuyan öğrencilerin sayısı artmış durumdaydı. 

Tüm bunlar bütün bir 60’lı yıllar boyunca yaşanacak toplumsal hareketliliğin ve solun ilk kez toplumsal bir güç olarak sahneye çıkışının zeminini oluşturacak, işçi, köylü ve öğrenci eylemlerinin damgasını vurduğu, TİP şahsında sosyalistlerin Meclis’e girdiği, gençliğin fikir kulüplerinden şehir gerillacılığına doğru yol aldığı, DİSK’in kurulduğu ve solun karşısına bir sokak gücü olarak radikal sağın çıkarıldığı uzun bir on yıl yaşanacaktı. 

Avcıoğlu’nun 'yön'ü ve 'devrim'i 

İşte Doğan Avcıoğlu ve başını çektiği Yön-Devrim hareketi böyle bir dönemin, Yalçın Küçük’ün deyimiyle “ağaçların bile sola doğru eğildiği” yılların ürünüydü; Avcıoğlu Türkiye’nin bu uzun on yılında hep iktidarı aradı, iktidarı bir an önce almak ve radikal reformlar aracılığıyla Türkiye’yi hızlı bir şekilde kalkındırıp sonra da sosyalizme geçmek onun arayışının özetiydi.

Burada 60’lar Türkiye’sinin sol tartışmalarına, toplumu okuma biçimlerine, farklı stratejilerine uzun uzadıya girmeyeceğim ama Avcıoğlu’nun iktidar arayışını anlamak için onun fikirlerini ve dönemin Türkiye’sine nasıl baktığını bilmemiz, anlamamız gerekiyor.

“Avcıoğlu sosyalist miydi” sorusuyla başlayalım öncelikle. Elbette ki sosyalistti, tarihe ve topluma bakışı net bir şekilde Marksizmin ürünüydü, politik hedefi ise sosyalist bir Türkiye’ydi. Ancak dönemin Türkiye’sine baktığında yeterince gelişkin ve örgütlü bir işçi sınıfı görmüyor ve bu nedenle de işçi sınıfının devrim yapabilecek bir güçte olduğuna inanmıyordu. 

Öte yandan hem 1965 hem de 1969 seçimlerinin gösterdiği üzere, ona göre sandıktan da bir şey beklememek gerekiyordu; çünkü halk “tutucu güçler”in kontrolü altındaydı ve bu nedenle de seçimlerde sağ partileri destekliyordu, o yıllarda sağın yeni yıldızı ise Demirel’di ve Demirel’in Adalet Partisi her iki seçimden de tek başına iktidar olarak çıkmayı başarmıştı. 

İşte mesele “tutucu güçler”in karşısına kimin, hangi öznenin çıkacağı ve bu öznenin iktidarı nasıl alacağıydı. Bu öznenin adı ise Avcıoğlu’nun terminolojisinde “zinde güçler”di.  O 60’lar Türkiye’sinde temel kutuplaşmayı emekle sermaye arasında değil, zinde güçlerle tutucu güçler arasında görüyor; tutucu güçleri komprador burjuvazi, işbirlikçi bürokrasi ve feodal toprak ağaları şeklinde sıralarken, zinde güçlere aydınları, öğrencileri, milli burjuvaziyi ve elbette ki orduyu, ordu içerisinde de genç subayları dahil ediyordu. 

Avcıoğlu’na göre sosyalizme Türkiye’de ancak aşamalı bir şekilde geçilebilirdi; öncelikle emperyalizmle ve feodalizmle mücadele edilmeli, zinde güçler iktidarı almalı, ardından kapitalist olmayan kalkınma modeliyle, yani halkı ve emeği önceleyen yeni bir devletçilik modeliyle ülke hızlı bir şekilde sanayileşip kalkınmalı, bunun sonucu olarak güçlenecek işçi sınıfı ise ikinci aşamada devreye girip sosyalizmi inşa etmeliydi. 

Avcıoğlu özellikle 60’ların sonuna doğru bu fikre çok güçlü bir şekilde sarıldı ve ordu içerisindeki çeşitli ekiplerle ilişkiler kurdu; darbenin gelmekte olduğunu görüyor ama buna müdahale edilebileceğini düşünüyor ve Amerikancı bir darbenin yerine sol bir darbenin yapılabileceğine inanıyordu. 

Ancak başaramadı; MİT zaten çoktan aralarına bir ajan sızdırmış durumdaydı ve attıkları her adımı takip ediyordu, ordunun üst kademeleri ise mutlak anlamda Amerikancı ve NATO’cuydu. Bu nedenle de 9 Mart daha baştan ölü doğmaya mahkumdu ve bir tür siyasi intihar eylemiydi; o intihardan üç gün sonra, yani 12 Mart’ta ise Amerikancılar darbe yapacak ve sola karşı büyük bir imha harekatına girişeceklerdi. 

Avcıoğlu: Neden bugün? 

Peki bugün Avcıoğlu ve Yön-Devrim hareketi bize ne ifade ediyor, nasıl bakmalıyız Türkiye siyasi tarihinin bu en önemli figürlerinden ve hareketlerinden birine? 

Ama önce başka bir soruya, bugün Avcıoğlu’nun neden yeniden gündem olduğu sorusuna bir yanıt vermemiz gerekiyor, çünkü bugün bizi Avcıoğlu üzerine yeniden düşünmeye sevk eden şey akademik ya da entelektüel bir uğraş değil, bunun gerisinde doğrudan birtakım politik nedenler bulunuyor. 

Bu sorunun ise basit bir yanıtı var: Türkiye toplumu çoklu bir kriz konjonktüründen geçiyor ve bu konjonktür politikayla ilgilenen halk kesimlerinde, özellikle gençlik arasında bir arayışı beraberinde getiriyor. Bu arayış tarihe yöneldiğinde ise tutunabileceği politik figürler ve hareketler arıyor. İşte bugün Avcıoğlu’nun yeniden keşfi de bu arayışa denk düşüyor. 

CHP ve DEM Parti’nin gölgesinde kalmayan, bağımsız, ilerici, anti emperyalist, aydınlanmacı, laik, Mustafa Kemal’in ve Cumhuriyet’in gerisine düşmeyecek bir siyasi hat arayışında olan, mevcut sosyalist sol öznelerde örgütlenmeye ise şu an için sıcak bakmayan kalabalık ve genç bir toplam söz konusu ve onlar şimdilerde Avcıoğlu okuyor, onun üzerinden aradıkları hatta ulaşmaya ya da belki onu inşa etmeye çalışıyorlar.    

Peki bunun dışında kendi seküler milliyetçiliklerine sol bir sosa ihtiyaç duyan, Kürt sorununu görmezden gelen, sığınmacı-göçmen meselesinde Batıdaki ırkçı muadillerinden hiç de farklı olmayan ve sosyal medyada “kanzi” diye tabir edilen genç bir toplam da Avcıoğlu’ndan kendine bir şeyler yontmaya çalışıyor mu? 

Bu sorunun da yanıtı evet; dolayısıyla Avcıoğlu ve fikirleri bugün için bir hegemonya mücadelesinin de parçası, taraflar Avcıoğlu örneğinde görüldüğü üzere kitleselleşebilmek ve toplumsallaşabilmek için tarihsel figürleri araçsallaştırıyor, onları bugünün gündeminin bir parçası yapacak bir okumaya ve değerlendirmeye tabi tutuyorlar. 

Avcıoğlu’nun mirası ve 'ne yapmalı' sorusu

Şimdi tekrar esas sorumuza, yani bugün Avcıoğlu’nun bizim için ne ifade ettiği, 2024 Türkiye’sinde ona nasıl bakmamız gerektiği sorusuna yanıt vermeye çalışalım.

Birincisi, Avcıoğlu’nun bütün düşünsel ve politik mesaisinin iktidar odaklı olduğunu, taktik ve stratejik adımlarının hepsini buna göre attığını unutmamak gerekiyor. Türkiye solunun büyük bir bölümünün iktidar hedefli bir siyaset izlemediği günümüzde, Avcıoğlu’nun perspektifine sarılmak, sosyalist iktidarı istemek bir zorunluluk. 

İkincisi, Avcıoğlu’nun iktidar perspektifine sarılmanın, sosyalist iktidarın ancak işçi sınıfı ile mümkün olabileceği gerçeğini hiçbir şekilde unutturmaması gerekiyor. 9 Martçılık, cuntacılık, tepeden inmecilik vs. bunların hepsi bizden uzak olsun. Ancak şunu da unutmamak lazım: Toplumun geniş katmanlarının etrafında birleşmediği bir işçi sınıfı mücadelesinin başarıya ulaşma ihtimali bulunmuyor. 

Üçüncüsü, sosyalizm adına verilecek ideolojik mücadelenin toplumun kalkınma, refah, güvenlik, sosyal adalet gibi arayış içerisinde olduğu kavramlarla desteklenip pekiştirilmesi ve tıpkı 60’larda Avcıoğlu ve arkadaşlarının başardığı gibi sosyalizmin popüler bir fikir, güncel bir akım haline gelmesi öncelikli meselemiz olmalı. 

Dördüncüsü, sınıf mücadelesinin dolayımlanarak geliştiği kabulünden hareketle, bu mücadelenin sadece emek mücadelesi olmanın ötesine geçip laiklik ve aydınlanma mücadelesi ile birleşmesi, sınıfsal sömürünün üzerine örtülen din istismarı örtüsünün kaldırılmasının öncelikli gündem haline getirilmesi gerekiyor. 

Beşincisi, Jön Türkler’den İttihatçılara ve oradan da Cumhuriyet’in ilanına uzanan siyasi hattın içerisindeki ilerici damarı orayı aşmaya yönelik bir iradeyle birlikte sahiplenmek ve başta Mustafa Kemal olmak üzere o damara mensup figürleri bugünün ideolojik mücadelesine etkili bir şekilde dahil etmek son derece önemli.    

Altıncı ve sonuncusu, tıpkı Yön’ün yaptığı gibi solun entelektüel kadrolarının siyasete müdahale ettiği, toplumun “sol bu konuda ne diyor” sorusunu sorduğu, politik gündemi solun belirlemesine yardımcı olacak, yani hegemonya mücadelesinde avantaj sağlayacak iletişim ve propaganda araçlarının/yöntemlerinin neler olabileceği üzerine, teknolojideki hızlı değişimi de göz önüne alarak ciddi bir şekilde kafa yormak durumundayız.  

Bu maddeler daha da çoğaltılabilir ve ayrıntılandırılabilir elbette ama Avcıoğlu’nun politik ve düşünsel mirasını günümüze taşıyacak ve ondan bugünün mücadeleleri için faydalanacaksak ilk akla gelenler bunlar olmalı. Devamında ise iş daha ayrıntılı tartışmalara, kolektif akıl yürütmelere düşüyor.

                                                                  /././

Antalya’daki imar rantında CHP-AKP işbirliği -Yusuf Yavuz-

Antalya’da arazisi satın alınmadan ve imar planı onaylanmadan aylar önce proje üzerinden konut satışına başlanan skandal imar düzenlemesi dün CHP ve AKP’nin oylarıyla Belediye Meclisinde onaylandı.

Antalya’nın Kepez ilçesindeki 2 katlı AVM’nin yıkılarak yerine 15 katlı lüks konut ve otel kullanımı getiren imar planı değişikliği CHP ve AKP’nin oylarıyla dünkü Büyükşehir Belediye Meclisi oturumunda onaylandı.

Henüz arazi satışı yapılmadan ve imar planı onaylanmadan proje üzerinden talep toplayarak daire satışı yapıldığı ortaya çıkan kişiye özel imar düzenlemesinin onaylanması kent kamuoyunda tepki çekti. Antalya Kent Konseyi ise konuyla ilgili bir rapor hazırlayarak yapılan düzenlemenin kent altyapısına getireceği sorunlara dikkat çekti.

AVM'ler bölgesinde 15 katlı rezidans projeleri

Antalya’nın Cumhuriyet dönemindeki endüstriyel gelişme adımlarına sahne olan Kepez-Fabrikalar Mahallesi’nde pamuklu dokuma, yağ sanayi ve pil fabrikası gibi kamu eliyle yapılıp işletilen tesisler yer alıyordu. Bir kısmında 2000’li yıllarda AVM’ler inşa edilen Fabrikalar Mahallesi’ndeki kamuya ait bazı alanlar da kent halkının ve meslek odalarının verdiği mücadele sonucu park ve müze alanları olarak halkın kullanımına açıldı. Ancak bölgedeki imar rantı talepleri bitmedi.

Kepez-Fabrikalar Mahallesi’nde bulunan MİGROS A.Ş’ye ait 32 bin metrekarelik parselin üzerinde 2 katlı KİPA AVM binası yer alıyor. Söz konusu parsel, 11 Temmuz 2024 tarihinde yapılan satış işlemiyle 875 milyon TL bedel ile Ankara merkezli inşaat şirketine satıldı. Ancak mevcutta 3 ayrı AVM’nin bulunduğu bu bölgede hem Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne ait arazide hem de bitişiğindeki KİPA AVM’nin arazisinde15 katlı yeni rezidans ve otel projeleri gündemde.

İmar planı onaylanmadan 8 ay önce daire satışına başlanmış

Mevcuttaki trafik yükü ve yetersiz altyapı nedeniyle sorunların yaşandığı bu bölgede Ankara merkezli bir inşaat firmasının daha imar planı onaylanmadan daire satışına başlaması şaşkınlık yaratmıştı. İmar değişikliği talebinin sahibi olan şirketin, Mart 2024’te sosyal medyadan projeyi duyurarak talep toplamaya ve daire satışı yapmaya başladığı ortaya çıkmıştı. 

'İlgilenenler bir an önce daire bedelini hesaba yatırsın'

İnşaat şirketinin 9 Mart 2024 tarihli sosyal medya paylaşımında, Antalya’da yeni bir konut projesine başlanacağı duyurularak katılım bedeliyle üye kaydı yapılabileceği belirtiliyor. Daire sayısının kısıtlı, talebin ise yüksek olduğu belirtilen paylaşımda, İBAN numaraları da verilerek şu ifadeler kullanılıyor: “İlgilenenlerin bir an önce talep ettiği daire bedelini banka hesap numaralarına göndermeleri gerekmektedir. Üyelik kabullerinde, üyelik bedeli yatırma sırası esas alınacaktır.”

'Özel şahıs' talebi CHP ve AKP oylarıyla onaylandı

Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin Ekim ayı gündemine alınan plan değişikliği talebi ile Fabrikalar Mahallesi 25044/1 parselin kullanım kararı Merkezi İş Alanı’ndan "Ticaret-Turizm-Konut Alanı"na dönüştürülmesi istendi. “Özel şahıs” talebi olarak geçtiğimiz ay Meclis'e sunulan plan değişikliği, ilgili komisyona gönderilmişti. İmar ve Bayındırlık Komisyonu Başkanı Mithat Aras ve komisyon üyeleri Hasan Can Kamburoğlu, Mehmet Burak Çeker, Hasan Cumhur Göncü’nün imzasını taşıyan 1/5000 ve 1/25000'lik Nazım İmar Planı Değişikliği talebi, 11 Kasım 2024 tarihinde yapılan Meclis toplantısında CHP ve AKP’nin oylarıyla oybirliği ile onaylandı.

                                  Rezidans yapılmak istenen parselde 2 katlı AVM yer alıyor.

Komisyon Başkanı da Meclis Başkanı da aynı

Böylece daha arazisi satın alınmadan, ilgili parselin imar planları onaylanmadan aylar önce proje üzerinden satış yapılarak bir imar rantı skandalına imza atılan Antalya’da Büyükşehir Belediye Meclisi de tartışmalı düzenlemeyi onaylamış oldu. Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek’in katılmadığı Meclis oturumunu, plan değişikliği raporunu Meclis’e sunan komisyonun CHP’li Başkanı Mithat Aras’ın yönetmesi dikkat çekti.

MHP oy kullanmadı

Gündemin 7 ve 8. Maddelerinde yer alan imar değişikliği talebiyle ilgili oy kullanmayan MHP grubu adına konuşan Grup Sözcüsü Selçuk Senirli, oturum başında yaptığı konuşmada bütüncül anlayıştan uzak, parsel bazlı ve kamuoyunda rant tadilatı olarak görülen, günü kurtarma uygulamalarının son bulması çağrısında bulunarak şunları dile getirdi: “Kent yaşamımızı, altyapı ve trafik sorunlarını katlayacak yanlış gördüğümüz hususlarda sizleri uyarmak istiyorum. Ticari alanların konut ve rezidanslara dönüştürüldüğü, inşaat alanlarının ciddi oranda artırılmasına rağmen, otopark, yeşil alanların yeteri kadar ayrılmadığı, belediyeye ait mülkiyetlerin satılmak üzere ticaret alanına dönüştürüldüğü bu gündem maddeleri bu şehri önümüzdeki 5-10 yıl içerisinde yaşanmaz hale getirecektir. Bu benzeri plan değişikliklerinin önünü açmaya devam ettikçe bu şehre ihanet ederiz. Yapmayın, bu şehri mahvedip vebale ortak olmayın.”

Kent Konseyi: 'Anayasa'ya ve imar kanununa aykırı'

Antalya’da “imar rantında CHP-AKP işbirliği” eleştirilerine neden olan plan değişikliğiyle ilgili bir rapor hazırlayan Antalya Kent Konseyi ise yapılan düzenlemenin İmar Kanunu ile ilgili yönetmeliklere aykırı olduğunu açıkladı.

Antalya Kent Konseyi Altyapı Çalışma Grubu’nun hazırladığı raporda ise söz konusu plan değişikliği önerisinin yapılma amacında yer verilen ‘lüks konut’ ibaresinin Anayasanın eşitlik ilkesine aykırı olmasının yanında 3194 Sayılı İmar Kanunu ile Mekânsal Planlar Yapım Yönetmeliği ve Planlı Alanlar İmar Yönetmeliği’nde yer alan bir tanım olmadığı vurgulandı. Antalya Kent Konseyi’nin raporunda, plan değişikliği ile ilgili şu görüşlere yer verildi:

“Plan Değişikliği Açıklama Raporu’nda E=1.00 yapılanma emsaline göre 32.274 m2 olan mevcut inşaat alanı, 35.501,40 m2 yazılmış. Öneri inşaat alanının da 53.000 m2 olarak belirtilmiş. Bu durumda hiçbir zorunluluk olmadığı ve hiçbir Sosyal ve Teknik Altyapı Alanında hiçbir iyileştirme yapılmadan mevcut emsalin 1,642 katı emsal önerilmiş olmaktadır. Üstelik 1999 yılı Antalya Büyükşehir Belediyesi İmar Yönetmeliğindeki 1,7 katsayısı kullanılarak yapılan hesap sonucunda yapılacak inşaat alanının 69.275 m2 (E=2.15) olacağı öngörülmüştür. Planlı Alanlar İmar Yönetmeliği ile Antalya Büyükşehir Belediyesi İmar Yönetmeliğindeki inşaat alanına dâhil edilmeyen alanlar göz önüne (kapalı Otopark Alanı hariç) alınırsa gerçek emsal 3.00’ü geçecektir. Raporun yapılacaklarla ilgi tablosunda konut daire büyüklüğü için brüt 200 m2 ifadesi yer almasına karşın, raporun bir başka yerinde (1+1, 2+1) rezidans dairelerden, satış ilanında da (2+1) dairelerden söz edilmektedir. Bunlardan anlaşıldığı üzere daire sayısının 208 (207,82) den, nüfusun da 657 (656,71) fazla olacağı anlaşılmaktadır."

Bırakılması gereken boşluk 10 metreden 5 metreye indirildi

Açıklamada parseldeki mevcut imar planındaki 10 metre olan çekme mesafelerinin Doğu ve Güney cephelerinde 5 metreye indirildiği belirtilmektedir. Yine açıklamada bu kadar yoğun yapılaşma için, ‘Yol ve Rekreasyon Alanı’  için 7774 m2 alan ayrılacağı belirtiliyor. Üç boyutlu görsellerden anlaşılacağı üzere bu alanların kamuya terk edilecek alanlar olmayacağı, parselin ‘Vaziyet Planında Kütleler Arasındaki Yer Alacak Alanlar’ olacağı anlaşılmaktadır. Kısacası ‘İmar Planı Değişikliği Önerisi’ Mekânsal Planlar Yapım Yönetmeliğinin İmar Planı Değişiklikleri başlıklı 26. Maddesinin 5. Fıkrasındaki hükümlerine tamamen aykırıdır.”

'Trafik yoğunluğunu olumsuz etkileyecek'

Büyükşehir Belediyesi’nce onaylanan plan değişikliğine konu olan parselde otopark sayısının da yetersiz olduğuna vurgu yapılan raporda, “Konutlar için; 208 adet, 27.710 m2 Ticari Kullanım Alanı İçin: 1.108 adet (Ortalama 1 Otopark/25 m2 İnşaat Alanı), Toplam: 1.316 adet En Az Otopark sayısı çıkmaktadır. Bu veriyi göz önüne alırsak, yapılmak istenen yapılar için bulunan Otopark sayısının Antalya için çok az olduğu, en az bu değerin yaklaşık iki katına yakın 2500 – 3000 araçlık Otopark Alanına gereksinim olduğu ortadadır. Otoparkı kullanacak araçlar dışında, gelenlerin bir kısmını bırakıp giden araçları da hesaba katmak gerekmektedir. Tüm bu araç trafiğinin, zaten şu an bile trafik yoğunluğunun fazla olduğu çevre yolların, trafik yoğunluğu açısından olumsuz etkileyeceği kuşkusuzdur” ifadelerine yer verildi.

'Plan değişikliği altyapıyı yetersiz hale getirecek'

Söz konusu plan değişikliği ile yalnız yol değil, elektrik, su ve kanalizasyon gibi diğer teknik altyapı sistemleri için de büyük eksikliklerin ortaya çıkacağına işaret edilen Antalya Kent Konseyi’nin raporunda, “Antalya Kenti’nin 1980 yılında hazırlanan İmar Planındaki yoğunluk kararları sürekli arttırılmasına karşın ‘Kentsel Sosyal ve Teknik Alt Yapı Alanlarında’ pek bir iyileştirme yapılmadığı gibi, aksine zaman zaman bu alanlar farklı kullanımlara dönüştürülmüştür. Bu rapora konu olan imar planı değişikliği önerisi, öncelikli olarak bölgenin ulaşım alt yapısını yetersiz hale getirecek, diğer kentsel alt yapı unsurları için gereksiz kamusal kaynak kullanımına neden olacak bir öneri olup, 3194 sayılı İmar Kanunu’na ve eki Mekânsal Planlar Yapım Yönetmeliğinin İmar Planı Değişiklikleri başlıklı 26. Maddesinin 5. Fıkrasındaki hükümlerine aykırı bir imar planı değişikliği önerisidir” denildi.

                                                                 /././

Batman’da yurttaşlara kötü muamele ve işkence: Polis, engelli yurttaşa köpeklerle saldırdı -Yekta Armanc Hatipoğlu-

Batman’daki kayyım protestolarında kolluk güçlerinin yurttaşlara kötü muamele ve işkence uyguladığı ifade ediliyor. Baro suç duyurusunda bulunacak.

İçişleri Bakanlığı’nın 4 Kasım’da DEM Partili Mardin büyükşehir, Batman ve Urfa Halfeti belediyelerine atadığı kayyım nedeniyle başlayan protestolar devam ediyor. 

Kolluk güçleri protestolara katılan yurttaşlara ve haber takibi yapan gazetecilere ilk günden beri sert şekilde saldırıyor. 

Geçtiğimiz günlerde kendisini polis diye tanıtan kişiler gazetecilere silah çekmiş, Yeni Yaşam gazetesi çalışanı Veysi Akören’i gözaltına almak istemişti. Ancak silahlı kişiler yurttaşların ve gazetecilerin tepkisi sonucu olay yerinden kaçmıştı.

Engelli yurttaşın evi basıldı, polis köpeği boynunu ısırdı

Batman’da kayyım karşıtı protestolara katıldığı gerekçesiyle gece uyuduğu sırada evine polis baskını yapılan, yüzde 70 engelli yurttaş Medine Erol, iki polis köpeğinin saldırısına uğradı. Polis köpeği tarafından boynundan ısırılan Erol'un boynuna 11 dikiş atıldı. Yaralı halde gözaltına alınan Erol tutuklamaya sevk edildi.

DEM Parti'nin Batman Emniyeti’ndeki işkence iddialarıyla ilgili açıklamasında “Batman’da kayyım darbesine karşı protesto hakkını kullanan, iradesine sahip çıkan halkımıza yönelik gözaltında işkence kabul edilemez” denildi. DEM Parti işkence uygulamasından derhal vazgeçilmesi çağrısında bulundu.

Kayyım protestolarına katıldığı gerekçesiyle evine baskın düzenlenen Medine Erol’un boynuna polis köpeği saldırısı sonucu 11 dikiş atıldı.

Gözaltına alınanlardan 67’si çocuk

Batman’daki işkence iddialarını Batman Barosu Yöneticisi ve İnsan Hakları Koordinatörü Rostem Siyahtaş ve Mezopotamya Ajansı’ndan gazeteci Fethi Balaman ile konuştuk.

Özgürlük için Hukukçular Derneği ve İnsan Hakları Derneği’yle ilk günden beri sahada olduklarını söyleyen Rostem Siyahtaş, "Şimdiye kadar tespit edebildiğimiz 250’ye yakın insan gözaltına alındı. Bu gözaltına alınanların 67’si çocuk" dedi. Siyahtaş'a göre şimdiye kadar tespit edebildikleri kadarıyla 18 kişi tutuklandı. Tutuklananlarda 3’ü çocuk.

İşkence ve kötü muamelenin Batman’a kayyım atanan ilk günden beri yaşandığını belirten Siyahtaş, ev baskınları ve protestolarda gözaltına alınan insanların feci şekilde darp edildiğini ifade etti. 

Siyahtaş, gözaltı sürecini şöyle anlattı: 

“Hemen ters kelepçe uygulanıyor, bu şekilde emniyete götürülüyorlar. Bunlar arasında ‘kaba dayak’ dediğimiz olaylar da yaşanıyor. Bazı insanların gözleri, bazı insanların dudağı patlıyor, birisinin kolu kırılmıştı.”

                              Batman Barosu Yöneticisi ve İnsan Hakları Koordinatörü Rostem Siyahtaş

Baro suç duyurusunda bulunacak

Boynuna 11 dikiş atılan yüzde 70 engelli Medine Erol olayını hatırlatan Siyahtaş, baskına dahil olan polisler hakkında Batman Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunduklarını, soruşturmanın devam ettiğini söyledi.

İşkence ve kötü muamele olaylarıyla ilgili meslektaşlarına bir çağrı yaptıklarını belirten Siyahtaş, “Bütün meslektaşlarımızdan bu ifadeleri takip etmelerini, bu konuyu ifade tutanaklarında geçirmelerini rica ettik” dedi.

Ciddi bir kötü muamele ve işkence söz konusu olduğunu, kolluğun hiçbir şekilde hukuka riayet etmediğini dile getiren Batman Barosu Yöneticisi, "İfadeler, hastane raporları, ön görüşme tutanakları; bunları toparlamaya başladık. Topladıktan sonra Batman Barosu olarak bu durumda sorumluluğu olan kolluk görevlileri hakkında suç duyurusunda bulunacağız" şeklinde konuştu.

'İşkence görenleri çektiğimizde bize fiziki müdahalede bulunuluyor'

Mezopotamya Ajansı’ndan gazeteci Fethi Balaman da, kayyım atandığı günden beri tepki gösteren yurttaşlara sokak ortasında işkence yapıldığına şahit olduklarını söyledi. 

İşkenceyle gözaltına alınan kişilerin 90’lı yılları aratmayan bir biçimde belediye duvarına ters kelepçe yapılmış şekilde dizilerek başlarını kaldırmalarına dahi izin verilmediğini aktaran Balaman, saldırıya uğrayan kişilerin yaşları ya da cinsiyetlerinin fark etmediğini, gözaltındakilerin işkenceye maruz kaldığını söyledi. 

“Bu saldırıları çektiğimizde biz de hedef alındık, polisin biber gazı, TOMA’ları günlerdir bize çalışıyor” diyen Fethi Balaman her eylemde bir TOMA’dan su yediklerini, biber gazından etkilendiklerini söyledi.  

Mezopotamya Ajansı’ndan gazeteci Fethi Balaman, “İşkence görenleri çektiğimizde bize fiziki müdahalede bulunuluyor” diyerek gazeteciler olarak yaşadıkları durumu anlattı.

Kendilerini polis diye tanıtan kişilerin gazetecilere silah çekip Yeni Yaşam gazetesi çalışanı Veysi Akören’i gözaltına almak istediği olayı hatırlatan Balaman, kent halkının müdahalesi sonucu Akören’i alamadıklarını söyledi. 

                        https://x.com/solhaberportali/status/1854942912691253545

'Kolluğu bir baskı aracı kullanan iktidar, baskıyı teşhir eden gazetecileri de hedef alıyor'

“Kolluğu bir baskı aracı kullanan iktidarın bu baskıyı teşhir eden gazetecileri hedef aldığı gerçeği ortada” sözlerini kaydeden Fethi Balaman, Batman’da günlerdir halkın 81 il içinde en yüksek oyu alan belediyelerine sahip çıktığını ve bunun en doğal hakları olduğunu söyledi.

Balaman sözlerini “Gözaltılar esnasında belediye önünde başlayan işkence hali kişi serbest bırakılıncaya kadar devam ediyor. Cinsiyetçi küfürler ise hiçbir zaman eksik olmuyor” diyerek noktaladı.                             /././

Holdinglerin yön verdiği eğitimde 'model' tartışmaları: Örgün lise eğitimi tasfiye ediliyor -Umut Araz- 

Patronlar kulübü ve bakanlık el ele verip milyonlarca öğrenciyi örgün eğitimin dışına itmekte kararlı. 4+4+4'ten bu yana isimler, biçimler farklılaşsa da eğitim sistemi hep aynı doğrultuyu gösteriyor.

Milli Eğitim Bakan Yardımcısı Ömer Faruk Yelkenci'nin mesleki teknik eğitimde niteliği artırmak için 4+4+4 sisteminin son dört yılının yani lise düzeyinde eğitimin yeniden ele alınması gerektiğine yönelik sözlerinin ardından birçok mecrada 4+4+4 eğitim modelinin değişeceği yazıldı ve şimdiden kimi alternatif modeller tartışılmaya başlandı.

Türkiye, eğitim sisteminde durmadan değişiklikler yapılmasına alışkın bir ülke artık. Sistemin hem içeriğine hem de biçimine dair yeni değişiklikler sürekli gündeme geliyor. Eğitim sisteminin yapboza dönüştüğü yönündeki benzetmeler de fazlasıyla haklı. Hatta sermaye düzeninin elindeki bu yapboz öyle hızlı oynanıyor ki baş dönmesine yakalanmamak neredeyse imkansız. Ancak bu baş dönmesini aşmaya ve yapboz parçalarının işaret ettiği bütünü görmeye ihtiyacımız var.

Göreve başlayan her yeni Milli Eğitim Bakanı ile eğitim politikalarının değiştiği söylense de bugünkü tablo, altında farklı isimlerin imzası bulunan uygulamaların aynı amaca hizmet ettiğini gösteriyor. Sermaye düzeninin elindeki yapbozun bütün parçaları, Türkiye'de devlet okullarını ucuz ve itaatkar iş gücü yetiştiren fabrikalara dönüştürmek ve emekçi kesimleri örgün eğitimin dışına itmek doğrultusunda birbirini tamamlıyor.

4+4+4'ü ve yeni model tartışmalarının merkezinde olan mesleki eğitim politikalarını yukarıda altını çizdiğimiz perspektifle ele almalıyız.

Örgün eğitimin tasfiyesinde 4+4+4 nasıl bir rol oynadı?

4+4+4 eğitim modeli 12 yıl önce, 2012-2013 eğitim döneminde hayatımıza girdi. Bu değişiklikten önce zorunlu eğitim 5 yıllık ilkokul ve 3 yıllık ortaokul eğitiminden oluşan kesintisiz 8 yıllık ilköğretim sürecini kapsıyordu. 4+4+4 ile eğitim sistemi; okul öncesi, ilkokul ve ortaokuldan oluşan 4+4 yıllık ilköğretim, 4 yıllık ortaöğretim (lise düzeyi) ve yükseköğretim şeklinde beş temel kademeye ayrıldı. Bu beş kademenin 4+4+4 olarak bilinen 12 yıllık üç kademesi zorunlu eğitim kapsamına alındı.

Modelin ilk mezunlarını verdiği günümüzde, bu kademeli yapının örgün eğitimi zayıflatmış olduğu nesnel verilerle de doğrulanıyor.

12 yıl önce ilkokul birinci sınıfta kayıtlı olan öğrenci sayısı 1 milyon 870 bin 715 olsa da bunlar arasından 2024 yılı YKS sınavına girenlerin sayısı 1 milyon 93 bin. Aradaki fark yüzde yüzde 41,57 oranına tekabül eden 777 bin 715 öğrenci. Bu öğrenciler zorunlu eğitimin son aşaması olan YKS düzeyine gelmeden eğitimin dışına çıktılar, sınıf tekrarına kaldılar ya da hak sahibi olmalarına rağmen sınava girmediler. MEB verilerine göre de kademe ilerledikçe okullaşma oranı* azalıyor: İlkokul okullaşma oranı yüzde 95, ortaokul yüzde 91 ve ortaöğretim yüzde 87,9.

Okullaşma oranındaki bu azalmada, örgün eğitim kurumlarının çeşitli nedenlerle cazibesini yitirmiş olması önemli bir etkiye sahip. Sistemin plansız yapısı ve eğitimin her geçen gün zayıflayan niteliği, okula gitmenin zaman kaybı olarak görüldüğü bir yaklaşımı toplumun geniş kesimlerine yaymaya devam ediyor. 4+4+4'ün kademeli yapısı da bir kaçış rampası olarak işlev görüyor.

AKP açısından ise ortada bir arıza yok. Tersine bugün örgün eğitime yönelik ilginin ve inancın azalmış olması, mesleki eğitim politikaları aracılığıyla eğitimi sermayenin ihtiyaçlarına entegre etmeyi meşrulaştırmak için kullanılıyor. 

TÜSİAD, AKP'nin mesleki eğitim politikalarına nasıl yön verdi?

Mesleki-teknik eğitim kurumlarının ortaya çıkışı tarihsel olarak sanayinin ve kapitalist üretim ilişkilerinin gelişimine dayanıyor ve bu kurumlar piyasanın ihtiyaçlarını karşılayacak nitelikte iş gücünü yetiştirmek üzere işliyor. Mesleki-teknik eğitimle yetiştirilen kalifiye iş gücü, kapitalistler için mevcut teknolojik ve teknik imkanların en verimli şekilde kullanılması yoluyla üretimde verimliliği artırıyor ve bu ihtiyacı en ucuz maliyetle sağlamak sermayedarların rakipleri karşısında daha avantajlı bir konuma sahip olmasını sağlıyor.

Türkiye kapitalizmi için de Batı ülkeleriyle karşılaştırıldığında çok daha düşük maliyetli ve bölgedeki diğer ülkelere kıyasla çok daha nitelikli genç iş gücü kaynaklarına sahip olmak, her zaman kritik önemde oldu. AKP'nin iktidara geldiği günden itibaren mesleki eğitim alanında attığı bütün adımlara da Türkiye sermayesinin bu arayışı yön verdi.

Bu açıdan Koç'un ve Sabancı'nın başını çektiği patronlar kulübü TÜSİAD tarafından 1999 yılında hazırlanan "Türkiye'de Mesleki ve Teknik Eğitimin Yeniden Yapılandırılması" başlıklı rapor oldukça dikkat çekici. Odağında mesleki eğitim yapısındaki idari sorunlar, sektör-okul iş birliği ve MESEM'lerin sisteme entegrasyonu bulunan rapor yeni bir model önerisi yapıyor: "Önerilen yeni modelde, örgün eğitim kadar sürekli eğitim de önem taşımaktadır. Bugün çıraklık eğitimi ve halk eğitimi olarak ayrı çatılar altında yürütülen çalışmalar birleştirilerek daha esnek bir anlayışla yeniden ele alınmalıdır". 

TÜSİAD'ın 1999 yılında dile getirdiği bu talepler, AKP'nin iktidara gelişiyle birlikte fazlasıyla hayata geçti. Hatta AKP tarafından atılan adımlar kimi zaman "sosyal proje" kılıfıyla doğrudan holdingler tarafından desteklendi. "Meslek Lisesi Memleket Meselesi" sloganıyla 2006 yılında Koç Holding tarafından başlatılan "Mesleki Teknik Eğitimi Özendirme Programı" bu konunun en sembolik örneklerinden oldu. Yetmedi bizzat holdingler okullar inşa ettiler, ucuz iş gücüyle ağzı sulanan emperyalistler MEB'e milyarlarca liralık AB fonları aktardılar, mesleki eğitimin genişlemesine yönelik bütün adımları alkışladılar, hep daha fazlasını talep ettiler...

Mesleki eğitim bugüne nasıl geldi?

Günümüzde ortaöğretim düzeyinde örgün mesleki eğitim; mesleki ve teknik anadolu liseleri, mesleki açık öğretim liseleri ve geçmişte çıraklık okulları olarak bilinen Mesleki Eğitim Merkezleri (MESEM) aracılığıyla sürdürülüyor. 

Bu mesleki eğitim yapısı, AKP'den önce daha parçalı bir yapıya sahipti. Örneğin meslek liseleri her sektörün kendi ihtiyaçları doğrultusunda ilgili bakanlıklarla yaptığı ortaklıklar doğrultusunda faaliyet gösteriyordu. Sağlık Bakanlığına bağlı Sağlık Meslek Liseleri, Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlı Turizm Meslek Liseleri gibi… 2006 yılında yapılan düzenlemeyle tüm örgün mesleki eğitim kurumları, Milli Eğitim Bakanlığına bağlandı. 

2011 yılında MEB bünyesinde Mesleki ve Teknik Eğitim Genel Müdürlüğü'nün (MTEGM) kuruluşuyla da meslek liselerinden sorumlu birimler tekleştirildi. 

2014 yılında da okul türü azaltıldı ve program çeşitliliği sağlandı. Sağlık Meslek Lisesi, Turizm Meslek Lisesi gibi okul türleri, Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi olarak tekleşti, bu okullarda Anadolu Teknik ve Anadolu Meslek olmak üzere iki farklı program türü uygulanmaya başlandı. 

Anadolu teknik programında toplam 6692 ders saatinin yüzde 73'ünü akademik dersler, yüzde 22'sini meslek dersleri, yüzde 5'ini iş yeri stajları oluşturmakta. Anadolu Meslek Programı’nda ise toplam ders saati 6372'dir ve bu derslerin yüzde 47'sini akademik dersler, yüzde 40'ını meslek dersleri ve yüzde 13'ünü iş yeri stajları oluşturmaktadır. 

Anadolu Teknik Programı’nda öğrenciler genelde yaz aylarında toplam 40 gün staj yaparken Anadolu Meslek Programı kapsamındaki öğrenciler 12. sınıfa geldiklerinde haftanın 3 günü iş yerine 2 günü okula gidiyorlar.

Meslek lisesi programlarıyla karşılaştırıldığında MESEM'lerdeki eğitim programı ise sermaye açısından çok daha avantajlı bir yapıya sahip.

Toplam 6048 ders saatinden oluşan MESEM programının yüzde 11'ini akademik dersler, yüzde 13'ünü meslek dersleri, yüzde 76'sını iş yeri stajı oluşturuyor. Yani MESEM'leri Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi'nden ayıran en temel özellik, öğrencilerin eğitim sürecinin çok büyük kısmında iş yerlerinde çalışıyor olması. Bu program kapsamındaki öğrenciler haftanın 4 günü iş yerlerine, 1 günü okula gitmekte. 11. sınıfı tamamlayan öğrencilere kalfalık, mezuniyet sonrasında ise ustalık belgesi veriliyor. 9, 10, 11. sınıftaki çırak öğrencilere asgari ücretin yüzde 30'u, 12. sınıf öğrencilerine asgari ücretin yarısı tutarında ücret ödeniyor.

AKP, sermayenin bu avantajdan yararlanması için attığı adımları 2016 yılından itibaren hızlandırdı.

Sermayenin hayaliydi, gerçek oldu: MESEM

MESEM'ler geçmişte bir yaygın eğitim kurumu olarak faaliyet göstermekteydi ve lise eğitimine denk bir statüye sahip değildi. Yani MESEM mezunları, örgün eğitim veren liselerden mezun olan öğrenciler gibi lise diplomasına sahip olamıyordu. 

Milli Eğitim Bakanlığı koltuğunda İsmet Yılmaz'ın oturduğu 2016 yılında, 6764 sayılı Milli Eğitim Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun'da değişiklik yapıldı ve MESEM'ler MTEGM'ye bağlanıp örgün eğitim kapsamına alındı. Böylece esasında bir yaygın eğitim kurumu olan MESEM'lerin zorunlu örgün eğitimin yerini alacağı süreç başladı. 2016 yılındaki bu düzenleme, MESEM mezunlarının Milli Eğitim Bakanlığınca belirlenen fark derslerini açık öğretim yoluyla tamamlamaları durumunda bu kişilere Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi diploması verilmesini öngörmüştür. 

Ancak bununla yetinilmedi. Ziya Selçuk'un Bakan olduğu 2019 yılında bu konuda tekrardan bir düzenleme yapıldı. Yeni düzenlemeyle lise diploması alınması için zorunlu olan fark dersleri MESEM’lilerin haftada 1 gün gittiği okullarda verilmeye başlandı.

Süreç burada da durmadı. Mahmut Özer'in Bakan olduğu 25 Aralık 2021 tarihinde 3308 sayılı Mesleki Eğitim Kanunu'nda değişiklik yapıldı ve MESEM öğrencilerine ödenen ücretler artık tamamen devlet tarafından karşılanmaya başlandı. 12. sınıftaki kalfa öğrencilere ödenen asgari ücretin yüzde 30'u oranındaki ücret de asgari ücretin yüzde 50'sine yükseldi. 

Bu düzenlemenin ardından dönemin Milli Eğitim Bakanı Mahmut Özer, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın MESEM’li öğrenci sayısını 1 milyona ulaştırma hedefiyle MEB'i görevlendirdiğini ifade etti. Bu süreçte kamunun bütün kaynakları MESEM propagandası için seferber edildi. Örneğin AKP'li Gaziantep Şahinbey Belediyesi MESEM öğrencilerine aylık 500TL "destek" verileceği duyurdu. Mevcut Mesleki ve Teknik Anadolu Liselerine bağlı yeni MESEM'ler kuruldu ve öğrenciler okul idarecileri tarafından MESEM'lere geçiş yapmaya yönlendirildi.

Kimi zaman farklı eğitim politikaları uyguluyor gibi görünseler de Milli Eğitim Bakanlığı koltuğuna oturan bütün bakanlar, mesleki eğitimdeki öğrenci sayısının artışı ve bu süreçte sermayenin "maliyetlerini azaltmak" için çalıştılar ve devletin bütün olanaklarını kullandılar. İsimler değişti ancak TÜSİAD'ın hayalleri gerçek olmaya devam etti.

Şimşek politikalarına kardeş: Eğitimde Yusuf Tekim politikaları

Mayıs 2023 Genel Seçimlerinden sonra Yusuf Tekin'in Milli Eğitim Bakanı olarak atanmasıyla AKP'nin eğitim alanında hedeflediği dönüşüm yeni bir evreye taşındı. Aynı süreçte ekonomide Mehmet Şimşek politikalarıyla beraber yoksullaşma derinleşiyor ve Türkiye'de liseli işçi olmak adeta bir normale dönüyordu. Eğitim-sanayi ilişkisinin güçlendirilmesi, MESEM'lerdeki öğrenci sayılarının artırılması, fabrikalara entegre okul modellerinin geliştirilmesi ve mesleki eğitime başlama yaşının düşürülmesi ekonomideki Mehmet Şimşek politikalarının kardeşi olarak hayata geçmeye başladı.

2023-2024 Eğitim Dönemi boyunca sermaye temsilcileri mesleki eğitime dair yeni taleplerde bulunurken iş yerlerinde üst üste liseli işçi ölümleri yaşanıyordu. Özellikle 2018-2019 eğitim yılından itibaren MESEM'lerdeki öğrenci sayısı büyük bir hızla artarken geçtiğimiz eğitim yılında 9 MESEM'li ve meslek liseli işçi hayatını kaybetti.

Uzmanların mevcut mesleki eğitim politikalarının çocuk işçiliğini teşvik ettiği yönündeki uyarılarına rağmen Yusuf Tekin Bakanlığındaki MEB 10 Ağustos 2024 tarihinde "Mesleki ve Teknik Eğitim Politika Belgesi"ni kamuoyuyla paylaştı. Türkiye'nin çocuk nüfusu ve çalışma çağındaki nüfus açısından "fırsatlarla dolu" olduğunu ifade ederek başlayan bu rapor, mesleki eğitim yapısında yeni bir dönemin açıldığının resmi ilanı olarak görülmeli. 

Bu raporla birlikte "zanaat atölyeleri" uygulamalarıyla mesleki eğitimin 7. ve 8. sınıfa kadar ineceği ve yeni okul modelleriyle sistemin sermayenin ihtiyaçlarıyla tam entegre şekilde işlemeye devam edeceği duyuruldu.

Yine raporda bahsi geçen bölge, ihtisas, sektör içi, sektöre entegre mesleki eğitim okulları da bugün pilot illerde hayata geçmeye başladı. Bu farklı modeller, özünde okullardaki eğitim programlarını sermayenin doğrudan müdahalesine açacak ve okullar özel şirketlerin uzantısı gibi yönetilecek.

2024-2025 eğitim-öğretim yılının açılışında Yusuf Tekin, mesleki eğitimi bir "milli sorumluluk" olarak gördüğünü ifade etmişti. Bu konuşmadan kısa süre sonra "mesleki ortaokulların" eğitime başlayacağı MEB tarafından ilan edildi. Yusuf Tekin'in holdinglere karşı duyduğu ve "millilik" kılıfına sıkıştırdığı sorumluluk gereği daha önce 14 olan mesleki eğitime başlama yaşı böylece 10-11 yaşına kadar indirildi. 

Tüm bu sürece açık öğretimdeki öğrenci sayısının günbegün artması eşlik etti. Plansız örgün eğitim yapısında açık öğretim, yükseköğretime geçiş sınavlarına hazırlık yapan öğrencilerin "verimsiz" okul eğitiminden kurtulmasının aracına dönüştü. Diğer yandan yoksulluğun derinleşmesi ve eğitim sisteminin çöküşü, okula gitmek yerine işe gitmeyi tercih edilir kıldı ve açık öğretime geçiş hızlandı. Buna medreselerde tarikatların verdiği şeriata dayalı eğitimin öğrencileri açık öğretime kaydederek sürdürüldüğünü de ekleyebiliriz. Bugün açık öğretimdeki öğrenci sayısı 1 milyonu aşıyor ve toplam öğrenci sayısının yüzde 6,5'ine tekabül ediyor.

Sermaye örgün lise eğitimini tasfiye ediyor

Bugün üniversitelerin bilim değil işsiz insan üreten kurumlara dönüşmesi, üniversite öğrencilerinin sahip olduğu beslenme ve barınma gibi bütün kamusal hakların tasfiyesi, her yere üniversite açılması, yükseköğretimin niteliğini gittikçe zayıflatıyor. Diğer yandan liselerden üniversitelere geçişteki sınav sistemlerinin milyonlarca öğrenciyi psikolojik sorunlara boğan bir plansızlıkla yürümesi, yükseköğretimin cazibesini yitirmesine neden oluyor. Kaos halini alan bu yapıda mesleki eğitim okulları bizzat devlet tarafından kurtuluş olarak pazarlanıyor.

"Öğrencilere meslek kazandırıyoruz, herkesin kolunda bir altın bilezik olacak" gibi sözlerle meşrulaştırılan mesleki eğitim, anlatılanın aksine ara eleman ihtiyacını gidermeye odaklanan bir anlayışla yürütülüyor. Öğrenciler mesleki eğitim okullarında piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda kimi teknik beceriler kazanırken matematik, fen gibi birçok alanda temel bilgilerden yoksun olarak yetiştiriliyor. Buna kazanılan teknik becerinin yalnızca üretimin belirli evrelerine odaklanan bir içeriğe sahip olması eklenince ortaya sınırlı teknik yetkinliğe sahip, mesleğine yabancılaşmış ve soyutlama becerisi oldukça zayıf bir öğrenci profili çıkıyor. Diğer yandan "fütüvvet ehli nesil" gibi söylemlerle boca edilen dinselleşme yoluyla mesleki eğitim öğrencileri tarikatçı bir ideolojik kuşatmayla karşı karşıya kalıyor.

Özetle Türkiye kapitalizmi, eğitim sisteminde kendi yarattığı kaosu örgün lise eğitimini tasfiye etmek ve Türkiye'yi milyonlarca liselinin sermayeye teslim edildiği bir ucuz iş gücü deposuna dönüştürmek için kullanıyor. Yeni model tartışmaları, bu dönüşümün yasallık kazanması ve yeni bir evreye taşınması olarak görülmeli.

Sermayenin kökü geçmişe dayanan bu arzusuna ülkenin ana muhalefet partisinin de hiç itirazı yok. Örneğin aralarında bugünkü CHP Genel Başkanı Özgür Özel'in de bulunduğu CHP grup başkanvekilleri 2021 yılının Kasım ayında mesleki eğitimi özendirmek adına patronlara ödenen ücret teşvikinin artması yönünde kanun teklifi verdi. Yine CHP tarafından düzenlenen 18 Temmuz 2024 tarihli Eğitim Maratonu’nda bir yandan son 10 yılda 695 çocuk işçinin yaşamını yitirdiği ifade edilirken çözüm olarak özel sektörle iş birliğinin artırılması tavsiye edildi.

Bugün eğitim sisteminde bir çöküşün yaşandığı ve 4+4+4 modelinin bu çöküşte önemli bir role sahip olduğu yadsınamaz. Hatta güncel araştırmalar örgün eğitimin dışında kalan öğrenci sayısının 600 bini aştığına işaret ediyor.  Ancak holding-tarikat düzenini karşısına almayan hiçbir yaklaşımın bu çöküşe bir çare sunamayacağı unutulmamalı. Örgün lise eğitiminin tasfiyesine ve piyasacı mesleki eğitim politikalarının, yükseköğretimin yeniden nitelikli hale geleceği ve işsizlik sorununun çözüleceği masallarıyla meşruluk kazanmasına izin vermemeliyiz.

                                                              /././

Valilik yalanlamıştı: Jandarmanın Narin'i üfürükçüyle aradığı görüntüler ortaya çıktı

İki üfürükçü ellerindeki demir parçalarıyla "tarama yapabileceklerini" öne sürerek Narin Güran'ın annesi Yüksel Güran'dan 1 tüp kan istedi, Suriye'yi işaret etti. Jandarma görevlileri de oradaydı.(https://haber.sol.org.tr/haber/valilik-yalanlamisti-jandarmanin-narini-ufurukcuyle-aradigi-goruntuler-ortaya-cikti-396111)

                                                           ***

Demirören kaybetti, örgütlü mücadele kazandı

Mahkeme Demiören Medya'yı haksız buldu. Hamile kaldığı için istifaya zorlanan ve işten çıkarılan emekçinin işe iadesine karar verdi.(https://haber.sol.org.tr/haber/demiroren-kaybetti-orgutlu-mucadele-kazandi-396110)

                                               ***

(soL)


SÖZCÜ "GÜNDEM" -13 Kasım 2024 -

20.7 milyar dolarlık gizemli çıkış Mehtap ÖZCAN ERTÜRK-

Türkiye ekonomisi için cari açıktaki gerilemenin önemi büyük ancak eylülde dikkat çeken kalemlerden biri kaynağı belirsiz para giriş ve çıkışlarını gösteren ‘net hata ve noksan’ oldu. Net hata ve noksan kaleminde, eylülde 6.2 milyar dolar olmak üzere; 2024 yılı Ocak-Eylül döneminde toplamda 20.7 milyar dolarlık gizemli çıkış dikkat çekti.(https://www.sozcu.com.tr/20-7-milyar-dolarlik-gizemli-cikis-p103996)

                                                              
   ***

KADEM’e acil ihaleyle 3.2 milyon TL -Deniz Ayhan-

Bakanlıklar bir yandan milyarlarca TL’yi vakıf ve derneklere aktarırken, bir yandan da sponsor oluyor. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, Kadın ve Demokrasi Vakfı (KADEM) ile düzenlediği Kadın ve Adalet Zirvesi Liderler Oturumu için kesenin ağzını açtı. İki günlük program için 3 milyon 250 bin TL ödendi. Haliç Üniversitesindeki program boyunca beş yıldızlı otelde de konaklama yapıldı. Bu konudaki ihale yasanın “Doğal afet” maddesine dayandırılıp acil kodu ile yapıldı.(https://www.sozcu.com.tr/kadem-e-acil-ihaleyle-3-2-milyon-tl-p103999)

                                                                  ***

8 kişilik yasa dışı bahis ordusu!-Deniz Ayhan-

Bu Müdürlükte 1 şube müdürü, 4 şef, 2 bayi kontrolörü ve 1 memur var. Personelin 5’i yönetici koltuğunda oturuyor. (https://www.sozcu.com.tr/8-kisilik-yasa-disi-bahis-ordusu-p103995)

                                                                            ***

İki yıl geçti ortada yoklar İBB’deki 505 terörist nerede!-Emin ÖZGÖNÜL-

CHP’li vekil Bülbül, Süleyman Soylu’nun iki yıl önce ortaya attığı ‘İBB’deki 505 terörist’ iddiasının akıbetini sordu. AKP’li Soylu, ‘Bu tartışmaya girmeyelim’ diyebildi.(https://www.sozcu.com.tr/iki-yil-gecti-ortada-yoklar-ibb-deki-505-terorist-nerede-p103994)

                                                                   ***
AYM'den dikkat çeken karar: 'Şarlatan' ifade özgürlüğü sayıldı...-Deniz Çağıl-

                                    Eski Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu

Anayasa Mahkemesi (AYM), eski Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu'nun, kentte çevre sağlığı araştırması yapan akademisyene yönelik ağır eleştirilerinin ifade özgürlüğü sınırları içinde kaldığına hükmetti. Yüksek mahkeme, "şarlatan" davasında daha önce tazminata mahkum edilen Karaosmanoğlu'na manevi tazminat ödenmesine karar verdi.(https://www.sozcu.com.tr/aym-den-dikkat-ceken-karar-sarlatan-ifade-ozgurlugu-sayildi-p103926)

                                                                     ***
Trump, Musk'a bakanlık açıyor: Savunma Bakanı ve CIA Direktörü de seçildi
ABD'nin 47. Başkanı seçilen Donald Trump, daha önce dünyanın en zengin insanı ve Trump destekçisi olan Elon Musk'un, girişimci Vivek Ramaswamy ile yöneteceği Hükümet Verimliliği Bakanlığı'nı (Department of Government Efficieny / DOGE) açacak. (https://www.sozcu.com.tr/trump-musk-a-bakanlik-aciyor-p104006)

(SÖZCÜ)

Öne Çıkan Yayın

Kuyruğunu yiyerek… + Erdoğan’ın ‘İslam ittifakı’ neden mümkün değil?+Beyaz Saray’da Pakistanlı komutan -Cumhuriyet-

Kuyruğunu yiyerek…- Ergin Yıldızoğlu- ABD Ulusal İstihbarat Direktörü Tulsi Gabbard, “ İran nükleer silah yapmıyo r” dedi ama ABD’de bir ira...