T24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" - 18 Kasım 2024-

İşte Yenidoğan çetesini yıllar önce haber veren denetim raporu: Para için bebek vahşetine kimler, nasıl göz yumdu?-Candan Yıldız-

Sağlık Bakanlığı, 8 yıl önce de Yenidoğan çetesi sanığı Fehmi Alperen'i soruşturmuş

Yenidoğan çetesi, buz dağının görünen yüzü mü?

1980’lerden sonra sağlık sisteminde özel hastanelerin ağırlık kazanmasıyla, hastanın müşteri sayıldığı bu sistemin tek amacı daha fazla para kazanmak.

İnsanlığın icadı paranın tek tanrı olduğu bu sistemde daha çok kazanmak için Hipokrat yeminini unutan hekimler, Sağlık Bakanlığı personeli, özel hastane başhekimleri, hemşireler, özel hastane sahipleri var. En azından Yenidoğan suç organizasyonunda yer alanlar bunlar…

Ancak şebekenin kurdukları sistemi ayakta tutabilmek için nemalandırma ilişkilerine kamuda çalışan başka kimleri dahil edip etmediklerini bilmiyoruz. En azından şimdilik...

Yenidoğan çetesi iddianamesinde 47 sanık var. Bunların 22’si tutuklu. Ancak iddianamede adı geçenlerin çoğu hemşire… Yani zincirin en zayıf halkası… Bir çetenin kollarını, bağlantılarını bütünüyle açığa çıkarmak hemşirelerle mümkün olmasa gerek…

İki isim ve şüpheli bir bebek ölümünden bahsedeceğim, sistemin anlaşılması için… Denetim denilen kamu otoritesinin zayıflığını göstermek için…

İki isim Fehmi Alperen ve Fırat Sarı

Hani şu Yenidoğan çetesi davasında sanık olanlar…  

Olayların anlaşılması için 8 yıl öncesine, 2016 yılına gidelim…

Uzun yıllar yoğun bakımda hemşirelik yapan Arzu Başaran Başkıran, 06.11.2016 tarihinde Esenyurt’ta Esencan özel hastanesinde doğum yapar. 34 hafta+ 5.günde doğum yapan Başıkıran, uzmanların tanımına göre geç prematüre bir bebeği kucağına alır. Ancak sonrası aile için tam bir kâbus…

Brusk Nef Başkıran bebek

21 günlük yaşam mücadelesi veren bebek Brusk Nef Başkıran hayatını kaybeder. Anne Başkıran, solunum sorunu olan bebeğine geç müdahale edildiğini, eksik ilaç verildiğini savunarak hukuk mücadelesi başlatır. Bağımsız raporlar (bilirkişi) ihmal, özensizlik, yanlış tedavi olduğu tespitini yaparken, Adli Tıp raporu hekimlere kusur atfedilemeyeceğini söyler. Ailenin yılları, ulaştıkları delilleri etkin bir soruşturmaya dahil etmeye çabalamakla geçer ama etkin bir soruşturma olmaz. İstenen deliller dosyaya girmez, kimi ifadelere başvurulmaz.

Dosya Anayasa Mahkemesi’ne gider, “İç hukuk yollarının tüketilmediği gerekçesiyle” AYM başvuruyu reddeder. Aile şimdi dosyayı hem AİHM’e hem de Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne taşıdı. 133 sayfalık bir dosya… 

Bu olay çok sayıda habere konu oldu.

Ben bu olayda adı geçen iki isme dönmek istiyorum.

Yenidoğan çetesi sanığı Fehmi Alperen, ki iddianamedeki ifadelerde Birinci Hastanesi yoğun bakım koordinatörü olarak çalıştığı belirtiliyor, meğer 8 yıl önce Brusk bebeğin doğduğu hastanenin idari müdürüymüş!

Üstelik adı Sağlık Bakanlığı Baş Denetçisi’nin Yenidoğanların Kamu Hastanelerinden Özel Hastanelere Sevkleri raporunda geçiyor. 2016 yılındaki raporun amacı “İstanbul Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi hekim ve asistanları ile İstanbul Avrupa Yakası 112 Komuta Kontrol Merkezi personelleri haklarında: Yenidoğanların yoğun bakım yatağı nedeniyle özel hastanelere sevkinde sevk eden hekimler ile özel hastaneler arasında bir menfaat bağı oluşup oluşmadığının tespiti…”

Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ni Yenidoğan çetesi üyesi olmakla suçlanan doktor İlker Gönen’den hatırlayacaksınız. Yani Sağlık Bakanlığı müfettişleri 8 yıl önce de soruşturmuş bu doktoru…

Biz Fehmi Alperen’e dönelim. 2016 yılında Esencan Hastanesi İdari Amiri olan Fehmi Alperen’e…

Sağlık Bakanlığı’nın 18.11.2016 tarihli denetim raporunda Fehmi Alperen ismi başka isimlerle birlikte şöyle geçiyor:

“… isimli kişilerin suç ve suç ortaklarının tespiti ile hastaların yatış sürelerinin uzatılarak SGK’ya yüksek fatura çıkarıldığı konusunun sağlık hizmetlerinin finansmanını gerçekleştiren Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı’nca değerlendirilmesinin uygun olacağı düşünülmektedir.”

8 yıl önce bakanlık müfettişleri Fehmi Alperen hakkında uyarmış aslında.

Fehmi Alperen, Yenidoğan çetesi iddianamesindeki ifadelerden anlaşılıyor ki bir dönem 112 personeli olarak çalışmış. Şimdi “Suç işlemek amacıyla kurulan örgüte üye olma ve kamu kurum ve kuruluşlarını zararına dolandırmakla” yargılanıyor.

Hastanede hayatını kaybeden yenidoğan Brusk Nef Başkıran dosyasında yer alan belgelerde karşımıza çıkan ikinci isim Fırat Sarı. Yenidoğan çetesi lideri olarak suçlanıyor.

Çocuk doktoru olan Fırat Sarı, Brusk Nef Başkıran dosyasında, doğum sırasında Esencan Hastanesi’nde olmadığı halde hastanedeymiş gibi belgelere imza atmakla suçlanan doktor Y.D.Karakaş lehine tanıklık yapıyor.

Sarı, beyanında doktor için “Meslektaşım olur. İkimizin ortak arkadaşları vesilesiyle tanıştık. Aynı hastanede çalışmıyoruz. … Bana vefat eden bu çocuğa dair tedavi sürecindeyken çocuğa yapılan tetkik ve tedavilerini mesleki müzakere ettiğimizde bunlarda bir sıkıntı olmadığı kanaatini edinmiştim” diyor.

Esenyurt’ta, 8 yıl önce yenidoğan Brusk Nef Başkıran’ın ölümüyle ilgili dava dosyası ışığında sağlık sistemindeki doktor, hastane ihmali iddiaları titizlikle araştırılsaydı acaba Yenidoğan çetesi en az 10 bebeğin ölümüne neden olur muydu?  Yanıtı size bırakıyorum.

                                                                /././

Trump’ın düşünce dünyasını şekillendiren “şeytani” karakter: Roy Cohn -Eray Özer-

Yeni ABD Başkanı’nın yaşam felsefesini oluştururken örnek aldığı bir isim var: Uzun süre avukatlığını da yapan Roy Cohn. Narsisist, yalancı, vicdansız ve olduğu kişiden utanarak yaşayan bu karakter ABD’nin 50 yılına damga vurmakla kalmamış, “çırağı” genç Trump’a acımasız felsefesini bir “usta” olarak aktarmış.

Size bugün yakın zamanda izlediğim üç film üzerinden ABD’nin yeni başkanı Donald Trump’ın düşünce dünyasını şekillendiren bir ismi anlatmak istiyorum.

Filmlerden biri “The Apprentice”. Yani “Çırak”. “Trump’ın Hikayesi” adıyla yakın zamanda Türkiye’de vizyona girdi.

The Apprentice bir kurmaca değil. Gerçek olaylara dayanıyor ama içinde kurmaca öğeler de var tabii. Aslında tüm film boyunca genç Trump’ın avukatıyla olan ilişkisini izliyoruz.

Donald Trump filmi “ucuz”, “iftiralarla dolu” ve “siyasi olarak kendisini baltalamak için yapılmış bir film” olarak tanımladı ve yapıma dahil olanları da “pislik” diyerek aşağıladı.

Sadece bunlar bile filmi dikkate almak için bir sebep kanımca.

Filmde Trump’ın gençlik yıllarında mentorluğunu yapan, ona kurtlar sofrasında nasıl davranması gerektiğini öğreten avukatın ismi Roy Cohn.

Tabii ben böyle bir karakteri görünce sadece bu filmle yetinemedim. Başladım Roy Cohn’u araştırmaya…

Araştırırken iki de belgesele denk geldim. İlki “Where’s My Roy Cohn”, yani “Nerede benim Roy Cohn’um”. Trump’ın her başı sıkıştığında bu acayip figürü etrafında istemesinden dolayı bu ismi vermişler belgesele.

Diğeri ise HBO’nun “Bully. Coward. Victim. The Story of Roy Cohn” ismindeki belgeseliydi. Yani "Zorba. Korkak. Kurban. Roy Cohn'un Hikayesi".

Belgesellerle The Apprentice’in anlattıkları birbirini tutuyordu. Yani film de gerçeğe olabildiğince sadık kalarak kaleme alınmıştı.

Bu arada Roy Cohn’u Hollywood’da bir de meşhur “Angels in America” dizisinde görmüştük ve Al Pacino canlandırmıştı.

Neyse… Hem bu üç film hem de üzerine yaptığım Roy Cohn araştırması sonrası Trump’ın fikriyatını bu kadar etkileyen bir karakteri sizlerle paylaşmaya karar verdim.

Başlayalım.

Zengin ailenin şımarık çocuğu

Roy 1927’de Yahudi bir ailenin tek çocuğu olarak Bronx’ta dünyaya geliyor. Aile epey varlıklı. Düşünün Büyük Buhran’da batan “Bank of United States” ismindeki bankayı dedesi kuruyor, sonradan banka iflasa kadar dayısı tarafından yönetiliyor.

Büyük dayısı da oyuncak trenler üreten meşhur “Lionel Corporation” şirketinin sahibi.

Babası hukukçu. Kendi de babası gibi hukuk okuyor, Columbia’yı bitiriyor ama hayattaki asıl önemli figür annesi.

Annesi Roy’un tüm yaşamındaki en önemli insan. Oğluna kelimenin tam anlamıyla “aşık” bir anne. Bir dediğini iki etmiyor, sürekli arkasında, sürekli fikir veriyor, özel hayatı dahil her şeyine karışıyor.

En önemlisi Roy’u sürekli onaylıyor. Anne Dora’ya göre her konuda Roy haklı. Roy’la fikir ayrılığında düşen herkes kötü, düşman. Roy hayattaki en büyük onayını annesinden koşulsuz alıyor.

Rosenberg davası savcısı ve sonrasında McCarthy’nin ikinci adamı

Çok zeki bir adam Roy. Hukuku bitiriyor, zaten aile New York sosyetesinde hatırı sayılan bir aile, çok genç yaşlarda kariyerinde hızla yükseliyor.

O kadar ki, daha 21 yaşında baroya kaydoluyor ve savcı yardımcısı olarak göreve başlıyor. Bu arada New York’taki “Komünizmle Mücadele Komitesi”nin yönetimine giriyor.

24 yaşında Amerikan tarihine geçen davaların birinde, Julius ve Ethel Rosenberg çiftinin Sovyetler Birliği’ne nükleer sırları aktardığı suçlamasıyla yargılandıkları davada kilit bir rol üstleniyor ve Rosenberg çiftinin idam edilmesini sağlıyor.

Bu “başarısı” sayesinde yine Amerikan tarihinin en karanlık figürlerinden, filmlere de konu olan FBI direktörü J. Edgar Hoover’ın dikkatini çekiyor. Komünist avcısı Hoover’ın referansıyla devlette komünist temizliği yapmayı görev edinen bir başka meşhur ismin; Joseph McCarthy’nin baş danışmanlığına yükseliyor.

Bu “müthiş” ikili başlıyorlar birlikte komünist avlamaya…

Federal hükümetin tüm yetkililerine büyük bir korku salıyorlar. Herkes bu ikilinin “avı” olmaktan korkar hale geliyor.

Yetmiyor, sıra geliyor eşcinsellere. Roy Cohn ve McCarthy eşcinsel olduğunu düşündükleri herkese dava açıyorlar, şantaj yapıyorlar.

Fakat şöyle bir durum var: Roy Cohn bir eşcinsel!

Ölene dek bunu kabullenmese de aslında etrafındaki herkes bu durumu gayet iyi biliyor. Belgeselde akrabaları dahil tüm tanıklar Roy’un bir eşcinsel olduğunu, bunun da bilindiğini dile getiriyor.

Nasıl bilinmesin ki. Roy âşık olduğu adam olan G. David Schine isminde yakışıklı ve zengin bir figürü yanına, yani McCarthy’nin ekibine dahil ediyor.

McCarthy’nin sonunu Roy’un aşkı getiriyor

Schine’e o kadar aşık ki, hem kendi başını hem de McCarthy’nin başını bu aşk yakıyor. Roy askere giden sevgilisine askerde özel muamele yapılmasını bizzat görevli askerlerden talep ediyor. Bu talebi yerine gelmeyince Amerikan ordusunu karşısına alıyor ve McCarthy’nin de “gazı almasıyla” ordunun içinde komünistler olduğu suçlamasıyla Savunma Bakanlığı ve orduyla mahkemelik oluyorlar.

McCarthy’nin komünist avının sonu bu dava yüzünden geliyor.

Roy istifa ediyor ve New York’ta özel avukatlık yapmaya başlıyor. Acımasızlığını ve şantajcılığını avukatlık yaşamında da sürdürüyor.

Savcılıktan mafya avukatlığına…

“Ben dava dosyasına bakmam, hâkimin kim olduğuna bakarım” diyerek sürdürüyor mesleğini. Hâkimin zayıf noktasını, tehdide müsait bir açığını yakalamayagörsün. Affetmiyor. Bu sayede davaları kaybetmiyor da…

Müşterileri arasında kimler yok ki… New York mafyasının en önde gelen aileleri: Salerno’lar, Galante’ler, Gigante’ler…

Ve nihayet 70’lerin ortasında yolu Trump’la kesişiyor. Trump’a ve babasına karşı o sıralarda siyahilere evlerini kiralamadıkları için açılmış bir kamu davası var. (Düşünün, bu adam şu anda ABD Başkanı.) Başta o dava olmak üzere, Trump Towers’la ilgili vergi affı dahil Trump’ın pek çok davasına Roy bakıyor.

“Asla hatanı kabul etme, asla güçsüz görünme”

Roy muhtemelen o esnada süklüm püklüm kendisine gelerek davasına bakmasına ricacı olan genç Trump’ta ne gördü de onun gibi isimsiz birinin avukatı olmayı kabul etti bilmiyoruz.

Lakin hayatı başta kendine yalan söylemekle geçen, eşcinselliğini ömrü boyunca kabul etmediği gibi tüm eşcinsellere savaş açan böyle bir figürün Trump’ın bugününü anlamakta çok önemli olduğunu düşünüyorum.

“Hayatta hiçbir yanlışını kabul etmeyeceksin. Suçlandığında her şey ayan beyan olsa da sonuna kadar reddedeceksin. Asla güçsüz görünmeyeceksin. Asla duygularınla hareket etmeyeceksin. Asla acımayacaksın. Asla yaptıklarından pişman olmayacaksın…”

Bunlar Roy’un hayattaki olmazsa olmaz prensipleri. Bir de Trump’a bakın bakalım, bir benzerlik görecek misiniz?

Amerikan kültürünün ve vahşi kapitalizmin yarattığı bir karakter Roy Cohn.

Her koşulda kazanmayı, asla kaybetmemeyi, dünyada en önemli şeyin galip ve güçlü olmak olduğunu öğütleyen bir sistemin ürünü olarak yaşamış ve ölmüş.

Önce kendine, sonra çevresindeki herkese bir ömür boyunca yalan söylemiş, bu nedenle zerre vicdan azabı çekmediği gibi en doğru şeyi yaptığına inanarak sürdürmüş hayatını.

Narsisizmin her şeyiyle bir insanda vücut bulmuş hâli diyebiliriz.

Roy bile Trump’ı kendinden daha acımasız buluyor

Düşünün, böyle bir insan bile Trump’ı anlatırken “söz konusu insanlara karşı duyguları olduğunda Trump’ın yanında kendinin esamisinin okunmayacağını” söylüyor ölmeden bir süre önce.

Ve 1986’da AIDS’ten ölüyor Roy.

Bir “eşcinsel hastalığı” olarak gördüğü hastalığını bile son güne kadar inkâr ediyor. “Karaciğer kanseriyim” diyor karşısındakinin gözlerinin içine bakarak.

Trump pek tabii ki en kötü günlerinde yanında olmuyor. Ustasını ölüme terk ediyor, sırtını çeviriyor, belki de tiksiniyor ondan.

Ne derler: Kurtlukta düşeni yemek kanundur.

Bir kurt gibi sürdürdüğünü sandığı yaşamının son günlerinde bir çakal gibi kuytularda yalnız başına sürünüyor Roy.

Kendine ve güce aşık herkes gibi ölümünden sonra lanetle, kahırla, küfürle anılıyor.

Kendine ve güce aşık herkes için kıssadan hisse…

İyi haftalar.                                      /././

ABD’nin savaşı kimle olacak?-Akdoğan Özkan-

Geçen hafta yeni Başkan Trump’ın ne olmadığını açıklamaya çalışmıştık. Bu hafta “yeni” ABD’nin 20 Ocak 2025’ten itibaren asıl savaşının kiminle olacağını öngörmeye çalışalım.

En son söyleyeceğimi baştan dile getireyim, ben ABD’nin 2O Ocak’ta yemin ederek ABD’nin yeni Başkanı olarak göreve başlayacak olan Donald Trump’ın görev süresi boyunca en öncelikli dış meselesinin İran ve Rusya’dan ziyade BRICS olacağını, başkanın tüm gayretiyle bu yapıyı çatırdatmaya, çatlaklar yaratmaya odaklanacak bir dış politika izleyeceğini düşünüyorum.

Gerçi neticede İran ve Rusya da BRICS üyesi ülkeler ama sanıyorum Trump’ın stratejik öncelik taşıyan meselesi, hatları özellikle Joe Biden döneminde daha konturlu bir şekilde belirginleşmiş çok kutuplu dünyanın sacayaklarını zayıflatmak olacaktır. Bugün artık BRICS küresel gayri-safi hasılanın (GDP) yüzde 35’ini oluşturuyor. Buna karşılık ABD, Almanya, Kanada, Fransa, İngiltere, İtalya ve Japonya’dan oluşan G7’nin küresel GDP içindeki payı yüzde 30. Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika tarafından kurulan ama bugün sınırları 9 ülkeyi kapsayacak şekilde genişlemiş olan BRICS üyesi ülkeler dünya nüfusunun yüzde 45’ini teşkil ederken, bu rakam G7 için yüzde 10 ile sınırlı hale geldi.

Artık kendisinden BRICS+ olarak bahsettiren yapının içinde Mısır, Etiyopya ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) bile var. Dahası, aralarında Venezüella ve Türkiye’nin de olduğu 40 civarında ülke de üyesi olmak için BRICS+’a başvurmuş durumda. BRICS, öyle bir zamanların COMECON’u gibi ideolojik temellerle kurulmuş politik bir örgüt değil aslında. Bu köşede kaleme aldığım, “Yaptırımlar, usanç ve BRICS” başlığıyla kaleme aldığım bir yazımda da dile getirdiğim üzere, bu cephenin bu şekilde genişlemesinin ardında, en çok da ABD’nin ekonomik bir savaş biçimi olarak devreye soktuğu yaptırımlar üzerinden dünyaya biçim verme ve “tedip” çabası ile artık Hindistan, Brezilya ve Güney Afrika’nın dahi isyan etmesine yol açacak şekilde, küresel temsilde yaşanan adaletsizliğin zirve yapmış olması yatıyor.

Trump, belirmekte olan çok kutuplu dünya düzenini ortadan kaldırmak üzere BRICS’i dağıtmaya, kimi ülkeleri bu gruptan düşürmeye, en kötüsü üye ülkeler arası bağları zayıflatmaya yönelik bir gayret içinde olacaktır. En azından, Trump’ın bunu Biden yönetiminden çok daha büyük bir istek ve kararlılıkla yapmak isteyeceğini düşünüyorum.

Trump’ın görevi devralmadan önce kabinesinde yer alacak kişilere yönelik yaptığı tercihler de bu tip bir değişimin sinyallerini ele veriyor. Dışişleri Bakanlığı için işaret ettiği Senatör Marco Rubio, bu yöndeki işaretlerin en güçlüsü belki de.

ABD Senatosu’nun Dış İlişkiler Komitesi’nin uzun süredir üyesi de olan Rubio, BRICS üyesi olma başvurusunda bulunmuş Venezüella’da Maduro'ya karşı Juan Guiado’yu başkan olarak atamak üzere yapılan Washington merkezli başarısız darbede aktif olarak yer almış, bu ülkeye yönelik yaptırımları ve yasadışı rejim değişikliği operasyonlarını darbe girişimi sonrasında da desteklemeyi sürdürmüş bir isim.

Aslına bakılırsa, Donald Trump’ın sınır denetimini tam sıkılaştırmayı, hatta duvar inşa etmeyi de içeren “Önce Amerika” temalı göçmen karşıtı düşüncelerinin aksine, Rubio Venezüella ekonomisini zayıflatmaya da katkıda bulunacak şekilde bu ülke vatandaşlarını kuzeye, ABD’ye göçe teşvik eden bir politikanın savunucusu oldu. Rubio, çoğunluğu Venezüellalı olan ve sayıları 1 milyonu bulan yasadışı göçmen için ABD’de “Geçici Koruyucu Statü” (TPS) öneren göçmen yanlısı siyasetin de mimarlarından.

Gerçi Donald Trump’ın Dış İşleri Bakanlığı görevi için onu düşünüyor olması, kendi siyasetinde bir ayar anlamına geldiği gibi, bunda bir zamanlar tam göçmen yanlısı, geleneksel Cumhuriyetçi olarak bilinen Rubio’nun düşüncelerinin zamanla biraz daha sağa, Trump’ınkine yaklaşmasının da payı var. Zira Rubio, giderek Ulusal Cumhuriyetçi Senato Komitesi’nin Başkanı Senatör Rick Scott ve Vali Ron DeSantis gibi muhafazakâr sağ kökenli meslektaşlarının bölücü, hatta açıkça yabancı düşmanı siyasi içerik ve eylemlerini yansıtan göçmenlik karşıtı dil ve politikaları benimser hale geldi.

Kısacası, Venezüella’da rejim değişikliği için elinden gelen gayreti (!) göstermiş olan Rubio’nun Trump tarafından Dış İşleri Bakanlığı göreviyle ödüllendiriliyor olmasının yeni dönemin Latin Amerika diş siyasetine dair önemli ipuçları verdiğini düşünüyorum.

Trump’ın bir hedefi de BRICS üyesi “Hindistan’ı kazanmak” olacaktır. Gerçi, Biden döneminde de bu yönde gayretler yok değildi. Hint-Pasifik Bölgesi’ni Orta Doğu ve Avrupa'ya bağlayacak çok uluslu bir demiryolu ve denizcilik projesi olarak lanse edilen Hindistan-Orta Doğu-Avrupa Ekonomik Koridoru (IMEC) bu yöndeki çabaların en önemlilerinden biriydi. Ancak Çin'in küresel altyapıya yönelik Kuşak ve Yol projesine Batı’nın cevabı gibi düşünülen bu alternatifin maliyeti ve uygulanabilirlik sıkıntıları birçokları gibi Hindistan’ı da düşündürüyordu. Ayrıca, Hindistan Başbakanı Modi, jeopolitik kaygılardan ziyade Hindistan’ın çıkarlarını temel alan, uluslararası dengeleri gözeten bir dış politika sürdürmede kararlı görünüyordu. Bir diğer deyişle, IMEC projesi BRICS üyesi “Hindistan’ı kazanmak” için yeterli olmadı.

Hindistan’ın Çin ile arasında bir sınır anlaşmazlığı olması da yeni dönemde Rubio’nun ellerini ovuşturacağı bir konu olacaktır.

Dolayısıyla, küresel güç dinamiklerini yeniden şekillendirmek üzere kilit jeopolitik oyunculara yeni bir yaklaşım sergileyeceği düşünülen Trump kabinesinin bir hedefi de hepsi BRICS üyesi olan Çin, Rusya ve Hindistan arasındaki ilişkileri zayıflatmak, hatta bu ülkeleri birbirine düşürme gayretlerini yoğunlaştırmak olacaktır.

Rus Siyaset bilimci Doç. Dr. Boriz Mezhuyev’in, Merkezi Moskova’da olan Toplumsal Araştırmalar Uzmanlık Enstitüsü’nce geçenlerde düzenlenmiş bir konferansta söyledikleri, sonuna geldiğimiz Biden dönemiyle II. Trump dönemi arasında yaşanacak farkı en iyi öngören ifadelerden biri oldu, kanımca. Mezhuyev, Biden’ın, “Batı İttifakı’nı güçlendirmeye odaklanma” gibi bir hata yaparak dolaylı olarak BRICS'i güçlendirdiğini söyledi: “Artık gündemde böyle bir görev olmayacak. Yaklaşan zorluk çok daha ciddi olacak.”

Yani Mezhuyev’e göre, Trump, Batı İttifakı’nı güçlendirmeye odaklanmak yerine, “hasım” olarak gördüğü ittifakı çatlatmaya çalışacak. Ona göre, savaşın ana cephesini Ukrayna değil, Latin Amerika ve Güneydoğu Asya oluşturacak. Rus siyaset bilimciye göre, Trump, büyük ihtimalle Brezilya ve Venezuela başkanlarını değiştirmek, Çin'i Latin Amerika'dan kovmak ve Hindistan, Rusya ve Çin'i birbirine düşürmek gibi girişimler içinde olacak.

Kanımca, Trump’ın, Ulusal İstihbarat Direktörlüğüne eski Kongre üyesi Tulsi Gabbard'ı aday göstermesi de ABD’nin yeni dış politikasına ülke içinde geniş bir destek arayacağı konusunda önemli sinyal. Her ne kadar Gabbard, savaş karşıtı aktivistleri kendi saflarına katmak, hatta onları Amerikan imparatorluğunun Cumhuriyetçi kanadına “yazdırmak” için savaş karşıtı olduğunu ilan etmiş biri de olsa, daha önce ABD Ordusu Sivil İşler ve Psikolojik Operasyonlar (psikolojik operasyonlar) Komutanlığı'nda görev yapmış bir psikolojik harekât subayı olduğunu unutmayalım. Savaş aleyhtarı hareketlere darbe vurmak, sabote etmek ve istenen safa çekmek için görev yapmış bir ABD istihbarat/psikolojik operasyon subayı olarak Afrika'nın boynuzunda 2021'de karanlık bir Amerikan askeri konuşlandırmasının parçası olduğunu da hatırlayalım. Dolayısıyla Gabbard’ın ABD istihbaratının yönetiminden sorumlu olarak Marco Rubio, Mike Waltz gibi savaş yanlısı neo-con isimlerle birlikte çalışacak olmasını hayretle karşılayanlar olsa da bu hiç de sürpriz değil.

Son olarak Trump’ın Guantanamo Körfezi, Irak ve Afganistan'da ABD ordusu için görev yapmış bir savaş gazisi olan Pete Hegseth’i Savunma Bakanı olarak önermesi de dikkate değer. Şu an Fox News’da program sunucusu olarak görev yapan Hegseth gibi isimler Trump’ın siyasetine “milli destek” arayışının önemli bir göstergesi. Hegseth, ABD yasaları ile uluslararası savaş suçlarına karşı yasaların ABD’nin askeri başarılarını önlemeye meyilli bir yönü olduğunu dile getirerek avantajı elde bulundurmak için ABD’nin “savaş kurallarını/yasalarını yeniden yazması” gerektiğini de söylemiş bir isim.

2020'de Fox'ta yayınlanan bir programda, Hegseth, İran’ın Irak'taki ABD üslerine balistik füzeler atması karşısında, Trump’a, silah bulundurduğu tespit edilirse İran’ın ekonomik üslerinin yanı sıra kültürel miras alanlarına da saldırma çağrısı yapıyordu. İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu ile özel bir röportaj da gerçekleştirmiş Hegseth, Gazze ve Lübnan’a yönelik haberlerinde İsrail devletinin savunucusu söylemleriyle de biliniyor.

                                                              /././

Sonu kötü biten başka bir yerli teknoloji hikâyesi daha...-Füsun Sarp Nebil-

Anlayacağınız mikrofona geçince herkes vatan-millet-Sakarya diyor ama biz de "ayinesi iştir kişinin lâf'a bakılmaz” diyoruz...

Eylül ayında meydana gelen Lübnan saldırıları sonrasında yine herkes bir ağızdan "Yerli Teknoloji" ve de "Milli Teknoloji" söylevleri atmaya başladı. AKP hükümetinin son 10-15 yılında önümüze sürekli algı amaçlı atılan "Yerli ve Milli" kavramlarını daha önce tartışmıştık. 2023'de 6 milyar TL zarar ettiği kaydedilen TOGG olayıyla zaten seçim döneminde propoganda amaçlı neler yaptıklarını gördük. Güya yerli ve milli teknoloji ama en düşük kamu yöneticisi bile makam aracı olarak almıyor, ya da "TOGG alacaksınız" diye talimat verilmiyor.

Bu kapsamda daha önemlisi askeri alandaki teknolojiler. Bir konferansta yapacağım "askeri haberleşmenin teknolojik yönü" sunumunu bir kaç güne yayınlayacağım. Orada da yerlilik ve millilik olayının önemini daha iyi göreceksiniz.

Askeri haberleşmenin teknolojik yönünün bir alt kümesi, son 10 yılda sözünü defalarca ettiğimiz "ULAK baz istasyonu"dur. Aynen "Devrim Marka Araba" gibi ülkemizde geliştirilen bir yerli teknolojinin başına gelenleri gösteren örnek olarak tarihe karışmak üzere zannediyorum. Bu nedenle teknolojiyi geliştirme konusunda neden yol alamıyoruz, neden yapamıyoruz detaylarına bir bakış atalım.

3G baz istasyonu projesi

Bülent Kaytaz'ı 2000'lerin başında Oksijen firmasında tanıdım. PTT'nin efsanevi ARLA laboratuarından gelen, teknoloji dalgasının gideceği yönü önceden gören ve ülkemizde bir şeyler yapmaya çalışan bir mühendisti. "Softswitch üreteceğim" diye çıktığı yolda, Koç Grubundan, Karamehmet'e kadar herkese gidip, sonunda aradığı finansmanı Hakan Uzan ile bulmuştu. TMSF'nin Uzan Grubunu yoketmesinin arkasından ise, yoluna önce Sanko Grubu ve özelleştirmenin hemen arkasından da Türk Telekom alt şirketi olarak, ARGELA (PTT'nin efsanevi olmuş ARLA laboratuarına atfen) adıyla devam etti.

ARGELA telekom sektöründeki o gün için çok yeni olan teknolojiler üzerinde çalışıyordu. Bir örnek vermek gerekirse; TİVİBU (middleware), ARGELA'nın geliştirdiği bir projeydi (Türk Telekom sonra nedense kendi alt şirketinin ürettiği teknoloji yerine Ericsson'nun 30 milyon $'lık bir projesiyle yola devam etti. Türk Telekom'cular Tivibu'dan bu kadar senede bu 30 milyon $'ı geri kazandılar mı (ROI) bilmem).

Ama ARGELA'nın en önemli projesi, FemtoCell'i (3G) başlatmasıydı. Proje 2010-2011'de bir yerlere de geldi. Ancak

1- "Yerli ve milli teknoloji ile" asıl ilgilenmesi gereken zamanın AVEA genel müdürü, bu proje ile ilgilenmedi bile.

2- O dönemin Türk Telekom Genel Müdürü ise, insan kaynaklarından gelen bir yöneticiydi (hiç bir akrabamı işe aldırmadım diyen Ali Babacan ile akrabalık ilişkisi sayesinde bu pozisyonu aldığı konuşulmuştu). Teknik kişi olmadığından dolayı olsa gerek, şirketin geliştirdiği teknolojinin önemini farketmediği anlaşılıyor. Çünkü o dönem Argela bir ARGE firması olarak, finansman sıkıntısı çekiyor ve kendisinden gereken desteği alamıyordu.

 Yerli ve milli askeri haberleşme

Bu nedenle zamanın Savunma Sanayi Müsteşarı Murat Bayar'a gidildi. Konu ne miydi? Askeri sistemlere özel (yani güvenlikli) geniş bant kullanımı idi (Lübnan saldırısının haberleşmeyle ilgili olduğunu hatırlayın).

Böylece ULAK sistemi "askeri" olarak şekillendirildi. Ancak ARGELA Türk Telekom alt şirketi olduğu için zamanın Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım'ın da atlanmaması gerekti. O da olayın içine NETAŞ'ı kattı. Yani 3'lü bir yapı oluştu. Şu şekilde

1- Argela - OEM (radyo  ve çekirdeki ilk yapan yani projenin yaratıcısı olan firma) yapacak

2- Netaş - BBU (Temel bant ünitesi) yapacak

3- Aselsan - Uzak Radyo Ünitesi (RRU) yapacak

Sonradan NETAŞ'ın o dönemdeki yöneticilerinin konferanslarda sürekli "baz istasyonunu biz yaptık" demelerine karşın, böyle olmadığını o yıllarda da söyledim. Anlayacağınız daha projenin bu safhasında bile, projeyi yaratan ARGELA adeta çırak çıkarılmıştı.

O döneme dair ilginç bir olay da önce Argela için "kodları yurtdışından alıyor, yerli, milli gibi sunuyor" söylentileri uzantısında (neden olduğu bilinmez) Savunma Sanayi Müsteşarlığı'nın şirkete yaptığı baskındır. Kodları incelediler ve yerinde üretildiği anlaşıldı.

Proje bu şekilde 2011'de başladı ve 2013'de 40-45 milyon $ olarak projelendirildi ve imzalandı. Tübitak'tan gelen bu paranın yarısını Netaş aldı.

SSTEK kuruluşu

2014 yılında Murat Bayar görevinden ayrıldı ve Savunma Sanayi Müsteşarlığına İsmail Demir atandı. Tabii ki ekibi de değişti.  İsmail Demir ARGELA'nın "Software Defined Network (SDN)" projesini  sahiplendi. Gerçekten önemliydi.5G'nin çekirdeğinin temel taşlarından birisi SDN idi.  Projeye devlet teşviki verildi.

Bu da Netaş düzeyinde tartışmalara neden oldu. Netaş'ın ARGELA'nın projesinden rahatsız olduğu görüldü. Bu konuda müsteşarlığa yazılar yazdı. Bu durum 3'lü yapının sarsılmasına sebeb oldu. Argela'yı projeden dışarı atmaya çalıştılar. Ama dediğimiz gibi projenin temeli  ARGELA tarafından geliyordu.

Proje konuşulurken, Ulak baz istasyonu içinde 4.5 G-5G çekirdek başlatalım denildi. Asker amaçlı olan projenin, sivil operatöre de uyması mümkün fikri ortaya çıktı ve  2015 yılında Ulak projesi revize edildi. 40-45 milyon $'lık ilk destek bu sefer 67 milyon $'a çıkarıldı. Operatörlerden talepler alındı.

Sonra bu projeyi şirketleştirelim fikri çıktı. ULAK şirketi böyle ortaya çıktı. Bu konuda SSB'de bir çalıştay yapıldı. Aselsan pay alsın, operatörler de ortak olsun denildi. Ancak Mevzuat yüzünden SSB'nin şirket kurması sorunluydu. Bunun yerine Savunma Sanayi İcra Kurulu (SSİK) altında kurulması gündeme geldi.

"Kimsenin yatırım yapmak istemediği alanlara yatırım yapsın sonra da özel sektörde devretsin" mantığı ile Fikri Işık'ın Milli Savunma Bakanı olduğu dönemde "Savunma Sanayileri Teknolojileri (SSTEK)" kuruldu. % 100 SSB şirketi oldu ve zamanla holdingleşti. Şu anda sayfasına bakarsanız, altında 23 şirket var.

ULAK HABERLEŞME yani 4.5G baz istasyonu ile tanıdığımız firma ise 2017 yılında SSTEK altında kurulan 2 numaralı şirket oldu. Proje Argela'dan ayrıldı ve 15-20 kişilik bir ekiple, SDN üzerinde çalışılmaya başlandı. Genel Müdürlüğe Argela tarafındayken projede çalışan Metin Balcı atandı.

HTK kuruluşu

2009 yılında yapılan 3G şartnamesinde Türkiye'de yerli mobil haberleşme teknolojilerinin geliştirilmesi açısından heyecanlı bir madde vardı. Buna göre, Mobil operatörlerin KOBİ'lerden satın alım yapması ve % 30 yerli ürün/teknoloji kullanması şarttı.

Ancak 2015 yılına gelindiğinde mobil operatörler, BTK'ya başvuruda bulundular ve Türkiye'de 3G teknolojisi konusunda çalışan yerli firma olmadığı gerekçesiyle muafiyet istediler. Çünkü alım bırakın % 30'u, ancak % 0,9'da kalmıştı. BTK muafiyeti verdi. Oysa kablo, civata vs üreten firmalar vardı. Asıl istenen mobil teknolojilerde üretici olmasa bile bu kablo, civata kullanılabilirdi ama istenen muafiyet verildi.

Ama sanki bu muafiyeti veren BTK'nın kendisi değilmiş gibi, aynı günlerde yani 2016'daki 4G ihalesine bu sefer % 45 yerli şartı koydular (yani yine türbinlere, algıya oynadılar).

İşte 2017'de bu nedenle Haberleşme Teknolojileri Kümelenmesi (HTK) kuruldu. Bu sefer aynı şey olmasın ve yerlilik oranı oluşsun diye güçbirliği yapalım denildi. Savunma Sanayi Kümelenmesi gibi başarılı bir kümelenme olacağı düşünüldü.

Ancak HTK'nın, bizzat BTK tarafından baştan itibaren yanlış yönlendirildiği hep tartışıldı. Tüm HTK'nın üye sayısı 160 olduğu halde, sadece 15 firmayı içine alacak ve ULAK'ın yaptığı aynı işi hedefleyen bir proje yani "Milli ve Yerli Uçtan Uca 5G" Projesi yapıldı. İlk etapta verilen 80 milyon Tübitak teşvikine rağmen (daha sonra rakam 250 milyon TL'ye çıktı) ve 5 yıla rağmen HTK herhangi bir şey üretemedi. Bunun yerine sürekli ULAK'ın elindeki teknolojiyi istediler. Bunun için "mükerrer olmasın savı" öne sürdüler ama aslında tekrar olan kendileri idi. Önce gelen ULAK'tı.  Belki de özellikle bu yapıldı, ULAK bu sorunlarla uğraşsın ve yok olsun diye (ki benim izlenimim bu yönde).

Çatışmalar 

Buraya kadar aslında, yaratılmış gerçek projeleri sahiplenmeye ya da engellemeye çalışanları gördük. Bakanlıklar birbiri ile çatıştı. "Ben geliştirdim, vermem" modunda tartışamalar, çekişmeler sürdü.

Savunma Bakanlığından müsteşar yardımcısı iken Milli Savunma Bakanı yerine Sanayi Bakanı olan Faruk Özlü'nün ULAK'ın yerine HTK'ya 250 milyon fon açtığı görüldü. O dönem ULAK'a yapılan eleştiri noktalarından birisi şuydu; "Savunma Sanayii'nin haberleşmede yeri nedir?" Oysa proje zaten "Askeri haberleşme güvenlik projesi" olarak başlamıştı. Ama sonra operatörleri de içine almıştı. İşte bakın; Lübnan'da haberleşme sistemi üzerinden yapılan saldırılara bakın. Zaten bir kaç gün içinde yayınlayacağım yazıda da askeri kuvvetler için "yerli ve milli" teknolojinin önemini aktaracağım.

Dolayısıyla ULAK'ı sürekli olarak HTK içinde eritmeye çalıştılar. ULAK ise, bunun için ayrı ofis tutulması ve elemanların sadece bu işe ayrılması gerektiğini söyledi. Çatışmalar arttı. ULAK'ın finansal olarak desteklenmediği görüldü. Bu nedenle yeterince yatırım yapılamadı. Oysa dünyada Ericsson, Huawei, Nokia gibi 3 firmaya rakip bir teknolojiyi üretmekteydi.

Ben yol boyu buna dair yazıları yazdım.

Operatörler uzak durdu 

Mikrofonlara çıkan herkes "Vatan, Millet, Sakarya" diyor ama işe gelince yok. Alın işte TOGG örneği. O arabanın ne kadar yerli-milli olduğu da tartışmalı ama AKP seçim zamanı yerli-milli iddiasındaydı. Peki neden makam arabaları TOGG olmadı? Bugün TOGG zararda çünkü satması gereken miktarı satamıyor. "Babayiğit" arayanlar neden TOGG satın almak için babayiğitlik yapamadılar?

Benzer bir konu ULAK tarafında da var.

Bütün dünyada, özelleştirilmiş haberleşme sektörünün, kâr olmayan yerlere yatırım yapmayacağı düşüncesiyle, "Evrensel Hizmet Fonu" başlığı altında bir fon yaratılır. Bu fon, operatörlerin cirolarından kesilen paralarla oluşur ve hükümetin kendisinin, eksik olan yerlerde  telekom altyapısı oluşturmasına yardımcı olur.

2018'deki seçimler öncesinde, zamanın Ulaştırma Bakanı Ahmet Arslan'ın memleketine evrensel hizmet fonundan 1000 kadar köye baz istasyonu götürülecekti. O dönemde Evrensel Hizmet kapsamına "yerlilik oranı % 10'dan fazla olamaz" maddesi sokuldu. Ne ilginç değil mi?

Tabii ki itirazlar yükseldi ve mecburen % 30'dan az olmayacak şekline dönüştürüldü.

O dönem Barcelona'da, Operatörlerle ULAK arasında göstermelik 250'şerlik baz istasyonu talebi imzalandı. Bu kapsamda Vodafone Rize ve çevresindeki illerde 250 Ulak Baz İstasyonu Kurdu.

Turkcell bilahere,  90 milyon $lık anlaşma 2.600 baz istasyonu imzaladı. Ama bu 2.600 baz istasyonu hiç gerçekleşmedi.

Ulak şimdi ne durumda? 

2019'da Zafer Orhan Ulak'ın Genel Müdürlüğüne atandı (bugün Türk Telekom Network Genel Müdür yardımcısı). Şirket hala bir şeyler yapmaya çalışıyordu.

Zaman içinde  ULAK siyasi işe alımlarla dolduruldu ve eleman sayısı 400 kişiye kadar çıktı. İlginç olan bu kadronun 125 tanesi idari personel. Yani % 30'a yakını. Masraf arttı. Şirket maaş ödemekten, iyice yatırım yapamaz hale geldi.

Bugün ULAK'da herhangi bir gelişme yok.

-SDN durdu.

-5G durdu.

-Çalışanları da konferanslara, fuarlara katılmak ve plaket almak/vermek dışında bir şey yapmıyor.

Ali Taha Koç'a, Ahmet Akyol'a ve Ulak'a Sorular

Bugünlerde Turkcell'in başına Genel Müdür olarak atanan Ali Taha Koç daha önce Dijital Dönüşüm Ofisindeyken, Cumhurbaşkanlığına ULAK baz istasyonu kurdurmuştu. Biz de, hah bir yönetici ULAK'ın anlamını anladı diye düşünmüştük. Bu yazıyı yazarken, Turkcell'in başına geçen Ali Taha Koç'a şu soruları gönderdim ama kendisi cevap vermekten kaçındı.

Dijital Ofisin başındayken, ULAK baz istasyonunu gayet iyi desteklediğinizi hatırlıyorum. Böyle bir yazı da yazmıştım. Şimdi, Lübnan saldırı sonrası "yerli ve milli teknoloji" yazısı hazırlıyorum. Merak ettiğim şey şu; 

1- Ulak’ı hala destekliyor musunuz?

2- Turkcell'e Ulak baz istasyonu aldığınızı gö Hatta Turkcell'in sizden önceki yönetimler zamanında imzaladığı ve almadığı 2.600 gibi sayılarda sözleşmeler olacak. Özetle Turkcell'e ULAK almayı düşünüyor musunuz?

3- Ne zaman?

4- Almayacaksanız, nedenleri nelerdir?

5- ULAK ile Şile'deki temmuzda yapılması gereken ama ertelenen 5G denemesi için bir gelişme var mıdır?

Tabii ki ULAK'a da soru sordum. Onlara sorduğum ve cevap vermekten kaçındıkları sorular şunlar;

1- Ulak şu anda nelerle uğraşıyor?

2. Operatörlerden yeni 4.5 G baz istasyonu siparişi var mıdır?

3. Aselsan ile çalıştığınız  DMR dijital mobil radyo telsiz konusunda son durum nedir?

4. 5G çalışmalarınız ne durumda?

Aselsan'a da aynı sualleri sorduk Yani DMR dijital mobil radyo telsiz konusundaki son gelişmeleri ama onlardan da ses çıkmadı.

Ucundan yakalamıştık ama saçmalıklarla uzaklaştık

Son Notum şu; Burada farklı düşünenler olacağını biliyorum. Çünkü yol boyu bu fikirleri dinledim. Benim bu makalede anlatılan süreçlerle ilgili olarak ilgilendiğim şey "yerli teknoloji" idi.  

Önce yapamazlar deniliyordu. Sonra yapsalar da çalışmaz denildi. Sonra çalışsa da, o hızı yakalayamaz denildi. Ama o fikirlerin hepsi "taraf" olanların fikirleriydi. Bugün Doğu Karadeniz'de 5 ilde Ulak 4.5G baz istasyonu çalışıyor hala. Gördüğünüz gibi, çalıştığı anlaşıldığı andan itibaren de, herkes başarıyı kendine mâl etme peşine düştü ve geldiğimiz durumda ULAK ortada kalakaldı.

Ülkemiz mobil teknolojiler gibi çok önemli bir alanda 4.5G baz istasyonu ULAK'la teknolojinin bir tarafını yakalamıştı. Bugün hala Doğu Karadeniz'de çalışan Ulak baz istasyonları var. Ama bu teknoloji öldürüldü ya da ölmek üzere. Tam ucundan yakalamıştık ama Devrim arabası gibi, Demirağ'ın uçakları gibi, bu yüksek teknolojide elimizden kaydı... gidiyor... Bari askeriye önemini daha çok farketmiş olsaydı. Belki hala bu teknolojiyi harekete geçirebiliriz.

Anlayacağınız mikrofona geçince herkes Vatan-Millet Sakarya diyor ama biz de "ayinesi iştir kişinin lâf'a bakılmaz”diyoruz. Sonuç ortada…

                                                                 /././

2024 Ocak-Ekim bütçe karnesi; Bütçe KDV ve ÖTV’nin sırtında -Murat Batı-

ÖTV genel toplamı, geçen yıl aynı döneme göre yüzde 60,5 oranında artmış...

Hazine ve Maliye Bakanlığı kendi internet sitesinde 2024 yılı Ocak-Ekim dönemi bütçe gerçekleşmelerini yayımladı. Aşağıda detaylı şekilde göreceğiniz üzere vergi gelirlerinin yüzde 52’si KDV ve ÖTV tahsilatı oluşturmaktadır. Dolaylı vergilerin payı Ocak-Ekim döneminde yüzde 66,61; dolaysız vergilerin payı ise yüzde 33,39 gerçekleşti. Ayrıca KDV’den elde edilen 1 trilyon 888 milyar 794 milyon lira, toplam vergi gelirlerinin yüzde 32,51’ini oluşturmaktadır.

Merkezi yönetim bütçesi 2024 yılı Ocak-Ekim döneminde 1 trilyon 260 milyar 289 milyon TL açık verdi.

Diğer kalemlerin akıbetini ise aşağıda izah etmeye çalışayım.

2024 Ekim ayı bütçe gerçekleşmeleri

2024 yılı Ekim ayında merkezi yönetim bütçe giderleri 955,5 milyar TL, bütçe gelirleri 769,2 milyar TL ve bütçe açığı 186,3 milyar TL olarak gerçekleşmiştir. Ayrıca, faiz dışı bütçe giderleri 819,3 milyar TL ve faiz dışı açık ise 50,1 milyar TL olarak gerçekleşmiştir.

Genel görünüm aşağıdaki tabloda bulunmaktadır.

Merkezi yönetim bütçesi 2023 yılı Ekim ayında 95 milyar 461 milyon TL açık vermiş iken 2024 yılı Ekim ayında 186 milyar 271 milyon TL açık vermiştir. 2023 yılı Ekim ayında 28 milyar 651 milyon TL faiz dışı açık verilmiş iken 2024 yılı Ekim ayında 50 milyar 53 milyon TL faiz dışı açık verilmiştir.

2024 Ocak-Ekim dönemi bütçe giderleri

2024 yılı Ocak-Ekim döneminde merkezi yönetim bütçe giderleri 8 trilyon 114,1 milyar TL, bütçe gelirleri 6 trilyon 853,8 milyar TL ve bütçe açığı 1 trilyon 260 milyar TL olarak gerçekleşmiştir. Ayrıca, faiz dışı bütçe giderleri 7 trilyon 65 milyar TL ve faiz dışı açık ise 211,4 milyar TL olarak gerçekleşmiştir.

Merkezi yönetim bütçesi 2023 yılı Ocak-Ekim döneminde 608 milyar 63 milyon TL açık vermiş iken 2024 yılı Ocak-Ekim döneminde 1 trilyon 260 milyar 289 milyon TL açık vermiştir. 2023 yılı Ocak-Ekim döneminde 70 milyar 389 milyon TL faiz dışı açık verilmiş iken 2024 yılı Ocak-Ekim döneminde 211 milyar 385 milyon TL faiz dışı açık verilmiştir.

2024 yılı Ocak-Ekim döneminde merkezi yönetim bütçe giderleri geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 79,4 oranında artarak 8 trilyon 114 milyar 115 milyon TL olarak gerçekleşmiştir. Faiz hariç bütçe giderleri geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 77,3 oranında artarak 7 trilyon 65 milyar 211 milyon TL olarak gerçekleşmiştir.

2024 Ocak-Ekim dönemi bütçe gelir gerçekleşmeleri

Merkezi yönetim bütçe gelirleri Ocak-Ekim dönemi itibarıyla 6 trilyon 853 milyar 826 milyon TL olarak gerçekleşmiştir. Vergi gelirleri 5 trilyon 777 milyar 663 milyon TL, genel bütçe vergi dışı gelirleri ise 899 milyar 877 milyon TL olmuştur. 

Aşağıdaki tabloda 2024 Ocak-Ekim dönemi vergi gelirleri ve bu vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payları gösterilmiştir.  

Yukarıdaki tabloda da görüldüğü üzere 2024 Ocak-Ekim döneminde KDV ve ÖTV’nin toplam vergi gelirleri içindeki payı yüzde 52,21; dolaylı vergilerin payı yüzde 66,61 ve dolaysız vergilerin payı ise yüzde 33,39 olarak gerçekleşti.

Ocak-Ekim 2024 ile geçen yıl aynı dönem vergi tahsilatı karşılaştırılması

2023 yılı Ocak-Ekim döneminde bütçe gelirleri 3 trilyon 913 milyar 733 milyon TL iken 2024 yılının aynı döneminde yüzde 75,1 oranında artarak 6 trilyon 853 milyar 826 milyon TL olarak gerçekleşmiştir. 2024 yılı Ocak-Ekim dönemi vergi gelirleri tahsilatı geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 70,4 oranında artarak 5 trilyon 777 milyar 663 milyon TL olmuştur.

Aşağıdaki tabloda vergi kalemleri bazında Ocak-Ekim 2024 tahsilat tutarları ile geçen yılın aynı dönemdeki tahsilat tutarları ve değişim oranları bulunmaktadır.

Yukarıdaki tabloya göre 2024 Ocak-Ekim döneminde geçen yıl aynı döneme nazaran tahsilat oranı en fazla olan gelir kalemi petrol ve doğalgazdan alınan ÖTV, tütünden alınan ÖTV, BSMV, dahilde alınan KDV, dijital hizmet vergisi ile stopaj yoluyla alınan gelir vergisidir.

Petrolden ve doğalgazdan alınan ÖTV yüzde 155,9 ve dahilde alınan KDV ise yüzde 97,4 oranında artmıştır. Diğerlerinin artış oranları yukarıdaki tabloda görülmektedir.

ÖTV genel toplamı ise geçen yıl aynı döneme göre yüzde 60,5 oranında artmış.

Gelir vergisi yüzde 120; BSMV yüzde 173,8; harçlar yüzde 54,9; damga vergisi ise yüzde 78,8 oranında artmıştır.       /././

(T-24)



soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" + Sahaflar Çarşısı(XXXII) -17 Kasım 2024-

 Doğan Görsev aramızdan ayrılışının 9. yılında anılacak

Dokuz yıl önce kaybettiğimiz komünist yayıncı ve çevirmen Doğan Görsev, yarın gençler için düzenlenen bir okur etkinliğiyle anılacak.

18 Kasım 2015’de yaşamını yitiren TKP’li aydın, yayıncı ve çevirmen Gün Doğan Görsev, ölümünün dokuzuncu yılında İstanbul'da anılacak.

Doğan Görsev başta Komünist Manifesto olmak üzere Türkçe'ye kazandırdığı birçok Marksist eser, kuruluşuna imza attığı Konuk Yayınları gibi çok sayıda yayınevi ve Türkiye okuruna ulaştırdığı sayısız kitapla ülkemizin düşün tarihine iz bırakmış bir aydındı.

1951’den beri TKP’li bir komünist olan Görsev, Onur Kurulu üyesi olduğu Barış Derneği’ne açılan davada, aynı zamanda TKP davasında da sanık olduğu için idam istemiyle yargılanan tek kişiydi. Sürgünde de ülkesine dönünce de partili mücadeleyi bırakmadı.

TKP İstanbul İl Örgütü yaşamının en büyük amacı gençleri doğrularla buluşturmak olan Doğan Görsev’i bu yıl da eğitsel bir etkinlikle anıyor.

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan’ın katılımıyla, Yazılama Yayınevi’nden çıkan “Devrimin Gölgesinde” kitabıyla ilgili bir genç okur buluşması düzenlenecek. Etkinlik 17 Kasım Pazar günü saat 15:00’de Kadıköy Nâzım Hikmet Kültür Merkezi'nde düzenlenecek.

Doğan Görsev kimdir?

18 Kasım 2015 tarihinde yitirdiğimiz Doğan Görsev 1931 doğumluydu. Askeri lise öğrencisiyken tanıştığı Türkiye Komünist Partisi’ne 1951 tevkifatının çok kısa bir süre öncesinde katıldı. Tutuklanmadı ama TKP’yle ilişkisi uzun dönem için kesildi.

1953 yılından itibaren sivil hayata geçti ve bir yandan üniversite okurken bir yandan çalışmaya ve hep asıl işi olarak gördüğü çevirilere başladı.

İlk çevirisi, 1965 yılında yayınlanan Henri Lefevbre’in “Sosyalist Dünya Görüşü” oldu.

1967 Yılında Pencere Yayınları ile yayıncılığa başladı. 12 Mart sonrasında Konuk Yayınları ile devam etti.

Türkiye İşçi Partisi’ni destekleyen aydınların arasında bulundu. TKP ile tekrar ilişkiye geçmesi 70’lerin başında oldu ve yayıncılık faaliyetlerinde rol aldı. Bir yandan da İBB’de Basın Yayın Müdürü olarak çalıştı. Barış Derneği’nin Onur Kurulu üyesiydi.

12 Eylül’de tutuklandığında hem TKP hem de Barış Derneği davasında dahil olduğundan idam istemiyle yargılandı. Dört yıla yakın bir süre çeşitli cezaevlerinde yattı. Her gittiği cezaevine anmalar, eğitimler ve çeviri çalışmaları taşıdı. Birlikte yattığı insanlara hem bilgi aktardı hem de gerektiğinde cesaret verdi.

Cezaevi sonrasında parti kararıyla ve görevle yurtdışına çıktı. Yaklaşık yirmi yıl ağırlıklı olarak Almanya’da yaşadı. Yurtdışında da parti faaliyetlerinde rol aldı. Başta Komünist Manifesto olmak üzere Marksist klasiklerin Türkçeye kazanılmasıyla uğraştı. Bu arada TBKP’nin kuruluş sürecine katıldı. Barış hareketi ve Nâzım Hikmet ile ilgili çeşitli etkinlikleri düzenledi ve katılımcısı oldu.

Yurda döndüğünde, yeniden kurulan partisiyle buluştu ve bir yandan eski çevirilerinin tekrar yayınlanmasıyla bir yandan da yeni çevirilerin Türkçeye katılmasına emek verdi.

                                         https://youtu.be/sHZBbznPxyQ

Doğan Görsev’in yazdığı veya çevirdiği kitapların bazıları şunlardır:

- Türkiye Barış Komitesi Derneği Serüveni Üzerine, Barış Derneği Kitaplığı

- 12 Eylül Anıları, Yazılama Yayınevi

- Komünist Manifesto, Karl Marx, Friedrich Engels, Yazılama Yayınevi

- Marksist Leninist Felsefe, Aleksandr Şeptulin, Yazılama Yayınevi

- Marksizm, Sosyalist Dünya Görüşü, Henri Lefebvre, Yordam Kitap 

                                                        ***

Eskişehir siyanürlü madene karşı yürüdü: 'Doğanın talanına boyun eğme!'-Yekta Armanc Hatipoğlu-

Koza ve Cengiz'in halk sağlığını tehdit eden maden projelerine tepki büyüyor. Projeleri ve olası sonuçlarını Eskişehir-Bilecik Tabip Odası’ndan Dr. Akif Aladağ ile konuştuk.

Koza Altın İşletmeleri’nin Eskişehir’in Sarıcakaya ilçesine yapmayı planladığı altın ve gümüş madeni projesine, bölgede yaşayan yurttaşların ve çevre örgütlerinin itirazı sürüyor. 

Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü projeye alelacele “Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) gerekli değildir” kararı verdi. Projenin hayata geçmesi durumunda bölgenin zengin doğası kâr hırsına kurban gidecek.

Eskişehirli yurttaşlar dün, Eskişehir Doğa ve Yaşam Platformu öncülüğünde hem Koza Altın’ın Sarıcakaya’daki hem de Cengiz Holding’in Alpagut-Atalan’daki maden projesine karşı Köprübaşı’nda bir araya gelerek Yediler Parkı’na yürüdü. 

Eskişehir Doğa ve Yaşam Platformu adına Mert Yedek tarafından okunan basın açıklamasında “Sadece şehrimizin değil ülkemizin gözbebeği olan bu bölge, büyük bir maden havzasına dönüştürülmek isteniyor” denildi.

Eskişehir Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü’nün projeye hızla “ÇED gerekli değildir” kararı verdiğinin söylendiği açıklamada, yıllardır Sivrihisar Kaymaz yakınında siyanürlü altın madeni işleten Koza Madencilik Şirketi’nin söz konusu bölgede kapasite artırımı talebine mahkemenin yürütmeyi durdurma kararı verdiği ancak Koza Madencilik Şirketi’nin daha fazla kâr elde etmek için hukukun arkasından dolanarak maden çıkarma faaliyetini Kaymaz’dan Sarıcakaya’ya kaydırdığı ve Bilal Habeşi mahallesinde yeni maden sahası açmak için girişimde bulunduğunun ortaya çıktığı kaydedildi.

Reklamla gerçek birbirini tutmuyor: Bölgede tarım ve hayvancılık yapılıyor

Maden projesini ve projenin olası sonuçlarını, basın açıklamasının hemen ardından Eskişehir-Bilecik Tabip Odası’ndan Dr. Akif Aladağ ile konuştuk. 

Alanın 1600 hektar olarak göründüğünü ancak “ÇED gerekli değildir” denilen kısmın 22 hektar olduğunu söyleyen Aladağ, mevzuata göre 25 hektarın altındaki alanlar için ÇED gerekli değildir kararı alınabildiğini söyledi. 

Koza Altın’ın 424 sayfalık proje tanıtım dosyasında bölgede tarım alanı olmadığını, hayvancılık yapılmadığını iddia ettiğini belirten Aladağ bunun gerçekleri yansıtmadığını söyledi. Alanın tam anlamıyla tarım havzası olduğunu söyleyen Aladağ, bölgenin mikroklima iklimi nedeniyle yılın 12 ayı üretim yapılabildiğini ifade etti. Bölgede hayvancılık, arıcılık, ipekböcekçiliği ve zeytincilik yapıldığını belirten Aladağ olası bir maden projesinde bu etkenlerin de göz önünde bulundurulması gerektiğini söyledi. 

                                                         Dr. Akif Aladağ

Sözlerine altın madenciliğinin evrelerini anlatarak devam eden Aladağ, şunları söyledi: 

“Biliyorsunuz altın madenciliği birkaç evre içeriyor. Önce ağaçları kesiyorlar, sonra üstteki toprağı sıyırıyorlar, sonra patlatmalarla madenin olduğu kata giriyorlar, sonra bir çukur açıyorlar ve pasa çıkartıyorlar.” 

Bu projede günlük 300 tona yakın bir tüvenan cevherin, yani maden ocaklarından çıkarılan ve işlenmemiş yeni çıkarılan cevherlerin Kaymaz’a götürüleceği, yani yaklaşık 130 kilometre uzağa taşınacağını ifade eden Aladağ bu durumda çok ciddi bir tozuma olacağını, bu tozumanın çevre köyleri etkileyeceğini söyledi. 

Maden projesi halk sağlığını tehdit ediyor

Projedeki en büyük sorunlardan birinin çıkan pasanın ve cevherin yeraltında sessiz duran ağır metallerin yeryüzüne çıkarak doğaya karışacak olması olduğunu kaydeden Aladağ, bunun çevreye ve insanlara zarar vereceğini ve bu problemin raporda olmadığını ifade etti. 

Açığa çıkan ağır metallerin ölü ve sakat doğumlardan solunum yolu hastalıklarına kadar pek çok sağlık sorununa neden olabileceğini ifade eden Aladağ, bunun yanı sıra tarımsal ürünlere bulaşan ağır metaller sonucu çiftçinin elindeki malı da bir süre sonra satamayacağını belirtti. 

“Biliyorsunuz birçok ürünümüz yurtdışından; Avrupa’dan, Rusya’dan geri dönüyor. Neden? Aflatoksin, ağır metal, insektisit, zehirli ilaçlar içeriyor. Bir süre sonra bu bölgede yaşayan insanlar da ürünlerini satamaz olacak.”

Basın açıklamasında, TEMA’nın Eskişehir’in toplam yüzölçümünün yüzde 71’inin 4. grup madencilik için ruhsatlandırıldığı bilgisi paylaşıldı. 

‘Maden tahrip olmuş insanlar bırakacak’

Devletin, kâr-zarar hesabı yapması durumunda da bu işin zarara yol açtığını söyleyen Aladağ, bu sözlerini şöyle temellendirdi: 

“Kâr-zarar hesabı yapıyorsa eğer devlet bu işte, şunu düşünmeli: Ben bu doğaya dokunmazsam, sosyal ve ekonomik olarak acaba bu insanlar ülkenin ekonomisine daha mı çok katkı sağlar? Oradaki tarım ürünleri, hayvancılıkla belki daha fazla kazanç sağlıyorlar. Hem istihdam sağlıyorlar hem insanların sağlıklı yaşaması için daha güzel bir ortam yaratıyorlar. Proje gerçekleşirse hem bedenen hem psikolojik olarak tahrip olmuş insanlar bırakacaklar. Orada yaşayan insanlar bir müddet sonra orayı terk edecek, bu ciddi bir sosyal probleme yol açıyor. İnsanlar kendi topraklarından ayrılarak başka bir yerde yaşam kurmaya çalışıyor. Bu ciddi bir travmaya yol açıyor.” 

Şirketin iddiasının bölgeyi “rehabilite” etmek olduğunu ifade eden Aladağ, bunun gerçeklemeyeceğini diğer maden projelerinden bildiklerini söyledi: 

“Madeni çıkardıktan sonra niçin kârlarını azaltsınlar? Orası ormanı yok edilmiş, sürekli asit drenajı yaratan bir pasa yığını olarak kalacak.” 

‘Maden çıkarılsın ama çevreye saygılı yapılmadıktan sonra zarar getirecektir’ 

Devletin bütün etkenleri hesaba katması gerektiğini ancak bu işin tamamen rant için yapıldığını, diğer hiçbir etkenin ranttan daha önemli görülmediğini söyleyen Aladağ, “vahşi madenciliğin” altında yatan sebebin rant hırsı olduğunu belirtti. 
Aladağ, madenciliğin kamu eliyle yürütülmesi gerektiğini, kamu kurumlarının gerekli hesapları yaparak bu işe girmesi gerektiğini söyledi. 

Aladağ, sözlerine şöyle devam etti: 

“Elbette maden çıkarılsın, çıkarılmasın değil ama sen bunu doğaya, çevreye saygılı yapmadıktan sonra bu ülke ekonomisine kâr değil zarar olarak dönecektir.” 

Koza Altın kimin, AKP’yle ilişkisi ne? 

Türkiye’nin en büyük altın işleme firmalarından Koza Altın İşletmeleri, firari Fethullahçı Akın İpek’in sahibi olduğu İpek Holding’e bağlı, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra kayyım atanan yirmi iki şirketinden biri.

Koza Holding’e bağlı on iki şirket Hazine’den AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın başında olduğu Türkiye Varlık Fonu’na (TVF) devredildi.

TVF ve ona bağlı şirketler, pek çok kanundan bağımsız çalışabiliyor. Devlet Memurları Kanunu, Sayıştay Kanunu da dahil olmak üzere çok sayıdaki kanundaki hükümler, TVF ve Varlık Şirketleri ile Varlık Şirketleri tarafından kurulacak diğer şirketler üzerinde uygulanamıyor. Ayrıca fonun mal varlığı rehin edilemiyor, başka bir amaçla tasarruf edilemiyor, ihtiyati tedbir konulamıyor, iflas masasına dahil edilmiyor, gelir ve kurumlar vergisinden de muaf tutuluyor.

Gümüşhane’de Mastra, İzmir’de Ovacık ve Çukuralan gibi işletmelerde siyanürle altını araması yapan şirket, 31 Aralık 2023 tarihi itibariyle Türkiye genelinde 256 maden ruhsatını elinde bulunduruyor.

                                                         /././

Ulusların kaderi -Berkay Kemal Önoğlu-

"Aklımızı yitirmediysek ya da dönek değilsek ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını emperyalizm olgusunu görmezden gelerek yorumlayamayız."

Ne dediklerini bilmiyorlar ya da söylediklerinin nereye varacağını. Lenin herhangi bir bağlamda emperyalist güçlerle aynı cephede yer alamaz. Kazara oldu ya, kader ağlarını ördü ve siyasi denklem bu ikisini aynı safta yan yana getirdi. 

Aklınızı mı yitirdiniz? Getiremez! O mızrak o çuvala sığmaz.

Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı tarihin gördüğü en büyük siyasi birlik projesinin, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin doğuşuna giden süreçte ortaya konmuş, dönemin nesnelliğini işçi sınıfı lehine okuyan ve müdahale eden olağanüstü önemde bir taktik adım. Ve bu ne güzel bir çeviridir öyle, kendi kaderini tayin etmek… Ama tarihsel bağlamından koparılarak, emperyalizm olgusu görmezden gelinerek ve bu anlamda Lenin’le Wilson eşitlenerek değerlendirilseydi ve kerameti kendinden menkul bir değişmez ilke sayılsaydı herhalde kaderden çok "kadersizlik" daha doğru bir kelime seçimi olurdu.

Neyse ki Lenin’in mirasına ihanet anlamı taşıyan bu tür bağlam-dışı okumaların sahipleri kendi siyasi pozisyonlarına Lenin’den meşruiyet devşirebilmenin hala çok gerisindeler. Örtmeye çabaladıkları gerçekler görmezden gelinemez, geçiştirilemez nitelikte oldukları için.

Sovyetler Birliği sonrası türeyen yenilgici/yeni solun geçmişe dair pişmanlıkları, “Nerede hata yaptım?”, sorusuna bulduğu yanıtlar onu iktidar mücadelesinden, sosyalizme inanmaktan geri bıraktı. İktidarı istemeyen, sınıf kavgası vermeyen ve siyasetin sınıfsal arka planına yabancılaşan bu sol kendisini tasfiyeye taşıyan bu sürecin sonunda beklendiği üzere, bir tür hak ve özgürlükler mücadelesine sıkıştı kaldı. Tarihsel mücadele içinde iktidar arayışına yontacağı ne varsa da bu ayakları havada “hak ve özgürlükler” mücadelesinin manivelası haline getirmekten çekinmedi. E çekinmez çünkü bu işlev aslında onun ana aktör olmayı bıraktığı yeni dünyasında bir biçimde varoluşunu sürdürebiliyor olmasının tek koşulu. Solun haklılığı ve meşruiyetinden başkalarının da faydalanabilmelerini, ellerini yıkayabilmelerini sağlamak, yani ibrikçilik. Fakat bu işlevi yerine getirebilmek de artık pek kolay değil. Buna çomak sokan ve hoşlarına gitmeyen her türlü çıkışın karşısına hiçbir özgünlük barındırmayan aynı ezbere cümlelerle, adeta histeri nöbetleri geçirircesine çıkmaya kalkmaları bundan. Varlıkları tehlikede...

Ekim Devriminin sosyalist iktidara taşınmasında siyasal dengeleri Bolşevikler lehine değiştiren en önemli iki başlıktan biri emperyalist savaşın sonlandırılması çağrısı ise diğeri “halklar hapishanesi” olarak nitelenen Çarlık Rusyasında yaşayan tüm uluslara ayrılma hakkının tanınması olmuştur. Bu iki başlıkta da Bolşevikler muazzam ölçüde siyasal güç devşirebilmişler ve bunları devrimin önünü açacak yönde değerlendirebilmişlerdir. Ayrılma hakkı mutlakiyetçi Rus İmparatorluğu'nun çatısı altında ezilen tüm ulusların sosyalist devrime kazanılmaları ve ortak bir kurtuluş fikri etrafında örgütlenmeleri yolunda çok büyük bir adımdır. Lenin’in ayrılma hakkını her ulustan proletaryanın aristokrasi ve burjuvaziye karşı ortak mücadelesini kuvvetlendirecek bir dinamik olarak görmesi de meselenin esasını oluşturmaktadır.

“Proletarya, eşitliği ve ulusal devlet kurma hakkı eşitliğini tanırken, bütün ulusların proleterlerinin birliğine pek büyük değer verir ve her ulusal istemi, her ulusun ayrılma hakkını, işçilerin sınıf savaşımı açısından değerlendirir” bundan daha açık olunabilir mi? 

Bolşevikler ulusal soruna dönük attıkları adımlarla özellikle Rusya’nın batısında yer alan ve kapitalist gelişmede kat ettikleri yolu uluslaşma sürecinde kat edememiş topluluklara önemli bir çağrıda bulunmuş oldular. Çağrı, buralardaki ulusal mücadelelerle işçi sınıfının iktidar mücadelesinde yolları birleştirmektir. Ulusların kendi kaderlerine, geleceklerine hükmedebilmelerinin koşullarını yerleştirmek de böyle mümkün olur. Lenin'in tam bu noktada, ayrılma hakkının dışında kalan ulusal kültürel özerklik gibi talepleri küçük burjuva milliyetçiliği olarak eleştirmesi de bu bağlam içinde anlamlı hale gelmektedir. Bolşevikler bir yandan yolları birleştirirken diğer yandan devrim stratejisinde bir yere oturmayacak ulusal mücadele biçimleriyle, eş zamanlı olarak, yolları ayırmıştır.

Burada bir parantez açalım. Bildiğiniz gibi Türkiye’de hiçbir konuda pozisyonlarını açıkça ifade etmedikleri için ancak TKP’nin geliştirdiği tutuma itiraz ettiklerinde haklarında fikir sahibi olduğumuz kesimler mevcut. Bunlar da görünen o ki Türkiye’deki ulusal soruna ilişkin ayrılma hakkı dışında bir takım demokratik talepler ileri sürüyorlar. Yani aksini hiçbir yerde duymadım da okumadım da. Bu durumda onlar da küçük burjuva milliyetçiliği mi yapmış oluyorlar? Lenin’i bağlam-dışı okuyup yorumlamak bu değerlendirmeyi de zorunlu kılmıyor mu? Geçelim…

Demek ki neymiş? Ayrılma hakkı ancak son derece geniş bir bağlam içinde yerli yerine oturuyormuş. Emperyalist savaşa karşı mücadelede, burjuvaziye karşı mücadelede, feodal yapıya karşı çağdaş, ileri olanı destekleme mücadelesinde… Ve değişmez bir ilke değil, sosyalizm hedefine sıkı sıkıya bağlı, güçlü, iddialı bir siyasal çıkış anlamı taşıyormuş.

Zaten Lenin’in, "self-determinasyon"un emperyalizm tarafından işlevlendirilebilecek bir olgu olduğunu, düşünmemiş olması muhtemel mi?

Öyle olsaydı, “bağımsız devletlerin doğuşunun bazen de emperyalizmin güçlenmesi anlamına geldiğini" yine O'nun kaleminden nasıl okuyabilirdik?

Olmaz. Tekrar söyleyelim, aklımızı yitirmediysek ya da dönek değilsek UKKTH’nı emperyalizm olgusunu görmezden gelerek yorumlayamayız. Devrim teorisi içinde anlamını bulan bir siyasal çıkışa mütemmim cüz muamelesi yapamayız. Emperyalizmin bir taraftan ulusal hakları gasp ettiğini, baskıladığını ama diğer taraftan kendi çıkarları doğrultusunda rahat yönlendirebileceği, zayıf yerel otoriteler yaratmayı da bir fırsat olarak gördüğünü ve bu sayede alanını genişlettiğini hesaba katmak zorundayız. Uluslararası tekellerin siyasal ajandalarında araç haline gelmemek için emperyalizmin güncel eğilimlerini, geniş açılı stratejilerini mutlaka doğru değerlendirmek gerekiyor.

Doğru değerlendirelim ki Lenin’i asla emperyalizmle aynı cephede anmayalım.

Tabii eğer bir kadersizlikten değil de ulusların kendi özgür geleceklerine hükmettikleri umutlu bir dünyadan söz edeceksek…

                                                          /././

Evrensel "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -17 Kasım 2024-

 

Patronlar yoksulluğu nasıl silaha dönüştürür?-Kansu Yıldırım-

IMF Türkiye Masası Şefi James Walsh, IMF-Dünya Bankası yıllık toplantısında Reuters’a yaptığı açıklamada, Türkiye’de asgari ücrete “Bu yıl yüksek artışın yapılmamasını umduklarını” ve asgari ücrete yapılacak zammın “Enflasyon beklentileri için büyük bir çıpa oluşturduğunu” söyledi. Walsh, IMF’nin ağustos ayında yayımladığı Türkiye için “4. madde gözden geçirme raporu” çerçevesinde görüşlerini dile getirirken, hükümetin de yoksul kesimleri desteklemesinin ve ilgili sübvansiyon reformlarının gerekli olduğunu belirtti.

IMF’nin asgari ücret artışına itiraz ederken yoksullara destek çağrısı yapması çelişkili gibi görünse de sermayenin üretim sürecini, işçi demografisini ve toplumsal yapıyı kontrol altına alma stratejisinin bir parçasıdır.

YOKSULLUKLA MÜCADELEDEN YOKSULLUĞU AZALTMAYA

Ücretleri düşüren ve gelir dağılımı adaletsizliğini artıran politikalar işçi sınıfının yoksullaşmasına neden olurken yoksul halk kitlelerini büyütür. Yoksulluk ne kadar sürdürülebilir kılınırsa, yoksullaşan kitleler de bağımlı hale gelir. Kapitalizmin karakteristik özelliklerinden biri, yoksulluğu yeniden üretecek dinamikleri güçlendirmektir. Bugün IMF Türkiye Masası Şefinin, dün salgın döneminde Dünya Ekonomik Forumu (WEF) veya Dünya Bankası (DB) gibi sermaye örgütlerinin reçetelendirdiği “yoksullara destek” amaçlı reform paketlerinin altındaki saik, işçi sınıfını yoksullaştırmaktır.

Bu doğrultuda “yoksullukla mücadele” politikaları yerini “yoksulluğun hafifletilmesi” veya “yoksulluğun azaltılması” (poverty alleviation) olarak bilinen neoliberal politika setlerine bırakmıştır. Yoksulluğun azaltılması politikalarında hükümet dışı kurum ve aktörlere hareket alanları tanınmıştır. Neoliberalizmin kamunun siyasal birliğini ve mülkiyet yapısını parçalama stratejisiyle uyumlu bu politikalar, sermayeye “hayırseverlik” kisvesi altında alan açmayı da kolaylaştırır. IMF, DB ve WEF’in önerdiği yoksul hanelere destek paketleri, sömürüye ve mülksüzleştirmeye dayalı bu tiyatroyu daha uzun süre devam ettirmekten, yoksul nüfusu büyütmekten başka bir amaca hizmet etmez.

ÜCRETLİ EMEK VE YOKSULLUK

Kapitalizmde yoksul nüfusu büyütmenin öncelikli araçlarından biri ücretlerin genel seviyesini düşürmektir. İşçi sınıfı daha çok çalışıp daha düşük ücret aldıkça, patronların kâr oranları o ölçüde artar. Ancak bununla sınırlı kalmayan bir boyut daha vardır. Sınıfın siyasal ve iktisadi bağımlılığı perçinlenerek, sınıf-içi katmanlarda düşük ücretlerle güvencesiz çalışan sayısı hızla artar. Ücretlilik sisteminin kendisi, Karl Marx’ın “Ücretli Emek ve Sermaye”de bahsettiği “işçinin köleliği, kapitalistin egemenliği” dediği türden eşitsiz ilişkinin kaynağıdır.

Reel ücretler küresel ölçekte düşüş eğilimindedir. Gelişmiş kapitalist devletler olan G20 ülkelerinde ve Türkiye’nin de aralarında olduğu gelişmekte olan ülkelerde ücretler aşağı yönlü seyretmektedir. ILO’nun 2022-23 küresel ücret raporuna göre, dünyadaki ücretli çalışanların yaklaşık yüzde 60’ını oluşturan G20 ülkelerinde reel ücretler 2008 krizinde eksi yüzde 1.1’e, salgın sonrası dönemde 2022’nin ilk yarısında eksi yüzde 2.2’ye gerilemiştir. Ücret artışının diğer ülkelerin bir çoğundan daha yüksek olduğu Çin hesaplamalardan hariç tutulduğunda, reel ücretlerdeki azalmanın yüzde 1.5 olduğu görülmektedir.

Reel ücretlerdeki gerileme bölgesel bazda şu şekildedir: Kuzey Amerika’da (Kanada ve ABD), ortalama reel ücretlerde artış 2021’de sıfırlanmış, 2022’nin ilk yarısında eksi yüzde 3.2’ye düşmüştür. 2022’nin ilk yarısında Latin Amerika ve Karayipler’de eksi yüzde 1.7; Avrupa Birliğinde eksi yüzde 2.4; Doğu Avrupa’da eksi yüzde 3.3’e düşmüştür. Asya-Pasifik’te reel ücret artışı 2020’de yüzde 1’e gerilemiş, 2021’de yüzde 3.5’e yükselmiş ve 2022’nin ilk yarısında tekrar düşerek yüzde 1.3’e gelmiştir.

Marx, 1844-1848 yazılarında “Modern işçi, sanayinin gelişmesiyle yükseleceği yerde hep aşağı, hatta kendi öz sınıfının koşullarından daha aşağı iner. İşçi bir yoksula dönüşür” diye belirtir. Ücretler genel seviyesinin gerilediği bir dönemde milyonlarca işçi yoksullaşmakta, mevcut yaşam standardının altına düşmekte, asgari geçim düzeyinden uzaklaşmaktadır. İşçi sınıfı emek piyasasına daha güvencesiz, korumasız ve örgütsüz şekilde dahil olduğu ölçüde hak ve ücret pazarlığı kapasitesi azalır. Bu eğilim, kapitalist birikimin genel yasasıyla uyumlu şekilde sermaye tarafından hemen tüketilebilir emek-gücünü büyütür.

DURGUN ARTIK NÜFUS ORDUSU BÜYÜYOR

Kapital’in birinci cildinden yola çıkarsak, işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşullarındaki gerileme faal işçi ordusu içerisindeki göreli durgun artık nüfusun genişlemesine yol açar. Sınıfın bu katmanı, “Düzensiz şekilde çalıştırılan”, “Sermayeye bitmek bilmeyen kullanılabilir emek gücü kaynağı sağlayan”, buna karşılık “Yaşam koşulları ortalama işçi sınıfının normal düzeyinin altına düşen” sömürü kaynağı olarak şekillenir. Maksimum çalışıp minimum ücret alan durgun artık nüfus, ucuz emeğe dayalı emek yoğun sektörlerin ayakta kalmasını, öte yandan ücretlerin baskılanmasını kolaylaştırır.

Marx’ın belirttiği üzere, kullanıma hazır emek-gücünün büyüklüğünü artıran nedenler, sermayenin genişleme gücünü artıran nedenlerle aynıdır: “Sefalet, faal sanayi ordusunun hastanesi ve yedek sanayi ordusunun safrasıdır.” Göreli artık nüfus üretimi sefalet ve yoksulluk üretimini içerir; sefalet, göreli artık nüfusla birlikte kapitalist üretimin ve zenginlik artışının bir varlık koşulunu oluşturur. Kısacası, işçi sınıfının ve artık nüfusun sefaleti ile kapitalistlerin zenginliği arasında doğrudan ilişki söz konusudur.

ÜCRET MÜCADELESİNİN ÖNEMİ

Sermaye; yoksulluğu metalaştırarak, işçi sınıfını yoksullaştırarak, sınıf-içi katmanları karşı karşıya getirerek toplumsal egemenliğini inşa eder. IMF Türkiye Masası Şefi, ücretlerin genel seviyesinin düşük tutulmasının daha çok yoksullaşma anlamına geldiğinin farkındadır. Bu nedenle yoksul hanelere destek önerisini kapitalizmin yüzyıllara yayılan birikimi ışığında dile getirir. Yakın zamanda Asya-Pasifik ve Afrika ülkelerinde yaşandığı üzere yoksul halk isyanlarının iktidarlar ve şirketler açısından oluşturduğu potansiyel tehditleri bertaraf etmek, kontrol edilebilir bir yoksulluk yaratmak bu stratejinin bileşenleridir.

Maurizio Lazzarato'nun işaret ettiği üzere neoliberal politikaların toplumsal alana müdahalesinin sonuçlarından biri yoksulluktaki artıştır ve eşitsizliğin güvencesizliğin artışı sermaye açısından sorun teşkil etmez. İşçi sınıfı daha çok bağımlı hale geldikçe kontrol edilebilir nüfusun artacağı beklentisi oluşur. Ücret mücadelesi, sadece parasal anlamda değil, sermayenin yoksullaştırma aracılığıyla hegemonya kurma düzeneğine karşı bir sınıf meselesidir. Türkiye’de ortalama ücretlerin asgari ücret ve civarına endekslendiği OVP döneminde ücret mücadelesi, işçi sınıfının siyasal mücadelesinin basamaklarındandır.

                                                        /././

Çalışma Sosyal Güvenlik Bakanlığı bütçesi sömürücülerin bütçesi -Deniz İpek-

TBMM Plan ve Bütçe Komisyonunda Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının (ÇSGB) 2025 yılı bütçe görüşmeleri geçtiğimiz günlerde yapıldı ve tabii ki AKP ve MHP’li oylarla kabul edildi. Sendikal örgütlülüğün artırılmasına önem verdiklerini iddia eden Bakan Vedat Işıkhan Komisyonda 2013 yılında yüzde 9.21 seviyelerinde olan işçi sendikalaşma oranının, 2024 yılı itibarıyla yüzde 14.80 seviyelerine yükselmesini övünerek anlatıyor. Oysa bu artışta 4 Aralık 2017 tarihinde çıkan kamudaki taşeron işçilerin yine kamuya ait şirketlere geçirilmesinin etkisi var. Ocak 2024 istatistiklerinde kendi bakanlığı döneminde yani 10 ay önceki istatistiklerde sendikalı işçi oranı yüzde 15.22 iken, 2024 temmuz ayındaki oran yüzde 14.80’e gerilemesine değinmeyen bakan 2001 yılındaki sendikalı işçi oranının yüzde 57.2 de olduğunu ise aklına bile getirmiyor. Toplu iş sözleşmesi kapsamındaki işçi oranı Türkiye’de yüzde 7 ve 15 milyondan fazla işçi toplu sözleşme yapamadan çalışıyor.

İŞ CİNAYETİ SAYISI YÜZDE 30 ARTTI

İş kazası ölüm oranının ciddi oranda azaldığını söyleyen Işıkhan, “Tüm bunlarla beraber, geleceğimiz olan çocuklarımız ve gençlerimiz için okul öncesinden başlamak üzere iş sağlığı ve güvenliği kültürünün yerleşmesi amacıyla kapsamlı bir süreç başlatacağız” diyor. İş cinayetleri azılıyor yalanını 2024 mayısta da dile getiren Işıkhan’a rağmen kendi bakanlığına bağlı kurumu SGK’nin 2023 istatistiklerine göre; 4a kapsamında 1966, 4b kapsamında 6 sigortalı olmak üzere 1972 sigortalı iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. İş cinayeti sayısı da bir önceki yıla göre yüzde 30 artmış.

YENİ İŞ KANUNUNDA HEDEF GÜVENCESİZLİK

Erdoğan hükümetinin OVP ve bütçe planlarına paralel olarak işçilerin kazanılmış haklarını budamak üzerine giriştiği yeni “iş kanunu” hazırlıklarına bütçe görüşmesinde Işıkhan, “İş gücü piyasasındaki yeni dinamiklere uygun, iş barışını ve sosyal güvenliği güçlendirecek ‘yeni iş kanunu’ hazırlıkları için çalışmalarımızı titizlikle yürütüyoruz” diyerek değindi. Başta kıdem tazminatı ve güdük de olsa iş güvencesi gibi mevcut hakların temelinde yer alan belirsiz süreli iş sözleşmeyi ortadan kaldırmayı hedefleyen hükümet planın asıl sözleşme türünü belirli süreli sözleşmeye çevirmeye çalıştığı biliniyor.

İŞSİZLİK FONU PATRONLARA AKIYOR

Işıkhan, bakanlığın 2025 yılı bütçesi için komisyona yaptığı sunumda yürütülen faaliyetlerden patronlara sağlanan sigorta primi işveren hissesi desteğinin 2024 yılı için aylık 700 liraya yükselttiklerini söyledi. Bu yılın ilk 8 ayında 1.5 milyon iş yerine yaklaşık 34 milyar lira asgari ücret desteği verdiklerini söyledi. Çalışan başına ayda 700 TL olarak sağlanan bu teşvik patronların ödemesi gereken işsizlik sigortası işveren payı ve SGK primi tutarlarından düşülüyor. Işıkhan’ın bu teşviklere kaynak olarak gösterdiği İşsizlik Sigortası Fonunda bir asgari ücretli için patronların ödemesi gereken pay 400.05 TL. Yani patronlar çalışan başına 400 TL katkı yapmaları gereken fondan 700 TL teşvik alıyor.

6 YILDIR TOPLANMAYAN İSİG KONSEYİ

Ülkemizin iş sağlığı ve güvenliği konusundaki vizyonunu ortaya koyacak ulusal iş sağlığı ve güvenliği strateji belgesini oluşturmak için çalışmalara başladıklarını söyleyen Işıkhan Ulusal İş Sağlığı ve Güvenliği Konseyinin 2025 yılında toplanması için gerekli çalışmaları yapıyoruz diyor. Ülke genelinde iş sağlığı, güvenliğiyle ilgili politika ve stratejilerin belirlenmesi için tavsiyelerde bulunmak üzere kurulan Ulusal İş Sağlığı ve Güvenliği Konseyi, yönetmelikte "Yılda 2 defa olağan toplanır" denmesine rağmen 2018 yılından beri hiç toplanmamış. Bakanlığın bütçe teklifinde “istihdam” başlığı altında yer alan “iş sağlığı ve güvenliği” programında da kaza önleme ve çalışma koşullarının iyileştirilmesine yönelik faaliyet sayısındaki hedef daraltılmış. 2023 yılında 1398 faaliyet gerçekleşmesi kaydedilirken, 2025’te hedef faaliyet 872’ye indi. İş güvenliği konusunda hedef daraltılırken Bakanlık 2025’te bünyesine 4 araç daha alacağını bildirmiş. Göçmen işçiler, deprem bölgesindeki çalışma yaşamına dair programlar, sendikalaşmanın artırılması, meslek hastalıklarının önlenmesi gibi başlıklara ilişkin giderlerden bahsedilmiyor. 2023’te iş sağlığı ve güvenliğine yönelik iş yeri teftişleri, genel seçimler sonrasına, haziran ayına bırakılmıştı. Ve 2023 boyunca, 2 milyon 179 bin 123 iş yerinden sadece 8 bin 591’i, yani her 1000 iş yerinden sadece 4’ü denetlendi.

                                                          /././

Almanya'da en zengin yüzde 10, toplam servetin yüzde 56’sına sahip 

                          -"YEMEK İÇİN"- Fotoğraf: Yücel Özdemir/Evrensel

Almanya’da sosyal eşitsizlik her geçen derinleşiyor. Toplamda servet ve ücretler yükselirken, yoksulluk riski aynı seviyede kalıyor, yaşlılık yoksulluğu riski daha da artıyor. Federal İstatistik Dairesinin de aralarında bulunduğu birçok kurum tarafından hazırlanan 2024 Sosyal Raporu’nda ülkedeki eşitsizlik ayrıntılı olarak ortaya konuldu. Rapor, 1995 yılından beri Almanya’daki yaşam koşulları hakkında bilgi veriyor.

Rapora göre, Almanya’daki en zengin yüzde 10’luk kesim, ülkedeki toplam servetin yüzde 56’sına sahip. Bu, Almanya’yı, Avrupa’da eşitsizlik konusunda en önde gelen ülkelerden biri yapıyor. Özellikle miras ve bağışlar, servet farklılıklarının nesiller boyu devam etmesinde önemli bir rol oynuyor. Berlin Sosyal Araştırmalar Merkezinden (WZB) Philip Wotschak, raporda, özellikle orta yaşlıların bu nesiller arası servet transferlerinden faydalandığını belirtti.

DOĞU VE BATI ALMANYA FARKI

Doğu ve Batı Almanya arasındaki farklar ise hâlâ büyük. Doğu Almanya’daki hane halklarının ortalama net serveti 150 bin 900 avro iken, Batı Almanya’da bu rakam 359 bin 800 avro. Son on yılda bu fark aynı şekilde devam etti.

Özellikle tek başına çocuk yetiştiren ebeveynli aileler, ilkokul mezunu veya mesleki eğitimi olmayan kişiler, Doğu Almanya’da yaşayanlar ve göçmen kökenli kişiler yoksulluk riskiyle karşı karşıya. Almanya’da halklarının yüzde 16’sı yoksulluk sınırının altında yaşıyor. 20-29 yaş arasındaki gençlerde bu oran yaklaşık yüzde 22. Doğu Almanya’da 60-79 yaş arasındaki her dört kişiden biri yoksulluk riski altında.

SOSYAL KUTUPLAŞMA ARTIYOR

Sosyal Rapor, 1995 yılından beri Almanya’daki yaşam koşullarını inceliyor. Rapor, resmi istatistikleri ampirik sosyal araştırmaların bulgularıyla birleştiriyor. Federal İstatistik Dairesi, raporu WZB, Federal Nüfus Araştırma Enstitüsü ve Sosyo-Ekonomik Panel ile birlikte yayımlıyor.

Bu yapısal eşitsizlikler karşısında, raporu yayımlayan Siyasi Eğitim Federal Merkezinden Thomas Krüger, toplumda artan bir sosyal kutuplaşma uyarısı yapıyor. Almanya’da demokrasinin işleyişine yönelik memnuniyetin azalması da bu durumun bir stres altında olduğunu gösteriyor. Krüger, "Rakamlar endişe verici, son yıllarda belirgin bir olumsuz eğilim görülüyor" diyor.

Sosyal bilimciler, eşitsizlik ve gelir dağılımının yanı sıra iş gücü potansiyelleri, çocuk bakımı, göçmenlerin yaşam koşulları ve Alman halkının endişeleri gibi konularla da ilgileniyor. (Köln/EVRENSEL)

                                                                             ***

Öne Çıkan Yayın

Kuyruğunu yiyerek… + Erdoğan’ın ‘İslam ittifakı’ neden mümkün değil?+Beyaz Saray’da Pakistanlı komutan -Cumhuriyet-

Kuyruğunu yiyerek…- Ergin Yıldızoğlu- ABD Ulusal İstihbarat Direktörü Tulsi Gabbard, “ İran nükleer silah yapmıyo r” dedi ama ABD’de bir ira...