Birgün "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -18 Kasım 2024-

 Sıkı maliye politikası: Tehlikeli sular -Oğuz Oyan-

Asgari ücret görüşmelerini 2-1, hatta Türk-İş’in uzlaşmacı karakteri bakımından 3-0 yenik başlanan bir danışıklı döğüş olmaktan çıkarabilmek, ancak işçi sınıfının meydanlar üzerinden masaya ağırlık koymasıyla mümkündür!

“Maliye politikaları gevşek, dolayısıyla sıkı para politikalarını yeterince desteklemiyor” yaklaşımı çok sorunlu. Bir kere maliye politikaları geniş halk kitleleri açısından çok sıkı. Üstelik 2025’te tarihi olarak çok daha sıkılaştırılmış olacak. Bunu görmezden gelemeyiz. Öbür taraftan faturası giderek kabaran Kamu-Özel İşbirliği (KÖİ) projeleri ödemeleri, saltanat harcamaları/kamunun aşırı savurganlığı ve yolsuzluk ekonomisi sıkılamaz çünkü rejimin yakıtı buralardan sağlanıyor. Demek ki asimetrik bir durum var. Hangisi daha ağırlıklıdır bakmak gerek. Öte yandan sıkı para politikaları o kadar da sıkı mı veya herkes açısından öyle mi? Bu yazının ana fikri bu ama biraz daha açmamız gerekecek.

NEOLİBERALİZMİN ÇEKİM ALANINDAN ÇIKAMAMAK

Enflasyona karşı biricik reçete olarak “sıkı para ve sıkı maliye politikaları” önerisine bağlı kalmak bir defa neoliberalizmin çekim alanından çıkamamak anlamına geliyor. Çünkü uygulanan programın ana yaklaşımını çizen 12. Beş Yıllık Kalkınma Planı (2024-2028) ve Orta Vadeli Program’ın (2025-2027) çerçevesi esasen bu yaklaşım üzerine oturtuluyor. Diğer belgeler de bu eksene bağlı kalıyor. Merkez Bankası’nın son açıklanan Enflasyon Raporu da bu çizgiyi sürdürüyor.

Resmî belgelerin –aralarındaki bazı tuhaf çelişkilere rağmen– ortak bir programa bağlı kalmaları anlaşılır bir şey. Liberal iktisatçıların da bu çizgiden çıkamamaları da sınıfsal konumlarına çok uygun. Ama neoliberal politikalara mesafeli veya eleştirel olmaya çalışan kimi iktisatçıların da “maliye politikaları yeterince sıkı değil, o yüzden enflasyonla mücadele başarılı olamaz” gerekçesini fazla irdelemeden veya rezervler koymadan ileri sürmelerini anlamak daha zor. Üstelik, damardan liberal iktisatçıların bir bölümüyle bu konuda ağız birliği etmelerindeki çelişki de cabası…

MERKEZ BANKASI ENFLASYON RAPORU

Ağız birliği edilen resmî belgeler de var. Örneğin “Merkez Bankası Enflasyon Raporu 2024-IV” de bunu söylüyor. Raporun 62-63. sayfalarında yer alan “Enflasyon Tahminleri Üzerindeki Temel Riskler ve Olası Etki Kanalları” tablosunda “baz senaryoya kıyasla riskler” şöyle değerlendiriliyor: “Para ve maliye politikalarının eşgüdüm içinde olmaması enflasyon ve iç talepteki dengelenme süreci üzerinde risk oluşturabilecektir”. “Takip edilen göstergeler” sütununa bakılınca burada iki şeyin kastedildiği anlaşılıyor: “Yönetilen fiyatlar ve vergi ayarlamaları”. Kamunun yönettiği fiyatlarda beklenen enflasyonun değil gerçekleşen enflasyonun dikkate alınmasının risklerine değinilmiş olunuyor öncelikle. Tabii bunu gerçekleşen ÜFE’ye göre belirlenen Yeniden Değerleme Oranı yani yüzde 43,93 oranında zamlanacak çeşitli dolaylı vergiler, harçlar, resimler vs hizmetler bakımından da düşünmek gerekiyor. Nitekim bu da söyleniyor: “2025 yılı başında yeniden değerleme oranı ve maktu ÖTV artışında belirlenecek oran enflasyon tahminleri üzerinde aşağı ve yukarı yönlü risk oluşturmaktadır.”

Burada enflasyona karşı istikrar programının önemli bir çelişkisi de sergilenmiş oluyor: Bir taraftan sıkı maliye politikası gereği olarak kamu açıklarını daraltmak ve talebi kısmak için yönetilen fiyatlara ve dolaylı vergilere yüklenmek “mecburiyeti”, diğer taraftan bunu yaparken fiyatları artırıcı etkilere yol açmak kaçınılmazlığı! Sıkı maliye politikaları sermaye sınıfına teğet bile geçmedikçe “iki ucu keskin kılıç” ikileminden kurtuluş yoktur!

Nitekim TCMB raporunun vergileme önerileri şöyle: “Doğrudan vergilere ve/veya vergi toplama etkinliğine yönelik reformlar yapılması dolaylı vergilere olan ihtiyacı azaltarak fiyatlar üzerinde düşürücü etkiler yaratabilecektir.” Buna bir “geçmiş ola” değerlendirmesi uygun düşer. Böyle bir reformun son denemesine Maliye Bakanı Zekeriya Temizel tarafından 1998’de girişilmişti. Ama yasanın yürürlüğe girişi sermayenin baskısıyla hep ertelenmişti. Sonunda AKP iktidarı sermayeyle elbirliği yaparak bu reformun ruhuna Fatiha okudu. Şimdi Enflasyon Raporu’nu hazırlayan bürokratlar, arkalarında bir siyasi destek dahi olmaksızın (ve uzun geçiş dönemi gerektiren) temennilerini metne geçiriyorlar! Sermaye sınıfı bunu bir tehdit hatta bir risk olarak dahi algılamaz.

Sıkı para politikaları için de benzer durum geçerlidir. Rapor da bunu ima etmektedir: “Finansal koşullardaki sıkılığın yüksek gelir grubu talebi üzerinde etkisinin sınırlı olması, enflasyon üzerinde talep kaynaklı yukarı yönlü bir risk oluşturmaktadır.” Yani uygulamadaki programın finansal sıkılaştırmasının yüksek gelirli grubu etkilemediği itiraf edilmektedir. Buna karşılık, kredi kartlarına, kredili mevduat hesaplarına (KMH), ihtiyaç kredilerine, otomotiv ve konut kredilerine yüksek faizler ve miktar sınırlamaları üzerinden yapılan müdahaleler, düşük ve orta gelirli kesimleri derinden etkilemektedir. Neoliberal programın sınırlarını, Türkiye’nin katı sınıfsal güç dengeleri çizmektedir. Ama salt emekçi sınıflara yüklenmenin de sınırları vardır.

SIKI MALİYE POLİTİKALARININ SINIFSALLIĞINA DAİR

O halde “maliye politikaları gevşektir ve sıkı para politikalarıyla uyumsuzdur” hükmünü vermeden önce iki kere düşünmek gerekmektedir. Düşünme sürecini kısaltmak için şunları da akla getirmek yararlı olabilir:

■ Asgari ücreti, kamu çalışanlarının ücretlerini, emekli aylıklarını ve çiftçiye dönük tarım desteklerini baskılayan politikalar 2025 için çok daha sıkı olmaya adaydır. Resmî belgeler de bunu söylemektedir.

■ Bütçeden sosyal yardımlar ve sosyal güvenlik sistemine yapılan transferler önemli ölçüde kısılmaktadır.

■ Bütçeden sermaye giderleri (yatırımlar) 2024’e göre yalnızca yüzde 0,8 “artmaktadır”! Sermaye transferleri ise cari olarak bile yüzde 53,3 gerilemektedir! Bunun ve ekonomide genel talep daralmasının doğrudan karşılığı işsizlik artışıdır. Nitekim 2024 sonunda yüzde 9,3 olması beklenen işsizlik oranının 2025’te yüzde 9,6’ya çıkması öngörülmektedir.

■ Personel ödeneklerinin 2025 Bütçesinde 2024’e göre yalnızca yüzde 29,8 artması öngörülmektedir. Oysa 2025 için 12 aylık ortalama enflasyon tahmini (deflatör) yüzde 33,9’dur. Bu, reel bir kısılma anlamındadır. Nitekim bu ödeneklerin GSYH’ye oranının 2024’te yüzde 6,1’den 2025’te yüzde 5,7’ye gerilemesi planlanmaktadır.

■ Daha genel düzlemde, Merkezî Yönetim Bütçesinin GSYH’ye oranı 2024’ten 2025’e yüzde 1,5 daralırken bu daralma Genel Devlet açısından yüzde 2,5 oranına çıkmaktadır. Bu sert daralmanın sıkı maliye politikaları sonucunda elde edileceği ve bedelinin (daha çok vergi daha az hizmet olarak) geniş halk kitlelerine ödetileceği açıktır.

ASGARİ ÜCRET, İTİRAZ HAKKI OLMAYAN EN KAPSAMLI TOPLU SÖZLEŞMEDİR

Bu arada baş edilemeyen veya yeterli hızda düşürülemeyeceği anlaşılan enflasyonun kendisi de bir sıkılaştırma aracı olarak devrededir. Özellikle de gelirler yönetimi ve enflasyon hedeflemesi politikaları bakımından.

Hedef TÜFE aldatmacası ile asgari ücretin kendisi, bölüşüm ilişkilerini emek aleyhine bükmenin belirleyici unsurları haline getirilmiştir. İşçi sınıfını 2024’ün dahi gerisine düşen bir artışa razı etme manevraları şimdiden başlamıştır. Oysa asgari ücrette asgari sendikal talep, öncelikle 2024 enflasyon farkının verilmesi, bunun üzerine 2025 zammının ve refah payının eklenmesi olmalıdır. (Bkz. 27 Ekim tarihli yazımız, Sol Haber). Değerli meslektaşımız Aziz Çelik’in “büyümeye endeksleme” önerisi de (BirGün, 11.11.2024) 2025 için bizim önerdiğimiz 36 bin TL civarını göstermektedir.

Asgari ücret görüşmelerini 2-1 (hatta Türk-İş’in uzlaşmacı karakteri bakımından 3-0) yenik başlanan bir danışıklı döğüş olmaktan çıkarabilmek, ancak işçi sınıfının meydanlar üzerinden masaya ağırlık koymasıyla mümkündür!

                                                         /././

Asgari ücret açmazına karşı teşmil şart!-Aziz Çelik-

Ortalama ücretler asgari ücrete yakınsıyor. Bu durum gelir bölüşümünü daha da kötüleştiriyor. Bu açmazdan çıkmanın ve genel ücret düzeyini yükseltmenin en önemli yolu, toplu iş sözleşmelerinin teşmil yoluyla yaygınlaştırılmasıdır.

2025 yılı asgari ücreti konusunda büyük bir kamuoyu beklentisi var. Öte yandan aralık ayında Komisyon toplanacak ve asgari ücreti belirleyecek şeklinde yanlış bir kanı var. Oysa artık Asgari Ücret Tespit Komisyonunun hiçbir işlevi kalmadı. Son yıllarda iyice işlevsiz hale gelen Komisyon artık sadece asgari ücret kararını imzalayan usuli bir mekanizma. Gerçekte asgari ücret hükümet tarafından belirleniyor.

Bu yıl asgari ücretin esas belirleyeni ekonomi yönetimi olacak. Seçim dönemlerinde Cumhurbaşkanının müdahale ettiği ve son sözü söylediği asgari ücretin bu yıl esas olarak ekonomi yönetiminin sözde dezenflasyon programına göre belirleneceği sır değil. Komisyon bir süredir kağıt üzerinde kalmış bir heyet. Bu yüzden Komisyon çalışmalarına odaklanmanın manası yok. Komisyon göstermelik bir süreç olacak.

Türkiye’de asgari ücretin en önemli özelliği ve açmazı asgari ücret kapsamında çalışanların çok yüksek olması ve diğer ücretlerin asgari ücrete yakınsaması sonucu adeta ortama ücret haline gelmesidir. Önceki yıllarda DİSK-AR’ın asgari ücret araştırmalarında dile getirilen bu husus artık genel kabul görmüş durumda. Ücretlerin asgari ücrete yakınsaması ve asgari ücret kapsamında çalışanların oranının tüm ücretle çalışanların yaklaşık yarısına ulaşması asgari ücreti çok daha önemli ve tartışmalı hale getiriyor.

Türkiye’de asgari ücret kamusal bir müdahale ile ücretlerin alt sınırının korunması dışında genel ücret düzeyinin bir çeşit korporatist mekanizmayla belirlenmesi anlamına geliyor.  Asgari ücret saptandığında büyük ölçüde ülkedeki genel ücret düzeyi saptanmış oluyor. Sendikalaşmanın ve toplu pazarlık kapsamındaki çalışanların sınırlı olması nedeniyle asgari ücret bir alt sınır belirlemenin ötesinde yaygın bir etki yapıyor.

BÖLÜŞÜM KÖTÜLEŞİYOR

Asgari ücreti adeta tek başına belirleyen hükümet bu yolla sınıflar arasındaki gelir bölüşümüne müdahale etmeden sınıf için dağılımını yeniden düzenlemiş oldu. Bu durum Türkiye’de asgari ücretin yaygınlaşmasının en önemli sonucudur. Genel ücret düzeyinin asgari ücrete yakınsaması sonucunda ücretlerin bölüşümdeki payı düşüyor. Öyle ki asgari ücret AKP döneminde resmi enflasyonun çok üzerinde artmasına rağmen gayri safi katma değer içinde ücret ve maaş ödemeleri payı düştü.

SBB verilerine göre Aralık 2002 ile Temmuz 2024 arasında net asgari ücret nominal olarak (enflasyondan arındırılmadan) 92 kat artarken reel olarak yüzde 267 artmış. Enflasyonun hatalı ölçümünden kaynaklı sorunları bir yana bırakacak olursak asgari ücrette önemli bir reel artış yaşandığı görülüyor. Ancak asgari ücretin yaygın ücret haline gelmesi ve miktarın düşüklüğü nedeniyle asgari ücret geçim ücretinin çok uzağında kalıyor.

Ancak asgari ücretin 92 kat arttığı AKP’li yıllarda işgücünün gayri safi yurtiçi hasılandan aldığı pay artan ücretli sayısına rağmen 2002’de yüzde 28,2’den 2022’de yüzde 26,1’e düştü. 2016 yılında yüzde 36’ya çıkan pay son yıllarda hızlı biçimde geriledi ve 2022’de yüzde 26 düzeyine geriledi. Oysa hem reel asgari ücret artışı hem de ücretli çalışan sayısının artışı nedeniyle işgücü payının çok daha yüksek olması gerekirdi.

Kaynak: İSO 500 Büyük Şirket verileri

Bu çarpık tabloyu özel sektörde 500 büyük şirketteki bölüşüm ilişkilerinde de görüyoruz. 2003 yılında 500 büyük şirketin net katma değeri içinde ücret ve maaş ödemelerinin payı yüzde 61’den fazlaydı. Faiz ve kâr gelirlerinin payı ise yüzde 39’a yakındı. 20 yıl sonra 2023’te tam tersi bir tablo ortaya çıktı. 500 büyük şirketin katma değeri içinde ücret ve maaşların payı yüzde 38,8’e düşerken faiz ve kârın payı yüzde 61,3’e çıktı.

Bu tablo görece daha yüksek ücretlerin ve toplu iş sözleşmelerinin söz konusu olduğu 500 büyük şirkette gelir bölüşümünün ciddi biçimde bozulduğunu ortaya koyuyor.  500 büyük şirkette ciddi biçimde bozulan bölüşüm tablosu genel ücret düzeyinin asgari ücrete yakınsamasının bir diğer sonucu olarak okunabilir. Özellikle 2016 ve 2017 sonrasında bölüşüm şokunun derinleştiği görülüyor. Bu tablonun 500 büyük şirket dışında genel olarak özel sektörde de benzer ve hatta daha kötü bir eğilim içinde olduğunu söylemek mümkün. Özellikle 2016 sonrasında 500 büyük şirkette bir timsal formasyonu oluştuğu görülüyor. Sermaye ve emek gelirleri makası emek aleyhine açılıyor.

ASGARİ ÜCRET YANILGISI

Bu tablo aynı zamanda verimlilik artışının bölüşüm ilişkilerini iyileştirmediğinin de bir göstergesi. Ülke çapında 2002’den bu yana asgari ücrette yaklaşık yüzde 260 oranında reel bir artış yaşanırken büyük şirketlerde bölüşüm ilişkilerinin ciddi biçimde kötüleşmesi izaha muhtaç bir paradokstur.

Kısaca asgari ücretteki ciddi reel artışlar ne genel gelir bölüşüm ne de özel sektördeki bölüşüm üzerinde olumlu bir etki yaratmıyor. Tersine sınıfsal bölüşüm ilişkileri daha da kötüleşiyor. Ücretlerin asgari ücrete yakınsaması olarak tanımlan bu süreç özündeki sınıflar arası değil sınıf içi bölüşüme müdahale anlamına geliyor. Bölüşüm adaletsizliği artıyor.

Asgari ücret bir girdap gibi diğer emek gelirlerini kendine doğru çekiyor. Ücretler dibe doğru yakınsıyor. Bu durum gelir bölüşünü kötüleştiriyor. Miktarın da yöntemin de bu gerçek dikkate alınarak konuşulmasında yarar var. Asgari ücretin kapsamının AB ülkelerinde yüzde 4 ve altında olduğu düşünülecek olursa meselenin vahameti daha net anlaşılmış olur. Türkiye hem Avrupa’da hem asgari ücretin kapsamının en geniş olduğu ülke hem de asgari ücretin en düşük olduğu ülkelerden biri.

Türkiye ve Avrupa arasındaki bu büyük farkın temel nedeni sendikalaşma, toplu iş sözleşmesi kapsamı ve teşmil (genişletme) uygulamalarıdır. Sendikalaşmanın ve toplu iş sözleşmesi kapsamının yüksek olduğu ülkelerde asgari ücretle çalışanların oranı daha sınırlıdır. Avrupa’da düşen sendikalaşma oranlarına rağmen toplu iş sözleşmesi kapsamı nasıl yüksek kalabiliyor? Burada anahtar kavram teşmil mekanizmasıdır.

Sendikalaşma oranlarının Avrupa ülkelerinde gerilediği doğrudur. Ancak toplu iş sözleşme kapsamı gücünü korumaktadır. Çalışanlar sendikalı olmasa da toplu iş sözleşmelerinden yararlanmaktadır. Bunun yolu teşmildir. Teşmil (genişletme) toplu iş hukukunda bir toplu iş sözleşmesinin sendikasız çalışanlara ve işyerlerine uygulanmasıdır. Teşmil uygulaması Avrupa’da çok yaygındır. Öyle ki sendikalaşma oranının yüzde 10’un altında olduğu Fransa’da toplu iş sözleşmesi kapsamı yüzde 90’lardadır.

Teşmil yoluyla çalışanların büyük çoğunluğu sendikaların imzaladığı toplu iş sözleşmelerinden yararlanmakta ve asgari ücret düzeyinden uzaklaşmaktadır. Teşmil AB ülkelerinde yaygın bir biçimde uygulanıyor.

KISA VADEDE TEŞMİL UZUN VADEDE SENDİKALAŞMA

Türkiye’de asgari ücret açmazından çıkmanın iki yolu sendikalaşma ve teşmil mekanizmasıdır. Asıl çözüm sendikalaşma ve bu yolla toplu pazarlığın yaygınlaşmasıdır. Bu durum ücretlerin vasıf, meslek veya bölge açısından farklı düzeylerde belirlenmesinin ve genel ücret düzeyinin yükselmesinin yolunu açacaktır. Ancak sendikalaşmanın artışı zaman alacak uzun ve zorlu bir yoldur. Oysa halen mevzuatımızda yer alan teşmil kurumu işletilerek asgari ücretteki açmaz büyük ölçüde aşılabilir. Teşmil halen kamu görevlileri toplu sözleşmelerinde uygulanmaktadır. Kamu görevlileri toplu sözleşmesi sendikaya üye olsun olmasın bütün kamu görevlileri için uygulanmaktadır.

Öte yandan 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nun 40. maddesi işletilerek özel sektörde teşmil uygulaması yapılabilir. Tuhaf biçimde bu madde yılardır adeta unutuldu. On yıllardır neredeyse uygulaması yok. Hükümet istemiyor sendikalar da talep etmiyor!

Yasaya göre, Cumhurbaşkanı bir sendikanın yapmış olduğu bir toplu iş sözleşmesini, o işkolunda işçi veya işveren sendikaları veya ilgili işverenlerden birinin veya Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanının talebi üzerine, Yüksek Hakem Kurulunun (YHK) görüşünü aldıktan sonra o işkolunun toplu iş sözleşmesi bulunmayan diğer işyerlerine teşmil edebilir. Teşmil ile sendikanın sağlamış olduğu haklar işkolunda diğer çalışanlara da uygulanıyor ve örgütsüz çalışanların da çalışma koşulları ve ücretleri iyileşebiliyor. Ancak AKP hükümetleri yasada var olan teşmil mekanizmasını uygulamıyor. Bu yöndeki başvuruları görmezden geliyor.

2005 yılında Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) basın işkolu için teşmil başvurunda bulundu. Başvuru konusunda YHK olumlu görüş bildirdi ve dosyayı hükümete yolladı. Ancak TGS’nin istemi ile ilgili hükümetten bir sonuç çıkmadı. Bir diğer teşmil girişimi Basisen sendikası tarafından yapılan başvuru üzerine 29 Nisan 2009 tarihinde Resmi Gazete yayımlanan bir kararnameyle Basisen tarafından imzalanan toplu iş sözleşmesinin Finansbank, Fortis ve Denizbank’a teşmil edilmesi oldu. Böylece bu banka çalışanlarının ücret ve sosyal haklarında önemli iyileştirmeler sağlanacaktı.

Ancak bu üç banka hükümetin teşmil kararnamesine karşı adeta meydan okudu ve uygulamadı. Hükümet kararnameyi uygulamayan bankalara karşı hukuksal işlem başlatmak yerine, banka çalışanlarına inanılmaz bir kazık attı. 3 Temmuz 2009 tarihinde Resmî Gazete’de yayımlanan yeni bir kararname ile bankacılıktaki teşmil kararnamesi geri çekildi. Böylece finans kapitalin fendi AKP hükümetini yenmiş oldu. AKP döneminde bu iki başarısız girişim dışında teşmil uygulaması olmadı. AKP mevzuatta olmasına ve kamuda uygulanmasına rağmen özel sektörde teşmil uygulamasından kaçınıyor. Bunu görmezden geliyor. Sendikalar da maalesef ısrarcı olmuyor.

Oysa teşmil tıpkı kamuda olduğu gibi özel sektörde de yaygınlaştırılabilir. Ücret düzeyi toplu iş sözleşmelerinin teşmili yoluyla belirlenebilir. Böylece asgari ücret girdabı ve ücretlerin asgari ücrete yakınsaması tehlikesi bertaraf edilebilir. Sendikalar asgari ücret girdabından çıkmak için, ücret düzeyini yükseltmek için teşmil uygulamasında ısrarcı olmalı ve Cumhurbaşkanlığına başvurmalıdır. Asgari ücrette küçük bir iyileştirme için özel görüşmeler yapmak yerine daha kapsamlı bir yol olan teşmil gündeme alınmalıdır.

                                                               /././

El, gövdede kaşınan yeri bilir -Yaşar Aydın-

                            Arhavi halkı, Cengiz Holding’in maden arama faaliyetlerine karşı yürüyüş düzenlemişti.

Gazeteciler, akademisyenler, kamuoyu araştırmacıları olarak televizyon kanallarında Bahçeli ile Erdoğan arasında geçen görüşmenin fotoğrafları üzerinde “vücut dili” analizi yaparken ya da Saray danışmanı Mehmet Uçum’la AKP’li Şamil Tayyar tartışmasını yorumlarken yazının başlığındaki söz Artvin’in Ardanuç ilçesinde söyleniyordu.

SOL Parti Artvin İl Başkanı mimar Mahmut Zeytinci tüm şehri kuşatan maden yağmasına karşı “Ne yapabiliriz?” diye toplananlara söyleşirken Ruhi Su’dan bir cümle diyerek aktarmış başlıktaki cümleyi ve onun hikâyesini. Konuşma sadece bu kadar değil tabii, şöyle devam etmiş Zeytinci: “Ancak örgütlenerek, bu topraklar bizim diyerek yaşam alanlarımızı koruyabiliriz. Başka bir kurtuluş yok!”.

Bir annenin acıyla ağzından dökülen bir sözü, gücünün farkına varan bir işçinin her bir yanı kararlılık kokan haykırışı, ya da bir kadının öfkeyle söylediği marş, bilge bir Anadolu insanın nasihati saatlerce yaptığımız konuşmalardan yazdığımız yazılardan daha etkili gelmez mi hepimize? Ve Bedri Rahmi’nin “Ne zaman bir köy türküsü duysam şairliğimden utanırım” diye yazdığı dizeler gelmez mi aklımıza?

Haftayı yine AKP-MHP arasında yaşanan sanal gerilimle geçirirken ülkede ne çok şeyi ıskaladık kim bilir? Ardanuç’ta bir araya gelenler gibi daha kaç yerde insanlar elini gövdesindeki kaşınan yere götürüp işe koyulmuştur?

Geçen bir ay da bize gösterdi ki yol ayrımındayız. Ya sunulan yapay gündemlerin peşinden sabah akşam koşarak geçirecek ya da hayatın çağrısına kulak vereceğiz. Bu durum hiç kuşku yok ki sadece biz gazeteciler için geçerli değil. Üniversitede kendi kabuğuna çekilip sosyal medyayı tercih eden akademisyenler, işçiyi bırakıp siyasi partilerle toplu sözleşme anlaşmaları yapan sendikacılar, ikballerini her şeyin önüne koyan siyasetçiler diyerek listeyi çok daha uzatabiliriz.

KARTACA YIKILMALI VEYA REJİM GİTMELİ

Geçen hafta muhalefet partilerinin sözcülerini, belediye başkanlarını ya da danışmanlarını izleme, dinleme ve okuma fırsatımız oldu. Ortaklaştıkları başlık “iktidar oyununun farkındayız” oldu. Muhalefet cenahındaki “farkındalık” bir hafta mı sürecek yoksa kalıcı mı olacak göreceğiz.

Bizim uzun süredir bu gazetenin her sayfasında farklı şekilde anlatmaya çalıştığımız gerçeğin bugünlerde tüm muhalif kesimler tarafından anlaşıldığını düşünüyoruz. Ya da öyle düşünmek istiyoruz. O gerçek şudur ki; “Saray rejimi var olduğu sürece ülkeye huzur gelmeyecek.”

Bu cümle her konuşmanın başına ve sonuna eklenmediği sürece arada yapılan hiçbir değerlendirmenin kıymeti olmayacak. Oyunun farkında olup olmanın tek sağlaması* da ancak buradan yapılabilir.

Bu bahsi kapatıp asıl konuya gelelim.  Ülkenin onlarca noktasında adaletsizliğe, eşitsizliğe, yolsuzluğa karşı sesler yükseliyor. Tam bir hafta sonra 25 Kasım. Ülkenin tüm sokakları kadın sesleriyle inleyecek. Artvin’den Uzungöl’e oradan Kazdağları’na uzanan direniş köprüleri var. Tıpkı Esenyurt’tan Batman’a uzandığı gibi. Ellerimiz gövdemizdeki kaşınan yerleri bulmaya onlarca yıllık deneyimle alışık. Şimdi bu elleri birleştirme zamanı geldi. Her şeyi kendi koltuklarını sağlama almak için yapan bir avuç elitin yapay gündemleriyle uğraşmayı bırakmanın zamanı geldi de geçiyor. Kötüler kendi istekleriyle gitmeyecek. İyilikte örgütlenenlerin mücadelesi ile gidecekler.

Yine sözümüzü başladığımız gibi Ruhi Su ile bitirelim

… Suçlular gibi yüzümüz yerde

Özümüz darda durup dururuz

Kaldırın başlarınızı yukarı

Bize göz verildi, gözleyin diye

Dil verildi, söyleyin diye

Kulak verildi, dinleyin diye

El, gövdede kaşınan yeri bilir

Dert bizde, derman ellerimizdedir

∗∗

YILIN HABERİNE ULAŞAMIYORUZ!

Timur Soykan, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin Sedat Simavi Ödülünü aldı. Yılın haberini biliyorsunuz, büyük ses getiren “Haberin çarkı rüşvetle döndü” manşetimiz. Adliyede yaşanan büyük rüşvet çarkı yine aynı adliyede görev yapan üst düzey bir hukukçunun şikayetinin haberiydi. Peki haber şimdi nerede? Ortada yok. Neden, çünkü o çark döndü ve erişim engeli getirildi. İşte rejimin memleketi getirdiği bir başka örnek daha. Çürümüş düzenin memlekete yaptığı hiçbir kötülük yazılıp çizilmesin isteniyor. Burada da sözün kısası bu rejim gitmeden gazeteciler huzur yok.

Hazır bu konuya girmişken BirGün için de bir iki laf etmeden geçmemiz gerekiyor. Serbay Mansuroğlu’nun Ensar Vakfı haberinden bu yana son yılların tüm sarsıcı haberine imza attık, atmaya devam ediyoruz. Habere bugün erişilemiyor olması gazetecilik açısından hiçbir anlam taşımaz. O haberler var ve bir gün bu kötülükleri yapanlar yargılanmaya başlayınca hepsi birer kanıt durumunda olacaklar. Biz anlatmaya ve not etmeye devam edeceğiz.

*Çarpma ve bölme işlemlerinin doğruluğunu ispatlayan yöntem

                                                               /././
Yenidoğan çetesi davası başladı: Mağdur aileler mahkeme salonuna alınmadı!-Tuğçe Çelik-

İstanbul'da, bebek acil hastalarını önceden anlaştıkları özel hastanelerin yenidoğan ünitelerine sevk edip ölümlerine neden oldukları ve haksız kazanç sağladıkları iddia edilen 47 sanık bugün hakim karşısına çıkıyor. Mağdur aileler ve avukatlar, mahkeme salonuna alınmamalarına tepki gösterdi. Aileler salona alınmadan 5 gün sürecek davanın ilk celsesi başladı. Tepkilerin ardından 2 mağdur anne duruşma salonuna alındı.(https://www.birgun.net/haber/yenidogan-cetesi-davasi-basladi-magdur-aileler-mahkeme-salonuna-alinmadi-576757)

                                                                   ***
Google Türkiye’nin haber algoritması TBMM gündeminde: Yurttaşların haber alma hakkı tehdit altında

DEM Parti Diyarbakır Milletvekili Sevilay Çelenk, Google Türkiye'nin haber listelemelerine ilişkin algoritmasını değiştirmesinin ardından bağımsız medya kuruluşlarının görünürlüklerini kısıtlamasını TBMM gündemine taşıdı. Abdulkadir Uraloğlu ve Cevdet Yılmaz’ın yanıtlaması istemiyle TBMM Başkanlığı'na soru önergesi veren Çelenk, yurttaşların haber alma hakkının tehdit altında olduğunu vurguladı.(https://www.birgun.net/haber/google-turkiyenin-haber-algoritmasi-tbmm-gundeminde-yurttaslarin-haber-alma-hakki-tehdit-altinda-576820)                                             

                                                        ***
Kanun tanımayan AKP’liye ağır ceza -İsmail Arı-
                             Kolan Hastanesi’nin sahibi Mehmet Nedim Kolan, AKP’li Metiner ile görülüyor.

Silivri’deki hastanesi ‘yenidoğan çetesi’nin merkezlerinden olan AKP’li Kolan’ın Şişli’deki hastanesini de kaçak olarak büyüttüğü ortaya çıktı. CHP’li Şişli Belediyesi, Kolan’a 31,4 milyon TL ceza kesip kaçak alanları mühürledi   (https://www.birgun.net/haber/kanun-tanimayan-akpliye-agir-ceza-576713)

                                                                 ***
Gericiliğin miladını yazdılar

Milli Eğitim Bakanı Tekin, laikliği hedef alan açıklamalarını Rize AKP ilçe kongresinde de sürdürdü. Kongre kongre gezen Tekin, AKP’nin ‘milat’ olduğunu söyledi. Tekin’in ‘milat’ dediği yıllarda ise laik, bilimsel, demokratik eğitim tasfiye edildi. AKP’li yıllarda okullar tarikat ve cemaat ağlarına peşkeş çekilirken özelleştirmelerde de rekor kırıldı. ÇEDES projelerinden atamalardaki usulsüzlüklere, temizlik sorunundan bütçe kesintilerine eğitimin her alanında büyük çöküş gerçekleşti.


AKP’nin il ilçe kongrelerinden eksik kalmayan Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, önceki gün laikliği hedef alan açıklamalarına bir yenisini daha ekledi.

AKP’nin Batman’daki kongresinde laiklik üzerinden muhalefeti hedef alan Tekin, Rize AKP İlçe Kongresi’nde de eğitimin miladının AKP döneminde atıldığını söyledi. Kendisine gelen tepkilere de yanıt veren Tekin, “Ben diyorum ki eğitim teknolojileri ve eğitim maddi altyapısı anlamında AK Parti öncesi ve AK Parti sonrası, milattan önce ve milattan sonra gibi duruyor. Eleştiriyorlar beni’’ diye konuştu.

Tekin, ‘‘Sizin anladığınız laik şu; 1940’lı yılları hatırlayın, camilerin kapısına kilit vurmak, camileri ahıra çevirmek, vatandaşın Kuranı Kerim öğrenmesini yasaklamak. Ben evrensel laiklikten yanayım, sen Türkiye’ye özgü kendi icat ettiğin laiklik kavramını bana dayatıyorsun" ifadelerini kullandı.

Daha önce sermaye yanlısı sözleriyle, tarikat cemaat ağlarına yönelik destekleriyle bilinen Tekin, AKP’nin milat olduğunu söylese de 22 yıllık iktidarın eğitim karnesi gerçekleri gözler önüne serdi.

Eğitimde büyük bir yoksulluğu perçinleyen AKP iktidarı, tıpkı Bakan Tekin’in savunduğu gibi tarikat ve cemaatlerle imzaladığı protokollerle, müfredat değişiklikleriyle eğitim alanını gerici politikalara bıraktı. Eğitimde kamucu anlayışı da tasfiye eden iktidar, özelleştirmelerin önünü açtı.

Bakan Tekin’in milat olarak bahsettiği AKP’nin 20 yıllık karnesi şöyle:

EĞİTİME BÜTÇE YOK

AKP yıllar içerisinde eğitime ayırdığı payı da adım adım azalttı. 2017 yılında 13,1 olan MEB bütçesinin toplam bütçe içindeki oranı, yıllar itibarıyla giderek eriyerek 2024 yılında yüzde 9,9’a kadar geriledi. Okullardaki harcamalar konusunda da ‘bütçe kısıtı’ mazereti sunan iktidar, okulların giderleri için de velilerin cebine göz dikti. Kayıt, temizlik, güvenlik, kağıt gibi okulların ihtiyaçları için velilerden para istenirken temizlenmeyen okullar sorunu da sürüyor.  Bütçe kısıtlamasının yanı sıra Din Öğretimi Genel Müdürlüğü ise adeta özerk hale getirildi. 2021 yılında 11 milyarlık bütçesi olan müdürlüğe 2022 yılında 20 milyar lira 2023 yılında ise 41 milyar lira ödenek ayırdı.  Verilere göre Din Öğretimi Genel Müdürlüğü 2023 yılında MEB bünyesindeki 23 birimin 19’undan daha fazla para harcadı.

                                           Bugünün BirGün'ü

GERİCİLİK HAT SAFHADA

İktidarın her döneminde tarikat ve cemaat ağları da okullarda hâkim kılındı. Gerici Ensar, Tügva, Türgev gibi vakıflar imzalanan protokollerle okullarda söz sahibi kılınırken ‘Çevreme duyarlıyım, değerlerime sahip çıkıyorum (ÇEDES)’ projeleriyle okullara ‘manevi danışman’ atanmasının yolu açıldı. Okullarda ders saatlerinin cuma namazına göre ayarlanması, 4-6 yaş grubundaki çocuklara din dersi dayatması gelirken Diyanetin okul öncesi Kur’an kurslarına sadece 1 yılda 200 bin öğrenci kaydedildi. 2010 yılında 493 olan imam hatip lisesi sayısı 2024’te bin 205 adet artırılarak bin 698’e çıkarken aynı dönemde fen lisesi sayısı yalnızca 250 artırılarak 365’e çıkarılabildi

PARAN KADAR EĞİTİM

Bilimsel, laik, parasız eğitim hakkı fiilen yok edilirken AKP’nin iktidara geldiği 2002’de örgün eğitimdeki payı yüzde 1.9 olan özel okulların oranı 2023’te yüzde 9.3’e yükseldi. Özel okulların devlet okullarına oranı ise yüzde 23,5’e ulaştı. 75 bin okuldan 14 bin 281’i özel okullara ait.

MEB PATRONLARA AMADE

Tekin, patronlara seslenerek meslek liseleri için ‘Nasıl bir ders programı istiyorsanız siz söyleyin biz yapalım. Ara eleman ihtiyacınızı karşılayalım’ çağrılarıyla teşvik ettiği Mesleki Eğitim Merkezleri (MESEM) ucuz işgücünün kapısı oldu. MEB verilerine göre 1 milyon 324 bin 840 öğrenci, ucuz iş gücü olarak örgün eğitimden koparılarak patronların hizmetine sunuldu. MESEM’de 11 yılda ise en az 695 çocuk işçinin hayatını kaybetti.

BİR ÖĞÜN YEMEK KALDIRILDI

OECD ülkeleri arasında çocuk yoksulluğunda ilk sırada olan Türkiye’de her 4 çocuktan 1’i okula aç gidiyor. Okul öncesinde yarı dönem verilen ücretsiz yemeğe de son verildi. ‘Aslan payı’ndan çocukların payına bir kap sıcak yemek düşmedi.

ÖĞRETMENE ATAMA YOK

Eğitimde öğretmen maaşları da yoksulluk sınırının altında kaldı. Tamamı asgari ücretin altında çalıştırılan ücretli öğretmenlerin sayısı ise 90 bine yaklaştı. Seçim döneminde verilen ‘mülakatı kaldıracağız’ sözü halının altına süpürülürken KPSS’yi kazanan öğretmenlerin ise yüzde 85’inin ataması yapılmadı.

                                                         Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin

                                                             ∗∗∗

HEPİNİZ GİDECEKSİNİZ

Bakan Tekin’in sözlerine siyasi parti ve sivil toplum örgütlerinden tepkiler geldi. CHP Genel Başkan Yardımcısı Gül Çiftçi, Tekin’in sözleri hakkında suç duyurusunda bulunacaklarını açıkladı.

Laiklik Meclisi’nden yapılan açıklamada “Laikliğin din düşmanlığı olduğunu iddia edenler, devlet kurumlarında güçlenmeyi hedefleyen cemaat tarikatlar ve onlarla iş tutanlardır. Bir kez daha Anayasa suçu işleyen Yusuf Tekin işgal ettiği makamı derhal terk etmelidir!” denildi.

Tekin’in laikliği hedef aldığı sözlerine Eğitim Sen’den de tepki geldi. Sendikanın Tekin’i istifaya çağırdığı açıklamada, “Siyasal İslamcı ideolojinin eğitim sistemi üzerindeki bu tür çarpıtıcı müdahaleleri kabul edilemez. Birlikte mücadele ederek, bu gerici anlayışa karşı duracağız” denildi.

SOL Parti’den yapılan açıklamada ise “Eski ortaklarıyla birlikte, sınavlarda şifrelerle milyonlarca gencin hayatıyla oynadılar. FETÖ şifresi bugün de mülakat hilesi ile sürüyor. Bakanlık koltuğunda oturan Tekin ise, ‘laiklik Kuran öğrenmenin yasaklanmasıdır’ diye yalanlarla, laikliği yok ederek okulları karanlık tarikatlara teslim etmenin propagandasını yapıyor. Hilelerinizle çok oldunuz hepiniz gideceksiniz!” ifadeleri yer aldı.

DEM Parti, de Tekin’e tepki göstererek  "85 milyonluk bir ülkenin Eğitim Bakanı’nın gerçekleri bu denli çarpıtması utanç vericidir." açıklaması yaptı.

                                                            ***

(Birgün)







         

soL (KÖŞEBAŞI) + (GÜNDEM) -18 Kasım 2024-

Doğan Avcıoğlu Ödülünü kazanan Sümer: 'Ülkenin kendi dinamikleriyle değişebileceğine inanmış bir aydındı'-Yekta Armanc Hatipoğlu-

3. Doğan Avcıoğlu Ödülleri sahiplerini buldu. "Düzenini Arayan Osmanlı" eseriyle birincilik ödülünü alan Çağdaş Sümer, kitabı ve Avcıoğlu'yla ilgili sorularımızı yanıtladı.

Eskişehir Odunpazarı Belediyesi ve Tekin Yayınevi, kurucusu ve yazarı olduğu Yön ve Devrim dergileriyle aydın hareketinin öncüsü olan Doğan Avcıoğlu için sosyal bilimler alanında "Doğan Avcıoğlu Ödülleri" düzenliyor.

Bu yıl üçüncüsü düzenlenen ödül töreninde Çağdaş Sümer'in "Düzenini Arayan Osmanlı" eseri birinciliğe layık görüldü.

İkinciliğe Tolga Şirin’in "Meclis Hükümeti – Rousseau’dan Marx’a Lenin’den Atatürk’e Bir Ortak Kesen", üçüncülüğe Hatice Duygu Bankoğlu’nun "Rusya’da ve Türkiye’de Planlamanın Değişimi" eserleri seçildi. Onur ödülüyse tarihçi Feroz Ahmad'a verildi.

Ödüller dün Eskişehir'de düzenlenen törende sahiplerine verildi.

'Onun kadar cesur aydın Türkiye tarihinde çok azdır'

Törende ilk sözü Tekin Yayınevi adına Genel Yayın Yönetmeni Elif Akkaya aldı ve Doğan Avcıoğlu'nun eserlerini yeni basımlarıyla okuyucuya ulaştıracaklarını duyurdu.

Akkaya’nın ardından konuşan Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Gökhan Atılgan, Avcıoğlu’nun sol Kemalist, devrimci, sosyalist ve Marksizmden beslenen bir aydın olduğunu söyledi.

Doğan Avcıoğlu’nun cesur bir aydın olduğuna dikkat çeken Atılgan, "Yön dergisini çıkardığında sosyalizm kelimesi bir tabuydu. Sosyalistler kendilerini toplumcu olarak adlandırmak zorunda kalıyorlardı. Birinci sayısının baş yazısında Türkiye için tek çıkar yolun sosyalizm olduğunu söyleyen cesur aydınımız kendisidir. Hasan Hüseyin Korkmazgil gibi büyük şairimiz Nâzım Hikmet’in şiirlerini okuduğu için 1950’li yıllarda öğretmenlikten atılmıştı. Nâzım hikmet bir tabuydu. Kitapları basılmıyordu. Şiirleri el yazmaları ile elden ele ulaşıyordu. Onun şiirlerini ilk yayımlayan kişi Doğan Avcıoğlu’dur" dedi.

Ödüllerin seçici kurulunda yer alan Eski CHP Genel Başkanı Altan Öymen, aynı dönem gazetecilik yaptığı Avcıoğlu'ndan şu sözlerle bahsetti: "Atatürk’ün devrimlerine inanıyordu. O devrimlere inanmasıyla birlikte sosyalist niteliği de taşıyordu. Bir nevi Kemalizm ve sosyalizmden yararlanarak yeni bir yol hartası çizmeye çalışıyordu. Gazetecilik ilk yaptığı işlerden biridir."

Öymen’in ardından son sözü alan Odunpazarı Belediye Başkanı Kazım Kurt, ödül alan yazarları tebrik etti, Avcıoğlu’nun Türkiye’ye "yön" vermiş insanlardan biri olduğunu ve yaşatılmasının önemli olduğunu söyledi.

Konuşmalar bittikten sonra Tepebaşı Belediye Başkanı Ahmet Ataç, Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi Eskişehir Temsilciği ve Türkiye Komünist Partisi Eskişehir İl Örgütü’nün selamları salona iletildi.

                     Çağdaş Sümer birincilik ödülünü Odunpazarı Belediye Başkanı Kazım Kurt'tan aldı.

'Düzeni değiştirmek istiyorsak nasıl kurulduğunu bilmeliyiz'

3. Doğan Avcıoğlu Ödüllerinin birincisi Çağdaş Sümer, kendisine bu ödülü getiren "Düzenini Arayan Osmanlı" adlı çalışmasını, ödül törenine ismini veren Doğan Avcıoğlu üzerine sorularımızı yanıtladı.

“Düzenini Arayan Osmanlı”da eski rejimden II. Meşrutiyet’e uzanan uzun bir dönem boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nu sınıf mücadelesi ekseninde anlattınız. Kitabınızda, resmi tarih tezlerinin de etkisiyle, ülkedeki Osmanlı anlatısında eksik olan “sınıf” başlığını işlemeye iten neden veya nedenler neler? 

Birinci neden dünyayı ve tarihi okuma şeklim, ben bir Marksistim. Bir Marksistin, Marksist bir tarihçinin esas görevinin, esas sorumluluğunun dünyayı ve kendi bulunduğu coğrafyayı, onun yapısını, orada yaşanan değişimleri sınıf mücadeleleri merkezli bir analizle okumaya çalışmak olduğunu düşünüyorum. 

Eğer biz içinde yaşadığımız düzeni değiştirmek istiyorsak o düzenin nasıl kurulduğunu bilmek durumundayız. Bunu bilmek için de biraz gerilere dönüp, böyle uzun süreli sınıf mücadelelerinin tarihine bakmamız gerekiyor. Çünkü buradan alınacak çok fazla ders var. Buradan öğrenilecek çok fazla şey var ve bunlar aslında sınıf merkezli olmayan çeşitli Osmanlı özelinde tarih okumaları tarafından sürekli karartılmış durumda. 

Sınıfın yerine sürekli başka yapılar konuluyor. Bu yapılar üzerinden Osmanlı ve Türkiye tarihi anlaşılmaya çalışılıyor ve bu sadece Osmanlı tarihinin belli alanlarının karanlıkta kalmasına neden olmakla kalmıyor, şu an içinde yaşadığımız bu düzenin nasıl değiştirebileceğimize dair kafa yormamız da engelliyor. Dolayısıyla benim sınıf mücadelesi üzerinden uzun bir Osmanlı analizi yapmaya iten şey aslında anlamak ve değiştirmek çabası. 

'Tez' olarak kalmayan bir 'tez' 

Kitabınız Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyaset Bilimi Anabilim Dalında savunularak kabul edilen “Eski Rejimden II. Meşrutiyet'e Osmanlı İmparatorluğu'nda Devlet Oluşumu ve Siyasal Çatışma Dinamikleri” başlıklı doktora tezinin gözden geçirilmesiyle ortaya çıktı. Türkiye’de genellikle tezler kitaplaştırılırken tez olarak kalıyor. Genel okura hitap etmekten uzak kalıyor ve bu durum akademi ve okur arasındaki iletişimin zayıf kalmasına neden oluyor. Türkiye’de akademinin içinde bulunduğu durumu da göz önüne alarak bu konu hakkında neler söylemek istersiniz? 

Türkiye’de üniversite ve genel olarak bilimsel faaliyet büyük bir çıkmazın içinde. İster üniversitede ister dışarıda çalışsın, araştırmacıların cesaretlendirilmek yerine kösteklendiği bir ülkeden yaşıyoruz. Tabii bunun en önemli nedeni piyasalaşma. Yani piyasa akademiyi bugün öyle bir teslim almış durumda ki akademide üretilen bilginin piyasa dolayına girmeden okuyucuyla, yani esas hitap etmesi gereken kitleye ulaşması, onunla buluşması çok güç. 

Burada piyasa derken sadece bilimsel üretimin bir tür metaya dönüşmesini kastetmiyorum. Piyasalaşmadan kastım üniversitenin bir bilimsel bilgi üretim merkezi olmaktan çıkıp bir kişisel kariyer inşası mecrasına dönüşmüş olması, yani yazılan her şeyin, yapılan her araştırmanın piyasa ve kariyer odaklı hale gelmesi. Bu, üretilen bilginin esas ulaşması gereken kişilere, yani halka ulaşması önünde önemli sıkıntılar doğuruyor. 

Ben bu konuda şanslıyım çünkü kitabımı basan Yordam, bu konuda çok özenli ve emek harcayan bir yayınevi. Ben de kitabı daha tez aşamasında yazarken hep aklımda o kolektif dünyayı anlama ve değiştirme çabamızın bir parçası olarak kurguladım. Bu ister istemez kitabın diline, kurgulanış biçimine, yapısına da yansıdı. Tezi yazdığımda yapılan yorumlardan biri bir tezden çok genel okur kitlesini hedef alacak bir kitap şeklinde kaleme alınmış olduğuydu. Bunu ne kadar başardım bilemiyorum ama sonuçta ortaya üniversitede sıkışıp kalmayan, belli bir uzmanlık alanının dehlizlerinde kaybolmayan, bilakis gerçekten hitap etmek, ulaşmak istediği insanlara ulaşabilecek bir kitap çıktı. Bu nedenle o yüzden şanslı görüyorum kendimi ve kitabı.

Yordam Kitap'ın yayımladığı "Düzenini Arayan Osmanlı", "Eski Rejimden Meşrutiyet’e Osmanlı’da Siyasal Çatışma ve Rejimler" alt başlığını taşıyor.

'Doğan Avcıoğlu değişim için ülkenin içine bakıyor'

Bu ödül törenine de adını veren, Türkiye’nin en büyük ve birikimli aydınlarından Doğan Avcıoğlu, son zamanlarda çokça tartışılıyor. Kitapları tekrar basılıyor. Avcıoğlu sizin için ne ifade ediyor ve Avcıoğlu’na olan ilgiyi nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Çok şey ifade ediyor. Ödül töreninde yaptığım konuşmada da değinme şansı buldum. Bir kere Doğan Avcıoğlu, bütün bu entelektüel faaliyetini Türkiye’yi ve düzeni nasıl değiştirebileceği sorusu etrafında örgütlemiş bir insan. Ve bu çok değerli çünkü Türkiye’nin düzenini değiştirmek için Türkiye’nin düzenini anlamak gerekiyor ve Türkiye’de aydınlar çok uzun bir süredir Türkiye’yi değiştirme çabasını terk ettiler. Bu çabadan uzaklaşmış aydınların Türkiye’yi anlamak için gerekli araçları da üretemeyeceklerini düşünüyorum. Dolayısıyla Doğan Avcıoğlu, bu açıdan her zaman dönüp bakılması gereken bir isim.

İkincisi, yine konuşmamda belirttim, Doğan Avcıoğlu, bu değişimin ülkenin kendi dinamikleriyle olabileceğine inanmış bir aydın. Burada esas önemli olan şey şu, Doğan Avcıoğlu, değişim için ülkenin içine bakıyor, ülkenin kendi dinamiklerine bakıyor ve buranın değişebilir olduğuna inanıyor. Bu da Türkiye’de aydının çok uzun süredir kaybetmiş olduğu bir özellik. Yani düzenin, kendi ülkesinin iç dinamikleriyle değiştirilebileceğine olan inanç Türkiye’de çok zayıflamış durumda. Belki bu anlamda biraz Osmanlı aydınına dönmüş durumda Türkiye aydını. Bizim aydınımız da değişimin kaynağı olarak dışarıya bakar. Bu açıdan da Doğan Avcıoğlu çok önemli bir figür. 

Son olarak da tabii ki sınıf meselesi. Doğan Avcıoğlu her ne kadar Marksist bir devrimci olmasa da Marksizmden çok etkilenmiş ve Marksizmin düşünce sistematiğini iyi bilen, onun içine girmekten çekinmeyen bir isim, bunu çalışmalarına yansıtıyor. Doğan Avcıoğlu, bu açıdan da çok değerli bir aydın. 

Avcıoğlu, bunların dışında çok çalışkan bir insan. Bizim en önemli eksiklerimizden biri çalışkanlık. Bu nedenle çalışkanlığı Doğan Avcıoğlu’na baktığımızda görmemiz gereken en önemli yanlarından biri. Onun bu çalışkanlığını, bütün enerjisini, bütün birikimini, bütün vaktini kendi davasına, yani Türkiye’yi bir devrim yoluyla değiştirme davasına adamış olması; buraya bakması lazım gençlerin. 

Fakat burada bir uyarıda da bulunmak lazım. Doğan Avcıoğlu’na yönelik ilgi aslında Türkiye’de genel olarak ideolojiler alanında bir altüst oluşun yaşandığı, artık Kemalizmin var olduğu haliyle ihtiyaçlara yanıt veremediği, İslamcılığın giderek toplum nezdinde etkisini kaybettiği bir konjonktürde gündeme geldi. 

Türkiye’de memlekete dair duyarlılıkları olan gençler bir arayış içindeler. Eğer bu arayış sadece Türklerin tarihini yazmış bir aydının peşinden gitmeye dönecekse bu problemli. O yüzden Doğan Avcıoğlu’nu sadece Doğan Avcıoğlu olarak değil kendi içinden yetiştiği ve sonra da dönüşümüne çok büyük katkıda bulunduğu bir aydın kuşağının parçası olarak görmek, okumak gerekiyor.

O yüzden Doğan Avcıoğlu'nu gençler umarım okuyorlardır, daha çok okusunlar ama onunla birlikte örneğin Yalçın Küçük de okusunlar, Behice Boran da okusunlar. Aralarındaki tartışmaları bilsinler. O tartışmalar bugün ne ifade ediyor, onun üzerine kafa yorsunlar.

Dolayısıyla Doğan Avcıoğlu’nu romantik bir milliyetçi kahraman olarak değil, kendi tanımladığı şekliyle Türkiye’yi bir devrim aracılığıyla, bir devrim üzerinden sosyalist, kalkınmış, müreffeh bir ülke haline getirme davası için her şeyini ortaya koymuş bir devrimci olarak tanımaları bence çok daha yerinde olacaktır.

                                                           /././

NATO ve Türkiye üniversiteleri (I): İstanbul Üniversitesi’nde NATO projeleri -Evin Nagehan-

Nasıl ki holding gibi işleyen tarikatlar ve cemaatler üniversite öğrencilerini ücretsiz yurtlarla, evlerle, burslarla ve diğer yöntemlerle çekiyorlarsa, NATO’cuların da benzer müşevvikleri var.

NATO sadece askeri üsleriyle, değil, aynı zamanda ideolojisiyle, propagandasıyla, ‘kamu diplomasisi’ adını verdiği halkla ilişkiler faaliyetleriyle ve bilim politikalarındaki yönlendiriciliğiyle de ülkemizi işgal ediyor. İki bölümden oluşan bu yazı dizisinde Türkiye’nin "prestijli" üniversitelerinde bilim adına NATO için yapılan halkla ilişkiler faaliyetleri kapsamındaki sosyal projelerden mühendislik alanındaki teknik çalışmalara kadar bir dizi konuyu ele alacağız. 

Sunacağımız tablonun akademideki NATO’culuğun genel hatlarını önemli ölçüde çizeceğini düşünüyoruz, yine de birçok konu ele alınıp incelenmeyi ve teşhir edilmeyi bekliyor. Bu ilk yazımızın konusu NATO’nun son yıllarda İstanbul Üniversitesi’ne verdiği halkla ilişkiler odaklı ve üniversite gençliğine hitap etmeye çalışan projeleri olacak.

Başlarken...

Başlarken yazımızın esas konusu olmayan fakat önem arz eden bazı hatırlatmalar yapalım:

* NATO, başta ABD olmak üzere emperyalist bloğun sermaye sınıfının ve onların ortaklarının ekonomik çıkarlarını kollamak için kurulmuş, temel ideolojilerinden biri antikomünizm olan, askeri ve siyasi bir örgüttür. IMF ve Dünya Bankası’ndan farkı silahlı olmasıdır. 

* NATO ve ABD Türkiye’nin değil, Türkiye NATO’nun ve ABD’nin güvenliğini sağlamaktadır. NATO üslerindeki silahlar, bir gün yabancı ve yerli sermaye sınıfının kendisine taktığı zincirleri koparıp atmasından korkulan emekçi halkımıza doğrultulmuş durumdadır.

* NATO üyeliği kader değildir, Amerikancı AKP’lilerin ve İslamcıların iddialarının aksine ‘Allah’ın kelamı’ değildir, gaipten gelen sesler Türkiye burjuvazisine aittir. NATO üyeliği Amerikancı CHP’lilerin iddialarının aksine ne bir ‘medeniyet’ projesidir, ne de ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ diyen Mustafa Kemal’in dış politikasıdır.  

* NATO’ya üyelik geriye döndürülebilir bir süreçtir. Türkiye’nin üyeliği nasıl bir tarihsel vaka ise Türkiye’nin üyelikten çıkışı da ilerde yine tarihsel bir vaka olarak anılacaktır. 

NATO’yla ilgili Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi’nin (THTM) Eylül 2024’te hazırladığı broşür ‘NATO nedir?’, ‘Türkiye neden NATO’dan çıkmalıdır?’ sorularının cevaplarını ayrıntılı bir şekilde ele alıyor. Broşüre bu bağlantıdan ulaşmak mümkün.

THTM'nin öncülüğünde hazırlanan ve geçtiğimiz günlerde aydın ve sanatçıların imzasına açılan dilekçede de TBMM Başkanlığı'na hitaben "Ülkemizin NATO üyeliğine derhal son verilmesini, alt anlaşmaların, diğer üye devletlerle yapılan ikili anlaşmaların ve ilgili protokollerin yürürlükten kaldırılmasını TBMM’den talep ediyoruzdenilmişti.

İdeolojik hegemonya ve propagandanın en az askeri güç kadar önemli olduğunun farkında olan NATO’nun 1949’da kuruluşundan bir sene sonra NATO Bilgi Servisi Ağustos 1950’de devreye girer. Sovyetler Birliği’nin ilk yapay uydu Sputnik 1’i Kasım 1957’de Dünya’nın yörüngesine göndermesi, NATO’nun bilim alanına da kurumsal olarak müdahale etmesinde etkili olur ve bu senenin sonunda NATO Bilim Programı1, ertesi yıl da NATO Bilim Komitesi kurulur. Soğuk savaşın bitmesinden yıllar sonra NATO’nun varoluş sebebiyle ilgili tartışmalar sürerken ABD’nin Irak’ı işgal ettiği 2003 yılında NATO’nun Bilgi ve Basın Bürosu ve ‘Barış için Bilim’ Programı birleştirilerek NATO Kamu Diplomasisi Bölümü kurulur. 2006 yılında NATO’nun ‘Barış ve Güvenlik için Bilim’ adıyla başka bir programı devreye girer.

NATO’nun 2022 sonrası İstanbul Üniversitesi projeleri

Rusya-Ukrayna savaşında 2022 Şubat’ında yeni bir aşamaya geçilmesinden yaklaşık bir sene sonra İstanbul Üniversitesi Mart 2023’te uluslararası proje ofisinin sitesinden şöyle bir duyuru yapıyor: ‘Üniversitemizin 2 Ayrı Proje Teklifi NATO Kamu Diplomasisi Biriminden Fonlanmaya Hak Kazandı!’. 

Bilimsel çalışma ve büyük bir başarıymış gibi sunulan bu projelerden ilkini üniversitenin Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyesi Özgün Erler Bayır’ın yürüteceği ve projenin adının ‘NATO'nun Karşılaştığı Zorluklara Karşı Birlik: Simülasyon Destekli Öğrenme’ olacağı belirtiliyor. Proje kapsamında ‘Türkiye’deki gençlerin simülasyon yoluyla NATO'yu ve karar alma süreçlerini daha iyi anlamaları, bu sayede Türkiye-NATO ilişkilerine ve diyaloğuna katkıda bulunulması’ hedefleniyormuş. Bayır, 2022 yılı içerisinde ise ‘NATO’yu gençleştir’ (YouthenNATO) başlıklı bir başka projeyi yönetmiş, bu projede Apak Kerem Altıntop ve Şeyma Altunkaya adlı iki akademisyen daha yer almış.

Yürütücülüğünü aynı fakültede öğretim üyesi olan Adviye Damla Ünlü Bektaş’ın yaptığı ‘NATO Barış ve Güvenlik: Gençlerle Etkileşim, Kadınları Destekleme, Barış ve Güvenlik Gündemi’ (NATOfPaS) başlıklı ikinci projede ise ‘NATO’nun temel değerleriyle birlikte Gençlik, Barış ve Güvenlik ve Kadın, Barış ve Güvenlik gündemlerinin teşvik edilmesi yönündeki NATO hedef ve politikalarının incelenmesinin’ amaçlandığı ve bu amaç doğrultusunda ‘Türkiye’nin farklı bölgelerinden 34 öğrencinin katılımıyla’ projeler gerçekleştirileceği belirtiliyor. Bu projede aynı fakülteden Nurcan Özgür Baklacıoğlu adlı bir başka akademisyen daha yer alıyor ve bu kapsamda Eylül 2023’te Edirne’de üniversite öğrencilerinin katılımıyla bir ‘NATO Yaz Okulu’ düzenlenmiş. 

Bu projelere daha yakından ve tarihsel bir perspektifle bakalım.

‘Atlantik Paktı’na en ucuz askeri’ sağlayan Türkiye hâlâ NATO’yu gençleştiriyor!

Türkiye’nin NATO’ya üyeliğinden bir sene sonra 1953’te ABD Dışişleri eski Bakanı Dulles, senatör Ellender’la olan tartışması sırasında Türk askerlerinin ‘maliyetinden’ bahseder ve senatöre şu soruyu sorar: ‘Askerler, Türkiye'de bazı müttefik tümenlerinin olması gerektiğini söylüyor…Bunu, silah altındaki askerlerin ilk yıl ayda 23 sent ve ikinci yıl 32 sent aldığı Türkiye'nin iş birliğiyle mi elde etmek istiyorsunuz, yoksa bir Amerikan tümeni alıp onu donatmak ve size 10 katına mal olacak şekilde Türkiye'ye göndermek mi istiyorsunuz?

Anlaşılacağı üzere Dulles’ın tercihi on kat daha ‘pahalı’ olan ABD askerleri yerine Türk askerlerini ABD için operasyonlarında kullanmaktır, yani günümüzün plaza diliyle askerleri ‘outsource’ etmektir. Sürgündeki Nâzım Hikmet, gazetelerde okuduğu bu haber üzerine Temmuz 1953’te 23 Sentlik Askere Dair şiirini yazar. O zamandan bu yana ülkemizin gençleri ne yazık ki emperyalizm için genç ve ucuz işgücü, kolluk gücü olmaya devam etmektedir. 

Tabii ki geleceğin ucuz işgücü olacak gençliği ideolojik olarak da donatmak gerekir ki aralarından sömürüye ve emperyalizme boyun eğmeyeni, yurtseveri, komünisti çıkmasın. Bunun araçları arasında devletin 1960’lardan beri antikomünist mücadele için mobilize ettiği ülkücülük ve siyasal İslam tek başına yetmez, liberalizm olmadan eksik kalır. İlk ikisinin görece daha az eğitimli ve/veya düşük gelirli olan kesimler üzerindeki etkisi şüphesiz kayda değerdir, fakat daha eğitimli (üniversiteli) ve/veya daha yüksek gelirli kesimler üzerinde liberalizmin daha ince ayarlar yapması mümkündür.

Öğretim üyesi Erler’in yürütücülüğünü yaptığı ‘NATO’yu gençleştir’ başlıklı projede Türkiye ve Avrupa’dan 30 üniversite öğrencisiyle Altınoluk’ta ‘NATO’nun ve Türkiye -NATO ilişkilerinin geleceği üzerine çalışmalar’ yapılmış. Projenin duyurusundaki havuzlu ‘resort hotel’ konsepti fazla söze gerek bırakmıyor, nasıl ki holding gibi işleyen tarikatlar ve cemaatler üniversite öğrencilerini ücretsiz yurtlarla, evlerle, burslarla ve diğer yöntemlerle çekiyorlarsa, NATO’cuların da benzer müşevvikleri var. 2023 yılında gerçekleştirilen yaz okulunun AB Proje Yönetimi adlı AB bağlantılı bir sitedeki duyurusunda da tüm masrafların karşılanacağının altı çiziliyor.

Öğretim üyesi Erler sosyal medya hesabında ‘YouthenNATO’ adını verdikleri aktivitede ‘NATO'ya sunulmak üzere katılımcılar tarafından Türkiye-NATO ilişkilerinin geleceğine ve NATO'da gençlik katılımına ilişkin çeşitli alt başlıklarda proje raporu’ yazıldığını belirtiyor. ‘Bu raporun ve proje sonuçlarının yanı sıra Türkiye-NATO ilişkilerinin tartışılacağı bir konferansı çok yakın bir tarihte İstanbul Üniversitesi'nde gerçekleştireceklerini’ söyleyen Erler’in bahsettiği konferans emekli büyükelçi ve Türkiye’nin eski NATO daimî temsilcisi olan Mehmet Fatih Ceylan’ın ve Kadir Has Üniversitesi öğretim üyesi Mustafa Aydın’ın katılımıyla Aralık 2022’de gerçekleştirilmiş.

‘İnsanlığa Karşı İşlenen Suçlar’ Enstitüsü öğretim üyesi NATO Projesi’nde!

Tutarsızlıkların ve utanmazlıkların belli sınırları vardır diye düşünsek de AKP Türkiyesi’nde bu sınırların her geçen gün yeniden aşıldığına, yeni rekorlara şahit oluyoruz. NATO ve NATO destekli grupların Yugoslavya’da, Afganistan’dan, Libya’da, Suriye’de ve dünyanın diğer bölgelerinde insanlığa karşı işledikleri suçlar ortadayken, İstanbul Üniversitesi’nde 2021’de kurulan ‘Uluslararası Soykırım ve İnsanlığa Karşı İşlenen Suçlar Enstitüsü’ adıyla kurulan bir akademik birimde öğretim üyesi olan Apak Kerem Altıntop adlı bir akademisyen yukarda bahsi geçen ‘NATO’yu gençleştir’ projesinin bir parçası olabiliyor. NATO ve ABD’nin sicili düşünüldüğünde çelişkinin bu kadarı sınırları zorluyor. Enstitünün kurulması ve işlevi ise ayrı bir inceleme konusu.

NATO’culuk bütün imkanlara rağmen tutunamıyor

Soğuk Savaş Dönemi’nden günümüze kadar siyasi iktidarların yapmış olduğu bütün Amerikancı ve anti-komünist propagandalara rağmen 2024 Türkiye’sinde NATO’culuğun meşruiyetinin hâlâ sorgulanabilir olduğunu aslında bu projelerin başlıklarından ve içeriklerinden de anlayabiliyoruz. ‘NATO’yu gençleştirme’ ihtiyacını, AKP döneminde zirveye ulaşan Amerikancılığın ve NATO’culuğun her şeye rağmen gençler ve kadınlar arasında yeterince tutunamadığına dair bir veri olarak okuyoruz. Yurtsever ve antiemperyalist mücadeleyi örmek için zeminin uygun olduğunu biliyoruz. 

Çünkü tarihin bizim olduğumuz tarafında, kapitalizmin en güçlü ülkesinde doktora derecesi almış olmasına rağmen bir yurtsever, bir komünist olarak emperyalizme karşı Türk Barışseverler Cemiyeti’ni kuran, tarihsel Türkiye İşçi Partisi’nin önderlerinden Behice Boran ve daha nice isimler var. Diğer tarafta da eli kanlı NATO’nun halkla ilişkiler faaliyetlerinin Türkiye ayağı olarak fonlanan kariyerist akademik zevat… Onlar unutulacaklar, ama şimdi teşhir zamanı. 

Devam edecek.                                     /././

Kıbrıs’ta puslu ufuklar -Engin Solakoğlu-

Şimdi biz buna “çözüm” mü diyeceğiz? Ada’nın ve bölgenin emekçi halklarının, o halkların “solcu” parti ve örgütlerinin bu konuda söyleyecekleri bir söz olmayacak mı?

Herkes ABD’de Trump yönetiminin dünyanın başına ne gibi çoraplar öreceğine dair karanlık öngörülerle meşgulken Kıbrıs sorununda göreli bir hareketlilik yaşandığına dair işaretler artıyor.

Neden şimdi, neden Kıbrıs? Bunlar meşru sorular. Ortadoğu kan ve ateşle sınanır, her gün yüzlerce insan yaşamını yitirirken, her sene Ada’nın üzerinden geçme hatasını işleyen cikla1 sürülerinin maruz kaldığı dışında katliama sahne olmayan Kıbrıs’ta çözümün gündeme gelmesi, bunun için çok yönlü diplomatik girişimlerin başlatılmasının akla yakın bir sebebi olması gerekir. 

Tümüyle mantıksal bir bağ kurmaya çabalarsak Kıbrıs’ta bulunacak bir “çözüm”ün ya da çözüm girişiminin dünyanın ve bölgenin içinden geçtiği dönemde sadece Kıbrıs’la ilgili olma olasılığının ne kadar düşük olduğunu görürüz.

Sorunun çok uzun ve hiç kimsenin tam olarak öğrenmeye ve kavramaya zahmet etmediği bir geçmişi var. Burayı geçelim. Bildiğimiz son birkaç yıldır çözüm bağlamında dişe dokunur bir gelişme yaşanmadığı ve meselenin tipik bir donmuş çatışmaya (frozen conflict) dönüştüğü. 

Öyle anlaşılıyor ki şimdi birileri bu buzları çözmeye niyetlenmişler. Türkiye ile Yunanistan arasında yaşanan “bahar havasının” bu girişimlerde bir payı olduğu kesin. Dünyada şiddetlenerek devam eden saflaşmanın tarafları keskinleştikçe aynıların aynı yere toplaşmaları da doğal karşılanabilir.

Son birkaç ayda neler olduğunu kısaca anımsattıktan sonra bu toplaşma üzerine fikir yürütmeye girişebiliriz. İzleyenlerin bildiği gibi Akepe ve onun Kuzey’deki temsilcileri bir süredir Ada’da varılacak çözümün ancak iki devletli bir temele oturabileceğini savunuyorlar. Bu fikrin Kıbrıs sorunun müktesebatı bağlamında taşıdığı ya da daha doğrusu taşımadığı anlam bir yana sadece Akepe’nin Kıbrıs Türk halkının iradesine göstermemekte direndiği saygı anlamında bile inandırıcılıktan uzak olduğuna kuşku yok. Gerçekten iki devletli bir çözümü savunuyorsanız o iki devletten birini tanıdığınızı somut olarak kanıtlamış olmanız gerekiyor. Bunun yöntemi de Cumhurbaşkanlığı seçimlerine ve parti kongrelerine açıkça müdahale etmek olmasa gerektir. Yalnızca bu sebep bile savunduğunuz tezde samimi olmadığınızı ortaya koyar. Bu yüzden “iki devletli çözüm” argümanı söyleyenin dahi inanmadığı bir sözcük israfından ibarettir ve diğer taraf da bunu bildiği için etki ve inandırıcılığı yoktur.

Türkiye’yi yönetenler bu sloganla harcadıkları zamanı yeterli görmüş olacaklar ki, yeniden masaya dönmeye karar vermiş gibi görünüyorlar. Bu süreçte bazı eşgüdüm sıkıntıları da yaşanıyor doğal olarak. Ada’daki temsilci –Kıbrıs’taki “saygın” sektör elemanlarıyla ticari ilişkilere sahip olan görevliden söz etmiyorum elbette– yakın zamana dek asarım keserim derken şimdi Ankara’nın tayin ettiği yönü izlemeye zorlanacak anlaşılan. Sorun değil, bunlar işin doğasında var. Güdüm ile eşgüdüm eş anlamlı sözcükler değiller sonuçta. 

Sürece dönelim. Taraflar Eylül ayında BM Genel Sekreteri Guterres’in ev sahipliğinde New York’ta bir araya geldiler. Tatar ve Hristodules’in yedikleri yemek sonrasında Guterres “ortak zemin yok" açıklaması yaptı. Kıbrıs sorununu yakından izleyenler bilir. Bu “ortak zemin” pek önemlidir esasında. 70 yılı aşan müzakere sürecinde en çok sarf edilen kavramlardan biridir. Genellikle bir taraf ipe un sermeye niyetlendiğinde bu kavramı ortaya atar. Hele bu sözcükleri telaffuz eden BM Genel Sekreteri ise durum daha da vahim demektir.

Gelin görün ki bu kez öyle olmadı. Liderler yemeğinin ardından bir “dörtlü toplantı” düzenleneceği haberi duyuruldu. Açık söylersek, Kıbrıs’taki iki taraf ile Türkiye ve Yunanistan bir araya geleceklerdi. O süreçte “dörtlü mü, beşli mi” tartışması da yaşandı. Gelen bilgilere bakılırsa Türk tarafı “dengeyi bozacağı gerekçesiyle" İngiltere’nin de o masaya oturtulmasına itiraz etmişti.

Bu noktada bir parantez açmak gerekir. Kıbrıs sorununun çözümü bir düğünse, İngiltere “kamber”dir. Kıbrıs’ta sanılanın aksine arazide iki değil, üç taraf vardır. “Anavatan” tabir edilen Türkiye ve Yunanistan’ı eklediğinizde beş sayısına ulaşılır. Kıbrıs adasında egemen üs bölgelerine sahip olan İngiltere’nin katılmadığı bir sürecin mesafe alması pek de olası değildir. Kambersiz düğün olmaz. Olsa olsa düğüm olur. Yoksa süreç “kamber”e ihtiyaç duymayacak ölçüde belirgin, daha açık bir ifadeyle önceden belirlenmiş bir sonuca mı bağlanacaktır?

Her ne ise, o sayısal tartışma şimdilik kapanmış görünüyor. Türkiye’nin başındaki Akepe’nin masaya oturma niyeti ciddi olmalı ki, bu ayın yedisinde Akepe Genel Başkanı Erdoğan’ın Kıbrıs Rum lideri Hristodules’le Budapeşte’de bir “kahve sohbeti” gerçekleştirdiğini, “sarsılmaz irade” bakanı Fidan’ın da o sohbette hazır bulunduğunu öğrendik. Aynı Fidan önceki gün “iki halkın neden ayrı ayrı yaşaması gerektiğini” yandaş bir kanalda uzun uzun anlattı. Burada çelişki aramayalım zira bu “tavşana kaç tazıya tut” deyimiyle açıklanabilecek bir yönetim şekli haline geldi çok uzun zamandır. TRT’de her hafta Kudüs’ü fethederken, limanlardan İsrail’e her türlü can suyu sevkiyatına devam etmek gibi.

Kıbrıs’a dönersek, bu kadar dumanın ateş olmayan yerden gelmesi akla yakın bulunamayacağına göre, yeni bir müzakere sürecinin yaklaştığı sonucunu çıkartabiliriz. Çıkartabileceğimiz bir başka sonuç ise muhtemelen Akepe’nin Kıbrıs çerçevesini ziyadesiyle aşan beklentilerle hareket ettiği.

AB ile ilişkileri “düzeltmek”, bu kapsamda uzun zamandır hedeflenen “Gümrük Birliği”nin derinleştirilmesi/genişletilmesi önündeki “Kıbrıs” engelini kaldırmak bu beklentilerden biri olabilir. Düzenin paraya ihtiyacı var, paranın Batı’ya. Tamam da, bu çerçeve de biraz eksik kalıyor sanki. Bir üst seviyeye çıkmakta yarar var.

Akepe’nin ve temsil ettiği sermayenin Ortadoğu’da oyun yeniden kurulurken eteğindeki kimi taşlardan kurtulup maçın “as” oyuncularından biri olma niyeti taşıdığı bir gerçek. Kürt sorunu bu taşlardan irice bir tanesi ise, birleşik Kıbrıs ve oradan sıçrayarak Avrupa Güvenlik Mimarisi’yle her türlü yakınlaşmak da bir diğeri olamaz mı?

Diplomaside hesap yapılması kadar olağan bir şey yoktur. Dolayısıyla Akepe’nin hesabı bu olabilir de o hesabı tutturmak salt hesabı yapanın olanak ve yeteneklerine bağlı değildir.

Kıbrıs’ta yeniden kurulacak masaya oturup ne tartışılacak? BM Kıbrıs müktesebatına bakarsak Federasyon. Federasyon fil gibi bir şey. Neresinden tuttuğunuza bağlı olarak tanımları farklılık gösterebilir. İki ayrı devlet bir federasyon içinde de var olabilir. En azından var oldukları ileri sürülebilir. Mesele federasyonu oluşturacak birimlerin yetkilerinin tanımlanmasında düğümlenir. Kıbrıs’taki alışılmış denklemde Türk tarafı bakımından yetki ve toprak ters orantılıdır. Ne kadar yetki isterseniz, o kadar topraktan vazgeçersiniz.

Müzakerenin içeriği kadar yöntemi de belirleyicidir. Üçlü, dörtlü, beşli derken Kıbrıs Türk tarafını yok sayıp, Kıbrıs Rum yönetimiyle doğrudan temas edilebileceği işaretleri vermenin getireceği kazanım ne olabilir? Yolda birtakım beklenmedik engeller çıkmaz, Akepe iktidarının da ömrü yeterse görürüz.

Bu sürecin yukarıda özetlenen çerçeve içerisinde kalacak bir dizi müzakere sonucunda  “çözümle” sonuçlandığını varsayalım. İki bölgeli, iki toplumlu federatif bir çözüm. Ambargolar kalkmış, Kıbrıslı Türkler AB vatandaşı olmuşlar.  Emperyalizmin bölge çıkarlarının mutemedi Türkiye sermayesine de ekonomik ayrıcalıklar sağlanmış, kimi güvenlik garantileri verilmiş. Refah artmakta ve özellikle de gayrimenkul sektörü koşar adım büyümekte. Her şey şahane. 

Şahane mi? ABD tarafından etkin bir şekilde kullanılan İngiliz egemen üsleri orada duruyor. Ortadoğu’da sömürgeciliğin koçbaşı İsrail’in saldırganlığı bu üsler vasıtasıyla alabildiğine destekleniyor. Tümüyle İsrail’in ‘hınk deyiciliğini” yapan AB’nin ve muhtemelen kısa süre içerisinde NATO’nun mülkü haline gelmiş Kıbrıs adası bütünüyle ve birleşik halde emperyalist saldırganlığın dev bir uçak gemisi olarak kullanılıyor. Bütün bunlar Türkiye ve Yunanistan’daki yurtseverler kendi ülkelerini NATO boyunduruğundan kurtarmak için on yıllardır savaşırken yaşanıyor.

Şimdi biz buna “çözüm” mü diyeceğiz? Ada’nın ve bölgenin emekçi halklarının, o halkların “solcu” parti ve örgütlerinin bu konuda söyleyecekleri bir söz olmayacak mı?

Sahi Kavazoğlu ve Mişaulis bu “çözüm”  için mi mücadele etmiş ve bunun için mi canlarını vermişlerdi? 

1.Ardıç kuşuna Kıbrıs’ta verilen ad. Göç mevsiminde üzerinden geçtikleri Kıbrıs’ın her iki yakasında da acımasızca avlanır ve tüketilirler. Ada halkı bu küçücük kuşların turşusunu dahi kurar                                                              /././

ABD seçimlerini yine İsrail kazandı: Yeni haçlı seferi yolda mı?-Anıl Çınar-

İsrail, başta ABD sermayesinin, ama arkasına sermayeyi alan bütün güçlerin ortak zaafı, ortak sevinci ve ortak gücü. Buna Türkiye de dahil.

Kudüs Haçı dövmesi göğsünün yarısını kaplıyor. Sağ kolundaysa “Deus Vult” (Tanrı Öyle İstiyor) yazıyor.

Pete Hegseth, Trump’ın kabinesinde Savunma Bakanlığı için düşünülen isim. 2020’de yayımlanan “Amerikan Haçlı Seferi” kitabının son bölümü “Yeniden Büyük Haçlı Seferi” başlığını taşıyor. Kitap “Deus Vult” cümlesiyle bitiyor.

Pentagon’da, Pete Hegseth’in Savunma Bakanlığı için düşünülmesini afallayarak karşılayanların olduğu söyleniyor. Halbuki itirazları Hegseth’in ideolojisine değil, gerekli kabiliyetlerden yoksun olmasına.

Hegseth Irak ve Afganistan’dan sonra Guantanamo’daki göreviyle ideolojik eğitimini tamamlamış eski bir asker. Siyasi kariyerinde yol alabilmesinin arka planında ise büyük sermayenin ünlü isimlerinden Koch ailesi tarafından fonlanması yatıyor.

Hegseth İsrail halkının Tanrı’nın seçilmiş halkı olduğunu düşünüyor.

Başka bir isim, Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanlığı için seçtiği Michael Waltz da eski bir asker, yeşil bereli. Waltz, Donald H. Rumsfeld’in de danışmanlığını yapmıştı. İkisi de ABD’nin 2003 Irak işgal planındaki önemli isimlerdendi.

Bunlar, başta Dışişleri Bakanlığı için düşünülen Marco Rubio olmak üzere yeni kabinenin diğer üyeleriyle bir bütün oluşturuyor. Hepsi sıkı siyonist, dinci ve savaşçı isimler. Küba düşmanlıkları da bu özellikleriyle muhteşem bir uyum yaratıyor.

Trump’ın yeni kabineyi oluştururken kendisine sadık isimler bulmaya çalıştığı da söylenenler arasında. Nitekim daha önceki kabine sert siyasi gerilimlerin ortasında sıkça değiştirilmişti. Bunun yanında, yeni kabineyi fazla öngörülemez bulanlar da var ve bunlar arasında İsrailliler de bulunuyor. Bir kısmı “fazla sevinmeyin” bile diyor. 

Yeni kabineyi ne bekliyor göreceğiz ama ortadaki görüntünün ABD’yi yeni bir “Haçlı Seferi”ne taşıyacak izlenimi verdiği herkes için açık. Bu kadar “sıkı siyonistin” bir araya gelmesinin başka ne anlamı olabilir ki değil mi…

Öyle ya da böyle, ABD seçimlerini yine siyonistler kazanıyor, İsrail yine ABD’de iktidara gelmeyi başarıyor. ABD’nin tepesindeki isimler ABD’nin de İsrail gibi olması gerektiğini söylüyor. Kutsal kitaplardan alıntılarla konuşuyorlar ve Amerikan istisnacılığının başka türlü ayakta kalamayacağını söylüyorlar. 

Bütün bunlar İsrail’de sevinçle karşılanıyor. Nadav Shtrauchler, Netanyahu’nun yakınından bir isim, İsrail’in kendi “bağımsızlık gününe” yol aldığını ve bunun büyük bir nimet olduğunu dile getiriyor. Soykırımda yol almak için ellerini ovuşturuyorlar.

Yeni bir “din savaşı” kapıda gibi görünüyor…

Aslında böyle formüle edilmesi en çok da onların işine yarıyor!

Bu isimlerin çoğunun AIPAC başta olmak üzere İsrail lobisi tarafından fonlandığı biliniyor. Ama zaten bu işler böyle yürüyor. Para, parti ve isim fark etmeksizin büyük sermayeden siyasete doğru akıyor. Elon Musk bir sürpriz olmuyor.

Siyonist kabinenin etki yaratmak ve hatta “İsrail’i kontrol altına almak” için mi seçildiği veya İsrail vasıtasıyla İran’ın hizaya mı getirileceği bir yerden sonra önemini kaybediyor. Önemli olan, dincilik ve milliyetçiliğin emperyalizmin bir enstrümanı olması.

Tarihte olduğu gibi…

Hitlercilerin yükselmesini, giderek Avrupa’da bir savaş partisi inşa edebilmelerini sağlayan şey katıksız ırkçılıkları mıydı? 

Oysa ki Naziler her şeyden önce antikomünist idiler. Komünizm büyük tekellerin ve emperyalizmin sınıf düşmanıydı. Nazilere bu alanı açan şey İngiliz ve Fransız emperyalizminin kirli hesapları olmuştu. Çünkü Sovyetler Birliği dize getirilecekse aşırılıkçılığın her türlüsü göz ardı edilebilirdi. İngiliz ve Fransızların gördüğünü Hitler de görüyordu. Alman sermayesi Hitler'in görebildiğini görüyordu. Ve Alman emperyalizmi kendi yolunu bu boşluklardan üretiyordu.

Bugün her şey çok farklı. Dünya halklarının, emekçilerin ve ezilenlerin arkasında durabilecek bir güç yok artık. Sovyetler Birliği yok. Bütün büyük güçler “hesap” yapmakla meşgul. 

Ve belki de bütün bu hesapların orta yerinde Amerikan istisnacılığı ve İsrailcilik yıllardır aradığı o boşluğu en sonunda elde ettiğini hissediyor. Bu koşullarda İsrail demek Amerikan emperyalizmi demek.

Demek ki Haçlı Seferi de din savaşı da bir hikaye. 

Hiçbir gerçekliği olmadığı için değil, işin aslı bu olmadığı için. Ve emperyal mantık her zaman birtakım hikayelere ihtiyaç duyacağı için. Hatta belki, Avrupa’yı karıştıran İsrailli taraftar provokasyonunun ve başka provokasyonların, sonu savaşla bitecek olan bu hikayenin bir parçası olduğunu da göreceğiz. 

Dünya ve bölge yeni bir savaşa doğru ilerlemek için benzine ihtiyaç duyarken biz “İsrail’i kim durduracak” diye soruyoruz. Ama acı gerçekle yüzleşme vakti geldi. İsrail’in arsızlığı ve Amerikan emperyalizminin burnu büyüklüğü aynı paranın iki yüzü gibi. Para bunu söylüyor, büyük şirketler bunu söylüyor. Amerikan emperyalizmi İsrail’e ihtiyaç duyuyor.

Ayrıca tarih ve paranın yönü başka bir şey daha söylüyor. Trump’ın “Yeniden Büyük Amerika” sloganıyla, “Yeniden Büyük Türkiye”nin aynı yöne baktığını, birbirlerini beslediğini, hikayenin asıl aktörlerinin büyük şirketler olduğunu.

İsrail, başta ABD sermayesinin, ama arkasına sermayeyi alan bütün güçlerin ortak zaafı, ortak sevinci ve ortak gücü. Buna Türkiye de dahil. 

İsrail tarihte çok az devlete düşen bir misyonla hareket ediyor ve emperyalizmin tıkanıklıklarını bir bir açmaya aday olduğunu gösteriyor, tıpkı Naziler gibi, aradığı dönemeci yakaladığını düşünüyor.

Bu bir Haçlı Seferi falan değil. Bu düpedüz sermayenin seferi. Daha önce Irak’ta, Suriye’de yaptıklarının mislini yapacaklar, ülkelerin zenginliklerine konacaklar, halklarını köleleştirecekler, kimin daha güçlü olduğunu ispat edecekler.

Ancak, hayal kurulmamalı. İsrail’in yatıştırılabileceğini düşünenlere, Nazilere aynı gözle bakan Chamberlain için Hitler'in ne düşündüğü anımsatılmalı. “Şemsiye adam”ın, “küçük solucan” Chamberlain’in zayıflıklarının Alman emperyalizmini nasıl güçlendirdiği hatırlanmalı.

İnsanlık bu saldırıdan daha önce nasıl kurtulduysa şimdi de aynı şekilde kurtulacak. O gün geldiğinde, İsrail’in arkasında duranlar da ondan nemalananlar da hesap verecek.

                                                               /././

Sağlık Bakanı'na göre bebekleri 'çürük elmalar' öldürmüş: Dernek teftiş raporlarını bakana sormadı -Burcu Günüşen-

Sağlık Bakanı Memişoğlu Dünya Prematüre Günü’ne katıldı. “Yenidoğan çetesi” için “çürük elmalar” dedi. 2017’deki denetimlere katılan Türk Neonatoloji Derneği ise bakana o raporların akıbetini sormadı.

Özel hastaneler daha fazla para kazansın diye yenidoğan bebeklerin özel hastanelere sevk edildiği, yanlış tedavi ve ihmal sonucu birçok bebeğin öldüğü “yenidoğan çetesi” soruşturmasıyla ortaya çıkmıştı. 

Bu korkunç olayın sağlıkta özelleştirmeyle açık bağını gizleme çabasıysa devam ediyor. 

Sağlık Bakanı Kemal Memişoğlu “yenidoğan çetesi” ifadesini kullanmadıklarını belirterek “insanlıktan nasibini almamış çeteler” dediklerini söyledi.

Çete mensuplarını sağlık alanındaki “çürük elmalar”, “yanlış insanlar” diye niteledi. 

Ankara’da CerModern’de düzenlenen Dünya Prematüre Günü etkinliğinde konuşan Memişoğlu Türkiye’nin sağlık hizmetlerinde dünyada en iyi ülkelerden biri olduğunu, yenidoğan gibi özellikli branşlarda dünya standartlarının üzerinde hizmet verildiğini söyledi.

Son zamanlarda yenidoğanla ilgili “üzüntü verici olaylar” yaşandığını belirten Memişoğlu “Her meslek grubunda maalesef insani duygularından nasip almamış insanlar çıkabilir. Sağlık çalışanları arasında da bu çok az da olsa çıkabiliyor. Bizlerin görevi bu çürük elmaları, yanlış insanları ayıklamak” dedi.

Memişoğlu “Sağlık Bakanlığı ve sağlık çalışanları olarak buna, 'yenidoğan çetesi' demiyoruz. Buna, 'insanlıktan nasibini almamış çeteler' diyoruz. Bunlara 'çürük elma operasyonları' diyoruz. Çünkü bu insanların bırakın sağlıkçı olmayı insani değerlerinden bir şey almadıklarını biliyoruz. Bu tür çetelerle, bu tür yanlış davranışlar içinde olan insanlarla mücadelemizi yaptık, yapmaya da devam edeceğiz. Bu yolda bu kadar iyi, geniş sağlık hizmeti sunan, bu kadar iyi sağlık çalışanı olan toplumunu sağlıklı kılmak için gecesini gündüzüne katan sağlık çalışanlarımızın yüzde yüzüne yakın insanını, bu tür çürük elmalarla birleştirmeyi veya eşleştirmeyi kabul etmiyoruz” diye konuştu.

Türkiye’nin "sağlık hizmetlerini dünyada en iyi yapan ülkelerden biri” olduğunu savunan Memişoğlu “Bunu engelleyecek veya karalayacak hiçbir olaya tahammül gösteremeyiz" dedi.

Türk Neonatoloji Derneği, 2017'deki o denetimlerin sonuçlarını yeni bakana sormadı

Etkinliğin bir başka konuşmacısı ise Türk Neonatoloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Esin Koç’tu. Dernek en son 2017 yılında Sağlık Bakanlığı’nın ülke genelinde 40’a yakın hastanenin yenidoğan yoğun bakımlarına yönelik denetimlerine katılmıştı. Prof. Dr. Esin Koç bu denetimlerde devlet ve üniversite hastaneleri iyi not alırken bazı özel hastanelerin yenidoğan yoğun bakım ünitelerinin iyi not alamadığını 25 Ekim 2024’te soL’a yaptığı açıklamada belirtmiş ve “Kısa süre sonra bakan değişti. Ne oldu o raporlar o kısmını tabii biz bilmiyoruz” demişti. Prof. Dr. Koç o tarihten sonra bakanlık ile derneklerinin yaptıkları ortak bir denetimin de söz konusu olmadığını söylemişti.

Bugünkü etkinlikte konuşan Koç prematüre bebeklerin doktor, hemşire ve ailelerin desteğiyle hayata tutunduklarını belirtti.

Amaçlarının bu bebekleri kaliteli yaşatmak olduğunu kaydeden Koç, "Türkiye'de 2023 yılında 958 bin 408 doğum oldu. Prematüre doğum oranımız yüzde 12,8 ile 13,2 arasında gidip geliyor. Prematüre doğum sayımız 123 bin 115. Bu bebeklerin yüzde 10,8'i de çok küçük prematüre yani 32 haftanın altında doğan bebekler. Dünyada yenidoğan ölüm hızı binde 17, bizim ülkemizde 5,7'dir. Dünya ortalamasının üçte biri kadar. Biz bunu daha da düşürürüz. Hep beraber el birliğiyle çok daha küçük bebeklerin hayata tutunmaları için çalışacağız" diye konuştu.

Prof. Dr. Koç’a telefonla ulaşarak bugünkü etkinlikte Sağlık Bakanı Memişoğlu’ndan 2017’deki denetimlerle ilgili raporların akıbetiyle ilgili bilgi isteyip istemediklerini sorduk.

Koç sorumuza “Takdir edersiniz ki o zaman bakan bey görevde değildi. Başka bakanlar vardı. Bakan beye 2017’de olan bir şeyi sormak daha yeni göreve gelmiş biri için haksızlık olur” diye yanıt verdi.

Yenidoğan Bilim Kurulu 'çürük elmaları yakalamaya' hazırlanıyor

Türk Neonatoloji Derneği’nin bundan sonra yenidoğan ünitelerinde bakanlıkla bir denetim çalışması yapıp yapmayacağını sorduğumuz Koç, Sağlık Bakanlığı’nın kurduğu Yenidoğan Bilim Kurulu’nu hatırlatarak denetimlere başlamak için hazırlıkların sürdüğünü söyledi.

Kurulda yer alan 13 uzman hekim arasında yer alan Koç, bu kurulun “hem yenidoğan alanında gelişmeleri hızlandırmak hem de bakan beyin çürük elma diye tabir ettiklerini yakalamak ve denetlemek üzere çalışmalara başladığını” söyledi.

Bu denetlemelerin sonuçları ortaya çıktığında bunların kamuoyuyla paylaşılacağına inandığını ifade eden Koç, şu aşamada denetimler için formların düzenlendiğini, en kısa zamanda yenidoğan profesörlerinin de içinde yer alacağı denetlemelerin başlayacağını kaydetti. 

Özel hastanelere dokunmadan denetimler sonuç verir mi?

Tüm Türkiye’de toplam 456 yenidoğan seviye 3 yoğun bakım ünitesi bulunduğu, bunların 300'den fazlasının yani yüzde 70'inin özel hastanelerin elinde olduğu biliniyor. İstanbul'daysa yenidoğan yoğun bakımlarda özel hastanelerin oranı yüzde 82'ye kadar yükseliyor.

Sağlıkta paranın egemenliğine son verecek bir tedbir alınmazsa, yapılacak bu denetimlerin de 2017'deki denetim sonuçları gibi hasır altı edilmesinin önüne neyin geçeceği sorusu ise yanıtsız durumda.                             /././ 

(soL)



SÖZCÜ "GÜNDEM" -18 Kasım 2024-

TÜİK mahkemeye de yalan söyledi -Erdoğan Süzer-

Memur, işçi zammında dikkate alınan ürünlerin fiyatını gizleyen TÜİK’e dava açılmıştı. Kurum, fiyatları yayınladığını savundu. Ancak 2 yıldır tek bir veri yok.(SİTESİNDE VARMIŞ(!) “TÜFE ortamında derlenen mal ve hizmetlerin aylık ortalama fiyatları ve madde ağırlıkları TÜİK internet sayfasında yayımlanmaktadır. Kullanıcıların yayınlanan ortalama fiyatlar ve madde ağırlıklarını kullanarak TÜFE’yi ufak sapmalarla hesaplamaları mümkündür. Bu doğrultuda, davacının hangi kapsamda bir fiyat verisinin eksikliğinden söz ettiği anlaşılamamıştır.”  (https://www.sozcu.com.tr/tuik-mahkemeye-de-yalan-soyledi-p105401)                                                                                       ***

İstedikleri aday olmayınca ‘hava muhalefeti’ dediler -Veli Toprak-

Çanakkale’nin Kepez beldesinde yapılacak AKP kongresi, muhalif aday çıkınca ertelendi. Parti yönetimi Ömer Candan’ı desteklerken, muhalif üyeler, Erkan Kürşat Ertürk’ün adaylığına destek verdi. Yönetim, kongreyi kaybedeceğini anlayınca “Hava muhalefetini’’ gerekçe gösterip erteleme kararı aldı. Muhaliflerin adayı Ertürk, “Bazı üyelerimize mesaj gitmiş, hava muhalefeti nedeniyle kongreyi iptal ettiler. Ama burada hava açık sadece muhalif bir hava var, bu hava da seçimlerin iptaline neden oldu” dedi.(https://www.sozcu.com.tr/istedikleri-aday-olmayinca-hava-muhalefeti-dediler-p105402)               ***

Putin'in korktuğu başına geldi: Biden giderayak savaşı kızıştırdı

ABD Başkanı Joe Biden, Başkanlık koltuğunu Trump'a vermesine 2 aylar kala Ukrayna - Rusya savaşını kızıştıracak bir karar aldı. Artık Ukrayna, NATO'nun sağladığı uzun menzilli füzeleri Rusya sınırlarındaki bazı hedeflere karşı kullanabilecek. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, böyle bir hamlenin "NATO'nun savaşa resmen katılması" olarak yorumlanacağını söylemişti.(https://www.sozcu.com.tr/putin-in-korktugu-basina-geldi-biden-giderayak-savasi-kizistirdi-p105411)                                ***

Vekil öğrenciye kıyak asil öğrenciye haciz -Deniz Ayhan-

Üniversiteden mezun olduğu halde iş bulamayan gençler aldığı kredi borçlarını nasıl ödeyeceğini kara kara düşünüyor. (2.6 MİLYONLUK BURSLU VEKİL) Oxford Üniversitesi’nde yüksek lisans yapan AK Parti İstanbul Milletvekili Rümeysa Kadak en yüksek burs oranıyla  2 milyon 662 bin TL ödemesi gerektiği ortaya çıktı. (https://www.sozcu.com.tr/vekil-ogrenciye-kiyak-asil-ogrenciye-haciz-p105404)              ***

(SÖZCÜ)

Öne Çıkan Yayın

TKP Genel Sekreteri Okuyan: Halk sahnede yoksa savaş kararları kolay alınıyor + Okuyan: AKP'nin Ortadoğu politikası bir avuç zenginin çıkarlarına hizmet ediyor -soL-

TKP Genel Sekreteri Okuyan: Halk sahnede yoksa savaş kararları kolay alınıyor Ankara'da düzenlenen etkinlikte konuşan TKP Genel Sekreter...