T24 "KÖŞEBAŞI" -21 Kasım 2024-

Sermaye, işçilere açlık sınırının altında bir asgari ücreti layık görüyor!-Mustafa Durmuş-

MÜSİAD’ın asgari ücret önerisi iktidar bloğunun enflasyonla mücadele politikası ve beraberinde gelen mülksüzleştirme, kitlesel yoksullaştırma ve gelirin alt gelir gruplarından alınıp üst gelir gruplarına transferi projesi ile son derece uyumludur. Siyasal iktidarı arkasına almış olan sermaye sınıfı işçi sınıfına karşı belki de ülke tarihinde görülmemiş bir sınıf savaşını yürütüyor.

Cumhurbaşkanı, “emeklimizi, memurumuzu, asgari ücretlimizi, toplumun hiçbir kesimini enflasyona ezdirmeyeceğiz” diyor. Hazine ve Maliye Bakanı da hemen hemen aynı sözcüklerle, “halkı enflasyona ezdirmedik, bundan böyle de ezdirmeyeceğiz” diyor. Cumhurbaşkanı Yardımcısı ise, “bu yılın ilk altı ayında ekonominin yüzde 3,8 büyüdüğünü, dezenflasyonun işlediğini, seneye enflasyonun daha düşeceğini ve böylece emekçilerin rahatlayacağını” müjdeliyor.

Enflasyon canavarı (!)

“Enflasyonu halkı ezen bir canavar” olarak tanımlamak sadece bu ezme işinden sorumlu olanları gizlemeye hizmet eder. İktisadi bir olgu olan enflasyon vatandaşı ezmez, ezemez. Çünkü enflasyon tıpkı yoksulluk gibi, sadece bir sonuçtur,

Vatandaşı ezen; ücretli emek sömürüsüne dayalı bu adaletsiz kapitalist düzen ve bu düzenin temel siyasal aparatı olan devleti yöneten AKP’nin emek karşıtı ekonomi, maliye ve gelir politikalarıdır.

Kaldı ki madem vatandaşı ezdirmemek gibi bir niyet var, neden o halde sermaye ve siyasal iktidarın sözcüleri asgari ücrete yapılacak olan zammın “beklenen enflasyona göre” yapılması gerektiğini söylüyorlar?

MÜSİAD Başkanının ağzındaki bakla?

Nitekim Merkez Bankası Başkan Yardımcısı zammın beklenen enflasyona endekslenebileceğini (yani yüzde 21 civarında olabileceğini) söylerken, iktidarla hemhal olmuş iş ve sermaye çevrelerinin gözde örgütü olan MÜSİAD’ın Başkanı Mahmut Asmalı bir CNBC-e yayınında aşağıdaki gibi bir ara formül öneriyor:

“Beklenen enflasyon ile geçen yılın enflasyonu arasında bir korelasyonla asgari ücret bulunabilir. Bazı sosyal destekler de verilebilir. Türkiye’de maaşın yetmemesinin en büyük sebeplerinden biri kira. Hane halkının harcamalarının yüzde 50’den fazlası konut, enerji ve gıdadan oluşuyor. Buralarda tedbir almalıyız. Büyükşehirlerde şu anki asgari ücretle geçinmek mümkün değil. 1+1 daireye17 bin lira kira verince asgari ücretli bütün kazancını kiraya vermiş olacak. Bundan kaynaklı bölgesel asgari ücret uygulanabilir…” (1)

Daha önce IMF de benzer bir öneride bulunmuştu

Özetle Asmalı, gerçekleşen ve hedeflenen enflasyonun birlikte hesaba katılarak asgari ücrete yüzde 21 ile yüzde 45 arasında, yani kabaca yüzde 30’lar civarında bir zam yapılmasını, gerekirse işçilere sosyal yardım verilmesini öneriyor.

Bu aslında IMF’nin daha önce yaptığı öneriye çok benziyor. “Ücret zammını sınırlı tutalım, bunu devlet bütçesinden verilecek olan sosyal yardımlarla telafi edelim” diyor.

Asmalı, halkın içine düştüğü geçim sıkıntısının müsebbibinin ise ev sahipleri olduğunu ilan ediyor ve böylece üstü kapalı bir biçimde, patronlar olarak kendi yüksek kârlarının bir kısmından (daha düşük fiyatlar uygulayarak) vazgeçme niyetinde olmadıklarını açıklıyor.

Ayrıca “büyük şehirlerdeki yüksek konut kiralarının (gıda ve enerji harcamaları ile) asgari ücretlinin gelirinin yüzde 50’sinden fazlasını götürdüğünü” ileri sürerek bölgelere göre değişen asgari ücret uygulamasını da öneriyor. Yani örneğin Doğu ve Güney Doğu’daki asgari ücretin Batı’dakinden daha düşük olması gerektiğini savunuyor.

Diğer yandan işçilerin bu önerileri reddetmeleri için aşağıdaki gibi haklı nedenleri var:

Sosyal yardımlar iyidir ama…

Öncelikle, “sosyal yardımlar”, adı üstünde, düzenli olmayan-geçici olarak yapılan yardımlardır ve emekli maaşının ve kıdem tazminatının hesaplanmasında göz önüne alınmazlar. Ücret artışı yerine bu tür yardımların verilmesi işçiyi maddi olarak kayba uğratır.

Ayrıca sosyal yardımlar, “parayı işçinin bir cebinden vergi olarak alıp, diğerine yardım olarak koymak” anlamına gelir. Bu yardımlar halka dönük kamusal eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi sosyal harcamaların kesintiye uğratılmasına ya da devletin ortaya çıkacak bütçe açığını fonlamak için daha fazla borçlanmasına neden olur ki sonuçta bunun bedeli de işçilerden daha fazla vergi alınarak yine onlara ödettirilir.

Bölgesel asgari ücret mevcut sorunları derinleştirir!

İkinci olarak, bölgesel asgari ücret uygulaması, mevcut asgari ücret çıtasının çok daha altına inilmesine neden olacağı gibi, Anayasa’ya, eşitlik ve sosyal adalete de terstir.

Eşit yurttaşlığın bir türlü tesis edilemediği bir ülkede, asgari ücretin bölgelere göre farklılaştırılması bölgelerin halkları arasındaki yakıcı eşitsizlikleri, yoksulluğu ve bunların tetiklediği başta “Kürt sorunu” olmak üzere, birçok sosyal ve siyasal sorunu da derinleştirir.

Kiralar İstanbul’da yüksek de Van’da düşük mü?

Kaldı ki yaklaşık 50 yıl önce terk edilen bu uygulama metalaşma ve ticarileşmenin geldiği düzey olarak ülke gerçekleriyle de uyumlu değil. Örneğin 17 bin TL asgari ücretle İstanbul’da geçinilemeyeceği gibi, Van’da geçinmek de zordur. Kiralar örneğin Van Merkez’de İstanbul’un bazı semtlerinden daha yüksektir.

Özetle, yaşamakta olduğumuz sorun sadece enflasyonun ya da yaşam maliyetlerinin yüksekliğinden değil, aynı zamanda işçi ücretlerinin çok düşük olmasından ve gelir dağılımının son derece adaletsiz olmasından kaynaklanıyor. Kayıtlı 11 milyondan fazla, kayıt dışı 3 milyondan fazla işçinin (2), adına asgari ücret denilen 17 bin liralık açlık ücreti ile kendilerini ve ailelerini geçindirmeye zorlanması bunun en somut kanıtıdır.

İşçi ücretleri seneye de açlık sınırın altında kalabilir!

Daha da önemlisi Asmalı’nın gelecek yıl için önerdiği asgari ücret artışının işçi sınıfının en az yarısını açlık sınırının altında yaşamaya devam ettirme niyetinde olması.

2025 yılında gıda enflasyonunun, TÜİK tarafından resmi olarak öngörüldüğü gibi, aylık ortalama yaklaşık yüzde 1,8 ve yıllık yüzde 22,5 olarak tahmin edilmesinden yola çıkarak hazırladığımız aşağıdaki grafikten de görülebileceği gibi, asgari ücretin seneye açlık sınırının altına düşmemesi için yüzde 55,29 oranında artırılması, yani 17 bin TL’nin 26,432 TL’ye yükseltilmesi gerekiyor.

Eğer iktidar çevrelerinde ve medyada en çok konuşulan oran olan yüzde 30’luk bir artış söz konusu olursa, asgari ücretin seneye şubat ayından itibaren açlık sınırının altına düşmesi kaçınılmaz olacaktır.

Sonuç

MÜSİAD’ın asgari ücret önerisi iktidar bloğunun enflasyonla mücadele politikası ve beraberinde gelen mülksüzleştirme, kitlesel yoksullaştırma ve gelirin alt gelir gruplarından alınıp üst gelir gruplarına transferi projesi ile son derece uyumludur.

Bir başka anlatımla, siyasal iktidarı arkasına almış olan sermaye sınıfı işçi sınıfına karşı belki de ülke tarihinde görülmemiş bir sınıf savaşını yürütüyor. Örgütsüz, sınıf bilincinden uzak ve siyasal önderliğe de sahip bulunmayan, başta emekliler ve yoksul köylüler olmak üzere halkın diğer katmanlarını yanına alamayan bir işçi sınıfının bu savaşı kazanması çok zor görünüyor.

Ancak tersi de yani örgütlü mücadele ile bu savaşı kazanmak da mümkündür. Tarihte bunun sayısız örneği mevcuttur. Son örneği ise kendilerini yüzlerce metre yerin altında madene kapatan yüzlerce maden işçisinin başlattıkları mücadeledir. Onların bu mücadelesi işçi sınıfının bütününe örnek olmalıdır.

Dip notlar:

*https://www.haberler.com/ekonomi/musiad-dan-asgari-ucret-aciklamasi-18062701-haberi (19 Kasım 2024).

*TÜİK, İşgücü istatistikleri III. Çeyrek (Temmuz-Eylül 2024)

                                                                /././

Türkiye’de eğitimin durumu I: PISA 2022 sonuçlarının değerlendirilmesi -Ali Alpar-

Türkiye’de eğitimde fırsat eşitliğinin olmadığı PISA raporunda çarpıcı biçimde ortaya çıkıyor. Akademik ve sosyoekonpmik durumları farklı olan 15 yaşındaki öğrencilerimiz birbirinden çok farklı okullarda ve okul türlerinde eğitim görüyor. PISA anketlerinde bizim çocuklarımızın yüzde 31’i okuldan önce kahvaltı yapmadıklarını, yüzde 2si akşam yemeği yemediklerini, yüzde 10’u haftada bir gün akşam yemeği yiyemediklerini, söylemişler. ‘Son 30 günde kaç kere paranız olmadığı için yemek yiyemediniz?’ sorusunu yüzde 19,2’si en az bir gün, yüzde 1,9’u ise neredeyse her gün diye cevaplamışlar. 15 yaş grubundaki öğrencilerimiz ortalama ekonomik, sosyal ve kültürel durum endeksinde bütün OECD ülkeleri arasında en son sırada yer alıyorlar. Okuldan memnuniyet seviyesi en düşük olan ülke Türkiye.

Önceki yazıda ahlâk ve mantık ilişkisinden söz etmiştim. Popülist, otoriter, totaliter rejimlerde iktidarın açıklama yapma hesap verme gereği ortadan kalktıkça ahlaki görünme gereğinin de ve giderek ahlâkın da rafa kalktığını, aynı zamanda akıl, mantık çerçevesinde açıklama yapma, gerekçe söyleme, tutarlı davranma gereğinin, yani mantığın kendisinin de iktidarlar tarafından gereksiz ve yok sayıldığını, akıl ve mantık çerçevesinde bir toplumsal uzlaşma ortamının yok edildiğini yazmıştım. Bu yazıda eğitim konularına döneceğim. Daha önceki yazılarda Maarif Modelinin akıl ve mantık temelinden yoksun, değerler adı altında tepeden inme niyetler empoze eden yapısını ele almıştık. Milli Eğitim Bakanı’nın son beyanlarıyla kendisinin laiklik algısı ve laikliğe karşı tutumu iyice ortaya çıktı. Maarif Modelinin nasıl, ne şekilde uygulanmaya başlandığı bir yana Millî Eğitim Bakanlığı öğrenci ve öğretmenlerin esenliğini, can güvenliğini, temizlik ve hijyen, beslenme, geçinebilme imkanlarını karşılamıyor. Böylece Bakan ve Bakanlık kanunun verdiği görevlerini yerine getirmiyor. Tabii bunun akla yakın, mantıki bir açıklaması da yok.

* * *

Biz yine konuya akıl ve mantıkla, gözlemler, kanıtlara dayanarak, analitik yaklaşalım. Bu yazı ve gelecek yazıda Türkiye’de eğitimin durumunu Eğitim Reformu Girişiminin (ERG) iki raporuyla ele alacağım. Bugünkü yazımın konusu OECD’nin 2022 PISA Raporu üzerinde ERG’nin Türkiye bağlamında ayrıntılı değerlendirmesi. Gelecek yazıda ise ERG’nin 2024 Eğitim İzleme Raporunu ele alacağım. Eğitim Reformu Girişimi 2003 yılında Sabancı Üniversitesi içinden, kurucu rektör Prof. Tosun Terzioğlu ve Prof. Üstün Ergüder’in inisiyatifi ile kurulan bir sivil toplum platformudur. Sabancı Üniversitesi ofis mekanını sağlayan ev sahibi ise de ERG’nin bütçesi birçok vakfın katkılarıyla sağlanır. ERG’nin güncel destekçileri Anne-Çocuk Eğitim Vakfı (AÇEV), Aydın Doğan Vakfı, Borusan-Kocabıyık Vakfı, Elginkan Vakfı, Ekol Vakfı, ENKA Vakfı, MV Holding, Tekfen Vakfı, Vehbi Koç Vakfı ve Yapı Merkezi’nden oluşmakta. ERG kuruluşundan beri Türkiye’de eğitimin durumunu izledi, raporladı; eğitimde iyi örnekleri öne çıkaran İyi Örnekler Konferansları ile ve Öğretmen Ağı ile öğretmenlere mesleki ve moral destek sağladı. İlkeleri yüzde 100 eğitim odağı, veri temelli analiz, siyasi ve ideolojik tarafsızlık, disiplinler arası çalışma, yapıcı görüş ve hayal gücü olarak ilân edilmiştir ve ERB tüm etkinliklerinde gerçekten, çalışmalarında bu ilkeleri somut örneklerle ortaya koyar. Bireysel inisiyatifleri teşvik ederken öğretmen meslek örgütleri ve sendikalarından TÜSİAD’a, eğitimle ilgili düşünce kuruluşlarına ve eğitimi destekleyen vakıflara uzanan birçok sivil toplum kuruluşu ile birlikte çalışır. ERG Milli Eğitim Bakanlığı ile de yıllar boyunca hem bakanlar hem de üst düzey bakanlık yöneticilerinden il ve ilçe Milli Eğitim ve okul müdürlerine her katmanda görevlilerle karşılıklı bilgi ve fikir alışverişi, danışmanlık, ortak projeler bazında, yer yer aksamalar olsa da genellikle iyi ilişkiler içinde çalıştı. Bu durum son dönemde bakanlığın tavrı nedeniyle değişti.

* * *

OECD ülkelerinde eğitimin durumunu tespit eden PISA raporları da elbette ERGnin takip çerçevesindedir. Son 2022 PISA Raporunun Türkiye ile ilgili bulguları üzerine Özgenur Korlu, Kayıhan Kesbiç, Ekin Gamze Gencer ve Helin Kotan’dan oluşan ERG ekibinin hazırladığı rapor 5 Eylûl 2024’te TÜSİAD’ın ev sahipliğinde düzenlenen “Geleceğin Dünyasına Hazırlanırken Eğitime Bakış: PISA 2022 Bulguları Işığında Türkiye’de Eğitimin Durumu Araştırması" başlıklı bir toplantıyla kamuoyuna sunuldu. Üç yılda bir düzenlenen PISA araştırmaları 15 yaşındaki öğrencilerin matematik, kendi dilinde okuma ve fen becerilerini ölçüyor. Araştırma örneklemi eğitim dışında olma, eğitimi terk ve okula devamsızlık nedenleriyle Türkiye’de 15 yaş grubunun sadece yüzde 74’ünü yansıtıyor. Bu oran OECD üyesi 37 ülke arasında 35. sırada, yani en düşük oranlı iki ülkeden biri Türkiye. Matematik, okuma ve fen becerilerinde Türkiye’nin sıralamadaki yeri yıllar içinde bir-iki basamak arttıysa da yine OECD ortalamasının epeyce altında ve sıralamanın en sonlarında yer alıyoruz.

* * *

Türkiye’de eğitimde fırsat eşitliğinin olmadığı PISA raporunda çarpıcı biçimde ortaya çıkıyor. Akademik ve sosyo ekonomik durumları farklı olan 15 yaşındaki öğrencilerimiz birbirinden çok farklı okullarda ve okul türlerinde eğitim görüyor. Akademik kapsayıcılık açısından Türkiye 37 OECD ülkesi arasında 35. sırada, sosyal kapsayıcılık açısından 32. sırada bulunuyor. Fen liseleri ile mesleki-teknik okullar arasındaki ortalama matematik puanı farkı, bir öğrencinin ancak 10 öğretim yılında kapatabileceği düşünülen düzeyde. OECD ülkeleri arasında Türkiye personel yeterliliği açısından devlet okulları ile özel okullar arasındaki farkın en büyük olduğu 4. ülke.

15 yaş grubundaki öğrencilerimiz ortalama ekonomik, sosyal ve kültürel durum endeksinde bütün OECD ülkeleri arasında en son sırada yer alıyorlar. Ebeveynin eğitim düzeyini, çalışma ve gelir durumunu , evde bulunan çeşitli eşyayı hesaba katan bu endekste Türkiye örneklemindeki öğrencilerin yüzde 33,2’si en düşük yüzde 20’lik dilimde. Anketlerde öğrencilerin ailelerinin sosyal ve ekonomik konumunu 1 en düşük, 10 en iyi olmak üzere değerlendirmeleri isteniyor. Türkiye’den katılan gençlerin yüzde 3’ü ailelerini en alt, 1. seviyede, yüzde 43’ü ise 5. seviye ve altında görüyor. Buna paralel olarak Avrupa İstatistik Kurumu Eurosat da 2022 yılında Türkiye’de 0-17 yaş arası çocukların yüzde 43,6’sının yoksulluk ve sosyal dışlanma riski altında olduğunu buluyor.

PISA anketlerinde bizim çocuklarımızın yüzde 31’i okuldan önce kahvaltı yapmadıklarını, yüzde 2’si akşam yemeği yemediklerini, yüzde 10’u haftada bir gün akşam yemeği yiyemediklerini söylemişler. ‘Son 30 günde kaç kere paranız olmadığı için yemek yiyemediniz?’ sorusunu yüzde 19,2’si en az bir gün, yüzde 1,9’u ise neredeyse her gün diye cevaplamışlar. Evinde düzenli yemek yiyemeyen çok çocuk var. Türkiye’de okul yemeği acil bir ihtiyaç.

* * *

Türk öğrencilerin PISA öğrenci anketleriyle ölçülen hayatından genel olarak memnun olma durumu da endişe verici. Memnuniyete en çok etki yapan faktör ebeveynle ilişkiler, ardından yakın aralıklarla okul hayatı ve sağlık durumu geliyor. 10 puan üzerinden yapılan değerlendirmede 6’dan küçük değerler hayatından memnun değil kabul ediliyor. OECD ortalaması 6,8. En yüksek memnuniyet 7,4 ile Finlandiya’da, en düşük memnuniyet ise 4,9’la Türkiye’de. Türkiye’deki çocukların yarısından fazlası okula devam etmenin mutluluğun belirleyicisi olduğunu düşünüyor. 15 yaş çocuklarının yüzde 4,6’sı ortaöğretimde üç aydan uzun süre okula gidememiş. Türkiye’de de OECD genelinde de devamsızlığın en önemli nedeni sağlık sebepleri.

Okulda güvenlik riskleri de büyük. PISA 2022’de Türkiye’de 15 yaşındaki öğrencilerin yüzde 25’i son bir ay içinde okulda çeteler gördüklerini, yüzde 26’sı da silâh veya bıçak taşıyan öğrenciler gördüklerini söylemişler.

* * *

PISA sonuçlarına göre Türkiye’de 2022’de 15 yaşındaki öğrencilerin yüzde 14’ü haftada bir gün, yüzde 11’i ise her gün para kazanmak için çalışıyorlar. Bunlar öğrenci olanlar. MESEM uygulamaları ile haftada bir gün okula devam edip kalan günlerde çalışan meslek okulu öğrencileri bunun dışında. Bir de öğrenci olmayanlar var. Milli Eğitim Bakanlığı 2022-23 verilerine göre 14 yaşındaki çocukların yüzde 3,1’i, 15 yaşındakilerin yüzde 5,1’i, 16 yaşındakilerin yüzde 5,8’i ve 17 yaşındakilerin yüzde 8,2’si artık okula gitmiyor. Okuldan ayrılan kız çocukları ev işlerine yardım ediyor, ya da zorla veya erken yaşta evlendiriliyorlar, erkek çocukların çoğu da çalışıyorlar.

* * *

OECD standartların korunması ve işlerin daha iyiye gitmesini de ‘dayanıklılık’ adı altında ölçüyor. Akademik dayanıklılık ölçütü matematik ortalamasının OECD ortalamasının üstünde olması ve PISA 2018’den 2022’ye matematik performansının korunmuş olması. Sosyoekonomik dayanıklılık ölçütü sosyoekonomik adalet puanının yüksek olması ve dezavantajlı öğrencilerin performanslarının 2018 ile 2022 arasında sabit kalmasını veya iyileşmesi. Öğrenci refahına göre dayanıklılık ise okul aidiyeti düzeyinin OECD ortalamasının üstünde olmasını ve aidiyet endeksinde 2018’e göre artış olmasıyla ölçülüyor. Oysa Türkiye’de öğrencilerin okul aidiyeti düzeyi 2018’den 2022’ye ciddi oranda düşmüş. Türkiye bütün dayanıklılık ölçütlerinde kötü durumda. Eğitim sistemiz daha da kötüye gidiyor.

* * *

ERG Raporu PISA 2022 sonuçlarını Türkiye için ayrıntılı biçimde inceledikten sonra, “Türkiye’nin bu şartlar altında önceliği öğretim programları değişikliği mi olmalıydı?” sorusuyla bitiyor. Sonuç olarak sosyoekonomik durumun eğitime olumsuz etkilerini azaltmak için müdahale politikaları uygulanması ve eğitimde her politika değişikliğinin reform veya müdahalenin öncelikle öğrenci ve öğretmenlerin iyi olma hâlini merkeze alması öneriliyor.

Geleceğin Dünyasına Hazırlanırken Eğitime Bakış: PISA 2022 Bulguları Işığında Türkiye’de Eğitimin Durumu Araştırması” toplantısı ERG raporunun sunuundan sonra akademisyenlerin, eğitim uzmanlarının katıldığı panel ve söyleşilerle devam etti. Katılanların hepsi çeşitli açılardan raporun bulgularını açtılar, durumu bir çok yönüyle tartıştılar. TÜSİAD temsilcilerinin de konuya verimlilik açısından değil, Türkiye’nin sorunlarının eğitim boyutu olarak bakmaları dikkat çekiciydi. Toplantının bütün seansları şurada bulunabilir.

Milli Eğitim Bakanı sadece protokol oturumuna geldi, konuşmaların hiç birini dinlemedi ama kendi politikalarını ve Maarif Modelini eleştirenlerin durumu incelemeden ideolojik sebeplerle kendilerine saldırdıkları iddiasını tekrarladı. Eğitimdeki durumu incelemeye ERG’nin 2024 Eğitim İzleme Raporu ile devam edeceğim.

                                                               /././

Saflar netleşiyor: Olmayan “çözüm” sürecinin yol haritası, “sansür” tutuklamaları ve işkence suçluları -Gökçer Tahincioğlu-

DEM Parti yöneticileri, olası bir süreçte rol almaya istekli olduklarını söylüyor. Ancak parti kulislerinde, sanılanın aksine, İmralı’da Öcalan’la görüşmesine izin verilen DEM Milletvekili Ömer Öcalan’ın kapsamlı bir mesajla dönmediği konuşuluyor. Gelen mesajın bir müzakere yürütüldüğüne ve yürütüleceğine dair ifadeler içermediği ifade ediliyor

MHP lideri Devlet Bahçeli’nin “öncü” rol alarak gündeme getirdiği, adına “çözüm süreci” denilmeyen süreç iktidara göre bir biçimde devam ediyor.

DEM Partililerin elini sıkarak başlattığı süreci, İmralı’daki Abdullah Öcalan’ın umut hakkından yararlandırılarak TBMM’ye gelmesi ve silah bırakıldığını açıklaması çağrısıyla boyutlandıran Bahçeli, son grup toplantısında da örtülü mesajlarını sürdürdü.

Bahçeli’nin iki açıklaması kritikti.

Birincisi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çağrılarından haberdar olmadığını iddia edenlere karşı yaptığı, “Cumhurbaşkanımızla yolculuğumuz ve bağımız sarsılmazdır. Cumhur ittifakında görüş ayrılığı yoktur. Cumhur ittifakının soluğu başkaları gibi kesik değildir. Öküz altında buzağı arayacaklarına gitsinler, kendilerine münasip kapak arasınlar” açıklaması.

İkincisi, MHP’nin sosyal medya kampanyasının da başlığı olan, “Vakit tamamdır, söz konusu vatandır” sözleri.

Şöyle devam etti Bahçeli:

“Makamda gözümüz yoktur. Koltuğa merakımız yoktur. Yeter ki Türkiye Cumhuriyeti ve Türk milleti sonsuza kadar yaşasın dursun. Yeter ki haine, teröriste karşı bir olalım. Kürt kardeşlerime sesleniyorum. PKK Kürtleri temsil edemez. Dün terörist başının yoldaşı olanlar şimdi Amerika’nın uşağı olmuşlar. Biden’ın üvey evlatlarına Türk milletinin asil evlatlarını kurban edemeyiz. Gelin bir olalım, beraber olalım hep beraber Türkiye olalım."

Yeri gelmişken, MHP, Bahçeli’nin sözlerinin ne anlama geldiğini teşkilatlara da anlatıyor. “Hilal’e Doğru” adı verilen, teşkilat buluşmalarında MHP yöneticileri mutlaka bu konuya dayanıyor ve meselenin “iktidar” olmadığını ifade ediyor.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan

* * *

Bahçeli’nin son mesajının artık DEM Parti, İmralı ya da Kandil’i değil, doğrudan Kürtleri odak aldığını söylemeye gerek yok. Neyin, neden yapılacağı uyarısı gibi de görülebilir.

Bu önceki çağrıların artık geçerli olmadığı anlamına da gelmiyor.

Ancak Kandil ve PKK’nın Suriye kolu YPG’den istenilen mesajların gelmediği ortada.

Ankara, özellikle Kandil’in Öcalan’ın çağrısı doğrultusunda hareket edebileceğini hesaplıyordu-hesaplıyor.

Hürriyet yazarı Abdülkadir Selvi’nin, “Öcalan’ı diri diri İmralı’la gömdüler” yazısını da bu paralelde okumak gerekiyor.

Ancak Kandil’den gelen mesajlara bakıldığında, Öcalan’dan tatmin edici bir açıklama gelmediğini düşündükleri, bir müzakere sürecinin kendileriyle ve İmralı’yla, önceki süreçler gibi paralel yürütülmesini bekledikleri anlaşılıyor.

DEM Parti’de ise bekleyiş hâkim. DEM Parti yöneticileri, olası bir süreçte rol almaya istekli olduklarını söylüyor. Ancak parti kulislerinde, sanılanın aksine, İmralı’da Öcalan’la görüşmesine izin verilen DEM Milletvekili Ömer Öcalan’ın kapsamlı bir mesajla dönmediği konuşuluyor. Gelen mesajın bir müzakere yürütüldüğüne ve yürütüleceğine dair ifadeler içermediği ifade ediliyor.

Abdullah Öcalan ve DEM Parti Şanlıurfa Milletvekili Ömer Öcalan

İktidarın ve özellikle MHP’nin beklentisi, DEM Parti’nin “silah bırakın” çağrısına katılması. Sohbetlerde bunu açıkça da ifade ediyorlar. Öcalan üzerinden yapılan çağrının öneminin kavranması gerektiğini düşünüyorlar.

DEM Parti ise kapsamlı bir müzakere süreci yürütülürse bu konuda açıkça sorumluluk üstlenebileceğini belirtiyor.

Düğüm, yöntemle ilgili kafa karışıklığında.

Ancak Bahçeli’nin de örtülü biçimde söylediği gibi, iktidarın, önceki gibi bir süreç yürütme düşüncesi yok.

Orta Doğu’nun yeniden şekilleneceğinin düşünüldüğü bir dönemde, Suriye’de güvenli bir hat oluşturma düşüncesi, bütün bu sürecin temelini oluşturuyor.

Mesajların ABD ve bir yandan Rusya odaklı olduğu buradan anlaşılabilir.

Buna paralel olarak iç politika, yeni anayasa ve Erdoğan’ın yeniden adaylığı başlıkları da bu plana ekleniyor.

Düğümün çözülmesi kolay değil… Bu nedenle kayyım politikaların sürdürüleceği ve Suriye’nin kuzeyine yönelik operasyon planlarının “etkinleştirilmek” isteneceği anlaşılıyor. 

Bu tartışmalar, harekete geçileceği güne kadar sürecek.

* * *

“Sansür” tutuklamaları

Dezenformasyon Yasası olarak nitelendirilen, gazetecilerin “sansür yasası” olarak andıkları düzenleme yasalaşırken, uygulamada bunun sonuçlarının ağır olacağı sıkça söylendi.

Elbette sonuçları iktidar ve iktidara “gönül verenler” için ağır olmuyor.

Buna rağmen AKP’liler, yasanın, düzenlemede sayılan bütün koşullar söz konusu olmadan uygulanmayacağı garantisi verdi.

Ancak düzenlemedeki, “Halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yaymak” ifadesinin AKP’lilerin söylendiği gibi kullanılmayacağı ortadaydı.

Nitekim geçen seneden bu yana onlarca gazeteci, düzenlemedeki koşullar oluşmadan, sadece “yanıltıcı bilgiyi yaydıkları” iddiasıyla tutuklandı.

Bu listeye, geçen hafta, zaten bir sene önce de tutuklanıp itiraz üzerine serbest bırakılan gazeteci Furkan Karabay eklendi. Karabay, itirazı haklı bulan mahkeme tarafından bir hafta sonra serbest bırakıldı ama neden cezaevine konulduğu, neden buna gerek duyulduğu sorusuna yanıt veren yok.

Yanıtı biliyoruz elbette. “Peşinen cezalandırma” yeni bir yöntem değil.

Şimdi AKUT’tan tanıdığımız Nasuh Mahruki de X mesajları nedeniyle tutuklandı.

Yine “yanıltıcı bilgiyi yaydığı” iddiasıyla.

Nasuh Mahruki

Hangi bilginin yanıltıcı olduğu, bunun tutuklama gerektirip gerektirmediği sorularının yanıtları belli ama yanıt yok.

Sonra istediğiniz kadar ifade özgürlüğünden, yargı bağımsızlığından söz edin.

Bu yöntemlerle korkan da yok ürken de… Zira insanın endişe etmesi için gerçekten suç işlediğini düşünmesi gerekir. Tutuklanan gazeteciler, sivil toplum örgütü temsilcileri suç işlemediklerini biliyorlar. Mesele normalleştirilmek istenen bu uygulamalardan kurtulmak. Muhalefetin aday pazarlıklarını bitirip bu gerçeklerle mücadele etmesi gerekiyor.

Zira rafa kaldırılan “etki ajanlığı” bir biçimde yasalaştırıldığında bundan çok daha kötüsüyle karşılaşacağız.

* * *

İşkence suçları ve suçluları

12 Eylül darbecilerinin üzerinde en çok durduğu konuların başında cezaevleri ve “ıslah politikası” geliyordu.

Meraklıları, Kenan Evren’le ilgili “sahte” yargılamanın notlarına dönüp bakabilir.

Muazzez İlmiye Çığ’ın ölümünden sonra konu yeniden gündeme geldi.

Muazzez İlmiye Çığ

Çığ’ın bir dönem başkanlığını yaptığı HZİ Vakfı’nın, cezaevindeki mahkumlar üzerinde, büyük bölümü iradeleri dışında ilaç deneyleri yaptığı 80’li yıllardan bu yana biliniyor.

Bilmeyenler, “Neden ölümü beklendi?” diyorlar ancak Çığ, bu sorulara defalarca yanıt verdi, vakfın projeyi yürüten ekibi de öyle.

Mesele bunun normal görünmesi.

Çığ’ı savunmak isteyenler, yıllarca birlikte çalıştığı isimler ve “Atatürkçü” olarak kodladıkları bu ismin şimdi işkenceyle anılmasını hazmedemeyenler.

“12 Eylül darbesi döneminde ne yapılsın, istemeden yapmışlardır” diyebilenler bile var.

Mesele Çığ’ın akademik yeterliliği değil.

Mesele, darbe koşullarında Genelkurmay’ın da izni ve onayıyla yapılan bu çalışmaya vakfın gönüllü olması.

Ne savunma yapılırsa yapılsın, onlarca mahkûmun, “Bize ilaç verildi” beyanları, şikayetleri orada duruyor.

Ölümünden sonra bu konunun gündem olmasının da hiçbir garip tarafı yok.

Türkiye’de darbeciler gibi darbenin hiçbir boyutu da gerçek bir yargılamanın konusu olmadı.

Bırakın da en azından hesap sormasına izin verilmeyenler, yeri geldiğinde yaşadıklarını anlatabilsinler. Gerçek bir yargılamanın konusu yapılırsa bütün bir hakikati de öğreniriz.

Zira insanlık suçlarının zamanaşımı da yok…

Süslü cümlelerle asıl Atatürkçülüğün hedef alındığını söyleyenler, insanların işkenceye tepki göstererek de Atatürkçü olabileceklerini anlamayanlar da memleketin halinin, neden 22 yıldır AKP’nin iktidar olabildiğinin kısa ve hüzünlü özetinden ibarettir.

                                                                 /././

Çocuk vicdanı -Mine Söğüt-

Sistem, çocukları ihtiyacına göre şekillendirmek üzere eğitir ve o çocuklar büyüyüp sert gerçeklikle yüzleştiklerinde, çoktan kendilerinde dünyayı değiştirme isteği ve gücü bulamayacak kadar umutsuz hale gelmiştir.

Çocuğunuza nasıl bir dünyaya doğduğunu tüm gerçekliğiyle anlatmak ister miydiniz?

Mesela yediği etin sevdiği kuzu olduğunu biliyor mu çocuğunuz?

Ya da elini sıkı sıkı tutarak yanından geçtiğiniz dilenci çocukla aynı yaşta olduğunu?

Kendisi yatağında huzurla uyurken çok yakınlarda bir başka çocuğun açlıktan ve soğuktan tir tir titrediğinden haberi olabilir mi?

Yeryüzündeki adaletsizlikten bahsedebilir misiniz küçücük çocuğunuza ya da fırsat eşitsizliğinin gerekçelerini açıklayabilir misiniz tüm detaylarıyla?

Bu sorulara evet deseniz bile iş fiile gelince muhakkak duraklarsınız. Çocuğunuzu vicdan azabı yükleyerek yetiştirmek istemezsiniz. Sorunlarla erkenden yüzleştirmekten kaçınırsınız. Dünyanın tüm yükü sırtına binmesin istersiniz.

“Bazı şeyleri de şimdiden bilmesin, zamanı gelince zaten öğrenecek her şeyi” der geçersiniz.

Ve ona da bu dünyaya da en büyük kötülüğü yapmış olursunuz.

Sistem, çocukları ihtiyacına göre şekillendirmek üzere eğitir ve o çocuklar büyüyüp sert gerçeklikle yüzleştiklerinde, çoktan kendilerinde dünyayı değiştirme isteği ve gücü bulamayacak kadar umutsuz hale gelmiştir.

Sisteme göre şekillenmeye hazır çocuklar yetiştirmenin onları kötülüklerden korumak için en güvenli yol olduğunu zanneden ana babalar da aynı sistem tarafından şekillenmiş bir aklın ve vicdanın ürünü oldukları için, bu zincir hiç kopmadan nesillerden nesillere aktarılır. Dünya da nihayetinde bu kadar korkunç bir düzenin kanıksandığı kâbus gibi bir yer olur.

Çocukları da yetişkinleri de ve dünyayı da bu kısır döngüden çıkarıp kurtarmanın en etkili yollarından biri, çocuklara daha küçücükken “anlatılmaz” denilen hikayeleri anlatmaktan, “söylenmez” denilen gerçekleri söylemekten geçer.

Bu düzeni, yıkarsa vicdanı yetersizlik ve imkânsızlık bilgisiyle şekillenmeden önce sorumluluk güdüsüyle biçimlenen çocuklar yıkar ve eskisine hiç benzemeyen yeni bir dünyayı yine kurarsa ancak onlar kurar.

O yüzden çok az insan, çocuklar için büyüklerin onlara anlatmayı pek tercih etmedikleri hikayeler yazar.

Günlerdir masamın üzerinde, içinde kısacık ve ağır ve gerçek bir hikâye anlatılan bir çocuk kitabı duruyor.

Adı “Biri ve diğeri”, yazarı Tuğçe Tatari.

Kitabın arka kapağında şöyle yazıyor.

“Yanına oyuncak bebeği ve hayallerinden başka hiçbir şey alamayan bir kız çocuğu… Güvende olmak için ailesiyle uzun bir yolculuğa çıkar. Yaşadığı belirsizliğe rağmen ümidini kaybetmez.

Hayatı hayalleriyle sımsıkı kucaklar.”

Kitabı açıp açıp Çizer Aysun Altındağ’ın elinden çıkan görsellere bakıyorum.

Yedi yaşında mülteci kız çocuğu, Maram, kapkaranlık bir dünyada elinde küçücük kırmızı bir bebekle ufacık bir nokta.

Ülkesinden kaçarken ve başka bir ülkeye yasadışı yollarla girerken yaşadığı gerçeklerle, o süreç içinde zihninde yarattığı hayaller arasına bize çocuksu bir iyimserlik ve ümit hikayesi anlatıyor. O bu hikâyeyi anlatırken yeryüzündeki tüm kötülükler en sert şekliyle gün yüzüne çıkıyor ve yüzümüze tokat gibi çarpıyor.

Hayatın farkına yeni varan küçücük çocuklar için yazılmış sadece 25 cümlelik kocaman bir hikâye. Bu hikâyeyi yetişkin biri olarak okuduğunuzda aklınızdan geçenlerle; aynı hikâyeyi bir çocuk okuduğunda ya da dinlediğinde onun aklından geçecekler arasında doğru bir bağ kurabilirseniz göreceksiniz.

Mülteci olmak, çocuk olmak, tehlikeli yolculuklarda kendini yeniden yaratmak ve varılan yerde içine düşülebilecek bir karanlığın tehdidiyle büyümek bir çocuk için ne kadar ağır bir hikayeyse, bir diğer çocuk için de bu gerçeklikten kopartılarak büyütülmek o kadar ağır bir hikâye aslında.

Kitabın ismi kanımca o yüzden “Biri ve diğerleri.”

Aslında bu çocuk kitabı çocuklar kadar yetişkinlere de yazılmış bir hikâye. Ebeveynlere “Çocuklarınızı, ayak altında ezilecekleri ya da başkalarını ayaklarının altında rahatlıkta ezebilecekleri bir dünyaya büyütmek istemiyorsanız, onlara vicdan bilincini erkenden ve gerçek hikayelerle verin” diyor.

Çocuklar üzülmesinler diye gerçekliğe dair yapılan her tasarrufun, büyüdüklerinde onları muhakkak üzecek olan bir dünyanın güçlenmesine hizmet etmekten başka bir işe yaramayacağını hatırlatıyor.

Küçük mülteci kız Maram’ın da söylediği gibi;

 “İşte böyle, hayat bazıları için hiç kolay değil.”

Ve herkesin bildiği gibi;

 “Çünkü hayat bazıları için çok kolay.”

                                                           /././

Rekabet Kurumu, 3 Aralık’ta Google'dan sözlü savunma alacak -Füsun Sarp Nebil-

Google dışı siteler, reklamın neye göre dağıtıldığını ve hatta kendi payına ne kadar düştüğünü bilmiyor. Google bu paylaşımın siteye yönelik yüzde 68 olduğunu söylüyor ama şeffaf bir hesap göremiyoruz. Google ne söylediyse o.

Rekabet Kurumu (RK), Google'ın reklam uygulamaları konusunda açtığı soruşturmanın uzantısında, 3 aralıkta sözlü savunma alacak (en altta açıklama var.) Bu sözlü savunma seansına şikayetçi ya da dinleyici olarak katılmak mümkün.

Google reklamcılık konusunda -kendisi kabul etmese de- tam bir tekele sahip. Bu nedenle halen ABD'de hem Adalet Bakanlığı (DOJ) tarafında, hem de eyaletlerde süren davalar var. Bakanlığın reklamcılık antitröst davasında geçtiğimiz birkaç ayda önemli gelişmeler yaşandı. Ekim ayında DOJ, Google'un bölünmesi gerektiğini  açıkladı. Trump'ın BigTech düşmanı FCC Başkan adayına bakınca da “bir şeyler olur mu?” diyoruz. Ama ABD'deki gelişmelere geçmeden önce Google'ın neden reklam konusunda rekabet sorunları ile soruşturulduğuna yakından bakalım;

Google reklam sistemi nasıl bir tekel oluşturuyor?

Reklam alanında kurguladığı iş modeli ile, online alanda reklam satın almak, satmak (diğer sitelere) ve hatta seyretmek son 10-15 yıldır tamamen Google'un kontrolünde.

Google’un reklam teknolojisi, reklam vermek isteyene sunduğu ortamda, fiyatlar anlık belirleniyor. Bu fiyatlarla verilen reklamın yayımlandığı Google dışı siteler, reklamın neye göre dağıtıldığını ve hatta kendi payına ne kadar düştüğünü bilmiyor. Google bu paylaşımın siteye yönelik yüzde 68 olduğunu söylüyor ama şeffaf bir hesap göremiyoruz. Google ne söylediyse o.

Diğer yandan tüketici / kullanıcı iseniz, Google milisaniyeler içinde, kim olduğunuzu ve neye baktığınızı analiz ediyor ve ona uygun reklamları gösteriyor. Dolayısıyla ekranınızda hangi reklamların gözükeceğini ve reklamverenin size bu reklamı göstermek için ne kadar ücret ödeyeceğini belirleyen hep Google oluyor.

Türk Rekabet Kurumu'nun önceki soruşturmalarından iki örnek

Rekabet Kurumu'nun 2017'de cihazlardaki tekel konusunda soruşturma açtığını hatırlatalım. 2019'daki diğer bir Rekabet Kurumu soruşturmasında ise, arama motorunu kullanarak, yerel hizmetlere karşı rekabeti ihlal ettiği (örneğin alışverişte daha ucuz ürün gibi servisler) konu edilmişti.

Dünya arama motoru pazarının yüzde 90'ını elinde tutan Google'un sadece ikinci çeyrekte, “Google Arama ve Diğer” kaleminde 48,5 milyar dolar gelir elde ettiğini ve bunun Alphabet’in toplam gelirinin yüzde 57′sini oluşturduğunu not edelim. Kalan yüzde 43 içinde ise, yukarıda bahsettiğimiz arama motorunun üzerinden diğer servislerin (mesela yerel hizmetlerin) üzerinde baskı uygulandığını da hatırlatalım.

Yani arama motorundaki tekel, bir yandan dijital reklamlar ve diğer yandan aramalar sayesinde neredeyse 300-400 milyar $'lık bir gelirin temelini oluşturuyor.

ABD'deki dava

ABD'de Adalet Bakanlığı ve eyaletler tarafından açılan davada mahkeme ekim ayında Google'ın arama ve reklamcılık pazarlarını tekeline alarak antitröst yasalarını ihlal ettiğine karar verdi. Ancak verilecek ceza bilahare belirlenecek. Bu arada Google'un bölünmesi de tartışılanlar arasında.

Google'ın antitröst davasından en şaşırtıcı veya çarpıcı noktalar şunlardı :

Varsayılan arama anlaşmaları: Google cep telefonu ve bilgisayar türü cihazlarda varsayılan arama motoru olmak için milyarlarca dolar ödüyormuş. Davada, Google'un örneğin Apple cihazlarda varsayılan arama motoru olmak için 2021 yılında 26,3 milyar $ ödediği ortaya çıktı. Bu da rekabet ihlalinin nerede olduğunu ve gelir kısmındaki beklentinin büyüklüğünü gösteriyor.

Yaygın etki: Mahkeme, Google'ın uygulamalarının rekabeti engellediğini ve daha yüksek reklam maliyetleri ve azaltılmış inovasyon yoluyla tüketicilere zarar verdiğini tespit etti.

Yeniliğe direnç: Dahili belgeler, Google'ın reklam yerleşimleri için rekabeti artırmayı amaçlayan bir teknoloji olan "başlık teklifi"ne karşı çıktığını ortaya koydu.

Olası çözümler: Önerilen önlemler arasında Google'ın işinin bazı bölümlerini bölmek veya dijital reklamcılık manzarasını büyük ölçüde değiştirebilecek münhasır sözleşmeleri sınırlamak yer alıyor.

Google'ın rekabet sorunları nelerdir?

Google reklam sistemi hem reklamverenleri hem de tüketicileri etkileyen çeşitli rekabet sorunlarıyla karşı karşıyadır:

Pazar hakimiyeti: Google, yaklaşık yüzde 90'ını kontrol ettiği küresel arama ve arama reklamcılığında tekel konumundadır. Bu hakimiyet, cihaz üreticileri ve tarayıcılarla yapılan özel anlaşmalardan kaynaklanmaktadır ve Google'ın varsayılan arama motoru olmaya devam etmesini sağlamaktadır. Bu tür düzenlemeler, rakipler için önemli engeller oluşturarak reklam pazarında yenilikçiliği ve çeşitliliği engellemektedir.

Üst düzeyde rekabetçi fiyatlandırma: Google'ın reklam platformları üzerindeki kontrolü, reklam yerleşimleri için rakip firmalardan daha yüksek ücretler talep etmesine olanak tanır, reklamverenler için seçenekleri sınırlar ve maliyetleri artırır.

Veri kontrolü: Google'ın ekosistemi genelindeki geniş veri toplaması bir dengesizlik yaratarak reklamları hedeflemede ona eşsiz bir avantaj sağlar. Bu, rakiplerinin benzer şekilde etkili hizmetler sunmasını zorlaştırır. (Bu aynı zamanda Kişisel Verilerin Korunması açısından sorunlu alan.)

Şeffaflık olmaması: Google Ads'de kullanılan açık artırma tabanlı sistem karmaşıktır ve genellikle şeffaflık eksikliği nedeniyle eleştirilir. Reklamverenler fiyatlandırma ve reklam yerleştirme kararlarının nasıl alındığını anlamakta zorluk çekebilir ve bu da platforma olan güveni azaltabilir.

Yeniliği kısıtlama: Daha küçük reklam platformları ve yayıncılar Google'ın hakimiyeti nedeniyle rekabet etmekte zorlanır ve bu da reklam pazarında yenilik ve seçenek eksikliğine yol açar.

Tüketiciler üzerindeki etki

Tüketicilere yansıyan daha yüksek maliyetler: Reklamverenler reklam yerleştirmeleri için daha yüksek maliyetlerle karşı karşıya kaldığında, bu masraflar ürün ve hizmetler için artan fiyatlara dönüşebilir.

Azaltılmış seçim ve kalite: Google'ın hakimiyeti rekabeti azaltır ve bu da Google'ın arama ve reklam hizmetlerinin kalitesini iyileştirmesi için daha az teşvike yol açabilir. Berkley Üniversitesinin 2690 internet kullanıcı ile yaptığı araştırma, Google'ın arama motorunda, tüketicilerin tercih edeceği sonuçlar yerine kendi içeriğini görüntülemek için stratejik bir tercih yaptığını gösteriyor.

Gizlilik endişeleri: Reklam hedefleme için kapsamlı veri toplama, kullanıcıların verilerinin nasıl kullanıldığı konusunda genellikle çok az kontrole sahip olması nedeniyle tüketici gizliliğiyle ilgili sorunları gündeme getirir.

Bilgide olası önyargı: Google, öncelikle bir arama motoru olarak bilinse de giderek daha fazla kendi içeriğini diğer web sitelerinden gelen sonuçlara nazaran daha fazla geliştirip tanıtıyor. Google içeriğini arama sorgularına yanıt olarak belirgin bir şekilde görüntüleyerek, Google aramadaki hakimiyetini kullanarak bu içerik için müşteri kazanabilmektedir. Google'ın dahili içeriğini tanıtmak için aramadaki hakimiyetini kullanarak, tüketicilere daha düşük kaliteli sonuçlar ve daha kötü eşleşmeler bırakarak sosyal refahı azalttığına dair araştırmalar var.

Rekabet kurumu sözlü savunmaya şikayetçi ya da dinleyici olarak katılım olanağı veriyor

Rekabet Kurumu'ndan yapılan konuyla ilgili açıklama şu şekilde;

"Google Reklamcılık ve Pazarlama Ltd. Şti., Google International LLC, Google LLC, Google Ireland Limited ve Alphabet Inc.'ten Oluşan Ekonomik Bütünlük Hakkında Yürütülen Soruşturmanın Sözlü Savunma Toplantısı 03.12.2024 Tarihinde Yapılacaktır. (11.11.2024)

Rekabet Kurulunun 18.05.2023 tarihli ve 23-23/432-M sayılı kararı uyarınca Google Reklamcılık ve Pazarlama Ltd. Şti., Google International LLC, Google LLC, Google Ireland Limited ve Alphabet Inc.'ten oluşan ekonomik bütünlük hakkında çevrim içi görüntülü reklamcılık ve reklam teknolojileri hizmetleri faaliyetlerine ilişkin olarak bağlama ve kendini kayırma davranışlarıyla 4054 sayılı Kanun'un 6. maddesini ihlal ettiği iddiası üzerine yürütülen soruşturmada sözlü savunma aşamasına gelinmiştir. Bahse konu sözlü savunma toplantısı, 03.12.2024 tarihinde saat 10.30’da yapılacaktır.

Toplantıya söz almak üzere katılmak isteyen şikâyetçi ve üçüncü kişilerin, Rekabet Kurulu Nezdinde Yapılan Sözlü Savunma Toplantıları Hakkında Tebliğ” uyarınca, toplantı konusu ile ilgili menfaat ilişkilerini ortaya koyan bilgileri ve belgeleri içeren dilekçeyle 26.11.2024 günü mesai saati sonuna kadar Rekabet Kurumuna başvurmaları gerekmektedir."

Sözlü savunma toplantısına dinleyici olarak katılmak isteyenler, toplantıyı çevrim içi olarak takip edebilecekler. Bunun için linkten kayıt olmaları gerekiyor.

                                                              /././

Bahçeli, 'açılım' sürprizini Ufuk Uras'a böyle açıkladı: Erdoğan 'Bu işi başkalarını karıştırmadan biz çözelim' deyince gidip DEM Partililerle el sıkıştım -Candan Yıldız-

Bahçeli Uras’a “Niye biz şimdi görüşüyoruz, çünkü siz Soros çocuğu değilsiniz” demiş

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ve Ufuk Uras

MHP lideri Devlet Bahçeli’nin Türkiye’yi şok eden Öcalan çıkışının ne anlama geldiğini herkes çözmeye çalışıyor. Bahçeli 2 Ekim’den bu yana grup konuşmalarında sözlerinin arkasında olduğunu ısrarla söylüyor.

Ancak Kürt meselesinin çözümünün nasıl olacağı, iktidarın bir yol haritasının olup olmadığı belli değil.

Zira DEM’in de vurguladığı gibi ve çatışma çözümleri teorisinde de yer alan güven artırıcı önlemler, adımlar yok.

Bakınız kayyımlar, bakınız hakkında soruşturma açılan DEM’li belediye başkanları…

2013-2015 yılları arasında denenen Çözüm Süreci’ne ilişkin bir akıl varsa onlar şimdi Beştepe’de… Mehmet Uçum ve Ayhan Ogan… Akil İnsanlar Heyeti’nde yer almışlardı.

Uzun zamandır Kürt meselesi üzerine çalışan isimlerden biri olan, HDP’den önceki partide BDP’den milletvekili seçilen, ÖDP’nin kurucuları arasında yer alan Ufuk Uras’ın Bahçeli’nin ana aktör olarak öne çıktığı sürece ilişkin MHP lideriyle görüşmesi kamuoyu açısından da sürpriz oldu.

Bahçeli ile MHP Genel Merkezi’nde görüşen Ufuk Uras’a görüşmenin içeriğine ilişkin sorular sordum.

Uras’ın yanıtlarına geçmeden önce şu notu da düşeyim: Ufuk Uras, Bahçeli ile görüşmeden önce DEM Eş Başkanı Tuncer Bakırhan ve parti sözcüsü Ayşegül Doğan’la görüştü. Bahçeli’den sonra da, MHP liderinin önemsediği isimlerden biri olan Ahmet Türk’le konuştu. Bu görüşmelerden iki tarafın da haberi olmuş.

Şimdi gelelim Uras’ın Bahçeli ile yaptığı görüşmenin detaylarına…

Görüşme yarım saat sürmüş. Görüşme talebi Ufuk Uras’tan gelmiş.  Bahçeli’nin yaptığı çağrının kıymetli olduğunu vurgulayan Uras şunları söyledi:

“Çağrının kıymetli olduğunu, önemli olduğunu düşündüğüm bir konuda her türlü desteğe, katkıya hazır olduğumuzu ifade ettim. O da memnuniyetini dile getirdi.”

Uras, bugünlerde sıkça dile getirilen Erdoğan-Bahçeli gerilimi söylentilerini boşa çıkaracak çok önemli bir ayrıntının da Bahçeli tarafından kendisiyle paylaşıldığını aktardı. Buna göre bizzat Erdoğan geçen ay başında Bahçeli’ye “bu meseleyi başkalarını karıştırmadan kendi kendimize çözme” teklifiyle gitmiş.

Ufuk Uras’tan dinleyelim: “Sayın Bahçeli, Erdoğan’ın geçen ayın başında kendisine ‘Bu işi kendi başımıza, kendi kendimize çözelim, bu sorunlara başkalarını karıştırmadan’ teklifiyle geldiğini aktardı. Sayın Bahçeli bunun üzerine ‘Peki bunu kim yapacak? Gittim gruba (DEM) el sıktım, başsağlığı diledim. Öcalan da hiçbir telkin olmadan kendi görüşünü ifade etsin bu konularda diye o çıkışı yaptım’ dedi.”

Erdoğan’ın “bu işi kendi kendimize çözelim, başkaları olmadan” dediği şeyin tam olarak ne anlama geldiğini altını çizdiğimde Uras’ın yorumu şu oldu:

“Türkiye’nin iç dinamikleriyle çözülsün, buna işaret ediliyor. Bu daha önce denendi ve başarılı olmadı.

Denenmiş bir şeyi bir daha deneyelim demeleri zor” yanıtını veren Uras, burada Çözüm Süreci öncesi Oslo görüşmelerini hatırlattı.

Bahçeli’nin çıkışıyla ilgili “olduğu yerde durduğu” izlenimini edindiğini belirten Ufuk Uras, “Tarihsel ortak ‘biz’de buluşmanın önemli olduğunu söyledim. Sosyalist kimliğe sahip bir insanla milliyetçi bir liderin görüşmesi, bu toplumun bütün renklerini katacak bir şekilde ortak mutabakatta buluşmasına katkı sağlıyorsa bunun simgesel bir önemi olduğunu dile getirdim” diye konuştu.

Görüşmenin içeriğinin kamuoyuyla paylaşılması konusunda Bahçeli’nin de onayı olduğunu vurgulayan Uras, Bahçeli’nin “1967’li yıllardan beri buradan bir yere varmak mümkün değil. Bütün enerjimizi tükettik dedi. O yüzden buradan bir yere varılamayacağını herkesin görmesi gerekir. O yüzden ortak bir yerde buluşmak lazım. El uzatmak da simgesel olarak zaten bunu ifade ediyor” dediğini aktardı.

Bahçeli’nin kendisine “şiddetin olmadığı bir zeminde herkesin siyaseten kendisini ifade etmesi” konusundaki düşüncelerini aktardığını belirten Uras, “Ben de bunu yeni bir sayfa açmak olarak değerlendirdim. Ama yeni bir dil oluşturmak gerektiğini ifade ettim” diye konuştu.

Uras, Bahçeli’nin Kürt meselesindeki çıkışıyla ilgili “İnsan kaybı, ekonomik maliyet, buradan bir yere varamıyoruz, bu hep küresel güçlerin işlerine yarıyor” değerlendirmesinde bulunduğunu söyledi.

MHP liderinin öne çıktığı sürecin Suriye’deki gelişmelerle ilişkisi var mı diye sorduğumda da Uras şu yanıtı verdi: “Olmaz olur mu! Süreç, Türkiye-Suriye ilişkilerinin normalleşmesiyle ancak olabilecek bir şey. Zaten PKK kendini lağvetsin meselesi… Açılım sürecinde böyle değildi. Bu ancak dönüşsün diyerek olabilir. Düşünsenize Suriye’desiniz. 100 bine yakın insan var, haydi kendimizi lağvettik. Bu nasıl olacak? Bir model gerekli, oradaki yapı Suriye merkezi hükümetine tabii mi olacak? Bütün bunlar, üzerine çalışılması gereken konular.”

Bahçeli ne yapmaya çalışıyor sorumu ise Uras şöyle cevapladı: “Bahçeli ile sınırlı olduğunu düşünmüyorum. Erdoğan’ın da dahil olduğu bir süreç. Üzerine çalışılmış bir konu olduğunu düşünüyorum. Tabii bunun detaylarını bizimle paylaşmıyorlar. 40 yıldır hayatım barış mücadelesiyle geçti. Kendi adıma bir lüksümüz olmadığını düşünüyorum. Yeter ki somutlaşsın. Bir yol haritası çıksın. Ama bunun olgunlaşmasını mı bekliyorlar nasıl bir süreç olacak, onları bilemiyorum. Ama niyet okumak yerine ya da kime yarar diye bakmak yerine memleketin çocuklarına yarar diye baktığım için bu meselelere önemsedim.”

Bahçeli’nin neden kendisinin görüşme talebini kabul ettiğini sorduğumda da Uras’ın yanıtı şöyle oldu:

“Niye biz şimdi görüşüyoruz, çünkü siz Soros çocuğu değilsiniz dedi. Siz hocasınız, Meclis’te siyaset yapsınlar diye gruba katkıda bulundunuz, sizi televizyonlardan izliyorum, kendinizi anlatmanıza gerek yok. Bu meseledeki tutumunuzu olumlu buluyorum dedi.”

Kayyım meselesini hatırlattığımda ise “Bu gel-git’leri olan zor bir süreç” yorumunu yaptı. Bu arada kayyımlar meselesi görüşmede gündeme gelmemiş.

Bahçeli aydınların, sanatçıların, sivil toplumun bu süreci desteklemesinin, katkıda bulunmasının önemli olduğunu da belirtmiş. Uras Bahçeli’nin “Bir diyalog, bir mutabakat olacaksa bu kesimlerle de görüşmenin gerekli olduğunu” dile getirdiğini belirtti. Uras “Devletin bekası denilen şey toplumun bekasıyla birleştiği zaman anlam taşıyor” yorumunu yaptı.

Bahçeli-Erdoğan arasında bir ikilik olduğu izlenimi almadığını belirten Uras “Öcalan’la sizin görüşmeye gitmeniz gibi bir konu gündeme geldi mi” soruma “O detay, teknik bir şey ama biz her zaman katkı sunmaya, elimizi taşın altına koymaya hazırız dedim” yanıtını verdi.

Uras giderken de Türkmen soyundan gelen Bahçeli’ye “The Country Of Turkmens” kitabını götürdüğünü aktardı.

                                                       /././

(T-24)



                           

Birgün "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -20 Kasım 2024-

Okuldan kopuş alarm veriyor -Feray Aytekin Aydoğan-

Meclis’te MEB (Milli Eğitim Bakanlığı) bütçesi görüşüldü. Aralık başında ise 2025 yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu’nun TBMM Genel Kurulu’nda görüşülmeye başlanması bekleniyor.

2025 yılı için Milli Eğitim Bakanlığı’na ayrılan pay 1 trilyon 452 milyar lira olarak açıklandı. MEB bütçesi 2024’te 1 trilyon 92 milyar lira iken, yıllık enflasyon oranının oldukça altında, yüzde 33’lük bir artış amaçlanmaktadır.

MEB bütçesinin yüzde 80’ini, personel giderleri oluşturmaktadır. Muhtemelen yine dillendirilecek, her bütçe döneminde tekrar edilen “en çok payı eğitme ayırdık” cümleleri bir safsatadan ibarettir.

AKP’nin iktidara geldiği yıl 2002’de eğitime ayrılan bütçe yüzde 17,18 iken, 2025’te 9,73’e düşürülmüş durumdadır. AKP’den önceki yıllarda MEB bütçesinden eğitim yatırımlarına ayrılan pay açık ara daha yüksek iken, örneğin 1998’de yüzde 30,03 iken AKP’li yıllarda desteklenen kamusal eğitim değil özel okullar olmuştur. Ayrıca geçmiş dönemlerden farklı olarak bizim ülkemizde çocuklarımız salgını, depremi yaşamıştır ve her geçen gün artan yoksulluğu yaşamaktadır.

Salgın, deprem ve ekonomik krizle birlikte okul terkinin artacağı bilimsel bir gerçekti. Başta okul yemeği, ihtiyacı olan tüm öğrencilere maddi eğitim desteği, kamusal eğitime yeterli bütçe, yeterli öğretmen ataması atılması gereken adımlardı. Hiçbiri yapılmadı. Aksine kamuda tasarruf tedbirleri denilerek çocukların en temel hakları ellerinden alındı.

Genel seçimden sonra ülke genelinde okul öncesi okul yemeği uygulaması sonlandırıldı. 2024-2025 eğitim-öğretim yılı ile beraber yalnızca deprem bölgesinde okul öncesi ile sınırlı okul yemeği; uzun yıllardır sürdürülen taşımalı ikili eğitimde yemek uygulaması kaldırıldı. Köy okulları kapatılan çocukların taşımalı eğitimle okula ulaşım hakkı sınırlandırıldı. Okullarda temizlik görevlisi istihdamı için ücretler asgari ücretin altına düşürüldü, haftada üç günle sınırlı hale getirildi. Özel eğitim gereksinimli çocukların hem taşımalı eğitimle okula ulaşım hakkı hem de halk eğitim merkezlerindeki kursları ellerinden alındı. Her adımda gerekçe tasarruftu.

4 yeni okul modeli, 4+4+4’ü değiştireceğiz açıklamaları ile 12 yıllık zorunlu eğitimin kaldırılması amaçlanıyor. Çocuk işçiliği, diğer adımlara ek olarak mesleki ve teknik eğitim politika belgesi ile yaygınlaştırılıyor. Ortaokul sıralarına indiriliyor. Çocukların okulla, öğretmenle bağı koparılıyor. Kampüs okullarla tüm eğitim hizmetlerinin parayla satılacağı okullar açılıyor.

Okul terkini hızlandırmak MEB’in temel politikası haline getirildi. Tüm çocukların okula erişim hakkından sorumlu olan MEB, çocukları okul terkine mecbur bırakacak bir aygıt haline getirildi.

Eğitim dışındaki öğrenci sayısı (6-17 yaş) bir önceki yıla göre %38,4 arttı. Zorunlu eğitim çağında bulunan 612 bin 814 çocuğun eğitim dışında olduğu görülüyor. Ancak gerçek tablo bu sayının çok ötesi.

Okul dışına çıkan en büyük grubun %73,9’la 14-17 yaş aralığı olduğu görülüyor. Veriler 15 yaştan itibaren en az her 20 çocuktan birinin eğitim dışında olduğunu gösteriyor. Türkiye’de 16 yaşındaki her 10 çocuktan biri, 17 yaşında olan her yedi çocuktan biri eğitim dışında görünüyor. 8 yaştan itibaren ise her yaş grubunda okul dışına çıkış artmış veya sabit kalmış durumda. Bazı bölgeler veya iller açısından incelendiğinde ise yaşanılan durumun vahameti daha da açıkça görülüyor. Örneğin Muş, Ağrı ve Gümüşhane’de yaklaşık olarak üç çocuktan biri okul dışına çıkmış durumda.

Her dört çocuktan birinin eğitim dışında olduğu dört, her beş çocuktan birinin eğitim dışında olduğu yedi il var.

Eğitim dışındaki çocuklara, açıköğretim liselerine kayıtlı çocuklar (319 bin 11), göçmen çocuklar (242 bin 360) ile 14-22 yaş grubundaki MESEM öğrencileri (404 bin 756) eklendiğinde örgün eğitim dışındaki öğrenci sayısı 1 milyon 578 bin 941’e yükseliyor.

Verilere göre 2018’de Türkiye’deki 25-49 yaşındaki her beş kadından biri 18 yaşından önce çocuk yaşta evlendirilmiş. Bu vahim orana rağmen 2018 sonrası veriler, resmi evlilikler dışındaki durumun izlendiği veriler açıklanmıyor.

Gerçek verilerin gizlenme durumu özel eğitim gereksinimi olan çocuklar için de geçerli. Aslında e-devlet verileri üzerinden asıl sayıya ulaşmak mümkünken özel eğitim gereksinimi olan tüm çocukların sayısı, özel eğitimde okullaşma oranlarına ilişkin veriler kamuoyuyla paylaşılmıyor.

Ayrıca okula kayıt durumu çocukların okulda olduğu, okula devam ettiği anlamına gelmiyor. Örneğin, 2023 yılında mesleki ve teknik ortaöğretimde devamsızlık oranı %46,6’ya yükselmişken özel ortaöğretim kurumlarında %8,5’ti. İlkokul ve ortaokulda ise sırasıyla %11,6 ve %14,8’di.

Çocuklar yoksulluktan, eşitsizlikten kaynaklı akın akın okul terkine mecbur bırakılıyor. Çocuk yaşta işçilik, çocuk yaşta evlilik hızla yaygınlaşıyor.

Türkiye Okul Yemeği Koalisyonu 12 Kasım’da bakanlık önünde okul yemeğine bütçe yeterli bütçe ayrılması ile ilgili eylem düzenledi. Eğitime yeterli bütçe, kamuoyunun en başat gündemi olmak zorunda. Aksi durumda eğitim bir hak olmaktan tamamen çıkarılacak. Başta yoksul, özel eğitim gereksinimli çocuklar, kız çocukları, kırsal kesimlerde, deprem bölgesinde yaşayan çocuklar olmak üzere okul terkleri daha da hızlanacak. Eğitim ancak eğitimi parayla satın alabileceklerin ulaşabileceği bir meta haline getirilecek.

                                                            /././

Kâr tekellerin, yük çiftçinin -Özge Güneş-

Türkiye’de tütün hem ithalat hem de ihracat açısından önemli bir kalem. Ancak tütün üreticileri yoksullukla boğuşuyor, yaşam mücadelesi veriyor. Ürettikleri tütünle geçimlerini sağlamayı bırakın, emeğiyle BAĞ-KUR primini dahi ödeyemez hale gelmiş durumda üretimi bırakmayı tercih ediyorlar. Kuşkusuz bu durum dünya tütün piyasasının oligopol yapısının Türkiye’deki üretim koşullarını belirlemesinin doğrudan bir sonucu. Sermayedarlar için hacim, ciro ve karlarda artışlarına yol açan yapısal koşullar tütün üreticilerine yoksulluk dayatıyor.

Bu koşullar kendini üretim miktarları ve üretici sayılarında da gösteriyor. Tütün Eksperleri Derneği 2023 Yılı Tütün ve Tütün Mamulleri Sektörü Raporu’na göre, 2002 ürün yılında 400.000 olan üretici sayısı bugün 40.000 üreticiye kadar gerilemiş durumda. Aynı şekilde, 2002 yılında 160 milyon kilogram olan üretim miktarı bugün yaklaşık 45 milyon kilogramlara kadar inmiş durumda. İthalat ise hızla artıyor. Öyle ki Türkiye 2011 yılından itibaren net tütün ithalatçısı durumunda. Bu tablo, dışa bağımlılık artarken üreticilerin piyasa karşısında güçsüzleştiğini gösteriyor. Dahası rapor TÜİK’in 2021 yılına ait “Yabancı Kontrollü Girişim İstatistikleri” verilerine dayanarak, Türkiye’de tütün mamulleri sanayinin yaklaşık %91,8’inin yabancı şirketlerin kontrolünde olduğunun; yani, Türkiye’de yabancı kontrolünün en yüksek olduğu imalat sektörü tütün mamulleri sanayi olduğunun da altını çiziyor..

∗∗

Şüphesiz ki bu noktaya birden bire gelinmedi. Yıllar içinde TEKEL’in özelleştirilmesi ve 2017’de TAPDK’nın kapatılması, 4733 Sayılı Tütün Kanunu ile destekleme alımları sonlandırılması gibi adımlarla üretim tamamen piyasa koşullarına terk edildi.  Sözleşmeli üretim modeli ise üreticiler için yeni bir çıkmaz yarattı. Devlet koruyucu bir rol üstlenmekten uzaklaşırken üreticiler de alıcı firmalara bağımlı hale getirildi. Rapor ülkemizde tütün üretiminde tarımsal girdi maliyetlerinde yaşanan artışa ve sözleşmeli üretim koşullarında üreticilerin söz haklarının olmadığına şu sözlerle dikkat çekiliyor:

“Yaprak tütün firmaları ile üreticiler arasında düzenlenen “Tütün Alım-Satım Sözleşmesi”nde yer alan özel şartların ve fiyatların belirlenmesinde firmaların ağırlığı söz konusudur. Örgütsüz tütün üreticilerinin sözleşmelerin özellikle fiyat kısmına müdahil olamaması kendileri için olumsuz bir durum oluşturmaktadır.”

Bu çerçevede üreticilerin örgütlenmesi en acil ihtiyaçlardan biri olarak karşımızda duruyor. Zira geçtiğimiz yıl Tarım Kanununda yapılan değişikliklere bağlı olarak ard arda çıkan yönetmelikler de üretim sürecinin mutlak şekilde şirketler tarafından ele geçirilmesine hizmet ediyor. Bunlardan kamuoyunda en çok dikkat çekenlerinin başında iki yıl üst üste ekilmeyen tarım arazilerinin kiralanması için çıkarılan “İşlenmeyen Tarım Arazilerinin Tarımsal Amaçlı Kiraya Verilmesine İlişkin Yönetmelik” geliyor. Yönetmelik önceki sene Tarım Kanunu’nda yapılan değişikliklerin bir uzantısı olarak, “planlı üretim” çerçevesinde çıkarıldıysa da esasen şirketlerin tarım arazilerini ve tarımsal üretimi ele geçişrmesini sağlayacağı konusunda bir toplumsal itirazı ortaya çıkarmıştı.

∗∗

Benzer şekilde, Kanun değişikliğinin bir uzantısı olarak çıkarılan “Sözleşmeli Üretimin Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik” de üreticilere, üretim koşulları üzerinde herhangi bir hak tanımadan, piyasa odaklı bir modeli dayatıyor. Tüm bunlar örgütlü mücadele imkanlarını da baltalıyor. Üretimin desteklenmediği, tarımsal alanların şirketlere teslim edildiği bu modelin devamı, yalnızca piyasalara bağımlılığı artırmakla kalmayacak, aynı zamanda üreticilerin tamamen köleleşmesine neden olacaktır.

Tütün üreticilerinin karşı karşıya olduğu sorunlar bireysel olmadıkları gibi tarımsal üretimin geleceği için de bir uyarı niteliği taşıyor. 2022 yılının bu günlerinde, tütün üreticilerinin kantara gitmeyerek sözleşmeli üretim modeline ve piyasa koşullarının adaletsizliğine karşı seslerini yükseltmişlerdi. O gün dile getirilen söz ve karar hakkı talebi, bugün de geçerliliğini koruyor. Üreticiler Uşak’ta bir araya gelmeye hazırlanıyor. Bize düşen de bu haklı arayışa omuz vererek, üreticilerin yalnız olmadığını göstermektir.

                                                            /././

“Buğday Meydanı”-Şükrü Aslan-

Osmanlı ve erken Cumhuriyet yıllarının şehirlerinde, geleneksel mekânsal dokunun unsurlarından biri ‘Buğday Meydanları’ydı. ‘Meydan’ ya da ‘pazar’ olarak da geçen bu mekanlar, şehirlerin en önemli ticari-toplumsal alanları olarak işlev görmüştü. Aynı zamanda şehirlerin bir tür sivil merkezleri olan bu meydanlar, hemen tüm şehirli kuşaklarda en iyi bilinen yerlerin başında geliyorlardı.

Bu meydanlar bir tarım ülkesi olarak Osmanlı ve Türkiye’de elbette ana ticarete konu olan buğdayla ilgiliydiler ancak şehrin ticari, toplumsal ve siyasal hayatında çok daha fazla işlevleri vardı. Her şeyden önce günlük toplanma alanlarıydı. Zira nüfusun temel ihtiyaçları en fazla oralarda karşılanabilirdi ve kamusal duyurular da muhataplarına oralarda daha doğrudan ulaşırdı. Ayrıca kamu kurumları da genellikle bu meydanlar ya da pazarlarla aynı lokasyonda konumlanmıştı. Resmi ve sivil bu mekanlar, şehrin bir tür merkezini oluşturuyorlardı.

Elazığ Buğday Pazarı da bu mekansal-toplumsal dokunun bir örneği ve Harput’un bir bakıma alternatifi olarak bu yeni şehirde, 1812’de kurulmuştu. Harput, yüksek bir lokasyonda olması nedeniyle ulaşım ve iklim yönünden çeşitli zorluklara yol açtığı için ovada, yeni şehir arayışı ve girişimi gelişmişti. Yeni şehirde gelişme dinamikleri çok daha fazlaydı. Sultan Abdülaziz’e atfen yeni şehrin adı “Ma’muratü’l-Aziz” olmuştu. 1867’ye kadar bir eyalet, 1871’e kadar Diyarbakır’a bağlı bir Sancak ve 1878’de de vilayete dönüşmüştü. Şehrin adının Elazığ olması ise 1937’de Atatürk’ün son ‘Doğu Gezisi’nin Elazığ durağında kararlaştırılmıştı.

‘Elazığ Buğday Pazarı’ işte bu yeni şehirde; merkez Çarşı Mahallesinde inşa edilmişti. Pazar, ilk günden beri iktisadi hayatın en hareketli olduğu yerlerden biriydi. Aslında hem bir ticaret, hem de şehri izleme alanıydı. Bu yüzden şehrin tarihinde vuku bulmuş hemen bütün toplumsal hadiselere tanıklık etmişti. Seyit Rıza ve altı Dersimli kanaat önderinin idam edilmeleri de bu tanıklıklar içindeydi. O kadar ki, Buğday Pazarı aynı zamanda idam cezalarının infazı için seçilmiş bir alandı.

15 Kasım 1937 gününün ilk saatlerinde, Dersimli kanaat önderleri idam edildiğinde şehir uyuyordu ve Buğday Meydanında kimse yoktu. Çağlayangil’in detaylı olarak hatıratında yer verdiğine göre Atatürk’ün Elazığ’a geldiği o gün, hukuk süreçleri yok sayılarak hızlıca idam edilmişlerdi. Ama gün içindeki kalabalık zamanlarında idam edilenlerin cesetleri Buğday Meydanında idam sehpalarında asılı bırakılmış ve şehrin en kalabalık meydanında ‘ibret-i alem’ olması arzu edilmişti. Bu manzara dönemin tanıklarının sözlü anlatılarına da girmişti. Sonra cesetler buradan alınmış ama akıbetleri hakkında ne ailelerine ne de kamuoyuna bir bilgi verilmişti. Bugün dahi hala o cesetlere dair resmi bir bilgi bulunmamaktadır.

Buğday Pazarının yeri; Tren Garı, Elazığ Valiliği ve Halkevinin tam ortasındaydı. Bu nedenle Atatürk de son yurt gezisinde tren garından kalacağı yere gidince bu pazarın yanından geçmişti. Tunceli Valisi olmasına rağmen, o yıllarda vilayetin yönetimini Elazığ’dan sürdüren Korgeneral Abdullah Alpdoğan’ın valilik binası da, Buğday Pazarına iki üç dakika yürüme mesafesindeydi. Herhalde idamları izledikten sonra, ofisine geçmiş olmalıydı.

2018’de Elazığ Belediyesi tarafından Kapalı Çarşı Sokak İyileştirme Çalışması içinde onarılan Buğday Pazarı bugün aynı yerde geleneksel işlevini kısmen sürdürmektedir. Pazarın doğu yönündeki Buğday Han da aynı projeye entegre edilmiştir. Buğday Pazarında genellikle tek katlı, kapısı düzgün kesme taş malzemeden yapılmış elli dolayında dükkan bulunmaktadır.

Elazığ buğday Pazarı bugün tıpkı valilik binası ve Halkevi gibi yeniden onarılmış ve şehrin mekansal dokusunda yeni biçimiyle yerini almış görünüyor. Evet, bu mekanlar yerindedir ama herbirinin hafızası silinmiş gibidir. Sanki Cumhuriyet tarihinin en çok konuşulan idam deneyimleri orada olmamıştır. Sanki bu mekanların tanıklık ettikleri hiç bir siyasal-toplumsal hadise yoktur. Pazarın da o zamanki sesi, sözü, dili tümüyle susmuş gibidir. Pek çok başka mekanda olduğu gibi.

                                                           /././

Seçilmiş başkan hapiste, çetenin ‘Başkanı’ dışarıda - Timur Soykan / Birgün

Esenyurt’un seçilmiş belediye başkanı Ahmet Özer hapsedilirken burada devasa siteleri işgal eden mafya babası Çetin Başkan Şimşek tahliye edildi ve kayıplara karıştı. Yüzlerce daireye çöken çeteyi devlet yıllarca sadece seyretmişti, çetenin lideri 1.5 yılda bırakıldı. Mafya-devlet-siyaset üçgeninde dolandırılanlar ise halen adaletsizliğe mahkûm.

Hangisi gerçek başkan?

Halkın seçtiği Prof. Dr. Ahmet Özer mi yoksa mafya babası Çetin Başkan Şimşek mi?

Prof. Dr. Ahmet Özer, Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji ve Felsefe Bölümü’nden mezun oldu. ODTÜ’de yüksek lisans yaptı, doktora eğitimini Hacettepe Üniversitesi’nde tamamladı. 1997’de doçent, 2009 yılında profesör oldu. 7’si yerel yönetimler hakkında 36 kitap yayımladı.

Üç dil bilen Ahmet Özer, rektör yardımcılığı, dekanlık, bölüm başkanlığı, üniversite yönetim kurulu üyeliği gibi pek çok görevde bulundu. GAP Belediyeler Birliği’ni kurdu. Yerel yönetimler konusunda çok sayıda uluslararası projeyi yönetti. 2022-2023 yılları arasında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkan Danışmanlığı yaptı. 31 Mart 2024 seçimlerinde CHP’nin adayı olarak yüzde 49 oy ile Esenyurt Belediye Başkanı seçildi. 30 Ekim 2024’te delilsiz hukuksuz tutuklandı ve Esenyurt Belediyesi’ne kayyum atandı.

Ahmet Özer

MAFYA BABASI BIRAKILDI

Ahmet Özer, hapsedilirken cezaevinden tahliye edilen Çetin Başkan Şimşek kim? Mafya babası.  Lakabı; ‘Diyarbakırlı Çeto Başkan.’ 2008 ile 2021 yılları arasında ‘Kasten yaralama, mala zarar verme, yağma, parada sahtecilik, dolandırıcılık ve tehdit’ gibi 31 suçtan kaydı var. Sosyal medya hesaplarında mafya olduğunu ilan ediyor ve silahlı adamlarıyla pozlar paylaşarak gözdağı veriyordu. Bir paylaşımda Abdi İpekçi’nin katili Mehmet Ali Ağca’nın da arasında olduğu kalabalık karanlık bir grupla lüks bir ofisteydi. Üç hilal ve Osmanlı bayrakları asılı ofiste siyaset konuşuyorlar ve Türkiye’yi sadece Erdoğan’ın yönetebileceğini söylüyorlardı. Bir başka paylaşımda lüks bir binanın lobisinde peşinde korumaları ile yürüyordu.

Çetin Başkan Şimşek

Ama Çetin Başkan Şimşek’in asıl ünü, devletin ve halkın gözleri önünde Tuzla ve Esenyurt’ta yüzlerce dairenin olduğu sitelere çökmesiyle büyüdü. Esenyurt’ta Fly Butik Rezidans ve Acun Kent siteleri ile Tuzla’daki Gold Life sitesini silahlı adamlarıyla işgal etmesine karşın yıllarca ona dokunulmadı.

MAFYA DÜZENİNİN ZİRVESİ

2018- 2023 yılları arasında yaşanan bu olay, AKP iktidarındaki mafya düzeninin ulaştığı zirveyi gözler önüne seriyordu. Çetin Başkan Şimşek’in Fly Butik Rezidans davasından sadece 1,5 yıl sonra tahliyesi ve firarı ise devlet-mafya-siyaset üçgeninde boğulan adaletin halini ortaya koyuyor.

Fly Butik Rezidans iddianamesi, artık mafyanın sadece işyerlerine, şirketlere değil yüzlerce insanın evlerine, sitelere çökebildiğini ortaya koyuyor. 590 sayfalık iddianamedeki rezalete yakından bakınca tahliye skandalını daha iyi anlayacağız.

221 DAİREYİ 786 KİŞİYE SATTILAR

Metin Uçar’ın sahibi olduğu Uçarlar Yapı Gayrimenkul Şirketi, 2015 yılında Esenyurt’ta Fly Butik Rezidans projesini yapacağını duyurdu. Maket üzerinden daire satışına başladı. 2017 yılında AKP’nin beton döneminin simgesi kazulet binanın kaba inşaatı büyük ölçüde tamamlanmıştı. Uçarlar Yapı’nın başlattığı projeye Özmet İnşaat’ın sahibi Mehmet Özçelik yüzde 27 ortaktı ve iddiaya göre; 2018 yılında ortaklıkta sorunlar başladı.

Kat irtifakı kurulmamasına ve iskân alınmamasına karşın müteahhitler ve anlaştıkları emlak ofisleri daire satışlarına devam ediyordu. Ortaklar arasında kavga sürerken Nihat Akyüz ve Çetin Başkan Şimşek’in gizli sahibi olduğu Erbil İnşaat projeye girdi. Dev sitede emlak ofisleri açtılar. Müteahhitler, çete ve emlakçılar, bir daireyi iki hatta üç kişiye satıyordu. Kısa sürede 221 daireli sitede 786 satış yapıldı.

DEVLET ÇETENİN YANINDAYDI

Tabii ki sadece muz cumhuriyetinde bu kadar devasa bir yapıda böyle bir vurgun yapılabilirdi.  Ne de olsa polis vardı, tapu dairesi vardı, bakanlıkların denetimleri vardı. Ama onlar sadece dolandırıcıların ve çetenin yanındaydı.

Yüzlerce kişi müteahhit ve çete tarafından Büyükçekmece 20. Noteri’ne götürülerek buradaki bir odada Ön Ödemeli Satış Vaadi Sözleşmesi imzaladı. Çoğunluğu yabancı olan müşteriler bunun daireyi satın almak için yeterli olduğunu sanıyordu. Oysa ne kat irtifakı kurulmuştu ne de iskân vardı. İmzaladıkları sözleşme işe yaramazdı.

1 SANTİMETREKARELİK SATIŞ

Sadece noterde değil, tapu dairesinde de çetenin, dolandırıcıların adamları vardı. Tapu isteyenlere, Esenyurt Tapu Dairesi’nde bir santimetrekare, 50 santimetrekare, bir metrekarelik arsa satışı yaptılar. Yüzlerce insanı tapu dairesinde “Siz de bu tapu varken daireniz garantide” diyerek ikna ettiler. Dolandırılan insanların hiçbirini tapu memuru uyarmadı.

Müteahhit Murat Uçar, çete ve diğer müteahhitleri sahte ve mükerrer satışlar yaptıkları için Büyükçekmece Savcılığı’na 2021 yılında üç defa şikâyet etti.  Hatta binanın üzerine “Bu projede bilgimiz dışında sahte satışlar yapılmaktadır. Bu projeden konut satın alanların Uçarlar Yapı’ya başvurmaları rica olunur’ yazılı pankart astı ancak bu pankart birkaç saat sonra indirildi.

Aynı binadaki Uçarlar Yapı tabelası üzerine “Bu yapı Erbil İnşaat tarafından bitirilecektir” yazılı pankart asıldı.

Büyük vurgun gizlenmeden devam ederken ne polis ne de savcılık harekete geçti.

Sonuçta satın aldıklarını zannettikleri daireye gidenler evin içinde başkalarının oturduğunu gördü.

‘EVİME GİTTİM, İÇİNDE ARAP ŞAHIS VARDI’

Canan Ekiz’e, 2018 yılında Fly Butik Rezidans’tan bir artı bir daire 150 bin TL’ye satıldı. Metin Uçar ile sözleşme imzalamıştı. İki ay sonra teslim edileceği söylenen daire 3 yıl verilmedi. Kasım 2021’de satın aldığını zannettiği B Blok 38 numaralı daireyi kiraya vermek için siteye gitti. Ancak anahtarı sokmaya çalıştığı kapının kilidi değiştirilmişti. Kapıyı Arap asıllı bir şahıs açtı. Canan Ekiz sonrasında yaşananları şöyle anlattı:

“Dairenin bana ait olduğunu söyledim. Arap şahıs ise daireyi kendisinin satın aldığını söyleyince ortam gerildi. Birlikte satış ofisine gittik. Burada 4-5 kişi tehdit ve hakaretlerle benim üzerime yürüdü. Kollarımdan tutup sürükleyerek Engin Aslan (Çetin Başkan Şimşek’in adamı) isimli şahsın yanına götürdüler. Bana belindeki silahı göstererek “Sana buradan daire yok, defol git” dedi. Beni yaka paça dışarı attılar. Ertesi gün yine gittim. Daireyi bana satan Fatih Dere oradaydı. Konuşurken ‘Esmer’ diye bağırdılar. 1.90 boyunda, iri yarı, esmer biri üzerime yürüdü, küfürler etti. İki kişi tekrar kollarımdan tutarak beni dışarı attı. Bu şahısların başında Çetin Başkan Şimşek vardı. Sitenin sahibi olarak onu gösteriyorlardı.”

Dairesini alamayan Canan Ekiz, Ocak 2022’de savcılığa giderek şikayetçi oldu ve yaşadıklarını anlattı. Ancak hiçbir gelişme olmadı.

Canan Ekiz, 3 ay sonra 17 Mart 2022’te televizyon izlerken Fly Butik Rezidans’ın önünde bir kişinin silahla vurularak yaralandığını gördü.

SİTE ÖNÜNDE ADAM VURULDU

Halis Çakmak, Murat Uçar’dan Fly Butik Rezidans’tan bir daire satın almıştı. Ancak 5 yıldır daire teslim edilmeyince oğlu ve yeğeni ile siteye gitti. İfadesine göre; buraya çöken mafya kendilerine küfürler ederek saldırdı. Silahlı kişiler, oğlu ve yeğenini tekme ve yumruklarla darp ettiler. Bu sırada açılan ateşte yeğeni Cihat Sevimli bacağından vurularak yaralandı.

Bu silahla yaralama olayı ve şikayetlere karşın Fly Butik Rezidanstaki işgal ve dolandırıcılık devam etti.

Afra ve Mahmut Öztürk çifti de 2021’de Fly Butik Rezidans’tan 740 bin TL’ye iki daire satın aldığını zannediyordu. Çetin Başkan Şimşek’in gizli sahibi olduğu Erbil İnşaat ile noter sözleşmesi yapmışlardı. 22 Mart 2022’de daireleri halen teslim edilmeyince siteye gittiler. Mahmut Öztürk devamında yaşadıklarını şöyle anlattı:

“Eli silahlı 50 kişinin siteye yerleştiğini öğrendim. Sitenin ismini de ‘Durusu Rezidans’ diye değiştirmişlerdi. Bana sattıkları daireleri yine Büyükçekmece 20. Noterliği’nde başkalarına sattıklarını öğrendim. Orada güvenlik gibi duran silahlı kişiler bana “Burada sizin eviniz yok, bu daireler daha önce başkalarına satıldı. 40 bin TL daha öderseniz bu dairelerde oturanları çıkarırız” dedi. Biz kabul etmedik, sonra siteye girmemize de izin verilmedi.

İranlı çift Amin ve Sara Zarekermani, Türk vatandaşlığına başvurmak için Fly Butik Rezidans’tan 1 milyon 250 bin TL’ye üç daire satın aldı. Ancak noterde yapılan sözleşmeyi tapu gibi göstererek onları kandırmışlardı. Bunun tapu olmadığını öğrendiler ve siteye gittiler. Ancak silahlı kişilerce içeri alınmadılar. Amin Zarekermani, çevredeki esnafla konuşunca sitenin silahlı çete tarafından işgal edildiğini ve dolandırıldığını öğrendi.

SİLAHLI ÖLÜM TEHDİDİ

Hamed Yousefzadeh isimli şahıs ise çete tarafından dövülerek evinden çıkarıldığını iddia etti. İfadesi şöyleydi:

“Daireme yerleştikten 3-4 ay sonra daireme müteahhit Mehmet Özçelik geldi ve bana dairemi Erbil Yapı isimli firmaya kiraladıklarını söyledi, daireden çıkmamı istedi. Kabul etmedik. Bir gün sonra Şaban Akdoğan geldi. Bana silah çekti ve ‘Sen bir daha gelirsen buradan senin cenazen çıkacak’ dedi. 4 kişi bana saldırdılar ve dövdüler. Polis çağırdım ve şikayetçi oldum. Beni dövdükleri anda çekilen videoları da polise verdim.”

EŞYALARIMA DA EL KOYDULAR

İranlı Aya Bayatra ise 2021 yılında Erbil İnşaat’tan 620 bin TL’ye daire satın aldığını zannediyordu. Evin birkaç gün sonra teslim edileceği söylenmişti ama aylarca oyalandı. Siteye gittiğinde inşaatın henüz bitmediği söylenerek dairesi teslim edilmedi. Bu sırada evden çıkartıldı. Eşyalarını siteye getirdi ve depoya koymasına izin verildi. Kalacak yeri olmayan Aya Bayatra, siteye defalarca gitti ama içeri alınmadı. Özel eşyalarını almasına da izin verilmedi. Daha sonra kapıdaki silahlı kişiler tarafından küfürlere maruz kaldı ve tehdit edildi. Elindeki sözleşmenin hiçbir anlamı olmadığını, burada dairesinin olmadığını söylediler. Bütün parasını kaptırdığını söyleyen Aya Bayatra ifadesine şöyle devam etti:

“Silahlı, korkutucu, mafya olan 50 kişinin siteyi işgal ettiğini öğrendim. Bu bilgiler beni dehşete düşürdü. İstanbul gibi bir şehirde bu tarz şeylerin olması beni çok korkuttu.”

Yabancı uyruklu mağdurların hepsi İstanbul’da mafyanın bir siteye çökmesine hayret ettiklerini ve dehşete düştüklerini ifade ediyor. Türkiye’de böyle bir mağduriyet yaşamalarına devletin izin vermeyeceğini zannettiklerini anlatıyorlar.

İTİRAF BİLE GELDİ POLİS GELMEDİ

Üstelik sadece mağdurların savcılığa, polise verdikleri şikâyet dilekçeleri yoktu. Bir itirafta vardı. Arapça bildiği için yabancı müşterileri bulan Aydın Kara, sahte satışları, dolandırıcılık faaliyetlerini 25 Kasım 2021 tarihinde Büyükçekmece Başsavcılığı’na verdiği ifadede anlattı. Pişman olduğunu ifade etti. Ancak savcılık, polis yani devlet buna karşın harekete geçmedi.

İsmail Eroğlu isimli mağdur, 2017 yılında Metin Uçar’dan daire satın almıştı. İnşaat bir süre gecikmişti ve binada bir satış ofisi açıldığını gördü. Bu satış ofisine giderek kendisinin dairesi olduğunu söyledi. Sonrasında yaşananları ifadesinde şöyle anlattı:

“İki şahıs artık burayı kendilerinin devraldığını söyledi. ‘Burada senin hakkın yok, buraya giremezsin’ dediler. Aramızda tartışma çıktı. Beni darp ettiler, yere düştüm. Yerdeyken vurmaya devam ettiler. Beni darp eden kişileri yönlendiren sakallı şahıs silah gösterdi. Bu kişinin adının Çetin Başkan Şimşek olduğunu öğrendim. Bu kişi ‘Çıkarın atın bunu’ diye bağırdı.”

‘YABANCI MÜŞTERİ BUL, KOVALIM’

Ceyhun Emanet ise internetteki bir ilanı görmüş ve Fly Butik Rezidans’a görüşmek için gitmişti. Burada Erbil İnşaat’ın satış ofisinde pazarlık yapıldı. İki daire için 410 bin TL’ye anlaştılar. Noterde Ön Ödemeli Konut Satış Vaadi Sözleşmesi imzaladılar. Dairenin 15 Kasım 2021’de teslim edileceği söylendi. Ancak sürekli oyalandı. 15 Şubat 2022’de projeye tekrar gittiğinde mafyavari karanlık tipler, “Senin buradaki iki dairen başkalarına satıldı, senin burada dairen yok” dedi. Şoke olan Ceyhun Emanet ifadesine şöyle devam etti:

“110 bin TL verirsem bana bir daire verebileceklerini söylediler. Ya da müşteri bulup pahalıya daire satmalarını sağlarsam daire vereceklerini anlattılar. Hatta ‘Bulacağın müşteri yabancı şahıs olsun ki buradan kovmak kolay olsun’ dediler. Bana daire satanlara ulaşamıyordum. CİMER’e şikâyet kaydı oluşturdum. Fatih Dere isimli bana daireyi satan kişi sonra beni aradı. 40 bin TL daha verirsem bana dairemi teslim edeceklerini söylediler. 40 bin TL gönderdim daire teslim tutanağı ve anahtarı verdiler. Bunlarla siteye gittim. Daireme girmek için siteye gittim. Kapıdaki karanlık tipler dairelere Erbil Yapı Şirketi’nin zorla el koyduğunu, bir dairem olmadığını söylediler. Beni içeri sokmadılar.”

Bu sırada siteye giden onlarca kişi kapıdan sokulmadı ve hepsine “Sen bizden daire almamışsın. Kimden daire aldıysan ona git” denilerek tehdit edildiler. Sitenin içinde ise silahlı kişilerce darp edildiler.

SİLAHLI ADAMLAR DARP ETTİ

İnşaat işleri yapan Eşref Urtekin ise Fly Butik Rezidans’ın  sıhhi tesisat, doğalgaz, kapılar, mutfak dolabı, duşakabin ve diğer iç dekorasyon işlerini 44 daire karşılığında yapmıştı. Noter sözleşmesiyle daireleri alacağı vaat edilmişti. Bu işlere devam ederken ona tapuları istedi ancak sitenin arazisinden 1 metrekarelik tapular verilince itiraz etti. Sonuçta onun 44 dairesi de başka şahıslara satılmış görünüyordu. Buna karşı çıkan ve hukuki mücadele başlatan Eşref Urtekin, 1 Nisan 2023 günü Eyüp Rami’de Çetin Başkan Şimşek’in silahlı dört adamı tarafından darp edildi. Darp raporu alan Eşref Urtekin cebindeki 20 bin doların da bu şahıslarca gasp edildiğini öne sürerek şikayetçi oldu.

SİTENİN İÇİNDE DE ÇETE KÂBUSU

Fly Butik Rezidans’a çöken çete, çok sayıda daireyi yabancı uyruklu kişilere kiraladı. Silahlı çete üyeleri yönetimdeydi ve insanlardan yüksek aidatlar istemeye başladı. Aidatları ödemeyenlerin elektriklerini kesiyorlar, tehdit ediyorlardı. Çetin Başkan Şimşek’in silahlı adamları, daire sahiplerini siteye sokmuyordu. Yüzlerce mağdurun başvurusuna karşın ne savcılık ne polis harekete geçti.

Mağdurlar, Mart 2023’te Büyükçekmece Adliyesi önünde ellerinde pankart ve afişlerle eylem yaptı. Çete lideri Çetin Başkan Şimşek ve adamlarının silahlı fotoğraflarını da afiş yapmışlardı.

Bu sırada Fly Butik Rezidans’ın yanı sıra Acun Kent’teki yüzlerce mağdur, Çetin Başkan Şimşek’in adamlarının işgal ettiği evlerine giremiyordu. Sitenin önüne gelip sloganlar atanları çete üyeleri silah göstererek tehdit ediyordu.

HABER OLUNCA OPERASYON YAPILDI

Sonunda 25 Mart 2023’te tarihinde evlerine el konulan mağdurlar, Bakırköy Adliyesi önünde eylem yaptı. BirGün ve Cumhuriyet gazeteleri yıllardır sitelere çöken çeteye dokunulmamasını haberleştirdi.

Bu haberlerden 10 gün sonra 7 Nisan 2023’te nihayet operasyonlar başladı. Çete lideri Nihat Akyüz, çetenin silahlı kanadının lideri Çetin Başkan Şimşek, Abdulsemet Kızılağaç, müteahhit Mehmet Özçelik’in arasında olduğu 12 kişi tutuklandı.

Ancak mağdurların çilesi bitmedi. Operasyondan sonra Fly Butik Rezidans’a giden mağdurlara adli kontrol ile serbest bırakılan çete üyeleri müdahale etti. Yine hakaret ve tehditler havada uçuştu. Bunun üzerine mağdurlar polisi aradı.

ÇETENİN POLİSİ MAĞDURLARI HEDEF ALDI

Gelen polis ekiplerinin başında Esenyurt Asayiş Büro Amiri Hüseyin Coşkun vardı. Onun tavrı yıllardır çete işgali ve dolandırıcılık sürerken devletin neden sadece seyrettiğini de ortaya koyuyordu. Hüseyin Coşkun dairelerine çökülmüş mağdurlara “Sizin burada ne işiniz var lan, siz kimsiniz, sizin bu sitede hakkınız yok” diye bağırdı. Mağdurları siteden çıkarttıran Hüseyin Coşkun, çetenin üyelerini siteye soktu ve onlara “Bu gelenler bizi silahla tehdit etti, siteye zorla girmeye çalıştılar diye şikayetçi olacaksınız” dedi. Daha sonra mağdurları gözaltına aldırdı.

Ayrıca Acun Kent Sitesi’ne kayyum olarak atanan Avukat Güray Tangüder, Çetin Başkan Şimşek’in çetesi tarafından tehdit ediliyordu. Bu nedenle polis çağırdı. Buraya da Aşayiş Amiri Hüseyin Coşkun gitti.  Av. Güray Tangüder, polisin kendine yardım edeceğini zannederken Hüseyin Coşkun çete adına şöyle konuşmuştu:

“Çetin Şimşek, Abdulsamet Kızılağaç ve bunların adamları senden özür dileyecek… Sen D Blok yönetimini Çetin Şimşek ve adamlarına vereceksin, onlar işletecek, sen bunlara karışmayacaksın, onlar istediğini yapacak.”

Bu görüşmeden çıkan Av. Güray Tangüder, mağdurlara “Bu adam kirli polis, örgüt adına pazarlık yapmaya gelmiş” demişti.

7 Nisan 2023’te başlayan operasyonlar devam etti, Hüseyin Coşkun’un da arasında olduğu bazı şüpheliler daha tutuklandı.

OPERASYONDAN SONRA ÇİLE SÜRDÜ

Ancak bu kez Murat Uçar siteye geri döndü. Evlerine birkaç gün gelmeyen kişilerin kapıları çilingirle açıldı. Kat mülkiyeti kurulmadığı için halen tapusuz olan evleri müteahhit başka kişilere kiraya verdi. Bazı kişiler siteye döndüklerinde, kendi eşyaları bulunan evlerinde başka insanların yaşadığını gördü. Müteahhit birkaç gün uzak kaldıkları evlerini kiraya vermişti. İddiaya göre; müteahhit Metin Uçar, topladığı aidatları zimmetine geçirdi ve elektrik faturalarını bile ödemedi. Pek çok site sakininin elektrikleri kesildi. Metin Uçar’ın da daireleri birden fazla kişiye sattığı iddia edildi. İnsanlar çeteye operasyon yapılmasına karşın dairelerini alamadı, hatta hayretler içinde yeni dairelerin satıldığına tanıklık ettiler. Daireler çok sayıda kişiye satıldığı ama tapu verilmediği için kimse tapusunu alamadı, mağduriyetleri devam etti. Çok sayıda mağdurun bütün birikimleri yok oldu.

Fly Butik Rezidans ile ilgili hazırlanan iddianamede Metin Uçar sanık yapılmadı. İddianamede çetenin 211 daireyi 785 kişiye sattığı ve 600 milyon TL’den fazla vurgun yaptığı anlatıldı. Mağdurların çoğu yabancı uyrukluydu ve şikayetçi olmamıştı. 164 şikayetçi davada yer aldı.

590 sayfalık iddianamede çetenin siteyi işgal ettiği, mağdurların silahla vurulduğu, darp edildiği, santimetrekarelik tapu satışları, noterden sahte daire satışları tek tek anlatıldı. Ancak yıllarca süren bu rezalete devletin, yargının, polisin neden sessiz kaldığı açıklanmadı. Üstelik iddianameden şu da anlaşılıyordu. Üç yıl boyunca yağan şikayetlere ve suç duyurularına karşın çete teknik, fiziki takibe bile alınmamıştı. Dinleme kayıtları, soruşturmayla toplanan deliller yoktu. Oysa hepsi ülkenin gözleri önünde yaşanmıştı.

İddianamede 86 sanığın dolandırıcılık, nitelikli yağma, konut dokunulmazlığını ihlal etme, nitelikli hırsızlık, mala zarar verme, silahla tehdit, silahla yaralama, tehdit, hakaret, suç işlemek amacıyla örgüt kurma gibi çok sayıda suçtan cezalandırılması istendi.

2 BİN 50 YIL HAPİS İSTEMİ

Çete lideri olduğu iddia edilen Nihat Akyüz’ün bin 600 yıl hapsi istendi. Çetenin yöneticisi ve silahlı kanadının lideri olan Çetin Başkan Şimşek’in ise 2 bin 50 yıl hapsi talep edildi. Çete yöneticisi olmakla suçlanan Özmet İnşaat’ın sahibi Mehmet Özçelik, Abdulsamet Kızılağaç, Fatih Dere’nin de arasında olduğu isimler hakkında da onlarca yıl hapis cezası istendi. Polis amiri Hüseyin Coşkun, Büyükçekmece 20. Noter Başkatibi Fikriye Çağla Öztürk ve Esenyurt Tapu Müdürlüğü’nden bir müdür yardımcısı da tutuklandı ve hapis cezasına çarptırılmaları talep edildi.

Sanıklar arasında bir siyasi partinin genel başkanı da vardı. Adaletin Aydınlığı Partisi’nin Genel Başkanı Altuğ Ergüzel’in de 23 yıla kadar hapsi istendi. Sadece 82 üyesi olan bu parti 2023 genel seçimlerinde Türkiye İttifakı’nda yer almış ve Cumhurbaşkanı adayı Sinan Oğan’ı desteklemişlerdi.

AYNI YÖNTEMLE SKANDAL TAHLİYE

Ancak büyük skandal henüz bitmemişti. Yıllarca çetenin dev siteye çökmesini seyreden devlet, sanıkları serbest bırakmak için acele etti. BirGün Gazetesi’nden İsmail Arı, geçen hafta binlerce yıl hapsi istenen tüm sanıkların 25 Ekim 2024’te sessiz sedasız tahliye edildiğini ortaya çıkardı. Bakırköy 16. Ağır Ceza Mahkemesi son tutuklu sanıklar Nihat Akyüz, Çetin Başkan Şimşek, Abdulsemet Kızılağaç, Erkan Kaan için ev hapsi kararı verdi. Binlerce yıl hapsi istenen Nihat Akyüz ve Çetin Başkan Şimşek, tutuklandıktan 1.5 yıl sonra cezaevinden çıktı.

Bu karar; son yıllarca defalarca karşılaştığımız tahliye skandallarıyla bire bir aynı yöntemle suçluların firarını sağladı.. Bu kişilerin tahliye edilmesine savcılık itiraz etti ve bir hafta sonra yeniden tutuklama kararı çıktı. Nihat Akyüz tekrar teslim olurken Çetin Başkan Şimşek ile diğer sanıklar firar etti. Tahliye kararı kadar ev hapsindeki bu kişilerin firar etmesi de rezaletti. Sanıkların yurt dışına kaçtığı tahmin ediliyor.

Mağdurlar halen evlerine ulaşmamışken Çetin Başkan Şimşek özgürlüğüne kavuştu. Esenyurt’un seçilmiş belediye başkanı ise halen cezaevinde.

Timur Soykan / Birgün

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -20 Kasım 2024-

Köfteci Yusuf enerji sektörüne giriyor: Balıkesir'e elektrik satacak -Yusuf Yavuz-

Enerji alanında yatırım yapmaya hazırlanan Köfteci Yusuf, Susurluk'ta Rüzgar Enerjisi Santralı kuracak. Bakanlık, 18 Kasım’da projeyle ilgili ÇED sürecinin başladığını duyurdu.

Türkiye’de enerji alanında yatırım yapan girişimciler arasına Köfteci Yusuf da dahil oldu.

Geçtiğimiz aylarda restoran zincirinin bir şubesinde domuz eti kullanıldığı iddialarıyla gündeme gelen markanın, ‘Köfteci Yusuf Rüzgar Enerji Santralı’ adıyla enerji sektörüne yönelmesi dikkat çekti.

'Köfteci Yusuf RES' için ÇED süreci başlatıldı

Çevre, Şehircilik ev İklim Değişikliği Bakanlığı, 18 Kasım’da "Köfteci Yusuf Hazır Yemek Temizlik Canlı Hayvan Et Mamulleri Entegre Gıda İthalat İhracat San. ve Tic. A.Ş." tarafından yapılması planlanan "Köfteci Yusuf Rüzgar Enerji Santrali" projesiyle ilgili ÇED sürecinin başladığını duyurdu.

Balıkesir’in Susurluk ilçesine bağlı Asmalıdere Mahallesi, Tosunalanı Mevkii’nde yapılması planlanan RES projesi toplam 3 türbinden oluşacak. İki ayrı projeden oluşan Köfteci Yusuf Rüzgâr Enerjisi Santralı’nın kurulacağı bölgenin Kuzeybatı-Güney ana kuş göç yolu üzerinde yer aldığı, özellikle Leylek ve Yırtıcı göçlerinin gerçekleştiği İstanbul-Çanakkale-Hatay kesiminin üzerinde bulunduğu belirtildi.

RES kurulacak bölge kuş göç yolu üzerinde

Köftesi Yusuf RES için hazırlanarak Bakanlığa sunulan Proje Tanıtım Dosyasında (PDT), Proje sahasının Tarım ve Orman Bakanlığı tarafından yapılan çalışmalarda kuş göç rotası üzerinde kaldığının tespit edildiği bilgisine yer verildi. Uzman görüşü de eklenen Proje Tanıtım Dosyasında, “Proje alanına yönelik Sonbahar 2023 kuş göç dönemi ornitolojik izleme raporu hazırlanması çalışmaları kapsamında saha çalışması gerçekleştirilmiştir. Bu gözlem, inceleme ve değerlendirme çalışmaları sonuçlarına göre, araştırma alanı ve yakın çevresinde 42 kuş türü saptanmıştır. Tespit edilen türlerin büyük çoğunluğu yüzde 81’i ötücü kuşlardan (Passeriformes) meydana gelmektedir. Süzülerek uçan Gündüz yırtıcıları ve büyük kanat açıklığına sahip su kuşları veya Leylek gibi türlere ise çok az yüzde 19 oranında rastlanmıştır” bilgisine yer veriliyor.

Proje dosyasında 'kuşlar için sorun olmayacak' denildi

Türbin pervanelerinin uzunluğu ve etki alanına göre, her türbinin bulunduğu noktanın yaklaşık 100-150 m çapındaki bir alanın kuşlar açısından tehlikeli ve riskli olduğu vurgulanan uzman raporunda, “Bu nedenle rüzgâr santrallerinde türbinler arasındaki mesafeler, bu etki alanı göz önünde bulundurularak konumlandırılmalıdır ve buna göre mesafe bırakılmalıdır. Bu durumda Köfteci Yusuf 5 ve 6 RES’te yer alan türbin arası mesafeler etki alanı göz önüne alındığında, alanda tek türbin bulunmakta olup, kuşların çarpmadan türbin aralarından güvenli bir şekilde geçmelerini sağlayabilecek mesafelerde sorun olmasının söz konusu olmadığı görülmektedir” denildi.

3246 ton hafriyat çıkacak, enerji Balıkesir'e satılacak

Toplam 3 türbinden oluşacak Köfteci Yusuf Rüzgâr Enerji Santrali’nde üretilmesi planlanan elektrik enerjisinin Balıkesir 1 TM’ye bağlanacağı belirtilirken, proje dosyasında inşaat aşamasına ilişkin ise şu bilgilere yer verildi: “Köfteci Yusuf Hazır Yemek Temizlik Canlı Hayvan Et Mamulleri Entegre Gıda İthalat İhracat San. Ve Tic. A.Ş. tarafından gerçekleştirilmesi planlanan ‘Rüzgâr Enerji Santrali (2 Adet Türbin - 2 MWm / 1,998 MWe)’ projesi kapsamında, türbin alan kazısı ve yol kazısı faaliyetleri ile betonarme yapıda toplam 50 m 2 olan 2 adet köşk ve konteyner şeklinde 10 m2’lik 1 adet güvenlik binasından oluşan yapıların inşaat işlemleri gerçekleştirilecektir. Bu kapsamda oluşacak toplam hafriyat miktarı 3.479,2 ton olup detaylı hesaplamaları ‘İnşaat Aşamasında Oluşacak Hafriyat Atığı’ başlığı altında verilmiştir. Söz konusu inşaat aşamasında sökme, yükleme, nakliye ve boşaltma işlemleri sırasında toz oluşacaktır. Toz emisyonu kütlesel debi hesaplamaları kontrolsüz emisyon faktörleri kullanılarak hesaplanmıştır. Proje kapsamında yapılacak olan arazi hazırlık ve inşaat toplam 5 ay süreceği öngörülmektedir. Türbin alan kazısı ve yol kazısı faaliyetleri ile inşaat aşamasında toplam 3246,1 ton hafriyat çıkartılacaktır. Bu durumda toplam saatlik hafriyat miktarı 2,70 ton/saat olacaktır.”

Enerjide üretime destek, tüketiciye yüksek fatura

Türkiye’de doğrudan iştigal alanı enerji olmayan farklı sektörlerden yatırımcılar alım garantisi verilen ve desteklenen enerji sektörüne yöneldi. Enerji üretimi ve dağıtımını özelleştirerek kamusal bir hizmet olmaktan çıkaran politikalar, bu alanı birçok girişimci için alım garantili ve kazançlı bir yatırım alanı olarak görülmesine neden oluyor. Ancak şirketlere verilen yatırım ve üretim desteğine karşın tüketiciler kamusal bir hizmet olması gereken elektrik tüketiminde dünyanın en yüksek faturalarına maruz kalıyor.

Türkiye pahalı elektrikte ilk 10'da

Son ABD seçimlerinde Donald Trump’ı destekleyen X’in sahibi Elon Musk, kişisel hesabından yaptığı paylaşımda Türkiye’nin de içinde yer aldığı grafiği paylaşarak, İngiltere ve Avrupa’daki elektrik fiyatlarının pahalı olmasını “Vay canına, İngiltere ve Avrupa’da elektrik fiyatları inanılmaz yüksek!” sözleriyle eleştirmişti. En pahalı elektriği kullanan İngiltere’nin ilk sırayı paylaştığı grafikte, Türkiye Almanya, İtalya, Fransa, Japonya ve Brezilya’dan sonra 7. Sırada yer alıyor. Financial Times’in hazırladığı grafikte, en pahalı elektrik enerjisi kullanan ülkeler arasında 7. Sırada bulunan Türkiye’nin altında Meksika, Kuzey Kore, Tayland, Hindistan, Tayvan, Arjantin, ABD, Kanada, Endonezya, Rusya ve Çin gibi ülkeler yer alıyor.

                                                                 /././

İzmir'de deniz taşkınları neden önlenemiyor?-Mehmet Arguvanlı-

"Doğa olaylarına karşı dirençli bir kent yaratmak için ülkemizin kaynaklarını, halkın yaşam kalitesini geliştirecek siyasi iradeye, planlı bir kalkınma anlayışına ihtiyaç duyulduğu açıktır."

İzmir metropol alanı kıyı şeridinde 2018 yılından itibaren sıklaşan periyotlarla deniz taşkınları görülmeye başlandığı ve bu taşkınların Konak ve Karşıyaka sahil kesiminde etkili olduğu görülmektedir. 

2012 yılından bugüne 6 deniz taşkının kış, 3 deniz taşkının ise sonbahar mevsiminde yaşandı. Taşkınların görüldüğü ilçeler açısından bakılacak olursak 5 taşkının Konak, 5 taşkının ise Karşıyaka’da (23.12.2019 ve 26.11.2023 tarihinde Konak ve Karşıyaka’da birlikte) yaşandığı görülmektedir.

İzmir’de deniz taşkınları yağışlı günlerde yaşanmakla birlikte, 2006 yılı Ağustos ayında, yağışsız bir günde Karşıyaka sahilinde, Karşıyaka Yelken Kulübü civarında taşan deniz suyunun, kıyıdaki rekreasyon alanı ve Cemal Gürsel Caddesi’ni aştığı da görülmüştür.

Son 12 yılda Alsancak ve Karşıyaka'da yaşanan taşkınlar

-21.09.2015 Cumhuriyet Meydanı

-18.01.2018 Alsancak Kordon

-23.12.2019 Karşıyaka-Alsancak Kordon

-05.02.2020 Cumhuriyet Meydanı

-14.12.2020  Karşıyaka

-08.02. 2021 Karşıyaka

-29/30.11.2021 Karşıyaka

-26.11.2023 Karşıyaka-Alsancak Kordon  

Taşkınlarda iklim değişiminin rolü

Sanayi devriminin yol açtığı CO2 başta olmak üzere CH4 ve N2O salınımları, iklim değişikliğinin önde gelen nedeni olmakla birlikte, arazi kullanımı, kentleşme ve sanayileşmede toplumun büyük bir bölümünün yararını esas alan karar ve uygulamaların hayata geçirilmemesi ile kentsel altyapı yetersizlikleri de iklim değişikliğinin yol açtığı doğa olaylarındaki değişimlere karşı kentlerin ve toplumların dirençsiz olmalarının ana nedenidir.

Sanayi devriminin başladığı kabul edilen 18. yüzyılın ikinci yarısında 275 ppm olan atmosferdeki CO2 konsantrasyonu, günümüzde 415 ppm seviyesine, CH4 konsantrasyonu 722 ppb’den 1931 seviyesine ve N20 konsantrasyonu 270 ppb’den 337 seviyesine yükselmiştir.

Sera gazları olarak adlandırılan ve iklim değişikliğine yol açan bu gazların salınımındaki artış, sanayi devriminin başlangıcından bu yana hava sıcaklığında ortalama olarak 1.1 santigrat derece artışa neden olmuştur. 

İklim değişikliğine bağlı olarak dünyanın farklı coğrafyalarında ortaya çıkacak etkilerin farklı olacağı açıktır. Türkiye’de iklim değişikliğine bağlı olarak sıcaklık artışlarının görüleceği, Doğu Karadeniz Bölgesi’nde yağışlarda artış yaşanırken, Ege, İç Anadolu ve Güneydoğu Anadolu Bölge’lerindeki yağışlarda azalmalar olacağı öngörülmektedir. Ancak beklenen değişimler yalnızca yağış miktarları ile sınırlı olmayıp, yağış rejimlerinde de değişiklikler olacağı, yağışlı gün sayıları ve yağış sürelerinde de azalmalar olacağı da ifade edilmektedir. Özellikle yağış sürelerinde görülecek azalmalar, yağış şiddetinin artması anlamına geleceği için, taşkın riskinde de artış olacaktır.

Özellikle, kentsel alan içerisindeki dere yatakları kesitleri, yağmur suyu şebekesi kesitleri ve birleşik (atıksu ve yağmur suyunu birlikte taşıyan) şebeke hatları kesitleri, yağış rejimindeki bu değişiklik sonrası, yetersiz hale gelebilecek ve bu durumda özellikle kentlerin düz veya düşük eğimli alanlarında taşkın riski artacaktır.

İklim değişikliğinin yol açtığı küresel ısınmanın bir etkisi de ısınan atmosferin genleşerek yoğunluğunun düşmesi ve buna bağlı olarak deniz kıyısında 1.013,25 milibar olan hava basıncının azalmasıdır. Nitekim 26 Kasım 2023 tarihinde, Konak’ta metrekareye 21,1 ve Karşıyaka’da 16,6 mm yağış düşmesine rağmen yaşanan fırtına ve hava basıncının da 970 milibar düzeyinde olması, yanlış yapılaşma ve yetersiz altyapı ile birleşince, yukarıda bahsedilen deniz taşkınları meydana gelmiştir.

26 Kasım 2023 tarihinde, benzer meteorolojik koşulların yaşandığı İskenderun ve Doğu Karadeniz Bölgesi’nde, İzmir Alsancak ve Karşıyaka gibi denizin doldurularak yapılaşmaya açıldığı alanlarda deniz taşkınlarının yaşanması, doğayla uyumlu olmayan kentleşme veya yapılaşmaların iklim değişikliği süreçlerinde güvenilir bir yaşam ortamı sağlayamayacağı gibi, can kayıpları ile birlikte yüksek maddi hasarlara da yol açacağının bir göstergesidir.

Deniz taşkınlarının olası boyutları ve alınacak önlemler

İzmir’de iklim değişikliği nedeniyle meydana gelebilecek deniz taşkınlarının kıyıdan 1 kilometre mesafeye kadar olan  Mavişehir, Atakent, Alaybey ve Tersane mahallelerini tamamen, Bostanlı, Aksoy, Donanmacı, Tuna, Yalı ve Bahçelievler mahallelerini kısmen etkileyeceği, deniz taşkınlarının toplamda 3,3 kilometrekarelik alanda 160 bin konutun etkileneceği, Aybüke Cangüzel ve Çiğdem Coşkun Hepcan tarafından 2024 yılında yayımlanan “Climate Chance Vulnerability Assesstment of Karşıyaka, İzmir” başlıklı bir çalışmada ifade edilmiştir. Aynı çalışmada, 500 yıllık tekerrüre sahip bir yağışa bağlı olarak yaşanacak taşkında ise 9 mahallenin yer aldığı 3,31 kilometrekarelik bir alanda 275 bin 400 konutun, ağır bir şekilde etkileneceği belirtilmektedir.  

Cangüzel ve Hepcan tarafından yürütülen çalışmada dile getirilen bir diğer konu ise, İzmir’de gerçekleşmesi beklenen deniz seviyesi yükselmesinin, birçok kaynakta belirtildiği gibi 1 metre değil, 2,04 metre yüksekliğinde olabileceğidir. 

Stefano Salata, Koray Velibeyoğlu, Alper Baba , Nicel Saygın, V.Thompson Couch ve Taygun Uzelli tarafından hazırlanan “Adapting Cities to Pluvial Flooding: The Case of İzmir” başlıklı çalışmada ise, İzmir nüfusunun gelecek 10 yılda 2 milyon kadar artarak 6,5 milyon kişiye yükselebileceği belirtilerek, 1999 ile 2018 yılları arasındaki sürede 33 bin hektar tarımsal alanın , yarı doğal- kentsel alana dönüştüğü, kentleşmenin 26 bin hektarlık bölümünün düz ve verimli alanlarda gerçekleştiği ifade edilmiştir. İzmir kentsel alanlarının yüzde 75’inin yağmur suyu infiltrasyonu açısından geçirimsiz alan kategorisinde olduğu ve bu durumun, yüzeysel akışı arttırarak, taşkın riskini yükselttiği vurgulanmıştır. Aynı çalışmada, İzmir metropol alanının ancak yüzde 10’luk bir bölümünün, yağmur sularının yol açacağı bir taşkına karşı oldukça dirençli olduğu ifade edilmiştir.

Ancak, İZKA’nın 2024 yılında yayımlamış olduğu “İzmir Nüfus Projeksiyonu Raporu 2022-2050” adlı raporda ve Mümtaz Peker’in “İzmir Nüfus Projeksiyonlarının Değerlendirilmesi” başlıklı 2022 tarihli çalışmada 2030 yılı için öngörülen nüfuslar, yukarıdaki makalede öngörülen nüfustan yaklaşık olarak 1 milyon kişi kadar daha düşüktür. Diğer yandan, iklim değişikliğinin olası etkilerini irdeleyen birçok çalışmada, Türkiye dahil, yağışlarda azalma görülecek ülkelerde yaşanacak tarımsal üretim azalışı nedeniyle, kırsal alandan büyük kentlere göçün ivmeleneceği vurgulanmaktadır. 

Her şeye rağmen, hem nüfus artışının yol açacağı kentsel alan büyümesi hem de küresel ısınma sonucunda yağış rejiminde ve deniz seviyesinde görülecek değişmeler, İzmir’de deniz seviyesinin yükselmesi veya yağışa bağlı taşkın olaylarının görülme sıklığını ve etkileyeceği alan ile nüfus büyüklüğünü artıracaktır. Yalnızca mali kayıplar değil can kayıpları ve sağlık problemlerine yol açabilecek bu risklerin ortadan kaldırılması için bütünlükçü ve geniş toplum kesimlerinin esenliğini esas alan politika, planlama ve uygulamaların hızla ve karalılıkla hayata geçirilmesi gerekmektedir.

Yukarıda bahsedilen akademik çalışmaların dile getirdiği riskler, İzmir’de deniz taşkınlarına karşı bugün Alsancak Kordon’da “alınan önlemlerin”, riskli bölgelerin yalnızca küçük bir bölümünü kapsadığını, teknik olarak yetersiz ve bütünlükçü bir anlayıştan uzak olduğunu, Alsancak, Halkapınar ve Bayraklı gibi düşük kotlu ve zayıf zeminli alanlarda nüfus yoğunluğunu çok yükseltecek gökdelenler yapılmasının, geniş anlamda iklim değişikliğinin olumsuz etkilerine, dar anlamda ise deniz taşkınlarına maruziyetin boyutlarını artıracağını ve bunun sonucunda alınacak önlemlerin kapsamının ve mali boyutlarının artacağını göstermektedir. 

Ayrıca, İzmir’in merkezi konumundaki tarihi Kemeraltı Çarşısı’nın, yıllardır süren yağmur suyu şebekesi yapımı sonrası, bu yılın Kasım ayı ortasındaki yağışta yine sular altında kalması, alınan önlemlerin yeterliliği konusunda bir göstergedir. Diğer yandan, 25 Kasım 2013 tarihinde Güzelyalı Meteoroloji İstasyonu tarafından metrekareye 53,5 mm yağış düştüğü bildirilen tarihte, Meles Deresi kıyısına konuşlandırılmış alanda bulunan İzmir Büyükşehir Belediyesi İtfaiye Dairesi çalışanları ve araçlarının, yüksekliği yarım metreyi aşan yağmur suları nedeniyle mahsur kaldıkları gerçeği de, 12 Temmuz 2024 tarihinde Alsancak’ta 2 yurttaşımızın yağışlı bir havada elektrik çarpması sonucu yaşamlarını kaybetmesi; 2 Şubat 2021’de Menderes’te 2 yurttaşımızın, 7 Ağustos 2014 tarihinde Konak’ta 1 yurttaşımızın ve 17 Aralık 2001 tarihinde Bostanlı’da 1 yurttaşımızın yağışlara bağlı olarak boğularak ölmeleri unutulmaması ve unutturulmaması gereken gerçeklerdir.  

Yaşanacak deniz veya yağmur suyu taşkınlarında, konutlar, okul, hastane gibi kamu binaları ile birlikte içme suyu şebeke ve isale hatları, atıksu şebeke, kolektör, ana kuşaklama kanalı ile atıksu pompa istasyonları ve arıtma tesislerinin de ne kadar ve nasıl etkileneceğinin irdelenerek, alınacak önlemlerin belirlenmesi ve hayata geçirilmesinin planlanması, benzer bir çalışmanın diğer kentsel alt yapı bileşenleri için de gerçekleştirilmesi zorunludur.

Yalnızca iklim değişikliğinin yol açtığı, açacağı doğa olaylarına değil, deprem gibi doğa olaylarına karşı da dirençli bir kent, bir ülke yaratmak için ülkemizin kaynaklarını, halkın yaşam kalitesini ve doğal varlıkları koruyacak, geliştirecek politikalara ve siyasi iradeye, planlı bir kalkınma anlayışına bu anlayışı hayata geçirecek kurumlara ihtiyaç duyulduğu açıktır.

                                                                /././

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -29 Temmuz 2025-

MİT ajanları nasıl deşifre oldu?-Tolga Şardan- Ankara Adliyesi'nde kişisel verilerin usulsüz ele geçirilmesiyle ilgili devam eden yargıl...