GÜNDEM -24 Kasım 2024-

Bakanlıktan talimat gitti: 'Belediye kreşlerinin önüne geçin' -Sözcü-

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, valiliklere gönderdiği yazıda, kreşi olan belediyelerin, valiliklerden izinsiz eğitim öğretim faaliyetleri yapmaları konusunda uyarılması ve yeni yerlerin açılmasının önüne geçilmesi istendi.(https://www.sozcu.com.tr/bakanliktan-talimat-gitti-belediye-kreslerinin-onune-gecin-p107135)                                  ***

Beş Filistinli ressamdan “Filistin Halkı Direniyor’ sergisi: 29 Kasım’da Kadıköy NHKM’de açılıyor -soL-



THTM’nin çağrısı Filistinli sanatçılara ulaştı. Beş Filistinli ressamın “Filistin Halkı Direniyor” sergisinin açılışı İstanbul'da 29 Kasım Filistin Halkıyla Uluslararası Dayanışma Günü’nde yapılacak.(
https://haber.sol.org.tr/haber/bes-filistinli-ressamdan-filistin-halki-direniyor-sergisi-29-kasimda-kadikoy-nhkmde-aciliyor)
                                                       ***
Dersim'de kayyım sonrası belediye binasına beton bariyerler: ‘Belediyeler kışla değildir’
Dersim’de halk kayyımı protesto etti. Beton bariyerlerle çevrilen belediye önünde konuşan DEM Parti Eş Genel Başkanı Hatimoğulları “Belediyeler kışla değildir, halkın evidir” dedi.(https://haber.sol.org.tr/haber/dersimde-kayyim-sonrasi-belediye-binasina-beton-bariyerler-belediyeler-kisla-degildir-396321)
                                                              ***
Özgür Karabat: Türkiye'de kumar yasak ama Milli Piyango'nun sitesinde bunlar yasal forma sokuldu -Cumhuriyet-
CHP Genel Başkan Yardımcısı Özgür Karabat, “AKP, Milli Piyango’yu özelleştirip yandaş Demirörenlere peşkeş çekti. Türkiye’de kumar, casino oyunları yasak. Ama Milli Piyango’nun sitesinde bunlar yasal forma sokuldu. Kazı Kazan Oyunları adı altında slot makine oyunları oynatılıyor. ‘Dene’ seçeneği ile ücretsiz oynatılıp, sonra para ile oynatılması sağlanıyor” dedi.(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/ozgur-karabat-turkiyede-kumar-yasak-ama-milli-piyangonun-sitesinde-2272124)
                                                         ***

Torba kanun komisyondan geçti: İnşaatta yeni düzenlemeler -duvaR-

Yeni yasayla imar hakkı devri de geliyor.Vatandaşlar bir parsel üzerindeki imar hakkının tamamen ya da kısmen yasaklanması durumunda mülkiyet hakkını başka parsele taşıyabilecek.(https://www.gazeteduvar.com.tr/torba-kanun-komisyondan-gecti-insaatta-yeni-duzenlemeler-galeri-1737456)

                                                                ***
Bakan Ersoy’dan Haydarpaşa ve Sirkeci garlarında ‘yeni yapı’ itirafı da geldi -Mustafa Çakır/Cumhuriyet-
Gar sahalarının demiryolu işlevlerini sürdürmesini sağlayacaklarını belirten Ersoy, “Tarihi binaların restorasyonunu, millet bahçesini, sergi alanlarını ve arkeoloji müzesini kapsayan ilk etabın açılışını inşallah 2026 yılı sonuna kadar yapacağız" dedi.(https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/bakan-ersoydan-haydarpasa-ve-sirkeci-garlarinda-yeni-yapi-itirafi-da-2272069)

                                                              ***
Eber Gölü nasıl kurtarılır?-Özer Akdemir/Evrensel-

Jeoloji Yüksek Mühendisi Dr. Eşref Atabey, geçen ay çıkan ve haftalarca süren yangında sazlıklarının büyük bölümü yanan Eber Gölünde suyun oksijen miktarının tükenme noktasına geldiğini belirtti.(https://www.evrensel.net/haber/534979)

                                                         ***

Tan Oral çiziyor...-T24

 Türkiye'nin önde gelen çizerlerinden Tan Oral, çizgileriyle Türkiye ve dünya gündemini yorumluyor...

Patronlar kalifiye sömürü istiyor -Cem Şimşek / Evrensel

MÜSİAD ve UTESAV ‘Türkiye’nin Göç Raporu’nu yayımladı. Raporda göçmenlerin ucuz emeğinden daha etkin yararlanılması amacıyla hukuki ve sosyal engellerin aşılması için öneriler sıralanıyor.

Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD) ile Uluslararası Teknolojik Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Vakfı (UTESAV) ‘Türkiye’nin Göç Raporu’nu yayımladı. Raporda göçmenlerin ucuz emeğinden daha etkin yararlanılması amacıyla hukuki ve sosyal engellerin aşılması için öneriler sıralanıyor. 81 ilden 425 şirket ile yapılan anket üzerine inşa edilen raporun özetinde Türkiye kapitalizminin ihtiyaç duyduğu nitelikli ve ucuz iş gücü ihtiyacını karşılamak üzere göçmen emeğinden, yeni pazarlar için göçmen sermayesi ve ilişkilerinden daha fazla yararlanmak için adım atılması isteniyor. Ankette göçmen çalıştıran şirketlerin yüzde 75’i “Yerli işçi bulamadıkları”nı iddia ediyor. Göçmen işçi çalıştırmayan şirketlere çalıştırmama nedenleri sorulduğunda ise büyük oranda “Çalışma iznini almanın zorluğu” yanıtı veriliyor.

MÜSİAD Başkanı Mahmut Asmalı’nın raporda yer alan mesajı çarpıcı: “Göçmen girişim ruhu, sermayesi ve emeğiyle gelen ve ekonomiye katkı yapan taze bir gücü ifade ediyor. Türkiye’nin kendi ayağını bağlayan mevzuatıyla yeterince istifade edemediği dinamik bir güç. Göçmenlerin çalışmaya ihtiyacı var; Türkiye ekonomisinin de onların çalışmasına. Ekonomik tablo bu kadar net iken ülke ekonomisinin gereklerini mülteci veya göçmen karşıtlığına feda etmemek gerek. Türkiye’nin gelişen ekonomisinin sadece Suriyeli ve Afganistanlı göçmenlerin emeğine değil, fazlasına da ihtiyacı var.”

UTESAV Başkanı Ahmet Doğan Alperen ise ABD, Almanya ve Kanada ekonomilerinin büyümesinde göçmenlerin ucuz iş gücünün rolüne dikkat çekerek “Bu ülkeler göçün nasıl büyük fırsatlar yaratabileceğinin en somut örnekleridir” diyor. Raporun politika önerilerini sıralayan Alperen, “Göçmenlerin eğitim ve istihdam olanaklarına erişimi artırılmalı, hukuki statüleri netleştirilmeli. Göçmenlere yönelik girişimcilik destek programları düzenlenmeli, iş kurma süreçlerinde karşılaştıkları bürokratik engeller azaltılmalı” çağrısında bulunuyor.

Raporda geçici koruma statüsündeki kişilere otomatik çalışma izni sağlanması, diğer göçmen gruplarına yönelik çalışma izinleri süreçlerinin hızlandırılması isteniyor ve bunun iş gücü piyasasındaki açıkların kapatılmasına olanak tanıyacağı belirtiliyor. Ayrıca göçmenlere verilecek mesleki eğitim programları ve dil kursları ile niteliksiz iş gücünün yeteneklerinin geliştirileceği belirtilerek “kalifiye” edilen iş gücünden daha verimli yararlanılabileceği vurgulanıyor.

Hukuki mevzuatın göçmen emeğinin yeterince sömürülmesine, göçmen sermayesinden daha etkin yararlanılmasına engel olduğu vurgulanan raporda, “Türkiye’nin göç yönetiminde hukuki çerçevenin güncellenmesi gerek. Göçmenlerin hukuki statülerine ilişkin belirsizlikler hem toplumsal uyum hem de ekonomik katkı açısından önemli bir engel teşkil etmektedir” deniliyor.

Amerikan ekonomisinden örnek verilen raporda kayıtlı çalışan göçmenlerin ekonomiye katkılarının yüzde 5’e yakın; kayıt dışı çalışan göçmenlerin katkısının ise yaklaşık yüzde 3.1 olduğu ifade edilerek kayıt dışı çalıştırılan işçilere yasal çalışma hakkı verilmesi isteniyor.

Patronlar Türkiye-Suriye sınırındaki geçici güvenlik bölgelerini de henüz yararlanılmayan yeni bir pazar alanı ve fırsat olarak gördüklerini ifade ediyorlar raporda. Bu doğrultuda geçici güvenli bölgelerin hukuk, ekonomi ve sosyal hayat açısından tercih edilebilir hale gelmesini sağlayacak önlemler alınması, serbest ve canlı bir iktisadi hayatın tesis edilmesi için adım atılması isteniyor.

İŞÇİLERİN REKABETİ PATRONLARIN GANİMETİ

Raporda göçmen ve yerli işçiler arasındaki rekabet de “ganimet” olarak görülüyor. Patronların göçmenlerin ucuz iş gücüne duyduğu ihtiyaç şu şekilde örnekleniyor: “Tarım sektöründe göçmenler tarlada kalan ürünleri toplamaktadır. Göçmenlerin sağladığı ucuz iş gücü olmasa o ürünlerin tarladan toplanamayacağı tahmin edilmektedir. Çünkü işçi maliyetleri ürünlerin satıldığında elde edilebilecek gelirden fazla olduğunda ürünler tarladan toplanmaması çiftçi veya tarım işletmesi açısından daha mantıklıdır. Göçmenler yerlilerin çalıştığından daha ucuza çalıştığı için, tarlada kalması muhtemel bazı ürünlerin de piyasaya girmesine imkan sağlamaktadır.”

Göçmenlerin yerel halkın yapmak istemediği, ağır işlerde çalıştırıldığına vurgu yapılan raporda bu durumun göçmen işçilerin yerel halkın işini elinden aldığı iddiasıyla çeliştiği savunuluyor ve daha ileri gidilerek “Bazı durumlarda, yerli iş gücü ile göçmen iş gücü birbirini tamamlayıcı olabilir” deniliyor. Bu tez şu örnekle açıklanıyor: “Eğer pideleri pişirmeye talip olan kişi çok yüksek ücret isterse bu durumda pide işletmesinin sahibi yeterince kâr elde edemeyeceğini düşünüp pideciyi kapatmayı düşünebilir. Fakat Suriyeli bir göçmen eğer kendi ülkesinde taş fırında ekmek yapmayı biliyorsa, Türkiye’ye geldiğinde bir pidecide taş fırın ustası olarak ucuza çalışıp o iş yerinde Türk garsonların da istihdam edilmesini mümkün kılabilir. Eğer işletme yeterince kârlı olursa, ikinci üçüncü pideciyi de açabilir ve bu da daha fazla garson ve işletme müdürü istihdamı anlamına gelebilir.”

Raporda işsizlik konusunda gizli iki itirafa da yer veriliyor:

“Çoğu insan, Suriyeli bir işçinin daha önceden bir Türk işçi tarafından yapılan işi yaptığını fark etmekte. Suriyeli işçiler sayesinde yerli işçiler daha katma değeri yüksek işler için serbest kaldı.” Raporda bahsi geçen bu serbestlik elbette patronların ucuz iş gücü tercihinin sonucu oluşan işsizlik hali.

“Suriyelilerin gelmesiyle yerli halk kayıt dışı piyasadan büyük oranda çıkmıştır. Düşük eğitimli ve kayıt dışı sektörde çalışan Türk erkekler kayıtlı sektörlere yönelirken, Türk kadınlar kayıt dışı sektördeki fiyat düşmesi ile rekabet edemeyip iş gücünden çıkmıştır.”

Raporda buna ilişkin göçmen işçilerin “Düşük ücrete, gayriresmi işlerde çalışmaya daha yatkın oldukları” iddiası öne sürülerek Türkiyeli işçilerin Suriyeliler ile rekabet edemeyeceklerini fark ettikleri anlatılıyor.

Göç öncesi ucuz iş gücü ihtiyacını çocuk emeği üzerinden karşılayan patronların göç sonrası bu ihtiyacı göçmen emeği ile telafi ettiği ve bu nedenle yerli çocukların istihdamında düşüş yaşandığı da raporun tespitleri arasında. Ancak bugünkü çocuk işçiliği verileri düşüşün bugüne uzanan bir istikrar kazanmadığını gösteriyor. Raporun çarpıcı noktalarından biri de Suriyelilerin gelmesiyle kayıp (İstihdama veya eğitime katılmayan) kız çocukları oranının artması.

Raporda göçün başladığı yıllarda Suriyelilerin ucuz ve kayıt dışı iş gücü sağlaması ile tüketici fiyatları genel düzeyinin yaklaşık yüzde 2.5 düştüğü hatırlatılıyor. Ucuz göçmen emeğinin kullanıldığı sektörlerdeki fiyat düşüşlerinin ise yaklaşık yüzde 4 olduğu vurgulanıyor.

ARAP SERMAYESİNE TEŞVİK YAĞDIRILSIN İSTİYORLAR

2022’den bu yana Suriye ve Arap sermayesinin Türkiye’den göçünün açıkça arttığına değinilen raporda bu göçün nedenleri Türkiye ekonomisindeki istikrarsızlıklar, yurt dışında sağlanan teşvikler ve Türkiye’de artan nefret söylemi ve ırkçılık, yasal koruma çerçevesinin zayıflığı olarak sıralanıyor.

Gaziantep’ten bir patronun şu ifadelerine yer verilerek Suriyelilerin elindeki sermayenin Türkiye’de yatırıma dönüşmesi için diğer ülkelerde sağlanan teşviklerin burada da sağlanması isteniyor: “Türkiye’deki birçok yatırımcı, yatırımlarını diğer ülkelere taşıma konusunda cazip teklifler aldı. Suudi Arabistan, tüm ihracatçılara tesis için gerekli araziyi ücretsiz sağlama, yılda sadece 100 Suudi riyali ücretle yüz işçiye vize verme gibi imkanlar sağladı.”

Göçmen girişimcilerin yatırımları yeni pazar alanlarına erişim açısından da fırsat olarak görülüyor. Bu strateji Bursa’dan plastik granül üreten bir fabrika sahibinin aktarımları ile somutlanıyor: “Bursa sanayi şehri olmasına rağmen Arap ithalatçıları tarafından pek bilinmiyordu. Suriyelilerin varlığı sayesinde Arap ithalatçıları çekebildiler. Böylece Bursa, İstanbul ile rekabet eden ana bir ihracat şehri haline geldi. Arap ülkelerine yapılan ihracat bu ülkelerle bağlantı kuran Suriyeliler sayesinde artmıştır.”

PATRONLAR SINIRSIZ SÖMÜRÜ İSTİYOR: İKAMET VE SEYAHAT ENGELİ

Geçici koruma statüsü bulunan göçmenlere dönük uygulanan ikamet ve seyahat sınırlamalarına dikkat çekilen raporda engellerin maliyeti yine “serbest piyasa” gözlüğü ile açıklanıyor. Gaziantep ve Ankara’da inşaat şirketi patronundan yapılan aktarım şöyle: “Deprem sonrası inşaat sektöründe iş gücüne talep arttı. Suriyeli işçilerin seyahat izni alma sürecinin karmaşıklığı nedeniyle bu iş gücünden yararlanma imkanı çok sınırlıydı. Hatay’da bir proje üzerinde çalışıyorduk, gerekli belgeler eklenmesine rağmen göçmen işçilerin seyahat izin başvuruları reddedildi. Projeyi zamanında teslim etmek zorundaydık. İşçiler kaçak olarak geldi. Çalışma sırasında bazı denetim ekipleri işçilere ve bize para cezaları verdi.”

PATRONLAR UCUZ İŞ GÜCÜNÜ SURİYE’YE GÖNDERMEK İSTEMİYOR

Raporda 425 şirket ile yapılan anket sonuçlarına dair çeşitli istatistikler de sıralanıyor:

* Patronların yalnızca yüzde 14.4’ü göçmenlerin ülkelerindeki şartlar düzelmese bile geri gönderilmeleri gerektiğini ifade ediyor.

* Patronların yüzde 55.5’i çalışma izninin kolaylaştırılması gerektiğini düşünüyor.

* Ankete katılan şirketlerin ancak yüzde 33.5’i göçmen çalıştırıyor. (Ucuz göçmen iş gücünün bu kadar ısrarlı ifade edildiği raporda bu verinin düşük olması kayıt dışı çalıştırılan göçmenlerin gizlenmek istendiği şüphesini yaratıyor.)

Göçmen çalıştıran işletmelere göçmen çalıştırma nedenleri, göçmen çalıştırmayan işletmelere de çalıştırmama nedenleri sorulmuş. Verilen yanıtlar patronların göçmenlere  bakışının kendi sınıf çıkarlarıyla çerçevelendiğinin iyi bir özeti.


EĞİTİMİ NİTELİKLİ UCUZ İŞ GÜCÜ İÇİN İSTİYORLAR

Raporda eğitimin göçmen entegrasyonu açısından önemine de dikkat çekiliyor. Yoksul göçmen ailelerin çocuklar arasında okullaşma oranının düşük olduğu, yoksul göçmen çocukların ağırlıklı olarak çalıştığı belirtiliyor. Okullarda göçmen çocuklara dönük ayrımcılıklara da değinilen raporda ayrımcı yaklaşım nedeniyle ekonomik gücü yüksek Suriyeli patronların çocuklarını özel okullara göndermeyi tercih ettiği belirtiliyor. Yüksek eğitimli göçmen çeşitliliğinde yüzde 10’luk artışın milli gelirde yaklaşık yüzde 6’lık artışa neden olacağı ifade edilen raporda düşük eğitime sahip göçmenlerin belirgin etkileri olmadığı belirtiliyor ve kalifiye iş gücünün üretimi için yoksul göçmen çocukların eğitime katılacağı imkanların yaratılması gerektiğini savunuyor. Raporda lise çağındaki Suriyelilerin okullaşma oranının yüzde 42 olduğu ifade ediliyor.

GÜVENLİ BÖLGE YENİ PAZAR

Raporda Türkiye-Suriye sınırında oluşturulan “güvenli bölge” de yeni ve el değmemiş bir pazar alanı olarak görülüyor. TSK’nin sınır ötesi operasyonları ve iç savaşla yerle bir edilen bu bölgelerin yeni  pazar olarak dizayn edilmesi ve ticari faaliyete açılması için gerekli adımların atılması talep ediliyor.

Anadolu Federasyonu Başkanı Turgay Aldemir’den yapılan alıntılar şöyle: “Gaziantep de 195 tane Suriyeli fabrika var. Ticaret odasına bağlı 2 bin 483 tane işletme var. Türkiye’deki 60-70 ilden daha fazla Suriyelilerin doğrudan ihracatı var; diğer ortaklıklarımız ayrı. Ayrıca çok sayıda fabrikaları döndüren işçi var. Güvenli bölgenin mutlaka “serbest bölge” olması lazım. Bugün Türkiye’nin yeni dünyaya Suriye’deki güvenli bölge üzerinden anlatacağı büyük imkanlar var. Fakat sadece güvenlik politikalarıyla olmaz. Güvenli bölgenin normalleşmesi, askeri yönetimden çıkması lazım. Orada kalkınma yardım kuruluşlarının ufkuyla olmaz.”

Cem Şimşek / Evrensel


 


Muazzez İlmiye Çığ'a yönelik 'kobay' iddialarında suçlanan isimlerden Prof. Nevzat Tarhan: Cezaevlerinde araştırma insanlığa aykırıdır -Gökçer Tahincioğlu/T24

12 Eylül döneminde, cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlülere ilaçlı deneyler yapıldığı anlaşılıyor. İtil ve Songar’ın, HZİ Vakfı’nın deneylerinin ilaçla yapılıp yapılmadığı konusunda netlik yok zira bir soruşturma yürütülmemiş… Hükümlü ve tutuklular, İtil’in bu çalışmalara katıldığını söylüyor. Devlet yetkililerinin göstermelik açıklamalarının bu iddiaları yalanlamak için yeterli olmadığı ortada.

Muazzez İlmiye Çığ ve Turan İtil

Türkiye, Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ’ın ölümünün ardından çok ciddi bir konuyu, çok yüzeysel biçimde tartışmaya başladı.

Konu ciddi zira ortada bir insanlık suçu iddiası var.

Çığ’ın bir dönem başkanlığını yaptığı, kardeşi Prof. Dr. Turan İtil’in deney ve çalışmalarını yürüttüğü HZİ Vakfı’nın, Genelkurmay Başkanlığı’nın onayı, Adalet Bakanlığı’nın izniyle 12 Eylül sonrasında cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlüler üzerinde ilaç deneyleri yaptığı iddia ediliyor.

Kimi çevreler, “Bunları söylemek için neden Çığ’ın ölümünü beklediniz?” diye sorsa da konu yeni değil.

Nokta Dergisi’nin 1980’li yıllardaki sayılarından itibaren, çok defa basında haber yapılmış bir konudan söz ediyoruz. Çığ’a da bu sorular farklı tarihlerde bir biçimde sorulmuş.

* * *

Konu yüzeysel biçimde ele alınıyor zira iddiaların tam ortasına, “Atatürkçülük, AKP muhalifliği” gibi başlıklar yerleştiriliyor.

Çığ’ın üzerinden Atatürkçü kimliği ile bilinen farklı isimlere “yapıldığı gibi” bilinçli bir karalama kampanyası yapıldığını söyleyenlerin sayısı az değil.

Bu tezi savunanların iddiaları şöyle özetlenebilir:

- Çığ’ın vakıf başkanlığı sembolikti. Uzmanlığı olmayan bir alanda sembolik olarak başkanlık görevini yürütüyordu.

- İtil’in deneyleri Helsinki kriterlerine uygundu ve ilaç içermiyordu. Kimi çalışmaları sadece anketlerden ibaretti. Gönüllülük ve deneklerin rızasının alınması esastı.

- İddialar daha önce soruşturma konusu oldu ve dava açılmasına gerek görülmedi.

- Ortada bu nedenle hastalanmış, bir kayıp yaşamış kimse yok.

- Darbe koşullarında askerler böyle bir çalışma yapılmasını istemişse mecbur kalmış olabilirler.

- Çığ, bu iddiaları sağlığında şiddetle reddetti.

* * *

Çığ’ın, insanlık dışı deneylerin yapıldığı bir vakfın başkanı olduğunu ve yapılan uygulamaları söyleşilerinde savunduğunu söyleyenlerin tezlerini de sıralayalım.

- Onlarca hükümlü ve tutuklu o dönemde rızaları dışında kendilerine ilaç verildiği iddiasında bulundu.

- Çığ, o dönem yaptığı açıklamalarda bilimin böyle ilerlediğini, uzaya çıkan astronotların da geri dönüp dönemeyeceğini bilmediğini söyleyerek çalışmaları doğruladı.

- Cezaevinde yapılan çalışmalar sır gibi saklandı, sonuçlarıyla ilgili olarak İtil, sadece sağ ve sol teröristlerde zekâ geriliği olduğu açıklamasını yaptı. Bazı “teröristlere” sosyopat teşhisi koydu.

- Yapılan çalışmaları CIA bağlantılı isimler de takip etti.

- HZİ Vakfı’nın bu çalışmaları yaptığı biliniyordu ve darbe koşullarında kimse bu çalışmalara tepki gösteremedi. Haberleştirilmesinden sonra da çalışmaların muhtevası gizlendi. İddialar Çığ ölmeden önce de defalarca gündemleştirildi ve kendisine soruldu.

* * *

Garip biçimde bu görüşlerin tarafları Çığ’ın kardeşi Prof. Dr. Turan İtil’le yapılan nehir söyleşi kitabına işaret ediyor. İtil’in bu kitaptaki sözleri gerçekten mühim. Ancak soruları yine bir akrabası sorduğu için derinlemesine bir mülakat yapıldığını söylemek zor. Yine de bazı sözlerine işaret edelim:

- Genelkurmay'da olanlar ve daha önce böyle bir araştırmaya başlamış olanlar. Bunlar benim fikrimi makul buldular.

- Araştırma esnasında uyulması gereken uluslararası kuralları, Helsinki kararlarını anlattım. Tabii, hapisteki çocukların izin verip vermeyecekleri meselesi çıktı. "İzin verenleri alırız, vermeyenler katılmaz" dedim.

- Genelkurmay’da farklı bir proje yürütülüyordu.

- Sağlık Bakanlığı'na danışıldı. O zaman buradaki en ünlü psikiyatrlardan birisi Ayhan Songar'dı. Songar ismi üzerinde anlaştık. Bir de o sırada Genelkurmay'ın bir araştırma merkezi vardı, o merkezin başındaki kişi bu işle çok ilgiliydi.

- Onların o sırada yürüttükleri 150'den fazla araştırma vardı, bu sadece bir tanesiydi.

- İlk öğrenmek istediğimiz şunlardı. Fiziksel bir rahatsızlıkları var mı, eskiden kalma bir fiziksel rahatsızlıkları var mı, aşikâr psikiyatrik hastalıkları olanlar var mı? İlk olarak bunlara baktık. Ondan sonra şahsiyet testleri, beyin performans testleri devreye girdi, böylelikle büyük bir profil çizilmesi amaçlanıyordu.

- Sonuçlar çıkınca Ankara'da birinci toplantı yapıldı. Ankara Üniversitesi düzenledi.

İkinci toplantı

- Aradan biraz zaman geçtikten sonra, "bir ikinci toplantı daha yapalım" dediler. Çünkü bu arada hakikaten bazı şeyler yapıyorlar, buluyorlardı. Adalet Bakanlığı ayrı çalışma yürütüyordu. Yayımlanmamış bir çalışma var. Akıllının birisi bu toplantıyı basına kapattı. Sadece kapatmakla da kalmadı, "bir de basın gelmeyecek" diye bunu ilan etti. O zaman herkes ileri geri konuşmaya başladı tabii.

- Ankara'daki ilk toplantı düzenlenirken kimler gelsin diye araştırıyorduk, o toplantıya Paul Hense adında biri geldi. Ben, Hense'nin kim olduğunu bilmiyordum o zaman, zaten bilsem de ne olacak? Paul Hense CIA namına çalışan biriymiş.

- Benim yaptığım hata, bu ilaçlar Türkiye'de de tetkik edilsin demek oldu. Tahmin ediyorum hâlâ da tetkik edilmiyor. Terör araştırmasını da "hapistekilere bir faydamız olur" diye yaptık.

* * *

Prof. Dr. Turan İtil

İtil’in ABD’de uyuşturucu ile deney yapmanın yasaklanmasından sonra çalışmalarını Türkiye’ye taşıdığı, Türkiye’deki bazı çalışmalarının ABD’de soruşturma konusu olduğuna yönelik iddiaları da anımsatalım. Bu konuda gazete haberleri var ancak bu iddialar da teyide muhtaç…

* * *

İtil’e bu açıklamaları konusunda derinlemesine sorular yöneltmek mümkünmüş ancak bu fırsat kullanılmamış. Ancak söylediği bazı cümleler, Çığ’ın HZİ Vakfı’ndaki rolü ve kimliği üzerindeki tartışmalardan çok daha önemli.

1977’den itibaren Genelkurmay’ın cezaevlerinde başlattığı çalışmaların muhtevası belirsiz. İtil, ısrarla Helsinki kriterlerine vurgu yaptığına göre bunun dışına çıkıldığı kuşkusu da var.

Genelkurmay’ın cezaevlerinde yürüttüğü, içeriği belirsiz 150 çalışmanın bulunduğu açıklaması da vahim. Bu çalışmalar neydi, neler yapıldı, ne sonuçlar alınmak istenildi, bunlar da bilinmiyor.

Ancak net olarak bildiğimiz bir gerçek var. 12 Eylül darbecilerinin cezaevi ıslah planları. Haklarında açılan, “göstermelik” davanın dosyalarında bu ıslah planlarının belgeleri çıktı ve ne derecede vahim oldukları görüldü. Bu çalışmaların da bu planların parçası olduğuna kuşku yok.

* * *

İtil’in açıklamaları bize bir gerçeği daha sunuyor.

İtil, bir yakını aracılığıyla Genelkurmay’a ulaştığını, onların da “yap bakalım çalışmalarını” dediklerini söylüyor.

Cunta yönetiminin en kudretli yıllarında, 1982 yılında işlerin böyle yürümeyeceği net. Biliniyor ki Genelkurmay, birlikte çalışacağı isimleri, devletin kurumlarını ve belgelerini açacağı kişileri özenle seçiyor.

Diyarbakır, Mamak başta olmak üzere askerlerin cezaevinde hâkim olduğu ve akıl almaz işkenceleri yaptıkları yıllardan söz ediyoruz. Sıkıyönetimle yönetilen bir ülkeden ve cunta rejiminden…

Düşünün bir bilim insanının aklına bir fikir gelmiş, 4 bin “teröristle” anket çalışması yapacağım demiş ve hemen beğenip izin vermişler!

Elbette mümkün değil… Belli ki özel bir çalışma ve çerçeve söz konusu…

* * *

İkincisi devlet meseleyi öylesine sahiplenmiş ki cunta rejimi seçimle işbaşından ayrıldıktan sonra 1985’te iki ayrı toplantı düzenlenmiş sivil iktidar tarafından.

İkincisi Adalet Bakanlığı tarafından tamamen kapalı yapılmış…

Ve bu kapalı toplantıya İtil, Paul Henze’nin de katıldığını söylüyor.

Henze kim, CIA Orta Doğu İstasyon Şefi… Yaşamının büyük bölümünde CIA ve CIA destekli vakıflar üzerinden Türkiye ile ilgili çalışmış bir istihbaratçı.

İtil, kendisini tanımadığını söylüyor ama belli ki devlet kendisini kapalı “terör” toplantısına davet edecek kadar tanıyor.

* * *

Ortada “hükümlü ve tutuklulara dağıtılmış, sonra toplanılmış basit anket formları” diye küçümsenemeyecek kadar büyük bir çalışma ve buna paralel Genelkurmay’ın yürüttüğü çalışmalar var.

O dönem “bana bilmediğim ilaçlar uygulandı” diye dilekçe veren hükümlü ve tutuklulardan bazıları İtil’i cezaevine gelmesinden dolayı tanıdıklarını, çalışmayı onun yürüttüğünü söylüyorlar.

Hükümlü ve tutukluların yalan söylemesi için bir neden yok. Akıl almaz işkence yöntemlerini de biliyoruz artık. Ancak İtil gerçekten bu çalışmayı bizzat yürüttü mü, ilaçlar bu kapsamda mı uygulandı yoksa Genelkurmay’ın başka bir çalışmasını mı izledi, belirsiz. Kesin olan Genelkurmay’ın sırlarını saklamayacak kadar İtil’i ve HZİ Vakfı’nı önemsediği…

* * *

Muazzez İlmiye Çığ’la ilgili iddialardan biri de aslında Sümerolog olmadığı, bilimsel eser yazmadığı yönünde. Bunu değerlendirmesi gerekenler elbette uzman akademisyenler. Konuyla ilgisi yok.

Ancak çağdaş bir bilim insanı olduğu söylenen Çığ’ın, sadece sembolik biçimde vakıf başkanı unvanını taşıdığını söylemek de herhalde bu iddianın kendisine saygısızlık olur. Çığ’a sanırım yolsuzluk yapılmak üzere kurulmuş bir yapının başına sembolik olarak oturtulmuş alakasız, parayla çalışan insan muamelesi yapılamaz. Elbette vakfın çalışmalarını bilmemesi mümkün değil.

HZİ Vakfı’nın çalışma alanına bakılınca, “Çığ, cuntacılardan hoşlanmazdı, melek gibiydi” demek de anlamlı değil. Belli ki cuntacılar HZİ Vakfı’nı partner olarak benimsemiş, burada çalışan isimleri uygun bulmuş. Tanıyanlar Kenan Evren’in de ne kadar babacan olduğunu söylüyorlar!

* * *

Helsinki ve “rıza” kriterlerine, devletin soruşturacak konu bulamadığı iddialarına gelince…

Cunta rejimi sırasında insanlara marş ezberleyemedikleri için dışkı dahi yedirildiğini biliyoruz. Hangi rızadan söz ediyoruz?

Söz hakkı varmış gibi…

Ve 12 Eylül’ün hangi eylemi, hangi işkencesi, hangi uygulaması yargılama konusu yapılabilmiş ki bunlar yapılsın, üstelik hükümlü ve tutuklu şikayetiyle… Bunlar komik düzeyde savunmalar.

Bu ülke, bizzat cuntayı yapanları göstermelik yargılarken, anayasal “yargılama” yasağının aslında olmadığını iddia edip, davayı zamanaşımına soktu ve kapattı.

* * *

Çığ’ın yapılan çalışmaların içeriğine İtil ya da Songar kadar hâkim olmadığı ancak bilgi sahibi olduğu belli.

Ancak buna itiraz etmemeyi de azımsamamak gerekir. “İşkenceci” sıfatı ağır gelebilir ve ağır. Bir insan kardeşinin, hatta birlikte çalıştığı insanların eylemlerinden de sorumlu tutulamaz. İşkenceci denildiğinde elde sopa birisine vurulması anlaşılıyor. Elbette böyle değil.

12 Eylül gibi bir faşist rejimle ortaklaşıp, cezaevlerinde bizzat araştırma yapmak en hafifinden suç ortaklığıdır. O vakfın başındaki isim için de en azından “Neden?” diye sormak, o ismi eleştirmek hatta suçlamak hakkı herkes için vardır…

* * *

Prof. Dr. Nevzat Tarhan

O dönem yaşananlarla ilgili ismi sürekli haberlere konu edilen bir kişi daha var. Prof. Dr. Nevzat Tarhan… Tarhan’ın da HZİ Vakfı ile çalışmalar yaptığı iddia edildi.

Tarhan’a, HZİ Vakfı ile bağlantısını, bu çalışmalara katılıp katılmadığını ve bu çalışmaların etik olup olmadığını sordum… Yanıtlarını aynen iletiyorum…

- "HZİ vakfı ile herhangi bir ortak çalışmam ve bağım hiç olmadı. Araştırmanın yapıldığı iddia olunan dönemde Ankara’da 1979-1982 yılları arasında uzmanlık öğrencisiydim ve böyle bir araştırmanın parçası değildim. Zaten 1982-1987 tarihleri arasında da Erzincan ve Çorlu’da hekimlik yaptım. Hiçbir cezaevinde ya da hiçbir mahkûmla doğrudan veya dolaylı hiçbir tıbbi çalışmada bulunmadım.

- Ayhan Songar hocanın asistanlığını yapmadım, bu konu ile yaptığı bir sunuma da rastlamadım. Yıllar sonra bir tıbbi kongredeki bir tartışmada ve basından bu konuyu duydum. Benim için sadece duyumdan ibarettir.

- Konu ve iddia çok ciddidir. Silahlı kuvvetlerini zan altında tutmaktadır, açıklığa kavuşması kamu vicdanı açısından önemlidir.

- Bu konuda böyle bir çalışma varsa ayrıntılar askeri arşivlerde vardır.

- Cezaevinde tutuklu ve hükümlüler üzerinde araştırma yapmak bilimsel etiğe ve insanlığa aykırıdır. Bunu desteklemek mümkün değildir.

- Bana isnad edilen bilgiler niyet okumadan ibarettir, ben hiçbir zaman despot, şoven ve feodal bir zihniyeti desteklemedim ve karşıyım.

- Dr. Turan İtil ile tanışıklığım 1998 yılından sonra beyin haritaları çalışmaları kapsamında bilimsel platformlarda olmuştur, başka bir bilgim yoktur.

- Tekrar söylüyorum, hiç kimse mahkumlar üzerinde böyle bir uygulama yapamaz, yapmamalıdır."

* * *

12 Eylül döneminde, cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlülere ilaçlı deneyler yapıldığı ve konunun soruşturulmadığı anlaşılıyor. İtil ve Songar’ın, HZİ Vakfı’nın deneylerinin ilaçla yapılıp yapılmadığı konusunda netlik yok zira bir soruşturma yürütülmemiş… Hükümlü ve tutuklular, İtil’in bu çalışmalara katıldığını söylüyor. Devlet yetkililerinin göstermelik açıklamalarının bu iddiaları yalanlamak için yeterli olmadığı ortada.

Ancak kesin ve Çığ ile ilgili tartışmalardan da önemli olan, cunta döneminde, cunta rejimiyle iş birliği yapılarak işkence, baskı, zulüm altındaki insanlar üzerinde sözde bilimsel çalışmalar yapıldığı…

Bu az bir suç mudur, suç ortaklığı azımsanacak bir eylem midir? Varsın, bu sorular yanıtsız kalsın.

Açık ki asıl üzerinde durmamız gereken Genelkurmay’ın o dönem yürüttüğü 150’yi aşkın projenin ne olduğu, bunları kimin, kime uyguladığı, hükümlü ve tutuklulara neler yapıldığıdır?

Arşivler açılmalı ve zamanaşımına bakılmaksızın soruşturulmalıdır.

Gökçer Tahincioğlu/T24

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -23 Kasım 2024-

Gelenek‘in yeni sayısı çıktı: ‘Din Savaşı Değil Sınıf Savaşı’

TKP'nin teorik yayın organı Gelenek‘in 164. sayısı “Din Savaşı Değil Sınıf Savaşı” başlığıyla yayımlandı.

Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) teorik yayın organı Gelenek’in yeni sayısı çıktı.

“Din Savaşı Değil Sınıf Savaşı” başlığıyla çıkan Gelenek’in 164. sayısında “İsrail’in, tarihi, sınıfsal dinamikleri ve emperyalist merkezlerle ilişkisiyle, Siyonizmi var eden maddi destek, medya gücü ve lobileriyle masaya yatırılması gerekiyor. Çünkü bu bir din savaşı değil bir sınıf savaşı” değerlendirmesine yer verildi.

Derginin tanıtım yazısında şöyle denildi:

Naziler 1937’nin Nisan’ında Gernika kasabasını bombalandığında geriye yalnızca yıkık bir şehir ve yüzlerce ölü bırakmamıştır. İspanya İç Savaşı ve Gernika bir cüret ispatıdır. Alman, İtalyan ve İspanyol faşizmi diğer Avrupalı emperyalist güçlerin gözü önünde bir kıyıma giriştikten yalnızca 2 sene sonra dünya savaşına adım atılmıştır. Guernica barbarlığın resmi olmaktan daha fazlasıdır, bir uyarıdır.

İsrail Devleti dünyadaki büyük güçlerin gözü önünde ve bölgesel hesapların orta yerinde eşi görülmemiş bir katliama imza atıyor. Ama bize anlatılan başka bir öykü. Filistin’in ve sırayla Lübnan’ın, Suriye’nin parçalanması ve yok edilmesi İsrail’in Araplara karşı giriştiği bir medeniyet savaşıymış ya da bir din savaşı gibiymiş gibi gösteriliyor.

Peki bu nasıl mümkün oluyor?

Mümkün oluyor çünkü İsrail İsrail’den ibaret değil. İsrail Devleti de sıradan bir devlet değil. İsrail en başta ABD emperyalizminin vazgeçilmez bir unsuru. İsrail bütün dünyaya yayılmış siyonist şebekenin, muazzam büyüklükteki mali desteğin, büyük tekellerin yaşattığı bir devlet. Tam da bu sermaye ilişkileri İsrail’i canlı tutuyor ve cesaretlendiriyor.

İsrail özel bir misyonla hareket ediyor. Bölgenin sınırlarının yeniden şekillendirilmesi, anti-emperyalist güçlerin belinin kırılması ve emperyalist sistemdeki hesaplaşmaların tıkanıklıklarının aşılması için koçbaşı gibi hareket ediyor. Yani İsrail’in misyonu, varlık sebebi olan Siyonizmden ibaret değil. İsrail’in, tarihi, sınıfsal dinamikleri ve emperyalist merkezlerle ilişkisiyle, Siyonizmi var eden maddi destek, medya gücü ve lobileriyle masaya yatırılması gerekiyor.

Çünkü bu bir din savaşı değil bir sınıf savaşı.”

Tanıtım yazısında Gelenek’in bu sayısının içeriğine ilişkin şu bilgiler verildi:

Nevzat Evrim ÖnalEmperyalist Sistemin Bütünselliğinden Bakıldığında Görülen İsrail yazısıyla İsrail’in neden herhangi bir devlet olmadığı tezimizin altyapısını inşa ediyor ve İsrail’i emperyalist dinamiklerin içerisinde ele alıyor.

Orhan GökdemirYahudi büyük sermayesinin hangi tarihsel gelgitlerin ürünü olduğuna açıklık getiriyor. İsrail büyük ölçüde bu gelgitlerin ürünü ve İsrail’in gücü tam da bu büyük sermayenin gücü.

Serap Emir, Nevzat Evrim Önal’ın açtığı tartışmayı bir adım öteye taşıyor. Ne Din Ne Medeniyet: Filistin’de Sınıf Savaşı, İsrail’in sınıfsal kompozisyonuna ve dolayısıyla Filistin kavgasının sınıfsallığına odaklanıyor.

Tarihi ve güncel dinamikleriyle Filistin kavgasını anlayabilmek için olmazsa olmazımız devrimci mücadelenin nerede ve nasıl konumlandığı. Bugün Filistin solunun direnişteki rolünü ve bu noktaya nasıl gelindiğini anlayabilmek için Refik Derviş’in Ulusal Kurtuluş ve Sosyalizm Arasında Sıkışan Filistin Solu yazısına gözlerimizi çeviriyoruz.

İspanya İç Savaşı’nda faşizme karşı mücadele eden güçlerin tek gerçek ve büyük destekçisi Sovyetler Birliği’ydi. Bugün yaşadığımız Guernica tablosu biraz da Sovyetler Birliği’nin olmadığı bir dünyanın ürünü. Ogün Eratalay, zor bir dönemece odaklanıyor, İsrail’in Kuruluş Süreci ve SSCB yazısıyla İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki dinamiklerin İsrail’in kuruluş sürecine nasıl etki ettiğine, Sovyetler Birliği’nin değişen pozisyonunun nedenlerine ışık tutuyor.

Erdal Topparmak, Filistin’in işgaline ideolojik ve siyasal temel oluşturan Balfour Deklarasyonu’nu anlatıyor ve İngiliz emperyalizminin rolüne dikkatlerimizi çeviriyor.

Gamze Erbil, Filistin kavgasıyla gündemimize giren temel bir soruna İran Devrimi üzerinden odaklanıyor. Filistin kavgası bir sınıf kavgasıdır ve bu kavganın geçmişinde devrimcilerin rolü merkezîdir. Oysa ki, nedenleri Refik Derviş’in yazısından okunabileceği gibi, bu rol bugün değişmiş ve direnişin temsiliyeti İslamcı aktörlere geçmiştir. Bu, direnişin varlığını ve kavganın gerçekliğini değiştirmiyor ama bu durum yeni bir tarih yazımına dönüştürülmeye çalışılıyor, “İslamcıları destekleyen komünistlerin hatasının devam ettiği” biçiminde propaganda edilmeye uğraşılıyor. Bu uğraşın bugün açılabileceği tek kapının İsrailcilik olduğunu söylememiz, bununla birlikte İran’da neler olduğunu da en baştan anlatmamız gerekiyor.

İyi okumalar dileriz.”

Dijital olarak yayımlanan yeni sayıya https://gelenek.org adresinden ulaşabilirsiniz. Ayrıca yayımlanan sayının yazılarına soL Haber Portalı'nda da yer vereceğiz.

                                                             ***

Antalya YİKOB ihalelerde ‘takdir’ hakkını kullanmış -Yusuf Yavuz-

Antalya’daki restorasyon ihaleleriyle ilgili iddialara yanıt veren Antalya YİKOB Başkanı, kanunun idarelere inisiyatif ve takdir yetkisi tanıdığını belirterek ihalelerin usule uygun olduğunu savundu.

Antalya’nın Kaş ilçesindeki Patara Telsiz Telgraf İstasyonu ile ilgili ihalenin usule aykırı olarak adrese teslim yapıldığı yönündeki iddialar tartışma konusu oldu.

Antalya Valiliği Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlığı (YİKOB) tarafından yapılan restorasyon ihalelerinin benzer şekilde hep aynı firmalara verildiği ve kurumdaki personel ile ihaleleri alan şirketler arasında dolaylı iddiasıyla Valiliğe başvuru yapılarak bu iddiaların araştırılması istendi.

Şikayet başvurusuna yanıt veren Antalya YİKOB Başkanı Yalçın Sezgin ise kanunun idarelere inisiyatif ve takdir yetkisi tanıdığını belirterek yapılan ihalelerin usule uygun olduğunu savundu.

Antalya’da ihaleler neden hep aynı firmaya gidiyor?

Antalya’da yaşayan bir vatandaşın geçtiğimiz ay yaptığı başvuruda, Eylül ve Ekim aylarında Kaş ve Finike ilçelerinde restorasyon ihaleleriyle ilgili şu iddiaların incelenmesi istendi: 

“Yapılan ihalelere az katılım sağlanarak adrese teslim ihale yapılıp yapılmadığı, Hazırlanan yaklaşık maliyetlerin mevcut proje ile karşılatılması düşük verilen kalemlerin incelenmesi ve yüksek verilen kalemlerin karşılaştırılması, Yapılan ihalelerdeki firmaların dosya satın alan kişilerin diğer firmalar ile ilgili organik bir bağının olup olmadığının ortaya çıkarılması diğer bir bakışla dosya satın alan kişilerin vekâletnamelerinin kontrol edilmesi ve T.C Kimlik numaralarından ihaleyi alan firmadaki görevlerinin veya SGK kayıtlarının irdelenmesi, İhaleye katılan firmaların teklif cetvellerin tamamın hangi yazıcıdan çıkartıldığı ve aynı karakterde olup olmağı hususlarının özel olarak bilimsel olarak irdelenmesi ve incelenmesi.”

                                       Patara'daki telsiz telgraf istasyonu daha önce restore edilmişti.

‘İhalelere davet listesini kimlerin yaptırdığı araştırılsın’

Söz konusu ihalelerde ön görülen uygulama kalemlerinin, uygulama projesi ile tek tek karşılaştırılması talep edilen başvuruda, “İhalede yapılan tenzilat oranlarının düşük tutulması katılımın kısıtlanması rekabet ilkesi açısından değerlendirilmesi, Davet listesini yapan ve yaptıran kişilerin neden çok düşük sayıda tutulduğunun araştırılması, İhaleye katılmayan ve teşekkür gönderen firmaların teşekkür sunarken hangi, gerekçeyi sundukları ve sundukları gerekçenin doğruluğunun araştırılması” talep edildi.

‘Adrese teslim ihale yapılıyor’ iddiası

Antalya YİKOB’da görev yapan birim sorumlularının davet listesini hangi kriterlere göre hazırladığı ve davet edilen firmaların araştırılması istenen başvuruda, “Sonuç olarak adrese teslim yapıldığına inandığım ihalelerin düşük tenzilatlı az katılımlı olduğu açık olarak görülmektedir” iddiasına yer verildi.

Osmanlı döneminde Libya ile haberleşmek için 1906'da Patara'da inşa edilen telsiz telgraf istasyonunun geçmişe ait bir fotoğrafı.

Kaş ve Finike’deki ihaleler iddiaların odağında

Başvuruya konu ihalelerin, 2024/1151453 ihale kayıt numaralı ‘Patara Yürüme Yolu ve Telsiz Telgraf İstasyonu Restorasyon İşi’ ile 2024/1153165 ihale kayıt numaralı ‘Finike İlçesi Çavdır Büyük Camii Restorasyon ve Çevre Düzenleme İşi’ olduğu belirtiliyor. 

‘Belediyenin iptal ettiği ihalede valilik devreye girdi’ iddiası

13 Eylül 2024 tarihinde yapılan 61.589.480,60 TL bedelli Patara Yürüme Yolu ve Telsiz Telgraf İstasyonu Restorasyon İşi, kuruma ulaşan iddialar ve şikâyet başvuruları nedeniyle Kaş Belediyesi tarafından 10 Ekim 2024 tarihinde iptal edilmişti. Ancak belediyenin iptal kararının kaldırılması için Antalya Valiliği yetkililerinin devreye girdiği iddia edilmişti. Bu iddianın ardından 28 Ekim’de ihaleyi alan firmaya yer teslimi yapıldığı ortaya çıkmıştı.

                                  Patara'daki telsiz telgraf istasyonuyla ilgili bir canlandırma.

Daha önce aynı yapının ihalesine 64 firma davet edilmişti

Patara’daki telsiz telgraf istasyonunun onarım ve restorasyonuyla ilgili 2020 yılında yine Antalya YİKOB tarafından yapılan ihaleye, 64 firma davet edilmişti. Davet edilen firmalardan 34’ünün katıldığı ihalenin yaklaşık maliyeti 10 milyon olarak açıklanırken ihale, 6 milyon 793 bin TL ile en düşük teklifi veren firmaya verilmişti. İhaleye çok sayıda firmanın davet edilmesi, kamuya yüzde 30’luk bir kazanç sağlamıştı.

Antalya YİKOB yeni ihale için 8 firma davet etti, 6 firma katıldı

Geçtiğimiz Eylül ayında aynı yapıyla ilgili daha tamamlama amaçlı yapılan 61.5 milyonluk ihaleye ise sadece 8 firmanın davet edildiği, 6 firmanın ise katılım sağladığı öğrenildi. Türkiye’de Bakanlık tarafından yeterlik belgesi verilen 824 firma bulunuyor. Ancak Antalya’da son yıllarda yapılan restorasyon ihalelerinde hep aynı firmaların adının geçmesi, eleştiri boyutunu aşarak şikayet ve suç duyurularına da konu olmaya başladı.

Valilik iddialara yanıt verdi: ‘İhaleler mevzuata uygun’

İddiaların gündeme gelmesinin ardından Antalya YİKOB ise söz konusu iddiaların araştırılması için Valiliğe yazılı başvuru yapan vatandaşa verdiği yazılı cevapta, Patara’daki restorasyon ihalesinin mevzuata uygun olduğu görüşüne yer verildi. Antalya Vali Yardımcısı ve Antalya YİKOB Başkanı Yalçın Sezgin imzasıyla 19 Kasım 2024 tarihinde gönderilen yazılı cevapta, restorasyon ihalesiyle ilgili iddiaların kurum bünyesinde araştırıldığı bilgisine yer verilerek, yapılan işlemlerin usule uygun olduğu savunuldu.

‘Kanun idareye inisiyatif ve takdir hakkı tanıyor’

4734 Sayılı Kanuna atıf yapılan Antalya YİKOB’un yazısında, “Kanun tarafından idarelere 50-100 arasında inisiyatif-takdir hakkı tanındığı ifade edilmiş ve söz konusu durumun ihale süreçlerinde idare tarafından dikkate alındığı” belirtilerek söz konusu dosyanın işlemden kaldırıldığı bildirildi.

                                 Patara telsiz telgraf istasyonu yapılarından biri restore edilmeden önce.

Adrese teslim ihale iddialarına suç duyurusu

Antalya YİKOB’un yaptığı restorasyon ihalelerinde ‘kamuya zarar verme’, ‘görevi kötüye kullanma’, ‘haksız kazanç sağlamak amacıyla suç işlemek’ ve ‘ihalelere fesat karıştırmak’ gibi iddialarla Savcılığa yapılan suç duyurusunda ise ihalelere 7-8 firmanın davet edilerek adrese teslim işlerin 4 firmaya verildiği öne sürüldü.

‘Soruşturmalar kapatılıyor’ iddiası

Antalya YİKOB tarafından son bir yılda yapılan ihalelerin incelenmesi istenen suç duyurusunda, Antalya Valiliği’ne konuyla ilgili yapılan şikâyet başvurularının yanıtsız bırakıldığı, konuyla ilgili açılan soruşturmaların da kapatıldığı iddialarına yer veriliyor.

                                                                /././

Akıl eksikliği: Suriye diye bir devlet oldu mu?-Erhan Nalçacı-

Suriye Arap Cumhuriyeti tarihsel olarak vardır ve meşrudur. Fransız emperyalizmine ve gaddarca saldırılarına karşı bir halk direnişi ile 1945’te kurulmuştur.

İlber Ortaylı geçen haftalarda “Tarihte Suriye diye bir devlet olmadığını ve önümüzdeki günlerde Suriye’nin küçülebileceğini” söyledi. Kemal Okuyan tarafından bu çarpıtma hızlıca yanıtlandı.

Bu yazıda resmi tarihçinin akıl eksikliğini daha etraflıca ele alalım.

Şu tarihsel kesitte sermaye sınıfının ideolojisini üretmenin ve yayılmacılığı meşrulaştırmanın İlber Ortaylı’ya kaldığı anlaşılıyor. İsrail saldırganlığı ve ABD’nin yeniden Ortadoğu’da kartları karmak istemesi nedeniyle Suriye’nin tekrar bir emperyalist saldırıya uğrayacağı tahmin ediliyor. Ortaylı bu muhtemel operasyona da zemin sunuyor ve Suriye’nin meşru olmadığını ilan ediyor.

Bu oldukça bilinçli ideolojik girdiyi bir kenara bırakalım bir süre ve altındaki mutlak akıl eksikliğini keşfetmeye çalışalım. Ne yazık ki Türkiye’de tarihçilik çoğu kez Marksizm’den yoksun olarak yapılır, dolayısıyla biyolojik zekâdan bağımsız olarak toplumsal olarak akıl eksikliğinden maluldür. 

Tarih son altı bin yıldır sınıf mücadelelerinin tarihidir ve geçmişte yaşanan birçok toplumsal olayın genellenmesine dayanan kategoriler ile kavramlaştırılır, bir yerde akılla doldurulur.

“Suriye diye bir devlet olmadı” meselesini incelemek için ilk ele almamız gereken kavramın burjuva devrimi olduğunu söylemeliyiz.

Burjuva devrimleri; feodalizme, soyluluğun egemenliğine, kastlar arasındaki toplumsal eşitsizliğe karşı feodalizmin içinden yükselen burjuvazi ve onun bayrağı arkasına toplanmış halk kitleleri tarafından gerçekleştirilir. Cumhuriyet, laiklik, ulus devlet, güçlerin ayrılığı, halk egemenliği vb. birçok kavram tarih içinde burjuva devrimlerinin sonucunda sahne alır.

Burjuva devrimi kategorisi oldukça güçlüdür, çünkü tarih içinde defalarca tekrarlanarak sınanmıştır. 

Örneğin, 1293’te Floransa’da kurulan Floransa Cumhuriyeti’ne yol açan toplumsal olaylar erken bir burjuva devrimi olarak ele alınabilir. 16. yüzyılda Hollanda, 17. yüzyılda İngiltere, 18. yüzyılda Amerika ve Fransa’da gerçekleşen devrimler aynı karakterdedir. Bunların hepsi sermaye birikimi ile güç elde eden burjuvazinin halk kitlelerini harekete geçirerek iktidarı soyluluktan alma deneyimlerini yansıtır.

Ancak 19. yüzyıla geldiğimizde burjuva devrimlerinin özü aynı kalmakla birlikte içeriği değişecektir. Bu değişikliğin çok önemli iki nedeni bulunur:

İlki 19. yüzyılın sonuna doğru emperyalizm çağına girilmiştir ve güçlenen kapitalist ülke dünyanın yeniden pay edilmesini isteyen bir askerileşme ve yayılma güdüsüne sahiptir. İkincisi ise burjuvazi ile birlikte yükselen işçi sınıfı artık burjuvazinin bayrağı altında isyana katılmak yerine kendi bayrağını açma eğilimi taşımakta ve burjuvazinin yüreğine korku salmaktadır.

Burjuva devrimlerinin içeriği değişir, burjuvazi daha iktidara gelmeden gericileşmiş, soylulukla işbirliğine yeltenmiş ve devrimi yapacak kitlelerden korkar hale gelmiştir. Tepeden inmeci, baskıcı ve gerici sınıflarla uzlaşmacıdır.

1789 Fransız Devrimi ile 1871 Alman Devrimi arasında kitlelerin katılımı, devrimci düşünceler, iktidarın alınış tarzı açısından çok büyük bir fark vardır. Almanya, İtalya, Japonya ve İspanya’da geç burjuva devrimleri kısa sayılabilecek bir süre içinde faşist rejimlere dönüşecektir.

Ancak burjuva devrimleri 20. yüzyılda bir kez daha içerik değişikliğine uğrar ve tarihte son kez ilerici bir atılıma kavuşur. Bunun çok temel iki nedeni olmalıdır:

Burjuva devrimleri artık Avrupa merkezli değil, emperyalist ülkelerin sömürge ve yarı-sömürgelerinde patlamaktadır. Dolayısı ile emperyalizmin işbirlikçisi olan soylu sınıfa karşı bir bağımsızlık mücadelesi ile birlikte gitmektedir. İkincisi ise, 1917 Ekim Devrimi’nin kolunun 70 sene boyunca bükülememesi ve bu bağımsızlık mücadelesi ile giden burjuva devrimlerine işçi sınıfı devletinin siyasi, ekonomik ve askeri desteğidir.

Bu yeni durum özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası siyasi coğrafyayı radikal biçimde değiştirdi. Sömürgecilik sistemi çökerken çok sayıda bağımsız ulus ortaya çıktı.

Üstelik söz konusu burjuva devrimleri emperyalizmin gücünün azalmasına, dünyada yeni dengelerin ortaya çıkmasına, Sovyetler Birliği’nin izole edilmişliğinin sonlanmasına neden olacaktı. Burjuva devrimleri daha halkçı, daha devletçi, daha planlamacı, daha aydınlanmacı olarak kendini gösterecekti.

Yirminci yüzyılda sosyalizmin desteği ve emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi ile birleşen burjuva devrimleri kategorisi ortaya çıktı.

Türkiye’de 1923 Devrimi bu devrimlerin ilk modeli olarak kabul edilebilir.

İkinci Dünya Savaşı sonrası Suriye, Mısır, Endonezya, Hindistan, Irak, Yemen, Cezayir, Pakistan ve adını saymadığımız birçok devrim bu kategoridedir. 

Dolayısı ile Suriye Arap Cumhuriyeti tarihsel olarak vardır ve meşrudur.

Fransız emperyalizmine ve gaddarca saldırılarına karşı bir halk direnişi ile 1945’te kurulmuştur.

Aksine emperyalizm ve işbirlikçileri tarafından küçültülmesi meşru değildir.

Hatta ancak bugün sosyalist devrimin cesaret edebileceği Mısır, Suriye ve Yemen’deki devrimleri bir ulus altında birleştiren Birleşik Arap Cumhuriyeti 1958’de kuruldu, burjuva ufkunun darlığı nedeniyle 1961’de sonlandı.

Suudi Arabistan gibi burjuva devriminden yoksun kalan ülkeler ise emperyalizmin işbirlikçisi soylu sınıfın egemenliğinde kaldı.

Öte yandan gerçek çok yönlüdür. Bu kategoriye dâhil olarak kurulan bütün cumhuriyetlerde inişli çıkışlı da olsa işçi sınıfı partileri baskı altında kaldı. Kürtler gibi azınlık halkları eşit vatandaşlıktan çoğu kez yararlanamadılar. 

En nihayet Sovyetler Birliği’nin desteğini alarak devrimlerini pekiştiren bu uluslar tekrar emperyalizmle işbirliğine yöneldiler, halk düşmanı piyasa ekonomilerine teslim oldular.

Artık 21. yüzyıldayız. Yüz doksan dört kadar devletin hemen hemen tamamında burjuva iktidarları sürüyor ve bunların içinde bir gıdım olsun devrimci barutu kalan burjuvazi bulunmuyor.

Suriye de dâhil 20. yüzyılda burjuva devrimleriyle kurulan bütün uluslarda tek meşru olan toplumsal olay artık işçi sınıfının öncülüğünde emekçi halkın iktidarı devralacağı devrimlerdir.

Aklını azaltmışlara, gericilere, işbirlikçilere ve yayılmacılara duyurulur.

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -30 Temmuz 2025-

Özel: 'Nitelikli çoğunluk' talebimiz kabul edildi, komisyona katılacağız CHP Genel Başkanı Özgür Özel, Meclis Başkanı Numan Kurtulmu...