soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -28 Kasım 2024-

Kıyı yağmasına ortak tepki: 'Kıyılar hepimizin, kiralayamazsın'-Yusuf Yavuz-

Ülkemizde kıyılar korunamıyor. Şezlong-şemsiye ve büfe rantına indirgenen kıyı kullanımına ve kıyı işgallerine karşı ortak bir bildiri yayımladı.
Türkiye’deki kıyı yağmasına karşı ülke genelinden 111 sivil toplum örgütü ve çevre platformu ortak bir bildiri yayımladı. ‘Kıyı Hareketleri Dayanışma Ağı’ (KIYIDA) olarak ortak bildiriye imza koyan 111 kuruluş, kıyılardaki hukuksuz kiralama ve işgallere dikkat çekerek, “Kiralayamazsın; çünkü kıyı kiralamaları hukuksuzdur. Türkiye'nin deniz, göl, akarsu varlığının ayrılmaz parçası olan kıyıların ne ölçüde metalaştırıldığını, rantın ve sermayenin hem merkezi iktidar hem de yerel yönetimler aracılığıyla kıyıların gasp edildiğini açık biçimde gösteriyor. KIYIDA olarak tüm ekoloji örgütlerini, demokratik kitle örgütlerini ve yaşam savunucularını dayanışmaya davet ediyoruz. Kıyılar için daha geç olmadan, hep birlikte sesimizi birleştirelim ve yükseltelim: Kıyılar hepimizin, kiralayamazsın! Hepimiz kıyıdayız” açıklamasında bulundu.

Kıyı tahribatında artış var

Türkiye’deki kıyı alanlarındaki işgaller ve kontrolsüz yapılaşma, kıyılardaki arazi parçalanması ve habitat kaybını da artırıyor. Tüm dünyada deniz ve kıyıların korunması için 2021-2030 yılları arası BM tarafından ‘Okyanus On Yılı’ ilan edilmişti. Okyanuslar, denizler ve iç sular, gezegenin geleceği ve insanlık için yaşamsal önemde olmasının yanında, adına ‘Mavi Ekonomi’ denilen milyarlarca dolarlık bir pazarı da destekliyor. Okyanuslar ve bağlantılı olan denizler önemli birer karbon yutağı olarak yaşama ediyor. Ayrıca tüm dünyada ucuz ve sağlıklı beslenmenin koşullarını da sağlıyor. Ancak son yıllarda geleneksel balıkçılığın giderek yok olması ve kıyıların daha çok rekreasyon amaçlı kullanımının artması deniz ve kıyılara yönelik bakışı da değiştirdi.

Kıyıları şezlong, şemsiye, restoran, kafe ve büfe rantına kurban ediyoruz

Kıyı kumsallarının tarla gibi sürüldüğü, kumul ekosistemlerinin bilinçsizce yok edildiği bu süreçte büyük ölçekte kıyıları kütlesel beton yığınlarıyla kaplayan oteller ve ikinci konutlar, genel ve yaygın olarak da şezlong, şemsiye, restoran, kafe ve büfe rantı, ülke genelindeki kıyıların görünümünü önemli ölçüde değiştirdi.

Bir yarımada ülkesi olan ülkemizde kıyılar korunamıyor

Üç tarafı denizlerle çevrili olan Türkiye’nin adalar hariç 8592 kilometrelik kıyı uzunluğu bulunuyor. Kıyılarımızdaki ÖÇK, doğal sit vb. korunan alanların toplamı ise 2022 yılı verilerine göre 3216 kilometre. Korunan alan vasıflı kıyılarda yapılaşma dahil rekreasyon faaliyetlerine izin verildiği de düşünüldüğünde kıyı koruma konusunda çok daha sıkı önlemlerin alınması gerekliliği ortaya çıkıyor.

Mavi badanacılık en çok kıyı ekosistemini bozuyor

Ancak koruma çabaları yetersiz kalırken kıyılardaki kiralama, tahsis ya da işgaller nedeniyle artan kullanım baskısı ekosistem ve habitat kaybını da körüklüyor. Ekolojik bir işlevi olmayan, daha çok ‘turistik imaj’ açısından öne çıkarılan ’Mavi Bayrak’ uygulaması ise kıyılardaki kullanım baskısını azaltmaktan çok kıyı turizminin desteklenmesine hizmet eden ekolojik etiketlerden biri olarak görülüyor. Kıyısı olan kentlerdeki yerel yönetimlerin de bu uygulamaları teşvik etmesi, mavi bayrağa sahip olan ancak ekolojik olarak çölleştirilmiş rekreatif kıyı alanlarının yaratılmasına neden oluyor. Yoğun kulanım baskısından dolayı tıpkı ‘yeşil’ badanacılıkta olduğu gibi mavi badanacılık da en çok kullandığı alana zarar verir hale getiriliyor.

‘Havlu hareketi’ kıyıların ticarileşmesine yönelik bir isyandı

Dünyada kıyı turizminin yoğun olduğu İtalya, Yunanistan ve İspanya gibi ülkelerde turizm baskısının yarattığı tahribata karşı son yıllarda kamuoyunun sesi daha çok yükseliyor. Geçtiğimiz yaz Yunanistan’daki havlu hareketi, kıyıların şezlonglardan arındırılmasına yönelik kitlesel eylemleri de tetikledi. Türkiye’de ise Datça ve Fethiye gibi turizm bölgelerinde benzer eylemler yapıldı. Ancak kıyı yağması bakımından öne çıkan illerin başında gelen Antalya’da Gazipaşa, Kaş ve Manavgat gibi ilçeler dışında yerel kamuoyunda yeterli itirazların gelmemesi dikkat çekiciydi.

                 Geçtiğimiz yaz kıyılara erişim hakkını engelleyen işgallere karşı Ayvalık'ta yapılan eylemden.

111 kuruluştan ortak bildiri: 'Kıyılar hepimizin'

Türkiye’deki kıyı yağmasına karşı bilinç oluşturmak ve ortak mücadele etmek amacıyla oluşturulan ‘Kıyı Hareketleri Dayanışma Ağı’ (KIYIDA), hazırladığı ortak bildiriyle konuya dikkat çeken açıklamalarda bulundu. “Kıyılar Hepimizin: Kiralayamazsın!” ifadeleriyle başlayan bildiriye ülke genelinde toplam 111 sivil toplum örgütü, meslek odası, sendika ve çevre platformu imza koydu.

‘Kıyı kiralamaları Anayasa'ya göre suç'

Kıyıların Anayasaya aykırı şekilde kiralanarak özel ticari alanlar yaratılmasının suç olduğu vurgusu yapılan bildiride şu görüşlere yer veriliyor:

“Kiralayamazsın; çünkü kıyı kiralamaları hukuksuzdur. Anayasa'nın 43. Maddesine bakalım: ‘Kıyılar devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Deniz, göl ve akarsu kıyılarıyla, deniz ve göllerin kıyılarını çevreleyen sahil şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetilir.’ Anayasa diyor ki, kıyıların değerlendirilmesinde öncelikle kamu yararı aranır. Peki, kamu kim, biz, hepimiziz değil mi? Peki kıyılar kiralandığında ‘öncelikle yararlanan’ kim olur, kiralayan, yani şirketler, yani sermaye değil mi? Dolayısıyla her türlü kıyı kiralamaları, anayasaya göre suçtur, kiralayamazsın!

Devam edelim. 3621 sayılı Kıyı Kanunu 5. Maddesi anayasayla uyumlu biçimde kıyıları güvence altına alıyor: ‘Kıyılar, Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Kıyılar, herkesin eşit ve serbest yararlanmasına açıktır. Kıyı ve sahil şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetilir.’ Anayasa'daki hüküm, Kıyı Kanunu'nda detaylandırılarak kıyıların herkesin eşit ve serbest yararlanmasına açık olduğu şeklinde ifade ediliyor. Peki, kıyılar kiralandığında, yani özel mülkleştirildiğinde, özetle kıyılara erişim ücretli hale getirildiğinde, eşitlik sağlanabiliyor ve kıyılara ulaşım serbestiyeti mümkün olabiliyor mu, hayır! 6. Maddede, ‘kıyılarda hiçbir yapı yapılamaz; duvar, çit, parmaklık, tel örgü, hendek, kazık ve benzeri engeller oluşturulamaz. Kıyılarda, kıyıyı değiştirecek boyutta kazı yapılamaz, kum, çakıl vesaire alınamaz veya çekilemez.’ deniliyor. Peki, kıyılar kiralandığında, tüm bu uygulamalar yapılıyor mu, evet. O zaman, tüm bu hukuksuzluklara karşı söylemek gerekiyor ki; Kıyı Kanunu'na göre de kiralayamazsın!”

Güney Ege kıyıları 10 yıldır MUÇEV'e kiralanıyor

Anayasa ve Kıyı Kanunu'nun sadece bahsedilen ilgili maddelerinin dışında, kıyıların özel mülk konusu yapılamayacağının da ortada olduğuna dikkat çekilen bildiride, “O nedenle, başta kıyı hareketleri olmak üzere, ekolojistler, yaşam savunucuları, demokratik güçler olarak diyoruz ki: Kıyılardaki tüm kiralamalar hukuksuzdur ve bu kiralama veya işgal uygulamalarında anayasa suçu işlenmektedir. Tüm hukuki güvenceye, kamusal haklarımıza ve doğal yaşamın gerekliliklerine rağmen, kıyılar ‘sözde’ kiralamalar ve hatta kiralamalar dahi olmadan nasıl işgal ediliyor, kıyı ekosistemi nasıl tahrip ediliyor, örneklerle inceleyelim. Özellikle Ege/ Güney Ege'de ilk akla, eski adıyla MUÇEV geliyor şüphesiz. 2014 yılında Muğla'da, Muğla Çevre Vakfı adıyla, vakıf görünümlü bir limited şirket olarak kurulan eski MUÇEV, önce anonim şirket olmuş ve yakın zamanda merkezini Ankara'ya taşıyarak, ismini de Kıyı Yönetim ve Çevre Koruma A.Ş. olarak değiştirmiştir. Yoğunluklu olarak Muğla'da ‘faaliyet’ gösteren şirket, ‘kamu adına’ hareket ediyor gibi görünerek, kıyıları özel işletmelere kiralamaktadır” denildi.

100 halk plajı MUÇEV’e verildi

MUÇEV’in yalnızca kıyıların işgal edilerek özel mülke konu edilmesiyle ilgili değil, aynı zamanda pek çok yat limanı ve mevcut limanların genişlemesi projelerinde de öne çıktığına değinilen bildiride, “Şirket, açıkça kamunun olan alanları, kendisini devlet yerine koyarak sözde tahsis yetkisiyle ya alt kiracılara kiralamakta ya da doğrudan kendisi inşası faaliyette ya da işletmecilik faaliyetlerinde bulunmaktadır. Yaz aylarında, Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından tanıtımı yapılan ‘Kıyılar Halkındır’ projesi kapsamında, süreç içinde 100 halk plajı açılarak, bu plajların (eski) MUÇEV tarafından işletileceğinin açıklanmış olması, Kıyı Yönetim ve Çevre Koruma A.Ş.’nin kıyılar için büyük bir tehlike yaratmaya devam edeceğinin göstergesidir” ifadelerine yer verildi.

Lara sahili ihalesi

Kıyı kiralamalarının yalnızca MUÇEV ile sınırlı olmadığına vurgu yapılan bildiride, birçok yerde kıyıların tahsisini alan belediyelerin kıyılarda kurduğu tesislerin belediye şirketleri aracılığı ile işletilmesinin kıyılara serbest ve ücretsiz erişimi engellediği, kıyı ekosistemlerinin tahrip edildiği vurgulanarak şöyle denildi:

“Örneğin Ayvalık'ta, Balıkesir Büyükşehir Belediyesi tarafından, Sarımsaklı Sahili'nde ‘rekreasyon projesi’ adıyla kıyının doğal yapısı bozulmuştur, proje tamamlandığında işletmelere kiraya verilecek olması itibariyle de işgal edilmiş olacaktır. Yine İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından, Büyükada'da yakın zamanda işletmeye açılan tesiste Adalıların dahi ücretsiz giremediği bir kıyı işgali başlatılmıştır. Bir başka örnek ise Antalya Büyükşehir Belediyesi'nin, Lara sahilindeki hazineye ait, yani hepimizin olan parsellerin 30 yıllığına, ‘yap işlet devret’ modeliyle özel şirkete devrini onaylaması. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün ancak açıkça görülüyor ki, konu kamusal alanlar olan kıyılar olduğunda, merkezi iktidar da, muhalif yerel yönetimler de rant ilişkilerinden payını alıyor ve kıyıların işgalini ve ekolojik yıkımını destekliyorlar.

                                      Kiralanması planlanan Lara sahilindeki parseller

Kıyılar bugün Türkiye'de, pek çok doğal yaşam alanında olduğu gibi, öyle büyük bir meta değer olarak kapitalist ilişkilerin çemberinden kalıyor ki, kiralama yöntemleri bunlarla da bitmiyor. Pek çok kıyıdaki imar planlarında; ‘Turizm tesis alanı’ nitelenen ve turistik tesis olarak başvurulan ancak konut olarak pazarlanan projelerle, Bodrum'dan Çeşme'ye, Dikili ve Ayvalık, Altınova'ya kadar bu kıyılardaki işgaller hızla sürdürülüyor. Tüm bu örnekle ki maalesef bunlarla sınırlı da değil, Türkiye'nin deniz, göl, akarsu varlığının ayrılmaz parçası olan kıyıların ne ölçüde metalaştırıldığını, rantın ve sermayenin hem merkezi iktidar hem de yerel yönetimler aracılığıyla kıyıların gasp edildiğini açık biçimde gösteriyor.

'Kiralayamazsın'

Açıkladığımız gerekçelerle, tamamen hukuksuz olan bu kiralamalara, bir de kiralamalar dahi olmadan gerçekleşen fiili işgaller eklendiğinde, kıyılardaki işgal ve ekolojik yıkımın korkunç boyutlara ulaştığını görüyoruz. Bizler önce ayrı ayrı yerellerde verdiğimiz kıyı mücadelelerimizi, bir araya gelip Kıyı Hareketleri Dayanışma Ağı'nı kurarak güçlendirdik. Şimdi ise, KIYIDA olarak tüm ekoloji örgütlerini, demokratik kitle örgütlerini ve yaşam savunucularını dayanışmaya davet ediyoruz. Kıyılar için daha geç olmadan, hep birlikte sesimizi birleştirelim ve yükseltelim: Kıyılar hepimizin, kiralayamazsın! Hepimiz KIYIDA'yız!”

Ortak bildiriye imza koyan Kıyı Hareketleri Dayanışma Ağı imzacıları şöyle sıralanıyor:

2017 Bodrum Yurttaş İnisiyatifi, Acıbadem Sakinleri Dayanışması, Adalar Sivil İnisiyatifi, Adaların Atları Platformu, Altınova Koruma Girişimi, Antakya Çevre Koruma Derneği, Aquae Saravenas Kırşehir Çevre Ekoloji Eğitim ve Araştırma Derneği,  Ayvalık Demokrasi Platformu, Ayvalık Kadın İnisiyatifi, Ayvalık Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Girişimi,  Ayvalık Tabiat Derneği, Ayvalık Tabiat Platformu, Bodrum Yarımadası Kültür ve Çevresini Koruma Derneği, Bur-Hak Çalışma Merkezi, Burgazada Mahalle Meclisi, Burgazada Orman Gönüllüleri Platformu,  Burhaniye Çevre Platformu, Bursa Su Kolektifi, Çandarlı Halk Meclisi,  Çaycuma Çevre Gönüllüleri, Dağ Taş Aş Bizim Platformu, Dalyan Turizm Kültür Ve Çevre Koruma Derneği, Datça Çevre ve Turizm Derneği, Datça Dağcılık ve Doğa Sporları Spor Kulubü, Datça Demokrasi Platformu, Datça Kadın Platformu, Datça Mor Pedal, Datça Özbel ve Çevre Siteleri Koruma Geliştirme ve Kültür Derneği, DEM Parti Balıkesir Ekoloji Komisyonu, DEM Parti Datça İlçe Örgütü, DEM Parti Dikili İlçe Örgütü, DEM Parti Ekoloji, Tarım ve Hayvan Hakları Komisyonu, Deniz Yıldızı Kadın Dayanışma Derneği, Devrimci Sosyalist İşçi Partisi, Dikili Cumhuriyet Mahallesi Halk Meclisi, Dikili Emek ve Demokrasi Platformu, Dikili Halk Meclisi, Dikili Kadın Platformu, Dikili Kültür ve Çevre Platformu, DİSK Dev Yapı İş Sendikası Muğla Şubesi, DİSK Emekli Sen Dikili Şubesi, Diyarbakır Tabip Odası, Doğu Akdeniz Çevre Dernekleri, Doğu Akdeniz Çevre Platformu, Dünya Mirası Adalar, Ege Çevre ve Kültür Platformu, Eğitim Sen Dikili Temsilciliği, Ekoloji Birliği,  Emek Partisi Balıkesir İl Örgütü, Emek Partisi Datça İlçe Örgütü, Emek Partisi Dikili İlçe Örgütü, Emek Partisi İzmir İl Örgütü, Emek Partisi Narlıdere İlçe Örgütü, Eskişehir Çevre Derneği, Fenerbahçe Kalamış Dayanışması, Fethiye Ekoloji Yaşam Derneği, Fethiye Kadın Danışma ve Dayanışma Derneği, Fethiye Kent Konseyi, Fethiye Kıyılar Halkındır İnisiyatifi, Foça Tarih ve Doğa Talanına Hayır Platformu,  Gazipaşa Hepimizin Platformu, Güllük Körfezi Koruma Platformu, Gümüşlük Forum,  Güzelbahçe Kültür Çevre ve Güzelleştirme Derneği, Güzelçamlı Dağçileği Yürüyüş Grubu, Hakkımı Ver Gönüllüleri, Hayvanlara Özgürlük, Hayvanlara Özgürlük Cephesi, Her Nefes İçin Özgürlük, İç Anadolu Çevre Platformu, İDA Dayanışma Derneği, İkizköy Çevre Komitesi, İklim Adaleti Koalisyonu, İnlice Köyü Kalkındırma Geliştirme Doğal Çevreyi Koruma Güzelleştirme ve Dayanışma Derneği,  İzmit Yerel Gündem 21 Çevre Geliştirme Proje Üretim Uygulama ve İşletme Kooperatifi, İznik Çevre ve Yaşam Platformu, Kadıköy Kent Dayanışması, Karıncalar Karadeniz Dayanışması, Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği, Kazdağları Ekoloji Platformu, Kıyı Hareketleri Dayanışma Ağı, Koşuyolu Mahalle Yaşam Derneği, Kuzey Ormanları Savunması, Marta Koyu Dayanışması, Mezopotamya Ekoloji Hareketi, Muğla Çevre Platformu Datça Meclisi, Muğla Su İnisiyatifi, Niğde Çevre Eğitim Kültür Derneği, Nusratlı Köyü Kültür Turizm ve Dayanışma Derneği, Özgür Kıyılar Bodrum İnisiyatifi, Polen Ekoloji Kolektifi 92. Sarıyer Kent Dayanışması, Sol Parti Dikili İlçe Örgütü, Sol Parti İstanbul Kent ve Ekoloji Çalışma Grubu, Sol Parti Milas İlçe Örgütü, Şezlongsuz Datça İnisiyatifi, Tema Vakfı Güzelçamlı Temsilciliği, TİP Dikili İlçe Örgütü, Toplum Kent ve Çevre İçin Haydarpaşa Dayanışması, Tüm Emeklililer Sendikası Dikili Şubesi, Türkiye Çevre Platformu, Türkiye İşçi Partisi, Türkiye İşçi Partisi Güzelbahçe İlçe Örgütü, Türkiye Tabiatın Koruma Derneği Ayvalık Temsilciliği, Validebağ Direnişi, Validebağ Savunması, Van Tarihi Eserleri Koruma, Araştırma ve Geliştirme Derneği, Yaşam İçin Yasa İnisiyatifi, Yaşatacağız Platformu, Yeşil Sol Parti Muğla İl Örgütü, Yurttaş Girişimi.

                                                                /././

AKP durumlarına kısa giriş -Ali Rıza Aydın-

Gel-gitler yaşıyor gözükse de düzen AKP’den, AKP de düzenden kopmadı. Yasalar çıkardı, değiştirdi, kendi yasalarına uymadı. Anayasa değişiklikleri yaptı, kendi değişikliklerine uymadı.

Fazilet Partisi'nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasından sonra “gelenekçi kanat” olarak tanımlanan grup tarafından (20.7.2001’de) kurulan Saadet Partisi’ne katılmadılar. Kısa süre sonra (14.8.2001’de) “yenilikçi kanat” olarak, “muhafazakar demokrasi” politik tanımlamasıyla AKP’yi kurdular. Türkiye’nin “canlı, heyecanlı ve hassas bir demokrasi” geliştirdiğinin ve “bu demokrasiye, kararlı bir İslami kimliğe sahip, yetkin bir siyasi partinin” hükmettiğinin söylendiği dönemde,1 “gayet politik AKP” olarak “büyük ölçüde apolitik cemaatçi Fethullah Gülen hareketi”2 ile siyasi iktidar oldular.

Bu ortaklığın devam eden, sarsıntıya ve kesintiye uğrayan dönemleri, 2016 darbe girişimi, OHAL süreci biliniyor. OHAL bittiği halde OHAL KHK’lerinin yasalaşmasıyla devam ettiği, kesintiye uğrayan cemaat yerine aynı cemaatin içinden, başka tarikat ve cemaatlerden ortaklık ve kadrolaşmalarla, MHP gibi desteklerle devam ettiği biliniyor.

Fazilet Partisi'nin kapatılmasına yönelik kimi çabaların içinde oldukları da kulislerin tartışma konuları arasında. ABD ve TÜSİAD ilişkileri de biliniyor.

22 yıllık iktidarları döneminde 17 kez Anayasa değişikliği girişiminde bulundular. Bunların 4’ü (3’ü Ahmet Necdet Sezer, 1’i Abdullah Gül olmak üzere) cumhurbaşkanları tarafından geri gönderildi. 1’i de Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi.

İlk Anayasa değişikliğinin Erdoğan’ın milletvekili seçilebilmesi için CHP desteğiyle yapıldığını anımsatarak 2008’e gelirsek, 2008’de ilkin Anayasanın 10. ve 42. maddelerinde yapılan düzenlemenin AYM tarafından iptalini görüyoruz. AYM iptal kararında, bu düzenlemelerin “yöntem bakımından dini siyasete alet etmesi, içerik yönünden de başkalarının haklarını ihlale ve kamu düzeninin bozulmasına yol açması nedeniyle laiklik ilkesine açıkça aykırı olduğu sonucuna” ulaşıldığını, “Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen Cumhuriyetin temel niteliklerini dolaylı bir biçimde değiştiren ve işlevsizleştiren bu düzenleme Anayasa'nın 4. maddesinde ifade edilen değiştirme ve değişiklik teklif etme yasağına aykırı olduğunu” belirtti. Bu gerekçe yanında başka gerekçelerle birlikte aynı yıl AKP’nin “demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine aykırı eylemlerin odağı haline gelmesi nedeniyle” AKP’nin suçu (10 oyla, 1 karşı oyla) AYM tarafından sabit görüldü. Ancak yeterli çoğunluk (7 oy) bulunamadığından AKP kapatılmadı. 6 oy “Partinin kapatılması”, 4 oy “Partinin kapatılması yerine devlet yardımından yarı oranında yoksun bırakılması” gerektiği yönündeydi. En aleyhe olan oyların kendisine daha yakın olan oylara katılmasıyla son yıllık devlet yardımının yarısından yoksun bırakılmasına karar verildi. 

AKP kapatma davası kararında, AKP’nin “anayasal düzeni tahrip etme amaç ve eğilimlerini”n somutlaştırılmadığı ileri sürüldü.

AKP 12 Eylül 1980 darbesine gelen sürecin, darbeden sonra 1980’lerin MGK ve ANAP, 1990’ların koalisyonlar dönemlerinin devamı. Bu devam ılımlı İslam projelerinden özelleştirmelere, devletin yeniden yapılandırılmasından IMF gözetiminde on uzun yıla kadar Türkiye’nin yeniden şekillendirilmesinin, kapitalist/emperyalist düzen tasarımının parçalarının AKP tablosuna eklenmesiyle sürdürülüyor.

Türkiye’de farklı hükümetlerle tek siyasetin sürdürüldüğü bu süreç, AKP döneminde keyfiliklerle, hukuklu hukuksuzluklarla, Anayasa ihmal ve ihlalleriyle, laik cumhuriyetin yıkılmasıyla sürdürülüyor. 

Kayyım atamalarından, akçalı ilişkilere ve kreş – okul öncesi eğitim ve öğretim tartışmalarına kadar belediyeler üzerinde yürütülenler de bu sürecin parçası. İşine geldiğinde anayasa ve yasa değiştiren, gelmediğinde bunlara uymayan; işine geldiğinde yargı kararlarını anımsayan, gelmediğinde tanımayan siyasal iktidarın Belediye Kanunundaki 2005 yılı AYM kararını dayanak göstererek belediyelere uyarıda bulunması da bu durumun somut örneklerinden biri. AKP’nin belediyelere, hak ve özgürlüklere ikiyüzlü yaklaşımı ayrı yazı konuları olacak genişlik ve içerikte.

AKP süreci oldubittilerle, iç çelişkilerle dolu. İçinde bulunduğu kapitalist/emperyalist düzenle gel-gitler yaşıyor gözükse de düzen AKP’den, AKP de düzenden kopmadı. Yasalar çıkardı, değiştirdi, kendi yasalarına uymadı. Anayasa değişiklikleri yaptı, kendi değişikliklerine uymadı. 

Dezenformasyon Yasası'ndan etki ajanlığı düzenlemesine geçişten RTÜK kararlarına, eğitim ve sağlığı içine ittikleri bataktan uluslararası ilişkilere, laik cumhuriyetin içini boşaltmaktan tarikat ve cemaatlere, özelleştirmelerden emekçilerin hak gasplarına, gericilikten ve piyasacılıktan kadın cinayetleri ve çocuk istismarlarına…  Sömürünün her yönü geleceğe ilişkin emareleri veriyor.

Başa dönersek, 3 Kasım 2002 genel seçiminde %34,3 oyla Mecliste %66 temsil oranına sahip olan, 28 Kasım 2002’de güvenoyu alan 58. Hükümetle (Abdullah Gül) iktidara oturan AKP’de lider Recep Tayyip Erdoğan anayasal yasakla milletvekili olarak Meclis'e girememişti. O tarihteki haberlerde hem bu duruma değiniliyor hem de AKP’nin kuruluşundaki ilişkilere.

“TBMM'de okunan hükümet programına göre, beklenen en büyük işlerden biri, AB’ye üyelik için gereken koşulların yerine getirilmesi. Bu koşullar arasında, ifade ve konuşma özgürlüğünü genişletmek için gereken Anayasa değişikliği de yer alıyor. Bu değişikliklerin bir bölümünün, AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Başbakanlık görevini üstlenebilmesi için yapılması bekleniyor. Recep Tayyip Erdoğan şu anda hükümette yer almamakla birlikte geçtiğimiz günlerde Avrupa başkentlerinde Türkiye’nin gerçek lideri olarak kabul gördü. Erdoğan Türkiye’nin AB üyeliğine destek toplamak için birçok Avrupa başkentini ziyaret etti.”3

İfade ve konuşma özgürlüğünden bu günlere… Belediye Kanunu çıkarılırken gerekçelendirilen “kamu yönetiminde demokratikleşme”, “temsili demokraside halkın yerel kamusal menfaatlerinin teminatı”, “halkın katılımı”, “özerkliğin gerektirdiği bağımsız karar alma, açıklık ve katılım sağlama mekanizmalarına sahip olma” sözlerinden bu günlere...

“Nereden nereye?”

  • 1.Söylemler, Boston Üniversitesi Profesörü Augustus Richard Norton tarafından, Graham E. Fuller’in “Yükselen Bölgesel Aktör: Yeni Türkiye Cumhuriyeti” kitabının “Takdim” yazısından…
  • 2.Bu söylemler de aynı kitapta Fuller’den.
  • 3.https://www.amerikaninsesi.com/a/a-17-a-2002-11-28-1-1-87877097/800770…
  •                                                    /././

Akademisyen öğrencilerden masa tenisi için 400 lira istedi, final yerine geçeceğini söyledi -Yekta Armanç Hatipoğlu-

Osmangazi Üniversitesi’nde Türkiye Fiziki Coğrafyası dersine giren Leyla Dönmez, öğrencilerden okula masa tenisi almak için 400 lira istedi, bunun final sınavı yerine geçeceğini söyledi.

Eskişehir’de bulunan Osmangazi Üniversitesi’nde Sosyal Bilgiler Öğretmenliği bölümü öğrencilerinin “Türkiye Fiziki Coğrafyası” dersine giren Dr. Öğr. Üyesi Leyla Dönmez, öğrencilere final sınavı yapmak yerine 400 lira vermelerini, bununla okula masa tenisi ve diğer ekipmanları alacaklarını söyledi. 

soL’a ulaşan öğrenciler, Dönmez’in aynı zamanda Masa Tenisi Kulübü danışmanı olduğunu aktardı ve özellikle bursla geçinen öğrencilerin bu parayı karşılayamayacağını söyledi. 

‘3,5 bin lira bursla geçinmeye çalışıyorum, 400 lira büyük bir para benim için’

Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilgiler Öğretmenliği bölümünde okuyan bir öğrenciyle hoca ve öğrenciler arasında yaşananları konuştuk. 

Öğrenci, akademisyenin vize ve final yapmak yerine genelde öğrencilerden bir coğrafya materyali hazırlamalarını istediğini söyledi. 

Dönmez’in başta kendilerinden kabartma Türkiye Haritası hazırlamalarını istediğini söyleyen öğrenci, maliyetinin yüksek olacağı için bundan vazgeçildiğini, ardından akademisyenin “Okul için bir şey yapın” dediğini ve “Masa tenisi için gerekli ekipmanlar yok, kişi başı 400 lira toplayalım, bir masa tenisi masası ve gerekli diğer şeyleri alalım” dediğini aktardı. 

Akademisyenin aynı zamanda Masa Tenisi Kulübü danışmanı olduğunu söyleyen öğrenci pek çok arkadaşıyla birlikte duruma itiraz ettiklerini söyledi. 

Kendisinin 3 bin 500 lira bursla geçinmeye çalıştığını ifade eden öğrenci, 400 liranın kendisi için büyük bir para olduğunu belirtti ve şunları söyledi: 

“Bu itirazlardan biri de benden geldi. 3 bin 500 lira bursla geçinmeye çalışıyorum. 400 lira haliyle büyük bir para benim için. Üstüne üstlük bölümle, dersle alakası olmayan bir şey için vermemiz isteniyor bu parayı.” 

Öğrenciler ‘Okul kulüplere bütçe ayırmıyor mu?’ diye sordu

Öğrenci, bu sözlerin üstüne Dönmez’in “Zaten bir ödev yapsanız da bu civarda bir para ödeyeceksiniz” dediğini söyledi. 

Başka bir öğrencinin ise Dönmez’e “Okul kulüplere bütçe ayırmıyor mu?” sorusuna Dönmez’in “Hayır, ayırmıyor, biz ayıracağız” dediğini aktaran öğrenci, öğrenciler olarak isteklerinin bölüm ve dersle alakalı üretim yapmak olduğunu söyledi. 

                                                           /././

107 Yıllık Sahtekârlığın Belgesi: Balfour Deklarasyonu -Erdal Topparmak / GELENEK-

Balfour Deklarasyonu, İngiltere’nin hakkı olmadığı bir bölgedeki toprakları, orada asla yaşamak niyetinde olmayan Yahudi halkına verme bahanesiyle gasp ettiğini açıklayan bir aldatmacadır.

“Çaresiz olanlar ilk gidenler olacaklar; çünkü çaresizler en iyi istilacılardır. Büyük zaferleri kazananların çaresizler olduğunu unutmayın. Bizim en önemli ihtiyacımız bu en fakir ve çaresiz insanların katılımıdır.” 

Theodor Herzl

Shakespeare’in kanımca en muhteşem eseri Venedik Taciri’dir. Çünkü tek bir oyunda hayata dair çok fazla şeyi küçük dozlarda izleyiciye sunar. Klasik bir aşk öyküsünü, birbiri için canını verebilen iki yakın dostun hikâyesini, kadın-erkek eşitsizliği, düzen, kölelik ve din eleştirisi yanında komedi unsurlarını içerir. En bilinen tiradıysa Yahudi tefeci Shylock’un “Yahudiyim de ondan; Yahudilerin gözleri yok mu, elleri yok mu…” diye başlayıp, “….bana öğrettiğiniz kötülüğü size göstereceğim!” ile bitirdiği ırkçılık karşıtı isyanıdır. Shylock’a köpek denir, suratına tükürülür, gün sonunda gettoya kapatılır ve Yahudi olduğunun anlaşılması için özel giysiler giymek zorundadır. Diğer Yahudiler gibi, dönemin barbar düzeninin kendisine dayattıklarına tahammül etmek zorunda kalmış; ancak, sonunda tek varlığı olan kızının da bir Hristiyanla evlenmek üzere onu terk edip gitmesiyle artık kaybedecek bir şeyi kalmamıştır. Elinde sadece “iyi Hristiyan” Venedik taciri Antonio’nun borç senedi vardır. Shylock, senedin bedelini Antonio’nun hayatıyla ödemesini istemektedir. Mahkeme ona borcun 3 katı para teklif etse de Shylock bunu reddeder; çünkü asıl istediği para değil, ona bu acıları yaşatan düzenden intikamını almaktır. Kişisel travması için düzene meydan okuyan Shylock, elbette istediğine ulaşamayacaktır. 

Tarihe baktığınızda Yahudiler Shylock’un tam tersini yaptı. Hem Fransız, hem de Bolşevik devrimlerinde ön saflarda yer alan Yahudiler, kendi çıkarlarıyla ezilen tüm halkların çıkarlarının ortak olduğuna inandılar. Kendi kurtuluşlarını, sadece tüm halkların kurtuluşuyla birlikte elde edeceklerinin bilincindeydiler. Bu açıdan Yahudi halkının tarihi, bu onurlu insanlık mücadelesi tarihinin bir parçasıdır. Bu nedenledir ki gericiler, her iki devrimin de birer Yahudi komplosu olduğunu uydurarak karşı-devrimci hareketleri kızıştırmaya çalıştılar. Avrupa Yahudileriyse hep ilerici saflarda yer aldılar. Bu sayede 19. ve 20. yüzyıllarda hem Avrupa hem de ABD’de antisemitizm defalarca yenildi. Bu ilerici, antisemitizm karşıtı mücadelenin en iyi örneği Dreyfus vakasıdır; Fransız gericiliğine, antisemitizmine, ve aynı anda Avrupa Siyonizmine çok ağır bir darbe indirmiştir.

Dreyfus vakası, 1894-1906 yılları arasında devam etmiş ve Fransa’yı ilerici ve gerici iki cepheye bölmüş olan tarihteki en büyük adli ve antisemit skandallardan biridir. Fransız ordusunun Yahudi kökenli bir mensubu olan Alfred Dreyfus, 35 yaşındayken haksız yere ihanetle suçlanmıştır. Fransız askeri sırlarını Paris’teki Alman Konsolosluğu’na verdiği iddiasıyla vatana ihanetle yargılanmış, Fransız Guyanası’ndaki Şeytan Adası’nda ömür boyu hapse mahkum edilmiştir. Dreyfus, bu adada yaklaşık 5 yıl hapis kalmıştır. 

Yargılamanın gizli yapılmış olması ve Dreyfus’un cesurca ve tekrarlı olarak masum olduğu konusunda ısrar etmesi pek çok kişide adil yargılanmadığı kanaatini uyandırmış; Dreyfus, Yahudi olmayanların çoğunlukta olduğu Fransız ilericilerinin, işçi sınıfı hareketinin ve Fransız entelektüellerinin önemli desteğini almıştır. 1896’da karşı istihbarat başkanı Georges Picquart tarafından yapılmış araştırmalar sonucunda yeni kanıtlar elde edilmiş ve gerçek suçlunun başka bir ordu mensubu olan Ferdinand Walsin Esterhazy olduğu anlaşılmıştır. Ancak, bu sırada fabrikasyon belgelere dayanarak ordunun bir kesimi Dreyfus’a farklı suçlamalar getirdi. Gericiler ve Kilise, antisemit bahanelerle Dreyfus’un suçlu olduğu konusunda ısrar ediyordu. Bunun üzerine yazar Émile Zola, tüm prestijini riske atarak, Fransız halkına açık bir mektup yazdı ve Dreyfus lehine bir toplumsal hareketin oluşmasına neden oldu. Davanın yeniden değerlendirilmesi gündeme geldi. En sonunda Dreyfus’un masumiyeti kanıtlandı. Devlet kendisinden özür diledi. Orduya geri alınan Dreyfus, Birinci Dünya Savaşı’na katıldı. 1935 yılında Fransa’da öldü. 

1895 yılında Dreyfus vakası devam ederken Paris’te gazetecilik yapmakta olan siyasal Siyonizm’in kurucusu Theodor Herzl olayı yakından izledi. Yahudi olmayan kesim Dreyfus’a büyük destek vermiş, sosyalist hareket de işçi sınıfının Dreyfus’u desteklemesini sağlamıştı. Buna karşın, Viyana’nın en önemli gazetecilerinden biri olarak da tanınan Theodor Herzl, Yahudi Dreyfus için tek bir protesto bile yapmadı. [7, 8] 

Dreyfus vakası, 1894-1906 arasında Fransız toplumunu ilericiler/Cumhuriyetçiler ve sağcılar/Kilise yanlıları/antisemitler şeklinde böldü. Sonuçta antisemitizm ve gericiler yenildi. Kilise, antisemitizm ve Siyonizm büyük prestij kaybına uğradı. Siyonizm, Dreyfus için hiçbir şey yapmadı; Siyonist ideolojinin temelinde antisemitizmle mücadele yoktu. Onlara göre antisemitizm Hristiyan ve Müslümanların “genlerinde” vardı, antisemitizmle mücadele edilemezdi ve Filistin’e gitmek dışında antisemitizmden kurtulmanın başka hiçbir çaresi olamazdı. Dreyfus vakasının Fransız toplumu üzerindeki etkisi yıllar sürdü. Naziler Fransa’yı işgal ettiklerinde, Yahudileri katletmek için işbirliği yapacak ve Yahudi Konsili (Judenrate) kuracak kimseyi bulamadılar. Bu nedenle Fransız Yahudilerinin %75’i soykırımdan kurtuldu. Günümüzde Fransa, 450.000 kişilik Yahudi nüfusuyla Avrupa’da en fazla Yahudi barındıran ülke durumundadır. [3] 

Theodor Herzl’de Dreyfus vakasını Siyonizm için bir yenilgi olarak kabul etti. Herzl, davanın antisemitizme karşı bir mücadele olduğunu kabul etmek istemedi. Ona göre antisemitizm doğal bir olguydu ve mücadele edilemezdi. Herzl, bu süreçte Dreyfus’u destekleyen ne bir açıklama, ne de bir protesto yaptı. Verdikleri antisemitizm mücadelesi başarıya ulaşan Fransız Yahudileri Siyonizm’i reddetti. Herzl, bu nedenle Fransız Yahudiliğini gerici-fırsatçı ideolojisine uygun şekilde eleştirdi: “Fransız Yahudileri sosyalistlerden, yani mevcut düzenin yıkıcılarından medet umuyorlar. Bence onlar artık gerçek Yahudi değiller; ayrıca, Fransız olarak da kabul edilemezler. Muhtemelen Avrupa anarşizminin bir parçası olacaklardır.” [6, 7]

Dreyfus vakası antisemitizmin hangi amaçla kullanılacağının habercisiydi. Bu dönemde, 2. Enternasyonali oluşturan bağımsız işçi-kitle partileri, kapitalist sistemin yıkılmasının ve sosyalist toplumun kurulmasının gerekliliğini ilan etmeye başladı. Avrupa ve Amerika’da ortaya çıkan Yahudi işçiler, Yahudi halkının hakları için mücadeleyi, toplumsal ilerleme mücadelesinin bir parçası olarak gördü. [1]

Tüm bunları neden anlattık? Siyonizm denilen “sömürgeci ticaret anlaşması”, Yahudilerin ve insanlığın onurlu mücadele tarihinin geriye götürülmesinden başka bir şey değildir. Siyonizm, asla bir ulusal özgürlük hareketi olmamıştır. Yahudi halkının o dönemki isteklerinden doğmamıştır. Siyonist liderler ve emperyalist patronları, Siyonizm’in “kadim” olduğu yalanını bugün hâlâ anlatmaktadırlar. Bu yalanın esas amacı Siyonizm’in sınıfsal içeriğini ve gerçek amacını gizlemek, köken aldığı tarihi insanlara unutturmak ve tüm Yahudileri tarih boyunca istedikleri tek şeyin bu olduğuna inandırmaktır. 

2 Kasım 1917 tarihli Balfour Deklarasyonu, bu sahtekârlığın temel atma törenidir. Asıl sorulması gerekense şudur: Bu kadar önemli bir siyasi karar, neden İngiliz Parlamentosu’nda tartışılmak yerine bir para babasına gönderilen mektubun içerisine sıkıştırılmıştır?

Polonya devleti 1772, 1793 ve 1795 yıllarında Rusya, Prusya ve Avusturya devletleri arasında çok defa bölündü. Bu bölünmeler sonucunda büyük miktarda Yahudi nüfusu Rus egemenliğine girdi. Rusya’nın antisemit politikaları sonucunda bu insanlar, İskan Bölgeleri denilen alanlarda kısıtlı haklarla yaşamaya mahkum edildiler. Siyonizm sadece Yahudi halkının dinamiklerinden doğmuş olsaydı, tüm Avrupa’da antisemitizme karşı, Rusya’da da İskan Bölgelerindeki halkın özgürlüğü için mücadele verirdi. Peki, Siyonizm gerçekten bir halk hareketi değilse, nereden türedi de Balfour Deklarasyonu denilen sahtekârlığı, dolayısıyla on yıllardır devam eden Orta Doğu trajedisini yarattı? Bu sorunun cevabı Siyonizm’in sınıfsal analizinde yatmaktadır. 

Kuşkusuz, yukarıda anlattıklarımız “Yahudi Sorunu” adlandırmasına denk düşüyor. Ancak bu adlandırmayı fırsat bilip suistimal eden sömürgeciler, Avrupa Yahudilerini maşa olarak kullanmak istediler. Siyonizm, Napoleon Bonaparte döneminde dünyanın emperyalist güçlerinin, Osmanlı’nın zayıf durumundan yararlanmak isteyen ve Filistin’in kolonizasyonunu amaçlayan sömürgeci hevesleri sonucu ortaya çıkmıştır. Napolyon, Avrupa Yahudilerini 5. kol olarak kullanmaya kararlıydı. Mısır ve Filistin’i işgal ettiği ve Kudüs’ü ilhaka heveslendiği dönemde (1798-1799) kutsal toprakları “Filistin’in gerçek mirasçılarına” vadeden bir bildiri yayınladı.[9] Amacı, Avrupa Yahudilerini Rusya ile savaşında ve İngiltere ile yaptığı ekonomik mücadelede kullanmak istemesiydi. Siyonist sömürgeci hevesleri olan tek lider Napolyon değildi. Otto von Bismarck da Siyonizm’in hamisi olmak ve Yahudileri Berlin-Bağdat demiryolu hattı çevresine yerleştirmek istemişti. Emperyalizmin tek amacı, Yahudi halkını çıkarlarının bekçisi olarak elinde tutmaktı.[3, 5, 9] 

Yahudiler, Fransız Devrimi sonrasında tarihlerinde ilk defa yaşadıkları toplumda hukuksal anlamda eşit vatandaş olma fırsatını yakaladıklarından, “seçilmiş halk” ve “kutsal topraklara dönüş” gibi uydurma bahanelerin peşinden Filistin’e gitmek istemediler. Fransız Yahudileri Siyonizm’i katı bir şekilde reddettiler ve Napolyon’a şu cevabı verdiler: “Bizim Kudüs’ümüz Paris’tir”. 

Osmanlı Yahudileri de Siyonizm’e benzer tepkiler verdiler. Siyonist sermaye destekli yoğun propagandaya rağmen 1905-1912 yılları arasında sadece 1000 Yahudi Filistin’e göç etti; çünkü Yahudilerin çoğu Osmanlı yurtseverleriydi. Siyonist fikrin doğduğu dönemde Filistin Yahudi nüfusu 5000’den azdı. Reform Yahudiliğinin 1885’de ABD’de yaptığı konferansta delegeler, “Filistin’e geri dönmek istemiyoruz.” açıklamasını yaptı. Bundan 12 yıl sonra Amerikan Yahudi Merkez Konferansı’nda Yahudi devleti kurulmasına ilişkin her türlü girişim reddedildi: “Amerika bizim Siyon’umuz.” kararı açıklandı. Almanya’daki Yahudi liderler de “Stuttgart bizim Kudüs’ümüz.” açıklamasını yaptılar. Alman Yahudileri bununla da kalmadılar, 1897’de düzenlenen 1. Dünya Siyonist Kongresi’nin Almanya’da toplanmasına engel oldular. Alman Yahudilerinin muhalefeti nedeniyle kongre İsviçre’de toplanmak zorunda kaldı. [4, 7, 10]

Siyasal Siyonizm, 19. yüzyılın sonuna doğru uluslararası proletaryanın sınıf savaşlarının ortasında, kapitalizmin emperyalizme evrildiği dönemde gelişti; hareketin kurucusu Theodor Herzl de, yatırımcılara yüksek kâr vadeden sömürgeci hevesler çerçevesinde bu harekete hayat verdi. Tam bir emperyalizm işbirlikçisi olan Herzl, hayatının sonuna kadar büyük sermayeye yaranmayı amaçladı; bu nedenledir ki “Yahudi Devleti” isimli kitabına taslak halindeyken “Rothschildlere Hitaben” adını vermişti. Kendisi Viyanalı zengin bir banker-borsacının oğluydu. Mensubu olduğu sınıfın üstünlüğüne inanıyordu. Bu temelde Siyonizm, yaklaşık 150 yıldır, halkları ve kanunları dinlemeyen elitist kararlar almaktadır.  

Siyonizm uğruna harcanan milyonlarca dolara ve propagandaya rağmen, 1880-1920 yılları arasında sadece 120.000 Yahudi Filistin’e göç etti. Bunların yarısı da kısa bir süre sonra Filistin’den ayrıldı. Yani Siyonizm, elle tutulur bir başarı elde edemedi. Filistin’e 40 senede gönderilen Yahudi sayısı 60.000’de kaldı. Oysa Siyonist planların yürütülebilmesi için Filistin Yahudi nüfusunun Arap nüfusuna üstünlük sağlaması gerekiyordu. 

Theodor Herzl’in iki amacı vardı: Yahudileri mücadeleden vazgeçirip çaresiz olduklarını düşünmelerini sağlamak ve çaresiz kalınca da Batı ülkelerine değil Filistin’e göç etmelerini garanti etmek. Şu cümle kendisine aittir: “Eğer Batı ülkeleri çaresiz Yahudiler için kaçış yeri olursa, bu ülkelerdeki kardeşlerimiz ayrıcalıklı ekonomik durumları açısından korkuya kapılacaklar". Herzl’e göre Doğu Avrupa Yahudileri genelde büyük devrimcilerdi ve Herzl, bunların Batıya göç ederek bu ülkelere devrim getireceğinden korkuyordu. Ancak, Herzl’in alt sınıfları aşağılayan zihniyeti bundan ibaret değildi. Filistin’e girmesini istediği Yahudi “kardeşleri” için şöyle diyordu: “Çaresiz olanlar ilk gidenler olacaklar; çünkü çaresizler en iyi istilacılardır. Büyük zaferleri kazananların çaresizler olduğunu unutmayın. Bizim en önemli ihtiyacımız bu en fakir ve çaresiz insanların katılımıdır”. [5, 7, 12]

Birinci Dünya Savaşı’na kadar, çoğunluğu Siyonist olan, az sayıda Yahudi Filistin’e göç etmişti. Savaş ilerledikçe İngiliz ve Siyonist çıkarları birbirini tamamlar hale geldi. Siyonist liderler İngiltere ile görüşerek, Siyonizm’i desteklememeleri durumunda Bolşevik Devriminin tüm Avrupa’ya yayılacağını söylediler. İngiltere için Filistin’i ele geçirmek artık tartışılmazdı; ancak, bu açık işgalle olamazdı. Tek seçenek İngiltere’nin savaş emellerini “kendi kaderini tayin hakkı” ile bütünleştirmekti. Siyonist liderler bu planın uygulanması için oldukça kullanışlı oldular, emperyalizm için “etnik ve dinsel geleneklerin sürdürülebilirlik” garantisi haline geldiler. [7]

Savaş devam ederken Siyonist lider Dr. Chaim Weizmann, 1905 yılında Yahudileri ülkesinde istemediğini açıkça söylemiş olan, antisemit Arthur Balfour ile temasa geçti. 1917 yılında, Mark Sykes’ın da dahil olduğu, İngiltere ve ABD hükümetleriyle yapılan görüşmeler sonucunda Balfour Deklarasyonu’nun ilanına karar verildi. Deklarasyon Rothschild ailesinin bankerlerinden biri olan Alfred Milner tarafından kaleme alındı. Metin, taslak halinde Balfour’un incelemesine sunuldu. 2 Kasım 1917 tarihinde Balfour Deklarasyonu bir mektup olarak İngiliz Dışişleri Bakanlığı adına Dışişleri Bakan Yardımcısı Arthur James Balfour tarafından Lionel Walter Rothschild’e (Lord Rothschild) gönderildi. Bu şahıs aynı zamanda İngiltere Siyonist Federasyonu’nun da başkanıydı. [2, 7]

Peki, o sırada İngiltere’de yaşayan 250.000 Yahudiden kaç tanesi İngiltere Siyonist Federasyonu üyesiydi? Sadece 5000. İngiliz Yahudilerinin sadece %2’si Siyonizmi destekliyordu. Bunun nedeni Yahudilerin çok daha önemli sorunlarının olmasıydı. Londra’nın Doğu Yakası’nda verilen yaşam mücadelesinin Siyonizm’le hiçbir ilgisi yoktu.      

Balfour Deklarasyonu Yahudiler için değil, Siyonist liderler için bir başarı oldu. WZO (World Zionist Organization – Dünya Siyonist Örgütü) liderleri, İngiltere için önemli olanın Bolşeviklerin durdurulması olduğunu biliyorlardı. Bu nedenle Sovyet İç Savaşı sırasında Beyaz Terör’ün safında yer aldılar. Bu açıdan bakıldığında Balfour Deklarasyonu, Siyonizmin emekleme döneminin kapanışını ve emperyalizmin güdümünde şahlanma döneminin başlangıcını ifade eder.

Balfour Deklarasyonu, İngiltere’nin hakkı olmadığı bir bölgedeki toprakları, orada asla yaşamak niyetinde olmayan Yahudi halkına verme bahanesiyle gasp ettiğini açıklayan bir aldatmacadır. Metin şu şekildedir: “Saygıdeğer Lord Rothschild; Majestelerinin hükümeti adına kabineye sunulan ve kabul edilen Yahudi Siyonist isteklerini sempati ile karşılayan müteakip deklarasyonu iletmekten memnuniyet duyarım. Majestelerinin Hükümeti, Filistin’de Yahudiler için bir milli yurt kurulmasını uygun karşılamaktadır ve bu hedefin gerçekleştirilmesini kolaylaştırmak için elinden geleni yapacaktır. Filistin’deki mevcut Yahudi olmayan toplumların medeni ve dini haklarına ve başka ülkelerde yaşayan Yahudilerin sahip oldukları haklara ve siyasi statülerine zarar verecek hiçbir şeyin yapılmayacağı açıkça anlaşılmalıdır. Bu deklarasyonu, Siyonist Federasyonu’nun bilgisine sunmanızdan memnuniyet duyacağım."

Deklerasyon metninde geçen “Yahudi Siyonist isteklerine duyulan sempatinin kabulü”, emperyalizmin ve Siyonizmin çıkarlarının ortak olduğunun bir göstergesiydi. Metinde “devlet” (state) yerine “yurt” (home) kelimesinin kullanılmasının nedeni Arapları kandırmaktı. Deklarasyonun Ağustos 1917 tarihli orijinal taslak metninde, “Filistin’de halihazırda yaşamakta olan Yahudi olmayan toplulukların dini ve medeni haklarının korunması” ifadesi yer almıyordu. Bu cümle belli ki o dönem bölge nüfusunun %91’ini oluşturan Arapları kışkırtmamak için sonradan koyulmuştu. Sonraki ifade ise “Filistin dışındaki tüm ülkelerde yaşayan Yahudilerin hakları ve siyasi konumlarının sürekliliği” mealinde kullanılmıştı ki, bunun temel amacı da Siyonizmin varlığı dolayısıyla yaşadıkları ülkelerden ayrılmak zorunda kalacaklarını veya bu ülkelerdeki ayrıcalıklı konumlarını kaybedeceklerini düşünen Yahudi orta sınıfının endişelenmesini engellemekti.

Dreyfus vakası, 1894-1906 yılları arasında devam etmiş ve Fransa’yı ilerici ve gerici iki cepheye bölmüş olan tarihteki en büyük adli ve antisemit skandallardan biridir. Fransız ordusunun Yahudi kökenli bir mensubu olan Alfred Dreyfus, 35 yaşındayken haksız yere ihanetle suçlanmıştır. Fransız askeri sırlarını Paris’teki Alman Konsolosluğu’na verdiği iddiasıyla vatana ihanetle yargılanmış, Fransız Guyanası’ndaki Şeytan Adası’nda ömür boyu hapse mahkum edilmiştir. Dreyfus, bu adada yaklaşık 5 yıl hapis kalmıştır. 

Yargılamanın gizli yapılmış olması ve Dreyfus’un cesurca ve tekrarlı olarak masum olduğu konusunda ısrar etmesi pek çok kişide adil yargılanmadığı kanaatini uyandırmış; Dreyfus, Yahudi olmayanların çoğunlukta olduğu Fransız ilericilerinin, işçi sınıfı hareketinin ve Fransız entelektüellerinin önemli desteğini almıştır. 1896’da karşı istihbarat başkanı Georges Picquart tarafından yapılmış araştırmalar sonucunda yeni kanıtlar elde edilmiş ve gerçek suçlunun başka bir ordu mensubu olan Ferdinand Walsin Esterhazy olduğu anlaşılmıştır. Ancak, bu sırada fabrikasyon belgelere dayanarak ordunun bir kesimi Dreyfus’a farklı suçlamalar getirdi. Gericiler ve Kilise, antisemit bahanelerle Dreyfus’un suçlu olduğu konusunda ısrar ediyordu. Bunun üzerine yazar Émile Zola, tüm prestijini riske atarak, Fransız halkına açık bir mektup yazdı ve Dreyfus lehine bir toplumsal hareketin oluşmasına neden oldu. Davanın yeniden değerlendirilmesi gündeme geldi. En sonunda Dreyfus’un masumiyeti kanıtlandı. Devlet kendisinden özür diledi. Orduya geri alınan Dreyfus, Birinci Dünya Savaşı’na katıldı. 1935 yılında Fransa’da öldü. 

1895 yılında Dreyfus vakası devam ederken Paris’te gazetecilik yapmakta olan siyasal Siyonizm’in kurucusu Theodor Herzl olayı yakından izledi. Yahudi olmayan kesim Dreyfus’a büyük destek vermiş, sosyalist hareket de işçi sınıfının Dreyfus’u desteklemesini sağlamıştı. Buna karşın, Viyana’nın en önemli gazetecilerinden biri olarak da tanınan Theodor Herzl, Yahudi Dreyfus için tek bir protesto bile yapmadı. [7, 8] 

Dreyfus vakası, 1894-1906 arasında Fransız toplumunu ilericiler/Cumhuriyetçiler ve sağcılar/Kilise yanlıları/antisemitler şeklinde böldü. Sonuçta antisemitizm ve gericiler yenildi. Kilise, antisemitizm ve Siyonizm büyük prestij kaybına uğradı. Siyonizm, Dreyfus için hiçbir şey yapmadı; Siyonist ideolojinin temelinde antisemitizmle mücadele yoktu. Onlara göre antisemitizm Hristiyan ve Müslümanların “genlerinde” vardı, antisemitizmle mücadele edilemezdi ve Filistin’e gitmek dışında antisemitizmden kurtulmanın başka hiçbir çaresi olamazdı. Dreyfus vakasının Fransız toplumu üzerindeki etkisi yıllar sürdü. Naziler Fransa’yı işgal ettiklerinde, Yahudileri katletmek için işbirliği yapacak ve Yahudi Konsili (Judenrate) kuracak kimseyi bulamadılar. Bu nedenle Fransız Yahudilerinin %75’i soykırımdan kurtuldu. Günümüzde Fransa, 450.000 kişilik Yahudi nüfusuyla Avrupa’da en fazla Yahudi barındıran ülke durumundadır. [3] 

Theodor Herzl’de Dreyfus vakasını Siyonizm için bir yenilgi olarak kabul etti. Herzl, davanın antisemitizme karşı bir mücadele olduğunu kabul etmek istemedi. Ona göre antisemitizm doğal bir olguydu ve mücadele edilemezdi. Herzl, bu süreçte Dreyfus’u destekleyen ne bir açıklama, ne de bir protesto yaptı. Verdikleri antisemitizm mücadelesi başarıya ulaşan Fransız Yahudileri Siyonizm’i reddetti. Herzl, bu nedenle Fransız Yahudiliğini gerici-fırsatçı ideolojisine uygun şekilde eleştirdi: “Fransız Yahudileri sosyalistlerden, yani mevcut düzenin yıkıcılarından medet umuyorlar. Bence onlar artık gerçek Yahudi değiller; ayrıca, Fransız olarak da kabul edilemezler. Muhtemelen Avrupa anarşizminin bir parçası olacaklardır.” [6, 7]

Dreyfus vakası antisemitizmin hangi amaçla kullanılacağının habercisiydi. Bu dönemde, 2. Enternasyonali oluşturan bağımsız işçi-kitle partileri, kapitalist sistemin yıkılmasının ve sosyalist toplumun kurulmasının gerekliliğini ilan etmeye başladı. Avrupa ve Amerika’da ortaya çıkan Yahudi işçiler, Yahudi halkının hakları için mücadeleyi, toplumsal ilerleme mücadelesinin bir parçası olarak gördü. [1]

Tüm bunları neden anlattık? Siyonizm denilen “sömürgeci ticaret anlaşması”, Yahudilerin ve insanlığın onurlu mücadele tarihinin geriye götürülmesinden başka bir şey değildir. Siyonizm, asla bir ulusal özgürlük hareketi olmamıştır. Yahudi halkının o dönemki isteklerinden doğmamıştır. Siyonist liderler ve emperyalist patronları, Siyonizm’in “kadim” olduğu yalanını bugün hâlâ anlatmaktadırlar. Bu yalanın esas amacı Siyonizm’in sınıfsal içeriğini ve gerçek amacını gizlemek, köken aldığı tarihi insanlara unutturmak ve tüm Yahudileri tarih boyunca istedikleri tek şeyin bu olduğuna inandırmaktır. 

2 Kasım 1917 tarihli Balfour Deklarasyonu, bu sahtekârlığın temel atma törenidir. Asıl sorulması gerekense şudur: Bu kadar önemli bir siyasi karar, neden İngiliz Parlamentosu’nda tartışılmak yerine bir para babasına gönderilen mektubun içerisine sıkıştırılmıştır?

Polonya devleti 1772, 1793 ve 1795 yıllarında Rusya, Prusya ve Avusturya devletleri arasında çok defa bölündü. Bu bölünmeler sonucunda büyük miktarda Yahudi nüfusu Rus egemenliğine girdi. Rusya’nın antisemit politikaları sonucunda bu insanlar, İskan Bölgeleri denilen alanlarda kısıtlı haklarla yaşamaya mahkum edildiler. Siyonizm sadece Yahudi halkının dinamiklerinden doğmuş olsaydı, tüm Avrupa’da antisemitizme karşı, Rusya’da da İskan Bölgelerindeki halkın özgürlüğü için mücadele verirdi. Peki, Siyonizm gerçekten bir halk hareketi değilse, nereden türedi de Balfour Deklarasyonu denilen sahtekârlığı, dolayısıyla on yıllardır devam eden Orta Doğu trajedisini yarattı? Bu sorunun cevabı Siyonizm’in sınıfsal analizinde yatmaktadır. 

Kuşkusuz, yukarıda anlattıklarımız “Yahudi Sorunu” adlandırmasına denk düşüyor. Ancak bu adlandırmayı fırsat bilip suistimal eden sömürgeciler, Avrupa Yahudilerini maşa olarak kullanmak istediler. Siyonizm, Napoleon Bonaparte döneminde dünyanın emperyalist güçlerinin, Osmanlı’nın zayıf durumundan yararlanmak isteyen ve Filistin’in kolonizasyonunu amaçlayan sömürgeci hevesleri sonucu ortaya çıkmıştır. Napolyon, Avrupa Yahudilerini 5. kol olarak kullanmaya kararlıydı. Mısır ve Filistin’i işgal ettiği ve Kudüs’ü ilhaka heveslendiği dönemde (1798-1799) kutsal toprakları “Filistin’in gerçek mirasçılarına” vadeden bir bildiri yayınladı.[9] Amacı, Avrupa Yahudilerini Rusya ile savaşında ve İngiltere ile yaptığı ekonomik mücadelede kullanmak istemesiydi. Siyonist sömürgeci hevesleri olan tek lider Napolyon değildi. Otto von Bismarck da Siyonizm’in hamisi olmak ve Yahudileri Berlin-Bağdat demiryolu hattı çevresine yerleştirmek istemişti. Emperyalizmin tek amacı, Yahudi halkını çıkarlarının bekçisi olarak elinde tutmaktı.[3, 5, 9] 

Yahudiler, Fransız Devrimi sonrasında tarihlerinde ilk defa yaşadıkları toplumda hukuksal anlamda eşit vatandaş olma fırsatını yakaladıklarından, “seçilmiş halk” ve “kutsal topraklara dönüş” gibi uydurma bahanelerin peşinden Filistin’e gitmek istemediler. Fransız Yahudileri Siyonizm’i katı bir şekilde reddettiler ve Napolyon’a şu cevabı verdiler: “Bizim Kudüs’ümüz Paris’tir”. 

Osmanlı Yahudileri de Siyonizm’e benzer tepkiler verdiler. Siyonist sermaye destekli yoğun propagandaya rağmen 1905-1912 yılları arasında sadece 1000 Yahudi Filistin’e göç etti; çünkü Yahudilerin çoğu Osmanlı yurtseverleriydi. Siyonist fikrin doğduğu dönemde Filistin Yahudi nüfusu 5000’den azdı. Reform Yahudiliğinin 1885’de ABD’de yaptığı konferansta delegeler, “Filistin’e geri dönmek istemiyoruz.” açıklamasını yaptı. Bundan 12 yıl sonra Amerikan Yahudi Merkez Konferansı’nda Yahudi devleti kurulmasına ilişkin her türlü girişim reddedildi: “Amerika bizim Siyon’umuz.” kararı açıklandı. Almanya’daki Yahudi liderler de “Stuttgart bizim Kudüs’ümüz.” açıklamasını yaptılar. Alman Yahudileri bununla da kalmadılar, 1897’de düzenlenen 1. Dünya Siyonist Kongresi’nin Almanya’da toplanmasına engel oldular. Alman Yahudilerinin muhalefeti nedeniyle kongre İsviçre’de toplanmak zorunda kaldı. [4, 7, 10]

Siyasal Siyonizm, 19. yüzyılın sonuna doğru uluslararası proletaryanın sınıf savaşlarının ortasında, kapitalizmin emperyalizme evrildiği dönemde gelişti; hareketin kurucusu Theodor Herzl de, yatırımcılara yüksek kâr vadeden sömürgeci hevesler çerçevesinde bu harekete hayat verdi. Tam bir emperyalizm işbirlikçisi olan Herzl, hayatının sonuna kadar büyük sermayeye yaranmayı amaçladı; bu nedenledir ki “Yahudi Devleti” isimli kitabına taslak halindeyken “Rothschildlere Hitaben” adını vermişti. Kendisi Viyanalı zengin bir banker-borsacının oğluydu. Mensubu olduğu sınıfın üstünlüğüne inanıyordu. Bu temelde Siyonizm, yaklaşık 150 yıldır, halkları ve kanunları dinlemeyen elitist kararlar almaktadır.  

Siyonizm uğruna harcanan milyonlarca dolara ve propagandaya rağmen, 1880-1920 yılları arasında sadece 120.000 Yahudi Filistin’e göç etti. Bunların yarısı da kısa bir süre sonra Filistin’den ayrıldı. Yani Siyonizm, elle tutulur bir başarı elde edemedi. Filistin’e 40 senede gönderilen Yahudi sayısı 60.000’de kaldı. Oysa Siyonist planların yürütülebilmesi için Filistin Yahudi nüfusunun Arap nüfusuna üstünlük sağlaması gerekiyordu. 

Theodor Herzl’in iki amacı vardı: Yahudileri mücadeleden vazgeçirip çaresiz olduklarını düşünmelerini sağlamak ve çaresiz kalınca da Batı ülkelerine değil Filistin’e göç etmelerini garanti etmek. Şu cümle kendisine aittir: “Eğer Batı ülkeleri çaresiz Yahudiler için kaçış yeri olursa, bu ülkelerdeki kardeşlerimiz ayrıcalıklı ekonomik durumları açısından korkuya kapılacaklar". Herzl’e göre Doğu Avrupa Yahudileri genelde büyük devrimcilerdi ve Herzl, bunların Batıya göç ederek bu ülkelere devrim getireceğinden korkuyordu. Ancak, Herzl’in alt sınıfları aşağılayan zihniyeti bundan ibaret değildi. Filistin’e girmesini istediği Yahudi “kardeşleri” için şöyle diyordu: “Çaresiz olanlar ilk gidenler olacaklar; çünkü çaresizler en iyi istilacılardır. Büyük zaferleri kazananların çaresizler olduğunu unutmayın. Bizim en önemli ihtiyacımız bu en fakir ve çaresiz insanların katılımıdır”. [5, 7, 12]

Birinci Dünya Savaşı’na kadar, çoğunluğu Siyonist olan, az sayıda Yahudi Filistin’e göç etmişti. Savaş ilerledikçe İngiliz ve Siyonist çıkarları birbirini tamamlar hale geldi. Siyonist liderler İngiltere ile görüşerek, Siyonizm’i desteklememeleri durumunda Bolşevik Devriminin tüm Avrupa’ya yayılacağını söylediler. İngiltere için Filistin’i ele geçirmek artık tartışılmazdı; ancak, bu açık işgalle olamazdı. Tek seçenek İngiltere’nin savaş emellerini “kendi kaderini tayin hakkı” ile bütünleştirmekti. Siyonist liderler bu planın uygulanması için oldukça kullanışlı oldular, emperyalizm için “etnik ve dinsel geleneklerin sürdürülebilirlik” garantisi haline geldiler. [7]

Savaş devam ederken Siyonist lider Dr. Chaim Weizmann, 1905 yılında Yahudileri ülkesinde istemediğini açıkça söylemiş olan, antisemit Arthur Balfour ile temasa geçti. 1917 yılında, Mark Sykes’ın da dahil olduğu, İngiltere ve ABD hükümetleriyle yapılan görüşmeler sonucunda Balfour Deklarasyonu’nun ilanına karar verildi. Deklarasyon Rothschild ailesinin bankerlerinden biri olan Alfred Milner tarafından kaleme alındı. Metin, taslak halinde Balfour’un incelemesine sunuldu. 2 Kasım 1917 tarihinde Balfour Deklarasyonu bir mektup olarak İngiliz Dışişleri Bakanlığı adına Dışişleri Bakan Yardımcısı Arthur James Balfour tarafından Lionel Walter Rothschild’e (Lord Rothschild) gönderildi. Bu şahıs aynı zamanda İngiltere Siyonist Federasyonu’nun da başkanıydı. [2, 7]

Peki, o sırada İngiltere’de yaşayan 250.000 Yahudiden kaç tanesi İngiltere Siyonist Federasyonu üyesiydi? Sadece 5000. İngiliz Yahudilerinin sadece %2’si Siyonizmi destekliyordu. Bunun nedeni Yahudilerin çok daha önemli sorunlarının olmasıydı. Londra’nın Doğu Yakası’nda verilen yaşam mücadelesinin Siyonizm’le hiçbir ilgisi yoktu.

      Balfour Deklarasyonu Yahudiler için değil, Siyonist liderler için bir başarı oldu. WZO (World Zionist Organization – Dünya Siyonist Örgütü) liderleri, İngiltere için önemli olanın Bolşeviklerin durdurulması olduğunu biliyorlardı. Bu nedenle Sovyet İç Savaşı sırasında Beyaz Terör’ün safında yer aldılar. Bu açıdan bakıldığında Balfour Deklarasyonu, Siyonizmin emekleme döneminin kapanışını ve emperyalizmin güdümünde şahlanma döneminin başlangıcını ifade eder.

Balfour Deklarasyonu, İngiltere’nin hakkı olmadığı bir bölgedeki toprakları, orada asla yaşamak niyetinde olmayan Yahudi halkına verme bahanesiyle gasp ettiğini açıklayan bir aldatmacadır. Metin şu şekildedir: “Saygıdeğer Lord Rothschild; Majestelerinin hükümeti adına kabineye sunulan ve kabul edilen Yahudi Siyonist isteklerini sempati ile karşılayan müteakip deklarasyonu iletmekten memnuniyet duyarım. Majestelerinin Hükümeti, Filistin’de Yahudiler için bir milli yurt kurulmasını uygun karşılamaktadır ve bu hedefin gerçekleştirilmesini kolaylaştırmak için elinden geleni yapacaktır. Filistin’deki mevcut Yahudi olmayan toplumların medeni ve dini haklarına ve başka ülkelerde yaşayan Yahudilerin sahip oldukları haklara ve siyasi statülerine zarar verecek hiçbir şeyin yapılmayacağı açıkça anlaşılmalıdır. Bu deklarasyonu, Siyonist Federasyonu’nun bilgisine sunmanızdan memnuniyet duyacağım."

Deklerasyon metninde geçen “Yahudi Siyonist isteklerine duyulan sempatinin kabulü”, emperyalizmin ve Siyonizmin çıkarlarının ortak olduğunun bir göstergesiydi. Metinde “devlet” (state) yerine “yurt” (home) kelimesinin kullanılmasının nedeni Arapları kandırmaktı. Deklarasyonun Ağustos 1917 tarihli orijinal taslak metninde, “Filistin’de halihazırda yaşamakta olan Yahudi olmayan toplulukların dini ve medeni haklarının korunması” ifadesi yer almıyordu. Bu cümle belli ki o dönem bölge nüfusunun %91’ini oluşturan Arapları kışkırtmamak için sonradan koyulmuştu. Sonraki ifade ise “Filistin dışındaki tüm ülkelerde yaşayan Yahudilerin hakları ve siyasi konumlarının sürekliliği” mealinde kullanılmıştı ki, bunun temel amacı da Siyonizmin varlığı dolayısıyla yaşadıkları ülkelerden ayrılmak zorunda kalacaklarını veya bu ülkelerdeki ayrıcalıklı konumlarını kaybedeceklerini düşünen Yahudi orta sınıfının endişelenmesini engellemekti.

Siyonizmin doğası gereği burjuva olduğunu gösteren diğer bir kanıt da, Balfour Deklarasyonu’nun, o dönem büyük Yahudi finans kapitalinin ağababası olan Lord Lionel Rothschild’e yazılmış olmasıydı. Rothschild Meclisi’nin dünyadaki en büyük şubesi İngiltere’deydi. [3, 5, 7, 12]

Paskalya Bayramı’nda İngiltere Sosyalist Partisi’nin yaptığı bir toplantıda bir Yahudi işçi Balfour Deklarasyonu hakkında şunları söyledi: “Filistin’in bir Yahudi devletine dönüştürülmesi, tüm dünyada Yahudilerin kapitalistler tarafından bir araç olarak kullanılacağını gösteriyor."

Siyonizmi savunanların en önemli motiflerinden biri her zaman devrimin engellenmesi olmuştur. 1917 Bolşevik Devrimi, Yahudi dünyası için dengeleyici bir rolü olacağı düşünülen Siyonizme ve onun sermaye gücüne sempatiyi arttırdı. Siyonist liderlerden kimyager Dr. Chaim Weizmann, Paris Barış Konferansı’nda şu tanımı yaptı: “Siyonizm, Doğu Avrupa Yahudilerinin yolunu şaşırmış yıkıcı enerjilerinin panzehiridir”. Şubat 1919’da yaptığı başka bir konuşmada Siyonist teklifin uzun vadede barış getirecek tek çözüm olduğunu ve Yahudi enerjisini yıkıcı eğilimlerde boşa harcamak yerine (yıkıcı denilen elbette devrimcilikti) yapıcı bir güce dönüştüreceğini vurguluyordu. Devrimin yıkıcı olduğunu söyleyen Dr. Weizmann, Birinci Paylaşım Savaşı’nda Winston Churchill ile anlaşıp patlayıcılar için tonlarca aseton üreterek milyonlar kazanmıştı. Aslında, Siyonist liderlerin Bolşeviklere duyduğu nefretin nedenlerinden biri de devrimden sonra Doğu Avrupa cephesinde savaşın herhangi bir ilhak veya işgal olmadan sonlandırılmasıydı. Bolşeviklerin yıktığı tek şey, Weizmann gibilerin, insanların katledilmesinden milyonlar kazanmasını sağlayan düzendi. [1, 3]

Siyonist liderler, Balfour Deklarasyonu’nun, Yahudilerin uzun mücadeleler sonucu elde ettiği bir kazanım olduğu propagandasını yapmaktadır. Oysa, deklarasyon Yahudilerin çok büyük bir bölümü tarafından asla desteklenmedi. Yahudiler, kendileriyle hiçbir alakası olmadığını düşündükleri deklarasyona karşı çıktı. Sadece Chaim Weizmann ve Nahum Sokolov gibi Siyonist liderler deklarasyonu savundu. Yahudilerin çok büyük bir bölümü, Balfour’u deli saçması olarak görüyordu. İngiliz Yahudi tarihçi Lord Beloff, deklarasyonu “Bir Yahudi’nin başka bir Yahudi’yi Filistin’e göndermek için bir üçüncü Yahudi’nin parasını istediği bir hareket” olarak değerlendirdi. [7]

İngiliz plutokrasisinde yer alan İngiltere doğumlu pek çok Yahudi de Siyonizm karşıtıydı. Bunlardan biri olan Edwin Montagu, kabineye oldukça sert bir anti-Siyonist memorandum sundu ve Yahudi devleti fikrinin yurtsever Yahudileri ülkelerinden kovmak için bir araç olarak kullanılacağını savundu: “Bu deklarasyonla devlet, Yahudi düşmanı olan ve bu nedenle geçmişte Yahudi yurttaşların özgürlüklerine büyük zarar vermiş olan bir Siyonist organizasyonun isteklerini gerçekleştirmek için araç haline getirilmiştir”[7]. İngiliz Yahudileri Temsilciler Meclisi ve İngiliz Yahudi Derneği, deklarasyondan önce 24 Mayıs 1917 tarihinde, The Times’a yaptıkları açıklamada Yahudiler için yurt inşasını reddettiklerini söylemişlerdi. Deklarasyon, İngiliz basını tarafından da olumsuz karşılandı. Sadece The Guardian deklarasyonun gerekli bir adım olduğunu yazdı; bu liberal “toz bezi”, her konuda olduğu gibi, Siyonizm ile ilgili olarak da 100 yıldan fazladır “sahibinin sesi” olmaya devam etmektedir.  

Balfour Deklarasyonu’nun temelinde yatan ideolojinin sevilmemesi, İngiliz Yahudilerinin tamamına yakınında yarattığı memnuniyetsizlik, deklarasyonun neden mecliste ele alınmak yerine bir mektup içinde gönderildiğini açıklamaktadır. Siyonizm, Yahudi halk kitlelerini kendi tarafına çekememişti. Bu nedenle de Yahudileri temsil edemezdi. Devlet, hem İngiliz hem de dünya Yahudiliğinin genelinin Siyonizme karşı olduğunun bilincindeydi. İşte bu nedenle bildiri dolambaçlı yoldan yayımlandı. Bildiriyi Lord Rothschild’e yazılan bir mektup içine sıkıştırarak Yahudiler “by-pass” edilmiş, böylece oluşacak bir toplumsal muhalefetin önüne geçilmişti. 

Balfour Deklarasyonu’nun açıklandığı tarihe kadar Siyonist ideolojinin temel unsurları olgunlaşmıştı. Birinci Dünya Savaşı’nın bitmesiyle İngiliz emperyalistleri ve işbirlikçi Siyonist liderler için Filistin’in sınırsız ekonomik sömürüsü başlamıştı. Yahudi sermayesi Filistin’e yatırımlarını yavaş yavaş arttırdı. Bu arada Siyonistler, Arapları işçi sınıfı içinden kovarak, Arap işçi ve köylüleriyle Yahudi işçiler arasında işbirliğine bu şekilde engel olmaya çalıştılar.  Filistin’e yerleşen Yahudilerin Araplarla bir araya gelmesi zorlaştı. Araplar 1920, 1921, 1929, 1933, 1935 ve 1939’da ayaklandılar. Bunların hepsinde ayrıcalıklı konumdaki Yahudi işçi sınıfı emperyalistlerin yanında yer aldı. [5, 7, 12]

Balfour Deklarasyonu Filistin’in işgalinin ideolojik ve siyasal temelini sağlamış olduğundan, savaş sonrası barış konferasında Osmanlı’nın parçalanmış olması ve manda yönetiminin gündeme gelmesiyle, Filistin’in İngiltere’ye verilmesi artık bir oldubittiye kalmıştı. Antisemit siyasetçiler Arthur Balfour, Joseph Chamberlain ve Lord Shaftesbury, Siyonistlerle birlikte, Doğu Avrupa’da Beyaz Terör’den kaçan Yahudilerin İngiltere’ye göç etmelerine karşı çıktılar. Balfour, 1919 yılında Siyonist lider Nahum Sokolov’un kitabına “Yahudi göçüyle İngiltere’nin başına gelenlere” vurgu yapan bir önsöz yazdı. İngiliz Yahudileri yaşam ve vatandaşlık hakları için mücadele ederken, sırf Hristiyan olmadıkları için Yahudilere oy hakkı verilmemesi gerektiğini söyleyen Lord Shaftesbury, mecliste “1858 Özgürleştirme Yasası” aleyhine konuşuyordu. Deklarasyona adını veren Balfour’un ve Yahudi olmayan Siyonistlerin antisemit ırkçılar olmaları asla tesadüf değildir. 

Bolşeviklerin Sykes-Picot’un maddelerini ortaya dökmesine rağmen, 24 Temmuz 1922’de Filistin manda olarak İngiltere’ye verildi, Siyonist-emperyalist sermaye yatırımlarıyla gelişti. Siyonizm, sermaye aracılığıyla City of London ve Wall Street ile çok yönlü ilişkiler geliştirmeye başladı.[7]

Irkçı-faşist siyasetlerin ilk önce kendi insanlarına zarar verdikleri kolaylıkla fark edilebilir. Siyonist liderler, Birinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında faşistlerle işbirliği yapmış, 30’lu ve 40’lı yıllardaysa Nazilere geniş çaplı ideolojik, ticari, siyasi ve istihbari destek vermiş, hatta 1941 yılında, Alman Büyükelçiliği’ne gönderdikleri belgede savaşa Nazilerin tarafında katılmak istediklerini açıklamışlardır[11] . Ne yazık ki dünya Yahudiliğinin büyük bir kısmı, Siyonist liderlerin Yahudileri sırtından bıçaklayan bir hain sürüsü olduğundan habersizdir. [2, 3, 5, 11]

Yahudilerin ilerici mücadele geleneğinin ve savaşta Avrupa Yahudilerinin esas kurtarıcısının SSCB olduğunun bilincinde olan emperyalist devletler (SSCB’nin Nazi güçleri karşısındaki zaferi 2 milyon Avrupa Yahudisinin hayatını kurtarmıştır, ayrıca savaş boyunca yaklaşık 1 milyon Yahudi SSCB’ye kaçarak Soykırımdan kurtulmuştur), Soğuk Savaş döneminde onları “özgür dünya” saflarında tutmak için Yahudilere ayrıcalıklı davranarak bir üst sınıf yaratma yolunu seçmiştir; böylece, Siyonizmin sınıfsal yapısını ve Siyonist liderlerin ihanetlerini unutturmaya çalışmışlardır. Bu noktada asıl önemli olan bu geleneğin farkında olan anti-Siyonist Yahudilerdir. Siyonist-emperyalist işbirliğinin kan-rüşvet-ihanet sarmalı içinde mücadele eden bu onurlu insanlar asla yalnız bırakılmamalıdır.     

  1. Antisemitizm ve Yahudi Sorunu – I. Rennap (İnter Yayınları, Eylül 1991). Çeviren: Şen Süer Kaya.
  2. Hitler ve Siyonizm – Kürşad Berkkan (Eftelya Kitap – Şubat 2018)
  3. Zionism in The Age of Dictators, A Reappraisal – Lenni Brenner, 1983 (Lawrance Hill & Company Westport).
  4. Türkiye’de Yahudi Hıristiyan Savaşları – Orhan Gökdemir (Destek Yayınları, Nisan 2012).
  5. Şebeke – Lenni Brenner (Profil Yayıncılık – 1.Basım, Ekim 2008) Çeviren: Manolya Aşık, Derya Metin. 
  6. Raphael Pattar, Ed., The Complete Diaries of Theodor Herzl, Vol II, s. 672-673.
  7. Zionism, a racist, antisemitic Tool of Imperialism. Harpal Brar; London.
  8. An Empire Divided: religion, republicanism and the making of French colonialism (1880-1914) – James Patrick Daughton (First edition, Oxford University Press – 2008). 
  9. https://www.jewishvirtuallibrary.org/letter-to-the-jewish-nation-from-n…
  10. Caution: Zionism, Essays on Ideology, Organization and Practice of Zionism – Yuri Ivanov (Moscow – Progress Publishers, 1970). 
  11. The Hidden History of Zionism – Ralph Schoenmann (1988 – Veritas Press, Santa Barbara).
  12. The Class Origins of Zionist Ideology – Stephan Holbrook (Tuskegee Institute, Alabama, Department of Philosophy, Collage of Art and Sciences).
                                                                  /././
(soL)



Evrensel "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -28 Kasım 2024-

İsrail ile Lübnan arasında sağlanan ateşkes antlaşması yürürlüğe girdi

Lübnan ile İsrail hükümetlerinin onaylamasının ardından ateşkes antlaşması yürürlüğe girdi. Ateşkes antlaşması yürürlüğe girene kadar Lübnan'da 29 kişi yaşamını yitirdi.(https://www.evrensel.net/haber/535312)

                                                          ***

22. ölüm yıldönümü/Bir sis çanı: Melih Cevdet Anday -Tarık Özyıldırım-

Şairin, şiirin, edebiyatın bir görevi vardır Melih Cevdet’in gözünde: Gerçekleri olduğu gibi aktarmak.

Orhan Veli (soldan birinci), Oktay Rıfat (soldan üçüncü), Melih Cevdet Anday (soldan dördüncü) ve üçlünün yanındaki diğer kişi Şinasi isimli bir arkadaşlarıdır | Fotoğraf: Beykoz Belediye Başkanlığı Yayınları

“Ona bir kitap vereceğim/ Rahatını kaçırmak için…”¹ Bu dizelerin sahibi Melih Cevdet Anday, bizlere nice şiirler, romanlar, tiyatrolar, denemeler bırakır; rahatımızı kaçırmak için, karanlığın içinde bir sis çanı olmak için, insanoğlunun zifiri zamanlarında eşitsizliğe, savaşa, haksızlığa karşı uykumuzu bölmek için.

ŞİİRİN DEVRİMCİ HAREKETİ 

Melih Cevdet, şiire 11-12 yaşlarında Kadıköy Ortaokulunda başlar. Şiirler, hikayeler yazıp arkadaşlarıyla değiş tokuş eder. Edebiyata olan bu bağını evdekilerle paylaşmaz. Babasının onun şiirlerini küçümsemesinden korkar ve yazdıklarını çocuk yüreğine sığdırır. Melih Cevdet, daha sonra ailesiyle birlikte Ankara’ya gider ve Ankara Gazi Lisesine kaydolur. Delikanlılık çağının en güzel yıllarını, burada tanıştığı Orhan Veli ve Oktay Rifat ’la yaşar. “Tanışmamız galiba 1931 yılına düşer. Liseyi bir mektepte okuduk. Benden bir sınıf yukarıdaydı. Kimi dersten kaçar, demiryoluna iner, ahşap istasyon binasında şiirden, tiyatrodan konuşurduk. ‘Sesimiz’ adlı okul dergisinde şiirler yazardık. Delikanlılığımızın hemen bütün güzel günleri bir arada geçti.”²

Melih Cevdet’in ilk şiirleri geleneksel tarzdadır. Bu dönem için “Şiire ustasız başlamış bir o zamanım ben. İlk şiirim ölçülü, uyaklıydı”³ der. Ölçülü, uyaklı ilk şiiri “Ukde” 1936’da Varlık dergisinde yayımlanır. “Bir gün ışığa döner yaprak,/ Üzümler kızarır kütükte,/ Elbette diner bu sağanak,/ Kaybolur içimdeki ukde.”¹

Melih Cevdet; Oktay Rifat ve Orhan Veli’yle çağdaş Türk şiirinin en devrimci hareketini başlatırlar. 21-22 yaşlarında bu üç genç, geleneksel şiire kafa tutar. Melih Cevdet, Garipçilerin geleneksel şiire kafa tutuşunu şöyle dile getirir: “Dünyayı şakaya alıyorduk. Gerçekten devrimci bir şiir olduğunu sonradan anladım. Çünkü bu şiir alaydan çıkmıştı. Alay etmezseniz bir şey çıkaramazsınız. Biz düpedüz alay ettik.”²

Geleneksel şiire kazan kaldıran genç şairler; birçok alaya, hakarete karşın şiiri temelden değiştireceklerine inanırlar. 1937’de başlayan bu asi şiir hareketi 1941’de “Garip” adlı ortak şiir kitabıyla bir manifestoya dönüşür. Artık şiirde ne kafiye ne ölçü ne de sanatlı bir söyleyiş vardır. Şiir; sıradan insanın, sıradan hallerini anlatır. “Bir misafirliğe gitsem/ Bana temiz bir yatak yapsalar/ Her şeyi, adımı bile unutup, Uyusam…”¹

UYUYAMAYACAKSIN

1940’lı yıllara gelindiğine Melih Cevdet, Garip akımının sosyalist bir şairi olarak görür kendini. Garip şairlerine yöneltilen “CHP diktasının şairleri” etiketini bir çırpıda yırtıp atmak istercesine şiirler yazar. Polislerce takip edilen, işten atılan, sürgün edilen bir şair nasıl olur da iktidar partisinin bir şairi olabilir ? diye sorar insanlara ve şu dizeler dökülür dilinden: “İşsizliğin yeniden başladı/ Açlığın, susuzluğun da/ … Dayan bre Melih…”¹

Kendilerine yöneltilen suçlamalara şöyle cevap verir: “Nâzım Hikmet şiirlerini şu veya bu tarzda sürdürmek isteyenler, bizi politik içerikten yoksun saymaları yanlıştır. Bizim politik bir içeriğimiz vardır bu solcu bir içeriktir. Bu yüzden polis bizi izlerdi. Beni o ara Balıkesir’in Ömerköyü’ne sürdüler. Altı kez işimden oldum.”²

Melih Cevdet; 1946’da yayımlanan ilk şiir kitabı "Rahatı Kaçan Ağaç”, ardından “Telgrafhane” ve “Yanyana” kitaplarıyla nereden gelirse gelsin zulme, haksızlığa karşı şiirini hazır olda bekletir. Melih Cevdet, ağabey dediği Nâzım Hikmet gibi şiirde slogan atmaz ama içindeki sosyalist inançla şiirler yazar. “Nâzım Hikmet’in temsil ettiği şiir yüksek sesli şiirdir. Hitabet gibidir, meydanlarda okunur. Bizimki odada okunacak şiirdir, günlük konuşma gibidir. Bu açıdan bakıldığında hitabet dediğim şiirde kahramanlar yücelikleriyle gösterir kendini. Bizim şiirimizde alelade adamlar vardır.”²

Şairin, şiirin, edebiyatın bir görevi vardır Melih Cevdet’in gözünde: Gerçekleri olduğu gibi aktarmak. “Bir şiirde, bir hikayede, bir romanda, bir piyeste memleketimize ait acı bir gerçek gördüler mi köpürüyorlar; sanatkarları bozgunculukla, yurdunu sevmemekle suçluyorlar.”⁴ İnsan olmanın, sorumlu olmak olduğu gerçeğiyle hareket eden Melih Cevdet, insanın insanca yaşaması için kalemine var gücüyle sarılır ve bir aydın portresi çizer. “Uyumayacaksın/ Memleketinin hali/ Seni seslerle uyandıracak/ Oturup yazacaksın/ Çünkü sen artık o sen değilsin/…Uyuyamayacaksın/ Düzelmeden memleketin hali/ Düzelmeden dünyanın hali/ Gözüne uyku giremez ki.../ Uyumayacaksın/ Bir sis çanı gibi gecenin içinde/Ta gün ışıyıncaya kadar/Vakur metin sade/ Çalacaksın.”¹

BİR ÇİFT GÜVERCİN HAVALANSA

Melih Cevdet, 1956’da yayımlanan “Yanyana” adlı şiir kitabıyla bu zulüm, bu haksızlık, bu işkence neden diyerek dünya şiir tarihinin en aydınlık şiirlerinden birine imza atar: “Anı”  

ABD emperyalizmine başkaldıran Amerika Komünist Parti Üyesi Julius ve Ethel Rosenberg çiftinin hikayesidir bu şiir. Rosenbergler Ruslara ajanlık yaptıkları gerekçe gösterilerek idama mahkum edilirler. Suçsuz yere idama gitmeleri, dünyada büyük tepki toplar. Brecht, Sartre gibi aydınlar kampanyalar başlatır. Bu gelişmeler üzerine suçlarını kabul etmeleri durumunda idam edilmeyecekleri söylenir. Rosenberg çifti ise bu iftiraları asla kabul etmeyeceklerini söyleyerek geride iki çocuk bırakarak evlilik yıl dönümlerinden bir gün sonra 19 Haziran 1953’te elektrikli sandalyede idam edilirler. Melih Cevdet de bu onurlu duruşu, “Anı” şiiriyle selamlar. “…Nice aşklar arkadaşlıklar gördüm / Kahramanlıklar okudum tarihte / Çağımıza yakışan vakur, sade / Davranışınız geliyor aklıma  / Bir çift güvercin havalansa  /  Yanık yanık koksa karanfil / Değil unutulur şey değil / Çaresiz geliyor aklıma.”¹

Umut bir ağaçtır, gökleri sarar dizleriyle başlayan “Yanyana” adlı şiir kitabı komünist propaganda yaptığı gerekçesiyle toplatılır. Melih Cevdet, kitabın toplatılmasını şöyle anlatır:  “ 1956’da basılmış olan Yanyana adlı şiir kitabım Türk Ceza Yasası’nın 142. maddesine aykırı görülerek toplatılmış ve yedi buçuk yıl hapis cezası istemiyle dava açılmıştı.” Kitapta, bilirkişi raporuyla komünist propaganda sayılan “Olsun da Gör” şiirindeki “Yazık olur bu düş yarı kalırsa / Barış günü insan hakkı yenirse / Köroğlu'nun sözü dinlenmelidir / Sivas ilinin Banaz  köyünden /Pir Sultan Abdal dirilmelidir…”¹ dizeleridir. Kitap, kısa bir süre sonra bilirkişinin değişmesiyle aklanır.

OZAN DEĞİŞİR, DEĞİŞTİRİR

Melih Cevdet, 1960 sonrası “ Ozan icat etmez, keşfetmez, değiştirir” düşüncesine uygun olarak şiirinin yatağını değiştirir. Somutun egemenliğinden soyuta geçer. Kolları Bağlı Odysseus, Göçebe Denizin Üstünde, Teknenin Ölümü, Ölümsüzlük Ardında Gılgamış gibi şiir kitaplarıyla insan-doğa ilişkisi üzerine yeni bir dil oluşturur.” İşte avuç avuç serpiyorum bütün/ Sözcükleri kuşlara, gül diplerine,/ Güneşin dudağına, sıçrayan sabahın/ Eteğine, kırmızı kadifesine kayaların…”¹

Ömrüm var oldukça şiir yazdım diyen Melih Cevdet, 22 yıl önce 28 Kasım 2002’de ardında kalanlara selam ederek aramızdan ayrılır. O çok sevdiği Orhan Veli ve Oktay Rifat’la ahşap istasyon binasında delikanlılıklarının en güzel çağında olduğu gibi gülüp şiir yazmaya devam ediyorlardır belki de… Kim bilir?  “Dört kişi parkta çektirmişiz,/ Ben, Orhan, Oktay, bir de Şinasi.../ Anlaşılan sonbahar/ Kimimiz paltolu, kimimiz ceketli/ Yapraksız arkamızdaki ağaçlar...” ¹

¹Melih Cevdet Anday, Bütün Şiirleri, Everest Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 2024²Melih Cevdet Anday, Kalabalığı Şiiri, Everest Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2016³Melih Cevdet Anday, Şiir Yaşantısı, Everest Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2022⁴Melih Cevdet Anday, Suçumuz Edebiyat, Everest Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2017

                                                            /././

Aile Bakanlığı bütçe görüşmelerinde kadın cinayetleri protestosu: Tasarruf sığınmaevlerinden mi yapılıyor?

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığının 2025 yılı bütçe teklifi görüşmeleri kadın cinayetleri protestosu ile başladı. CHP milletvekilleri öldürülen kadınların isimlerinin yazılı olduğu bir pankart açtı.(https://www.evrensel.net/haber/535337)

                                                             ***

Resmi Gazete'de yayımlandı: Belediyelerin bütçeden aldıkları pay kesilecek

Erdoğan'ın imzasıyla belediye şirketlerinin borçları nedeniyle, belediyeye aktarılan paydan kesinti yapılmasına karar verildi. CHP'li Zeybek: "Amaç milletin hizmetlerden mahrum kalmasını sağlamaktır."

(https://www.evrensel.net/haber/535330)

                                                                   ***

Niye dövüyoruz?-Metin Nacaroğlu-

Ormanını, yaşadığı köyünü, bahçesini korumak için direnen, çabalayan Akbelen köylüsünü niye dövüyoruz? 

Yaylasını, doğasını, deresini, suyunu, çocukları, torunları için korumaya çalışan, direnen Karadeniz insanını niye dövüyoruz?

Dünyanın en güzel havası, en derin ormanı, en ulu ağaçları ile güzelim Kaz Dağları üç kuruşluk altın çeteleri tarafından yağmalanmasın diye şarkılarla, türkülerle direnen insanları, kadın, çocuk demeden niye dövüyoruz?

Günde birden fazla kadının sırf kadın oldukları için öldürüldüğü ülkemde katledilme korkusu ile 7 milyondan fazla kadınımız cep telefonu uygulamasına sığınmışken ve “yeter artık” diyebilmek için yürümeye çalışırken, kadınlarımızı niye dövüyoruz?

Madende katledilen insanların çocuklarını, eşlerini, annelerini, babalarını sadece haklarını aradıkları, katillerden hesap sordukları için niye dövüyoruz?

Hem de bu dövme işini üzerine polis, jandarma diye üniforma giydirdiğimiz ve tam da direnen insanlarla aynı yerde olması gereken insanlara niye yaptırıyoruz?

Ülke nüfusunun en tepedeki yüzde 1’i ülke kaynaklarının yarıya yakını yesin diye olabilir mi?

Toplumun yarısından fazlası açlık sınırı altında yaşarken mübarek İstanbul’un necip 34 kişisi dolar milyarderi olsun ve kimsenin sesi çıkmasın diye olabilir mi?

Masayı, koltuğu ele geçirmiş zibidiler, yüzde 10 komisyonlarıyla şunun şurasında 20, 30 yıl daha rahat ve zengin yaşasınlar diye olabilir mi?

Kimse hırsıza “hırsız”, katile “katil”, uğursuza “uğursuz”, küfürbaza “arsız” diyemesin diye olabilir mi?

Bilmezler mi?

Sayılmayız parmağ ile

Tükenmeyiz kırmağ ile…                        /././

CHP ile Cumhur ve sınama yanılma…-Mustafa Yalçıner-

Bahçeli’nin “Öcalan çağrısı” ve ikinci kayyım dalgasının ardından “Püskürtmek için ne yapılmalı?” tartışması yerine hâlâ “papatya falı” açılıyor. Görüşen Cumhur liderlerinin “Aramızdan su sızmıyor” açıklamalarına rağmen gazeteci ve politikacılarıyla burjuva muhalefette hâlâ “Erdoğan bilmiyordu” ısrarı sürüyor. Adamların da zaten ısrarcıları ikna amaçları yok. Bu derbeder tartışmanın sürmesinden hoşnutlar.

Tartışma sürerken oysa üçüncü kayyım dalgası geldi. Birincisi, Van’da denenip tepkinin yüksekliği nedeniyle geri çekilirken Hakkâri’ye kayyım atanmasıydı. DEM’i hedef almıştı. Yine de tüm muhalefet tepki vermişti. İkinci dalga, ne kadar “havuç” denebilirse, hemen Bahçeli “havuç”unun peşi sıra geldi. Bu kez üç DEM belediyesiyle DEM’le “kent ittifakı” bağlantılı CHP’li Esenyurt Belediyesi hedef alındı. Tepki az olmadı. Dördüncü dalgaya ise birkaç gün önce tanık olduk. “Emek ve Özgürlük” İttifakının Dersim ve CHP’nin Dersim-Ovacık Belediyesi hedefteydi.

Dikkat edilsin, adım adım, sadece muhalif partilerin değil, halkın da tepkileri ölçülerek ilerleniyor. Ve muhalefet bölünmeye çalışılıyor.

Cumhurun AKP’si ile MHP’si arasında tartışma olmasa bile bu yönüyle bir fark var. Bahçeli fazla ideolojik davranır ve örneğin Meclisteki sayısına önem vermeden, haklarındaki iddialar nedeniyle üç vekilini hemen istifa ettirirken AKP ya da Erdoğan sayılar ve oy ya da halk desteğini önemsiyor. O hâlâ Bahçeli ve MHP gibi paldır küldür yürünmesi yanlısı değil ve süreci bu yaklaşım yönetiyor. Sonraki adımları hesap edilmemiş ya da hesabı olanaklı kılacak koşulların oluşması için ertelenmemiş bir Cumhur yürüyüşüyle karşı karşıya değiliz.

Adım atılıp az bekleniyor, gözleniyor ve devam ediliyor.

Gözlem özellikle ana muhalefet CHP’nin tepkileri üzerine. Derbeder tepkiler hoşnutluk yaratırken az çok ciddi olanları düşündürüyor. AKP ve MHP’liler içeri alınırken, hiçbir yasal dayanağı ve açıklaması olmadan CHP hedef alınarak Esenyurt Belediye Meclis üyelerinin de 11 gün belediye binasına sokulmaması ve belediyelerin kreş açamayacakları, açılmış olanlarınsa kapatılacağı içerikli MEB yazısı bu içerikliydi. Kılıç çatan teğmenler sorunu da.

İkinci gözlem odağıysa halkın tepkisi. Çünkü asıl korkulan o ve davranışlarının “çizgiyi aşma” ihtimali. Kaç kişi tepki veriyor? Muhalefetin ne kadarını da çağırıp çağırmadığı önemli olmakla birlikte protesto gösterilerine kaç kişi, hangi dozda tepkilerle katılıyor?

Gidişatın yönü belli. Adımlar, burjuva muhalif çevrelerde “daha otoriter yönetim”, “otoriterliğin dozajının artışı” olarak tanımlanması yaygınlaşmakta olan faşizme doğru.

Ancak Hitler ya da Mussolini’nin gelişinden farklı bir gidişatla yüz yüzeyiz. Öncesinde de vardılar ama onlar asıl, kapitalizmin büyük bunalımı (1929 krizi) koşullarından çıkıp geldiler. Krizi ve Almanya’da I. Büyük Savaş’taki yenilginin üzerine gelen aşağılanmayla İtalya’da umduğunu bulamama duygusunu iyi kullanarak küçük muhalefet partilerinden giderek büyüyüp iktidar oldular.

Bizdekilerin “şanssızlığı” zaten iktidarda oluşları. Almanya ve İtalya’da faşizmin iktidar oluşundan farklı olarak, Cumhurcular düzeni ve tekelci düzen partilerinin yaptıkları ya da yapmadıklarını suçlayarak ilerleme olanağından yoksunlar. Türkiye ve özellikle ekonomisini batağa sürükleyen kendileri. Halkı, özellikle emeğiyle geçinenleri açlıkla terbiye ve öfkeden burunlarından soluma noktasına getiren başkaları değil. Ve o başkalarını suçlayarak iktidara yürüme değil, tersine iktidarlarını koruyarak pekiştirme durumundalar.

Bu nedenle, Hitler ve Mussolini gibi, zamanın sosyal demokrasisinin yatıştırıcılığına “adam sende” deyip boş vererek ellerindeki tüm olanakları alıp tüm muhalif partileri bir çırpıda kapatamıyorlar. Halkın tepkisini ölçüyorlar. Devlet kuruculuğuyla övünen ana muhalefet belediyeler türü olanakları da ellerinden alınırken kendisinin de bir bileşeni olduğu düzeni ne kadar ve nasıl savunacak? Sokağa çıkma ve halkı sokağa çağırma yönüyle Özel CHP’si Kılıçdaroğlu’nunkinden farklı ama ne kadar farklı, ölçmeye çalışıyorlar. Mızmız edildikçe bir ileri adım daha atıyorlar.

Papatya falı yerine Cumhur ilerleyişi karşısındaki tutumun tartışılmasının önemi burada!

                                                             /././

Efes Selçuk Meryem Ana evindeki nöbete jandarmadan şafak baskını -Özer Akdemir-

Meryem Ana Evi'nin otopark işletmesinin Selçuk Belediyesinden alınarak Tarım ve Orman Bakanlığına devredilmesine karşı devam eden nöbete jandarma müdahale etti.(https://www.evrensel.net/haber/535310)

                                                            ***

MESEM öğrencilerinin haklara ve özgürlüklere erişim raporu: İşten eve, evden işe, hep iş

FİSA Çocuk Hakları Merkezi tarafından hazırlanan “Mesleki Eğitim Merkezi (MESEM) öğrencilerinin haklara ve özgürlüklere erişim raporu” yayımlandıRaporun sunumunda “MESEM’li öğrencilerin yaşadığı hak ihlalleriyle ilgili durum tespiti yaparak bu ihlalleri görünür kılmayı amaçlayan rapor; İstanbul, Diyarbakır, Adıyaman ve Gaziantep illerinde yapılan saha çalışmasının bulgularını sunmaktadır” bilgisi paylaşıldı. Araştırma ekibinde Nail Dertli, Alper Yalçın, Ezgi Orak, Esin Koman, Ezgi Koman yer aldı.(https://chm.fisa.org.tr/mesleki-egitim-merkezi-ogrencilerinin-ciraklarin-haklara-ve-ozgurluklere-erisim-raporu-yayimlandi/)

(https://www.evrensel.net/haber/535401

                                                                    ***

Yeşil dönüşüm ve dijitalleşmenin kirli yüzü -Burkay Rende-

Teknoloji ve maden şirketleri yeşil teknolojinin, dijitalleşmenin ve bunların üretimi için kullanılan nadir metallerin zararı olmadığını, hatta doğanın kurtarıcısı oldukları yalanını sayıklıyor.

Milattan önce 1200 yılına doğru, bugün haritada Türkiye’nin güneyine denk düşen bölgede, Hititler hafif ve yaygın bir metal olan demiri eriterek daha kolay kullanılabilen ve daha etkili silahlar tasarladılar. Hatta, bazı tarihçilere göre 15. yüzyıldan itibaren Avrupalıların Amerika kıtasındaki fetihleri ancak bu silahlar sayesinde gerçekleşebildi. Demir ve karbon alaşımı sayesinde ilk obüs kovanları, modern parça tesirli ilk el bombaları, askerler için daha sağlam miğferler, zırhlı tanklar üretilebildi. 1914 yılına gelindiğindeyse, hepsi bir araya gelip dünya topraklarını paylaşma yarışına olabilecek en şiddetli biçimde giriştiler. Günümüzdeyse emperyalistlerin karşılığında dünyanın ödeyeceği bedeli düşünmeksizin sahip olmayı amaçladıkları yeni kıymetlileri var: Nadir metaller.  

Nadir metaller, adından da anlaşılacağı üzere doğada az bulunan ve özel kimyasal özelliklere sahip bir grup element. Bu metaller, küçük boyutlarına rağmen modern teknolojinin olmazsa olmazı haline gelmiş durumda. Telefonlardan elektrikli arabalara, bilgisayarlardan rüzgar türbinlerine kadar birçok alanda kullanılıyorlar. Ayrıca günümüzde sıkça kulağımıza çalınan “yeşil teknoloji”, “yapay zeka” gibi yeni teknolojik gelişmelerin de vazgeçilmez bir parçası.

“Yeşil dönüşüm” ve “dijitalleşme” kavramları, sermaye gruplarının iddialarına göre çevreye duyarlı bir gelecek vadediyor. Ancak, bu teknolojilerin üretimi için gerekli olan nadir metallerin çıkarılması ve işlenmesi, gezegene geleneksel madenlerin çıkarılmasından çok daha büyük zararlar veriyor. Bu çelişkiyse bizi “yeşil aklama” kavramına götürüyor.

Sermayedarlar, ürünlerin çevre dostu olduğu algısı yaratmak için gerçekte yaptıklarından daha çevreci olduklarını iddia ediyor. Bu, genellikle pazarlama stratejisi olarak kullanılır ve tüketicileri yanıltarak ürün veya hizmetlerin satın alınmasını teşvik eder. Bir araştırmaya göre, şirketlerin yüzde 40’ı çevresel iddialarında abartılı ifadeler kullanmakta. Yeşil yıkamanın en klasik örneklerinden birisi, Volkswagen’in araçlarına bir emisyon testinden geçtiğini algılayabilen ve emisyon seviyesini azaltmak için performansı değiştiren bir akıllı cihaz taktığını iddia etmesidir. Volkswagen, bu iddiasından bir süre sonra emisyon testlerinde hile yaptığını kabul etti. Şirket, pazarlama kampanyalarında araçlarının düşük emisyonlu ve çevre dostu özelliklerini halka duyururken bu durum devam ediyordu. Gerçekte, bu motorlar nitrojen oksit kirleticiler için izin verilen sınırın 40 katına kadar yayıyorlardı.

1 KİLOGRAM NADİR METALİN BEDELİ 16 TON KAYAÇ

Nadir metallere dönecek olursak, Guillaume Pitron’un “Nadir Metaller Savaşı” kitabında yer alan verilere göre, 1 kilogram vanadyum üretmek için 8.5 ton kayaç, 1 kilogram seryum üretmek için 16 ton kayaç ve 1 kilogram galyum üretmek için 50 ton kayaç gerekirken, 1 kilogram lutesyum üretmek için tam 1200 ton kayaç arıtılmak zorunda. Bu dağ gibi kayaçların işlenmesi sırasında kullanılan kimyasallar ve ortaya çıkan atıklar, toprak ve su kaynaklarını kirletiyor, ekosistemlere zarar veriyor. Örneğin, Çin’in Jiangxi eyaleti nadir toprak elementleri madenlerinin, çevresindeki suların ve toprakların ağır metallerle kirlendiği, bölgedeki tarım arazilerinin verimsizleştiği bir bölgeye dönüştü. Bölgeyi beton liç havuzları ve plastik bileşenlerle kaplı atık su havuzları süslerken halkın terk etmek zorunda kaldığı alanda da devasa atık su havuzları var. Bu durum, halk sağlığını da ağır bir şekilde tehdit ediyor. Çünkü, bölgede kullanılan kimyasallar ve ortaya çıkan tozlar, solunum yolu hastalıklarına, kanser gibi ciddi sağlık sorunlarına ve zehirlenmelere neden oluyor.

Türkiye’de de henüz işletilmiyor olsa da nadir metal yatakları mevcut. Bunlardan en önemlisi Eskişehir’de bulunan 4 milyon ton rezerve sahip bastnasit-fluorit-barit yatağı. Bunun dışında Malatya’nın Kuluncak yöresinde 1000 ton kadar britolit rezervinin bulunduğu tahmin ediliyor. Elbette bu yatakların işletmeye dönüştürülmesi durumunda Çin’in Jiangxi eyaletiyle aynı kaderi paylaşıp paylaşmayacaklarının cevabı açık.

Üstelik, nadir metallerin geri dönüşüm oranı da oldukça düşük. Dünyadaki altının yüzde 85’i, gümüşün yüzde 50’si, bakır ve alüminyumun yüzde 45’i geri dönüştürülebilirken, nadir toprak elementlerinin geri dönüşüm oranı yüzde 0 ila yüzde 10 arasında kalıyor. Bu durum, nadir metallerin çıkarılması ve işlenmesi ihtiyacını daha da artırıyor ve gezegen üzerindeki zararın katlanmasına yol açıyor.

SERMAYENİN YEŞİL YALANLARI

Yıllar boyunca sermaye sözcüleri ve yayımları her fırsatta yeni teknolojilerin sağlıklı ve verimli oluşundan bahsediyor. Bu bahsin başında güneş enerjisi santralleri geliyor ancak sanıldığı kadar çevre dostu ve verimli değiller. Güneş enerjisi sanayisi için malzeme üreten Uragold Şirketinin Eski Yöneticisi Bernard Tourillon, tek bir güneş panelinin üretiminin, özellikle içindeki silisyumu hesaba katarsak, 70 kilogramdan fazla CO2 saldığını söylüyor. Önümüzdeki dönemde güneş panellerinin sayısının her yıl yüzde 23 artması bekleniyor ki bu güneş enerjisi kapasitesinin her yıl 10 gigawatt artması demek. Bu da 2.7 milyar ton karbonun atmosfere salınması anlamına geliyor, yani bir milyardan fazla otomobilin bir yıl kullanılması sonucunda ortaya çıkana denk bir miktar. Termal güneş enerjisi ile çalışan panellere baktığımızda çevresel etkiler daha da ağırlaşıyor: Bu teknolojilerden bazıları her megawatt/saat elektrik için 3 bin 500 litreden fazla su kullanır. Bu da bir gaz santraliyle kıyaslandığında üç buçuk kat fazla su tüketimi demek. 

Konunun ikinci oyunbozanı ise elektrikli otomobil bataryaları. Elektrikli araçlarda kullanılan lityum-iyon bataryaların yüzde 20’si grafit, yüzde 10’u nikel, yüzde 8’i bakır, yüzde 3’ü de kobalt, ama içlerinde lityum, düşük miktarda manganez, yüzde 15 çelik ve yüzde 10 kadar da alüminyum var. Bu verilerin üstüne bir de bu nadir metallerin arıtılmaları ve taşınıp toplanmaları için gereken lojistik süreç eklendiğinde elektrikli otomobilin sadece üretim süreci petrolle çalışan bir otomobilin üretim sürecinden daha çok enerji tüketir. Buna karşın, araçların toplam ömrüne kıstas alarak baktığımızda elektrikli araçlar gerçekten avantajlı. Petrol kullanılmadığı için atmosfere çok daha az karbon salmakta ve araç baştaki borcunu kolayca geri ödeyebilmekte. Ancak, yaygın yapılan bu kıyaslamada elektrikli araçların hızlı yıpranan bataryalarının yenilenmesi hesaba katılmıyor. 

Uzun bir süredir ve sıkça dijitalleşmenin dünyaya sağlayacağı faydalardan bahsediliyor. Örneğin belgelerin, faturaların, kitapların ve diğer birçok materyalin elektronik ortama aktarılmasını sağlayarak kağıt tüketimi önemli ölçüde azalacağı için karbon emisyonlarının düşecek olması. Çevrim içi toplantılar, uzaktan eğitim ve e-ticaret gibi uygulamalar, fiziksel olarak seyahat etme ihtiyacını azaltarak ulaşım kaynaklı karbon emisyonlarının düşmesi. Bu gibi argümanların ardındaki gerçeği görebilmek adına daha yakından incelemekte fayda var. Dijitalleşme sürecinde başrol oynayan cihazların üretiminde nadir metallerin yoğun kullanımından söz etmiştik, bu cihazların üretim sonrası enerji tüketimleri de dikkat çekici.

Dijitalleşmenin kağıt kullanımını azaltarak ve kaynak tüketimini sınırlayarak çevreye daha az zarar verdiği esasında sermayenin kendisine yeni bir kazanç kapısı açmak amacıyla ortaya attığı bir yalan. Dijital cihazların üretimi ve veri merkezlerinin işletilmesi, ciddi miktarda nadir metal ve enerji gerektiriyor.

Dünyada dijitalleşmenin öncülerinden Google, Facebook ve Microsoft gibi şirketlerin veri depolama merkezleri, iletilen verileri yönetmek ve soğutma sistemlerini çalıştırabilmek için devasa miktarda enerji tüketiyor. Tek bir veri merkezi bile, günlük 30 bin kişilik bir şehrin enerji ihtiyacına eş değer miktarda enerji tüketebiliyor. Son dönemde popüler hale gelen görüntü merkezli yapay zekalar ürettiği her görüntüde önemli oranda enerji tüketiyor. Üretken yapay zekayı kullanarak sadece bir adet görüntü elde etmek ortalama bir akıllı telefonun şarj olabileceği miktarda enerji harcıyor. Goldman Sachs raporuna göre, dünya çapındaki veri merkezleri, şu anda toplam enerjinin yaklaşık yüzde 2’sini tüketiyor ancak bu oranın 2030’a kadar yüzde 4’e yükseleceği tahmin ediliyor. Örneğin, 2023 yılında 86.3 milyon dolar gelir elde eden Google, bu gelirin 33.7 milyar dolarını yapay zeka projelerinden elde etti. Yani, görünürde “yeşil” olan dönüşümün arka planında sermayenin kâr hırsıyla bezenmiş büyük bir enerji israfı yatıyor.

                                                             /././ 

Şevket Çoruh'tan tarikat sahnesine gelen cezaya tepki: Ödül sayarım.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın "Dini değerlere saldırılıyor" sözleriyle hedef aldığı "Arka Sokaklar" dizisine RTÜK’ten ceza geldi. Oyuncu Şevket Çoruh, "Ödül sayarım" diyerek karara tepki gösterdi.(https://www.evrensel.net/haber/535397)

                                                                ***

Narin Güran cinayeti: Aile bireylerinin toplantı görüntüsü dava dosyasında

Çocuğun cansız bedeninin bulunmasından 1 gün önce aile üyelerinin yaptığı toplantının görüntüsü dava dosyasına eklendi.Aile üyelerinin, Narin’in amcası Erhan Güran’ın evinde yaptığı toplantı ve aile üyesi olmadığı tahmin edilen 1 kişiye sorular sorup, daha sonra gönderdikleri güvenlik kamerası görüntüleri Diyarbakır Barosu tarafından mahkemeye sunuldu. Narin’in cansız bedeninin bulunmasından 1 gün önce 7 Eylül’deki güvenlik kamerası görüntüleri mahkeme heyeti tarafından izlenerek dava dosyasına eklendi. Türkçe ve Kürtçe yapılan konuşmaların deşifre için Diyarbakır Bölge Kriminal Polis Laboratuvarı’na gönderileceği öğrenildi. Görüntülerde; Narin’in babası Arif Güran ile amcası Erhan Güran’ın da olduğu aile üyelerinin, aileden olmadığı tahmin edilen bir kişiye Narin ile ilgili Türkçe ve Kürtçe sorular sordukları, bir süre sonra aile üyelerinden birinin sinirlenip, o kişiyi oturduğu yerden kaldırdığı, ardından o kişinin bir aile üyesiyle ayrılarak görüntüden çıktığı anlar yer aldı.(https://www.evrensel.net/haber/535371)

                                                                   ***

Geçinemeyenler -Erkan Aydoğanoğlu-

Meclis Plan ve Bütçe Komisyonunda görüşülen bütçe, halktan çok patronların taleplerini dikkate aldığı gerekçesiyle eleştiriler aldı. İlgili bakanların bile bütçe ödeneklerini savunmakta zorlandığı 2025 bütçesi, önümüzdeki haftadan itibaren Meclis Genel Kurulunda görüşülmeye başlanacak.

Son 23 yılda, ülke tarihinin en yüksek vergi miktarı (3 trilyon dolar/104 trilyon lira) toplanmış olmasına rağmen, merkezi bütçeden genel kamu hizmetlerine ayrılan pay neredeyse yarı yarıya azaltıldı. AKP iktidarları döneminde halktan toplanan vergiler ve devlet borçlanmaları dikkate alındığında, Türkiye ekonomisinin en az iki katı büyüklüğündeki bir kaynağın iç edildiği ortaya çıkıyor. Aynı süreçte, kimlerin nasıl zenginleştiği ve halkın büyük bölümünün derin yoksulluğa nasıl itildiği biliniyor.

Toplumun geniş kesimleri, satın alma gücü açısından geçmiş yılları arar hale getirildi. “Geçinememek”, temel harcamaları sürekli artarken gelirleri bu artışı karşılamayan milyonlarca emekçinin ortak sorunu haline geldi. İşçiler, kamu emekçileri ve emekliler; artan hayat pahalılığı, enflasyon ve derinleşen yoksullukla mücadelede toplumun örgütlü kesimlerinden yeterince destek göremediği için kendilerini yalnız hissediyorlar.

Gıda ürünlerinden temel ihtiyaç maddelerine kadar yapılan zamlar, yüksek kiraların körüklediği barınma sorunu, kış aylarıyla birlikte yükselen ısınma ve elektrik giderleri, maaşların alım gücündeki erimeyle birleşerek toplumun büyük bir bölümünü etkileyen büyük bir geçim krizi yarattı.

İktidarın halkın yaşamını daha da zorlaştıran ekonomik, sosyal ve siyasal politikaları karşısında, toplumun örgütlü kesimlerinin bölünmüş bir mücadele yürütmesi, zamların, düşük maaş artışlarının ve adaletsiz vergi politikalarının kolayca hayata geçirilmesine yol açıyor. Oysa bu politikaların hedefi sadece toplumun belli bir kesimi değil, tüm emekçiler.

Uzun süredir ücretli çalışanlar ve emekliler, enflasyon ve hayat pahalılığı karşısında “Geçinemiyoruz” diyerek her platformda tepkilerini dile getiriyorlar. Ancak bazı sendika ve konfederasyonların sadece kendi üyelerine yönelik dar bir mücadele anlayışı benimsemeleri, bu süreçte çözümü zorlaştırıyor. Oysa herkes biliyor ki, ortak sorunlar ancak birlikte ve birleşik mücadele ile çözülebilir.

30 Kasım Cumartesi günü KESK’in öncülüğünde Ankara’da “Geçinemiyoruz, yoksulluğa karşı mücadelede birleşiyoruz” başlıklı bir miting düzenlenecek. Bu mitingi sadece kamu emekçilerinin ve emeklilerin taleplerini dillendirdiği bir eylem olmanın ötesinde, ‘geçinemiyoruz’ diyen tüm emekçilere yönelik bir mücadele çağrısı olarak görmek gerekiyor.

Aralık ayının ilk yarısında asgari ücret zammı belirlenecek ve patronlar, zammın resmi enflasyonun altında olması için bastırıyor. Benzer şekilde, kamu emekçileri ve emeklilere ocak ayında yapılacak maaş zammının yüzde 15 civarında olması bekleniyor. Bu arada zamlar ve vergi artışları hız kesmeden devam ediyor. Bu tablo, yoksulluğun sistematik bir sorun haline geldiğini ve çözümünün ancak ortak mücadeleyle mümkün olabileceğini gösteriyor.

“Geçinemiyoruz, yoksulluğa karşı mücadelede birleşiyoruz” şiarı, toplumun farklı kesimlerini ortak bir hedef etrafında birleştirmek açısından kritik bir öneme sahip. Bu nedenle 30 Kasım’da Ankara’dan yükselecek sesin sadece “Geçinemiyoruz” diyenlerin çığlığı olarak kalmaması, sonrasında gerçek anlamda birleşik mücadelenin örgütlenmesi için yeni bir başlangıç olarak görülmesi gerekiyor. Bu nedenle yürütülen mücadele, sadece 30 Kasım mitingiyle sınırlı kalmadan, 1 Aralık’tan itibaren bütün fabrikalarda, iş yerlerinde, okullarda, hastanelerde, vergi dairelerinde, yaşamın her alanında devam etmek ve ortak bir noktada buluşmak zorunda.

                                                            /././

AYM üyesi AYM’ye karşı!-Tugay Bek-

Metin Kıratlı’nın AYM üyeliğine atanmasıyla bekletilen soruşturmalar her bir şüpheli yönünden ayrı ayrı davalara dönüştü. Hakimler, karar verirken AYM üyesi ile AYM kararları arasında kalacak.

CHP Zonguldak Milletvekili Deniz Yavuzyılmaz nisan 2021'de o dönem Cumhurbaşkanlığı idari işleri başkanı olan Metin Kıratlı'nın Cumhurbaşkanlığı İdari İşler Başkanlığından 22 bin 906 TL, Borsa İstanbul Yönetim Kurulu üyeliğinden 24 bin TL, YÖK üyeliğinden ise 37 bin 796 TL olmak üzere aylık toplam 84 bin 702 TL maaş aldığını açıklamıştı. (Bu maaş bugün kabaca 550 bin TL'ye tekabül etmektedir.)

Kişisel sosyal medya hesabımdan Metin Kıratlı ile ilgili Duvar gazetesinde yayımlanan bu haberi paylaştığım için kamu görevlisine hakaret suçundan Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından hakkımda dava açıldı.

Metin Kıratlı, o tarihte kendisi ile ilgili haberleri paylaşan, yorum yapan 140 kişi hakkında suç duyurusunda bulunmuştu. Tayyip Erdoğan’ın geçtiğimiz temmuz ayında Metin Kıratlı’yı AYM üyeliğine atamasından hemen sonra iki buçuk yıldır bekletilen soruşturmalar birden her bir şüpheli yönünden ayrı ayrı davalara dönüştü.

HEP MAĞDUR, YİNE MAĞDUR

Cumhuriyet Savcısı Metin Kıratlı'nın suç duyurusunu abartıp süsleyerek “Somut bir fiil ve olgu isnat etmek ve sövmek suretiyle mağdurun şeref onur ve saygınlığını rencide ettiğimi” ileri sürmüş. Metin Kıratlı üç farklı makamdan maaş aldığını inkar ediyor değil. Üç farklı yerden maaş almanın onur, şeref ve saygınlığı zedelediğini düşünen kamu görevlisinin bu maaşları reddedip en yüksek devlet memuru maaşı olan o tek maaşı alıp oturması gerekmez mi? Onur, şeref ve saygınlığın yitirilmesine neden olanın üç farklı yerden maaş almak değil de bu durumun ifşa edilip eleştirilmesi olduğunu ileri sürmek AKP iktidarı için dahi biraz garip değil mi?

Üniversiteli işsiz sayısının tavan yaptığı, toplumun derin bir yoksulluk ve geçim sıkıntısı ile boğuştuğu bir dönemde medya ve kamuoyunun yoğun tepkisi ve meselenin üzerine gitmesi sonucu geçtiğimiz temmuz ayında kamuda çift maaş uygulamasına son verildi. Üç yerden maaş alma lüksü elinden alınan Kıratlı acısını bu adaletsiz ve haksız uygulamayı dile getirenlerden çıkarıyor.

Metin Kıratlı, tek bir suç duyurusu ile yaklaşık 140 kişi hakkında şikayetçi olmuştu. Tüm bu davalar lehinde sonuçlanması halinde Metin Kıratlı toplam 4.2 milyon lira vekalet ücreti kazanmış olacak. Ceza davasının neticesine göre ayıca sanıkların tamamına yönelik olarak da manevi tazminat davası açması halinde de bunun birkaç katı parayı da oradan kazanabilecek. “Bu ekonomik şartlar içinde bir kişiye üç maaş reva mı?​” diye sormak suretiyle Metin Kıratlı'ya bir servet kazandırmaya vesile olmuş olabiliriz.

“Sürgündeki” Suç Örgütü Lideri Sedat Peker sayesinde kamuoyu Metin Kıratlı ismi ile tanışmış oldu. Sedat Peker, çekmiş olduğu videoların birinde Suriye'de ÖSO ile yürütülen yasa dışı petrol ticaretine dahil olabilmek için Metin Kıratlı'dan olur almak gerektiğini ileri sürmüştü. Metin Kıratlı doğal olarak hakkındaki iddiaları tamamen reddetti.

HAKİMLER ANAYASA'DAN YANA OLACAK MI?

Şimdi Ankara’da yargılamayı yapacak olan hakimler, karar verirken AYM üyesi olan Metin Kıratlı ile AYM kararları arasında güç bir tercihte bulunmak zorunda kalacak. Zira bu paylaşımların düşünce ve ifade hürriyeti kapsamında olduğuna dair sayısız AYM kararı bulunuyor.                  

                                                             /././

Değişim; nasıl ve hangi yönde?-A Cihan Soylu-

Son iki aylık süreçteki hakim tartışma konularıyla tartışan taraflara bakıldığında, en çok duyulan ya da akla getirilen düşüncelerden biri de ülkeyi yönetenlerin, başka türlü yönetemeyecekleri bir sürece sürüklenmemek için yol arayışında olduklarıdır. Ülke zaten yönetilemiyor lafazanlığının yanı sıra ama deniyor hem uzlaşıya çağrı çıkarılıyor hem de saldırılar genişletilerek sürdürülüyor, bu bir çelişki değil mi? Bahçeli’nin elinde havuç ve sopanın bir arada tutulduğunu söyleyenler de az değil.

Çelişki, oluşturulan veya kendiliğinden beklenti ile karşıtlık gösteren politikaları bağdaştıramama nedeniyledir. Tehditler arttı, saldırılar giderek yaygınlaşıyor ve buna, ‘Bizim platformumuzda uzlaşıya gelin, yoksa sizin için daha kötü günler kapıdadır’ söylemi eklidir. Şaşırtıcı değil ya da olmaması gerekir. İzlenen politikaların neden olduğu tepki birikimiyle birlikte bölgesel ve uluslararası gelişmelerin içerdiği tehditler ve yanı sıra olası gelişmelerden bölgesel etki gücü kazanma yönünde yararlanma olanağı yaratma çabası. Bunlar başlıca iç ve dış etkenler ve egemenler açısından çıkarılan sonuç muhalif güçlerin etkisizleştirilerek tabi kılınması. Atılan adımlar buna yönelik. Bir değişim göstergesi evet ama asıl önemli olan değişimin kapsamı, boyutları ve hedefleri, bağlandığı amaçtır.

Hareket ve değişim çünkü maddesel gerçekliğin, öyleyse toplumsal yaşamın karakteristik temel özelliğidir. “Kader planı” lafazanlığını sürdürenler dahi bunun farkındadır. Ancak onlar, halk kitlelerini başlarına gelene -daha açık deyişle sermaye sahipleriyle devlet yöneticileri tarafından izlenen ekonomi politikaların ürünü olan dayatmalara- rıza göstermeye ikna etmek için bu söylemi sürdürürler. Bir tür şeriatçı düzen dayatmasının görüldüğü Erdoğan yönetimi dönemi bunu sergileyen örneklerle doludur.

Sadece Erdoğan iktidarı döneminde uygulanmakla kalmayan, onun daha önceki burjuva yönetimlerinden devralarak daha pervasız şekilde uyguladığı ekonomi politikalara yönelik tepkilerin günlük insan ilişkilerinde ve seçimler dahil politik göstergeler üzerindeki etkisinin daha açık şekilde görüldüğü bir dönemde, belirli sınırlar dahilinde değişim ihtiyacı burjuva yönetimi ve parti fraksiyonları yönünden de kaçınılmazdır. Ancak onlar için önemli olan halk kitlelerinin devrimci sosyalist düşünce alanına girmesini önleyecek bir değişim sınırlarındaki değişimi, olası ve ancak olabilir gösteren bir mantık yürütme ve kabullenmenin hakim olmasını sağlamaktır. Böylece sistem biçimsel bazı değiştirilmiş yasal ve fiili uygulamalarla devam edip gidecektir.

Uzlaşıya yönelik çağrı ve buna aykırı düşer görünen saldırı yoğunluğu, mevcut durumu ve olası gelişmeleri veri alarak “planlanmakta”dır! Sermaye cephesi yönünden, kitlelerin dikkatinin sermaye politikalarına, politik taktiklerine yoğunlaştırma gibi bir hedefe de sahiptir.

Toplumsal mevcut durumun ‘emek cephesi’ yönünden öne çıkan özellik ise onlara bu manevra alanında oynama olanağını halihazırda sunacak platformdadır. Sınıf hareketinin parçalı-bölünmüş durumu, tekil direnişleri birleştirme pratiğinin zayıf oluşu, bu durumun da ileri-aktif ve mücadeleci kesimlerin saflarında moral bozucu etkide bulunması dönemimizin gerçeklikleri arasındadır ve devrimci-sosyalist hareketin de başlıca sorun ve zorluklarından biridir.

İşçi sınıfı ve kent-kır emekçi hareketinin bölünmüşlüğü ve kendi taleplerini savunmada geriye düşmüş olmasının yanı sıra, son yıllarda çok daha belirgin biçimde görüldüğü üzere, ABD’den Almanya, Fransa ve Türkiye’ye çeşitli ülkelerde, sömürülen ve ezilenlerin küçümsenemez kesimleri düzen partilerine ve onların denebilir ki en gerici olanlarına destek verdiler. Sebepleri ve kitleleri buna sürükleyen beklentiler hayli çeşitli olmakla birlikte işçi sınıfı devrimcileri ve devrimci demokratlar açısından diğerlerinden de önemli olanı, güven verici birleşik bir mücadele alternatifinin somut şekilde ortaya konmasını başaramamış olmalarıdır. Bu hem tekil devrimci parti ve örgütlerin kitlelerle bağının zayıflığı hem de bir araya gelip eylemde birlik perspektifiyle asgari talepler etrafında bir güç olarak sermaye, devleti ve hükümetlerinin karşısına dikilememiş olmalarıyla da bağlıdır.

Bu genel durumun günümüzdeki önemli bir özelliği de kapitalistlerin çıkarlarına işleyen düzeni değiştirme yönündeki uğraşıların başarı “şansının olmadığı” düşüncesinin yaygın bir etki gücü kazanmış olmasına görünürde maddi dayanak oluşturmasıdır. Her gün ve neredeyse her saat göz önünde yaşanan değişimin çok büyük oranda tek yanlı ve sadece egemen güçler yönünde sonuçlar doğurduğu yanılgısına dayanan bu kaderci anlayış, “Yapılacak bir şey yok” düşüncesinin yaygın etki göstermesine de yol açmaktadır.

Oysa günlük yaşamını sürdürme-temin etme derdinde ve ‘kendi halindeki’ her yurttaş, kendisini de çevreleyen yeme-içme-barınma ve bunlar için gerekli maddelerin üretimini içeren, en basitinden ve fakat en zorunlu olan bir yaşam kavgasının doğrudan içindedir. Gün yok ki geçim zorlukları nedeniyle yakınanların öfkeli konuşmalarıyla karşılaşılmasın. Sokaklarında dilencilerin arttığı, kentlerinin devlet organlarıyla iç içe geçmiş çetelerin savaş alanına döndüğü, iş yerleri, fabrika ve atölyelerinde patronlarla ücretli emekçilerin farklı çıkarları nedeniyle karşı karşıya geldiği; önceki yüzyılı bir yana son kırk yıldır ülke gündeminden eksik olmayan Kürt sorunu nedeniyle kavga, tartışma, çözüm vs. eylem ve tartışmalarının sürüp gittiği bir yaşam pratiğidir söz konusu olan. Sermaye çıkarlarını savunan burjuva partileri, bu koşulları gözeterek ve işçilerin ve halkın diğer kesimlerinin dağınıklığı ve sermaye politikalarına karşı birleşememiş olmalarından yararlanarak oyalayıcı-yanıltıcı söylemleriyle durumu idare etme çabasındalar.  

Dünün en zalimane faşistlerinin saflarından çıkanlardan bazısının, örneğin Kürtlerin de hakları olduğunu, eşit yurttaşlık koşullarında birlikte yaşamanın yararlarını işaret edip söylemesi de insan kaderine rıza gösterip sabırla beklemelidir diye vaaz verip buna inananların sırtından milyarder olan din istismarcılarının onca zorbaca dayatmasına rağmen hayatın çelişkileri ve katı gerçekleriyle yüz yüze gelen yeni kuşaklardan insanların farklı düşüncelere ve politik tutumlara yönelmeleri de değişen dünya ve koşulların ürünüdür. Değişim, beklenti, uzlaşı çağrıları ve saldırılar bir aradadır ve tarafların amaç ve hedefleriyle bağlı olarak gündeme gelmektedirler.

Ve bizim açımızdan ya da daha temelli olmak üzere toplumsal hareket açısından “gün”ün başlıca en önemli sorunu, yukarıda da belirtildiği üzere işçilerin, sömürülen bir sınıfın unsurları-mensupları olma bilinciyle sermaye karşıtı harekette birleşmeyi henüz yeterince ya da hatta asıl olarak başaramamış; işçi sınıfı devrimcileriyle devrimci demokrat parti ve örgütlerinse bu alanda, dar sınırları aşamamış olmalarıdır.

Örneğin, bir dönem Tariş işçilerinin ve sonra bazı maden işçilerinin yaptıklarına benzer biçimde, Çayırhan madencileri yerin derinlerine kendilerini kapatarak sermaye ve devletine karşı ekmek kavgasının ‘Ekmeğini taştan çıkarma’dan da daha zor olduğunu göstermeye çalışıyorken, henüz yeterli bir sınıf desteğini görmememiş olmaları bunun göstergeleri arasındadır. Onlar yerin altından üstüne seslenerek mücadelenin büyümesi ve genişlemesi çağrısında bulunur, mevcut durum değişsin, kendi eylemlerinin sınırları da aşılsın isterken, destek henüz oldukça eksikli ve zayıftır.

Bu durum sadece doğru düşünce savunusunda ısrarla -ki bu gerekli koşullardan biridir- aşılamaz. Siyasal pratik mücadelede, tıkanıklıkların aşılması ancak yığınların taleplerinin sahiplenilmesi zemin alınarak en geniş kitlelerle iç içe bir faaliyetle başarılabilir. Genel bir görüş açısından söylenecek olursa her eylem belirli bir hedefe ulaşma amacıyla bağlıdır ve insanı belirli bir düşünce ve eylem yönünde güdüleyen etkenlerle bağlı olarak mevcut durumu değiştirme işlevi görür. Bu işlevin yerine gelmesi/gerçekleşmesi ise koşullara ve güç ilişkilerine bağlıdır. Ama koşulların ve güç ilişkilerinin değişimi de toplumsal ilişkiler içindeki insanın ve kolektif örgütlü güçlerin eyleminden bağımsız olarak kendi kendine gerçekleşmiyor.                                                           /././

(Evrensel)





Öne Çıkan Yayın

soL " Köşebaşı + Gündem" -3 Ağustos 2025-

  Kartallı Kazım’dan Molla Mahmut’a: Kurtuluş kavgasında bizimkiler -Toprak Tütünsüz- İyiye, güzele doğru olan ne varsa hep karşısında duran...