28 Kasım 2024 Perşembe

Evrensel "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -28 Kasım 2024-

İsrail ile Lübnan arasında sağlanan ateşkes antlaşması yürürlüğe girdi

Lübnan ile İsrail hükümetlerinin onaylamasının ardından ateşkes antlaşması yürürlüğe girdi. Ateşkes antlaşması yürürlüğe girene kadar Lübnan'da 29 kişi yaşamını yitirdi.(https://www.evrensel.net/haber/535312)

                                                          ***

22. ölüm yıldönümü/Bir sis çanı: Melih Cevdet Anday -Tarık Özyıldırım-

Şairin, şiirin, edebiyatın bir görevi vardır Melih Cevdet’in gözünde: Gerçekleri olduğu gibi aktarmak.

Orhan Veli (soldan birinci), Oktay Rıfat (soldan üçüncü), Melih Cevdet Anday (soldan dördüncü) ve üçlünün yanındaki diğer kişi Şinasi isimli bir arkadaşlarıdır | Fotoğraf: Beykoz Belediye Başkanlığı Yayınları

“Ona bir kitap vereceğim/ Rahatını kaçırmak için…”¹ Bu dizelerin sahibi Melih Cevdet Anday, bizlere nice şiirler, romanlar, tiyatrolar, denemeler bırakır; rahatımızı kaçırmak için, karanlığın içinde bir sis çanı olmak için, insanoğlunun zifiri zamanlarında eşitsizliğe, savaşa, haksızlığa karşı uykumuzu bölmek için.

ŞİİRİN DEVRİMCİ HAREKETİ 

Melih Cevdet, şiire 11-12 yaşlarında Kadıköy Ortaokulunda başlar. Şiirler, hikayeler yazıp arkadaşlarıyla değiş tokuş eder. Edebiyata olan bu bağını evdekilerle paylaşmaz. Babasının onun şiirlerini küçümsemesinden korkar ve yazdıklarını çocuk yüreğine sığdırır. Melih Cevdet, daha sonra ailesiyle birlikte Ankara’ya gider ve Ankara Gazi Lisesine kaydolur. Delikanlılık çağının en güzel yıllarını, burada tanıştığı Orhan Veli ve Oktay Rifat ’la yaşar. “Tanışmamız galiba 1931 yılına düşer. Liseyi bir mektepte okuduk. Benden bir sınıf yukarıdaydı. Kimi dersten kaçar, demiryoluna iner, ahşap istasyon binasında şiirden, tiyatrodan konuşurduk. ‘Sesimiz’ adlı okul dergisinde şiirler yazardık. Delikanlılığımızın hemen bütün güzel günleri bir arada geçti.”²

Melih Cevdet’in ilk şiirleri geleneksel tarzdadır. Bu dönem için “Şiire ustasız başlamış bir o zamanım ben. İlk şiirim ölçülü, uyaklıydı”³ der. Ölçülü, uyaklı ilk şiiri “Ukde” 1936’da Varlık dergisinde yayımlanır. “Bir gün ışığa döner yaprak,/ Üzümler kızarır kütükte,/ Elbette diner bu sağanak,/ Kaybolur içimdeki ukde.”¹

Melih Cevdet; Oktay Rifat ve Orhan Veli’yle çağdaş Türk şiirinin en devrimci hareketini başlatırlar. 21-22 yaşlarında bu üç genç, geleneksel şiire kafa tutar. Melih Cevdet, Garipçilerin geleneksel şiire kafa tutuşunu şöyle dile getirir: “Dünyayı şakaya alıyorduk. Gerçekten devrimci bir şiir olduğunu sonradan anladım. Çünkü bu şiir alaydan çıkmıştı. Alay etmezseniz bir şey çıkaramazsınız. Biz düpedüz alay ettik.”²

Geleneksel şiire kazan kaldıran genç şairler; birçok alaya, hakarete karşın şiiri temelden değiştireceklerine inanırlar. 1937’de başlayan bu asi şiir hareketi 1941’de “Garip” adlı ortak şiir kitabıyla bir manifestoya dönüşür. Artık şiirde ne kafiye ne ölçü ne de sanatlı bir söyleyiş vardır. Şiir; sıradan insanın, sıradan hallerini anlatır. “Bir misafirliğe gitsem/ Bana temiz bir yatak yapsalar/ Her şeyi, adımı bile unutup, Uyusam…”¹

UYUYAMAYACAKSIN

1940’lı yıllara gelindiğine Melih Cevdet, Garip akımının sosyalist bir şairi olarak görür kendini. Garip şairlerine yöneltilen “CHP diktasının şairleri” etiketini bir çırpıda yırtıp atmak istercesine şiirler yazar. Polislerce takip edilen, işten atılan, sürgün edilen bir şair nasıl olur da iktidar partisinin bir şairi olabilir ? diye sorar insanlara ve şu dizeler dökülür dilinden: “İşsizliğin yeniden başladı/ Açlığın, susuzluğun da/ … Dayan bre Melih…”¹

Kendilerine yöneltilen suçlamalara şöyle cevap verir: “Nâzım Hikmet şiirlerini şu veya bu tarzda sürdürmek isteyenler, bizi politik içerikten yoksun saymaları yanlıştır. Bizim politik bir içeriğimiz vardır bu solcu bir içeriktir. Bu yüzden polis bizi izlerdi. Beni o ara Balıkesir’in Ömerköyü’ne sürdüler. Altı kez işimden oldum.”²

Melih Cevdet; 1946’da yayımlanan ilk şiir kitabı "Rahatı Kaçan Ağaç”, ardından “Telgrafhane” ve “Yanyana” kitaplarıyla nereden gelirse gelsin zulme, haksızlığa karşı şiirini hazır olda bekletir. Melih Cevdet, ağabey dediği Nâzım Hikmet gibi şiirde slogan atmaz ama içindeki sosyalist inançla şiirler yazar. “Nâzım Hikmet’in temsil ettiği şiir yüksek sesli şiirdir. Hitabet gibidir, meydanlarda okunur. Bizimki odada okunacak şiirdir, günlük konuşma gibidir. Bu açıdan bakıldığında hitabet dediğim şiirde kahramanlar yücelikleriyle gösterir kendini. Bizim şiirimizde alelade adamlar vardır.”²

Şairin, şiirin, edebiyatın bir görevi vardır Melih Cevdet’in gözünde: Gerçekleri olduğu gibi aktarmak. “Bir şiirde, bir hikayede, bir romanda, bir piyeste memleketimize ait acı bir gerçek gördüler mi köpürüyorlar; sanatkarları bozgunculukla, yurdunu sevmemekle suçluyorlar.”⁴ İnsan olmanın, sorumlu olmak olduğu gerçeğiyle hareket eden Melih Cevdet, insanın insanca yaşaması için kalemine var gücüyle sarılır ve bir aydın portresi çizer. “Uyumayacaksın/ Memleketinin hali/ Seni seslerle uyandıracak/ Oturup yazacaksın/ Çünkü sen artık o sen değilsin/…Uyuyamayacaksın/ Düzelmeden memleketin hali/ Düzelmeden dünyanın hali/ Gözüne uyku giremez ki.../ Uyumayacaksın/ Bir sis çanı gibi gecenin içinde/Ta gün ışıyıncaya kadar/Vakur metin sade/ Çalacaksın.”¹

BİR ÇİFT GÜVERCİN HAVALANSA

Melih Cevdet, 1956’da yayımlanan “Yanyana” adlı şiir kitabıyla bu zulüm, bu haksızlık, bu işkence neden diyerek dünya şiir tarihinin en aydınlık şiirlerinden birine imza atar: “Anı”  

ABD emperyalizmine başkaldıran Amerika Komünist Parti Üyesi Julius ve Ethel Rosenberg çiftinin hikayesidir bu şiir. Rosenbergler Ruslara ajanlık yaptıkları gerekçe gösterilerek idama mahkum edilirler. Suçsuz yere idama gitmeleri, dünyada büyük tepki toplar. Brecht, Sartre gibi aydınlar kampanyalar başlatır. Bu gelişmeler üzerine suçlarını kabul etmeleri durumunda idam edilmeyecekleri söylenir. Rosenberg çifti ise bu iftiraları asla kabul etmeyeceklerini söyleyerek geride iki çocuk bırakarak evlilik yıl dönümlerinden bir gün sonra 19 Haziran 1953’te elektrikli sandalyede idam edilirler. Melih Cevdet de bu onurlu duruşu, “Anı” şiiriyle selamlar. “…Nice aşklar arkadaşlıklar gördüm / Kahramanlıklar okudum tarihte / Çağımıza yakışan vakur, sade / Davranışınız geliyor aklıma  / Bir çift güvercin havalansa  /  Yanık yanık koksa karanfil / Değil unutulur şey değil / Çaresiz geliyor aklıma.”¹

Umut bir ağaçtır, gökleri sarar dizleriyle başlayan “Yanyana” adlı şiir kitabı komünist propaganda yaptığı gerekçesiyle toplatılır. Melih Cevdet, kitabın toplatılmasını şöyle anlatır:  “ 1956’da basılmış olan Yanyana adlı şiir kitabım Türk Ceza Yasası’nın 142. maddesine aykırı görülerek toplatılmış ve yedi buçuk yıl hapis cezası istemiyle dava açılmıştı.” Kitapta, bilirkişi raporuyla komünist propaganda sayılan “Olsun da Gör” şiirindeki “Yazık olur bu düş yarı kalırsa / Barış günü insan hakkı yenirse / Köroğlu'nun sözü dinlenmelidir / Sivas ilinin Banaz  köyünden /Pir Sultan Abdal dirilmelidir…”¹ dizeleridir. Kitap, kısa bir süre sonra bilirkişinin değişmesiyle aklanır.

OZAN DEĞİŞİR, DEĞİŞTİRİR

Melih Cevdet, 1960 sonrası “ Ozan icat etmez, keşfetmez, değiştirir” düşüncesine uygun olarak şiirinin yatağını değiştirir. Somutun egemenliğinden soyuta geçer. Kolları Bağlı Odysseus, Göçebe Denizin Üstünde, Teknenin Ölümü, Ölümsüzlük Ardında Gılgamış gibi şiir kitaplarıyla insan-doğa ilişkisi üzerine yeni bir dil oluşturur.” İşte avuç avuç serpiyorum bütün/ Sözcükleri kuşlara, gül diplerine,/ Güneşin dudağına, sıçrayan sabahın/ Eteğine, kırmızı kadifesine kayaların…”¹

Ömrüm var oldukça şiir yazdım diyen Melih Cevdet, 22 yıl önce 28 Kasım 2002’de ardında kalanlara selam ederek aramızdan ayrılır. O çok sevdiği Orhan Veli ve Oktay Rifat’la ahşap istasyon binasında delikanlılıklarının en güzel çağında olduğu gibi gülüp şiir yazmaya devam ediyorlardır belki de… Kim bilir?  “Dört kişi parkta çektirmişiz,/ Ben, Orhan, Oktay, bir de Şinasi.../ Anlaşılan sonbahar/ Kimimiz paltolu, kimimiz ceketli/ Yapraksız arkamızdaki ağaçlar...” ¹

¹Melih Cevdet Anday, Bütün Şiirleri, Everest Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 2024²Melih Cevdet Anday, Kalabalığı Şiiri, Everest Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2016³Melih Cevdet Anday, Şiir Yaşantısı, Everest Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2022⁴Melih Cevdet Anday, Suçumuz Edebiyat, Everest Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2017

                                                            /././

Aile Bakanlığı bütçe görüşmelerinde kadın cinayetleri protestosu: Tasarruf sığınmaevlerinden mi yapılıyor?

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığının 2025 yılı bütçe teklifi görüşmeleri kadın cinayetleri protestosu ile başladı. CHP milletvekilleri öldürülen kadınların isimlerinin yazılı olduğu bir pankart açtı.(https://www.evrensel.net/haber/535337)

                                                             ***

Resmi Gazete'de yayımlandı: Belediyelerin bütçeden aldıkları pay kesilecek

Erdoğan'ın imzasıyla belediye şirketlerinin borçları nedeniyle, belediyeye aktarılan paydan kesinti yapılmasına karar verildi. CHP'li Zeybek: "Amaç milletin hizmetlerden mahrum kalmasını sağlamaktır."

(https://www.evrensel.net/haber/535330)

                                                                   ***

Niye dövüyoruz?-Metin Nacaroğlu-

Ormanını, yaşadığı köyünü, bahçesini korumak için direnen, çabalayan Akbelen köylüsünü niye dövüyoruz? 

Yaylasını, doğasını, deresini, suyunu, çocukları, torunları için korumaya çalışan, direnen Karadeniz insanını niye dövüyoruz?

Dünyanın en güzel havası, en derin ormanı, en ulu ağaçları ile güzelim Kaz Dağları üç kuruşluk altın çeteleri tarafından yağmalanmasın diye şarkılarla, türkülerle direnen insanları, kadın, çocuk demeden niye dövüyoruz?

Günde birden fazla kadının sırf kadın oldukları için öldürüldüğü ülkemde katledilme korkusu ile 7 milyondan fazla kadınımız cep telefonu uygulamasına sığınmışken ve “yeter artık” diyebilmek için yürümeye çalışırken, kadınlarımızı niye dövüyoruz?

Madende katledilen insanların çocuklarını, eşlerini, annelerini, babalarını sadece haklarını aradıkları, katillerden hesap sordukları için niye dövüyoruz?

Hem de bu dövme işini üzerine polis, jandarma diye üniforma giydirdiğimiz ve tam da direnen insanlarla aynı yerde olması gereken insanlara niye yaptırıyoruz?

Ülke nüfusunun en tepedeki yüzde 1’i ülke kaynaklarının yarıya yakını yesin diye olabilir mi?

Toplumun yarısından fazlası açlık sınırı altında yaşarken mübarek İstanbul’un necip 34 kişisi dolar milyarderi olsun ve kimsenin sesi çıkmasın diye olabilir mi?

Masayı, koltuğu ele geçirmiş zibidiler, yüzde 10 komisyonlarıyla şunun şurasında 20, 30 yıl daha rahat ve zengin yaşasınlar diye olabilir mi?

Kimse hırsıza “hırsız”, katile “katil”, uğursuza “uğursuz”, küfürbaza “arsız” diyemesin diye olabilir mi?

Bilmezler mi?

Sayılmayız parmağ ile

Tükenmeyiz kırmağ ile…                        /././

CHP ile Cumhur ve sınama yanılma…-Mustafa Yalçıner-

Bahçeli’nin “Öcalan çağrısı” ve ikinci kayyım dalgasının ardından “Püskürtmek için ne yapılmalı?” tartışması yerine hâlâ “papatya falı” açılıyor. Görüşen Cumhur liderlerinin “Aramızdan su sızmıyor” açıklamalarına rağmen gazeteci ve politikacılarıyla burjuva muhalefette hâlâ “Erdoğan bilmiyordu” ısrarı sürüyor. Adamların da zaten ısrarcıları ikna amaçları yok. Bu derbeder tartışmanın sürmesinden hoşnutlar.

Tartışma sürerken oysa üçüncü kayyım dalgası geldi. Birincisi, Van’da denenip tepkinin yüksekliği nedeniyle geri çekilirken Hakkâri’ye kayyım atanmasıydı. DEM’i hedef almıştı. Yine de tüm muhalefet tepki vermişti. İkinci dalga, ne kadar “havuç” denebilirse, hemen Bahçeli “havuç”unun peşi sıra geldi. Bu kez üç DEM belediyesiyle DEM’le “kent ittifakı” bağlantılı CHP’li Esenyurt Belediyesi hedef alındı. Tepki az olmadı. Dördüncü dalgaya ise birkaç gün önce tanık olduk. “Emek ve Özgürlük” İttifakının Dersim ve CHP’nin Dersim-Ovacık Belediyesi hedefteydi.

Dikkat edilsin, adım adım, sadece muhalif partilerin değil, halkın da tepkileri ölçülerek ilerleniyor. Ve muhalefet bölünmeye çalışılıyor.

Cumhurun AKP’si ile MHP’si arasında tartışma olmasa bile bu yönüyle bir fark var. Bahçeli fazla ideolojik davranır ve örneğin Meclisteki sayısına önem vermeden, haklarındaki iddialar nedeniyle üç vekilini hemen istifa ettirirken AKP ya da Erdoğan sayılar ve oy ya da halk desteğini önemsiyor. O hâlâ Bahçeli ve MHP gibi paldır küldür yürünmesi yanlısı değil ve süreci bu yaklaşım yönetiyor. Sonraki adımları hesap edilmemiş ya da hesabı olanaklı kılacak koşulların oluşması için ertelenmemiş bir Cumhur yürüyüşüyle karşı karşıya değiliz.

Adım atılıp az bekleniyor, gözleniyor ve devam ediliyor.

Gözlem özellikle ana muhalefet CHP’nin tepkileri üzerine. Derbeder tepkiler hoşnutluk yaratırken az çok ciddi olanları düşündürüyor. AKP ve MHP’liler içeri alınırken, hiçbir yasal dayanağı ve açıklaması olmadan CHP hedef alınarak Esenyurt Belediye Meclis üyelerinin de 11 gün belediye binasına sokulmaması ve belediyelerin kreş açamayacakları, açılmış olanlarınsa kapatılacağı içerikli MEB yazısı bu içerikliydi. Kılıç çatan teğmenler sorunu da.

İkinci gözlem odağıysa halkın tepkisi. Çünkü asıl korkulan o ve davranışlarının “çizgiyi aşma” ihtimali. Kaç kişi tepki veriyor? Muhalefetin ne kadarını da çağırıp çağırmadığı önemli olmakla birlikte protesto gösterilerine kaç kişi, hangi dozda tepkilerle katılıyor?

Gidişatın yönü belli. Adımlar, burjuva muhalif çevrelerde “daha otoriter yönetim”, “otoriterliğin dozajının artışı” olarak tanımlanması yaygınlaşmakta olan faşizme doğru.

Ancak Hitler ya da Mussolini’nin gelişinden farklı bir gidişatla yüz yüzeyiz. Öncesinde de vardılar ama onlar asıl, kapitalizmin büyük bunalımı (1929 krizi) koşullarından çıkıp geldiler. Krizi ve Almanya’da I. Büyük Savaş’taki yenilginin üzerine gelen aşağılanmayla İtalya’da umduğunu bulamama duygusunu iyi kullanarak küçük muhalefet partilerinden giderek büyüyüp iktidar oldular.

Bizdekilerin “şanssızlığı” zaten iktidarda oluşları. Almanya ve İtalya’da faşizmin iktidar oluşundan farklı olarak, Cumhurcular düzeni ve tekelci düzen partilerinin yaptıkları ya da yapmadıklarını suçlayarak ilerleme olanağından yoksunlar. Türkiye ve özellikle ekonomisini batağa sürükleyen kendileri. Halkı, özellikle emeğiyle geçinenleri açlıkla terbiye ve öfkeden burunlarından soluma noktasına getiren başkaları değil. Ve o başkalarını suçlayarak iktidara yürüme değil, tersine iktidarlarını koruyarak pekiştirme durumundalar.

Bu nedenle, Hitler ve Mussolini gibi, zamanın sosyal demokrasisinin yatıştırıcılığına “adam sende” deyip boş vererek ellerindeki tüm olanakları alıp tüm muhalif partileri bir çırpıda kapatamıyorlar. Halkın tepkisini ölçüyorlar. Devlet kuruculuğuyla övünen ana muhalefet belediyeler türü olanakları da ellerinden alınırken kendisinin de bir bileşeni olduğu düzeni ne kadar ve nasıl savunacak? Sokağa çıkma ve halkı sokağa çağırma yönüyle Özel CHP’si Kılıçdaroğlu’nunkinden farklı ama ne kadar farklı, ölçmeye çalışıyorlar. Mızmız edildikçe bir ileri adım daha atıyorlar.

Papatya falı yerine Cumhur ilerleyişi karşısındaki tutumun tartışılmasının önemi burada!

                                                             /././

Efes Selçuk Meryem Ana evindeki nöbete jandarmadan şafak baskını -Özer Akdemir-

Meryem Ana Evi'nin otopark işletmesinin Selçuk Belediyesinden alınarak Tarım ve Orman Bakanlığına devredilmesine karşı devam eden nöbete jandarma müdahale etti.(https://www.evrensel.net/haber/535310)

                                                            ***

MESEM öğrencilerinin haklara ve özgürlüklere erişim raporu: İşten eve, evden işe, hep iş

FİSA Çocuk Hakları Merkezi tarafından hazırlanan “Mesleki Eğitim Merkezi (MESEM) öğrencilerinin haklara ve özgürlüklere erişim raporu” yayımlandıRaporun sunumunda “MESEM’li öğrencilerin yaşadığı hak ihlalleriyle ilgili durum tespiti yaparak bu ihlalleri görünür kılmayı amaçlayan rapor; İstanbul, Diyarbakır, Adıyaman ve Gaziantep illerinde yapılan saha çalışmasının bulgularını sunmaktadır” bilgisi paylaşıldı. Araştırma ekibinde Nail Dertli, Alper Yalçın, Ezgi Orak, Esin Koman, Ezgi Koman yer aldı.(https://chm.fisa.org.tr/mesleki-egitim-merkezi-ogrencilerinin-ciraklarin-haklara-ve-ozgurluklere-erisim-raporu-yayimlandi/)

(https://www.evrensel.net/haber/535401

                                                                    ***

Yeşil dönüşüm ve dijitalleşmenin kirli yüzü -Burkay Rende-

Teknoloji ve maden şirketleri yeşil teknolojinin, dijitalleşmenin ve bunların üretimi için kullanılan nadir metallerin zararı olmadığını, hatta doğanın kurtarıcısı oldukları yalanını sayıklıyor.

Milattan önce 1200 yılına doğru, bugün haritada Türkiye’nin güneyine denk düşen bölgede, Hititler hafif ve yaygın bir metal olan demiri eriterek daha kolay kullanılabilen ve daha etkili silahlar tasarladılar. Hatta, bazı tarihçilere göre 15. yüzyıldan itibaren Avrupalıların Amerika kıtasındaki fetihleri ancak bu silahlar sayesinde gerçekleşebildi. Demir ve karbon alaşımı sayesinde ilk obüs kovanları, modern parça tesirli ilk el bombaları, askerler için daha sağlam miğferler, zırhlı tanklar üretilebildi. 1914 yılına gelindiğindeyse, hepsi bir araya gelip dünya topraklarını paylaşma yarışına olabilecek en şiddetli biçimde giriştiler. Günümüzdeyse emperyalistlerin karşılığında dünyanın ödeyeceği bedeli düşünmeksizin sahip olmayı amaçladıkları yeni kıymetlileri var: Nadir metaller.  

Nadir metaller, adından da anlaşılacağı üzere doğada az bulunan ve özel kimyasal özelliklere sahip bir grup element. Bu metaller, küçük boyutlarına rağmen modern teknolojinin olmazsa olmazı haline gelmiş durumda. Telefonlardan elektrikli arabalara, bilgisayarlardan rüzgar türbinlerine kadar birçok alanda kullanılıyorlar. Ayrıca günümüzde sıkça kulağımıza çalınan “yeşil teknoloji”, “yapay zeka” gibi yeni teknolojik gelişmelerin de vazgeçilmez bir parçası.

“Yeşil dönüşüm” ve “dijitalleşme” kavramları, sermaye gruplarının iddialarına göre çevreye duyarlı bir gelecek vadediyor. Ancak, bu teknolojilerin üretimi için gerekli olan nadir metallerin çıkarılması ve işlenmesi, gezegene geleneksel madenlerin çıkarılmasından çok daha büyük zararlar veriyor. Bu çelişkiyse bizi “yeşil aklama” kavramına götürüyor.

Sermayedarlar, ürünlerin çevre dostu olduğu algısı yaratmak için gerçekte yaptıklarından daha çevreci olduklarını iddia ediyor. Bu, genellikle pazarlama stratejisi olarak kullanılır ve tüketicileri yanıltarak ürün veya hizmetlerin satın alınmasını teşvik eder. Bir araştırmaya göre, şirketlerin yüzde 40’ı çevresel iddialarında abartılı ifadeler kullanmakta. Yeşil yıkamanın en klasik örneklerinden birisi, Volkswagen’in araçlarına bir emisyon testinden geçtiğini algılayabilen ve emisyon seviyesini azaltmak için performansı değiştiren bir akıllı cihaz taktığını iddia etmesidir. Volkswagen, bu iddiasından bir süre sonra emisyon testlerinde hile yaptığını kabul etti. Şirket, pazarlama kampanyalarında araçlarının düşük emisyonlu ve çevre dostu özelliklerini halka duyururken bu durum devam ediyordu. Gerçekte, bu motorlar nitrojen oksit kirleticiler için izin verilen sınırın 40 katına kadar yayıyorlardı.

1 KİLOGRAM NADİR METALİN BEDELİ 16 TON KAYAÇ

Nadir metallere dönecek olursak, Guillaume Pitron’un “Nadir Metaller Savaşı” kitabında yer alan verilere göre, 1 kilogram vanadyum üretmek için 8.5 ton kayaç, 1 kilogram seryum üretmek için 16 ton kayaç ve 1 kilogram galyum üretmek için 50 ton kayaç gerekirken, 1 kilogram lutesyum üretmek için tam 1200 ton kayaç arıtılmak zorunda. Bu dağ gibi kayaçların işlenmesi sırasında kullanılan kimyasallar ve ortaya çıkan atıklar, toprak ve su kaynaklarını kirletiyor, ekosistemlere zarar veriyor. Örneğin, Çin’in Jiangxi eyaleti nadir toprak elementleri madenlerinin, çevresindeki suların ve toprakların ağır metallerle kirlendiği, bölgedeki tarım arazilerinin verimsizleştiği bir bölgeye dönüştü. Bölgeyi beton liç havuzları ve plastik bileşenlerle kaplı atık su havuzları süslerken halkın terk etmek zorunda kaldığı alanda da devasa atık su havuzları var. Bu durum, halk sağlığını da ağır bir şekilde tehdit ediyor. Çünkü, bölgede kullanılan kimyasallar ve ortaya çıkan tozlar, solunum yolu hastalıklarına, kanser gibi ciddi sağlık sorunlarına ve zehirlenmelere neden oluyor.

Türkiye’de de henüz işletilmiyor olsa da nadir metal yatakları mevcut. Bunlardan en önemlisi Eskişehir’de bulunan 4 milyon ton rezerve sahip bastnasit-fluorit-barit yatağı. Bunun dışında Malatya’nın Kuluncak yöresinde 1000 ton kadar britolit rezervinin bulunduğu tahmin ediliyor. Elbette bu yatakların işletmeye dönüştürülmesi durumunda Çin’in Jiangxi eyaletiyle aynı kaderi paylaşıp paylaşmayacaklarının cevabı açık.

Üstelik, nadir metallerin geri dönüşüm oranı da oldukça düşük. Dünyadaki altının yüzde 85’i, gümüşün yüzde 50’si, bakır ve alüminyumun yüzde 45’i geri dönüştürülebilirken, nadir toprak elementlerinin geri dönüşüm oranı yüzde 0 ila yüzde 10 arasında kalıyor. Bu durum, nadir metallerin çıkarılması ve işlenmesi ihtiyacını daha da artırıyor ve gezegen üzerindeki zararın katlanmasına yol açıyor.

SERMAYENİN YEŞİL YALANLARI

Yıllar boyunca sermaye sözcüleri ve yayımları her fırsatta yeni teknolojilerin sağlıklı ve verimli oluşundan bahsediyor. Bu bahsin başında güneş enerjisi santralleri geliyor ancak sanıldığı kadar çevre dostu ve verimli değiller. Güneş enerjisi sanayisi için malzeme üreten Uragold Şirketinin Eski Yöneticisi Bernard Tourillon, tek bir güneş panelinin üretiminin, özellikle içindeki silisyumu hesaba katarsak, 70 kilogramdan fazla CO2 saldığını söylüyor. Önümüzdeki dönemde güneş panellerinin sayısının her yıl yüzde 23 artması bekleniyor ki bu güneş enerjisi kapasitesinin her yıl 10 gigawatt artması demek. Bu da 2.7 milyar ton karbonun atmosfere salınması anlamına geliyor, yani bir milyardan fazla otomobilin bir yıl kullanılması sonucunda ortaya çıkana denk bir miktar. Termal güneş enerjisi ile çalışan panellere baktığımızda çevresel etkiler daha da ağırlaşıyor: Bu teknolojilerden bazıları her megawatt/saat elektrik için 3 bin 500 litreden fazla su kullanır. Bu da bir gaz santraliyle kıyaslandığında üç buçuk kat fazla su tüketimi demek. 

Konunun ikinci oyunbozanı ise elektrikli otomobil bataryaları. Elektrikli araçlarda kullanılan lityum-iyon bataryaların yüzde 20’si grafit, yüzde 10’u nikel, yüzde 8’i bakır, yüzde 3’ü de kobalt, ama içlerinde lityum, düşük miktarda manganez, yüzde 15 çelik ve yüzde 10 kadar da alüminyum var. Bu verilerin üstüne bir de bu nadir metallerin arıtılmaları ve taşınıp toplanmaları için gereken lojistik süreç eklendiğinde elektrikli otomobilin sadece üretim süreci petrolle çalışan bir otomobilin üretim sürecinden daha çok enerji tüketir. Buna karşın, araçların toplam ömrüne kıstas alarak baktığımızda elektrikli araçlar gerçekten avantajlı. Petrol kullanılmadığı için atmosfere çok daha az karbon salmakta ve araç baştaki borcunu kolayca geri ödeyebilmekte. Ancak, yaygın yapılan bu kıyaslamada elektrikli araçların hızlı yıpranan bataryalarının yenilenmesi hesaba katılmıyor. 

Uzun bir süredir ve sıkça dijitalleşmenin dünyaya sağlayacağı faydalardan bahsediliyor. Örneğin belgelerin, faturaların, kitapların ve diğer birçok materyalin elektronik ortama aktarılmasını sağlayarak kağıt tüketimi önemli ölçüde azalacağı için karbon emisyonlarının düşecek olması. Çevrim içi toplantılar, uzaktan eğitim ve e-ticaret gibi uygulamalar, fiziksel olarak seyahat etme ihtiyacını azaltarak ulaşım kaynaklı karbon emisyonlarının düşmesi. Bu gibi argümanların ardındaki gerçeği görebilmek adına daha yakından incelemekte fayda var. Dijitalleşme sürecinde başrol oynayan cihazların üretiminde nadir metallerin yoğun kullanımından söz etmiştik, bu cihazların üretim sonrası enerji tüketimleri de dikkat çekici.

Dijitalleşmenin kağıt kullanımını azaltarak ve kaynak tüketimini sınırlayarak çevreye daha az zarar verdiği esasında sermayenin kendisine yeni bir kazanç kapısı açmak amacıyla ortaya attığı bir yalan. Dijital cihazların üretimi ve veri merkezlerinin işletilmesi, ciddi miktarda nadir metal ve enerji gerektiriyor.

Dünyada dijitalleşmenin öncülerinden Google, Facebook ve Microsoft gibi şirketlerin veri depolama merkezleri, iletilen verileri yönetmek ve soğutma sistemlerini çalıştırabilmek için devasa miktarda enerji tüketiyor. Tek bir veri merkezi bile, günlük 30 bin kişilik bir şehrin enerji ihtiyacına eş değer miktarda enerji tüketebiliyor. Son dönemde popüler hale gelen görüntü merkezli yapay zekalar ürettiği her görüntüde önemli oranda enerji tüketiyor. Üretken yapay zekayı kullanarak sadece bir adet görüntü elde etmek ortalama bir akıllı telefonun şarj olabileceği miktarda enerji harcıyor. Goldman Sachs raporuna göre, dünya çapındaki veri merkezleri, şu anda toplam enerjinin yaklaşık yüzde 2’sini tüketiyor ancak bu oranın 2030’a kadar yüzde 4’e yükseleceği tahmin ediliyor. Örneğin, 2023 yılında 86.3 milyon dolar gelir elde eden Google, bu gelirin 33.7 milyar dolarını yapay zeka projelerinden elde etti. Yani, görünürde “yeşil” olan dönüşümün arka planında sermayenin kâr hırsıyla bezenmiş büyük bir enerji israfı yatıyor.

                                                             /././ 

Şevket Çoruh'tan tarikat sahnesine gelen cezaya tepki: Ödül sayarım.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın "Dini değerlere saldırılıyor" sözleriyle hedef aldığı "Arka Sokaklar" dizisine RTÜK’ten ceza geldi. Oyuncu Şevket Çoruh, "Ödül sayarım" diyerek karara tepki gösterdi.(https://www.evrensel.net/haber/535397)

                                                                ***

Narin Güran cinayeti: Aile bireylerinin toplantı görüntüsü dava dosyasında

Çocuğun cansız bedeninin bulunmasından 1 gün önce aile üyelerinin yaptığı toplantının görüntüsü dava dosyasına eklendi.Aile üyelerinin, Narin’in amcası Erhan Güran’ın evinde yaptığı toplantı ve aile üyesi olmadığı tahmin edilen 1 kişiye sorular sorup, daha sonra gönderdikleri güvenlik kamerası görüntüleri Diyarbakır Barosu tarafından mahkemeye sunuldu. Narin’in cansız bedeninin bulunmasından 1 gün önce 7 Eylül’deki güvenlik kamerası görüntüleri mahkeme heyeti tarafından izlenerek dava dosyasına eklendi. Türkçe ve Kürtçe yapılan konuşmaların deşifre için Diyarbakır Bölge Kriminal Polis Laboratuvarı’na gönderileceği öğrenildi. Görüntülerde; Narin’in babası Arif Güran ile amcası Erhan Güran’ın da olduğu aile üyelerinin, aileden olmadığı tahmin edilen bir kişiye Narin ile ilgili Türkçe ve Kürtçe sorular sordukları, bir süre sonra aile üyelerinden birinin sinirlenip, o kişiyi oturduğu yerden kaldırdığı, ardından o kişinin bir aile üyesiyle ayrılarak görüntüden çıktığı anlar yer aldı.(https://www.evrensel.net/haber/535371)

                                                                   ***

Geçinemeyenler -Erkan Aydoğanoğlu-

Meclis Plan ve Bütçe Komisyonunda görüşülen bütçe, halktan çok patronların taleplerini dikkate aldığı gerekçesiyle eleştiriler aldı. İlgili bakanların bile bütçe ödeneklerini savunmakta zorlandığı 2025 bütçesi, önümüzdeki haftadan itibaren Meclis Genel Kurulunda görüşülmeye başlanacak.

Son 23 yılda, ülke tarihinin en yüksek vergi miktarı (3 trilyon dolar/104 trilyon lira) toplanmış olmasına rağmen, merkezi bütçeden genel kamu hizmetlerine ayrılan pay neredeyse yarı yarıya azaltıldı. AKP iktidarları döneminde halktan toplanan vergiler ve devlet borçlanmaları dikkate alındığında, Türkiye ekonomisinin en az iki katı büyüklüğündeki bir kaynağın iç edildiği ortaya çıkıyor. Aynı süreçte, kimlerin nasıl zenginleştiği ve halkın büyük bölümünün derin yoksulluğa nasıl itildiği biliniyor.

Toplumun geniş kesimleri, satın alma gücü açısından geçmiş yılları arar hale getirildi. “Geçinememek”, temel harcamaları sürekli artarken gelirleri bu artışı karşılamayan milyonlarca emekçinin ortak sorunu haline geldi. İşçiler, kamu emekçileri ve emekliler; artan hayat pahalılığı, enflasyon ve derinleşen yoksullukla mücadelede toplumun örgütlü kesimlerinden yeterince destek göremediği için kendilerini yalnız hissediyorlar.

Gıda ürünlerinden temel ihtiyaç maddelerine kadar yapılan zamlar, yüksek kiraların körüklediği barınma sorunu, kış aylarıyla birlikte yükselen ısınma ve elektrik giderleri, maaşların alım gücündeki erimeyle birleşerek toplumun büyük bir bölümünü etkileyen büyük bir geçim krizi yarattı.

İktidarın halkın yaşamını daha da zorlaştıran ekonomik, sosyal ve siyasal politikaları karşısında, toplumun örgütlü kesimlerinin bölünmüş bir mücadele yürütmesi, zamların, düşük maaş artışlarının ve adaletsiz vergi politikalarının kolayca hayata geçirilmesine yol açıyor. Oysa bu politikaların hedefi sadece toplumun belli bir kesimi değil, tüm emekçiler.

Uzun süredir ücretli çalışanlar ve emekliler, enflasyon ve hayat pahalılığı karşısında “Geçinemiyoruz” diyerek her platformda tepkilerini dile getiriyorlar. Ancak bazı sendika ve konfederasyonların sadece kendi üyelerine yönelik dar bir mücadele anlayışı benimsemeleri, bu süreçte çözümü zorlaştırıyor. Oysa herkes biliyor ki, ortak sorunlar ancak birlikte ve birleşik mücadele ile çözülebilir.

30 Kasım Cumartesi günü KESK’in öncülüğünde Ankara’da “Geçinemiyoruz, yoksulluğa karşı mücadelede birleşiyoruz” başlıklı bir miting düzenlenecek. Bu mitingi sadece kamu emekçilerinin ve emeklilerin taleplerini dillendirdiği bir eylem olmanın ötesinde, ‘geçinemiyoruz’ diyen tüm emekçilere yönelik bir mücadele çağrısı olarak görmek gerekiyor.

Aralık ayının ilk yarısında asgari ücret zammı belirlenecek ve patronlar, zammın resmi enflasyonun altında olması için bastırıyor. Benzer şekilde, kamu emekçileri ve emeklilere ocak ayında yapılacak maaş zammının yüzde 15 civarında olması bekleniyor. Bu arada zamlar ve vergi artışları hız kesmeden devam ediyor. Bu tablo, yoksulluğun sistematik bir sorun haline geldiğini ve çözümünün ancak ortak mücadeleyle mümkün olabileceğini gösteriyor.

“Geçinemiyoruz, yoksulluğa karşı mücadelede birleşiyoruz” şiarı, toplumun farklı kesimlerini ortak bir hedef etrafında birleştirmek açısından kritik bir öneme sahip. Bu nedenle 30 Kasım’da Ankara’dan yükselecek sesin sadece “Geçinemiyoruz” diyenlerin çığlığı olarak kalmaması, sonrasında gerçek anlamda birleşik mücadelenin örgütlenmesi için yeni bir başlangıç olarak görülmesi gerekiyor. Bu nedenle yürütülen mücadele, sadece 30 Kasım mitingiyle sınırlı kalmadan, 1 Aralık’tan itibaren bütün fabrikalarda, iş yerlerinde, okullarda, hastanelerde, vergi dairelerinde, yaşamın her alanında devam etmek ve ortak bir noktada buluşmak zorunda.

                                                            /././

AYM üyesi AYM’ye karşı!-Tugay Bek-

Metin Kıratlı’nın AYM üyeliğine atanmasıyla bekletilen soruşturmalar her bir şüpheli yönünden ayrı ayrı davalara dönüştü. Hakimler, karar verirken AYM üyesi ile AYM kararları arasında kalacak.

CHP Zonguldak Milletvekili Deniz Yavuzyılmaz nisan 2021'de o dönem Cumhurbaşkanlığı idari işleri başkanı olan Metin Kıratlı'nın Cumhurbaşkanlığı İdari İşler Başkanlığından 22 bin 906 TL, Borsa İstanbul Yönetim Kurulu üyeliğinden 24 bin TL, YÖK üyeliğinden ise 37 bin 796 TL olmak üzere aylık toplam 84 bin 702 TL maaş aldığını açıklamıştı. (Bu maaş bugün kabaca 550 bin TL'ye tekabül etmektedir.)

Kişisel sosyal medya hesabımdan Metin Kıratlı ile ilgili Duvar gazetesinde yayımlanan bu haberi paylaştığım için kamu görevlisine hakaret suçundan Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından hakkımda dava açıldı.

Metin Kıratlı, o tarihte kendisi ile ilgili haberleri paylaşan, yorum yapan 140 kişi hakkında suç duyurusunda bulunmuştu. Tayyip Erdoğan’ın geçtiğimiz temmuz ayında Metin Kıratlı’yı AYM üyeliğine atamasından hemen sonra iki buçuk yıldır bekletilen soruşturmalar birden her bir şüpheli yönünden ayrı ayrı davalara dönüştü.

HEP MAĞDUR, YİNE MAĞDUR

Cumhuriyet Savcısı Metin Kıratlı'nın suç duyurusunu abartıp süsleyerek “Somut bir fiil ve olgu isnat etmek ve sövmek suretiyle mağdurun şeref onur ve saygınlığını rencide ettiğimi” ileri sürmüş. Metin Kıratlı üç farklı makamdan maaş aldığını inkar ediyor değil. Üç farklı yerden maaş almanın onur, şeref ve saygınlığı zedelediğini düşünen kamu görevlisinin bu maaşları reddedip en yüksek devlet memuru maaşı olan o tek maaşı alıp oturması gerekmez mi? Onur, şeref ve saygınlığın yitirilmesine neden olanın üç farklı yerden maaş almak değil de bu durumun ifşa edilip eleştirilmesi olduğunu ileri sürmek AKP iktidarı için dahi biraz garip değil mi?

Üniversiteli işsiz sayısının tavan yaptığı, toplumun derin bir yoksulluk ve geçim sıkıntısı ile boğuştuğu bir dönemde medya ve kamuoyunun yoğun tepkisi ve meselenin üzerine gitmesi sonucu geçtiğimiz temmuz ayında kamuda çift maaş uygulamasına son verildi. Üç yerden maaş alma lüksü elinden alınan Kıratlı acısını bu adaletsiz ve haksız uygulamayı dile getirenlerden çıkarıyor.

Metin Kıratlı, tek bir suç duyurusu ile yaklaşık 140 kişi hakkında şikayetçi olmuştu. Tüm bu davalar lehinde sonuçlanması halinde Metin Kıratlı toplam 4.2 milyon lira vekalet ücreti kazanmış olacak. Ceza davasının neticesine göre ayıca sanıkların tamamına yönelik olarak da manevi tazminat davası açması halinde de bunun birkaç katı parayı da oradan kazanabilecek. “Bu ekonomik şartlar içinde bir kişiye üç maaş reva mı?​” diye sormak suretiyle Metin Kıratlı'ya bir servet kazandırmaya vesile olmuş olabiliriz.

“Sürgündeki” Suç Örgütü Lideri Sedat Peker sayesinde kamuoyu Metin Kıratlı ismi ile tanışmış oldu. Sedat Peker, çekmiş olduğu videoların birinde Suriye'de ÖSO ile yürütülen yasa dışı petrol ticaretine dahil olabilmek için Metin Kıratlı'dan olur almak gerektiğini ileri sürmüştü. Metin Kıratlı doğal olarak hakkındaki iddiaları tamamen reddetti.

HAKİMLER ANAYASA'DAN YANA OLACAK MI?

Şimdi Ankara’da yargılamayı yapacak olan hakimler, karar verirken AYM üyesi olan Metin Kıratlı ile AYM kararları arasında güç bir tercihte bulunmak zorunda kalacak. Zira bu paylaşımların düşünce ve ifade hürriyeti kapsamında olduğuna dair sayısız AYM kararı bulunuyor.                  

                                                             /././

Değişim; nasıl ve hangi yönde?-A Cihan Soylu-

Son iki aylık süreçteki hakim tartışma konularıyla tartışan taraflara bakıldığında, en çok duyulan ya da akla getirilen düşüncelerden biri de ülkeyi yönetenlerin, başka türlü yönetemeyecekleri bir sürece sürüklenmemek için yol arayışında olduklarıdır. Ülke zaten yönetilemiyor lafazanlığının yanı sıra ama deniyor hem uzlaşıya çağrı çıkarılıyor hem de saldırılar genişletilerek sürdürülüyor, bu bir çelişki değil mi? Bahçeli’nin elinde havuç ve sopanın bir arada tutulduğunu söyleyenler de az değil.

Çelişki, oluşturulan veya kendiliğinden beklenti ile karşıtlık gösteren politikaları bağdaştıramama nedeniyledir. Tehditler arttı, saldırılar giderek yaygınlaşıyor ve buna, ‘Bizim platformumuzda uzlaşıya gelin, yoksa sizin için daha kötü günler kapıdadır’ söylemi eklidir. Şaşırtıcı değil ya da olmaması gerekir. İzlenen politikaların neden olduğu tepki birikimiyle birlikte bölgesel ve uluslararası gelişmelerin içerdiği tehditler ve yanı sıra olası gelişmelerden bölgesel etki gücü kazanma yönünde yararlanma olanağı yaratma çabası. Bunlar başlıca iç ve dış etkenler ve egemenler açısından çıkarılan sonuç muhalif güçlerin etkisizleştirilerek tabi kılınması. Atılan adımlar buna yönelik. Bir değişim göstergesi evet ama asıl önemli olan değişimin kapsamı, boyutları ve hedefleri, bağlandığı amaçtır.

Hareket ve değişim çünkü maddesel gerçekliğin, öyleyse toplumsal yaşamın karakteristik temel özelliğidir. “Kader planı” lafazanlığını sürdürenler dahi bunun farkındadır. Ancak onlar, halk kitlelerini başlarına gelene -daha açık deyişle sermaye sahipleriyle devlet yöneticileri tarafından izlenen ekonomi politikaların ürünü olan dayatmalara- rıza göstermeye ikna etmek için bu söylemi sürdürürler. Bir tür şeriatçı düzen dayatmasının görüldüğü Erdoğan yönetimi dönemi bunu sergileyen örneklerle doludur.

Sadece Erdoğan iktidarı döneminde uygulanmakla kalmayan, onun daha önceki burjuva yönetimlerinden devralarak daha pervasız şekilde uyguladığı ekonomi politikalara yönelik tepkilerin günlük insan ilişkilerinde ve seçimler dahil politik göstergeler üzerindeki etkisinin daha açık şekilde görüldüğü bir dönemde, belirli sınırlar dahilinde değişim ihtiyacı burjuva yönetimi ve parti fraksiyonları yönünden de kaçınılmazdır. Ancak onlar için önemli olan halk kitlelerinin devrimci sosyalist düşünce alanına girmesini önleyecek bir değişim sınırlarındaki değişimi, olası ve ancak olabilir gösteren bir mantık yürütme ve kabullenmenin hakim olmasını sağlamaktır. Böylece sistem biçimsel bazı değiştirilmiş yasal ve fiili uygulamalarla devam edip gidecektir.

Uzlaşıya yönelik çağrı ve buna aykırı düşer görünen saldırı yoğunluğu, mevcut durumu ve olası gelişmeleri veri alarak “planlanmakta”dır! Sermaye cephesi yönünden, kitlelerin dikkatinin sermaye politikalarına, politik taktiklerine yoğunlaştırma gibi bir hedefe de sahiptir.

Toplumsal mevcut durumun ‘emek cephesi’ yönünden öne çıkan özellik ise onlara bu manevra alanında oynama olanağını halihazırda sunacak platformdadır. Sınıf hareketinin parçalı-bölünmüş durumu, tekil direnişleri birleştirme pratiğinin zayıf oluşu, bu durumun da ileri-aktif ve mücadeleci kesimlerin saflarında moral bozucu etkide bulunması dönemimizin gerçeklikleri arasındadır ve devrimci-sosyalist hareketin de başlıca sorun ve zorluklarından biridir.

İşçi sınıfı ve kent-kır emekçi hareketinin bölünmüşlüğü ve kendi taleplerini savunmada geriye düşmüş olmasının yanı sıra, son yıllarda çok daha belirgin biçimde görüldüğü üzere, ABD’den Almanya, Fransa ve Türkiye’ye çeşitli ülkelerde, sömürülen ve ezilenlerin küçümsenemez kesimleri düzen partilerine ve onların denebilir ki en gerici olanlarına destek verdiler. Sebepleri ve kitleleri buna sürükleyen beklentiler hayli çeşitli olmakla birlikte işçi sınıfı devrimcileri ve devrimci demokratlar açısından diğerlerinden de önemli olanı, güven verici birleşik bir mücadele alternatifinin somut şekilde ortaya konmasını başaramamış olmalarıdır. Bu hem tekil devrimci parti ve örgütlerin kitlelerle bağının zayıflığı hem de bir araya gelip eylemde birlik perspektifiyle asgari talepler etrafında bir güç olarak sermaye, devleti ve hükümetlerinin karşısına dikilememiş olmalarıyla da bağlıdır.

Bu genel durumun günümüzdeki önemli bir özelliği de kapitalistlerin çıkarlarına işleyen düzeni değiştirme yönündeki uğraşıların başarı “şansının olmadığı” düşüncesinin yaygın bir etki gücü kazanmış olmasına görünürde maddi dayanak oluşturmasıdır. Her gün ve neredeyse her saat göz önünde yaşanan değişimin çok büyük oranda tek yanlı ve sadece egemen güçler yönünde sonuçlar doğurduğu yanılgısına dayanan bu kaderci anlayış, “Yapılacak bir şey yok” düşüncesinin yaygın etki göstermesine de yol açmaktadır.

Oysa günlük yaşamını sürdürme-temin etme derdinde ve ‘kendi halindeki’ her yurttaş, kendisini de çevreleyen yeme-içme-barınma ve bunlar için gerekli maddelerin üretimini içeren, en basitinden ve fakat en zorunlu olan bir yaşam kavgasının doğrudan içindedir. Gün yok ki geçim zorlukları nedeniyle yakınanların öfkeli konuşmalarıyla karşılaşılmasın. Sokaklarında dilencilerin arttığı, kentlerinin devlet organlarıyla iç içe geçmiş çetelerin savaş alanına döndüğü, iş yerleri, fabrika ve atölyelerinde patronlarla ücretli emekçilerin farklı çıkarları nedeniyle karşı karşıya geldiği; önceki yüzyılı bir yana son kırk yıldır ülke gündeminden eksik olmayan Kürt sorunu nedeniyle kavga, tartışma, çözüm vs. eylem ve tartışmalarının sürüp gittiği bir yaşam pratiğidir söz konusu olan. Sermaye çıkarlarını savunan burjuva partileri, bu koşulları gözeterek ve işçilerin ve halkın diğer kesimlerinin dağınıklığı ve sermaye politikalarına karşı birleşememiş olmalarından yararlanarak oyalayıcı-yanıltıcı söylemleriyle durumu idare etme çabasındalar.  

Dünün en zalimane faşistlerinin saflarından çıkanlardan bazısının, örneğin Kürtlerin de hakları olduğunu, eşit yurttaşlık koşullarında birlikte yaşamanın yararlarını işaret edip söylemesi de insan kaderine rıza gösterip sabırla beklemelidir diye vaaz verip buna inananların sırtından milyarder olan din istismarcılarının onca zorbaca dayatmasına rağmen hayatın çelişkileri ve katı gerçekleriyle yüz yüze gelen yeni kuşaklardan insanların farklı düşüncelere ve politik tutumlara yönelmeleri de değişen dünya ve koşulların ürünüdür. Değişim, beklenti, uzlaşı çağrıları ve saldırılar bir aradadır ve tarafların amaç ve hedefleriyle bağlı olarak gündeme gelmektedirler.

Ve bizim açımızdan ya da daha temelli olmak üzere toplumsal hareket açısından “gün”ün başlıca en önemli sorunu, yukarıda da belirtildiği üzere işçilerin, sömürülen bir sınıfın unsurları-mensupları olma bilinciyle sermaye karşıtı harekette birleşmeyi henüz yeterince ya da hatta asıl olarak başaramamış; işçi sınıfı devrimcileriyle devrimci demokrat parti ve örgütlerinse bu alanda, dar sınırları aşamamış olmalarıdır.

Örneğin, bir dönem Tariş işçilerinin ve sonra bazı maden işçilerinin yaptıklarına benzer biçimde, Çayırhan madencileri yerin derinlerine kendilerini kapatarak sermaye ve devletine karşı ekmek kavgasının ‘Ekmeğini taştan çıkarma’dan da daha zor olduğunu göstermeye çalışıyorken, henüz yeterli bir sınıf desteğini görmememiş olmaları bunun göstergeleri arasındadır. Onlar yerin altından üstüne seslenerek mücadelenin büyümesi ve genişlemesi çağrısında bulunur, mevcut durum değişsin, kendi eylemlerinin sınırları da aşılsın isterken, destek henüz oldukça eksikli ve zayıftır.

Bu durum sadece doğru düşünce savunusunda ısrarla -ki bu gerekli koşullardan biridir- aşılamaz. Siyasal pratik mücadelede, tıkanıklıkların aşılması ancak yığınların taleplerinin sahiplenilmesi zemin alınarak en geniş kitlelerle iç içe bir faaliyetle başarılabilir. Genel bir görüş açısından söylenecek olursa her eylem belirli bir hedefe ulaşma amacıyla bağlıdır ve insanı belirli bir düşünce ve eylem yönünde güdüleyen etkenlerle bağlı olarak mevcut durumu değiştirme işlevi görür. Bu işlevin yerine gelmesi/gerçekleşmesi ise koşullara ve güç ilişkilerine bağlıdır. Ama koşulların ve güç ilişkilerinin değişimi de toplumsal ilişkiler içindeki insanın ve kolektif örgütlü güçlerin eyleminden bağımsız olarak kendi kendine gerçekleşmiyor.                                                           /././

(Evrensel)





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder