28 Kasım 2024 Perşembe

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -28 Kasım 2024-

Kıyı yağmasına ortak tepki: 'Kıyılar hepimizin, kiralayamazsın'-Yusuf Yavuz-

Ülkemizde kıyılar korunamıyor. Şezlong-şemsiye ve büfe rantına indirgenen kıyı kullanımına ve kıyı işgallerine karşı ortak bir bildiri yayımladı.
Türkiye’deki kıyı yağmasına karşı ülke genelinden 111 sivil toplum örgütü ve çevre platformu ortak bir bildiri yayımladı. ‘Kıyı Hareketleri Dayanışma Ağı’ (KIYIDA) olarak ortak bildiriye imza koyan 111 kuruluş, kıyılardaki hukuksuz kiralama ve işgallere dikkat çekerek, “Kiralayamazsın; çünkü kıyı kiralamaları hukuksuzdur. Türkiye'nin deniz, göl, akarsu varlığının ayrılmaz parçası olan kıyıların ne ölçüde metalaştırıldığını, rantın ve sermayenin hem merkezi iktidar hem de yerel yönetimler aracılığıyla kıyıların gasp edildiğini açık biçimde gösteriyor. KIYIDA olarak tüm ekoloji örgütlerini, demokratik kitle örgütlerini ve yaşam savunucularını dayanışmaya davet ediyoruz. Kıyılar için daha geç olmadan, hep birlikte sesimizi birleştirelim ve yükseltelim: Kıyılar hepimizin, kiralayamazsın! Hepimiz kıyıdayız” açıklamasında bulundu.

Kıyı tahribatında artış var

Türkiye’deki kıyı alanlarındaki işgaller ve kontrolsüz yapılaşma, kıyılardaki arazi parçalanması ve habitat kaybını da artırıyor. Tüm dünyada deniz ve kıyıların korunması için 2021-2030 yılları arası BM tarafından ‘Okyanus On Yılı’ ilan edilmişti. Okyanuslar, denizler ve iç sular, gezegenin geleceği ve insanlık için yaşamsal önemde olmasının yanında, adına ‘Mavi Ekonomi’ denilen milyarlarca dolarlık bir pazarı da destekliyor. Okyanuslar ve bağlantılı olan denizler önemli birer karbon yutağı olarak yaşama ediyor. Ayrıca tüm dünyada ucuz ve sağlıklı beslenmenin koşullarını da sağlıyor. Ancak son yıllarda geleneksel balıkçılığın giderek yok olması ve kıyıların daha çok rekreasyon amaçlı kullanımının artması deniz ve kıyılara yönelik bakışı da değiştirdi.

Kıyıları şezlong, şemsiye, restoran, kafe ve büfe rantına kurban ediyoruz

Kıyı kumsallarının tarla gibi sürüldüğü, kumul ekosistemlerinin bilinçsizce yok edildiği bu süreçte büyük ölçekte kıyıları kütlesel beton yığınlarıyla kaplayan oteller ve ikinci konutlar, genel ve yaygın olarak da şezlong, şemsiye, restoran, kafe ve büfe rantı, ülke genelindeki kıyıların görünümünü önemli ölçüde değiştirdi.

Bir yarımada ülkesi olan ülkemizde kıyılar korunamıyor

Üç tarafı denizlerle çevrili olan Türkiye’nin adalar hariç 8592 kilometrelik kıyı uzunluğu bulunuyor. Kıyılarımızdaki ÖÇK, doğal sit vb. korunan alanların toplamı ise 2022 yılı verilerine göre 3216 kilometre. Korunan alan vasıflı kıyılarda yapılaşma dahil rekreasyon faaliyetlerine izin verildiği de düşünüldüğünde kıyı koruma konusunda çok daha sıkı önlemlerin alınması gerekliliği ortaya çıkıyor.

Mavi badanacılık en çok kıyı ekosistemini bozuyor

Ancak koruma çabaları yetersiz kalırken kıyılardaki kiralama, tahsis ya da işgaller nedeniyle artan kullanım baskısı ekosistem ve habitat kaybını da körüklüyor. Ekolojik bir işlevi olmayan, daha çok ‘turistik imaj’ açısından öne çıkarılan ’Mavi Bayrak’ uygulaması ise kıyılardaki kullanım baskısını azaltmaktan çok kıyı turizminin desteklenmesine hizmet eden ekolojik etiketlerden biri olarak görülüyor. Kıyısı olan kentlerdeki yerel yönetimlerin de bu uygulamaları teşvik etmesi, mavi bayrağa sahip olan ancak ekolojik olarak çölleştirilmiş rekreatif kıyı alanlarının yaratılmasına neden oluyor. Yoğun kulanım baskısından dolayı tıpkı ‘yeşil’ badanacılıkta olduğu gibi mavi badanacılık da en çok kullandığı alana zarar verir hale getiriliyor.

‘Havlu hareketi’ kıyıların ticarileşmesine yönelik bir isyandı

Dünyada kıyı turizminin yoğun olduğu İtalya, Yunanistan ve İspanya gibi ülkelerde turizm baskısının yarattığı tahribata karşı son yıllarda kamuoyunun sesi daha çok yükseliyor. Geçtiğimiz yaz Yunanistan’daki havlu hareketi, kıyıların şezlonglardan arındırılmasına yönelik kitlesel eylemleri de tetikledi. Türkiye’de ise Datça ve Fethiye gibi turizm bölgelerinde benzer eylemler yapıldı. Ancak kıyı yağması bakımından öne çıkan illerin başında gelen Antalya’da Gazipaşa, Kaş ve Manavgat gibi ilçeler dışında yerel kamuoyunda yeterli itirazların gelmemesi dikkat çekiciydi.

                 Geçtiğimiz yaz kıyılara erişim hakkını engelleyen işgallere karşı Ayvalık'ta yapılan eylemden.

111 kuruluştan ortak bildiri: 'Kıyılar hepimizin'

Türkiye’deki kıyı yağmasına karşı bilinç oluşturmak ve ortak mücadele etmek amacıyla oluşturulan ‘Kıyı Hareketleri Dayanışma Ağı’ (KIYIDA), hazırladığı ortak bildiriyle konuya dikkat çeken açıklamalarda bulundu. “Kıyılar Hepimizin: Kiralayamazsın!” ifadeleriyle başlayan bildiriye ülke genelinde toplam 111 sivil toplum örgütü, meslek odası, sendika ve çevre platformu imza koydu.

‘Kıyı kiralamaları Anayasa'ya göre suç'

Kıyıların Anayasaya aykırı şekilde kiralanarak özel ticari alanlar yaratılmasının suç olduğu vurgusu yapılan bildiride şu görüşlere yer veriliyor:

“Kiralayamazsın; çünkü kıyı kiralamaları hukuksuzdur. Anayasa'nın 43. Maddesine bakalım: ‘Kıyılar devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Deniz, göl ve akarsu kıyılarıyla, deniz ve göllerin kıyılarını çevreleyen sahil şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetilir.’ Anayasa diyor ki, kıyıların değerlendirilmesinde öncelikle kamu yararı aranır. Peki, kamu kim, biz, hepimiziz değil mi? Peki kıyılar kiralandığında ‘öncelikle yararlanan’ kim olur, kiralayan, yani şirketler, yani sermaye değil mi? Dolayısıyla her türlü kıyı kiralamaları, anayasaya göre suçtur, kiralayamazsın!

Devam edelim. 3621 sayılı Kıyı Kanunu 5. Maddesi anayasayla uyumlu biçimde kıyıları güvence altına alıyor: ‘Kıyılar, Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Kıyılar, herkesin eşit ve serbest yararlanmasına açıktır. Kıyı ve sahil şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetilir.’ Anayasa'daki hüküm, Kıyı Kanunu'nda detaylandırılarak kıyıların herkesin eşit ve serbest yararlanmasına açık olduğu şeklinde ifade ediliyor. Peki, kıyılar kiralandığında, yani özel mülkleştirildiğinde, özetle kıyılara erişim ücretli hale getirildiğinde, eşitlik sağlanabiliyor ve kıyılara ulaşım serbestiyeti mümkün olabiliyor mu, hayır! 6. Maddede, ‘kıyılarda hiçbir yapı yapılamaz; duvar, çit, parmaklık, tel örgü, hendek, kazık ve benzeri engeller oluşturulamaz. Kıyılarda, kıyıyı değiştirecek boyutta kazı yapılamaz, kum, çakıl vesaire alınamaz veya çekilemez.’ deniliyor. Peki, kıyılar kiralandığında, tüm bu uygulamalar yapılıyor mu, evet. O zaman, tüm bu hukuksuzluklara karşı söylemek gerekiyor ki; Kıyı Kanunu'na göre de kiralayamazsın!”

Güney Ege kıyıları 10 yıldır MUÇEV'e kiralanıyor

Anayasa ve Kıyı Kanunu'nun sadece bahsedilen ilgili maddelerinin dışında, kıyıların özel mülk konusu yapılamayacağının da ortada olduğuna dikkat çekilen bildiride, “O nedenle, başta kıyı hareketleri olmak üzere, ekolojistler, yaşam savunucuları, demokratik güçler olarak diyoruz ki: Kıyılardaki tüm kiralamalar hukuksuzdur ve bu kiralama veya işgal uygulamalarında anayasa suçu işlenmektedir. Tüm hukuki güvenceye, kamusal haklarımıza ve doğal yaşamın gerekliliklerine rağmen, kıyılar ‘sözde’ kiralamalar ve hatta kiralamalar dahi olmadan nasıl işgal ediliyor, kıyı ekosistemi nasıl tahrip ediliyor, örneklerle inceleyelim. Özellikle Ege/ Güney Ege'de ilk akla, eski adıyla MUÇEV geliyor şüphesiz. 2014 yılında Muğla'da, Muğla Çevre Vakfı adıyla, vakıf görünümlü bir limited şirket olarak kurulan eski MUÇEV, önce anonim şirket olmuş ve yakın zamanda merkezini Ankara'ya taşıyarak, ismini de Kıyı Yönetim ve Çevre Koruma A.Ş. olarak değiştirmiştir. Yoğunluklu olarak Muğla'da ‘faaliyet’ gösteren şirket, ‘kamu adına’ hareket ediyor gibi görünerek, kıyıları özel işletmelere kiralamaktadır” denildi.

100 halk plajı MUÇEV’e verildi

MUÇEV’in yalnızca kıyıların işgal edilerek özel mülke konu edilmesiyle ilgili değil, aynı zamanda pek çok yat limanı ve mevcut limanların genişlemesi projelerinde de öne çıktığına değinilen bildiride, “Şirket, açıkça kamunun olan alanları, kendisini devlet yerine koyarak sözde tahsis yetkisiyle ya alt kiracılara kiralamakta ya da doğrudan kendisi inşası faaliyette ya da işletmecilik faaliyetlerinde bulunmaktadır. Yaz aylarında, Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından tanıtımı yapılan ‘Kıyılar Halkındır’ projesi kapsamında, süreç içinde 100 halk plajı açılarak, bu plajların (eski) MUÇEV tarafından işletileceğinin açıklanmış olması, Kıyı Yönetim ve Çevre Koruma A.Ş.’nin kıyılar için büyük bir tehlike yaratmaya devam edeceğinin göstergesidir” ifadelerine yer verildi.

Lara sahili ihalesi

Kıyı kiralamalarının yalnızca MUÇEV ile sınırlı olmadığına vurgu yapılan bildiride, birçok yerde kıyıların tahsisini alan belediyelerin kıyılarda kurduğu tesislerin belediye şirketleri aracılığı ile işletilmesinin kıyılara serbest ve ücretsiz erişimi engellediği, kıyı ekosistemlerinin tahrip edildiği vurgulanarak şöyle denildi:

“Örneğin Ayvalık'ta, Balıkesir Büyükşehir Belediyesi tarafından, Sarımsaklı Sahili'nde ‘rekreasyon projesi’ adıyla kıyının doğal yapısı bozulmuştur, proje tamamlandığında işletmelere kiraya verilecek olması itibariyle de işgal edilmiş olacaktır. Yine İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından, Büyükada'da yakın zamanda işletmeye açılan tesiste Adalıların dahi ücretsiz giremediği bir kıyı işgali başlatılmıştır. Bir başka örnek ise Antalya Büyükşehir Belediyesi'nin, Lara sahilindeki hazineye ait, yani hepimizin olan parsellerin 30 yıllığına, ‘yap işlet devret’ modeliyle özel şirkete devrini onaylaması. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün ancak açıkça görülüyor ki, konu kamusal alanlar olan kıyılar olduğunda, merkezi iktidar da, muhalif yerel yönetimler de rant ilişkilerinden payını alıyor ve kıyıların işgalini ve ekolojik yıkımını destekliyorlar.

                                      Kiralanması planlanan Lara sahilindeki parseller

Kıyılar bugün Türkiye'de, pek çok doğal yaşam alanında olduğu gibi, öyle büyük bir meta değer olarak kapitalist ilişkilerin çemberinden kalıyor ki, kiralama yöntemleri bunlarla da bitmiyor. Pek çok kıyıdaki imar planlarında; ‘Turizm tesis alanı’ nitelenen ve turistik tesis olarak başvurulan ancak konut olarak pazarlanan projelerle, Bodrum'dan Çeşme'ye, Dikili ve Ayvalık, Altınova'ya kadar bu kıyılardaki işgaller hızla sürdürülüyor. Tüm bu örnekle ki maalesef bunlarla sınırlı da değil, Türkiye'nin deniz, göl, akarsu varlığının ayrılmaz parçası olan kıyıların ne ölçüde metalaştırıldığını, rantın ve sermayenin hem merkezi iktidar hem de yerel yönetimler aracılığıyla kıyıların gasp edildiğini açık biçimde gösteriyor.

'Kiralayamazsın'

Açıkladığımız gerekçelerle, tamamen hukuksuz olan bu kiralamalara, bir de kiralamalar dahi olmadan gerçekleşen fiili işgaller eklendiğinde, kıyılardaki işgal ve ekolojik yıkımın korkunç boyutlara ulaştığını görüyoruz. Bizler önce ayrı ayrı yerellerde verdiğimiz kıyı mücadelelerimizi, bir araya gelip Kıyı Hareketleri Dayanışma Ağı'nı kurarak güçlendirdik. Şimdi ise, KIYIDA olarak tüm ekoloji örgütlerini, demokratik kitle örgütlerini ve yaşam savunucularını dayanışmaya davet ediyoruz. Kıyılar için daha geç olmadan, hep birlikte sesimizi birleştirelim ve yükseltelim: Kıyılar hepimizin, kiralayamazsın! Hepimiz KIYIDA'yız!”

Ortak bildiriye imza koyan Kıyı Hareketleri Dayanışma Ağı imzacıları şöyle sıralanıyor:

2017 Bodrum Yurttaş İnisiyatifi, Acıbadem Sakinleri Dayanışması, Adalar Sivil İnisiyatifi, Adaların Atları Platformu, Altınova Koruma Girişimi, Antakya Çevre Koruma Derneği, Aquae Saravenas Kırşehir Çevre Ekoloji Eğitim ve Araştırma Derneği,  Ayvalık Demokrasi Platformu, Ayvalık Kadın İnisiyatifi, Ayvalık Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Girişimi,  Ayvalık Tabiat Derneği, Ayvalık Tabiat Platformu, Bodrum Yarımadası Kültür ve Çevresini Koruma Derneği, Bur-Hak Çalışma Merkezi, Burgazada Mahalle Meclisi, Burgazada Orman Gönüllüleri Platformu,  Burhaniye Çevre Platformu, Bursa Su Kolektifi, Çandarlı Halk Meclisi,  Çaycuma Çevre Gönüllüleri, Dağ Taş Aş Bizim Platformu, Dalyan Turizm Kültür Ve Çevre Koruma Derneği, Datça Çevre ve Turizm Derneği, Datça Dağcılık ve Doğa Sporları Spor Kulubü, Datça Demokrasi Platformu, Datça Kadın Platformu, Datça Mor Pedal, Datça Özbel ve Çevre Siteleri Koruma Geliştirme ve Kültür Derneği, DEM Parti Balıkesir Ekoloji Komisyonu, DEM Parti Datça İlçe Örgütü, DEM Parti Dikili İlçe Örgütü, DEM Parti Ekoloji, Tarım ve Hayvan Hakları Komisyonu, Deniz Yıldızı Kadın Dayanışma Derneği, Devrimci Sosyalist İşçi Partisi, Dikili Cumhuriyet Mahallesi Halk Meclisi, Dikili Emek ve Demokrasi Platformu, Dikili Halk Meclisi, Dikili Kadın Platformu, Dikili Kültür ve Çevre Platformu, DİSK Dev Yapı İş Sendikası Muğla Şubesi, DİSK Emekli Sen Dikili Şubesi, Diyarbakır Tabip Odası, Doğu Akdeniz Çevre Dernekleri, Doğu Akdeniz Çevre Platformu, Dünya Mirası Adalar, Ege Çevre ve Kültür Platformu, Eğitim Sen Dikili Temsilciliği, Ekoloji Birliği,  Emek Partisi Balıkesir İl Örgütü, Emek Partisi Datça İlçe Örgütü, Emek Partisi Dikili İlçe Örgütü, Emek Partisi İzmir İl Örgütü, Emek Partisi Narlıdere İlçe Örgütü, Eskişehir Çevre Derneği, Fenerbahçe Kalamış Dayanışması, Fethiye Ekoloji Yaşam Derneği, Fethiye Kadın Danışma ve Dayanışma Derneği, Fethiye Kent Konseyi, Fethiye Kıyılar Halkındır İnisiyatifi, Foça Tarih ve Doğa Talanına Hayır Platformu,  Gazipaşa Hepimizin Platformu, Güllük Körfezi Koruma Platformu, Gümüşlük Forum,  Güzelbahçe Kültür Çevre ve Güzelleştirme Derneği, Güzelçamlı Dağçileği Yürüyüş Grubu, Hakkımı Ver Gönüllüleri, Hayvanlara Özgürlük, Hayvanlara Özgürlük Cephesi, Her Nefes İçin Özgürlük, İç Anadolu Çevre Platformu, İDA Dayanışma Derneği, İkizköy Çevre Komitesi, İklim Adaleti Koalisyonu, İnlice Köyü Kalkındırma Geliştirme Doğal Çevreyi Koruma Güzelleştirme ve Dayanışma Derneği,  İzmit Yerel Gündem 21 Çevre Geliştirme Proje Üretim Uygulama ve İşletme Kooperatifi, İznik Çevre ve Yaşam Platformu, Kadıköy Kent Dayanışması, Karıncalar Karadeniz Dayanışması, Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği, Kazdağları Ekoloji Platformu, Kıyı Hareketleri Dayanışma Ağı, Koşuyolu Mahalle Yaşam Derneği, Kuzey Ormanları Savunması, Marta Koyu Dayanışması, Mezopotamya Ekoloji Hareketi, Muğla Çevre Platformu Datça Meclisi, Muğla Su İnisiyatifi, Niğde Çevre Eğitim Kültür Derneği, Nusratlı Köyü Kültür Turizm ve Dayanışma Derneği, Özgür Kıyılar Bodrum İnisiyatifi, Polen Ekoloji Kolektifi 92. Sarıyer Kent Dayanışması, Sol Parti Dikili İlçe Örgütü, Sol Parti İstanbul Kent ve Ekoloji Çalışma Grubu, Sol Parti Milas İlçe Örgütü, Şezlongsuz Datça İnisiyatifi, Tema Vakfı Güzelçamlı Temsilciliği, TİP Dikili İlçe Örgütü, Toplum Kent ve Çevre İçin Haydarpaşa Dayanışması, Tüm Emeklililer Sendikası Dikili Şubesi, Türkiye Çevre Platformu, Türkiye İşçi Partisi, Türkiye İşçi Partisi Güzelbahçe İlçe Örgütü, Türkiye Tabiatın Koruma Derneği Ayvalık Temsilciliği, Validebağ Direnişi, Validebağ Savunması, Van Tarihi Eserleri Koruma, Araştırma ve Geliştirme Derneği, Yaşam İçin Yasa İnisiyatifi, Yaşatacağız Platformu, Yeşil Sol Parti Muğla İl Örgütü, Yurttaş Girişimi.

                                                                /././

AKP durumlarına kısa giriş -Ali Rıza Aydın-

Gel-gitler yaşıyor gözükse de düzen AKP’den, AKP de düzenden kopmadı. Yasalar çıkardı, değiştirdi, kendi yasalarına uymadı. Anayasa değişiklikleri yaptı, kendi değişikliklerine uymadı.

Fazilet Partisi'nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasından sonra “gelenekçi kanat” olarak tanımlanan grup tarafından (20.7.2001’de) kurulan Saadet Partisi’ne katılmadılar. Kısa süre sonra (14.8.2001’de) “yenilikçi kanat” olarak, “muhafazakar demokrasi” politik tanımlamasıyla AKP’yi kurdular. Türkiye’nin “canlı, heyecanlı ve hassas bir demokrasi” geliştirdiğinin ve “bu demokrasiye, kararlı bir İslami kimliğe sahip, yetkin bir siyasi partinin” hükmettiğinin söylendiği dönemde,1 “gayet politik AKP” olarak “büyük ölçüde apolitik cemaatçi Fethullah Gülen hareketi”2 ile siyasi iktidar oldular.

Bu ortaklığın devam eden, sarsıntıya ve kesintiye uğrayan dönemleri, 2016 darbe girişimi, OHAL süreci biliniyor. OHAL bittiği halde OHAL KHK’lerinin yasalaşmasıyla devam ettiği, kesintiye uğrayan cemaat yerine aynı cemaatin içinden, başka tarikat ve cemaatlerden ortaklık ve kadrolaşmalarla, MHP gibi desteklerle devam ettiği biliniyor.

Fazilet Partisi'nin kapatılmasına yönelik kimi çabaların içinde oldukları da kulislerin tartışma konuları arasında. ABD ve TÜSİAD ilişkileri de biliniyor.

22 yıllık iktidarları döneminde 17 kez Anayasa değişikliği girişiminde bulundular. Bunların 4’ü (3’ü Ahmet Necdet Sezer, 1’i Abdullah Gül olmak üzere) cumhurbaşkanları tarafından geri gönderildi. 1’i de Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi.

İlk Anayasa değişikliğinin Erdoğan’ın milletvekili seçilebilmesi için CHP desteğiyle yapıldığını anımsatarak 2008’e gelirsek, 2008’de ilkin Anayasanın 10. ve 42. maddelerinde yapılan düzenlemenin AYM tarafından iptalini görüyoruz. AYM iptal kararında, bu düzenlemelerin “yöntem bakımından dini siyasete alet etmesi, içerik yönünden de başkalarının haklarını ihlale ve kamu düzeninin bozulmasına yol açması nedeniyle laiklik ilkesine açıkça aykırı olduğu sonucuna” ulaşıldığını, “Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen Cumhuriyetin temel niteliklerini dolaylı bir biçimde değiştiren ve işlevsizleştiren bu düzenleme Anayasa'nın 4. maddesinde ifade edilen değiştirme ve değişiklik teklif etme yasağına aykırı olduğunu” belirtti. Bu gerekçe yanında başka gerekçelerle birlikte aynı yıl AKP’nin “demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine aykırı eylemlerin odağı haline gelmesi nedeniyle” AKP’nin suçu (10 oyla, 1 karşı oyla) AYM tarafından sabit görüldü. Ancak yeterli çoğunluk (7 oy) bulunamadığından AKP kapatılmadı. 6 oy “Partinin kapatılması”, 4 oy “Partinin kapatılması yerine devlet yardımından yarı oranında yoksun bırakılması” gerektiği yönündeydi. En aleyhe olan oyların kendisine daha yakın olan oylara katılmasıyla son yıllık devlet yardımının yarısından yoksun bırakılmasına karar verildi. 

AKP kapatma davası kararında, AKP’nin “anayasal düzeni tahrip etme amaç ve eğilimlerini”n somutlaştırılmadığı ileri sürüldü.

AKP 12 Eylül 1980 darbesine gelen sürecin, darbeden sonra 1980’lerin MGK ve ANAP, 1990’ların koalisyonlar dönemlerinin devamı. Bu devam ılımlı İslam projelerinden özelleştirmelere, devletin yeniden yapılandırılmasından IMF gözetiminde on uzun yıla kadar Türkiye’nin yeniden şekillendirilmesinin, kapitalist/emperyalist düzen tasarımının parçalarının AKP tablosuna eklenmesiyle sürdürülüyor.

Türkiye’de farklı hükümetlerle tek siyasetin sürdürüldüğü bu süreç, AKP döneminde keyfiliklerle, hukuklu hukuksuzluklarla, Anayasa ihmal ve ihlalleriyle, laik cumhuriyetin yıkılmasıyla sürdürülüyor. 

Kayyım atamalarından, akçalı ilişkilere ve kreş – okul öncesi eğitim ve öğretim tartışmalarına kadar belediyeler üzerinde yürütülenler de bu sürecin parçası. İşine geldiğinde anayasa ve yasa değiştiren, gelmediğinde bunlara uymayan; işine geldiğinde yargı kararlarını anımsayan, gelmediğinde tanımayan siyasal iktidarın Belediye Kanunundaki 2005 yılı AYM kararını dayanak göstererek belediyelere uyarıda bulunması da bu durumun somut örneklerinden biri. AKP’nin belediyelere, hak ve özgürlüklere ikiyüzlü yaklaşımı ayrı yazı konuları olacak genişlik ve içerikte.

AKP süreci oldubittilerle, iç çelişkilerle dolu. İçinde bulunduğu kapitalist/emperyalist düzenle gel-gitler yaşıyor gözükse de düzen AKP’den, AKP de düzenden kopmadı. Yasalar çıkardı, değiştirdi, kendi yasalarına uymadı. Anayasa değişiklikleri yaptı, kendi değişikliklerine uymadı. 

Dezenformasyon Yasası'ndan etki ajanlığı düzenlemesine geçişten RTÜK kararlarına, eğitim ve sağlığı içine ittikleri bataktan uluslararası ilişkilere, laik cumhuriyetin içini boşaltmaktan tarikat ve cemaatlere, özelleştirmelerden emekçilerin hak gasplarına, gericilikten ve piyasacılıktan kadın cinayetleri ve çocuk istismarlarına…  Sömürünün her yönü geleceğe ilişkin emareleri veriyor.

Başa dönersek, 3 Kasım 2002 genel seçiminde %34,3 oyla Mecliste %66 temsil oranına sahip olan, 28 Kasım 2002’de güvenoyu alan 58. Hükümetle (Abdullah Gül) iktidara oturan AKP’de lider Recep Tayyip Erdoğan anayasal yasakla milletvekili olarak Meclis'e girememişti. O tarihteki haberlerde hem bu duruma değiniliyor hem de AKP’nin kuruluşundaki ilişkilere.

“TBMM'de okunan hükümet programına göre, beklenen en büyük işlerden biri, AB’ye üyelik için gereken koşulların yerine getirilmesi. Bu koşullar arasında, ifade ve konuşma özgürlüğünü genişletmek için gereken Anayasa değişikliği de yer alıyor. Bu değişikliklerin bir bölümünün, AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Başbakanlık görevini üstlenebilmesi için yapılması bekleniyor. Recep Tayyip Erdoğan şu anda hükümette yer almamakla birlikte geçtiğimiz günlerde Avrupa başkentlerinde Türkiye’nin gerçek lideri olarak kabul gördü. Erdoğan Türkiye’nin AB üyeliğine destek toplamak için birçok Avrupa başkentini ziyaret etti.”3

İfade ve konuşma özgürlüğünden bu günlere… Belediye Kanunu çıkarılırken gerekçelendirilen “kamu yönetiminde demokratikleşme”, “temsili demokraside halkın yerel kamusal menfaatlerinin teminatı”, “halkın katılımı”, “özerkliğin gerektirdiği bağımsız karar alma, açıklık ve katılım sağlama mekanizmalarına sahip olma” sözlerinden bu günlere...

“Nereden nereye?”

  • 1.Söylemler, Boston Üniversitesi Profesörü Augustus Richard Norton tarafından, Graham E. Fuller’in “Yükselen Bölgesel Aktör: Yeni Türkiye Cumhuriyeti” kitabının “Takdim” yazısından…
  • 2.Bu söylemler de aynı kitapta Fuller’den.
  • 3.https://www.amerikaninsesi.com/a/a-17-a-2002-11-28-1-1-87877097/800770…
  •                                                    /././

Akademisyen öğrencilerden masa tenisi için 400 lira istedi, final yerine geçeceğini söyledi -Yekta Armanç Hatipoğlu-

Osmangazi Üniversitesi’nde Türkiye Fiziki Coğrafyası dersine giren Leyla Dönmez, öğrencilerden okula masa tenisi almak için 400 lira istedi, bunun final sınavı yerine geçeceğini söyledi.

Eskişehir’de bulunan Osmangazi Üniversitesi’nde Sosyal Bilgiler Öğretmenliği bölümü öğrencilerinin “Türkiye Fiziki Coğrafyası” dersine giren Dr. Öğr. Üyesi Leyla Dönmez, öğrencilere final sınavı yapmak yerine 400 lira vermelerini, bununla okula masa tenisi ve diğer ekipmanları alacaklarını söyledi. 

soL’a ulaşan öğrenciler, Dönmez’in aynı zamanda Masa Tenisi Kulübü danışmanı olduğunu aktardı ve özellikle bursla geçinen öğrencilerin bu parayı karşılayamayacağını söyledi. 

‘3,5 bin lira bursla geçinmeye çalışıyorum, 400 lira büyük bir para benim için’

Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilgiler Öğretmenliği bölümünde okuyan bir öğrenciyle hoca ve öğrenciler arasında yaşananları konuştuk. 

Öğrenci, akademisyenin vize ve final yapmak yerine genelde öğrencilerden bir coğrafya materyali hazırlamalarını istediğini söyledi. 

Dönmez’in başta kendilerinden kabartma Türkiye Haritası hazırlamalarını istediğini söyleyen öğrenci, maliyetinin yüksek olacağı için bundan vazgeçildiğini, ardından akademisyenin “Okul için bir şey yapın” dediğini ve “Masa tenisi için gerekli ekipmanlar yok, kişi başı 400 lira toplayalım, bir masa tenisi masası ve gerekli diğer şeyleri alalım” dediğini aktardı. 

Akademisyenin aynı zamanda Masa Tenisi Kulübü danışmanı olduğunu söyleyen öğrenci pek çok arkadaşıyla birlikte duruma itiraz ettiklerini söyledi. 

Kendisinin 3 bin 500 lira bursla geçinmeye çalıştığını ifade eden öğrenci, 400 liranın kendisi için büyük bir para olduğunu belirtti ve şunları söyledi: 

“Bu itirazlardan biri de benden geldi. 3 bin 500 lira bursla geçinmeye çalışıyorum. 400 lira haliyle büyük bir para benim için. Üstüne üstlük bölümle, dersle alakası olmayan bir şey için vermemiz isteniyor bu parayı.” 

Öğrenciler ‘Okul kulüplere bütçe ayırmıyor mu?’ diye sordu

Öğrenci, bu sözlerin üstüne Dönmez’in “Zaten bir ödev yapsanız da bu civarda bir para ödeyeceksiniz” dediğini söyledi. 

Başka bir öğrencinin ise Dönmez’e “Okul kulüplere bütçe ayırmıyor mu?” sorusuna Dönmez’in “Hayır, ayırmıyor, biz ayıracağız” dediğini aktaran öğrenci, öğrenciler olarak isteklerinin bölüm ve dersle alakalı üretim yapmak olduğunu söyledi. 

                                                           /././

107 Yıllık Sahtekârlığın Belgesi: Balfour Deklarasyonu -Erdal Topparmak / GELENEK-

Balfour Deklarasyonu, İngiltere’nin hakkı olmadığı bir bölgedeki toprakları, orada asla yaşamak niyetinde olmayan Yahudi halkına verme bahanesiyle gasp ettiğini açıklayan bir aldatmacadır.

“Çaresiz olanlar ilk gidenler olacaklar; çünkü çaresizler en iyi istilacılardır. Büyük zaferleri kazananların çaresizler olduğunu unutmayın. Bizim en önemli ihtiyacımız bu en fakir ve çaresiz insanların katılımıdır.” 

Theodor Herzl

Shakespeare’in kanımca en muhteşem eseri Venedik Taciri’dir. Çünkü tek bir oyunda hayata dair çok fazla şeyi küçük dozlarda izleyiciye sunar. Klasik bir aşk öyküsünü, birbiri için canını verebilen iki yakın dostun hikâyesini, kadın-erkek eşitsizliği, düzen, kölelik ve din eleştirisi yanında komedi unsurlarını içerir. En bilinen tiradıysa Yahudi tefeci Shylock’un “Yahudiyim de ondan; Yahudilerin gözleri yok mu, elleri yok mu…” diye başlayıp, “….bana öğrettiğiniz kötülüğü size göstereceğim!” ile bitirdiği ırkçılık karşıtı isyanıdır. Shylock’a köpek denir, suratına tükürülür, gün sonunda gettoya kapatılır ve Yahudi olduğunun anlaşılması için özel giysiler giymek zorundadır. Diğer Yahudiler gibi, dönemin barbar düzeninin kendisine dayattıklarına tahammül etmek zorunda kalmış; ancak, sonunda tek varlığı olan kızının da bir Hristiyanla evlenmek üzere onu terk edip gitmesiyle artık kaybedecek bir şeyi kalmamıştır. Elinde sadece “iyi Hristiyan” Venedik taciri Antonio’nun borç senedi vardır. Shylock, senedin bedelini Antonio’nun hayatıyla ödemesini istemektedir. Mahkeme ona borcun 3 katı para teklif etse de Shylock bunu reddeder; çünkü asıl istediği para değil, ona bu acıları yaşatan düzenden intikamını almaktır. Kişisel travması için düzene meydan okuyan Shylock, elbette istediğine ulaşamayacaktır. 

Tarihe baktığınızda Yahudiler Shylock’un tam tersini yaptı. Hem Fransız, hem de Bolşevik devrimlerinde ön saflarda yer alan Yahudiler, kendi çıkarlarıyla ezilen tüm halkların çıkarlarının ortak olduğuna inandılar. Kendi kurtuluşlarını, sadece tüm halkların kurtuluşuyla birlikte elde edeceklerinin bilincindeydiler. Bu açıdan Yahudi halkının tarihi, bu onurlu insanlık mücadelesi tarihinin bir parçasıdır. Bu nedenledir ki gericiler, her iki devrimin de birer Yahudi komplosu olduğunu uydurarak karşı-devrimci hareketleri kızıştırmaya çalıştılar. Avrupa Yahudileriyse hep ilerici saflarda yer aldılar. Bu sayede 19. ve 20. yüzyıllarda hem Avrupa hem de ABD’de antisemitizm defalarca yenildi. Bu ilerici, antisemitizm karşıtı mücadelenin en iyi örneği Dreyfus vakasıdır; Fransız gericiliğine, antisemitizmine, ve aynı anda Avrupa Siyonizmine çok ağır bir darbe indirmiştir.

Dreyfus vakası, 1894-1906 yılları arasında devam etmiş ve Fransa’yı ilerici ve gerici iki cepheye bölmüş olan tarihteki en büyük adli ve antisemit skandallardan biridir. Fransız ordusunun Yahudi kökenli bir mensubu olan Alfred Dreyfus, 35 yaşındayken haksız yere ihanetle suçlanmıştır. Fransız askeri sırlarını Paris’teki Alman Konsolosluğu’na verdiği iddiasıyla vatana ihanetle yargılanmış, Fransız Guyanası’ndaki Şeytan Adası’nda ömür boyu hapse mahkum edilmiştir. Dreyfus, bu adada yaklaşık 5 yıl hapis kalmıştır. 

Yargılamanın gizli yapılmış olması ve Dreyfus’un cesurca ve tekrarlı olarak masum olduğu konusunda ısrar etmesi pek çok kişide adil yargılanmadığı kanaatini uyandırmış; Dreyfus, Yahudi olmayanların çoğunlukta olduğu Fransız ilericilerinin, işçi sınıfı hareketinin ve Fransız entelektüellerinin önemli desteğini almıştır. 1896’da karşı istihbarat başkanı Georges Picquart tarafından yapılmış araştırmalar sonucunda yeni kanıtlar elde edilmiş ve gerçek suçlunun başka bir ordu mensubu olan Ferdinand Walsin Esterhazy olduğu anlaşılmıştır. Ancak, bu sırada fabrikasyon belgelere dayanarak ordunun bir kesimi Dreyfus’a farklı suçlamalar getirdi. Gericiler ve Kilise, antisemit bahanelerle Dreyfus’un suçlu olduğu konusunda ısrar ediyordu. Bunun üzerine yazar Émile Zola, tüm prestijini riske atarak, Fransız halkına açık bir mektup yazdı ve Dreyfus lehine bir toplumsal hareketin oluşmasına neden oldu. Davanın yeniden değerlendirilmesi gündeme geldi. En sonunda Dreyfus’un masumiyeti kanıtlandı. Devlet kendisinden özür diledi. Orduya geri alınan Dreyfus, Birinci Dünya Savaşı’na katıldı. 1935 yılında Fransa’da öldü. 

1895 yılında Dreyfus vakası devam ederken Paris’te gazetecilik yapmakta olan siyasal Siyonizm’in kurucusu Theodor Herzl olayı yakından izledi. Yahudi olmayan kesim Dreyfus’a büyük destek vermiş, sosyalist hareket de işçi sınıfının Dreyfus’u desteklemesini sağlamıştı. Buna karşın, Viyana’nın en önemli gazetecilerinden biri olarak da tanınan Theodor Herzl, Yahudi Dreyfus için tek bir protesto bile yapmadı. [7, 8] 

Dreyfus vakası, 1894-1906 arasında Fransız toplumunu ilericiler/Cumhuriyetçiler ve sağcılar/Kilise yanlıları/antisemitler şeklinde böldü. Sonuçta antisemitizm ve gericiler yenildi. Kilise, antisemitizm ve Siyonizm büyük prestij kaybına uğradı. Siyonizm, Dreyfus için hiçbir şey yapmadı; Siyonist ideolojinin temelinde antisemitizmle mücadele yoktu. Onlara göre antisemitizm Hristiyan ve Müslümanların “genlerinde” vardı, antisemitizmle mücadele edilemezdi ve Filistin’e gitmek dışında antisemitizmden kurtulmanın başka hiçbir çaresi olamazdı. Dreyfus vakasının Fransız toplumu üzerindeki etkisi yıllar sürdü. Naziler Fransa’yı işgal ettiklerinde, Yahudileri katletmek için işbirliği yapacak ve Yahudi Konsili (Judenrate) kuracak kimseyi bulamadılar. Bu nedenle Fransız Yahudilerinin %75’i soykırımdan kurtuldu. Günümüzde Fransa, 450.000 kişilik Yahudi nüfusuyla Avrupa’da en fazla Yahudi barındıran ülke durumundadır. [3] 

Theodor Herzl’de Dreyfus vakasını Siyonizm için bir yenilgi olarak kabul etti. Herzl, davanın antisemitizme karşı bir mücadele olduğunu kabul etmek istemedi. Ona göre antisemitizm doğal bir olguydu ve mücadele edilemezdi. Herzl, bu süreçte Dreyfus’u destekleyen ne bir açıklama, ne de bir protesto yaptı. Verdikleri antisemitizm mücadelesi başarıya ulaşan Fransız Yahudileri Siyonizm’i reddetti. Herzl, bu nedenle Fransız Yahudiliğini gerici-fırsatçı ideolojisine uygun şekilde eleştirdi: “Fransız Yahudileri sosyalistlerden, yani mevcut düzenin yıkıcılarından medet umuyorlar. Bence onlar artık gerçek Yahudi değiller; ayrıca, Fransız olarak da kabul edilemezler. Muhtemelen Avrupa anarşizminin bir parçası olacaklardır.” [6, 7]

Dreyfus vakası antisemitizmin hangi amaçla kullanılacağının habercisiydi. Bu dönemde, 2. Enternasyonali oluşturan bağımsız işçi-kitle partileri, kapitalist sistemin yıkılmasının ve sosyalist toplumun kurulmasının gerekliliğini ilan etmeye başladı. Avrupa ve Amerika’da ortaya çıkan Yahudi işçiler, Yahudi halkının hakları için mücadeleyi, toplumsal ilerleme mücadelesinin bir parçası olarak gördü. [1]

Tüm bunları neden anlattık? Siyonizm denilen “sömürgeci ticaret anlaşması”, Yahudilerin ve insanlığın onurlu mücadele tarihinin geriye götürülmesinden başka bir şey değildir. Siyonizm, asla bir ulusal özgürlük hareketi olmamıştır. Yahudi halkının o dönemki isteklerinden doğmamıştır. Siyonist liderler ve emperyalist patronları, Siyonizm’in “kadim” olduğu yalanını bugün hâlâ anlatmaktadırlar. Bu yalanın esas amacı Siyonizm’in sınıfsal içeriğini ve gerçek amacını gizlemek, köken aldığı tarihi insanlara unutturmak ve tüm Yahudileri tarih boyunca istedikleri tek şeyin bu olduğuna inandırmaktır. 

2 Kasım 1917 tarihli Balfour Deklarasyonu, bu sahtekârlığın temel atma törenidir. Asıl sorulması gerekense şudur: Bu kadar önemli bir siyasi karar, neden İngiliz Parlamentosu’nda tartışılmak yerine bir para babasına gönderilen mektubun içerisine sıkıştırılmıştır?

Polonya devleti 1772, 1793 ve 1795 yıllarında Rusya, Prusya ve Avusturya devletleri arasında çok defa bölündü. Bu bölünmeler sonucunda büyük miktarda Yahudi nüfusu Rus egemenliğine girdi. Rusya’nın antisemit politikaları sonucunda bu insanlar, İskan Bölgeleri denilen alanlarda kısıtlı haklarla yaşamaya mahkum edildiler. Siyonizm sadece Yahudi halkının dinamiklerinden doğmuş olsaydı, tüm Avrupa’da antisemitizme karşı, Rusya’da da İskan Bölgelerindeki halkın özgürlüğü için mücadele verirdi. Peki, Siyonizm gerçekten bir halk hareketi değilse, nereden türedi de Balfour Deklarasyonu denilen sahtekârlığı, dolayısıyla on yıllardır devam eden Orta Doğu trajedisini yarattı? Bu sorunun cevabı Siyonizm’in sınıfsal analizinde yatmaktadır. 

Kuşkusuz, yukarıda anlattıklarımız “Yahudi Sorunu” adlandırmasına denk düşüyor. Ancak bu adlandırmayı fırsat bilip suistimal eden sömürgeciler, Avrupa Yahudilerini maşa olarak kullanmak istediler. Siyonizm, Napoleon Bonaparte döneminde dünyanın emperyalist güçlerinin, Osmanlı’nın zayıf durumundan yararlanmak isteyen ve Filistin’in kolonizasyonunu amaçlayan sömürgeci hevesleri sonucu ortaya çıkmıştır. Napolyon, Avrupa Yahudilerini 5. kol olarak kullanmaya kararlıydı. Mısır ve Filistin’i işgal ettiği ve Kudüs’ü ilhaka heveslendiği dönemde (1798-1799) kutsal toprakları “Filistin’in gerçek mirasçılarına” vadeden bir bildiri yayınladı.[9] Amacı, Avrupa Yahudilerini Rusya ile savaşında ve İngiltere ile yaptığı ekonomik mücadelede kullanmak istemesiydi. Siyonist sömürgeci hevesleri olan tek lider Napolyon değildi. Otto von Bismarck da Siyonizm’in hamisi olmak ve Yahudileri Berlin-Bağdat demiryolu hattı çevresine yerleştirmek istemişti. Emperyalizmin tek amacı, Yahudi halkını çıkarlarının bekçisi olarak elinde tutmaktı.[3, 5, 9] 

Yahudiler, Fransız Devrimi sonrasında tarihlerinde ilk defa yaşadıkları toplumda hukuksal anlamda eşit vatandaş olma fırsatını yakaladıklarından, “seçilmiş halk” ve “kutsal topraklara dönüş” gibi uydurma bahanelerin peşinden Filistin’e gitmek istemediler. Fransız Yahudileri Siyonizm’i katı bir şekilde reddettiler ve Napolyon’a şu cevabı verdiler: “Bizim Kudüs’ümüz Paris’tir”. 

Osmanlı Yahudileri de Siyonizm’e benzer tepkiler verdiler. Siyonist sermaye destekli yoğun propagandaya rağmen 1905-1912 yılları arasında sadece 1000 Yahudi Filistin’e göç etti; çünkü Yahudilerin çoğu Osmanlı yurtseverleriydi. Siyonist fikrin doğduğu dönemde Filistin Yahudi nüfusu 5000’den azdı. Reform Yahudiliğinin 1885’de ABD’de yaptığı konferansta delegeler, “Filistin’e geri dönmek istemiyoruz.” açıklamasını yaptı. Bundan 12 yıl sonra Amerikan Yahudi Merkez Konferansı’nda Yahudi devleti kurulmasına ilişkin her türlü girişim reddedildi: “Amerika bizim Siyon’umuz.” kararı açıklandı. Almanya’daki Yahudi liderler de “Stuttgart bizim Kudüs’ümüz.” açıklamasını yaptılar. Alman Yahudileri bununla da kalmadılar, 1897’de düzenlenen 1. Dünya Siyonist Kongresi’nin Almanya’da toplanmasına engel oldular. Alman Yahudilerinin muhalefeti nedeniyle kongre İsviçre’de toplanmak zorunda kaldı. [4, 7, 10]

Siyasal Siyonizm, 19. yüzyılın sonuna doğru uluslararası proletaryanın sınıf savaşlarının ortasında, kapitalizmin emperyalizme evrildiği dönemde gelişti; hareketin kurucusu Theodor Herzl de, yatırımcılara yüksek kâr vadeden sömürgeci hevesler çerçevesinde bu harekete hayat verdi. Tam bir emperyalizm işbirlikçisi olan Herzl, hayatının sonuna kadar büyük sermayeye yaranmayı amaçladı; bu nedenledir ki “Yahudi Devleti” isimli kitabına taslak halindeyken “Rothschildlere Hitaben” adını vermişti. Kendisi Viyanalı zengin bir banker-borsacının oğluydu. Mensubu olduğu sınıfın üstünlüğüne inanıyordu. Bu temelde Siyonizm, yaklaşık 150 yıldır, halkları ve kanunları dinlemeyen elitist kararlar almaktadır.  

Siyonizm uğruna harcanan milyonlarca dolara ve propagandaya rağmen, 1880-1920 yılları arasında sadece 120.000 Yahudi Filistin’e göç etti. Bunların yarısı da kısa bir süre sonra Filistin’den ayrıldı. Yani Siyonizm, elle tutulur bir başarı elde edemedi. Filistin’e 40 senede gönderilen Yahudi sayısı 60.000’de kaldı. Oysa Siyonist planların yürütülebilmesi için Filistin Yahudi nüfusunun Arap nüfusuna üstünlük sağlaması gerekiyordu. 

Theodor Herzl’in iki amacı vardı: Yahudileri mücadeleden vazgeçirip çaresiz olduklarını düşünmelerini sağlamak ve çaresiz kalınca da Batı ülkelerine değil Filistin’e göç etmelerini garanti etmek. Şu cümle kendisine aittir: “Eğer Batı ülkeleri çaresiz Yahudiler için kaçış yeri olursa, bu ülkelerdeki kardeşlerimiz ayrıcalıklı ekonomik durumları açısından korkuya kapılacaklar". Herzl’e göre Doğu Avrupa Yahudileri genelde büyük devrimcilerdi ve Herzl, bunların Batıya göç ederek bu ülkelere devrim getireceğinden korkuyordu. Ancak, Herzl’in alt sınıfları aşağılayan zihniyeti bundan ibaret değildi. Filistin’e girmesini istediği Yahudi “kardeşleri” için şöyle diyordu: “Çaresiz olanlar ilk gidenler olacaklar; çünkü çaresizler en iyi istilacılardır. Büyük zaferleri kazananların çaresizler olduğunu unutmayın. Bizim en önemli ihtiyacımız bu en fakir ve çaresiz insanların katılımıdır”. [5, 7, 12]

Birinci Dünya Savaşı’na kadar, çoğunluğu Siyonist olan, az sayıda Yahudi Filistin’e göç etmişti. Savaş ilerledikçe İngiliz ve Siyonist çıkarları birbirini tamamlar hale geldi. Siyonist liderler İngiltere ile görüşerek, Siyonizm’i desteklememeleri durumunda Bolşevik Devriminin tüm Avrupa’ya yayılacağını söylediler. İngiltere için Filistin’i ele geçirmek artık tartışılmazdı; ancak, bu açık işgalle olamazdı. Tek seçenek İngiltere’nin savaş emellerini “kendi kaderini tayin hakkı” ile bütünleştirmekti. Siyonist liderler bu planın uygulanması için oldukça kullanışlı oldular, emperyalizm için “etnik ve dinsel geleneklerin sürdürülebilirlik” garantisi haline geldiler. [7]

Savaş devam ederken Siyonist lider Dr. Chaim Weizmann, 1905 yılında Yahudileri ülkesinde istemediğini açıkça söylemiş olan, antisemit Arthur Balfour ile temasa geçti. 1917 yılında, Mark Sykes’ın da dahil olduğu, İngiltere ve ABD hükümetleriyle yapılan görüşmeler sonucunda Balfour Deklarasyonu’nun ilanına karar verildi. Deklarasyon Rothschild ailesinin bankerlerinden biri olan Alfred Milner tarafından kaleme alındı. Metin, taslak halinde Balfour’un incelemesine sunuldu. 2 Kasım 1917 tarihinde Balfour Deklarasyonu bir mektup olarak İngiliz Dışişleri Bakanlığı adına Dışişleri Bakan Yardımcısı Arthur James Balfour tarafından Lionel Walter Rothschild’e (Lord Rothschild) gönderildi. Bu şahıs aynı zamanda İngiltere Siyonist Federasyonu’nun da başkanıydı. [2, 7]

Peki, o sırada İngiltere’de yaşayan 250.000 Yahudiden kaç tanesi İngiltere Siyonist Federasyonu üyesiydi? Sadece 5000. İngiliz Yahudilerinin sadece %2’si Siyonizmi destekliyordu. Bunun nedeni Yahudilerin çok daha önemli sorunlarının olmasıydı. Londra’nın Doğu Yakası’nda verilen yaşam mücadelesinin Siyonizm’le hiçbir ilgisi yoktu.      

Balfour Deklarasyonu Yahudiler için değil, Siyonist liderler için bir başarı oldu. WZO (World Zionist Organization – Dünya Siyonist Örgütü) liderleri, İngiltere için önemli olanın Bolşeviklerin durdurulması olduğunu biliyorlardı. Bu nedenle Sovyet İç Savaşı sırasında Beyaz Terör’ün safında yer aldılar. Bu açıdan bakıldığında Balfour Deklarasyonu, Siyonizmin emekleme döneminin kapanışını ve emperyalizmin güdümünde şahlanma döneminin başlangıcını ifade eder.

Balfour Deklarasyonu, İngiltere’nin hakkı olmadığı bir bölgedeki toprakları, orada asla yaşamak niyetinde olmayan Yahudi halkına verme bahanesiyle gasp ettiğini açıklayan bir aldatmacadır. Metin şu şekildedir: “Saygıdeğer Lord Rothschild; Majestelerinin hükümeti adına kabineye sunulan ve kabul edilen Yahudi Siyonist isteklerini sempati ile karşılayan müteakip deklarasyonu iletmekten memnuniyet duyarım. Majestelerinin Hükümeti, Filistin’de Yahudiler için bir milli yurt kurulmasını uygun karşılamaktadır ve bu hedefin gerçekleştirilmesini kolaylaştırmak için elinden geleni yapacaktır. Filistin’deki mevcut Yahudi olmayan toplumların medeni ve dini haklarına ve başka ülkelerde yaşayan Yahudilerin sahip oldukları haklara ve siyasi statülerine zarar verecek hiçbir şeyin yapılmayacağı açıkça anlaşılmalıdır. Bu deklarasyonu, Siyonist Federasyonu’nun bilgisine sunmanızdan memnuniyet duyacağım."

Deklerasyon metninde geçen “Yahudi Siyonist isteklerine duyulan sempatinin kabulü”, emperyalizmin ve Siyonizmin çıkarlarının ortak olduğunun bir göstergesiydi. Metinde “devlet” (state) yerine “yurt” (home) kelimesinin kullanılmasının nedeni Arapları kandırmaktı. Deklarasyonun Ağustos 1917 tarihli orijinal taslak metninde, “Filistin’de halihazırda yaşamakta olan Yahudi olmayan toplulukların dini ve medeni haklarının korunması” ifadesi yer almıyordu. Bu cümle belli ki o dönem bölge nüfusunun %91’ini oluşturan Arapları kışkırtmamak için sonradan koyulmuştu. Sonraki ifade ise “Filistin dışındaki tüm ülkelerde yaşayan Yahudilerin hakları ve siyasi konumlarının sürekliliği” mealinde kullanılmıştı ki, bunun temel amacı da Siyonizmin varlığı dolayısıyla yaşadıkları ülkelerden ayrılmak zorunda kalacaklarını veya bu ülkelerdeki ayrıcalıklı konumlarını kaybedeceklerini düşünen Yahudi orta sınıfının endişelenmesini engellemekti.

Dreyfus vakası, 1894-1906 yılları arasında devam etmiş ve Fransa’yı ilerici ve gerici iki cepheye bölmüş olan tarihteki en büyük adli ve antisemit skandallardan biridir. Fransız ordusunun Yahudi kökenli bir mensubu olan Alfred Dreyfus, 35 yaşındayken haksız yere ihanetle suçlanmıştır. Fransız askeri sırlarını Paris’teki Alman Konsolosluğu’na verdiği iddiasıyla vatana ihanetle yargılanmış, Fransız Guyanası’ndaki Şeytan Adası’nda ömür boyu hapse mahkum edilmiştir. Dreyfus, bu adada yaklaşık 5 yıl hapis kalmıştır. 

Yargılamanın gizli yapılmış olması ve Dreyfus’un cesurca ve tekrarlı olarak masum olduğu konusunda ısrar etmesi pek çok kişide adil yargılanmadığı kanaatini uyandırmış; Dreyfus, Yahudi olmayanların çoğunlukta olduğu Fransız ilericilerinin, işçi sınıfı hareketinin ve Fransız entelektüellerinin önemli desteğini almıştır. 1896’da karşı istihbarat başkanı Georges Picquart tarafından yapılmış araştırmalar sonucunda yeni kanıtlar elde edilmiş ve gerçek suçlunun başka bir ordu mensubu olan Ferdinand Walsin Esterhazy olduğu anlaşılmıştır. Ancak, bu sırada fabrikasyon belgelere dayanarak ordunun bir kesimi Dreyfus’a farklı suçlamalar getirdi. Gericiler ve Kilise, antisemit bahanelerle Dreyfus’un suçlu olduğu konusunda ısrar ediyordu. Bunun üzerine yazar Émile Zola, tüm prestijini riske atarak, Fransız halkına açık bir mektup yazdı ve Dreyfus lehine bir toplumsal hareketin oluşmasına neden oldu. Davanın yeniden değerlendirilmesi gündeme geldi. En sonunda Dreyfus’un masumiyeti kanıtlandı. Devlet kendisinden özür diledi. Orduya geri alınan Dreyfus, Birinci Dünya Savaşı’na katıldı. 1935 yılında Fransa’da öldü. 

1895 yılında Dreyfus vakası devam ederken Paris’te gazetecilik yapmakta olan siyasal Siyonizm’in kurucusu Theodor Herzl olayı yakından izledi. Yahudi olmayan kesim Dreyfus’a büyük destek vermiş, sosyalist hareket de işçi sınıfının Dreyfus’u desteklemesini sağlamıştı. Buna karşın, Viyana’nın en önemli gazetecilerinden biri olarak da tanınan Theodor Herzl, Yahudi Dreyfus için tek bir protesto bile yapmadı. [7, 8] 

Dreyfus vakası, 1894-1906 arasında Fransız toplumunu ilericiler/Cumhuriyetçiler ve sağcılar/Kilise yanlıları/antisemitler şeklinde böldü. Sonuçta antisemitizm ve gericiler yenildi. Kilise, antisemitizm ve Siyonizm büyük prestij kaybına uğradı. Siyonizm, Dreyfus için hiçbir şey yapmadı; Siyonist ideolojinin temelinde antisemitizmle mücadele yoktu. Onlara göre antisemitizm Hristiyan ve Müslümanların “genlerinde” vardı, antisemitizmle mücadele edilemezdi ve Filistin’e gitmek dışında antisemitizmden kurtulmanın başka hiçbir çaresi olamazdı. Dreyfus vakasının Fransız toplumu üzerindeki etkisi yıllar sürdü. Naziler Fransa’yı işgal ettiklerinde, Yahudileri katletmek için işbirliği yapacak ve Yahudi Konsili (Judenrate) kuracak kimseyi bulamadılar. Bu nedenle Fransız Yahudilerinin %75’i soykırımdan kurtuldu. Günümüzde Fransa, 450.000 kişilik Yahudi nüfusuyla Avrupa’da en fazla Yahudi barındıran ülke durumundadır. [3] 

Theodor Herzl’de Dreyfus vakasını Siyonizm için bir yenilgi olarak kabul etti. Herzl, davanın antisemitizme karşı bir mücadele olduğunu kabul etmek istemedi. Ona göre antisemitizm doğal bir olguydu ve mücadele edilemezdi. Herzl, bu süreçte Dreyfus’u destekleyen ne bir açıklama, ne de bir protesto yaptı. Verdikleri antisemitizm mücadelesi başarıya ulaşan Fransız Yahudileri Siyonizm’i reddetti. Herzl, bu nedenle Fransız Yahudiliğini gerici-fırsatçı ideolojisine uygun şekilde eleştirdi: “Fransız Yahudileri sosyalistlerden, yani mevcut düzenin yıkıcılarından medet umuyorlar. Bence onlar artık gerçek Yahudi değiller; ayrıca, Fransız olarak da kabul edilemezler. Muhtemelen Avrupa anarşizminin bir parçası olacaklardır.” [6, 7]

Dreyfus vakası antisemitizmin hangi amaçla kullanılacağının habercisiydi. Bu dönemde, 2. Enternasyonali oluşturan bağımsız işçi-kitle partileri, kapitalist sistemin yıkılmasının ve sosyalist toplumun kurulmasının gerekliliğini ilan etmeye başladı. Avrupa ve Amerika’da ortaya çıkan Yahudi işçiler, Yahudi halkının hakları için mücadeleyi, toplumsal ilerleme mücadelesinin bir parçası olarak gördü. [1]

Tüm bunları neden anlattık? Siyonizm denilen “sömürgeci ticaret anlaşması”, Yahudilerin ve insanlığın onurlu mücadele tarihinin geriye götürülmesinden başka bir şey değildir. Siyonizm, asla bir ulusal özgürlük hareketi olmamıştır. Yahudi halkının o dönemki isteklerinden doğmamıştır. Siyonist liderler ve emperyalist patronları, Siyonizm’in “kadim” olduğu yalanını bugün hâlâ anlatmaktadırlar. Bu yalanın esas amacı Siyonizm’in sınıfsal içeriğini ve gerçek amacını gizlemek, köken aldığı tarihi insanlara unutturmak ve tüm Yahudileri tarih boyunca istedikleri tek şeyin bu olduğuna inandırmaktır. 

2 Kasım 1917 tarihli Balfour Deklarasyonu, bu sahtekârlığın temel atma törenidir. Asıl sorulması gerekense şudur: Bu kadar önemli bir siyasi karar, neden İngiliz Parlamentosu’nda tartışılmak yerine bir para babasına gönderilen mektubun içerisine sıkıştırılmıştır?

Polonya devleti 1772, 1793 ve 1795 yıllarında Rusya, Prusya ve Avusturya devletleri arasında çok defa bölündü. Bu bölünmeler sonucunda büyük miktarda Yahudi nüfusu Rus egemenliğine girdi. Rusya’nın antisemit politikaları sonucunda bu insanlar, İskan Bölgeleri denilen alanlarda kısıtlı haklarla yaşamaya mahkum edildiler. Siyonizm sadece Yahudi halkının dinamiklerinden doğmuş olsaydı, tüm Avrupa’da antisemitizme karşı, Rusya’da da İskan Bölgelerindeki halkın özgürlüğü için mücadele verirdi. Peki, Siyonizm gerçekten bir halk hareketi değilse, nereden türedi de Balfour Deklarasyonu denilen sahtekârlığı, dolayısıyla on yıllardır devam eden Orta Doğu trajedisini yarattı? Bu sorunun cevabı Siyonizm’in sınıfsal analizinde yatmaktadır. 

Kuşkusuz, yukarıda anlattıklarımız “Yahudi Sorunu” adlandırmasına denk düşüyor. Ancak bu adlandırmayı fırsat bilip suistimal eden sömürgeciler, Avrupa Yahudilerini maşa olarak kullanmak istediler. Siyonizm, Napoleon Bonaparte döneminde dünyanın emperyalist güçlerinin, Osmanlı’nın zayıf durumundan yararlanmak isteyen ve Filistin’in kolonizasyonunu amaçlayan sömürgeci hevesleri sonucu ortaya çıkmıştır. Napolyon, Avrupa Yahudilerini 5. kol olarak kullanmaya kararlıydı. Mısır ve Filistin’i işgal ettiği ve Kudüs’ü ilhaka heveslendiği dönemde (1798-1799) kutsal toprakları “Filistin’in gerçek mirasçılarına” vadeden bir bildiri yayınladı.[9] Amacı, Avrupa Yahudilerini Rusya ile savaşında ve İngiltere ile yaptığı ekonomik mücadelede kullanmak istemesiydi. Siyonist sömürgeci hevesleri olan tek lider Napolyon değildi. Otto von Bismarck da Siyonizm’in hamisi olmak ve Yahudileri Berlin-Bağdat demiryolu hattı çevresine yerleştirmek istemişti. Emperyalizmin tek amacı, Yahudi halkını çıkarlarının bekçisi olarak elinde tutmaktı.[3, 5, 9] 

Yahudiler, Fransız Devrimi sonrasında tarihlerinde ilk defa yaşadıkları toplumda hukuksal anlamda eşit vatandaş olma fırsatını yakaladıklarından, “seçilmiş halk” ve “kutsal topraklara dönüş” gibi uydurma bahanelerin peşinden Filistin’e gitmek istemediler. Fransız Yahudileri Siyonizm’i katı bir şekilde reddettiler ve Napolyon’a şu cevabı verdiler: “Bizim Kudüs’ümüz Paris’tir”. 

Osmanlı Yahudileri de Siyonizm’e benzer tepkiler verdiler. Siyonist sermaye destekli yoğun propagandaya rağmen 1905-1912 yılları arasında sadece 1000 Yahudi Filistin’e göç etti; çünkü Yahudilerin çoğu Osmanlı yurtseverleriydi. Siyonist fikrin doğduğu dönemde Filistin Yahudi nüfusu 5000’den azdı. Reform Yahudiliğinin 1885’de ABD’de yaptığı konferansta delegeler, “Filistin’e geri dönmek istemiyoruz.” açıklamasını yaptı. Bundan 12 yıl sonra Amerikan Yahudi Merkez Konferansı’nda Yahudi devleti kurulmasına ilişkin her türlü girişim reddedildi: “Amerika bizim Siyon’umuz.” kararı açıklandı. Almanya’daki Yahudi liderler de “Stuttgart bizim Kudüs’ümüz.” açıklamasını yaptılar. Alman Yahudileri bununla da kalmadılar, 1897’de düzenlenen 1. Dünya Siyonist Kongresi’nin Almanya’da toplanmasına engel oldular. Alman Yahudilerinin muhalefeti nedeniyle kongre İsviçre’de toplanmak zorunda kaldı. [4, 7, 10]

Siyasal Siyonizm, 19. yüzyılın sonuna doğru uluslararası proletaryanın sınıf savaşlarının ortasında, kapitalizmin emperyalizme evrildiği dönemde gelişti; hareketin kurucusu Theodor Herzl de, yatırımcılara yüksek kâr vadeden sömürgeci hevesler çerçevesinde bu harekete hayat verdi. Tam bir emperyalizm işbirlikçisi olan Herzl, hayatının sonuna kadar büyük sermayeye yaranmayı amaçladı; bu nedenledir ki “Yahudi Devleti” isimli kitabına taslak halindeyken “Rothschildlere Hitaben” adını vermişti. Kendisi Viyanalı zengin bir banker-borsacının oğluydu. Mensubu olduğu sınıfın üstünlüğüne inanıyordu. Bu temelde Siyonizm, yaklaşık 150 yıldır, halkları ve kanunları dinlemeyen elitist kararlar almaktadır.  

Siyonizm uğruna harcanan milyonlarca dolara ve propagandaya rağmen, 1880-1920 yılları arasında sadece 120.000 Yahudi Filistin’e göç etti. Bunların yarısı da kısa bir süre sonra Filistin’den ayrıldı. Yani Siyonizm, elle tutulur bir başarı elde edemedi. Filistin’e 40 senede gönderilen Yahudi sayısı 60.000’de kaldı. Oysa Siyonist planların yürütülebilmesi için Filistin Yahudi nüfusunun Arap nüfusuna üstünlük sağlaması gerekiyordu. 

Theodor Herzl’in iki amacı vardı: Yahudileri mücadeleden vazgeçirip çaresiz olduklarını düşünmelerini sağlamak ve çaresiz kalınca da Batı ülkelerine değil Filistin’e göç etmelerini garanti etmek. Şu cümle kendisine aittir: “Eğer Batı ülkeleri çaresiz Yahudiler için kaçış yeri olursa, bu ülkelerdeki kardeşlerimiz ayrıcalıklı ekonomik durumları açısından korkuya kapılacaklar". Herzl’e göre Doğu Avrupa Yahudileri genelde büyük devrimcilerdi ve Herzl, bunların Batıya göç ederek bu ülkelere devrim getireceğinden korkuyordu. Ancak, Herzl’in alt sınıfları aşağılayan zihniyeti bundan ibaret değildi. Filistin’e girmesini istediği Yahudi “kardeşleri” için şöyle diyordu: “Çaresiz olanlar ilk gidenler olacaklar; çünkü çaresizler en iyi istilacılardır. Büyük zaferleri kazananların çaresizler olduğunu unutmayın. Bizim en önemli ihtiyacımız bu en fakir ve çaresiz insanların katılımıdır”. [5, 7, 12]

Birinci Dünya Savaşı’na kadar, çoğunluğu Siyonist olan, az sayıda Yahudi Filistin’e göç etmişti. Savaş ilerledikçe İngiliz ve Siyonist çıkarları birbirini tamamlar hale geldi. Siyonist liderler İngiltere ile görüşerek, Siyonizm’i desteklememeleri durumunda Bolşevik Devriminin tüm Avrupa’ya yayılacağını söylediler. İngiltere için Filistin’i ele geçirmek artık tartışılmazdı; ancak, bu açık işgalle olamazdı. Tek seçenek İngiltere’nin savaş emellerini “kendi kaderini tayin hakkı” ile bütünleştirmekti. Siyonist liderler bu planın uygulanması için oldukça kullanışlı oldular, emperyalizm için “etnik ve dinsel geleneklerin sürdürülebilirlik” garantisi haline geldiler. [7]

Savaş devam ederken Siyonist lider Dr. Chaim Weizmann, 1905 yılında Yahudileri ülkesinde istemediğini açıkça söylemiş olan, antisemit Arthur Balfour ile temasa geçti. 1917 yılında, Mark Sykes’ın da dahil olduğu, İngiltere ve ABD hükümetleriyle yapılan görüşmeler sonucunda Balfour Deklarasyonu’nun ilanına karar verildi. Deklarasyon Rothschild ailesinin bankerlerinden biri olan Alfred Milner tarafından kaleme alındı. Metin, taslak halinde Balfour’un incelemesine sunuldu. 2 Kasım 1917 tarihinde Balfour Deklarasyonu bir mektup olarak İngiliz Dışişleri Bakanlığı adına Dışişleri Bakan Yardımcısı Arthur James Balfour tarafından Lionel Walter Rothschild’e (Lord Rothschild) gönderildi. Bu şahıs aynı zamanda İngiltere Siyonist Federasyonu’nun da başkanıydı. [2, 7]

Peki, o sırada İngiltere’de yaşayan 250.000 Yahudiden kaç tanesi İngiltere Siyonist Federasyonu üyesiydi? Sadece 5000. İngiliz Yahudilerinin sadece %2’si Siyonizmi destekliyordu. Bunun nedeni Yahudilerin çok daha önemli sorunlarının olmasıydı. Londra’nın Doğu Yakası’nda verilen yaşam mücadelesinin Siyonizm’le hiçbir ilgisi yoktu.

      Balfour Deklarasyonu Yahudiler için değil, Siyonist liderler için bir başarı oldu. WZO (World Zionist Organization – Dünya Siyonist Örgütü) liderleri, İngiltere için önemli olanın Bolşeviklerin durdurulması olduğunu biliyorlardı. Bu nedenle Sovyet İç Savaşı sırasında Beyaz Terör’ün safında yer aldılar. Bu açıdan bakıldığında Balfour Deklarasyonu, Siyonizmin emekleme döneminin kapanışını ve emperyalizmin güdümünde şahlanma döneminin başlangıcını ifade eder.

Balfour Deklarasyonu, İngiltere’nin hakkı olmadığı bir bölgedeki toprakları, orada asla yaşamak niyetinde olmayan Yahudi halkına verme bahanesiyle gasp ettiğini açıklayan bir aldatmacadır. Metin şu şekildedir: “Saygıdeğer Lord Rothschild; Majestelerinin hükümeti adına kabineye sunulan ve kabul edilen Yahudi Siyonist isteklerini sempati ile karşılayan müteakip deklarasyonu iletmekten memnuniyet duyarım. Majestelerinin Hükümeti, Filistin’de Yahudiler için bir milli yurt kurulmasını uygun karşılamaktadır ve bu hedefin gerçekleştirilmesini kolaylaştırmak için elinden geleni yapacaktır. Filistin’deki mevcut Yahudi olmayan toplumların medeni ve dini haklarına ve başka ülkelerde yaşayan Yahudilerin sahip oldukları haklara ve siyasi statülerine zarar verecek hiçbir şeyin yapılmayacağı açıkça anlaşılmalıdır. Bu deklarasyonu, Siyonist Federasyonu’nun bilgisine sunmanızdan memnuniyet duyacağım."

Deklerasyon metninde geçen “Yahudi Siyonist isteklerine duyulan sempatinin kabulü”, emperyalizmin ve Siyonizmin çıkarlarının ortak olduğunun bir göstergesiydi. Metinde “devlet” (state) yerine “yurt” (home) kelimesinin kullanılmasının nedeni Arapları kandırmaktı. Deklarasyonun Ağustos 1917 tarihli orijinal taslak metninde, “Filistin’de halihazırda yaşamakta olan Yahudi olmayan toplulukların dini ve medeni haklarının korunması” ifadesi yer almıyordu. Bu cümle belli ki o dönem bölge nüfusunun %91’ini oluşturan Arapları kışkırtmamak için sonradan koyulmuştu. Sonraki ifade ise “Filistin dışındaki tüm ülkelerde yaşayan Yahudilerin hakları ve siyasi konumlarının sürekliliği” mealinde kullanılmıştı ki, bunun temel amacı da Siyonizmin varlığı dolayısıyla yaşadıkları ülkelerden ayrılmak zorunda kalacaklarını veya bu ülkelerdeki ayrıcalıklı konumlarını kaybedeceklerini düşünen Yahudi orta sınıfının endişelenmesini engellemekti.

Siyonizmin doğası gereği burjuva olduğunu gösteren diğer bir kanıt da, Balfour Deklarasyonu’nun, o dönem büyük Yahudi finans kapitalinin ağababası olan Lord Lionel Rothschild’e yazılmış olmasıydı. Rothschild Meclisi’nin dünyadaki en büyük şubesi İngiltere’deydi. [3, 5, 7, 12]

Paskalya Bayramı’nda İngiltere Sosyalist Partisi’nin yaptığı bir toplantıda bir Yahudi işçi Balfour Deklarasyonu hakkında şunları söyledi: “Filistin’in bir Yahudi devletine dönüştürülmesi, tüm dünyada Yahudilerin kapitalistler tarafından bir araç olarak kullanılacağını gösteriyor."

Siyonizmi savunanların en önemli motiflerinden biri her zaman devrimin engellenmesi olmuştur. 1917 Bolşevik Devrimi, Yahudi dünyası için dengeleyici bir rolü olacağı düşünülen Siyonizme ve onun sermaye gücüne sempatiyi arttırdı. Siyonist liderlerden kimyager Dr. Chaim Weizmann, Paris Barış Konferansı’nda şu tanımı yaptı: “Siyonizm, Doğu Avrupa Yahudilerinin yolunu şaşırmış yıkıcı enerjilerinin panzehiridir”. Şubat 1919’da yaptığı başka bir konuşmada Siyonist teklifin uzun vadede barış getirecek tek çözüm olduğunu ve Yahudi enerjisini yıkıcı eğilimlerde boşa harcamak yerine (yıkıcı denilen elbette devrimcilikti) yapıcı bir güce dönüştüreceğini vurguluyordu. Devrimin yıkıcı olduğunu söyleyen Dr. Weizmann, Birinci Paylaşım Savaşı’nda Winston Churchill ile anlaşıp patlayıcılar için tonlarca aseton üreterek milyonlar kazanmıştı. Aslında, Siyonist liderlerin Bolşeviklere duyduğu nefretin nedenlerinden biri de devrimden sonra Doğu Avrupa cephesinde savaşın herhangi bir ilhak veya işgal olmadan sonlandırılmasıydı. Bolşeviklerin yıktığı tek şey, Weizmann gibilerin, insanların katledilmesinden milyonlar kazanmasını sağlayan düzendi. [1, 3]

Siyonist liderler, Balfour Deklarasyonu’nun, Yahudilerin uzun mücadeleler sonucu elde ettiği bir kazanım olduğu propagandasını yapmaktadır. Oysa, deklarasyon Yahudilerin çok büyük bir bölümü tarafından asla desteklenmedi. Yahudiler, kendileriyle hiçbir alakası olmadığını düşündükleri deklarasyona karşı çıktı. Sadece Chaim Weizmann ve Nahum Sokolov gibi Siyonist liderler deklarasyonu savundu. Yahudilerin çok büyük bir bölümü, Balfour’u deli saçması olarak görüyordu. İngiliz Yahudi tarihçi Lord Beloff, deklarasyonu “Bir Yahudi’nin başka bir Yahudi’yi Filistin’e göndermek için bir üçüncü Yahudi’nin parasını istediği bir hareket” olarak değerlendirdi. [7]

İngiliz plutokrasisinde yer alan İngiltere doğumlu pek çok Yahudi de Siyonizm karşıtıydı. Bunlardan biri olan Edwin Montagu, kabineye oldukça sert bir anti-Siyonist memorandum sundu ve Yahudi devleti fikrinin yurtsever Yahudileri ülkelerinden kovmak için bir araç olarak kullanılacağını savundu: “Bu deklarasyonla devlet, Yahudi düşmanı olan ve bu nedenle geçmişte Yahudi yurttaşların özgürlüklerine büyük zarar vermiş olan bir Siyonist organizasyonun isteklerini gerçekleştirmek için araç haline getirilmiştir”[7]. İngiliz Yahudileri Temsilciler Meclisi ve İngiliz Yahudi Derneği, deklarasyondan önce 24 Mayıs 1917 tarihinde, The Times’a yaptıkları açıklamada Yahudiler için yurt inşasını reddettiklerini söylemişlerdi. Deklarasyon, İngiliz basını tarafından da olumsuz karşılandı. Sadece The Guardian deklarasyonun gerekli bir adım olduğunu yazdı; bu liberal “toz bezi”, her konuda olduğu gibi, Siyonizm ile ilgili olarak da 100 yıldan fazladır “sahibinin sesi” olmaya devam etmektedir.  

Balfour Deklarasyonu’nun temelinde yatan ideolojinin sevilmemesi, İngiliz Yahudilerinin tamamına yakınında yarattığı memnuniyetsizlik, deklarasyonun neden mecliste ele alınmak yerine bir mektup içinde gönderildiğini açıklamaktadır. Siyonizm, Yahudi halk kitlelerini kendi tarafına çekememişti. Bu nedenle de Yahudileri temsil edemezdi. Devlet, hem İngiliz hem de dünya Yahudiliğinin genelinin Siyonizme karşı olduğunun bilincindeydi. İşte bu nedenle bildiri dolambaçlı yoldan yayımlandı. Bildiriyi Lord Rothschild’e yazılan bir mektup içine sıkıştırarak Yahudiler “by-pass” edilmiş, böylece oluşacak bir toplumsal muhalefetin önüne geçilmişti. 

Balfour Deklarasyonu’nun açıklandığı tarihe kadar Siyonist ideolojinin temel unsurları olgunlaşmıştı. Birinci Dünya Savaşı’nın bitmesiyle İngiliz emperyalistleri ve işbirlikçi Siyonist liderler için Filistin’in sınırsız ekonomik sömürüsü başlamıştı. Yahudi sermayesi Filistin’e yatırımlarını yavaş yavaş arttırdı. Bu arada Siyonistler, Arapları işçi sınıfı içinden kovarak, Arap işçi ve köylüleriyle Yahudi işçiler arasında işbirliğine bu şekilde engel olmaya çalıştılar.  Filistin’e yerleşen Yahudilerin Araplarla bir araya gelmesi zorlaştı. Araplar 1920, 1921, 1929, 1933, 1935 ve 1939’da ayaklandılar. Bunların hepsinde ayrıcalıklı konumdaki Yahudi işçi sınıfı emperyalistlerin yanında yer aldı. [5, 7, 12]

Balfour Deklarasyonu Filistin’in işgalinin ideolojik ve siyasal temelini sağlamış olduğundan, savaş sonrası barış konferasında Osmanlı’nın parçalanmış olması ve manda yönetiminin gündeme gelmesiyle, Filistin’in İngiltere’ye verilmesi artık bir oldubittiye kalmıştı. Antisemit siyasetçiler Arthur Balfour, Joseph Chamberlain ve Lord Shaftesbury, Siyonistlerle birlikte, Doğu Avrupa’da Beyaz Terör’den kaçan Yahudilerin İngiltere’ye göç etmelerine karşı çıktılar. Balfour, 1919 yılında Siyonist lider Nahum Sokolov’un kitabına “Yahudi göçüyle İngiltere’nin başına gelenlere” vurgu yapan bir önsöz yazdı. İngiliz Yahudileri yaşam ve vatandaşlık hakları için mücadele ederken, sırf Hristiyan olmadıkları için Yahudilere oy hakkı verilmemesi gerektiğini söyleyen Lord Shaftesbury, mecliste “1858 Özgürleştirme Yasası” aleyhine konuşuyordu. Deklarasyona adını veren Balfour’un ve Yahudi olmayan Siyonistlerin antisemit ırkçılar olmaları asla tesadüf değildir. 

Bolşeviklerin Sykes-Picot’un maddelerini ortaya dökmesine rağmen, 24 Temmuz 1922’de Filistin manda olarak İngiltere’ye verildi, Siyonist-emperyalist sermaye yatırımlarıyla gelişti. Siyonizm, sermaye aracılığıyla City of London ve Wall Street ile çok yönlü ilişkiler geliştirmeye başladı.[7]

Irkçı-faşist siyasetlerin ilk önce kendi insanlarına zarar verdikleri kolaylıkla fark edilebilir. Siyonist liderler, Birinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında faşistlerle işbirliği yapmış, 30’lu ve 40’lı yıllardaysa Nazilere geniş çaplı ideolojik, ticari, siyasi ve istihbari destek vermiş, hatta 1941 yılında, Alman Büyükelçiliği’ne gönderdikleri belgede savaşa Nazilerin tarafında katılmak istediklerini açıklamışlardır[11] . Ne yazık ki dünya Yahudiliğinin büyük bir kısmı, Siyonist liderlerin Yahudileri sırtından bıçaklayan bir hain sürüsü olduğundan habersizdir. [2, 3, 5, 11]

Yahudilerin ilerici mücadele geleneğinin ve savaşta Avrupa Yahudilerinin esas kurtarıcısının SSCB olduğunun bilincinde olan emperyalist devletler (SSCB’nin Nazi güçleri karşısındaki zaferi 2 milyon Avrupa Yahudisinin hayatını kurtarmıştır, ayrıca savaş boyunca yaklaşık 1 milyon Yahudi SSCB’ye kaçarak Soykırımdan kurtulmuştur), Soğuk Savaş döneminde onları “özgür dünya” saflarında tutmak için Yahudilere ayrıcalıklı davranarak bir üst sınıf yaratma yolunu seçmiştir; böylece, Siyonizmin sınıfsal yapısını ve Siyonist liderlerin ihanetlerini unutturmaya çalışmışlardır. Bu noktada asıl önemli olan bu geleneğin farkında olan anti-Siyonist Yahudilerdir. Siyonist-emperyalist işbirliğinin kan-rüşvet-ihanet sarmalı içinde mücadele eden bu onurlu insanlar asla yalnız bırakılmamalıdır.     

  1. Antisemitizm ve Yahudi Sorunu – I. Rennap (İnter Yayınları, Eylül 1991). Çeviren: Şen Süer Kaya.
  2. Hitler ve Siyonizm – Kürşad Berkkan (Eftelya Kitap – Şubat 2018)
  3. Zionism in The Age of Dictators, A Reappraisal – Lenni Brenner, 1983 (Lawrance Hill & Company Westport).
  4. Türkiye’de Yahudi Hıristiyan Savaşları – Orhan Gökdemir (Destek Yayınları, Nisan 2012).
  5. Şebeke – Lenni Brenner (Profil Yayıncılık – 1.Basım, Ekim 2008) Çeviren: Manolya Aşık, Derya Metin. 
  6. Raphael Pattar, Ed., The Complete Diaries of Theodor Herzl, Vol II, s. 672-673.
  7. Zionism, a racist, antisemitic Tool of Imperialism. Harpal Brar; London.
  8. An Empire Divided: religion, republicanism and the making of French colonialism (1880-1914) – James Patrick Daughton (First edition, Oxford University Press – 2008). 
  9. https://www.jewishvirtuallibrary.org/letter-to-the-jewish-nation-from-n…
  10. Caution: Zionism, Essays on Ideology, Organization and Practice of Zionism – Yuri Ivanov (Moscow – Progress Publishers, 1970). 
  11. The Hidden History of Zionism – Ralph Schoenmann (1988 – Veritas Press, Santa Barbara).
  12. The Class Origins of Zionist Ideology – Stephan Holbrook (Tuskegee Institute, Alabama, Department of Philosophy, Collage of Art and Sciences).
                                                                  /././
(soL)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder