Avrupa endişeli, dikkatler denizaltı kabloları üzerinde -Füsun Sarp Nebil-
Denizaltı kablolar, uluslararası veri trafiğinin yaklaşık yüzde 99'unu taşıyan küresel internet bağlantısının omurgasını oluşturur. Bu kablolar, bulut bilişim, finansal işlemler ve medya akışı gibi hizmetleri etkinleştirerek küresel iletişim için kritik öneme sahip.
Savaşlarda düşman güçlerinin, ortadan kaldırmayı ilk denedikleri kaynak "haberleşme"dir. Şimdilerde Avrupa bu konuda çok endişeli. Çünkü 10 gün kadar önce, üst üste iki önemli denizaltı kablosu birden sorun yaşadı. Baltık Denizi'ndeki iki önemli deniz altı internet kablosu C-Lion1 (Finlandiya-Almanya arası) ve BCS Doğu-Batı Bağlantısı (İsveç-Litvanya arası) hasarlandı.
Baltık Denizi'ndeki iki önemli deniz altı internet kablosu hasarlandı
Gelişme, bundan sonrası açısından önemli. İki kablonun kısa bir aralıkla kopması, sabotaj olma olasılığı soruşturmalarına yol açtı. Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius, "Kimse bu kabloların yanlışlıkla kesildiğine inanmıyor" diyerek sabotaj konusunda şüphelerini dile getirdi. Benzer endişeler, olayların hibrit savaş içeren daha geniş bir stratejinin parçası olabileceğini öne süren Finlandiya ve Almanya dışişleri bakanları tarafından da dile getirildi.
Kaza mı, sabotaj mı?
Kabloların kesilmesi 17-18 Kasım 2024'te meydana geldi ve bölgedeki ülkelerde endişeye neden oldu. Çünkü bu ülkeler Ukrayna-Rusya savaşı nedeniyle bölgesel güvenlik ve hibrit savaş konusunda diken üstündeler. Bu kesintilerin örüntüsünün, Rusya'ya atfedilen önceki eylemlerle örtüştüğü iddia ediliyor. Sabotaj doğrulanmamış olsa da bu kabloların stratejik önemi nedeniyle kasıtlı müdahale olasılığı özellikle araştırılıyor. Soruşturmalar devam ederken, sorumluluğu kimse üstlenmedi.
Rusya'nın "GUGI" (Genelkurmay Başkanlığı Derin Deniz Araştırmaları Ana Müdürlüğü) olarak bilinen gizli deniz birimiyle, kritik deniz altyapısına sahip alanlarda sık sık devriye gezerek, deniz altı kablolarına artan bir ilgi gösterdiği iddia ediliyor.
Bu endişelere karşın, iki ABD yetkilisi hasarın, bölgeden geçmekte olan bir geminin sürüklediği bir çapadan kaynaklanmış olabileceğini belirtti. Dolayısıyla kabloların kopmasının kaza olma olasılığı da gözardı edilmiyor. Örneğin, Çin gemisi Yi Peng 3 ve Türk bandıralı dökme yük gemisi Fortune Express olay yerlerinin yakınında bulunuyordu. Şimdi bunların hareketleri inceleniyor. Soruşturmalarda, hasarı değerlendirmek için su altı uzaktan kumandalı araçlar (ROV) kullanılıyor.
Siber saldırılar ve sabotaj gibi askeri olmayan önlemleri içeren hibrit savaş kavramı, Avrupa güvenlik yetkilileri arasında giderek artan bir endişe kaynağı haline geldi. Gerçi denizaltı kablolarına verilen hasar, uluslararası telekomünikasyon altyapısının yedeklilik stratejisi sayesinde genellikle büyük kesintilerine yol açmıyor ama giderek “daha önemli kablolarda sorun meydana gelir mi?” şeklinde sorular soruluyor.
Dünya'da 400'den fazla denizaltı kablosu var
Şu anda dünya çapında, deniz tabanından giden 400'den fazla "denizaltı internet kablosu" bulunuyor. "Karasal kablolar" güvenilir ve bölgesel ve yerel internet bağlantısı için yaygın olarak kullanılırken, uluslararası iletişimde, ölçeklenebilirlikleri ve bazı başka avantajları nedeniyle deniz altı kabloları tercih ediliyor.
Dünya denizaltı kabloları
Bu avantajların başında, karasal kabloların pratik olmadığı veya imkânsız olduğu, kıtalar arasındaki okyanusları geçmek var. Ayrıca birden fazla ülkede karasal kablo ağları kurmak için karmaşık politik, coğrafi ve lojistik zorluklar bulunur. Denizaltı kabloları, yüksek ilk kurulum maliyetlerine rağmen, genellikle yüksek kapasiteli veri aktarımı için daha doğrudan bir yol sağlar. Denizaltı kabloları uluslararası trafiğin ağır yükünü üstlenir.
Denizaltı kablolar, uluslararası veri trafiğinin yaklaşık yüzde 99'unu taşıyan küresel internet bağlantısının omurgasını oluşturur. Dünyadaki bazı önemli denizaltı kablo sistemleri şunlardır:
- APG (Asya Pasifik Geçidi) - Japonya, Güney Kore ve Malezya gibi Doğu ve Güneydoğu Asya ülkelerini birbirine bağlar.
- SEA-ME-WE (Güneydoğu Asya-Orta Doğu-Batı Avrupa) Sistemleri - Avrupa, Orta Doğu ve Asya'yı birbirine bağlayan bir dizi kablo.
- MAREA - ABD'yi (Virginia) İspanya'ya bağlayan, yüksek veri kapasitesiyle bilinen bir transatlantik kablo.
- FASTER - ABD'yi Japonya ve Tayvan'a bağlar. Google tarafından kuruldu.
- Hibernia Express - Kuzey Amerika ve Avrupa'yı birbirine bağlayan, finansal işlemler için optimize edilmiş yüksek hızlı bir transatlantik kablo.
- Apricot - Singapur’u Japonya’ya Bağlayan Denizaltı Kablosu. Google kuruyor.
- Blue - Blue İtalya, Fransa, Yunanistan ve İsrail’i bağlayacak. Google kuruyor
- Raman - Ürdün, Suudi Arabistan, Cibuti, Umman ve Hindistan’ı bağlayacak.
- Equiano - Avrupa'yı batı kıyısı boyunca Afrika'ya bağlayan Google destekli bir kablo sistemi.
- Dunant - ABD ve Fransa'yı birbirine bağlayan, yüksek kapasite için tasarlanmış, Google tarafından işletilen bir kablo.
- C-Lion1 - Finlandiya'yı Almanya'ya bağlayan Baltık Denizi'ndeki ana bağlantı.
Bu kablolar, bulut bilişim, finansal işlemler ve medya akışı gibi hizmetleri etkinleştirerek küresel iletişim için kritik öneme sahip. Kablolar, tek bir kablo bile hasar görürse kesintiyi minimum tutmak için yedekli ve dayanıklı planlanırlar.
/././
12 Eylül zindanlarından 10 Ekim’e, 10 Ekim’den bugüne Türkiye ve Yılmaz abi…-Gökçer Tahincioğlu-
Yılmaz abi, devrimci inadı ile bağdaşmayacak biçimde, dün hayatını kaybetti. İsminin ve mücadelesinin ne kadar büyük olduğuna kuşku yok olmasına da böyle mi veda etmeli bu güzelim insanlar hayata… Memleketin gerçeği bu… Bir yandan cezaevinde işkenceden geçirilenler yaşamları boyunca hak mücadelesi vermek zorunda kalırken, diğer yanda cuntacılarla iş birliği yaparak, sözde terör araştırmasına soyunanların ismine küçük bir leke gelmesin diye kocaman mücadeleler yürütülüyor.
12 Eylül darbecilerinin yargılanmasının sözüm ona önü açılmış, hayatları ilk gençliklerinde çalınmak istenen, bu memleketi aşkla ve umutla seven gençler, 30 yıl sonra nihayet hesap sorabilecekleri sevinciyle alanları doldurmuştu.
Yılmaz CerekYılmaz abi, en önlerdeydi, Yılmaz Cerek.
“1981'de öğretmenken gözaltına alınıp Mamak Askeri Cezaevi'ne getirildim. Copla dövülerek, küfür edilerek bir askeri araca bindirildim ve hayvanat bahçesinde yırtıcı hayvanların konulduğunu bildiğimiz bir kafese sokuldum. Üç, dört gün dayak ve küfürle askeri talim gördüm. Kafeste konuşmak, tuvalete gitmek yasaktı. Altına kaçıran bayıltılıncaya kadar coplanırdı. Üç dört gün boyunca Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi ve İstiklal Marşı söylettirilir ve ezberlettirilirdi. 4 günden sonra koğuşa tekme tokat atıldım. Sayım sırasında tahta copla dövüldüm. Sabah 05.30'dan akşam 20.30'a kadar sürekli askeri eğitim vardı. Havalandırmada yan yana dolaşmak, konuşmak, başını kaldırmak yasaktı. Askerler, birini seçer, ona İstiklal Marşı'nın belli bir kıtasını okumasını söyler, 5 yerine 6. kıtayı okuyan bayıltılıncaya kadar dövülürdü. Bir devletin İstiklal Marşı'nı kendi vatandaşlarına işkence aracı olarak kullanması en utanılacak insanlık halidir ama Albay Tetik bunu yapacak kadar düşmüştür. Görüş günleri tam işkenceydi. Götürülürken, getirilirken dayak yiyorduk. Görüşmecilerimize 'görüşe gelmeyin' diyorduk ama uzun süreli görüşü gelmeyenlere de 'niye görüşün gelmiyor lan' diyerek yine dayak atılıyordu."
* * *
Mamak cehenneminin kısa tarifi…
Yılmaz abi, Kenan Evren’in konforlu evinden bağlandığı duruşma salonundaki atmosferi görünce, bu yargılamalardan bir sonuç çıkmayacağını kısa zamanda anlayanlardandı. Yöneticilik yaptığı Devrimci 78’liler Federasyonu, yine de bırakmıyordu darbecilerin peşini.
Zaman geçti, kendi halkını aptal yerine koyar biçimde bir karar çıkartıldı yargılamadan. Darbeden bu yana anayasada bulunan, “darbeciler yargılanamaz” hükmü aslında yargılamaya engel değilmiş, bu nedenle de zamanaşımı süresi geçmiş…
30 yıldır suç duyuruları reddedilen, darbecilerden hesap sorulmasını istediği için başına gelmedik iş kalmayan ve yargıdan sürekli, “anayasal engel var” yanıtı alan kim varsa, acıyla gülümsedi bu kararı aldığında.
* * *
Yılmaz abi, gördüğü işkenceler nedeniyle Mamak Askeri Cezaevi yönetimi ve dönemin emniyet yetkilileri hakkında da suç duyurusunda bulundu.
Suç duyurusu da cuntacıların yargılanmasıyla aynı komik gerekçeyle sonuçlandı. O dönemde gazetecilerin kapısını çaldığı Mamak’ın kudretli komutanı, huzurla yatağında ölmesine izin verilen, yargı önüne bile çıkartılmayan Raci Tetik şöyle dedi, ölenler, işkenceden geçirilenler, hayatı çalınanlar için:
"Uzatmayın canım bu kadar."
Haklıydı! Uzatmadılar. Anayasa Mahkemesi de katıldı savcılığın, mahkemenin ve Yargıtay’ın komik kararlarına. Hatta geride kalmamak için 12 Eylül’de yakınlarını kaybedenleri, işkenceden geçirilenleri suçladı:
“Zamanında harekete geçilmemiş, ihmal edilmiş…”
* * *
Yılmaz Cerek, gencecik bir öğretmenken 12 Eylül’de tutuklanmış, Mamak Askeri Cezaevi’nde işkenceden geçirilmiş, o eziyetin ardından mesleğinden de olmuştu.
Yaşamı boyunca çalıştı.
Hem darbecilerden hesap sormak hem de ailesini ayakta tutmak için.
Türkiye’nin barış içinde büyümesi, memleketin çocuklarının kendi yaşadıklarını yaşamamaları için mücadelesini de sürdürdü bir yandan.
10 Ekim 2015’te, küçük Veysel’in ölümünün bile alkışlandığı bu ülkeye biçilen gömleğin yırtılıp atılabilmesi için, iki canlı bombanın cumhuriyet tarihinin en büyük katliamını gerçekleştirdiği Ankara Gar Meydanı’ndaydı.
Bacağından yaralandı birilerinin “kokteyl terör” diyerek küçümsediği, büyük ihmallerin asla soruşturmadığı o katliamda.
* * *
Yılmaz abi, yine de alanlardan, hak mücadelesinden, çalışmaktan hiç vazgeçmedi. Gittiğin her yerde görmek mümkündü yine onu.
Ancak 10 Ekim’den sonra susturulamayan o büyük neşesi, gür sesi, bir yerinden kırılmıştı sanki… Daha az gülüyor, daha uzun bakıyordu uzaklara.
10 Ekim’in hesabını da sormak için adliye adliye, mahkeme mahkeme dolanıyordu. Neşesi kırılsa da bitmiyordu mücadele azmi.
* * *
Bu ülkenin memleketi aşkla seven insanlarının kaderi bu. Bayrağın, sloganların arkasına saklanıp yapmadığını bırakmayanlar tarafından fişlenip, yaşayamaz hale getirilmek ve buna karşı direnmek…
Emeğinden zerre fazlasına göz dikmeyen insanların, hiç emek vermeden ne varsa hepsini isteyenler tarafından linç edilmesinin hikayesi bu. Uzun, yıllara yayılan bir linç.
Yılmaz abi gibi öğretmen olan ve tesadüflerle emekliliğine kadar çalışmayı başaran eşi Aysun Cerek de yargılanıyordu bir yandan.
Facebook hesabında devrimci önderleri anmıştı, büyük suçu buydu.
O dava beraatle sonuçlandı.
Kısa süre önce ise yeni tebligat yapıldı. Cumhurbaşkanı’nın Sisi ile olan fotoğrafını paylaşmış, “Kılıçdaroğlu herhalde” diye ekleyerek, siyasi çelişkiye dikkat çekmişti. Bu kez daha büyük bir suç işlediğinden ifadeye çağrılmıştı.
Bitmiyordu Cerek ailesinin imtihanı!
Gülüp geçiyorlardı da hayat da geçiyordu işte bir yandan.
* * *
Yılmaz abi, devrimci inadı ile bağdaşmayacak biçimde, olmadık ve beklenmedik küçük bir rahatsızlığın ardından dün hayatını kaybetti.
Geride onurlu bir isim bırakarak veda etti sevdiklerine.
İsminin ve mücadelesinin ne kadar büyük olduğuna kuşku yok olmasına da böyle mi veda etmeli bu güzelim insanlar hayata… Böyle mi yaşamalı bu hayatı…
Yanıtları belli elbet. Şimdi böyle yazdığımı görse belki de kızardı… “Biz onurlu bir hayat yaşıyoruz” diyerek, altını kalın kalın çizerek. Ama elbette ne dediğimin gayet farkında ve mücadeleyle geçen bunca yılın yerine bir başka yaşamın mümkün olduğunu da bilerek…
* * *
HZİ Vakfı ile ilgili işleme konulmayan suç duyurusu: “Zorunlu gönüllüler”
Memleketin gerçeği bu… Bir yandan cezaevinde işkenceden geçirilenler yaşamları boyunca hak mücadelesi vermek zorunda kalırken, diğer yanda cuntacılarla iş birliği yaparak, sözde terör araştırmasına soyunanların ismine küçük bir leke gelmesin diye kocaman mücadeleler yürütülüyor.
Gazeteci Fatih Altaylı, Muazzez İlmiye Çığ’ın ölümünden sonra gündeme gelen, başkanı olduğu HZİ Vakfı ve vakfın kurucularından Turan İtil’in cezaevlerinde gerçekleştirdiği terör araştırmasıyla ilgili bir programa imza attı. Konuğu yazar Sadık Usta’ydı.
Usta, günlerdir, Muazzez İlmiye Çığ’ın Sümerolog olarak bilimsel bir çalışmaya imza atmadığı ve cezaevlerindeki terör araştırmasının sorumlularından olduğu yönündeki iddialara yanıt veriyor. İddiaların sahiplerini de cumhuriyet değerlerine saldırmakla suçluyor. Yanıtlarını bu programda verdi.
Muazzez İlmiye Çığ’ın bilimsel çalışmaları ile ilgili örnekler verdi. Bu örnekleri ve çalışmaların niteliğini uzmanlar elbette değerlendirir.
Önemli kısmı İtil’in Genelkurmay’la iş birliği içinde cunta koşullarında cezaevlerinde gerçekleştirdiği terör araştırmasıyla ilgili sözleriydi.
Özetle, İtil’in ilaç araştırmalarının cezaevlerinde olmadığı, bunu dışarıda gönüllülerle yaptığı yönündeydi.
İtil’in cuntacılarla birlikte cezaevlerinde bir terör araştırmasına imza atmasını ise “hata” olarak yorumladı ve hakkaniyetli biçimde eleştirdi. Ancak bu araştırmada mahpusların kobay olarak kullanıldığı iddialarının doğru olmadığını söyledi.
Hakkı var. Birkaç suç duyurusu dışında bu konuda somut bir veri yok. Cezaevlerinde ilaçla çalışmalar yapıldığı iddialar söz konusu ancak bu araştırmanın İtil’in araştırması olduğuna yönelik bir kanıt bulunmuyor. Bunu ancak Genelkurmay arşivleri açılırsa görebileceğiz.
* * *
İtil’in cezaevlerinde araştırma yapmasını “çok saf, naif” olmasına bağlamasının ise fazla naif kaçtığını söylemek lazım. Usta da bu konuda İtil’le yapılan nehir söyleşi kitabındaki anlatıya, İtil’in sözlerine bağlı kaldı. Ne kadar önemli bir bilim insanı olduğunu belirterek, Türkiye’deki koşulları bilmemesine bağladı yaptığı araştırmayı…
Ancak Ayhan Songar’la bu araştırmayı yapan İtil hakkındaki suç duyuruları, yapılan ve “anket” diye küçümsenen çalışmaların niteliği pek de naif değil.
Dev-Sol davası hükümlülerinin 1985 tarihli suç duyuruları örneğin… 1985’te cezaevindeki “anket” çalışmaları ile ilgili yapılan suç duyurusunda, İtil’in de sözünü ettiği Adalet Bakanlığı’nın araştırmanın sonuçlarıyla ilgili düzenlediği gizli toplantıya atıf yapılıyor. Bu toplantıda CIA uzmanı Paul Henze’nin bulunmasına daha o tarihte dikkat çekiliyor. Suç duyurusunda, İtil’in, “Bir memlekette tıbbi bulguları engellemeye çalışıyorsanız, bunun bir yolu da insan haklarını bahane ederek tıbbi bulguları önlemektir” sözüne de yer veriliyor.
Suç duyurusunun ilerleyen bölümünde, İtil’le birlikte çalışmayı yürüten Songar’ın, cezaevlerindeki hükümlü ve tutukluları bölükler halinde ayrı bir bölüme aldırdığı, burada onları araştırmaya katılmak için tehdit ettiği anlatılıyor. Sonuç alamayınca anket yönteminin uygulanmasına karar verildiği…
Bu suç duyurusu da sonuçsuz kalmış elbette. Ne olabilirdi ki…
* * *
Bilgiler ve tanıklıklar bununla sınırlı değil… Elbette bu konuda yazılara, “Ben de Alemdağ cezaevindeydim. Bize sadece anket uygulandı ve hiçbir zorlama yapılmadı” diye yanıt veren tanıklar da var.
Ancak bunun yanında, önceki yazımdan sonra bana ulaşan, halen İstanbul Medipol Üniversitesi’nde Halk Sağlığı Uzmanı olarak görev yapan, Türkiye’nin önde gelen bilim insanlarından Prof. Dr. Osman Hayran’ın tanıklığı da önemli. Anlatımı özetle şöyle:
“Yıl 1982 sonu, 83 başları. Genelkurmay Başkanlığı Sağlık Veteriner Daire Başkanlığı’nda Tabip Asteğmen olarak askerliğimi yapıyorum. Harekat Başkanı Korgeneral Muhittin Fisunoğlu beni bir gün odasına çağırıyor. Kişilerin suça yatkın olup olmadığını anlamanın mümkün olup olmadığını soruyor. Hiç düşünmeden ‘hayır’ diyorum… Bunun üzerine yanına çağırdığı bir öğretmen albaydan bir araştırma raporu alıp bana veriyor. Raporu incelememi ve rapor hazırlamamı istiyor… Taslak halindeki raporun J Başkanları toplantısında tartışıldıktan sonra Kenan Evren’e sunulacağını ve sonuçlarının uygulamaya konulacağını anlıyorum.
Raporumu hazırlıyorum. J Başkanları toplantısında değerlendirmeyi kendi adına benim yapmamı istiyor.
Katıldığım toplantıda raporun araştırma yöntemi ve veri toplama şekli açısından ne denli yetersiz, yanlı ve bilimsellikten uzak olduğunu madde madde anlatıyorum… Araştırmayı yürüten birimin komutanları da dahil kimse itiraz etmiyor ve dinleyenlerin beden dilinden büyük oranda onaylandığını anlıyorum. Bir ara Orgeneral Necdet Öztorun dayanamıyor ve ‘Doktor, çok mantıklı şeyler söylüyorsun ama bu araştırmayı planlayan kişi Amerika’da terör konularında dünya çapında uzman bir psikiyatrist olan Prof. Dr. Turan İtil’ diyor. Israrla, uzman olmanın bu hataları haklı göstermek için yeterli olmayacağını vurguluyorum. Toplantı sonunda raporun askıya alınması, gerekirse benim de ekibe katılarak revize edilip edilemeyeceğinin incelenmesinin kararlaştırıldığını daha sonra öğreniyorum. Bana göre revizyonun mümkün olmadığını, hatta bu amaçlı bir bilimsel araştırmanın yeniden tasarlanmasının bile mümkün olmayacağını belirtiyorum… Araştırmanın devam edip etmediğini, nasıl sonuçlandığını ne yazık ki bilemiyorum. Bu konudaki ayrıntılar eminim Genelkurmay arşivlerinde yer almaktadır ve bulunabilir.”
Genelkurmay arşivlerinde büyük sırların yanıtlarının bulunduğuna kuşku yok. Bu konuda “naif” tespiti yapılmadan önce İtil’in sözlerinin dışında başkalarının ne dediğine bakılması gerektiğine de…
/././
Büyük kapatılma -Mine Söğüt-
Evet kadınlara zorla burka, peçe, çarşaf giydirmediler ama karısı ve kızı kapalı olanın daha kolay iş bulabildiği, kapalı kadınların açık ara namuslu bellendiği bir düzen kurdular, aslen hiç kapanmayacak kadınları sinsice, dolaylı yoldan kapattılar.
Her şey kız öğrencilerin üniversitelerde başlarını kapatabilme hakkı talebiyle başladı.
Sonra bu liselere ve ilkokullara kadar indi.
Artık bazı anaokullarında bile kız çocukların başları kapatılıyor, kızlarla erkekler ayrı sınıflarda okuyor.
Ve demokrasi gereği gelinen bu noktada ülkeyi asla demokrat olmayan bir akıl yönetiyor.
Nihayetinde belediyelerin açtığı kreşler kapatılmaya çalışılıyor, küçücük çocuklar okul öncesi tarikatların Kuran kurslarına gitsin ya da anneler çalışamasın, evde çocuk baksın isteniyor.
Artık kadınların, çocukların, farklı cinsel kimlikler taşıyanların, yoksulların, işsizlerin, göçmenlerin, yaşlıların, gençlerin, öğrencilerin, emeklilerin, mahkumların, sanıkların, memurların, işçilerin, askerlerin, polislerin tüm hakları çağdaş bir anayasa ile güvence altında değil, bir kişinin iki dudağının arasında, son derece güvensiz bir yerde.
Savcılar ve hakimler politik davalarda karar verirken gözlerini o dudaklara dikmek zorunda.
Akademisyenler ağızlarından çıkacak tek bir kelimenin bile o iki dudağı kızdırmaması gerektiğini düşünerek ders veriyor, tez yazıyor.
Üniversite öğrencileri okula söyleşi için davet ettikleri konukları iktidarı kızdıracak “yanlış bir şey söylememeleri" konusunda sıkı sıkı tembihlemekle yükümlü.
Askerler ve polisler ülkenin değil sadece iktidarın askeri ve polisi.
Gazeteciler işlerini yapabilmek istiyorlarsa iktidarın hoşuna gitmeyecek haberlerin peşine düşmemeleri gerektiğini biliyorlar.
Çalışanların “Geçinemiyoruz”, emeklilerin “Ölüyoruz” deme hakkı yok.
Sosyal medyada paylaşılan tek bir olumsuz cümle hapse girmeye ya da iş görüşmelerinden eli boş dönmeye neden olabiliyor.
Televizyon dizilerinde bile hangi konuların nasıl işleneceği artık o iki dudağın arasında.
O iki dudak "Filmlerin, dizilerin, televizyon programlarının aile ile birlikte dini değerlerimizi, dindarları da hedef aldığını müşahade ediyoruz. Sarıklı, sakallı, başörtülü, çarşaflı, cübbeli vatandaşlarımıza ahlaksızca saldırılmakta, itibar suikastleri düzenlenmektedir" deyiverdi ve RTÜK’ü hızla tedbir almaya çağırdı.
Senaristlere, yapımcılara, oyunculara ve hatta ülkenin tüm muhaliflerine, tarikatlar ve cemaatlerle ilgili her türlü eleştirinin, olumsuz haberin ve yorumun artık iktidar tarafından “itibar suikasti” olarak tanımlanıp, gereğince cezalandırılacağı mesajı verildi.
İktidar bu düzeni baştan kılık kıyafet tartışmalarının üzerine boşuna kurmadı.
Herkesin her istediğini her yerde rahatça giyebileceği ve herkesin her istediğini her yerde rahatça ifade edemeyeceği bir modeli hukuki suçları perdelemek için kullanacağını en baştan biliyordu.
Evet kadınlara zorla burka, peçe, çarşaf giydirmediler ama karısı ve kızı kapalı olanın daha kolay iş bulabildiği, kapalı kadınların açık ara namuslu bellendiği bir düzen kurdular, aslen hiç kapanmayacak kadınları sinsice, dolaylı yoldan kapattılar.
Sonra sokakları kapattılar. Israrla sokağa çıkanın kellesini aldılar.
Çeneleri kapattılar. Aleyhlerine konuşan, düşünen, yazan, çalışan kim varsa hepsini hapse attılar.
Politikacıları, iş adamlarını, akademisyenleri, yazarları, sanatçıları, gazetecileri, aydınları ve hatta sokaktaki sıradan vatandaşları…
Konuşmakta, susmamakta, ağzını açmakta, gözünü yummamakta ısrar eden herkesi içeri tıktılar.
Tüm güçlerini, gözleri, ağızları ve akılları mühürlemeye adadılar.
Yasalara kulak tıkadılar, anayasayı hiçe saydılar.
Ve başörtüsünü, cüppeyi, takkeyi kendilerine bayrak yaparak sonu gelmeyen mağduriyet destanları yazdılar.
Şimdi bir yandan sosyal belediyeciliğin en önemli icraatlarından biri olan kreşleri kapatmak istiyorlar, diğer yandan tarikatların, cemaatlerin iç yüzlerini konu edinen popüler dizileri cezalandırmakla, kanalları kapatmakla tehdit ediyorlar.
Kadınların açık ya da kapalı olmasından filizlenen ve her açıdan büyük kapatılmaya varan bu çeyrek asırlık politik macerada gelinen nokta, kim bilir hangi hesaplarla tasarlanan ve neleri yok etmeye, kapatmaya niyetlenen yeni bir anayasa.
Bizim sınavımız da sık sık şu ya da bu nedenle bunca felakete kapanan gözlerimizin artık hangi noktada açılacağında.
/././
AKP 17 yıl önceki AYM kararını hatırladı; çocuklar yine ‘kurban’ ediliyor -Candan Çetin-
Fitili Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ateşledi, MEB kelime oyunlarıyla CHP’li yerel yönetimlerin çocuk eğitim merkezlerini hedefe koydu.
Belediyelerin okul öncesi eğitimin önemli kademelerinden biri olan kreşlerine, çocuk eğitim merkezlerine alerjinin nedeni ne? Çocuklar mı, kadınlar mı, CHP’li belediyeler mi ya da ‘D’ şıkkı ‘hepsi’ mi? Yerel yönetimlerin 3-6 yaş çocuklar için açtığı kreşler ya da çocuk eğitim merkezleri, yoksul ailelerin çocuklarının özel anaokulu ya da kreşlere gidememesinin dengeleyicisi.
Kadınların iş gücü piyasasına dahil olabilmelerinin olmazsa olmazı… Bu konuyu temel belediye politikalarından biri yapan yerlerden biri de İstanbul Büyükşehir Belediyesi. Milli Eğitim Bakanlığı, 2007 tarihli Anayasa Mahkemesi’nin “Okul öncesi eğitim kurumları açabilir" düzenlemesini iptal etme kararını gerekçe göstererek belediyelere “kreş adı altında yerler açmayın, mevcutları da kapatın” dedi.
Anayasa Mahkemesi’nin 17 yıl önceki kararının şimdi uygulanmaya çalışılması ilginç. Can Atalay, Selahattin Demirtaş, Osman Kavala hakkında verilen AYM’nin “İhlal” kararlarını uygulamayan iktidar, 17 yıl sonra çekmeceden bir AYM kararı çıkarıyor ve diyor ki "Uygulayın." Bu tavırda 31 Mart seçimleri sonrası CHP’nin çok sayıda belediyeyi kazanması etkili oldu mu acaba? Bir örnek vereceğim. Bursa Büyükşehir Belediyesi… AKP’li Alinur Aktaş döneminde de Ana Kucağı isimli çocuk eğitim merkezlerinde 4-6 yaş arası çocuklara okul öncesi eğitim verilmiş.
AYM’nin söz konusu kararı o zaman da vardı. Ama o dönemde böyle bir yazı belediyelere gitmedi. İstanbul’da İBB’nin şu an 105 çocuk eğitim merkezi var. Ve bu merkezlerden 20 bin çocuk yararlanıyor. Ve bunlar ağırlıklı olarak yoksul mahallelerde. Eğitimde fırsat eşitliği vizyonu var. İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun verdiği rakamlara göre, 105 merkezde (kreş, çocuk eğitim merkezi) bin 500 kişi istihdam ediliyor ve bunların yüzde 97’si kadın. Belediyelerin bu merkezlerinin kapatılması sadece çocukların eğitim hakkının gasp edilmesi anlamına gelmeyecek, insanlar da işsiz kalacak.
İBB’nin işlettiği ÇEM’lerin 2024 yılı fiyatı 2 bin 500 lira. Özel eğitim kurumlarının işlettiği anaokulu fiyatları ise ortalama aylık 13 bin ile 50 bin lira arasında değişiyor. MEB’in okul öncesi öğrencisi sayısı 2024 istatistiklerine göre 1 milyon 954 bin 202. Okul öncesi eğitim kurumu sayısı ise 18 bin 866.
Okul öncesi eğitimin önemi bu kadar netken, TÜİK’in çocuk nüfusu istatistiklerine göre 2-14 yaş grubundaki çocukların yüzde 1.5’inin en fazla öğrenmede ve yürümede zorluk çektiği ortadayken neden okul öncesi eğitimin bir parçası olan belediyenin kurduğu bu yerler hedef haline getirildi? İmamoğlu bu kararı uygulamayacaklarını söyledi.
Bu açıklamadan sonra Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, kararın bakanlığın uhdesinde bulunan anaokullarıyla ilgili olduğunu, kreşlerle ilgili olmadığını savundu. Ancak gönderilen yazıda ‘kreş’ ifadesi de geçiyor.
Anladığım MEB, ‘kreşlerde anaokulu benzeri eğitim veriliyor, bu benim iznim olmadan olmaz’ diyor.
Bu kararla, İBB’nin Yuvamız İstanbul projesi ise hedef alınan -çünkü bu merkezlerden 3-6 yaş arasındaki çocuklar faydalanabiliyor- çocuklar bu karardan zarar görecek. Tabii ki kadınlar da aileler de… Kreşler kapatılmasa bile okul öncesi eğitim veren kurumların kapatılması ya da yenilerin açılmasının engellenmesi siyasi bir karar olarak tarihe geçecek. Tarikat ve cemaatlerle ait vakıflarla protokol imzalayan MEB, İBB ile doğrudan temasa geçip varsa bir sorun, onun giderilmesi için uyarıda bulunabilirdi. Denetlemenin yolu sadece kapatmak ya da yenilerinin açılmasına izin vermemek olmasa gerek… Ailelerin en hassas noktası olan çocukların eğitim hakkıyla doğrudan ilgili olan bu karar “kreşleri kapatmıyoruz” denilerek geçiştirilemez ve ikna edici de olmaz. Hele ki bu ekonomik yangında!
/././
Ufuk Uras: Bahçeli "Bizim 50 vekilimiz var, çoğunluk AK Parti’de, onların adım atması gerekiyor" dedi -Tolga Şardan-
"Bahçeli, 'İlk adım olarak DEM grubunda el sıktım' dedi. Türkiye açısından tarihsel önemi var, atılan adımlar olumludur. Devlet akılsız olacağına, devlet aklı olsun. Bu olay bir turnusol kağıdı”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder