soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -11 Aralık 2024 -

 Suriye Dosyası(II): HTŞ’nin öyküsü: El Kaide’den miras ‘özgürlük savaşçıları’nın arkasında kim var?-Yiğit Günay-

27 Kasım’da HTŞ önderliğinde Suriye’nin Türkiye sınırında yerleşik çetelerin başlattığı saldırı, on günde Esad yönetiminin devrilmesiyle sonuçlandı.

soL, “Suriye Dosyası” yazı dizisinde, bölgemizde çok önemli sonuçlar yaratacak olan bu tarihi süreci mercek altına alıyor.

Dün yayımladığımız “Esad yönetimi nasıl 10 günde devrildi?” başlıklı ilk yazımızda, 27 Kasım’da başlayan saldırı için aslında Ekim ayı ortasında yeşil ışık yakıldığını ve kamuoyu için sürpriz olsa da, hiçbir uluslararası aktör için sürpriz olmadığını anlatmıştık.

Bir okurumuzdan eleştiri aldık. Dünkü yazıda yer alan, Suriye, Türkiye, ABD, İngiltere, İsrail, Rusya, İran gibi tüm tarafların bildiği operasyonun kamuoyu için “tamamen sürpriz” olduğuna dair ifadeler hakkında okurumuz “Bu, soL okurlarına haksızlık. Tam da yazıda bahsedildiği gibi Ekim ayının ortasında soL, İdlib'deki cihatçıların saldırıya hazırlandığını ayrıntılı olarak yazmıştı” dedi.

Okurumuz haklı. 16 Ekim’de yayımladığımız “Suriye'deki cihatçılar İsrail saldırılarını fırsat bildi, silahlanıyor: Türkiye'nin tavrı ne olacak?” başlıklı haberimizde, 27 Kasım’daki “sürpriz” saldırının hazırlıklarının başladığını duyurmuştuk. soL okurlarının, “kamuoyu” genellememizi mazur görmelerini isteriz.

“HTŞ kimdir” sorusuna yanıt veren ikinci yazımız, Suriye’deki sürecin ve cihatçı örgütlerin tarihsel kökenine ışık tutuyor.

-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Culani ve HTŞ’ye “cihatçı”, “El Kaideci” demek yeterli değil. Örgüt, 2006’da başlatılan bir projenin en gözde ürünü.

Olan biteni yakın zamanda takip etmeye başlayanlar, “nasıl” diye soruyor, “nasıl oluyor da, ABD’nin terör listesinde bulunan bir örgütün, başına 10 milyon dolar ödül koyduğu lideri, CNN’e röportaj verebiliyor?”

Ebu Muhammed el-Culani, veya, CNN ekranlarında kullandığı gerçek ismiyle, Ahmed Hüseyin el Şara. Heyet Tahrir’uş Şam’ın (HTŞ) lideri. 27 Kasım saldırısının “ekran yüzü”.

Oysa 2016 yılında örgüt, yine CNN ekranlarında boy göstermişti. O sırada örgütün adı El Nusra’ydı, Fetih el-Şam Cephesi diye değiştirmişlerdi. Değişikliği, örgütün liderlerinden Mustafa Muhammed, CNN’deki bir röportajla dünya kamuoyuna açıklamıştı.

2011’de çeşitli Arap ülkelerinde başlayan isyanlar kısa sürede emperyalizmin müdahalesiyle başka bir doğrultuda gelişmiş, Suriye’de Esad yönetimine karşı, başını Müslüman Kardeşler, yani İhvan’ın çektiği çok sayıda silahlı örgüt, ülkede terör estirmeye başlamıştı. El Nusra da bunlardan biriydi, El Kaide’nin Suriye koluydu. 2000’lerde Irak’ta ABD’ye karşı savaşmış El Kaide militanı Culani tarafından kurulmuştu.

2011’den itibaren Arap ülkelerinde ve Suriye’de olan bitenin “devrim” olduğu, bir “bahar havası” estiği öne sürülüyordu. soL, Suriye’deki grupların devrimci falan değil cihatçı olduğunu, üstelik ABD, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkeler tarafından desteklendiğini anlatmak için büyük bir mücadele verdi.

Ama, unutuluyor. Kim kimdir, nereden gelmiştir, akıllardan çıkıyor. Uluslararası medya her şeyin üzerini boyayıp yeni bir ürün gibi yeniden tedavüle sokmayı başarıyor.

Bunların unutulması normal. Panzehiri, ezberlemek değil. Arkasındaki mantığı kavramak. HTŞ’yi anlatmaya, bu mantıktan başlamamız lazım.

‘Yeni Yönelim’

Soğuk Savaş yıllarında ABD ve Batı’nın, Afganistan’da Sovyetler Birliği’ne karşı İslamcı militanları kullandığı, El Kaide’nin buradan çıktığı bilinir. Bu planı, Suudiler teklif etmiştir. Gidecek kadroları da, masrafları da kendilerinin karşılayacağını belirtmiş, sorumluluk üstlenmişlerdir.

Ama daha az bilinen, aşağı yukarı 2006 yılında, ABD’nin Ortadoğu politikasında çok büyük bir taktik değişikliğe gittiğidir.

ABD, 2001’de Afganistan’ın ardından 2003’te Irak’ı işgal ettiğinde, Saddam Hüseyin’e karşı sırtını yasladığı ve desteklerini aradığı en büyük kesim, Irak’ın Şiileriydi. Saddam devrildi ama Irak bir türlü dikensiz gül bahçesine çevrilemedi. Şiiler hükümetin başına geçmişti. Kürtler işgali başından itibaren desteklemişti. Ama Sünni nüfus arıza çıkarıyordu. ABD ordusu, bu unsurlarla boğuşuyordu.

Ancak bölgede ABD’nin diğer müttefiklerinin düşman sıralaması, tamamen farklıydı. 

İsrail, Sünnilerin bir tarafa bırakılıp, asıl Şiilerle savaşılmasını istiyordu. 2006’da Lübnan’ı işgal etmeye kalkışmış, bir Şii örgütü olan Hizbullah’ın direnişi karşısında bozguna uğrayıp utanç içinde işgali bitirmek zorunda kalmıştı. Gazze’de iktidara gelen Hamas, İran ve Suriye’den destek görüyordu.

Suudi Arabistan, zaten ezelden beri esas düşman olarak Şii İran’ı bellemişti. Ahmedinecad’ın başkanlığında İran üst perdeden çıkışlar yapıyor, nükleer çalışmalarını hızlandırıyor, bölgedeki ağırlığını artırıyordu.

Lübnan’daki egemen sınıf da Hizbullah’ın yükselişi karşısında düzenlerinin bozulacağını düşünüyor, Şiilerin etkisinden kurtulmak istiyordu.

Herkes, ABD’nin kapısını çalıyordu. 2006 yılının son aylarında, ABD hükümetinin Ortadoğu’daki dış politikasında makas değiştirildi. The New Yorker dergisinde Seymour Hersh’in kaleme aldığı “Yeni Yönelim” başlıklı, sürece katılmış çok sayıda ismin ifadelerini aktaran—ve bugünlerde geriye dönülüp okunmasını tavsiye ettiğim—makale sayesinde, bu değişikliğin mantığını biliyoruz.

Ortadoğu’da savaş politikası, ülkeleri bölüp kontrol edilebilir ufak devletçikler kurma politikası baki kalacaktı, ama yeni düşman olarak Şii güçler, özellikle İran, Suriye ve Hizbullah belirlenecekti. Bunlara karşı, Sünni oluşumlarla güç birliğine gidilecekti.

Bu çizgi değişikliğini Ocak 2007’de Senato Dış İlişkiler Komisyonu karşısında açıklayan, Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice oldu. Rice, Ortadoğu’da “yeni bir stratejik eklemlenmeye” gideceklerini, “ılımlılarla aşırılıkçılar” arasında ayrım yapacaklarını, Sünni devletlerin ılımlı merkezler sayılacağını, İran, Suriye ve Hizbullah’ın çizginin öbür tarafında kalacağını ilan etti.

Planın esas mimarları, Bush’un Başkan Yardımcısı Dick Cheney ve Suudi güvenlik danışmanı Prens Bender bin Sultan’dı. Bu nedenle plan, Cheney-Bender planı olarak da anılıyordu.

                                               
Dick Cheney ve Prens Sultan, 1 Aralık 1990.

Kendilerine kurşun sıkanlarla el sıkışmak

Bu değişiklik, ortak düşman karşısında yeni bir “sıkı dostluk” yarattı: İsrail ve Suudi Arabistan.

Sahadaysa, yeni bir ortak belirlenmişti: El Kaide.

Irak’ta ABD’yle savaşmakta olan bu örgüt, esas olarak Suudilerden ve Katarlılardan destek buluyordu. Suudilerin yeni taktiği ABD’ye kabul ettirmesiyle birlikte, El Kaide de kendisine çizilen yeni sınırları anlamaya başladı.

ABD ve müttefiklerinin kafası çok netti. Bender bin Sultan ve Suudiler, Hersh’e konuşan bir ABD’li yetkilinin aktardığına göre, Beyaz Saray’a “Köktendincilerin üzerinden gözümüzü ayırmayız, bu hareketi biz yarattık, kontrol etmesini biliriz” mesajı vermişti: “Selefilerin sağa sola bomba atmasını istemiyor değiliz, mesele, bombaları kime attıkları—Hizbullah, Mukteda el Sadr, İran, ve bunlarla çalışmayı sürdürürse, Suriye.”

İsrail hemfikirdi. Hizbullah’a silah sağlayan Suriye’nin devrilmesi öncelikti. İsrail’in ABD Büyükelçisi Michael Oren, Beyaz Saray’a “El Kaide’yi Esad’a tercih edeceklerini” açıkça söylemişti. İsrail Savunma Bakanı Moşe Yalon da İran destekli cephenin El Kaide’den çok daha büyük bir tehdit olduğunu ilan etti.

                              El-Kaide ile kendisine bağlı bazı oluşumlar tarafından kullanılan Kara Sancak.

Bu yeni stratejinin dört ayağı vardı. İsrail, kendi güvenliğinin önceliğini dayatıyor, İran’la savaşılmasını istiyordu, Washington ve Riyad buna riayet edecekti. İkincisi, Suudiler Hamas’ı İsrail’e karşı saldırganlığı azaltmaya ikna edecek, karşılığında Filistin Özerk Yönetimi’ni El Fetih’le paylaşmalarını sağlayacaktı. Üçüncüsü, Bush yönetimi, İran’ın yükselişine karşı bölgedeki diğer Sünni devletlerle doğrudan çalışacak, bunları ikna edip güçlendirecekti. Dördüncüsü, Suudi Arabistan, Washington’ın onayıyla, Suriye’de Beşar Esad yönetimini güçten düşürmek için Sünni dinci yapıları kullanacak, para ve lojistik sağlayacaktı.

Yani HTŞ’nin öyküsü, İdlib’de başlamadı. 2011’de, sözde “Arap Baharı”yla da başlamadı. 2006’da başladı.

AKP’nin yüzüne gülen şans

Bu noktada bir parantez açıp, aktardığımız çizgi değişikliğinin, Türkiye ve AKP açısından ne anlama geldiğine de dikkat çekmekte yarar var.

Erdoğan 2002 seçimlerini kazanmadan önce defalarca ABD’lilerle görüşmüş, güvence vermişti. 2003’te ABD, Erdoğan’dan Irak işgaline katılmasını istemiş, Erdoğan da olur demiş, ama tezkereyi Meclis’ten geçirememişti. Kendini affettirmek için Amerikan gazetelerinde “Irak’ta düşen Amerikan askerlerinin ruhu için dua edeceğini” söylediği mektuplar yayımlatmış, ama Bush yönetiminin ağzında yine de buruk bir tat bırakmıştı.

                                                       2 Mart 2003 tarihli gazeteler.

Dikkat edilirse, AKP’nin bölgesel oyunlara dahil olma çabası, yeni-Osmanlıcılık politikasının ortaya atılması, 2007 sonrasıdır. ABD’nin yeni stratejisi, yalnızca Erdoğan’ın değil, Türkiye’nin istenen kıvama gelmesi yoluna taş döşeyen unsurların ayaklarının kaydırılmasının da önünü açmıştır. İçeride Ergenekon kumpaslarıyla AKP ve Gülenciler yeni ABD’ci yönelime dudak bükenleri tasfiyeye girişmiş, dışarıda Batı’nın “sevilen Sünni müttefikleri” olarak etki artırmaya çabalamıştır. 

Nitekim, Erdoğan’ın 2000’lerin sonlarında Beşar Esad’la yakınlaşması, tam olarak bu dönemin ruhundan kaynaklanır. Suudiler sopayı hazırlarken, Erdoğan Esad’a İran’dan uzaklaşıp Batı’ya yakınlaşma kapısını aralamıştır. Beşar Esad’ın da bu seçeneği çok sıcak karşıladığı ve hep Batı’yla uzlaşma aradığı unutulmamalıdır—işin bu kısmını, dizimizin üçüncü yazısında ele alacağız.

Yani, Erdoğan’ın ve AKP Türkiyesi’nin yükselişi, başından itibaren Şii karşıtı bir ABD-İsrail-Suudi ittifakının ürünüdür. AKP’nin İsrail sevdasının sebebini, buralarda aramak gerekir.

Parantezi kapatabiliriz.

Yeni görev sahası

2011’de “Arap Baharı” süreci başlayıp Suriye’de Hama’da, Humus’ta halk sokağa çıktığında, çok haklı talepleri dile getiriyorlardı. Kitle eylemleri yapılıyor, kısmi sonuç da alınıyor, kimi valiler ve yetkililer görevden uzaklaştırılıyordu.

Ama 2006’da kararlaştırılan “yeni yönelim”den beri fırsat kollayan ABD ve müttefikleri, düğmeye bastı. Suudiler ve Katarlılar’ın silah ve para sağladığı İhvancı ve El Kaideci çeteler Türkiye sınırından Suriye’ye sızdı. Cisr el Şuğur’daki ilk katliamdan itibaren Esad yönetimine muhalefetin sesi kitle eylemlerinden, silahlı çetelere geçti. 

Culani, işte bu aşamada görevlendirildi. Suudilerin “biz yarattık, kontrol etmesini biliriz” dediği El Kaide tarafından Suriye’ye gönderildi, El Nusra Cephesi’ni kurdu. Bombaları, istenilen hedefe, Suriye devletine atacaktı.

2011-2015 arası, soL ekibinin mesaisinin önemli bir kısmı, Türkiye’de bu çeteleri “devrimci” diye pazarlamaya çalışanlara karşı gerçekleri yazmakla geçti. Bugünden geriye bakılınca nasıl bir aymazlık olduğunu hissetmesi zor, ama AKP cenahı harıl harıl çeteleri eğitip donatırken, Ufuk Uras, Foti Benlisoy gibi karakterler, niye Esad’a karşı bu çetelerin desteklenmesi gerektiğini propaganda ediyordu. Bu yüzden soL’un arşivi, El Nusra’nın faaliyetlerine dair sayısız haber ve analizle doludur.

Örgüt savaşın ilk yıllarında Türkiye’de cirit atıyor, Reyhanlı’da suikast girişiminde bulunuyorReyhanlı katliamında rol oynuyorAdana’da polise iki kilo sarin gazıyla yakalanıyordu. Girdikleri köylerde Alevileri katlediyor, sonra da ABD basınına “Alevileri cezalandıracağız” diye açık açık söylüyordu.

The Economist’in sorularını yanıtlayan bir El Nusra’lı, Suriye’de Şeriat devleti kurmak istediklerini ve bunu gerçekleştirdiklerinde Alevileri “cezalandıracaklarını” söyledi. “Ilımlı Sünnilerin” de şeriat kurallarına bağlı olacağını ifade eden militan, kadınların beyninin erkeklerin beyninden küçük olduğunu savundu.

Liste çok uzun. Ama Türkiye hükümeti, bu ilk yıllarda Nusra’yla ilişkisini açık etmemeye gayret ediyordu. Çünkü Esad’ın direnemeyeceğini, işi kısa sürede sessiz sedasız halledeceklerini düşünüyorlardı. 2014-2015 döneminde ağır savaşların ardından Suriye halkının bu emperyalizm destekli çetelere direncinin henüz kırılamadığı anlaşıldığında, “muhalefet” denilen çetelere ve bunlarla kurulan ilişkiye dair bir yeniden yapılanmaya gidildi. 

El Kaide’nin Suriye’deki üç yapılanmasından biri, IŞİD, örgüt merkezinden bağımsızlığını ilan edip, Suriye ve Irak’ta hızla genişlemeye başlamıştı. Aslında IŞİD, en başta, Nusra’yla anlaştıklarını ve birlikte hareket edeceklerini duyurmuş ama Nusra bunu yalanlamıştı. 2013’te iki örgüt arasında başlayan çatışmalar, kısa süre sonra savaşa döndü. Nusra, El Kaide lideri Ayman el Zevahiri’ye biat etti, ABD, Türkiye ve diğer “müttefiklerin” desteklediği IŞİD karşıtı cepheye katıldı.

El Kaide ‘ılımlılığı’

Burada, El Kaide’nin yapısını ve o dönemki tartışmalarını biraz açmamız lazım. El Kaide’nin merkez yapılanması, veya liderliği, örgütün siyasi doğrultu ve stratejisini belirleyen ve para ve kaynak akışını elinde tutan, küresel cihadı yöneten bir çekirdek. Dünyanın çeşitli bölgelerinde, bu çekirdeğe bağlı yapılanmalar var. Teknik terimle, El Kaide, adem-i merkeziyetçi bir modele sahip.

Özellikle 2011’de Usame bin Ladin öldürülüp örgütün başına Zevahiri geçtikten sonra El Kaide, hem merkezle yerel yapılar arasındaki ilişkide hem de yerel yapıların stratejilerinde köklü sorunlarla karşılaştı.

İlk büyük fiyasko, 2011-2012’de Mali’de yaşandı. Mali, “İslami Mağrip El Kaidesi”ne (İMEK), örgütün Kuzey Afrika’daki şubesine bağlıydı. Mali’deki siyasi boşlukta 2011’de örgüt birdenbire çok güçlendi, fakat elde ettiği gücü konsolide edemedi. O dönem İMEK şefi Ebu Musab Abdül Vadud’un Mali’deki komutanlarına yolladığı mektuplar, “şeriatı aşırı hızlı uygulama” hatasına düştüklerini tespit ediyordu. Daha yumuşak bir geçiş tasarlanmalı, yerel halkın desteği kazanılmalıydı.

Aynı dönemde örgütün Yemen şubesi, Ensar el Şeria, bu “daha yumuşak” yaklaşımı denedi. Ama özellikle Yemenli Şiilere yönelik katliamcı yüz kendisini hızla gösterdiği için Yemen çıkışı da tutunamadı.

Bu deneyimlerin ardından Zevahiri, tüm şubelere, “Genel Cihat Kuralları” başlıklı bir bildiri iletti. Zevahiri, örgüte sivilleri, Müslümanları, kamuya açık alanları ve hatta “sapkın mezhepleri”, yani Şiileri hedef almaktan kaçınmasını ve ülkedeki tüm islamcı muhalefeti birleştirmesini tembihliyordu.

Amerika Birleşik Devletleri Afganistan'ın başkenti Kabil'de gerçekleştirdiği insansız hava aracı saldırısında, Usame bin Ladin'in 11 Eylül 2001'de ABD'ye yönelik saldırıları planlamasına yardım eden; sonrasında örgütün ayakta kalması ve yayılmasına destek sağlayan Eymen el Zevahiri öldürüldü. (31 Temmuz 2022)

Suriye’deki üç şubeden IŞİD, bu yaklaşımı benimsemedi, yutamadığı diğer hiçbir güçle eklemlenme yoluna gitmedi ve El Kaide merkezinden koptu. Elbette bu kopuşta iktidarı, parayı ve kaynakları, kısacası gücü elinde tutma arzusu temel rol oynadı, ama tartışmalar, yukarıda aktardığımız zeminde yürüyordu.

Zevahiri’nin “ılımlı” çizgisini benimseyen, El Nusra oldu. Hemen şerh düşmeliyiz: Benimsenen, “sivillere zarar vermeme” öğüdü değildi—sonuçta örgüt El Kaide’ydi, hiçbir şube bunu ciddiye almıyordu. Zevahiri de bildirisinde bunu ilkesel tavır değil, pragmatist bir taktik olarak işlemiş, aksi durumlara kapıyı açık bırakmıştı. Nusra’nın esas benimsediği “ılımlılık”, Suriye’deki diğer İslamcı çetelerle yürütülen mesaideydi. Nusra bunlarla yeri geldiğinde ortak operasyon yapıyor, yerel yönetimde ufak tefek işbirliklerine girmekten çekinmiyordu.

Çünkü Culani önderliğindeki Nusra, Suriye’de sahadaki oyunun kurallarını anlamış, nasıl davranması gerektiğini çözmüştü. Askeri bakımdan tartışmasız en iyi örgüttü: 2011-2015 arasında Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) dahil onlarca çete savaşıyordu, ama askeri önem taşıyan neredeyse her operasyonda Nusra’nın asli unsur olduğu tartışmasızdı. O dönem sayısı 7 ila 15 bin arasında değişen militanları, en deneyimli ve disiplinli savaşçılardı.

Ama işin bir de silah tedariği, eğitim ve lojistik kısmı vardı ki, burada Nusra dezavantajlıydı. Savaşın arkasındaki güçler, genel bir iş bölümü yapmıştı. ABD silah sağlıyor ve Türkiye’deki kamplarda çetecileri eğitiyordu, Katar ve Suudi Arabistan operasyonları finanse ediyordu, İsrail hava saldırıları ve istihbarat kısmına odaklanıyordu, Türkiye de lojistik destek veriyor ve tüm bunların eşgüdüm ve organizasyonunu hallediyordu. Burada özellikle CIA’nın BGM-71 TOW anti-tank güdümlü füze sistemi gibi sofistike silahları temin ettiği programın doğrudan alıcısı olmak önem taşıyordu. Nusra, El Kaide bağlantısının beraberinde getirdiği meşruiyet kaybından dolayı sahadaki başarısıyla orantılı kaynağa erişemiyordu. Suriye’yi yıkmaya çalışan ittifak el altından Nusra’ya da bir şeyler veriyordu, ama Nusra daha çok diğer gruplarla ilişkileri üzerinden bu kaynakları eline geçirebiliyordu. Zevahiri’nin “ılımlı” çizgisi, bu açıdan Nusra’nın can simidiydi.

Tüm bu ayrıntıların ne önemi var?

Sonuçta 2014-2015 arasında Suriye halkı beklenmedik bir direnç ortaya koyup cihatçı çetelere teslim olmayacağını gösterdiğinde ve IŞİD, Suriye karşıtı ittifakı kimi bakımlardan zor duruma soktuğunda, yeni bir yaklaşım geliştirildi. 

ABD, YPG’yle askeri ittifakını üst düzeye çıkardı. İslamcı çeteler arasında askeri önemini herkesin gördüğü Nusra, IŞİD’le savaşarak bir miktar meşruiyet elde etmişti, ÖSO’nun beceriksizliği herkesin dilindeydi, Nusra’nın öne çıkarılmasına karar verildi.

Culani liderliği, bu noktada, geçmişin yükünün onları kısıtladığından tamamen emin oldu. 2016’da El Nusra ismini değiştirdi ve küresel cihattan ziyade Suriye topraklarına dair iddiayı yansıtan bir yaklaşımla Şam’ın Fethi Cephesi oluverdi. Dahası, “dış bağlantıları” keseceğini duyurdu. Dış bağlantılardan kasıt ABD veya Türkiye değil, El Kaide merkezi, yani Zevahiri liderliğiydi. Culani, Nusra’yı El Kaide’den koparıyordu.

Denilebilir ki, sonuçta hepsi kafa kesen cihatçılar, tüm bu ayrıntıların ne önemi var?

Ayrıntılar şu yüzden önemli: Öykü, hem bizzat Culani’nin hem de örgüt olarak El Nusra’nın, genel bir işbirliğinin ötesinde, ABD ve müttefikleri tarafından devşirildiğini ve yıllar süren çabalarda, bu ay geldiğimiz güne hazırlandığını ortaya koyuyor.

Örneğin, El Nusra ismini değiştirdikten ve El Kaide’yle bağları kopardıktan sonra mı AKP hükümeti örgütle kurduğu ilişkiyi daha açık hale getirdi, yoksa önce ABD’nin müttefikleri bu kararı aldı, sonra onların telkiniyle mi Culani ekibi bu yola tevessül etti?

İkincisi…

Kanıtı, devletin en yetkili isminin ağzından çıktı. Tayyip Erdoğan, örgütün isim değişikliğinden bir ay önce, Beştepe'de STK'ları ağırladığı iftar yemeği sonrasında katılımcılara pat diye “PYD DAEŞ'e karşı savaşıyorsa El Nusra da canla başla savaşıyor ona neden terör örgütü diyorsunuz?” deyiverdi!

Böylece Türkiye Cumhuriyeti Devleti, El Kaide’yi “terör örgütü” görmediğini cümle aleme ilan etti. Evet, devletin Nusra’yla ilişkisi biliniyordu. MİT Tırları skandalında yakalanan silahlar, Nusra’ya teslim edilmek üzere yoldaydı. İlişkiyi MİT dışında devlet adına İHH yürütüyordu. Ama durum pek de bilinsin istenmiyordu. Örneğin 2013’te İHH Rakka’ya yardım götürüp iftar yemeği verdiğini gururla duyuruyor, ama Anadolu Ajansı konuyu haberleştirirken Rakka Nusra’nın elinde olmasına rağmen yalan söyleyip “ÖSO’nun kontrolünde” diyordu.

Culani, El Kaide’den kopma kararını örgüte açıklarken, aslında Zevahiri’nin 2013 bildirisindeki eğilime yaslanmıştı: Suriye’deki islamcı çeteleri bir araya getirme çabaları, “El Kaide” etiketi nedeniyle sakat kalıyordu. Bu etiketten kurtulacaklar, hegemonyayı artıracaklar, ABD ve müttefiklerinin kaynaklarından daha fazla yararlanacaklardı.

Türkiye’yle ilişkilerin yarattığı hizip

Başta işler pek Culani’nin hesapladığı gibi gitmedi. Şam’ın Fethi Cephesi, yıllardır askeri işbirliği yaptıkları üç örgütle birleşme sürecine girdi. Süreç başarısızlığa uğradı. Culani, islamcı muhalefeti birleştirmek, hegemonyasını pekiştirmek istiyordu, ama müzakerelerde yol alınamıyordu.

Genel siyasi durum da iç açıcı değildi. Suriye karşıtı çetelere uluslararası ilgi azalmaya başlamıştı. ABD ve Rusya Suriye konusunda müzakere yürütüyor, Rusya, El Kaide’ye ısrarla karşı çıkıyordu. Daha cici çeteler müzakerelere taraf yapılıp taltif edilirken, Culani ekibi isim değiştirme hamlesine rağmen dışarıda bırakılıyordu.

Culani, taktik değiştirdi. Madem diplomasi işe yaramıyordu, daha iyi bildikleri zora başvuracaklardı. Ocak 2017’de Culani ekibi, irili ufaklı rakip çetelere saldırmaya başladı. Aralarında en önemlisi, Türkiye istihbaratının gözbebeklerinden Ahrar-uş Şam’dı—örgüt de Türkiye'ye karşı boş değildi, 2016'da kendi mollalarına, "Türkiye'yle birlikte savaşmak caizdir" diye fetva bile çıkarttırmışlardı. Culani’nin militanları tüm bu rakipleri bozguna uğrattı, dört grubu silah zoruyla kendine dahil olmak zorunda bıraktı.

Ve, yeniden isim değiştirdi. Heyet Tahrir-uş Şam adını aldı.

                                         Heyet Tahrir-uş Şam yani Şam Kurtuluş Heyeti.

Ama HTŞ’nin hamleleri, bu kadarla sınırlı değildi. Charles Lister’ın 2019’da Hudson Enstitüsü için hazırladığı rapordan aktaralım:

“Buradan itibaren HTŞ, benim ‘kontrollü pragmatizm’ adını verdiğim bir yolu benimsedi—sivil işleri yürütmek ve halka hizmet götürmek için teknokratik bir ‘Kurtuluş Hükümeti’ oluşturdu; yabancı hükümetlerle diyalog kurmak üzere bir siyasi büro kurdu; Türkiye ve Milli İstihbarat Teşkilatı’yla (MİT) yakın ilişkiye girdi ve uluslararası ateşkes anlaşmasına gevşekçe de olsa uymaya başladı.”

Yani HTŞ’nin kuruluşunun temelinde, devletimsi bir yapıya dönüşmenin yanı sıra, yabancı hükümetlerle, özel olarak da Türkiye ve MİT’le yakın ilişki geliştirmek vardı.

Culani’nin ‘koruyucu meleği’

Ne var ki, Culani’nin bu agresif hamleleri, örgüt içindeki geleneksel El Kaide kadroları arasında huzursuzluk yaratıyordu. 2017 başında, örgütün en üst yönetiminden bazı isimler, hizip örgütlemeye başladı. 2018 Şubat ayında HTŞ’den koptular, Tanzim Hurras el Din (THD) adında yeni bir örgüt kurdular.

Derhal HTŞ’ye karşı siyasi saldırı başlattılar. Saldırılarının odağında, HTŞ’nin yabancı hükümetlerle, özel olarak da Türkiye’yle kurduğu ilişki vardı. Bu yeni El Kaide şubesine örgütün küresel merkezinden destek veriliyor, tüm dünyadan THD’ye katılım çağrıları yapılıyordu. Culani ve HTŞ’nin karşısında, dişli bir rakip oluşuyordu.

2018 ve 2019’da bu yeni El Kaide şubesi, irili ufaklı 16 ayrı çeteyi birleştirdi ve ciddi bir güç haline geldi. HTŞ fırsat buldukça THD’ye saldırıyor, ama bu odağı dağıtmayı başaramıyordu.

Bir kez daha Lister’ın raporundan aktaralım:

“THD’yle HTŞ arasındaki en büyük gerilim kaynağı, Türkiye ve bu devletin kuzeybatı Suriye’deki silahlı grupların desteklenmesindeki rolüydü. Türkiye ve lideri Recep Tayyip Erdoğan için, kuzeybatı Suriye’deki durum ve bunun Türkiye’nin ulusal güvenliğine etkileri, çok önemli bir iç siyasi meseleydi… Sonuçta Erdoğan hükümeti ve özellikle MİT içerisinde HTŞ’yle kurulacak tehlikeli ve nazik ilişki, bir zorunluluk olarak görülüyordu.”

2019 başında El Kaideciler, tam da Culani ekibinin Türkiye’yle ilişkisini hedef almaya başladı. Özellikle Türkiye’nin doğrudan kontrolü altındaki Suriye Ulusal Ordusu’yla ortak hareket edilmesi topa tutuluyordu. Gerilim, TSK’ya bağlı birliklerin 9 Mart 2019’dan itibaren HTŞ’nin işbirliğiyle İdlib’de devriye gezmeye başlamasıyla iyice büyüdü.

El Kaideciler, Culani’nin militanlarını parça parça koparıyordu. Culani’nin imdadına, bir “görünmez el” yetişti.

                                    Culani’nin operasyonu yönetirken servis edilen görüntüleri.

30 Haziran 2019’da THD’nin altı lideri, ABD’nin bir hava saldırısıyla öldürüldü. ABD, iki yıldır kuzeybatı Suriye’de tek bir hava saldırısı yapmamıştı. İstisna, Culani’yi korumak içindi. İki ay sonra ABD, THD’nin müttefiki, Culani’nin rakibi Ensar el Tevhid’i vurdu. Aynı günlerde, El Kaide’nin deneyimli liderlerinden biri, İdlib’de aracına yerleştirilen patlayıcıyla öldürüldü.

ABD’nin bu iki ayda Culani’nin “koruyucu meleği” olarak yaptıkları, Culani ve HTŞ’nin devşirildiğinin açık kanıtıydı.

Bir başka gerçeğin daha kanıtıydı: Sahada elini kirletmek zorunda olan Türkiye’ydi, ama ipler büyük ağabeyin, ABD’nin elindeydi.

"Elini kirletmek" vurgusu önemli. Zira batılı kaynaklar, Türkiye'nin Suriye'deki çetelerle ilgili rolünü sıklıkla abartıyor. Bunun sebeplerinden biri, ABD, İngiltere, İsrail ve diğerlerinin rolünün üstünü örtmek. Nitekim taarruz sürerken, 2 Aralık'ta New York Times'a konuşan ABD'nin eski Şam Büyükelçisi Robert Ford da aynı vurguyu yapıyordu: "İdlib'deki Türk üsleri ve sınırın Türk tarafına yerleştirilen Türk topçu birlikleri, HTŞ'nin hakim olduğu topraklarla Suriye devleti birlikleri arasında bir tampon bölge sağlıyordu. İnsani yardım, gaz, silah, askeri üniformalar, hepsi İdlib'e Türkiye'den gidiyor."

Değirmenin suyu

2020’den itibaren HTŞ, Astana Süreci kapsamında Türkiye’nin etki alanına bırakılan İdlib’de semirmeye ve hazırlanmaya başladı. Devletimsi yapı giderek yayılıyordu.

Peki değirmenin suyu nereden geliyordu?

2016 yılı itibariyle, örgüt Nusra ismini henüz bırakıp El Kaide’den kopmuşken yazılan bir rapor, Şam’ın Fethi Cephesi’nin gelir kaynaklarını ayrıntılı olarak sıralıyordu.

Christiaan Triebert ve Rao Komar imzalı raporda şunlar listelenmişti: Kontrol edilen bölgede halktan alınan vergiler, Türkiye sınırından veya Suriye içinde Nusra kontrolündeki bölgeden geçen mallardan alınan gümrük, halka kesilen cezalar, savaş ganimetleri, fidye, uluslararası bağışlar, petrol satışı, “düşman” sayılan halkın mallarını yağma ve diğer çetelerin varlıklarına el koyma, kaçakçılık.

Dikkatle bakıldığında bu gelir kalemlerinin önemli bir kısmının sürekliliği yoktu. Örneğin fidye… 2013’te bir Ortodoks rahibeyi kaçırmışlar, 4 milyon dolar fidye almışlardı. 2014’te 45 Fijili BM çalışanını kaçırdılar, 20 ila 25 milyon dolar fidye aldılar. Bunlar güzel paralardı, ama düzenli gelirin yerini tutmuyordu.

2019 sonrasında Türkiye’nin açtığı alan, HTŞ’nin bu sorununu tamamen çözdü. Türkiye, İdlib üzerinden ticaret yapmayı sürdürüyor, HTŞ tüm bu ticaretten gümrük vergisi alıyordu. Hacim çok büyümüş, düzenli gelir sağlanmıştı. Ayrıca Türkiye kentin şebekesine elektrik veriyor, HTŞ elektrik satışından da büyük gelir elde ediyordu. Türkiye, HTŞ’yi besledi ve büyüttü.

Kurumsallaşmış cihatçılık

Bu arada büyük ağabey, ABD, müttefikleriyle birlikte HTŞ’yi bir sonraki savaşa hazırlamayı ihmal etmedi. Çete savaşları dönemiyle kıyaslanmayacak, profesyonel bir askeri eğitim hizmeti sunuldu. Çok çeşitli teçhizat temin edildi, ki, bunlar arasında 27 Kasım’da başlayan taarruzda büyük etki yaratan İHA’lar da vardı. İHA’ların kullanımı için ABD’nin müttefiklerinden uzmanların yardımı sağlandı.

Son taarruz, böyle hazırlandı. HTŞ, yıllar süren bir projenin ürünüydü.

Culani’nin taarruz günlerinde CNN’e verdiği röportaj dinlendiğinde, adeta bir Daron Acemoğlu hayranı gibi ikide bir “kurumlar” ve “kurumsallaşmak”tan bahsettiği görülüyor. Culani’nin daha bu yıl Nobel verilen bu pek popüler ve içi tamamen boş dili kullanışı, yıllar süren projenin basitçe askeri bir hazırlık değil, siyasi bir yetiştirme olduğuna işaret ediyor.

Şimdi Türkiye’de ve dünyada Amerikancılar, Culani ve HTŞ’yi parlatmakla meşgul.

Ha, İsrail de haydut bir devlet olarak Suriye’nin bütün altyapısını yok edip ülkeyi karadan işgal etmekle meşgul, ama “müttefiklerin” gıkı çıkmıyor. Kendisini büyük dünya gücü olarak pazarlarken bir de "Filistinlilerin koruyucusu" diye cilalayan AKP hükümeti, anca İsrail ordusu Şam'a 20 kilometre mesafeye geldiğinde bir yazılı kınama yayımlayabildi.

Tüm bu öykü nedeniyle, HTŞ için basitçe “cihatçı örgüt”, “El Kaide’nin devamcısı” deyip geçmek, propaganda açısından etkili olsa dahi, siyasi açıdan yetersiz.

HTŞ, 2006’da belirlenen ABD-İsrail-Suudi Arabistan ortak stratejisinin, sonradan buraya eklenen Türkiye’nin de katkısıyla yaratılan bir ürünü.

Mesele, cihatçı demekte değil. Cihatçılığın siyasi bağlamını izah etmekte.

BİR SONRAKİ YAZIDA:

  • Suriye birdenbire mi çöktü?
  • Yenilgi esas olarak askeri miydi?
  • Esad’ın hiç mi hatası yoktu?
  • Esad, ilericiler için sahiplenilecek bir karakter miydi?
  • Suriye’deki sınıf ilişkileri açısından Esad nereye oturuyordu?
                                                            /././
Mazlum Abdi: ABD'nin arabuluculuğuyla Menbiç'te ateşkes sağlandı
Menbiç'te ateşkes sağlandığını duyuran SDG Genel Komutanı Mazlum Abdi, "Sivillerin can ve mal güvenliğini korumak amacıyla Amerika'nın arabuluculuğuyla ateşkes anlaşmasına vardık" dedi.

Suriye Demokratik Güçleri (SDG) Genel Komutanı Mazlum Abdi, sosyal medya hesabı üzerinden yaptığı paylaşımla Menbiç'te ateşkes sağlandığını duyurdu. 
 
Abdi, "Savaşçılarımızın Menbiç kentindeki direnişi, Fırat'ın batısından gelen saldırıların yayılmasını durdurmaya devam ederken, biz de sivillerin can ve mal güvenliğini korumak amacıyla Menbiç'te Amerika'nın arabuluculuğuyla ateşkes anlaşmasına vardık. 27 Kasım'dan bu yana saldırılara direnen Menbiç Askeri Meclisi savaşçıları, en kısa sürede bölgeden uzaklaştırılacak. Amacımız Suriye topraklarının tamamında ateşin kesilmesi ve ülkenin geleceğine yönelik siyasi bir sürece girilmesidir" ifadelerini kullandı.

Diğer cihatçı gruplar Şam yönetimini devirirken Türkiye denetimindeki Suriye Milli Ordusu (SMO), SDG kontrolündeki Tel Rıfat ve Menbiç'i ele geçirmişti.

Beyaz Saray Ulusal Güvenlik İletişim Danışmanı John Kirby, dünkü basın toplantısında SDG'ye desteklerinin süreceğini yinelemişti.

İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar da önceki gün yaptığı açıklamada, SMO'nun Menbiç'e düzenlediği operasyondan rahatsızlığını dile getirmişti. Kürt güçleriyle temas halinde olduklarını belirten Saar, "Kürtlere yönelik saldırı durdurulmalı! Uluslararası toplum, IŞİD'e karşı cesurca savaşan Kürtleri korumaya kendini adamalı. Bu konuyu ABD yönetimi ve diğer ülkelerle görüştük" demişti.

'Tarihi bir fırsat' demişti

Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) öncülüğündeki grupların Suriye Ordusu'na karşı 27 Kasım'da başlattıkları saldırıların ardından Suriye yönetiminin düşmesi üzerine SDG Komutanı Abdi, "tarihi anlar yaşandığını" söylemiş, gelişmeleri "fırsat" olarak nitelendirmişti.

Abdi "Şam'daki otoriter rejimin çöküşüne tanık olduğumuz Suriye'de tarihi anları yaşıyoruz" ifadelerini kullanmış ve şöyle demişti:

“Bu değişiklik, tüm Suriyelilerin haklarını garanti altına alan, demokrasi ve adalete dayalı yeni bir Suriye'nin inşası için bir fırsattır.”

                                                               ***

Cihatçı dostu 'centilmen' emperyalizm: İngiltere ve MI6  -Ogün Eratalay-

Suriye’deki cihatçı zaferinin arkasındakileri biliyoruz. ABD liderliğindeki emperyalizm, NATO ve İsrail. Ancak ismi çok duyulmasa da İngiltere ve istihbarat servisi MI6 oyunda belirleyici role sahip.

MI6 İngilizce Askeri İstihbarat anlamına gelen Military Intelligence kelimelerinin kısaltması. Sondaki rakam ise 1. Dünya Savaşı döneminde farklı görevlerle kurulan bölümlerden kalma bir sıralamayı belirtiyor. Birleşik Krallık sınırları içinde çalışan MI5’in aksine MI6 dış istihbarat servisi olarak çalışıyor. 1994 yılına kadar varlığı resmi olarak kabul edilmeyen kurum İngiltere’nin çıkarları adına yurt dışında istihbarat toplamak, düşman olarak görülen öznelerin silahlanmasını önlemek, terörizm karşıtı faaliyetlerde bulunmak gibi sınırları tam belirli olmayan bir görev tanımıyla işliyor. Kurumun istihbarat camiasında bilinen adıyla Five Eyes (Beş Göz) programı çerçevesinde ABD-Avustralya-Kanada-Yeni Zelanda ile doğrudan işbirliği sistematiği bulunuyor.

Yaklaşık 15 yıl önce Orta Doğu’da patlak veren ve “Arap Baharı” adı verilen emperyalist müdahalenin istenen sonuca tam olarak ulaşamadığı Suriye’nin, bildiğimiz anlamıyla devlet olarak var olmadığı ilk günlerden geçiyoruz. Şam’daki Esad rejiminin düşmesine öncülük eden Heyet Tahrir-uş Şam (HTŞ) liderliğindeki cihatçı çeteler emperyalizmin bütünlüklü bir desteğiyle adım adım güçlendirilip son saldırıya hazırlandı. Burada İngiltere ve MI6 önemli bir yer tutuyor.

İnsani yardım kisvesinde cihatçılara destek

Suriye’de yaşanan iç savaşın iki tarafın da yenişemediği ilk ateşkes döneminde İngiltere, cihatçıların egemenliği altındaki bölgelere insani yardım toplamaya başladığını ilan etti. Demokrasinin ülkede inşa edilmesi gibi kulağa hoş gelen söylemlerle yardım aktaran ilk kurum Conflict, Stability and Security Fund (CSSF) idi (Çatışma, İstikrar ve Güvenlik Fonu). 2015 yılında başlatılan program sayesinde Suriyeli cihatçı muhaliflere en az 215 milyon sterlin yardım yapıldı.1 Bu raporlarda geçen terminoloji insanı çok rahatlatıyor: barışın korunması (peacekeeping), filancanın güçlendirilmesi (strengthening), falancanın desteklenmesi (supporting). Ancak gerçekler hiç de öyle değil. 

Britanya hükümeti kamuoyu baskısı nedeniyle cihatçı örgütleri terör listesine dahil ettiği için yapılan yardımların yoksullukla savaş, idari mekanizmaların güçlendirilmesi gibi kılıflara sokulması gerekiyor. Sahada gerçekleşen ise çok başka. El-Kaide bağlantılı El-Nusra Cephesi’nden ayrılan çeşitli gruplar tarafından kurulan HTŞ’nin denetimi ele geçirdiği bölgelerde hayat hiç de “centilmen” İngilizlerin aktardığı şekilde akmıyordu. Selefi esaslara göre idare edilen bölgelerde muhalif siyasi görüş bildirmek, bunu örgütlemeye çalışmak ölümle eşanlamlıydı. Ancak buna rağmen cihatçı örgütleri Esad iktidarına karşı besleyip büyüten İngilizler bu grupların “ılımlı” muhalif olduklarını, ne Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) ne de El-Kaide gibi olmadıklarını savunuyordu.

İngiltere’nin cihatçıların elindeki bölgelere yardım yaptığı program bununla sınırlı değil. Access to Justice and Community Support (AJACS - Adalete Erişim ve Toplumsal Destek) programının doğrudan cihatçılara kaynak aktardığı BBC Panorama programıyla ifşa edilince program 2017 yılında askıya alındı.2 Bu döneme kadar muhaliflerin denetimi altındaki bölgelerdeki polis kuvvetleri yardım adı altında cihatçılara silah, mühimmat ve askeri eğitim desteği verildiği bilinmektedir.

Askeri destekte NATO etkisi

Suriye’de iç savaşın ilk patlak verdiği dönemde ülkemizdekiler de dahil olmak üzere NATO üslerine getirilen cihatçıların MI6 uzmanlarından askeri eğitim aldığı biliniyor.3 Burada İngiltere özellikle Türkiye üzerinden Libya’daki cephanelerin Suriye’deki muhaliflere iletilmesinde belirleyici rol oynuyor.4 Öte yandan Suudi Arabistan, Katar ve Ürdün de kapılarını İngiliz istihbaratçılara ve eğitilecek cihatçılara açıyor.5

Muhalif medya ayağı örülüyor

İngiltere’nin ve ona bağlı MI6 kurumunun cihatçılara verdiği destek sadece mali ve askeri alanlarla sınırlı değil. Yine ABD ve Kanada ile eşgüdümlü olarak kurulan medya altyapısında muhalifler lehine olacak şekilde bir medyacılığın kurulduğu anlaşılıyor. İstanbul başta olmak üzere bölgeye yakın önemli kentlerde ofis açan bu teşkilat yurtdışındaki Suriyeli muhalifleri maaşa bağlayarak Suriye içinde bilgi kaynakları yaratmış. Suriye’de yerleşik ve kendilerinin bir haber kaynağı olarak yansıtıldığını bilmeyen çok sayıda kişi özellikle Batılı medya kuruluşlarına gazeteci şekilde tanıtılıyor ve yanlı haberlere kaynak olarak gösteriliyor. Bu kişilerden alınan bilgiler “Özgür Suriye” üst başlığında toplanarak ve sözümona radikal unsurlardan arındırılarak Esad karşıtı, ılımlı Suriye muhalefetini destekleyici şekilde sunuluyor. Öte yandan bu program kapsamında “gazeteci” olarak yetiştirilmek üzere işe alınan kişilerden istihbarat sağlamalarının beklendiğini de ekleyelim. Sonrasında elde edilen “haberler”in Sky News Arabia, BBC Arapça, El Cezire, El Arabiya gibi emperyalizmle uyumlu yayın yapan kurumlara servis edildiğini ekleyelim.6

İngiltere’de düzen içi olsalar da muhalif kimlikleriyle bilinen Guardian veya Observer gibi gazeteler de dahil olmak üzere belli başlı yayın organlarının ağız birliği yapmışcasına İngiliz istihbaratının Suriyeli cihatçı muhaliflere verdiği desteği görmezden gelmesi de dikkat çekici bir not.7

MI6 son dönemlerdeki kanlı geçmişi…

-Yugoslavya’nın parçalanması sonrasında ortaya çıkan iç savaş döneminde MI6 ajanları bölgeye giderek ellerindeki sınırsız mali kaynaklarla içlerinde yerel idareciler, polis şefleri, mafya bulunan ağlar inşa etmiş, bu sayede iç siyasete müdahale etmiş, çeşitli siyasi suikastleri, adam kaçırmaları gerçekleştirmiştir.-Libya İç Savaşında da MI6 doğrudan Kaddafi muhalifleriyle görüşmüş, ayaklanması sağlanan gruplara para ve silah desteği sağlanmıştır.

                                                                /././
Türkiye Gazetesi, herkesin gözünden kaçan büyük gazetecilik başarısını niye gizliyor?
27 Kasım'da HTŞ öncülüğünde Suriye’de başlayan operasyon, bir buçuk ay önce Türkiye Gazetesinde anlatılmıştı. Ama kimse dikkat çekmiyor, gazetenin kendisi bile…

Suriye’de yaşananlar, tüm dünyanın ve Türkiye’nin gündeminde.

27 Kasım’da 10 islamcı örgütün, Heyet Tahrir-uş Şam (HTŞ) öncülüğünde İdlib’den Halep’e doğru başlattığı saldırı, 10 gün sonra Esad yönetiminin yıkılmasıyla sonuçlandı.

Böyle beklenmedik ve her an gelişen olaylar, gazeteciler için büyük sınavlardır. Zamanın ruhu hızı ödüllendirse de, esas övünç kaynağı hata yapmadan, paylaştığı hiçbir bilgiyi geri çekmek zorunda kalmadan, olaya dair kamuoyunu yeterince bilgilendirmektir.

soL, 10 gün boyunca bunu yapmaya çalıştı. Esad yönetimi yıkıldıktan sonraysa, bu tarihi olayın iç yüzünü olabildiğince derin ve kapsamlı bir şekilde açığa çıkarmaya odaklandı.

Dün, Suriye Dosyası’nı açtık. İlk yazımızda, kamuoyunun “sürpriz” olarak nitelediği saldırının hazırlıklarının uzun süredir devam ettiğini ve aslında Türkiye, Suriye, ABD, Rusya, İran gibi tarafların tümünün saldırıdan haberdar olduğunu yazdık.

Yazımız çok ilgi çekti. Aslında soL’da 16 Ekim tarihinde böyle bir saldırıya hazırlanıldığını biz de Arap basınından hareketle yazmıştık, kamuoyunun dikkatini çekmemişti.

Asıl ilginç olansa, Türkiye Gazetesinin 11 Ekim’de saldırıyı duyurmuş olması.

“Namlular Halep'e çevrildi! Hükümet yeni yol haritasını belirliyor” başlıklı haber, “başkent kaynakları”ndan aldığı bilgilerle, İdlib’deki grupların Halep’e saldırıya hazırlandığını yazmıştı.

Haber, çok ayrıntılıydı. Haberde imzası olan gazeteci Yılmaz Bilgen şöyle yazmıştı:

“Başkent kaynakları, Türkiye’nin ABD’nin 2016 yılında Fırat’ın doğusunda PKK-PYD kalmayacak teminatı ve Rusya’nın Menbiç, Ayn İsa, Tel Rıfat ve hatta Halep’le ilgili vaatlerinde durmaması sebebiyle sabrın sonuna geldiği yorumunda bulunuyor. PKK’yı İsrail işgal planının öncü unsuru olarak gören Türkiye, güneyde büyüyen İsrail tehlikesine dönük orta ve uzak dönem hazırlıkları yanında yakın tehdit olarak gördüğü terör örgütüne karşı etkin ve kuşatıcı bir harekât planı yapıyor.”

HTŞ içinden görüştüğü kişilerden aldığı bilgileri de aktaran Bilgen, haberde “Ankara, kuzeyde ABD’nin diğer bölgelerde Rusya, İran ve Şam yönetiminin oyalama taktiği sadece İsrail’e alan açtığı görüşünde ve bu durumun sona ermesi adına yeni bir yol haritası belirliyor” diyerek yalnızca operasyonu değil, Ankara’nın kararının arkasındaki siyasi mantığı da detaylı bir şekilde yazmıştı.

Nereden baksanız, büyük gazetecilik başarısı. Ama Türkiye Gazetesi, halen Suriye’de bulunan ve sahadan bildiren muhabirinin bu büyük başarısını hiç hatırlatmıyor.

Fakat haber dikkatle okunduğunda, kimi tuhaflıklar da dikkat çekiyor. Haberde “Ankara kaynakları”na atıfla, bürokratik veya diplomatik dile uymayacak kadar iddialı, hatta fütursuz ifadeler geçiyor. Daha tuhafı, HTŞ’nin Suriye Devleti’ne karşı yürüteceği bir operasyona dair bütün cümlelerin bir şekilde İsrail’e bağlanması. Kullanılan argümanlar, AKP hükümetinin veya devletin argümanlarıyla örtüşmüyor.

Dahası, Ankara kaynaklarının niye gizli bir operasyonu, böyle üst perdeden ABD’ye, Rusya’ya, Suriye’ye ve her cümlesinde İsrail’e kafa tutacak bir dille basına sızdırdığı da akıllarda soru işareti yaratıyor.

Haberde imzası olan Yılmaz Bilgen, uzun yıllardır gazetecilik yapıyor. Haksöz Haber’de bir dönem köşe yazarlığı yapan Bilgen, 2014’te IŞİD’in askeri başarılarını kutlamış olmasıyla, örgüte sempati beslediğini ortaya koyan paylaşımlar yapmasıyla hatırlanıyor.

(soL)

T24 "GÜNDEM" -11 Aralık 2024-

 

"İsrail, tampon bölge Kuneytra’yı geçip Şam’a ilerliyor" iddiası: Münbiç, Kobani ve Rakka bölgesinde şiddetli çatışmalar yaşanıyor, PYD/DSG Deyrizor’dan çekildi -Namık Durukan-

Tişrin barajı vuruldu, elektrik üretimi durdu.

"İsrail, tampon bölge Kuneytra’yı geçip Şam’a ilerliyor" iddiası: Münbiç, Kobani ve Rakka bölgesinde şiddetli çatışmalar yaşanıyor, PYD/DSG Deyrizor’dan çekildi

61 yıllık Baas rejiminin devrilmesinin ardından Suriye'de, İsrail’in operasyonları tartışma konusu oldu. İsrail, hava saldırılarıyla 300 hedefi vurmasının ardından Golan Tepeleri’nden Suriye’nin Kuneytra bölgesine kadar geniş bir alanı tampon bölgesi ilan etti. İsrail ordusunun başkent Şam’a doğru ilerlediği ileri sürüldü. İsrail yönetiminin yalanlamasına rağmen tank desteğindeki İsrail ordusunun Şam’a 25 kilometre kadar yaklaştığı belirtiliyor. Suriye Milli Ordusu (SMO) güçleri tarafından Münbiç’e yönelik başlatılan saldırı kapsamında bölgede Kobani ile Rakka’nın Tabka bölgesi ile Tişrin barajı çevresinde yoğun çatışmalar yaşanıyor. Barajın bombalanması sonrası elektrik üretimi dururken, bölge karanlıkta kaldı. PYD/DSG’nin Deyrizor ve Rakka’dan çekilmesi için İslamî grupların çağrısı ile bu kentlerde başlayan gösteriler sonrası CENTKOM Komutanı General Michael Kurilla’nın Suriye’yi ziyareti sonrası PYD/DSG, Deyrizor şehir merkezinden çekildi.

İsrail medyasına yansıyan haberlere göre, Beşar Esad’ın düşmesinin ardından Suriye'ye yönelik İsrail tarihinin en büyük hava operasyonları gerçekleştirildi. Hava saldırıları, “Suriye ordusuna ait büyük miktardaki mühimmat stokunun azaltılması için yürütülen çalışma” olarak gösterildi. İsrail uçaklarının, bir zamanlar Suriye ordusunun silah depoları olan yerlerdeki yüzlerce hedefi vurduğu bildirildi. Havadan yapılan saldırıların, Hava Kuvvetleri Komutanı Tümgeneral Tomer Bar tarafından yönetildiği açıklandı.

Suriye'deki kaynaklara göre, İsrail Hava Kuvvetleri ilk olarak Esad güçlerinin geride bıraktığı uçaksavar bataryalarına saldırdı. Operasyona başlanırken uçaklara yönelik olası saldırılara karşı kapsamlı tedbirler alındı. İlk etapta karadan karaya füzeler, tanksavar füze depoları, tanklar, ağır toplar ve diğer büyük silah depolarının vurulmasına başlandı. İsrail’in bu silahların IŞİD veya Hizbullah bağlantılı milislerin eline geçmesini önlemek için erken harekete geçtiği ifade edildi.

Bu kapsamda İsrail savaş uçakları, Suriye'den Lübnan'a doğru hareketlenme tespit etmesi üzerine Suriye ile Lübnan arasındaki sınır kapılarını, aynı saatlerde Suriye sınırından Lübnan'a geçen ve bazıları zırhlı olmak üzere yüz araçtan oluşan bir Hizbullah konvoyunu vurdu.

Lazkiye'deki Suriye donanma gemileri İsrail saldırılarıyla imha edildi

300 hedef vuruldu

Yönünü Suriye’ye çeviren İsrail savaş uçakları Şam'daki bilimsel araştırma merkezi, El-Meza ve Halahla'daki askeri havaalanları, Şam ve banliyöleri ve güney bölgesindeki tüm askerî havaalanlarını ardı ardına vurdu. Şam'a saldırı dalgası düzenleyen İsrail, kimyasal silahların ve balistik füze programlarının yönetildiği Şam'daki bilimsel araştırma merkezi, ardından Türkiye sınırındaki Kamışlı dahil birçok askerî merkez ve silah depoları aynı saatlerde bir bir vuruldu. İsrail'in hava saldırılarıyla Suriye'de vurulan 300’ü aşkın hedefin arasında Esad ordusuna ait askerî üsler, onlarca savaş uçağı, onlarca karadan-havaya füze sistemleri, silah üretim yeri ve depoları tamamen imha edildi.

Yedioth Ahronoth gazetesinin haberinde ise "İsrail, 50 yılı aşkın süreden beri ilk kez Suriye hava üslerinin tümüne saldırı düzenledi" ifadesi kullanıldı.

Şam’ın düşmesi ile harekete geçen İsrail ordusunun Suriye’nin denetimindeki Golan Tepeleri ve sınırda bulunan Suriye’nin Kuneytra bölgesine girdiği belirtildi. İsrail ordusu, bölgede tampon bölge oluşturduktan sonra Şam’a ilerlemeye başladı.

"Şam’a 20 kilometre yaklaştı" iddiası

Suriye medyası, dün (pazartesi) Suriye topraklarında ilerlemeye başlayan İsrail ordu güçlerinin Şam’ın güney kırsalına girdiği, Heeneh köyünü ele geçirdiği ve Lübnan'ın Raşaya ilçesinin karşısındaki Katana bölgesindeki Han eş-Şeyh'in dış mahallelerine doğru ilerlediğini ileri sürdü. İsrail tanklarının Şam’a yaklaşık 20 kilometre uzaklıktaki Katana’ya üç kilometreden daha az bir mesafede konuşlandığı belirtiliyor.

İsrail güçlerinin güney Suriye'ye doğru ilerlemesi Suriye’nin yeni yönetimi tarafından saldırganlık olarak değerlendirildi ve saldırıları durdurmak için acil uluslararası eylem çağrısı yapıldı.

Netanyahu açıklama yaptı, İsrail ordusu harekete geçti

İsrail ordusunun Suriye içlerinde ilerlemesi, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun, Suriye hükûmetinin 8 Aralık'ta çökmesinin ardından, 1974 tarihli Suriye ile yapılan anlaşmanın artık geçerli olmadığını açıklamasından sonra geldi. Netanyahu’nun Golan Tepeleri'ndeki silahsızlandırılmış bölgenin "sonsuza dek İsrail'in bir parçası olarak kalacağını" açıklaması bölgede tepki ile karşılandı.

Tişrin barajında elektrik üretimi durdu

Münbiç’e SMO tarafından başlatılan saldırılara PYD/DSG’nin karşılık vermesi sonrası çatışmalar Türkiye sınır hattındaki Kobani (Ayn el Arap) ile Rakkka’nın Tabka ilçesi sınırlarına kadar yayıldı. SMO’ya bağlı silahlı gruplar, Minbic ile Kobani arasındaki Tişrin Barajı bölgesine saldırması sonrası bu bölgede şiddetli çatışmalar yaşanıyor. Münbiç ile Kobani arasında bulunan Karakozak köprüsünün bombalanması sonrası bu noktalarda da yer yer çatışmalar yaşanıyor.

Erbil merkezli Rûdaw TV’ye konuşan Kürt Aktivist ve Gazeteci Sıter Çelo, "Son iki gündür Tişrin Barajı ve Qereqozak Köprüsü çevresinde çatışmalar yaşanıyor. Gruplar bu bölgeleri kontrol altına almak istiyor çünkü Tişrin Barajı ve Karakozak Köprüsü, Kobani için stratejik önem taşıyor. Bu yüzden gruplar burayı ele geçirmeye çalışıyor" dedi.

Yaşanan çatışmalardan sonra bölgeye elektrik üretimi sağlayan barajın bombalanması sonrası üretimin durduğu ve bölgeye elektrik verilemediği açıklandı.

Hastanede yaralılar kurşuna dizildi

Sosyal medyada paylaşılan görüntülerde, SMO grupları tarafından büyük oranda kontrol edilen Münbiç’te hastaneye giren silahlı grupların, yaralıları kurşuna dizdiği görüldü. Görüntülerde hangi gruba bağlı olduğu bilinmeyen ve Arapça konuşan silahlı kişilerin, yaralılarla bir süre konuştukları görülüyor. Silahlı kişiler, daha sonra yaralıları kurşuna diziyor.

CENTCOM Komutanı Kurilla’dan bölgeye ziyaret

Münbiç ve Kobani’de çatışmalar, Deyrizor ve Rakka bölgesinde sokak hareketleri devam ederken ABD Merkez Kuvvetler (CENTCOM) Komutanı General Michael Kurilla, ABD askeri komutanları ile birlikte Demokratik Suriye Güçleri’ni (DSG) Suriye’deki çeşitli üslerde ziyaret etti.

ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığından (CENTCOM) yapılan yazılı açıklamada, “General Erik Kurilla, Suriye'deki çeşitli üslerde ABD komutanlarını, askerlerini ve IŞİD ile mücadele ortaklarımız olan Demokratik Suriye Güçleri'ni ziyaret etti” denildi.

CENTCOM açıklamasında şu ifadeler yer verdi:

"10 Aralık'ta General Erik Kurilla, Suriye'deki çeşitli üslerde ABD komutanlarını, askerlerini ve IŞİD ile mücadele ortaklarımız olan Demokratik Suriye Güçleri'ni ziyaret etti. Kuvvet koruma önlemleri, hızla değişen durum ve IŞİD'in mevcut durumu istismar etmesini önlemeye yönelik devam eden çabalar hakkında birinci elden bir değerlendirme aldı. CENTCOM, IŞİD 'ın kalıcı yenilgisine bağlı kalmaya devam ediyor."

Kurilla’nın, Suriye'nin ardından Irak'ın başkenti Bağdat'ı ziyaret etti ifade edilen açıklamada, “Kurilla, Irak Başbakanı Muhammed Şiya Sudani, Irak Genelkurmay Başkanı Orgeneral Abdulemir Reşit Yarallah ve Irak Ortak Operasyonlar Komutan Yardımcısı Orgeneral Kays el-Muhammedavi ile bir araya geldi” bilgisine yer verildi.

Açıklamada, “Görüşmede, ikili işbirliği, bölgesel güvenliğin güçlendirilmesi, Suriye'deki son gelişmeler ve Irak'ta terör örgütü IŞİD'e yönelik operasyonlar ele alındığını da aktaran Kurilla, "IŞİD 'ın kalıcı olarak yenilgiye uğratılmasına ve Irak, Ürdün, Lübnan ve İsrail de dahil olmak üzere Suriye'ye komşu ortaklarımızın güvenliğine olan bağlılığımızı sürdürüyoruz" diye konuştu.

PYD/DSG Deyrizor kent merkezinden çekildi

PYD/DSG’nin Deyrizor ve Rakka’dan çekilmesi için İslami grupların çağrısı ile bu kentlerde başlayan gösterilerin artması ve gösterilere silahla müdahale edilmesine ilişkin görüntüler sosyal medya platformlarında yer alması rahatsızlık yarattı. Bölgeden çıkmaları yönünde baskıların artması sonrası CENTCOM Komutanı Kurilla’nın bölgeye gelip görüşmeler yapması dikkat çekmişti. Görüşme sonrası PYD/DSG, Deyrizor kentinden çekilme kararı aldı. Karar sonrası PYD/YPG silahlı grupları, Suriye ordusunun bölgeden çekilmesi sonrası kontrol altına aldığı Deyrizor kent merkezi yanı sıra Irak sınır hattındaki El-Bukemal kasabasından da akşam saatlerinde çekildi. PYD/DSG gruplarının Irak'a açılan El-Bukemal Sınır Kapısı’ndan çekilip çekilmediği ne ilişkin bilgiye ulaşılamadı.

Geçici hükümete bağlı silahlı gruplar şehire girdi

PYD/DSG gruplarının Deyrizor’dan çekilmesi sonrası Esad yönetimi sonrası Şam’da kurulan yeni hükümetin geçici başbakanlığına bağlı Askeri Operasyon İdaresi, silahlı grupların Deyrizor şehrine girdiğini duyurdu. Grupların şehir merkezine girişleri havai fişekler ve sevinç gösterileri ile karşılandı.

                                                                ***

Kuzey Tunçelli, dünya gençler rekorunu kırarak bronz madalya kazandı!

kuzey tunçelli

Kuzey Tunçelli, Dünya Kısa Kulvar Yüzme Şampiyonası 1500 metre serbestte dünya gençler rekoru kırarak bronz madalya kazandı!

Fenerbahçe'nin milli yüzücüsü Kuzey Tunçelli, Dünya Kısa Kulvar Yüzme Şampiyonası 1500 metre serbestte 14:20.64'lük derecesiyle dünya gençler rekoru kırarak bronz madalya kazandı.                                               

                                                                   ***

Hastanede sıra beklerken kalp krizi geçirip hayatını kaybetmişti: 6 doktor ve 1 hemşire hakkında soruşturma izni -Cengiz Anıl Bölükbaş-

Ön incelemeyi yapan Başhekim Yardımcısı, bilirkişi raporlarındaki kusur tespitlerine rağmen, soruşturma izni verilmemesini istedi

d

Gaziantep Şehir Hastanesi’nde sıra beklerken, kalp krizi geçirerek hayatını kaybeden yurttaşın ölümünde ihmal olduğu gerekçesiyle 6 doktor ve 1 hemşire hakkında soruşturma izni verildi. İfadeleri alınan sağlık personeli, ölümde hiçbir ihmallerinin olmadığını dile getirirken, bilirkişi raporlarında, Şirin’in doktora ulaşması konusunda sistemsel sıkıntı yaşadığı, Şirin’e yönelik ilk doktor müdahalesinin geç olduğu ve şikayetlerine yönelik yapılması gereken kimi tıbbi işlemlerde eksiklik olduğu belirtildi. Yapılan ön incelemede ise, bilirkişi raporlarındaki kusur ve eksiklik tespitlerine rağmen, hemşire ve doktorlar hakkında soruşturma izni verilmemesi talep edildi. Buna karşın, Sağlık Bakanlığı Mesleki Sorumluluk Kurulu, tıbbi işlemlerin ve uygulamaların daha ileri bir seviyede araştırılması gerektiği gerekçesiyle 6 doktor ve 1 hemşire hakkında soruşturma izni verilmesini uygun gördü.

Sağlık Bakanlığı Mesleki Sorumluluk Kurulu, Gaziantep Şehir Hastanesi’nde sıra beklerken, kalp krizi geçirerek hayatını kaybeden Mehmet Ali Şirin’in ölümünde ihmal olduğu gerekçesiyle 6 doktor ve 1 hemşire hakkında soruşturma açılmasına izin verdi.

Hakkında ön inceleme yapılan hemşire, verdiği ifadesinde, hastanın göğüs ağrısı şikayetiyle geldiği, hastanın acı ve ızdırap çeken bir görünümü ile genel durumunun kötü olmaması ve göğüs ağrısı olanların sarı alana yönlendirilmesi yönünde talimat olduğu gerekçesiyle o bölgeye yönlendirildiğini söyledi. Hemşire, Şirin’in eşinin yanına gelerek eşine bir an önce bakılması gerektiğini söylediğini ve kendisinin de ‘’uygun olan bir hekimle görüşerek durumunuzu söyleyebilirsiniz’’ dediğini aktardı.

‘’Gerekli uygulamaları yaptık’’

İfadeleri alınan doktorlar da, Şirin’in sıra beklerken yere düşmesinin ardından çıkan gürültüyle beraber hastanın yanına gittiklerini, hastanın kasılmaları olması ve ağzından köpük çıkması sebebiyle sedye talep ederek sarı alana götürüldüğünü söyledi. Doktorlar, Şirin’in eşini yanlarına gelerek bir acil durum olduğunu söylemediğini ileri sürdü.

Doktorlar, Şirin’in sarı alana götürüldükten sonra epileptik nöbet ön tanısı ile diazem yapıldığını, Şirin’den yanıt alınmayınca kırmızı alana götürüldüğünü, bu sırada nabzının olduğunu belirtti.

Doktorlar, Şirin’in durumunun kırmızı alanda kötü olduğunu, burada gereken tüm müdahalelerin yapıldığını, ancak Şirin’in hayatını kaybettiğini, kendilerinin bu süreçte bir ihmallerinin olmadığını ifade etti.

’EKG çekilmeliydi, ilk doktor müdahalesi çok geç yapıldı’’

Yaşanan ölümler ilgili 25 Aralık Devlet Hastanesi’nde çalışan 3 uzmandan bilirkişi raporu istendi.

Bilirkişi raporlarında, hastanın şikayetinin ardından doktora ulaşmakta sistemsel sıkıntılar yaşadığı, hastanın geliş sebebi doğrultusunda EKG çekilmesi gerekirken çekilmediği, hastaya ilk temasın geciktiği belirtidi.

Raporlarda, Şirin’in eşinin birkaç odaya girmesine karşında hangi doktorların yanına gittiğinin ve ne söylediğinin belirlenemediği, Şirin’in eşinin ‘’acil olduğunu doktorlara söyledim’’ beyanına karşın, doktorların hastaya ilişkinin bilgilerinin olmadığını söylediğini, bu konuda Şirin’in eşinin dışında bir beyan olmadığı belirtilerek, doktorlara kanıtlarla kusurlu denilemeyeceği ifade edildi.

Raporlarda, buna karşın, hastaya ilk doktor müdahalesinin ani kötüleşmesi sonrasında yapılmasının sorun olduğu vurgulandı.

Şirin’e nöbet ön tanısı ile diazem yapıldığı, hastanın bu alandan sarı alandan kırmızı alana götürülürken saturasyon takibinin yapılmaması sebebiyle eksiklikler ve kusur bulduğu aktarılan raporlarda, Şirin’in kırmızı alana götürüldüğünde durumunun kötü olduğu ve epikriz dosyası göz önüne alındığında burada müdahalelerin kurallara göre uygulandığı tespiti yer aldı.

Ön incelemede eksiklere rağmen soruşturma izni verilmemesi talep edildi

Ölümle ilgili önce incelemeyi yapan 25 Aralık Hastanesi Başhekim Yardımcısı Op. Dr. Mümtaz Çetin, hastanın şikayetlerine karşın triajdan sarı alana yönlendirilmesinde, hastanın sıra beklerken kötüleşmesinin ardından sedyeye alınarak sarı alana götürülmesinde ve kırmızı alana götürüldüğünde yapılan işlemlerde uygunsuzluk olmadığını söyledi.

Çetin, Şirin’in kötüleşmesinin ardından götürüldüğü sarı alanda hastaya monitörizasyon uygulanmamasında ve EKG çekilmemesinde eksiklik olduğunu söylediği ve burada görevli doktorda kusur buldu.

Çetin, bir hemşire ve 5 doktor hakkında soruşturma izni verilmemesi gerektiğini dile getirirken, sadece sarı alanda görevli doktor hakkında izin verilmesi gerektiğini söyledi.

Kurul, talebe karşın soruşturma izni verdi

İfadeleri, bilirkişi raporlarını ve ön incelemeyi değerlendiren Sağlık Bakanlığı Mesleki Sorumluluk Kurulu, hemşire ve doktorların Şirin’e yönelik yaptığı muayene, teşhis ve tedaviye ilişkin tıbbi işlemlerin ve uygulamaların daha ileri bir seviyede araştırılması gerektiğini gerekçesiyle 6 doktor ve bir hemşire hakkında soruşturma izni verilmesini uygun gördü.

                                https://www.dailymotion.com/video/x9a9ujm

T24

Evrensel "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -10 Aralık 2024-

Esad rejimi sonrası Suriye ve Ortadoğu’yu ne bekliyor?-Yusuf Karadaş-

Herhalde 2011’de Suriye’ye müdahalenin öncülüğüne soyunan bölgesel güçler ve emperyalistler bile Esad iktidarının birkaç gün içinde böyle hızlıca çözülüp çökmesini beklemiyordu. Suriye’ye müdahalenin öncülüğüne soyunan Erdoğan iktidarı, son iki yıldır Esad ile görüşme ve Suriye ile ‘normalleşme’ yönünde birçok girişimde bulunmuştu. Erdoğan iktidarı ile Suriye’ye müdahalenin başını çeken körfezdeki Arap rejimleri de geçen yıl, 12 yıl aradan sonra Suriye’yi yeniden Arap Birliği’ne kabul etmişlerdi. ABD, İsrail ve Rusya, Ukrayna savaşından hemen önce Suriye’de İran etkisinin sınırlanması karşılığında bir siyasi çözüm konusunda pazarlıklar yapıyorlardı.

Ancak görünüşte Esad rejiminin meşruluğunun artık tartışma konusu olmaktan çıktığı bu dönem aynı zamanda arka planda çöküşünü de hazırlayan gelişmelere sahne oldu.

Ukrayna savaşında karşısında NATO’yu bulan Rusya, 2015’te Suriye’ye yaptığı askeri yığınağın önemli bir kısmını geri çekmek zorunda kaldı.

Gazze’ye yönelik saldırı ve işgalinin hiçbir ciddi engelle karşılaşmamasından güç alan İsrail, saldırganlığını Lübnan ve Hizbullah’tan başlayarak bölgeyi yeniden dizayn etmeye yönlendirdi. Erdoğan iktidarı lafta sert eleştiri yapsa da arka planda İsrail’le ticareti sürdürdü. Körfezdeki Arap rejimlerinin tutumu ise İsrail’i açıktan destekleyemedikleri koşullarda S. Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın deyimiyle “ilgisizlik” oldu.

Bu dönemde İsrail’in, 2013’te Esad rejimini yıkılmaktan kurtaran Hizbullah başta ‘direniş ekseni’ içindeki güçlere vurduğu ağır darbeler aynı zamanda bu rejimin yıkılmasının da başlangıcı oldu.

Burada İran’ın pozisyonu için şöyle bir hatırlatma yapmak açıklayıcı olacaktır: ABD, Trump’ın başkanlığı döneminde 2020 başlarında İran’ın bölge politikasındaki en etkili ismi Kasım Süleymani’yi Bağdat’ta suikast düzenleyerek öldürmüş ancak İran bu saldırıya etkili bir yanıt verememişti. Bunu Trump’ın İsrail’in Filistin’deki işgallerini meşrulaştıran ‘Yüzyılın Anlaşması’nı açıklaması ve İsrail ile körfezdeki Arap rejimleri arasındaki iş birliği anlaşmaları (İbrahim Anlaşmaları) takip etmişti. Dolayısıyla İran’ın ABD-İsrail saldırganlığına karşı koyma kapasitesinin 2020’de test edildiğini ve İsrail’in son saldırılarının da buradan güç aldığını söyleyebiliriz.

Bölgedeki bu gelişmelere Suriye’de 13 yıllık savaşın yarattığı yıkımı eklemek gerekiyor ki bu yıkım bir yanda halkta ekonomik çöküşe ve öte yanda da iktidar çevresindeki mafyalaşma ve çürümeye yol açtı.

Daha önce Ukrayna-İngiliz istihbaratı tarafından eğitildiği haberlerinin geldiği El Kaide’nin devamcısı HTŞ’nin de bu sürece iyi hazırlanması ve bu temelde HTŞ Lideri Colani’nin “ılımlı” mesajları, uluslararası bir mutabakat üzerinden Suriye rejimini çöküşe götüren sürecin son hamlesi oldu.

Şimdi herkes Esad sonrası Suriye ve Ortadoğu’yu neyin beklendiği sorusunun yanıtını arıyor. Dahası ABD emperyalizmi ve İsrail, Türkiye, körfezdeki Arap rejimleri gibi bölge gericilikleri bu süreci bölgedeki egemenlik/paylaşım mücadelesinde kendi pozisyonlarını güçlendirmenin dayanağı haline getirmeye çalışıyorlar.

Birinci olarak; Sovyetler Birliği ve ‘Doğu Bloku’ rejimlerinin yıkılmasından bu yana ABD’nin enerji kaynakları ve ticaret yolları bakımından önemli bir merkez ve kavşak durumunda olan Ortadoğu’yu kendi çıkarları temelinde dizayn etmeye yönelik hamleler gerçekleştirdiğini biliyoruz. Bu hamlelerin en bilinenleri ‘Büyük/Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’ kapsamında 2003’te Irak’ta ve 2011’de Libya’da gerçekleştirilen müdahaleler oldu.

Ancak Irak’ın Ortadoğu’daki emperyalist yeniden dizayn politikasının merkezi yapılması planı tutmadı ve o günden bugüne ABD’nin Irak’ta kurduğu “düzen” sürekli yeni gerilim ve çatışmalar üretiyor. 2014’te IŞİD’in Musul’u ele geçirmesi de bu gerilim ve çatışmaların bir sonucu olarak gerçekleşmişti.

Libya, 2011’den beri egemenlik mücadelesine taraf güçler arasındaki çatışmalar nedeniyle büyük bir yıkım yaşıyor ve geleceğine dair belirsizlikler devam ediyor.

Dolayısıyla Suriye’de Esad rejiminin düşmesi, kısa vadede ABD ve İsrail’in bölgesel çıkarlarına hizmet ediyor ve HTŞ’nin de harekete geçmesi/geçirilmesi Netanyahu’nun dediği gibi “İsrail’in İran ve Hizbullah’a vurduğu darbelerin doğrudan bir sonucu” olarak karşımıza çıkıyor.

Fakat bu durum, Irak ve Libya’da gördüğümüze benzer bir senaryonun Suriye’de de gerçekleşmesine ve uzun vadede bu güçlerin yeni sorunlarla karşılaşmasına engel teşkil etmiyor.

Her ne kadar şirin gösterilmeye çalışılırsa çalışılsın Colani’nin IŞİD-El Kaide geleneği içinde yetişmiş bir Selefist olduğu da akıldan çıkarılmamalıdır. Bu nedenle Colani’nin merkezinde olacağı bir yönetim ile Kürtler ve Aleviler arasındaki gerilimin devam etmesi ve Suriye’nin de Irak ve Libya gibi bir duruma sürüklenmesi sürpriz olmayacaktır.

Aynı şekilde Esad rejiminin düşmesi, bugün için Suriye’deki üslerinin (Tartus ve Lazkiye-Hmeymim üsleri) geleceği belirsizliğini korusa da Rusya’nın ve bölgesel müttefiki İran’ın pozisyonlarına ciddi bir darbe vurdu.

Kuşkusuz Esad rejimini çöküşe götüren sürecin en önemli aktörlerinden biri de 2011’den bu yana Suriye’deki müdahale politikası temelinde cihatçı gruplarla ilişki ve iş birliğini sürdüren Erdoğan iktidarı oldu.

Erdoğan iktidarı, İdlib başta cihatçı gruplarla iş birliğini ve Türk askerinin HTŞ’ye kalkan yapılmasını Suriye ve bölgenin yeniden paylaşımı mücadelesinde masada kalabilmenin, başka bir deyişle yayılmacı emellerinin en temel araçlarından biri olarak sürdürdü. Bununla birlikte sınırların ötesinde Kürtlere yönelik “güvenlik” gerekçesiyle yapılan operasyonları da iç politikanın devamı biçiminde bir baskı rejimi kurmanın en temel dayanaklarından biri olarak kullandı.

Esad rejiminin çökmesi, sahada Erdoğan iktidarına bazı fırsatlar yaratmış gibi görünüyor. SMO’nun Tel Rıfat’tan sonra Kürtler için önemli bir kavşak işlevi gören Minbic’e yönelik saldırıları, sürecin bu yönüne işaret ediyor. Aynı şekilde Türk burjuvazisi ucuz iş gücü olarak mültecilere ihtiyaç duysa da yeni süreç iktidarın mülteciler konusunda üzerinde oluşan baskıyı hafifletmesi için fırsatlar sunuyor. Yine Suriye’nin yeniden inşası Türk müteahhitlerinin ağızlarını sulandırıyor ki Cumhurbaşkanı Başdanışmanı İlnur Çevik 2018’de “Şehitler veriyoruz ama Türk müteahhitleri pastadan daha fazla pay alacak” demişti.

Bu süreç, Türkiye egemenlerine fırsatlar sunduğu gibi ciddi riskler yaratma potansiyeli de taşıyor.

Devlet Bahçeli’nin Kürt sorununda ‘ön alma’ya yönelik siyasetin sözcülüğüne soyunmasının arkasında da Türkiye egemen sınıflarının bu gelişmelerden duydukları kaygı bulunuyor. Çünkü öncelikle İsrail’in merkezinde olduğu bölgesel dizayn politikası “bölgesel liderlik” iddiasındaki Türkiye’yi geri plana itiyor. İkinci olarak da Irak ve Suriye’de ABD-İsrail merkezli yeniden dizayn politikasında Kürtlerin önemli bir rol üstlenmesi, Erdoğan iktidarının hem bölgedeki hareket alanını sınırlama ve hem de içerideki Kürt sorunundaki politikasını sürdürülemez hale getirme riskini yaratıyor.

ABD’nin 2003 Irak müdahalesi, Türkiye’yi daha önce ‘kırmızı çizgi’ olarak ilan ettiği Irak Kürdistan Bölgesi’ndeki federe yönetimi kabule zorlamıştı.

2011’deki Suriye müdahalesi, hesapta olmayan bir şeklide Rojava’daki özerk yönetimi ortaya çıkardı. Bugün Esad rejiminin çökmesinin Rojava’daki özerkliği resmi bir statüye kavuşturma ihtimali Türkiye’deki iktidarın uykularını kaçırıyor.

“Ilımlı” olarak gösterilmelerine rağmen Colani ve cihatçıların Suriye’yi yönetebilme kapasitesi ve yine bu güçler ile Suriye’nin yüzde 40’ını ve hayati önemdeki petrol-enerji kaynaklarını ellerinde tutan Kürtler arasındaki ilişkilerin nasıl bir seyir izleyeceği (Kürtlerin Suriye’nin geleceğindeki siyasal pozisyonunun ne olacağı) önümüzdeki dönemin önemli tartışma konuları olmayı sürdürecektir.

Sonuç olarak; Esad rejiminin yıkılması, ABD emperyalizminin başını çektiği güçlerin bölgeyi yeniden dizayn etme politikasının bir parçası ve bu politika bağlamında daha önce atılmış adımların dolaysız bir sonucu olarak öne çıkıyor. Emperyalistler yüzyılı aşkın bir süredir bölgeyi etnik ve mezhepsel gerilimler üzerinden dizayn etmeye yönelik bir politika izliyor ve devletleri de bu fay hattının üzerine kurarak kendilerine bağımlı kılıyor. Esad rejiminin düşmesi, bize Suriye ya da bölgenin başka ülkelerinde halkların kendilerine bir kader gibi dayatılan bu kısır döngüden kurtulmalarının ancak emperyalistlere ve HTŞ gibi yerel iş birlikçilerine karşı demokratik-seküler bir gelecek kurmak için birleşik bir mücadeleye yönelmeleriyle mümkün olduğunu bir kez daha gösterdi.

                                                           /././

Bölge ülkeleri İsrail'in Suriye'deki işgalini kınadı, Türkiye ise sessiz

İran, Kuveyt, Katar, Suudi Arabistan ve Irak, İsrail'in Suriye'nin altyapısını hedef alan saldırılarını ve Golan bölgesini işgalini kınadı. Türkiye ise İsrail'in saldırılarına dair henüz bir açıklama yayımlamadı. İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü İsmail Bekayi, yaptığı yazılı açıklamada, İsrail'in Suriye'nin altyapısına yönelik saldırılarını ve Golan bölgesindeki işgalini kınayarak, uluslararası toplumu İsrail'i durdurmak için etkili önlemler almaya çağırdı. Bu saldırıların Birleşmiş Milletler (BM) Şartı'nın açık bir ihlali olduğunu belirten Bekayi, BM Güvenlik Konseyi'nin bu saldırı ve işgallerin durdurulması için harekete geçmesi gerektiğini ifade etti.(https://www.evrensel.net/haber/536391)

                                                          ***

Ortadoğu yeniden dizayn edilirken...-Mustafa Yalçıner-

Sonunda Esad neredeyse yıldırım hızıyla gitti. Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) ve Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ve peşlerine takılan irili ufaklı şeriatçı çete Halep’i ve ardından Hama ile Humus’u silahın çok az kullanıldığı son derece kısa sürede ele geçirip yarım güne kalmadı Şam’a girdi.

Bu aşırı hızın gösterdikleri şunlar:

1-) Esad ve arkasındaki güçlerin, en azından birkaç yıldır ve ABD ile Avrupalı emperyalistlerin açık olarak desteklemekle kalmayıp Ortadoğu’ya yönelik hesaplarının koçbaşı olarak kullandıkları İsrail’in Gazze’den başlayan saldırıları genelleştikten bu yana kendilerine yönelik “restleri” yanıtlayamayacak kadar zayıfladığı görülüyor. Ukrayna, Rusya açısından tam bir batak oldu, kolunu kanadını tamamen kıramasa bile, bu ülke Amerikan emperyalizmi ve peşine taktıkları karşısında yeni bir cephe açmayı ya da var olan cepheyi genişletmeyi göze alamadı. İran, doğu Akdeniz ve Basra Körfezi’nin girişine yığılan 6. ve 5. filonun savaş makinesi ve İsrail’in oluşturduğu tehdidi göğüslemeyi hiç düşünmedi. İsrail, ABD yönlendirmesi ve desteğiyle zaten Suriye’deki İran destek güçlerinin mevzilerini bombalayarak ve Lübnan’da başta Nasrallah olmak üzere Hizbullah komutanları ve önemli tesislerini devre dışı bırakarak bu ülkeyi istese de yanıt veremez duruma sıkıştırmıştı. Son bir çaba olarak Irak’taki Haşdi Şabi güçlerini devreye sokmaya çalıştı, ama öncelikle Irak’a yönelik ABD tehdidi dolayısıyla, bu da olamadı.

2-) İsrail’in ilerleyişiyle oluşan tablo ve önemli tesislerini bombalamasının yanı sıra, Rusya ve İran’ın en azından yeterli destek ver(e)meyişi ve cephane ve lojistiğinin sınırlanışının ordunun kapasite ve moralini güçlü bir direniş gösteremeyecek düzeye gerilettiğini işaret ediyor.

3-) Yine de İslamcı çetelerin ilerleyiş hızı ve Esad güçlerinin hemen hiç direniş göstermemesi, Esad’dan çok arkasındaki güçlerin başta ABD olmak üzere rakipleriyle açık ya da örtük bir anlaşma içinde olduklarını düşündürüyor. Şimdilik HTŞ ve beraberindeki cihatçı güçlerin Esad’ın başbakanından kurumların devir teslimini almaları ama devlet kurumlarını yakıp yıkmamaları ve eski rejimin diplomatlarının görevlerini korumalarının yanı sıra Lazkiye ve Tartus gibi Alevi-yoğun bölgelerle Rus askeri üsleri ve kuzeydeki Kürt bölgelerine saldırmamaları, rakipler arasında hiç değilse örtük bir anlaşmanın varlığının kanıtı gibi görünüyor.

4-) Bir yandan Suriye rejiminin “kuyusunu kazan” Türkiye ve egemenlerini irkilten bir göstergeyse, “beka” denen şeyin ne denli kırılgan olduğudur. “Devletin bekası” fikri ve pratiği Suriye’de fazlasıyla çabuk iflas etmiştir. Yine de, Saddam Irak’ında devlet mekanizmasının tahrip edilerek yenilenmesine gidilmesinin neden olduğu kaostan çıkarılan dersle Suriye’de devlet yapılanması korunup yalnızca rejim ve BAAS, ordu ve Muhabarat gibi başlıca dayanaklarının elden geçirileceğinin görülmesi devletle rejim ve hükümetlerin bekalarının farklı şeyler olduğunu belirtiyor. Yani, Cumhur’un gidişi her durumda beka sorunu olmayacaktır.

5-) Açıktır ki, ABD ve yönlendirdiği İsrail, Türkiye ve Suudiler eliyle Ortadoğu’nun yeniden dizaynında ileri bir noktaya varmıştır.

6-) Sadece Suriye değil Ortadoğu da artık eski Ortadoğu değildir. Rusya hiç değilse bir süre Suriye’deki hava ve deniz üslerini koruyabilecek olsa bile, bölgede eskisi kadar söz sahibi olamayacak, Esad’ı ortada bırakmasının Afrika’da arkalarında durduğu 4-5 ülkedeki darbecileri desteklerini gözden geçirmeye yöneltecektir. Hızla yeni duruma uyum sağlayacağını açıklayan İran’ın kısmen Lübnan’ın ardından kalıcı olarak darbe yediği Suriye’den sonra “Şii Hilali”nden geriye pek bir şey kalmayacaktır. Irak ve Yemen’deki yayılmacılığının sonunun başlangıcında olduğu tartışmasızdır. Herhalde nükleer enerji/silah sorununda özellikle ABD’yle “anlaşmak”tan başka çare bulamayacaktır.

7-) Fidan dün sabah Suriye’de “dini ve etnik barış” önerdi ancak IŞİD ve PKK’ye olanak tanımamaya vurgu yaptı. Alevi-Sünni “barışı” gözetilecek olsa bile Rojava ve Kürt sorunu ABD ile Türkiye arasında ayrılık konusudur. Trump Kürtleri satarak Türkiye ile anlaşır mı ve emperyalist Batı’nın silahlandırıp “ılımlılaştığı”nda fikir birliği yaptığı HTŞ kendinden bekleneni verebilecek mi kısa sürede görülecektir.

                                                          /././

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -22 Haziran 2025-

  Fatih Altaylı’nın tartışılan videosundaki 1,5 dakika ayrıntısı -Eray Özer- Aldığımız bir bilgiye göre Altaylı’nın pazartesi günü hakim kar...