soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -12 Aralık 2024-

Suriye Dosyası(III):Yenilgide Esad’ın günahı neydi?-Yiğit Günay-

Bugün Suriye, İsrail ve cihatçıların elinde esir. Buna sevinip bize “Esedçi” diyenler, bu yazıyı iyi okumalı. Esad’ın günahı çoktu, ama sizin sayıkladıklarınız değildi.

Sanıyorum 2013 yılıydı.

Suriye’ye yönelik müdahale, iki yıla yaklaşıyordu. İhvancı ve selefi çeteler ülkenin her yanında terör estiriyor, batı ve Türkiye medyası bunları “özgürlük savaşçıları”, “Suriye’nin devrimcileri” diye pazarlıyordu.

Akıl almaz yalanlar söyleniyordu. Suriye’deki ilk silahlı eylemlerden biri Nisan 2011’de Banyas’ta yaşandı. Çeteler, 19 askeri pusuya düşürüp öldürdü. Olay günlerce “Suriye ordusu kenti kuşattı, katliam yaptı” diye anlatıldı, gerçek sonradan ortaya çıktı. Öldürüyor, suçu da devlete atıyorlardı.

Biz, gerçeği açığa çıkarma mücadelesi veriyorduk. Epey yalnızdık, yalanla baş etmek kolay değildi. O dönem, soL’daki arkadaşlara, Suriye devletinin resmi haber ajansı Sana’nın internet sitesini kastederek, “Neredeyse iki yıl olacak, senin en önemli görevlerinden biri propaganda savaşına karşı gelmek, bu sitenin hali ne, nasıl kazanılacak bu savaş” demiştim.

Sitenin yalnızca tasarımı berbat değildi, içerik de teyakkuz halinde yürütülen mücadeleye yakışmıyordu. 

27 Kasım’daki saldırı başladıktan sonra soL’daki ekip arkadaşlarımıza hatırlattım, zamanında böyle dediğimi, değil iki, on iki yılda bile haber ajansının düzeltilemediğini…

13 yıl sonra ne değişti? 9 Aralık günü, Sana’nın logosu değişti. İki yıldızlı Suriye bayrağı, muhaliflerin kullandığı üç yıldızla ikame edildi.

Sana'nın yeni logosu.

Evet, bir savaş, haber yazarak kazanılmaz. Ama halkı ayağa kaldıracak, bir davaya inandıracak, ortak bir hedefte buluşturacak, direncini her alanda yükseltecek bir hamle, topyekün olur.

Esad’ın 10 günde nasıl devrildiği sorusuna yanıt aradığımız ilk yazıda, “müttefiklerin” nasıl Suriye halkını ortada bıraktığını anlatmıştık.

Doğruydu, ama eksikti. Bir de buralara, Esad yönetiminin, Suriye’deki düzenin kendisine bakmak gerekir.

Sahi, kankalar niye kankaydı?

Türkiye’de bu günlerde Suriye denildiğinde herkes 2011 sonrasını hatırlıyor. 2011 öncesi, en fazla “Erdoğan eskiden Esad’la kankaydı, ailecek tatile çıkarlardı” laflarına meze ediliyor. Ama o yakınlaşmanın mantığı neydi, Suriye açısından ne anlam ifade ediyordu, pek üzerinde durulmuyor.

2009, AKP Türkiyesi’nin Ortadoğu sahnesine tam boy giriş yılıydı. Ocak ayında Erdoğan, Davos Zirvesi’ndeki “van minüt” temsiliyle spot ışıklarını üzerine çekti.

16 Eylül 2009’da Türkiye’yle Suriye arasında “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi” anlaşması yapıldı.

Türkiye açısından bu yakınlaşmanın mantığı neydi? AKP, 2003’te Amerikan treninde bir vagonu kendisine kapatma fırsatını, Türkiye halkının direnci yüzünden Irak işgaline ortak olmayı beceremeyince kaçırmıştı. İlk yazıda ayrıntısıyla açıkladığımız üzere, 2006-2007 yıllarında ABD, İsrail ve Suudi Arabistan Irak’ta savaştıkları El Kaide dahil Sünni grupları yanlarına çekip, esas düşman olarak Şii eksenini benimsediğinde, AKP’ye yeni bir fırsat çıktı.

2007’de başlayan “yeni yönelim”deki iş bölümünde ABD Başkanı Bush’a, bölgedeki Sünni aktörleri hizaya çekme görevi düşüyordu. Türkiye’yle uzun mesai yürütüldü. AKP-Fethullah eliyle yapılan operasyonlar da mesainin parçasıydı. Türkiye’nin, bölgeye örnek gösterilecek bir ABD yanlısı ılımlı İslam ülkesine dönüştürülmesi isteniyordu.

Zira ABD, 11 Eylül saldırılarından itibaren tutturduğu “teröre karşı savaş” nakaratıyla Sünni nüfusu büyük oranda yabancılaştırmıştı. Şimdi onları kazanıp, Şiilere yüklenme zamanıydı. Davos’ta “İsrail’e kafa tutan” Erdoğan imajı, bu ihtiyaca karşılık verecek lider imajını yarattı.

Türkiye’ye düşen, ABD’yle gerilimli komşularını batı emperyalizmine yakınlaştırmaktı. Dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “komşularla sıfır sorun” diye tarif ettiği, esas olarak bu rolün ifadesiydi. Rusya’yla iyi ilişkilere sahip komşu Ermenistan’la yakınlaşma arayışları, bu politikanın ürünüydü. İkinci büyük deneme Suriye’yle, Beşar Esad’la yapıldı—ve çok başarılı sonuçlar alındı.

‘Ben doğuya, sen batıya’

2009’daki “stratejik işbirliği” anlaşmasına dönelim. İşbirliği, Türkiye ve Suriye’yle sınırlı değildi, hâlâ ABD işgali altındaki Irak da kurgunun parçasıydı. Türkiye, 2008’de de Irak’la stratejik işbirliği anlaşması imzalamıştı. 2009’dan sonra üç ülke arasında icracı bakanlıklar ortak toplantılar yapmaya başladı. Enerji politikalarından ticarete kadar geniş bir stratejik düzlemde Suriye’nin bölge politikasındaki rolü değiştirilmeye çalışılıyordu.

Çünkü “yeni yönelim” sonrası ABD’de Obama iktidara gelmiş, Irak’tan çekileceğini açıklamıştı. Irak’taki ve Suriye’deki İran ağırlığını dengeleme işinde Türkiye, biçilmiş kaftandı. Daha güneyde aynı rol, Mısır’dan bekleniyordu.

Türkiye sermayesinin kafası, Suriye’yle yakınlaşma arayışının ne anlama geldiği konusunda çok netti. Veysel Ayhan, ORSAM’ın dergisinde yaklaşımı şöyle özetliyordu:

“Her iki ülke arasında işbirliği alanlarının başında ekonomi, enerji ve su kaynaklarının yönetimi gelmekle birlikte dış politikada da Irak sorunundan kaynaklanan ortak güvenlik sorunlarıyla birlikte mücadele etme, Lübnan sorununun barışçıl yöntemlerle sonlandırılmasında işbirliği yapma, Suriye’nin İran ekseninden Arap eksenine katılımını sağlama ile Suriye’nin AB ve ABD ile ilişkilerini restore etme gelmektedir. İki ülke arasındaki ilişkilerin önemine değinen Dışişleri Bakanı Davutoğlu’na göre ‘Türkiye Suriye’nin Avrupa’ya açılan kapısı iken Suriye de Türkiye’nin Arap dünyasına açılan kapısıdır’.”

Türkiye Suriye’ye batının, Suriye de Türkiye’ye Ortadoğu’nun kapılarını açacaktı, plan buydu. Ve Erdoğan o kapıdan doğuya doğru adım atmayı ne kadar istiyorduysa, Esad da aynı kapıdan batıya adım atmayı o kadar istiyordu.

Bu adımın, Suriye için bir bedeli vardı: liberalizasyon. Türkiye-Suriye ticareti, Türkiye lehine ışık hızıyla yükseliyordu. Suriye, devlet ekonomisiyle piyasacılık arasında salınan bir ülkeydi. Türkiye’yle ve onun vesilesiyle batıyla yakınlaşmak, Suriye’de sermayedarlara daha fazla alan açmak, Baas’ın tabanını oluşturan emekçi sınıflar aleyhine bir durumu göze almak demekti. Esad, bu bedeli ödemeye hazırdı.

Türkiye sermayesi, özellikle MÜSİAD, Suriye’deki en örgütlü muhalif çevre olan Müslüman Kardeşler’le tarihsel bağlara sahipti. Artan ticaretin, İhvancı tüccarları güçlendireceği açıktı.

Ama Türkiye’nin Suriye’ye girişi piyasacılığı güçlendirmekten ibaret değildi. Erdoğan, Esad’a “batı tipi demokrasiye” geçmesini de sürekli tavsiye ediyordu. O dönem soL ortaya çıkarmıştı, Türkiye, Esad’a, “Bizim modelimizi uygulayın, yüzde 10 barajı getirin, bir tek Müslüman Kardeşler barajı geçer, iki partili modelle iktidarı sürdürürsünüz” önerisinde bulunmuştu.

Esad’a karşı tepkinin zemini

İşte Suriye, 2011’deki protesto dalgasına bu şartlarda girdi. Liberal politikalara yöneliş, ülkedeki emekçiler için birçok zorluk getirmişti. İlk eylemler, haklı talepleri dile getiren kitle hareketlenmeleriydi. 

7 Nisan 2011’de, yani protestolar başlamışken ama Banyas’taki silahlı pusunun düzenlenmesine henüz üç gün varken soL, o sırada Esad hükümetinin parçası olan Suriye Komünist Partisi-Bektaş’tan Hani Cibara’yla bir mülakat yapmıştı. Cibara, protestoların zeminini şöyle ortaya koyuyordu:

“Eylemler ekonomik durumları iyi olan şehirlere pek sıçramadı. Eylemlerin yayıldığı Dera, Banyas, Lazkiye gibi şehirlerin her birinin kendine has bir sosyoekonomik yapısı var ve buralarda dile getirilen talepler de bu ihtiyaçlar doğrultusunda oldu. Tarım bölgesi olan Dera’da mazot fiyatlarının düşürülmesi baş talep oldu. Banyas bir sahil kenti, uzun yıllar boyunca bu kente yatırım yapılmadı, burası ihmal edildi ve şimdi kentte büyük bir işsizlik sorunu var. Burada kötü yaşam koşullarına karşı eylemler yapıldı.

Lazkiye kentinde ise etnik-toplumsal sorunlar üzerinden bir Sünni-Alevi çatışması yaratılmaya çalışıldı. Hemen eklemek gerekir ki, Lazkiye’deki eylemlerin bir etnik çatışmaya dönüşmesi noktasında dış etkenler önemli rol oynadı. Bu hususta ciddi bulgular var. Dördüncü şehir Humus’un ise durumu faklı. Şehrin valisi halk tarafından istenmiyor. Kenti bir diktatör edasıyla yöneten bu vali, aynı zamanda bulaştığı yolsuzluklarla tanınıyor. Humus’ta yapılan eylemlerde en çok atılan slogan ‘Halk Vali’yi istemiyor’ idi.

Halep, Tartos, Süveyde, Haseki gibi diğer büyük kentlerde eylemler yapılmadı. Bunun birincil sebebi, bu kentlerde yaşam şartlarının daha iyi olması. Şam’da ise bazı kenar mahallerinde dağınık eylemler yapıldı ve bunlar pek kitlesel değildi.”

Cibara, protestolara iktidarın tepkisinin çelişkisini ortaya koyuyordu. Kimi kentlerde devlet, kitleleri doğrudan şiddet kullanarak bastırmaya çalışmıştı ve bu büyük hataydı. Maaşlara yüzde 25 zam yapıldı, doğru yönde bir adımdı, yetmedi. Ama yeterli değildi. Cibara, kendi pozisyonlarını anlatırken, aslında protestoların zeminini de açıkça ortaya koyuyordu:

“Bizim isteklerimizin başında, bazı liberal ekonomik kanunların gözden geçirilmesi talebi geliyor. Bunlardan ilki parasız sağlık sigortası hakkı. Eskiden Suriye’de sağlık hizmetleri parasızdı, fakat artık sağlık parayla. İkincisi, mazot fiyatlarının düşürülmesi. Çiftçilerimiz yüksek mazot fiyatlarından çok etkileniyorlar. Üçüncüsü, elektrik kurumunun özelleştirilmemesi. Dördüncüsü, sermayeye devredilen cep telefonu şirketlerinin yeniden kamulaştırılması. Beşincisi ise kaynağı belli olmayan yabancı sermayenin ülkeye girişinin engellenmesi.”

Piyasacılıkla İsrail aynı paketin parçası

Gerçekten de Suriye’de ücret ve maaşların milli gelir içerisindeki payı 2000’lerin başlarından beri düşüyordu. 2005’te, yani Onuncu Beş Yıllık Plan’ın ilan edildiği yılda bu oran yüzde 32 iken, 2007’de yüzde 30’a inmiş, reel ücretlerin artış hızı 2005’teki yüzde 9,2’lik düzeyinden 2007’de yüzde 3,2’ye gerilemişti.

2007’de kaleme alınan bir değerlendirme, gidişatı çarpıcı biçimde resmediyordu: “Ülke, en son yerli ve yabancı yatırım dalgasıyla çalkalanıyor. Önderlik [Baas], bu açıdan sıra dışı bir iş yaptı. Neredeyse Katar, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri veya Suudi Arabistan’dan gelen yeni yatırımların duyurulmadığı tek bir hafta bile geçmiyor… Göz ardı edilemeyecek üçüncü olgu da ülkenin yabancı yatırımcılar ve daha liberal bir ekonomiye doğru gitme eğiliminin artık geri döndürülemez olması.”

2008’de Wall Street Journal’da şöyle deniyordu: 

“Geçtiğimiz aylarda Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’la görüşen Amerikalı şirket temsilcileri, Esad’ın İsrail’le yapılacak daha geniş kapsamlı bir barış anlaşmasının bir parçası olarak ABD’ye uygulanan mali yaptırımları kaldırmak niyetinde olduğunu söyledi. Temsilciler, Suriye liderinin ülke ekonomisinin dünya ekonomisine daha doğrudan entegre edilmesini görmek istediğini de belirttiler.”

Yani Erdoğan, zaten yürümekte olan bir sürecin kolaylaştırıcısı rolündeydi, oyun kurucu değil. Türkiye her zamanki gibi kendini büyük göstermeye çabalıyor, caka satıyordu ama Esad zaten niyeti bozmuştu, masada İsrail’le yakınlaşma seçeneği bile açık açık konuşulur olmuştu.

Esad Erdoğan’ın elinden tutup batıya yakınlaşmaya çalışıyor, bunun için ülkeyi sermayeye açma bedelini ödemeyi göze alıyor ve bedeli ödüyordu. Baas partisinin kitlelerle kaybettiği bağı, Erdoğan’ın diğer elinden tutan Müslüman Kardeşler’in kurması, bu bedeli, kanla sulanmış bir fatura olarak Esad’ın suratına çarpacaktı.

Ya sosyalizm, ya da…

2011’e giden sürece dair anlattıklarımız, Suriye için bir “özel dönem” değildi. Aslına bakılırsa Suriye’de 53 yıl süren Esad iktidarı, hep aynı salınımı yaşıyordu. Ülke piyasacılıkla sosyalizasyon, batıya yanaşmakla yurtseverlik arasında gidip geliyor, Esad yönetimi ne yardan ne serden vazgeçiyor, bu arada büyük felakete giden yolların taşları döşeniyordu.

Baas’ın tarihini uzun uzun anlatmayalım, dileyenler, soL ekibinin 2012’de kaleme aldığı ve “Arap Baharı” sürecine dair Türkiye’de yayımlanan ilk kapsamlı değerlendirmelerden biri olan “Arap Baharı Aldatmacası” kitabına göz atabilir.

Kabaca, Baas, Arap birliğini savunan, sosyalizm vurgusu yapan bir partiydi. 1967 Arap-İsrail Savaşı’nda ülke Golan Tepeleri’ni kaybedince partide sosyalist kanat güç yitirdi, Hafız Esad yükseldi. Hafız Esad sosyalist değil, “gerçekçi”ydi. Körfez şeyhlikleri, Ürdün ve Irak’la bir “Doğu Cephesi” oluşturulmasını istiyor, baş gösteren döviz kıtlığının özel sektörün güçlendirilmesiyle aşılabileceğini söylüyordu.

Bahsettiğimiz salınımın en açık kanıtı, Hafız Esad döneminde yaşandı. Esad ülkede sermayeye daha fazla alan açtıkça, Müslüman Kardeşler kitleselleşiyor, etkisini artırıyordu. 1976’dan itibaren Hama’da İhvancıların düzenlediği saldırılar, 1982’de Esad yönetimi tarafından kanla bastırıldı. Beşar Esad 2011’de, babasının yolundan giderek aynı hatayı tekrarlayacaktı.

Suriye, baba-oğul Esadların elinde kırk yıl boyunca salındı durdu. Piyasacı politikalara yöneliş burjuvaziyi güçlendirirken iktidarın kitle tabanını zayıflatıyor; iktidarın kitle tabanı zayıfladıkça burjuvazinin bazı kesimleriyle el ele veren islamcı muhalefet, rejimin meşruiyet kaynaklarına daha şiddetli bir şekilde saldırarak güç kazanıyordu.

Yani Baas iktidarının kırk yılı aşkın pratiği, sosyalizmle kapitalizmin bir arada yaşayamayacağını, eninde sonunda bunlardan bir tanesinin galebe çalmak durumunda olduğunu gösteriyordu.

Suriye'de köklü bir komünist hareket vardı. Fotoğraf, 1925'te Beyrut'ta Suriyeli ve Lübnanlı komünistlerin 1 Mayıs kutlamasından. Baas'la kurulan ittifak, zaman içinde komünist hareketi de etkisizleştirdi.

Örgütsüz, öncüsüz, ülküsüz direnişin sonu

2011’de başlayan protestolar hızla emperyalizmin kanlı müdahalesine dönüştüğünde, Suriye halkı büyük bir direnç ortaya koydu. Hemen tüm çevreler, dünyanın dört bir yanından silah, para ve cihatçı akıtılan ülkenin kısa zamanda düşeceğini öngörüyordu. Özellikle ilk birkaç yılda gösterilen kahramanca direniş, bu beklentiyi boşa çıkardı.

Suriye halkı direnç gösterdi, ama Baas partisi bu direnci uzun soluklu kılmayı başaracak durumda değildi. Direnişin temel motivasyonu yurtseverlikti, halk şeriatçılara karşı laikliğe sahip çıkıyordu, kafa kesenlere kafa tutuyordu. Ülke, emperyalist işgale direniyordu. Ama emperyalizm, kapitalizmdi, iktidar bunun karşısında bir model koyamıyor, halka direnmenin ötesinde bir heyecan verecek söz söyleyemiyordu. Baas kitlelerle bağını zayıflatmış, hem parti hem ülke liderliğinde yolsuzluk ve yozlaşma giderek yayılmıştı. 

Direnişe eşlik edecek devrimci bir enerji çıkamıyordu. Esad, bunu, dış güçlerin desteğiyle ikame edebileceği sanrısına kapıldı. Sırtını Rusya ve İran’a dayadı. 

Oysa kapitalizme karşı durmadan, antiemperyalist olunamıyordu. Yazı dizimizin bir sonraki bölümünde ele alacağımız üzere, Rusya’dan İran’a, hatta Çin’e uzanan bir “emperyalizm karşıtı cephe” hülyasının karşılığı bulunmuyordu. Sermayeye alan açtıkça ülke, dış müdahalelere de açık hale geliyordu. Suriye halkı, bu gerçeği çok acı bir şekilde öğrendi.

Evet, 13 yıl süren savaşın maliyeti, yarattığı yıkım, emperyalizmin yaptırımları, Suriye’nin yenilgisinde çok önemli rol oynadı. Ama 10 günde çöküşte görüldü ki, irade de kalmamıştı.

Bugün Suriye, İsrail ve cihatçıların eline esir düşmüş durumda. 2011’den itibaren emperyalist müdahaleye karşı durmamız, yalanlarla boğuşmamız, gerçeği anlatmaya çalışmamız, bundandı.

Bu sonucu öngörüp direnenlere “Esedçi” diyenlere kulak asmamalı. 2011 öncesinde Esad’la Erdoğan el eleyken biz bu yazıda anlattıklarımızı dile getiriyor, Esad yönetimini kıyasıya eleştiriyorduk. O yolun sonu, Suriye halkı için hayırlı olmayacaktı. Nitekim, olmadı.

Şimdi tüm bu yaşananlardan, Türkiye için ders çıkarma zamanı.

BİR SONRAKİ YAZIDA:

  • Suriye'nin sırtını dayadığı "cephe" neydi?
  • Rusya-İran-Suriye arasında nasıl bir ittifak vardı?
  • Üç "müttefik", nasıl birbirlerini suçlar noktaya geldi?
  • Emperyalizme karşı çıkmanın yolu ne?
                                                                               /././
Aylan bebeğin intikamı -Fatih Yaşlı-
"Aylan bebeği öldürenin sermaye düzeni ve onun uluslararası işleyiş mekanizmaları olduğunu biliyorsak onun intikamını cihatçı katil sürülerinin alamayacağını da biliyoruz demektir."

Yıl 2015… Suriye’ye yönelik uluslararası yıkım siyaseti zirveye varmış, milyonlar mülteci olarak yollara düşmüş, Ege’de, Akdeniz’de tekneler batıyor, savaştan kaçmayı başaranlar denizde boğularak ölüyor. 

Onlardan biri Aylan Kurdi isimli 3 yaşında bir çocuk. Muğla’dan Yunanistan’ın Kos adasına geçmeye çalışan 16 kişinin içine bulunduğu bir lastik botun batması sonucunda kısacık ömrü son buluyor ve minik bedeni sahile vuruyor. 

Yıl 2024… Suriye düşmüş, Şam fethedilmiş, Emevi Camii’nde namaz kılınmış, cihatçılar ve yerli uzantılarının sevinci büyük. Sosyal medya hesaplarından birinde Aylan bebeğin ölü bedenini yapay zekayla diriltiyorlar ve üstüne “Kalk aslanım Kalk. Abilerin öcünü aldı” yazıyorlar. 

Siyasal İslam bitimsiz bir riyakarlık biçimidir, arsızlığına, iki yüzlülüğüne ve yalanlarına kimse yetişemez; o yüzden İslamcılar ölümünden doğrudan sorumlu oldukları Aylan bebeğe de sahip çıkabilirler, abisi olup onun intikamını da alabilirler. Oysa bu riyakarlık ve yalan saltanatına karşı hakikat kayıtsız şartsız bir şekilde savunulmalı, Aylan’ın ve onun gibi milyonların evinden barkından olmasının, yollara düşmesinin, ölmesinin, yitip gitmesinin hikayesi dürüstçe, açıkça anlatılmalı, koca bir ülkenin yakılıp yıkılmasının tarihi nesilden nesle anlatılmalıdır. 

***

Tunus’ta bir seyyar satıcının kendisini yakmasıyla başlayan ve kısa sürede bütün bir Arap coğrafyasına yayılarak “Arap Baharı” adını alan halk isyanları kuşkusuz hem haklı hem meşruydu. Ancak bu isyanların bir öncüsü, bir programı, yaslandığı bir dünya görüşü yoktu. Dolayısıyla isyanlar kısa sürede bölgedeki en örgütlü güç olan İslamcılar tarafından, özellikle de Müslüman kardeşler tarafından çalındı, bölgede ardı ardına İhvan iktidarları kuruldu.  

AKP Türkiye’si tam da o esnada Osmanlı hayalleri görmeye başladı. Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” adlı uydurma tezlerine hilafet hayalleri eklendi. ABD’de Obama-Hillary Clinton ikilisi iş başındaydı, İslamcılara taşeron rolünü verdiler, Angelina Jolie imaj çalışması için Türkiye’ye geldi, daha Suriye’de ne olacağı dahi belli değilken Suriye sınırına mülteci kampları kurulmaya başlamıştı bile. 

Ancak kurulan kamplar sadece mülteciler için değildi; ABD’yle imzalanan eğit-donat programı kapsamında cihatçılar için de kamplar kuruldu sınır boyunca. Buralarda binlerce terörist yetiştirildi ve Suriye’nin üzerine salındı. ABD, İngiltere, Suudi Arabistan, Katar ve Yeni-Osmanlı… “Suriye’nin dostları” iş başındaydı, sürgünde hükümetler, bakanlar, başbakanlar, devreye sokuldu, Suriye’yi “özgürleştirme” operasyonuna yedi düvel dahil olmuştu. 

Şehirler arka arkaya düşse de ağır kayıplar verilse de yine de direndi Suriye halkı. Özgürleşme denilen şeyin cihatçıların kafa kesme özgürlüğü olduğunu anlamışlardı, “Hıristiyanlar Lübnan’a, Aleviler mezara” sloganını boşuna atmıyordu cihatçılar, hayallerini ve yapacaklarını anlatıyorlardı. İşte o noktada kendi jeopolitik çıkarları adına Rusya girdi devreye. Zaten Hizbullah ve İran da bir süredir sahadaydı. Direniş büyüdü, ordu toparlandı, Halep geri alındı ve cihatçılar İdlib’e doğru sürüldü. 

Cihatçıların Şam’ın fethi ve Emevi Camii’nde namaz kılma hayalleri suya düşmüştü ama bunun bedeli çok ağır olmuştu. Yakılıp yıkılan şehirler, çöken altyapı, ekonomik kriz, milyonların mülteci olarak yollara düşmesi, kritik şehirler merkezi yönetimin elinde kalsa da ülkenin fiilen üçe bölünmesi… 

Tüm bu zorluklara rağmen Suriye halkı cihatçıların kontrolünde olmayan kentlerde az da olsa nefes aldı, hayat kısmen de olsa normale döndü, ta ki 7 Ekim saldırısının ardından bölgedeki bütün dengeler değişine ve ABD-İsrail ikilisi yeni bir yıkım politikasını devreye sokana kadar. 

İsrail, ABD’yi ve bütün bir Batı’yı arkasına alıp Gazze’de soykırım yaparken, Filistin defterini ebediyen kapatacak bir planın da peşine düşmüştü. Bunun için önce Lübnan cephesi açıldı ve patlatılan çağrı cihazlarından Nasrallah’ın öldürülmesine uzanan bir ölçekte Hizbullah’a ağır kayıplar verdirildi. Ancak kara savaşında istenilen sonuç alınamadı, İsrail ordusu Lübnan sınırından içeriye karadan girip tutunamayacağını fark etti. Netanyahu’nun ABD’nin bastırmasıyla ateşkesi imzalamasının ardından Esad’a yönelik tehdidi ise Suriye’de yaşanacakların bir işaretiydi.

Suriye’de Hizbullah savaşçılarının İsrail’le savaşmak için ülkelerine dönmelerini fırsat bilen HTŞ, ABD, İngiltere ve İsrail’in desteği, yeni-Osmanlıcıların da onayıyla aylardır bir huruç harekatına hazırlanıyordu. Suriye yönetiminin, İran ve Rusya’nın ise gelmekte olanı görmekle birlikte buna karşı hiçbir şey yapamayacağı kısa sürede anlaşıldı, önce Halep ve ardından diğer şehirler kağıttan kuleler gibi yıkıldı. 

Bu ise sadece cihatçılara karşı alınmayan askeri tedbirlerle ilgili değildi tek başına; Sovyetler Birliği’nin ve sosyalizmin yokluğunda emperyalizmle kurulan ilişkinin mahiyetiyle ilgiliydi. Suriye, İran ve Rusya emperyalizmle özsel bir dertleri olmadığı, ona alternatif olabilecek ekonomik, politik ve toplumsal bir düzen inşa etmenin çok ama çok uzağında oldukları için Suriye sahasında yenildiler. Açıkça söyleyelim savaşın Suriye muharebesini emperyalizm ve Siyonizm kazandı. 

Emperyalizmin ve Siyonizm’in kazandığı her zafer, insanlığa karşı kazanılmış bir zaferdir. Şimdi Suriye topraklarında ABD-İngiltere-İsrail himayesinde yeni bir Afganistan kurulacak, yıllar önce Sovyetler’e karşı icat edilen cihatçılık Afganistan’dan sonra bir de Suriye’de devlet sahipliğine erişecek. Buradan dünyanın dört bir yanına cihatçılık ve cihatçı ihraç edilecek ve elbette ki bu ihracın en büyük pazarlarından biri ülkemiz olacak. Yanı başında Afganistan olan bir coğrafya kaçınılmaz olarak Pakistan’laşma riskiyle daha yoğun bir şekilde karşı karşıya kalacak.  

Siz bakmayın iktidar cenahındaki sevinçle muhalefet cenahındaki aymazlığa. Suriye’nin düşmesiyle birlikte Türkiye tarihinin en kırılgan dönemlerden birine, varoluşsal bir tehdit dönemine giriyor. Bunu herhangi bir devletçi/güvenlikçi paradigma üzerinden değil, halk olarak bu topraklarda yaşamaya devam etmeye yönelik irademiz bağlamında söylüyorum. Tehdit doğrudan bize, Türkiye halkına, bunu görmek ve buna göre politik bir hazırlık yapmak gerekiyor.

***

Bu tehdide karşı hazırlanmak emperyalizmin ne olduğunu bilmekten, nasıl çalıştığını anlamaktan geçer. Türkiye’nin sermaye sınıfıyla yönetici sınıfı bütünüyle emperyalizme bağımlı bir karakter taşıdığı için emperyalizme karşı mücadele Türkiye’nin sermaye düzenine yönelik mücadeleden ayrıştırılamaz. Bunu görmeyen bir anti-emperyalizmin ise en ufak bir sahiciliği yoktur. Aylan bebeği öldürenin sermaye düzeni ve onun uluslararası işleyiş mekanizmaları olduğunu biliyorsak onun intikamını cihatçı katil sürülerinin alamayacağını da biliyoruz demektir. Aylan Kurdi’nin intikamını almak, onu paranın saltanatının öldürdüğünü görmek ve o saltanata karşı mücadele etmek demektir. Bu ise bir gün kitleler halinde sınır kapılarından kaçmaya çalışan mültecilere dönüşmeme, bu topraklarda eşit ve özgür bir şekilde yaşayabilme iradesidir aynı zamanda. İhtiyacımız olan şey bu iradeyi halklaştırmak, halkın iradesi haline getirmektir.

                                                        /././

Sözcü gazetesi emlakçılığa soyundu: 'Çayırhan'ı Amerikalılar satsın'

Çayırhan Termik Santrali ile lojman ve maden sahalarının satışıyla ABD Büyükelçilik binasının satışını kıyaslayan Sözcü gazetesi başlığıyla adeta emlakçılık yaptı.(https://haber.sol.org.tr/haber/sozcu-gazetesi-emlakciliga-soyundu-cayirhani-amerikalilar-satsin-396702)

                                                                               ***

Ukrayna Rusya'yla savaşını Suriye'ye de taşıdı: Cihatçılara 150 İHA, 20 operatör yardımı

Ukrayna'nın, Moskova'nın müttefiki Esad'a karşı HTŞ'ye ciddi miktarda İHA yardımı yaptığı ortaya çıktı. Kiev'in, Suriye'de sessiz kalan Moskova'yla savaşını Ortadoğu'ya da taşıdığı anlaşıldı.(https://haber.sol.org.tr/haber/ukrayna-rusyayla-savasini-suriyeye-de-tasidi-cihatcilara-150-iha-20-operator-yardimi-396704)

                                                              ***

Suriyeli patronlar HTŞ ile anlaştı, ülke yağmaya açılıyor

Suriye'deki en büyük patron örgütü Şam'ın düşmesinden bir gün sonra HTŞ liderliğindeki yeni yönetimle buluştu, "serbest piyasa" ve "küresel ekonomiyle bütünleşme" sözü aldı.(https://haber.sol.org.tr/haber/suriyeli-patronlar-hts-ile-anlasti-ulke-yagmaya-aciliyor-396706)

                                                                 ***

Trump’ın Türkiye’ye seçtiği büyükelçi: Körfez Arapları’nın ortağı, İsrail’in iş bitiricisi -Ogün Eratalay-

Sadık bir Trump destekçisi patron olan Barrack, Körfez ülkelerindeki yatırımları ve bu ülke liderleriyle samimiyetiyle tanınıyor.

20 Ocak 2025 tarihinde göreve başlayacak olan ABD Başkanı Donald Trump, dün yaptığı açıklamada ABD’nin Yunanistan ve Türkiye Büyükelçiliklerine getireceği isimleri açıkladı.

Buna göre eski Fox News sunucusu, adı Trump’ın oğluyla birlikte anılan ve Trump destekçisi Kimberly Guilfoyle Yunanistan’da görev yaparken, Ankara’daki büyükelçi Tom Barrack olacak.

Thomas Barrack kimdir?

Barrack ailesi 1900 yılında Lübnan’dan ABD’ye göçüyor. Kaliforniya’da 1947 yılında doğan Tom Barrack varlıklı bir ailenin oğlu. İyi bir eğitim alıyor, hukuk alanında doktora sahibi. Girdiği ilk iş, dönemin ABD Başkanı Richard Nixon’ın avukatlığını yapan Herbert Kalmbach’ın şirketinde oluyor. Bu kişi, Nixon döneminin sonunu hazırlayan Watergate Skandalı’na karıştığı için meslekten atılan birisi. Barrack, siyasette arka kapılardan iç çeviren bir şirkette çalışıyor ve öğreniyor. 

Arapça anadili olduğu için firmanın yatırımları olan Suudi Arabistan’a gidiyor. Bu dönemde Suudi prenslerle squash oynuyor, kaynaşıp yakınlaşıyor. Yeni arkadaşları sayesinde çevresi genişleyen ve geliri artan Barrack, bölgede iş yapan dev inşaat ve sondaj şirketi Fluor’da işe giriyor. 

İşleri o kadar iyi gidiyor ki, Kaliforniya’da ABD Başkanı Ronald Reagan’ın çiftliğinin yanındaki çiftliği alıyor, başkanın atları onun çiftliğinde tutuluyor. Barrack’ın ilk devlet görevi 1982 yılında İçişleri Bakanı James Watt’a bağlı müsteşar yardımcılığı oluyor. Önceden çalıştığı hukuk firmasında olduğu gibi burada da içişleri bakanından öğreniyor. Göreve geldikten yaklaşık iki yıl sonra istifa etmek zorunda kalan James Gaius Watt, kıyıların petrol ve doğalgaz aramalarına açılması, federal arazilerde kömür ve madencilik yapılması için özel şirketler lehine yaptığı uygulamalarla biliniyor. Ayrıca çevre ve şehir planlama alanlarında yaptığı usulsüzlüklerden yargılanıp ceza alıyor. Barrack da bu dönemde çevresini daha da genişletip, öğrendiklerini uyguluyor. Bağlı bulunduğu bakan görevden alınınca o da istifa edip emlakçılığa başlıyor. 

Emlakçılığa atılan adım ve Trump’la tanışma

1985 yılında Donald Trump ile tanışıyor ve New York Manhattan’daki ünlü Plaza Oteli’nde ortaklıkları başlıyor. 1990 yılında Colony Capital adlı emlak şirketini kuruyor. Bu dönemde servetine servet katıyor. Michael Jackson’ın ünlü Neverland çiftliğini, Fairmont Otel zincirini,  Bahamalar’daki Atlantis eğlence merkezini satın alıyor, Ortadoğu’da yatırım yapmayı ihmal etmiyor. 

Bölgeyle teması en yüksek düzeyde olan bir isim olduğu için özellikle Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki Otayba ailesiyle yakın temaslarını kullanıyor. Zengin petrol yatakları bulunan başkent Abu Dhabi’de ağırlığı olan Barrack, ABD şirketleri adına petrol arama ve çıkarma pazarlıkları yapıyor. Bölgede otel işletmeciliği de yapan Barrack, Raffles otel zincirindeki hisselerini BAE’ye satıyor.

Dünyanın sayılı zenginlerinden

Barrack yaklaşık olarak milyar dolar seviyesinde ölçülen serveti sayesinde ABD ve dünyanın önemli zenginlerinden. Yatırım olarak gördüğü her alana girmekten çekinmiyor. Kâh Trump’ın talimatıyla damadı Jared Kushner’i iflastan kurtarıyor, kâh Paris Saint Germain futbol kulübünün Katarlılara satılmasına aracılık ediyor. 

Barrack futbol üzerinden Katar Yatırım Ajansı ile kurduğu iyi ilişkileri eğlence sektöründe devam ettiriyor. Kendisi satın aldığı ünlü Miramax yapım şirketini dört katı fiyatına ülkemizden de tanıdığımız beIN Medya grubuna satıyor. Bu dönemde adı seks skandallarıyla anılan Harvey Weinstein’ın The Weinstein Company adlı şirketini iflastan kurtarmaya çalışsa da başarılı olamıyor. (Barrack’ın benzer bir suçlu olan Jeffrey Epstein ile de yakın dostluğu bulunduğunu ekleyelim.) Emlak alanında North Star şirketiyle ortaklık kurup şirketinin adını Colony NorthStar yapan Barrack, yatırımlarına devam ediyor.

Kirli kokular

Barrack’ın ABD ve Orta Doğu’daki devletlerin en tepelerdeki etkisinden ve kirli ilişkilerinden bahsetmiştik. Bunun dışında tüm servetine rağmen Cayman Adaları’nda yatırımları bulunduğunu ve 2017 yılında ifşa edilen Paradise Papers skandalında geçen offshore hesapları olduğunu ekleyelim. Barrack Kaliforniya Üniversitesi mütevelli heyetinde, aynı zamanda Fransız Accor Otel zinciri, San Francisco merkezli First Republic Bank, United ile birleşen Continental Airlines,  Kore merkezli Korea First Bank gibi pek çok grubun yönetim kurulunda. Uluslararası sınıfsal bağlantıları o kadar kuvvetli ki Fransız Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy tarafından verilmiş bir Légion d'honneur nişanı bile var.

Siyasetçi kimliği

Siyasetle yeniden ilgilenmeye Donald Trump’ın ilk başkanlığından önce kampanya döneminde başlar. Kampanya için 23 milyon dolar toplamasının dışında, kampanya sırasında başta Otayba ailesi olmak üzere Trump lehine girişimlerde bulunur. Trump başkan seçildikten sonra Körfez ülkelerindeki bağlantılarını daha etkili kullanmaya başlar. Trump döneminde Birleşik Arap Emirlikleri elçi olarak atanmasını istedikleri Steve Stockman’ı Barrack’a ilettiğini ancak bu kişinin hırsızlık ve zimmetine para geçirmek suçundan dolayı tutuklandığı için bozulduğunu ekleyelim. Ayrıca geçtiğimiz yıllarda Trump yönetimi lehine usulsüz şekilde Körfez ülkelerinden yatırım aldığı iddia edilmiş, Barrack ve ortağı Matthew Grimes yabancı bir devlet lehine lobi yapmak suçundan yargılanmıştır. İki gün hapiste kalan Barrack, 5 milyon dolar kefaletle serbest bırakılmış, sonrasında ulusal güvenliğe zarar vermediği tespit edilerek beraat etmiştir.

                                              15 Eylül 2020 tarihi, İbrahim Anlaşmaları imza töreni

Yeni dönem beklentisi

Trump tarafından Türkiye Büyükelçiliği göreve getirileceği ilan edilen Tom Barrack, yeni ABD Başkanı’nın 2020 yılında gerçekleştirdiği İbrahim Anlaşmaları sürecinin de bir parçasıydı. Trump yönetiminin geleneksel dışişleri aygıtının dışında ördüğü, doğrudan İsrail’in ekmeğine yağ süren ve bölgedeki müttefiklik ilişkilerini emperyalizm lehine tasarlamayı hedefleyen anlaşma 15 Eylül 2020’de Washington’da imzalanmıştı. Buna göre Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn, İsrail ile iki anlaşma imzalamış, anlaşma uyarınca bu iki ülke İsrail’in egemenliğini resmî olarak tanımış, diplomatik ilişkileri başlatmıştır. Anlaşmanın etkisiyle Sudan ve İsrail, Fas ve İsrail arasında ayrı anlaşmalar imzalanmış, İsrail’in Arap ülkeleri arasında tanınması sorunu büyük ölçüde aşılmıştı. Arap ülkelerinin İsrail’le ilişkilerini normalleştirmesi, gerilim durumunda olmayan ülkeler bile olsa anlaşmalar yapılması, emperyalizmin ve siyonizmin elini oldukça rahatlattı. 7 Ekim’de Gazzelilerin saldırısı, bu sürece de yanıttı.

                                            Trump'ın elçileri.

Barrack’a göre ‘Ortadoğu’da keyfekeder sınırlar’ çizildiğinden beri sorun var

X hesabını az ve genelde işle ilgili haberler için kullanan müstakbel Ankara Büyükelçisi, geçen yıl 29 Ekim’de, yani 7 Ekim saldırılarının ertesinde yaptığı bir paylaşımda, “1916 Sykes-Picot Anlaşması’nda Batılı güçler eski Levant bölgesine ellerinde kalem keyfekeder yeni sınırlar çizdiklerinden beri, Levant’taki aşiretlerin ve bayrak rejimlerinin birbirinden farklı kültürel ve ekonomik çıkarlarını yeniden düzenleyecek hiçbir barışçıl mekanizma olmadı” yorumu yapmıştı.

                                                             /././

Suriye halkına karşı işlenen suçlar -Ali Rıza Aydın-

Halka karşı işlenen suçların ve suçluların saptanması, yargılanması, cezalandırılması kapitalist/emperyalist uzlaşma arayışları içinde boşa düşürülemez. 

Emperyalizmin vekalet savaşçısı işgalci/cihatçı örgütleri aracılığıyla Suriye’de yönetimi düşürmesi bir ülkenin ve halkının başına gelebilecek en ağır sonuçları doğururken “Esat yenildi ve kaçtı, yeni yönetim kurulacak” basitliğinde ele alındıkça onbeş yıla yakın sürede yaşananlar, yaşatılanlar, suçlar ve suçlular perdeleniyor, unutturulmaya çalışılıyor. Bugün HTŞ ve öncülük yaptığı birçok örgütün geçmişleri, İhvan, El Kaide, El Nusra, IŞİD, ÖSO, SMO gibi örgütlerin kaynakları ve kılıf değişiklikleri, emperyalizm tarafından nasıl biçimlendirilip desteklendikleri unutturulmaya çalışılıyor. 

Siyasal, ekonomik, hukuksal ve toplumsal yönleriyle, emperyalist ve gerici desteklerle, işbirlikleriyle, savaş yöntemleriyle, ihanetleriyle, yıkım ve katliamlarıyla Suriye olayı “Suriye halkına karşı işlenen suçlar” yok sayılarak anlatılamaz.  

Konu Barış Derneği ve Adalet İçin Hukukçular tarafından 2013 yılında,   Barış Derneği ve Hukukta Sol Tavır Derneği tarafından 2016 yılında hazırlanan raporlarda ayrıntılı olarak işlendi, açık suç duyuruları yapıldı.  

Raporlarda da belirtildiği gibi vekalet savaşçılarıyla NATO, ABD, İngiltere, Suudi Arabistan, Katar, İsrail ve AKP iktidarı arasındaki ilişkiye dair pek çok delil söz konusu. Suçlar listesi hayli uzun. Öne çıkanlar şöyle:

İnsanlığa karşı işlenen suçlar (kasten öldürme ve yaralama, işkence, eziyet veya köleleştirme, kişi hürriyetinden yoksun kılma, cinsel saldırıda bulunma, çocukların cinsel istismarı, zorla hamile bırakma, zorla fuhuşa sevketme); savaş suçları, göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti; inanç, düşünce ve kanaat hürriyetinin kullanılmasını engelleme; ayrımcılık, ibadethanelere zarar verme, suçu ve suçluyu övme, halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama, devlete karşı savaşa tahrik, yabancı devlet aleyhine asker toplama,  tehlikeli maddelerin izinsiz olarak bulundurulması veya el değiştirmesi, görevi kötüye kullanma, akaryakıt ve tarihi eser kaçakçılığı…  

Raporlarda ayrıntılı olarak gösterilen, birbirlerinden doğan silahlı gruplar ve üyelerinden oluşan suçlular listesi de hayli uzun. Bu listeye azmettirici, destekçi, işbirlikçi, örgüt, devlet başkanı, başbakan, bakan gibi suç ortaklarını eklemek gerekiyor.

Suç ve suçlu denilince hukuk, soruşturma, konuşturma, iddianame, savunma, yargılama, karar, ceza, infaz devreye giriyor. 

Çözüm sorunu yaratanların aklına teslim edilince kimi zaman hukuksuz olarak, kimi zaman egemenlerin yararına hukuk yazarak çözüm bulunduğu algısı yaratılıyor. Egemenlerce anayasalar, yasalar, uluslararası anlaşmalar yoluyla hukuk alanında yaratılan “aldatıcı güven duygusu” sorunların üstünü perdelerken emekçi halkın çözüm için ortak akıl kullanmasının ve savaşımını sönümlendirmesinin, sömürücüleriyle uzlaşarak yaşamaya zorlanmasının zemini hazırlıyor.

Yargı da, ulusal mahkemeler, Anayasa Mahkemesi, Yüce Divan ve Uluslararası Ceza Mahkemesi olarak, sömürü hukukunun yorumlayıcısı olarak aynı zeminin parçası. Ancak yargı ayağı yalnızca sömürü ve işgal hukukuyla sınırlı biçimde devrede kalmıyor. Eş zamanlı olarak içerde sermaye egemenliğinde biçimlendirilmiş devletin ve devlet içinde siyasal iktidarın, dışarda emperyalist devletlerin ve NATO, Birleşmiş Milletler gibi uluslararası örgütlerin ekonomi ve politikalarını onaylayan, emekçileri denetim altında tutan işlev için biçimlendiriliyor.

Sömürenlerin söz ve karar sahibi olduğu, çarkların halklar için tersine döndürüldüğü kimi durumları ve sorunları ne hukuk ne de yargı çözebiliyor.    

Terör örgütlerini yaratarak besleyenler, birbirlerine düşürerek bölenler, silah başta olmak üzere her türlü desteği verenler, onları zaman zaman teröre karşı savaşta taraf olarak ilan edenler -kendilerince uygun zamanda- halkları, toprakları, varlıkları ve yönetimleri o örgütlere teslim ediyor. Silahlı çetelerle her türlü ilişkide olduğu gibi yönetim tesliminde de söz ve karar sahipleri halka ve hukuka gereksinim duymuyor.  

Ulusal/uluslararası sermaye ve siyasal iktidarları, halkları dinsel ve etnik yöntemleri kullanarak, kimlikler üzerinden parçalayarak, hedeflerine uyumluluk gösterenleri çoğaltarak sömürüsüne devam ediyor. 

Sahtelik dolu demokrasiye, genel oyu çalan seçimlere, işlevsizleştirilmiş parlamentolara, onaycı yargı organlarına, egemen sınıfın kılıfı hukuka dayanarak, işine gelmediğinde hukuksuzluğu meşrulaştırarak işgal edenler, yıkanlar, katledenler, sömürenler, halka ve insanlığa karşı suç işleyenler elbette yargılanacak, hesap verecek. 

Yıkılan yönetimin suçları dahil hiçbir gerekçeyle Suriye halkına karşı işlenen suçların üstü örtülemez. Halka karşı işlenen suçların ve suçluların saptanması, yargılanması, cezalandırılması kapitalist/emperyalist uzlaşma arayışları içinde boşa düşürülemez. 

İsrail’in devlet olarak Filistin’e, Lübnan’a, Suriye’ye ve diğer topraklara saldırarak yaptığı yıkım ve katliam da boşa düşürülemez.

Bugün emperyalistlerin, saldırgan ve işgalci İsrail’in, emperyalizmin cihatçı ve etnik örgütlerinden oluşan vekalet savaşçılarının, Suriye’de pazar alanı açıldı diye sevinen sermayenin, liberallerin, düzen içinde eriyip kalan muhalefetin, dincilerin, milliyetçilerin meşruymuş gibi gösterdikleri savaşlara, işgallere ve sömürüye şiddetle karşı çıkmak şart.

Yalnızca ulusal ve uluslararası pozitif hukukun yeterli gelmediği ya da engelleyici olarak kullanıldığı yerde değil, her an her yerde devrede olması gereken politik ve ideolojik örgütlenme ve sınıfsal savaşım. Bu düzen yıkılmadan kurtuluş gelmeyecek.

                                                                /././

Trump dönemine hazırlık: Gözü dönmüş İsrail fanatiği, Temsilciler Meclisi'ne komite başkanı seçildi

ABD'de İsrail yanlısı faşist Kongre üyesi Mast, Temsilciler Meclisi'nin Dış İlişkiler Komitesi'ne başkan seçildi. Mast, Filistinlileri Nazilerle kıyaslayabilecek kadar bir İsrail fanatiği.(https://haber.sol.org.tr/haber/trump-donemine-hazirlik-gozu-donmus-israil-fanatigi-temsilciler-meclisine-komite-baskani)


Birgün "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -12 Aralık 2024 -

Lisans başvurusunda haksız kazanç iddiaları: Enerjide geçici madde oyunu -Özgür Gürbüz-

Elektrik depolamalı rüzgâr ve güneş santrallarının lisans başvuru sürecinde EPDK’nin yaptığı değişiklikler haksız kazanç iddialarını da gündeme getirdi. Bu süreç sonunda ön lisans almış depolamalı enerji santrallarının yatırım bedeli ise yaklaşık 35 milyar dolar.

Enerji sektörüyle ilgili yolsuzluk iddiaları gündemde. Biz de 2022 yılında bir yönetmelik değişikliğiyle gündeme giren elektrik depolama tesislerinin, ön lisans başvurularında haksız kazanç sağlayacak değişiklikler yapıldığı yönündeki iddiaları mercek altına aldık. Dev bataryalardan oluşan elektrik depolama tesisleri rüzgâr ve güneş gibi kesintili elektrik üreten kaynakları desteklemek amacıyla kuruluyor. Fazla elektrik üretimi olduğunda bu tesislerde depolanıyor, güneş battığında veya rüzgâr azaldığında şebekeye bu bataryalardan elektrik veriliyor.

MÜSTAKİL DEPOLAMA SÜRPRİZİ

Türkiye, batarya teknolojisinin gelişmesiyle, sayıları giderek artan güneş ve rüzgâr santrallarını destekleyecek bu tesisleri kurmaya karar verdi. 9 Mayıs 2021 tarihinde, 31749 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Elektrik Piyasasında Depolama Faaliyetleri Yönetmeliği ile ilk adım atıldı. Bu işe hevesli yatırımcılar da depolamalı güneş (GES) ve rüzgâr (RES) santralları kurmak için ön lisans başvurularının açılmasını beklemeye başladı. Ancak bu sırada dikkatlerden kaçan bir başka düzenleme daha yapıldı. Aynı yönetmelikle müstakil elektrik depolama tesislerinin kurulmasına da izin verildi. Elektrik üretme hakkına sahip olmayan tedarik şirketlerine, isterlerse batarya kullanarak elektrik depolama ve satma olanağı sağlandı.

Müstakil depolama tesisleri, sektörün genelinde pek ilgi görmedi çünkü ucuzken elektriği alıp pahalıyken satsanız bile, batarya maliyetleri nedeniyle çok kârlı bir iş gibi görünmüyordu. Müstakil depolama yapacak şirketlerin elektrik üretimi gibi bir faaliyette bulunamayacağı da açıkça belirtilmişti. Buna rağmen, müstakil depolama kurmak için ciddi kapasitelere varan başvurular oldu. Ekonomik açıdan mantıklı bir hamle gibi görünmüyordu. Ta ki, 19 Kasım 2022’de duyurulan düzenlemeye kadar.

19 Kasım’da Resmi Gazete’de yayımlanan bu düzenlemeyle depolamalı GES ve RES için çevrimiçi başvuruların alınacağı duyuruldu. Gece yarısı haberin duyulmasıyla başvuru yapmak için tüm şirketler seferber oldu. EPDK çevrimiçi başvuru hep alıyordu ama bu defa belli bir tarih aralığı verilmedi, 'hızlı ve başvuru için gerekli belgeleri hazır olanlar' sahaları kapatıp avantaj sağladı. Daha ilginç olan ise Elektrik Piyasası Lisans Yönetmeliği’ne eklenen geçici 37 ve 38’inci maddelerle yapılan değişiklikler oldu.

SERMAYE VE TEMİNAT ŞARTI KALDIRILDI

38’inci madde, başvuru sürecinden önce şirketlerden talep edilen asgari sermaye ve teminat şartlarını 90 günlük süreye yaydı. “…asgari sermaye ve teminat sunulmasına ilişkin yükümlülükler başvuru aşamasında aranmaz” dendi. Böyle olunca, başvurduğu yatırımdan daha düşük öz sermayeye sahip şirketler bile, teminat mektubuna gerek duymadan depolamalı GES/RES santralları için başvuruda bulunabildi. EPDK daha önceleri ‘çantacı’ denen, yatırım yapmaktan çok lisans gibi hakları elde edip, üstüne kâr koyarak başkasına satan kişi ve kurumları engellemek için kullandıkları bu tedbirleri bu defa bürokrasiyi kolaylaştırdığını söyleyerek kaldırdı. Bu ‘kolaylık’ da bir fırsat doğurdu. Enerji sektörüyle ilgisi olan olmayan birçok firma ön lisans almak için başvurdu.  EPDK neden depolamalı santrallar için bu ön koşulları kaldırdı? Bu sorunun tatmin edici yanıtı yok. İlk haksız kazanç iddiası bu. Belli firmalara ya da çantacılara kolaylık sağlandığı iddia ediliyor.

İKİNCİ İDDİA İSE MÜSTAKİL DEPOLAMA HAKKI KAZANANLARLA İLGİLİ

Geçici 37’nci maddeyle, müstakil depolama tesisi kurması uygun bulunanlara özel bir hak tanınarak, üç ay içinde ön lisans başvurusunda bulunmaları halinde, bağlantı görüşlerinin geçerli kabul edilmesine ve GES/RES destekli üretim ve depolama tesisi kurmalarına izin verildi. Çok kârlı olmaması nedeniyle kimsenin ilgisini çekmeyen müstakil depolama tesisleri sahipleri, 19 Kasım sonrasındaki yarışa girmeden ön lisans alabilme şansı elde ettiği gibi, bağlantı görüşleri de olduğu için şirketlerini devrederek para kazanma fırsatını da yakaladılar. İmarsız bir araziye imar izni verilmesi gibi bir ‘piyango’dan bahsediyoruz. İşte ikinci haksız kazanç iddiası da bu.

10 MİLYAR DOLARLIK YATIRIMA ÖN LİSANS VERİLDİ

Kazanılan hakların talep fazlalığı nedeniyle lisans alamayan şirketlere megavat (MW) başına 20-50 bin USD doları arasında bir fiyatla satıldığı söyleniyor. Rakamların daha yüksek olduğunu söyleyenler de var. EPDK, 260 bin MW’lık 5968 başvuru alındığında yeni başvuru almayı da durdurdu. Dünyanın 2023 yılındaki kurulu batarya kapasitesinin 87 bin MW olduğunu hatırlatalım. Türkiye’de bunun üç katı başvuru oldu. Hâlihazırda değerlendirmesi bitip, ön lisans alan depolamalı tesislerin kurulu güç toplamı 32 bin 594 MW. Enerji Depolama Endüstrileri Derneği ön lisans alış bu kapasite için gereken batarya yatırımının 10 milyar doların üstünde olduğunu belirtiyor. Yanlarına kurulacak güneş ve rüzgâr tesislerini de hesaba katarsak, toplam yatırım miktarı yaklaşık 35 milyar dolarları bulabilir. Bu da bize pazarın büyüklüğü ve olası kârlar hakkında bir fikir veriyor.

EPDK bu iddiaların doğru olmadığını düşünüyorsa, çok basit birkaç açıklama yapıp, kamuoyunu rahatlatabilir.

1- EPDK, 19 Kasım 2022 öncesi müstakil depolama tesisi kurmak için başvuran ve hak kazanan şirketlerin tam listesini açıklasın. Belli bir şirket öne çıkıyor mu, bu şirketler bir duyumla mı kârlı olmayan bu işe girmişler, haksız rekabet yaratılmış mı anlamamıza yardımcı olsun.

2- EPDK, 19 Kasım sonrasındaki süreçte kaç şirketin el değiştirdiğini ve bu ticaretin kaç MW güce denk geldiğini de açıklasın. Şirket devri olduğunda yeni bilgilerin EPDK’ye verilmiş olması lazım. Böylece şartların kolaylaştırılmasıyla santral yapmaya hak kazananların ne kadarının bu işin ticaretini yaptığı belli olur.

İddia ve dedikoduların yerini gerçekler alır. Fena mı olur?

                                                      /././

ABD'li yetkiliden SDG mesajı: "Türkiye'nin saldırılarına müsamaha göstermeyeceğiz"

SMO'nun SGD'ye karşı saldırıları ABD'de endişeye yol açtı. Al Arabiya'ya konuşan ABD'li üst düzey bir yetkili, Türkiye destekli güçlerin SDG'ye saldırmalarına daha fazla müsamaha göstermeyeceklerini söyledi.(https://www.birgun.net/haber/abd-li-yetkiliden-sdg-mesaji-turkiye-nin-saldirilarina-musamaha-gostermeyecegiz-583230)

                                                                    ***
Suriye’de ikinci perde açıldı
Emperyalist müdahaleyle Esad yönetiminin devrilmesi sonrası güç mücadelesinin sürdüğü Suriye’de ABD, oyun kurmak için harekete geçti. Bölgede görüşme trafiği hız kazanırken Washington ile Suriye’de yönetimi ele geçiren HTŞ arasında ‘flörtleşme’ sürüyor. Suriye’de yeni döneme girilirken son günlerde Türkiye destekli Suriye Milli Ordusu (SMO) ile ABD destekli Suriye Demokratik Güçleri (SDG) arasındaki çatışmalar arttı. Münbiç, Kobani ve Rakka’da taraflar arasında şiddetli çatışmaların yaşandığı bildirildi. Esad’ın devrilmesinde başrolü oynayan Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) öncülüğündeki cihatçılar ise ülkenin doğusundaki petrol zengini Deyrizor’da kontrolü SDG’den aldı.(https://www.birgun.net/haber/suriyede-ikinci-perde-acildi-583178)
                                                            ***
Esad gitti diye Erdoğan kalır mı?-Yaşar Aydın-

Ankara’nın kendine alan açtığı denge durumu Suriye’de sona erdi. Bölge siyasetinde yaşanacak makas değişikliğinin içeri yansıması kaçınılmaz. İktidarın iç politikada güncelleme yaparken yeni düşmana ihtiyacı var.
Şam’da kutlamalar sürerken Hakan Fidan, DEM Partililere “Update’e (güncelleme) ihtiyacınız var” dedi. (Fotoğraf: AA)

Türkiye’deki İslamcılarla, onların eteklerinden bir türlü ayrılamayan liberallerin zafer çığlıkları İsrail’in Suriye’deki ilerleyişiyle bir nebze durdu. Nispi sessizlik ortamında yaşananları bir de Türkiye cephesinden değerlendirmekte fayda var.

Yandaş medyaya göre tüm oyunu Ankara kurdu ve Erdoğan da cihatçı zaferin gerçek mimarı durumunda. Ama HTŞ’nin açıklamalarının birinde bile Türkiye adı net şekilde geçmiyor. Dünya basınında HTŞ’ye destek veren ve üzerinde etkisi olan ülkeler sıralandığında Türkiye’nin ismi ABD, İngiltere, Fransa hatta Katar’dan bile sonra telaffuz ediliyor.

Öyleyse tüm bu toz bulutunun altında net bir soru soralım: Türkiye’nin en çok istediği senaryo mu gerçekleşti? Buna net şekilde evet demek çok zor. Çünkü tersini söyleyen çok fazla gelişme yaşandı

TÜRKİYE KAZANDI MI?

Bölgede IŞİD sonrası ana siyaset ABD, İsrail ekseni ile Rusya, İran ve Suriye hattı arasında oluşan denge üzerine kuruldu. Türkiye’de bu çatlaklarda kendine yaşam alanları buldu yer açtı. Bu denge siyasetini sadece Orta Doğu’da değil Ukrayna’dan Ermenistan’a kadar uzanan hatta hayata geçirmeye çalıştı.

İsrail’in Gazze’ye saldırısıyla başlayan süreç artık Orta Doğu’da durumun değişmeye başladığını göstermişti. Nitekim geçen hafta Esad’ın rejimin düşmesiyle sürecin başka bir evresine geçilmiş oldu.

Her şeyden önce Ankara’nın kendine alan açtığı denge durumu Orta Doğu’da son buldu. Kazanan aslında HTŞ’yle sınırlı değil. ABD ve İsrail (Batı hattı) bölgenin asıl kazananı durumunda.

Ankara bu yeni duruma adapte olmak durumda. Dengeden çok tarafını seçme tercihiyle baş başa kaldı.

Bu bağlamda Erdoğan’ın yaz ortası ortaya attığı “Esad’a çağrı, İsrail tehdidi ve iç cephe çağrısı” bugün yaşananlar ışığında bir daha değerlendirilmeye muhtaç. Erdoğan’ın çağrısından, HTŞ zaferinden çok (ABD-İsrail) var olan dengenin devamını tercih ettiğini söyleyebiliriz. Ama artık sahada başka bir durum var ve Ankara tarafını seçmek zorunda.

Hakan Fidan’ın itidalli açıklamalarına ve Bahçeli’nin çağrılarına bakınca Ankara’nın tarafını belli ettiğini söylememiz gerekiyor. Kaba çizgilerle tarif edilirse Türkiye’nin safı ABD ve İsrail’in yanında şekillenmeye başladı bile.

Tam burada Erdoğan’ın salı günü yaptığı konuşmada altını çizdiği “önümüzdeki 2-3 ay kritik” cümlesine dikkat çekmek gerekiyor. İşte bu iki ay Orta Doğu’da oluşan yeni duruma dair Türkiye’nin içinde bulunduğu bazı aktörlerin pozisyonunun netleşeceği aylar olacak.

İÇERİDE NE OLACAK?

Cumhur İttifakı’nın bölgede yaşanan gelişmelere Türkiye’nin orta ve uzun vadeli çıkarları üzerinden ya da Orta Doğu halklarının huzurunu esas alan bir bakışla yaklaştığını söylemek fazla saflık olur. Esas Orta Doğu’da yaşanan gelişmeleri bir tür iktidarını tahkim etmenin yolu yordamı olarak gördüğü çok açık. Sahada zafer kazanamazsa bile ülke içinde ittifak dengesini kendi lehine değiştirerek, muhalefeti dış politika üzerinden etkisiz kılma hesabı yapıyor.

Bahçeli’nin Öcalan çağrıları da hiç kuşkusuz bu durumdan bağımsız okunamaz. Türkiye içinde Kürt sorununun demokratik çözümüne dair hiçbir şey önermeden Orta Doğu’da yaşanan yeni duruma uygun iç diziliş hedefinde. İktidar cenahı DEM-Öcalan görüşmesinden sonra Kürt siyasetinin en azından Saray rejiminin karşısında bir pozisyon almayacağı varsayımıyla hareket ediyor. Minimum beklenti 2010 referandumu pozisyonuna çekilmesi.

Buna bir de sağ muhafazakar partilerin Suriye politikasına verdiği destek düşünülürse muhalefet cephesinde arzulanan gedik açılmış olacak.

BİR DÜŞMAN LAZIM

Cumhur İttifakı’nın en belirgin karakteri mutlaka bir düşmanla kavgaya tutuşma gerekliliğidir. Düşmanı yoksa bu ittifakın ayakta durma şansı yok. Orta Doğu’da yaşanacak olası makas değişikliklerin içeriye de yansıması kaçınılmaz olacak. Bu da düşman tanımı da farklılaşma ihtimalini yükseltiyor.

Bugün için en uygun aday -tüm normalleşme çabalarına rağmen- CHP gözüküyor. Kafası karışık olsa da Suriye politikası konusunda karşılarına aktif bir tutum almamışsa da CHP mutlaka hedef tahtasına konulacaktır. Suriye’deki yaşananlara “emperyalist müdahale” bile diyememiş olmasına rağmen bu durum değişmez. Nitekim kayyumlarla başlayan, iktidar cenahından gelen uyarılarla devam eden süreç bu durumu doğruluyor.

Diğer bir düşman da başta solcular olmak üzere bu rejimden hakkını isteyen herkes olacak. İktidara göre “Orta Doğu’da kartlar yeniden dizilirken, Türkiye önemli bir inisiyatif alma aşamasındayken” ses çıkaran herkes bölücü ve bozguncu tanımlanacaktır.

Son altı ayda yaşananlara bakıldığında Cumhur İttifakı’nın önümüzdeki döneme ilişkin kısa vadede (uzun vadeli program yapma şansları yok) yapmak istedikleri Orta Doğu’da ABD yanında kalmakla birlikte mümkün olduğu kadar karlı bir pozisyon elde etmek, bu gelişmelere bağlı olarak da içeride muhalefeti yeniden dizayn ederek kendi tarafını güçlendirmek.

ÇOK ENGEL VAR

Bu her şeyden önce Saray hesabı. Son bir hafta gösterdi ki Türkiye’nin Orta Doğu’da diğer büyük aktörler sahaya inince çok fazla ince hesap yapacak gücü yok. ABD-İsrail çizgisine uygun kendi durumunu güncellerken bu işten mümkün olduğunca zararsız çıkmanın yolunu bulma derdinde.

Muhalefetin içinde bulunduğu ruh hali düşünüldüğünde Saray rejiminin bu işten karlı çıkabileceği düşünülebilir. Ama Türkiye’de tüm geleceği partilere bağlamak büyük yanılgı olur. Bugün etkisi kalan muhalefet partilerinin tabanları dahil toplumsal kesimlerin çok önemli bölümü tüm yaşananlar baz alındığında Erdoğan’ın karşısında durmaya devam ediyor. Tüm bu tantanaya rağmen ikna edici bir noktaya gelmiş durumda değiller.

Yaklaşık 10 yıldır partiler değil toplumsal muhalefetin dizilişi siyasete yön tayin ediyor. Bugün de durum çok farklı değil.

Toplum içerisinde ABD-İsrail çizgisinin Orta Doğu’daki egemenliğine ve Türkiye’ye biçtiği rolü reddeden bir çizginin karşılığı hala çok yüksek.

Emperyalizme, BOP’a, içeride otoriterleşmeye, yoksulluk ve sefalet düzenine yüksek sesle gerçekleşecek itiraz, ortalığı kaplayan boş gürültüyü çok çabuk bastıracak güce sahip.

∗∗

YENİ ANAYASA MASAYA GELİR

İçeride yeni dizilişin olağan bir sonucu da Erdoğan'ın uzun süredir gündeme getirdiği yani bir anayasa tartışması. Bütçe görüşmeleri sırasında söz alan genel başkanların konuşmaları üzerinden yapılacak bir değerlendirmede DEM ve muhafazakar sağ partilerin bu fikre çok uzak olmadı söylenebilir. Anayasa tartışmasının yeni siyasal dizilişe etki yapmaması da mümkün değil.

                                                            /././

TIMMS Raporu ile yaratılan algı ve gerçek -Feray Aytekin Aydoğan-

Eğitimde yaratılan yıkım öylesine büyük bir boyuta ulaşmış durumdaki TIMMS Raporu, iktidar tarafından algı kampanyasının aracı haline getiriliyor. Ancak bu ‘başarı’ öyküsünün ardında, eğitimdeki çöküş yatıyor.

Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) günlerdir Uluslararası Matematik ve Fen Eğilimleri Araştırması (TIMMS) 2023 sonuçlarını eğitimde büyük başarı diye paylaşıyor.

Kabine toplantısı sonrası Erdoğan’ın “TIMMS sonuçlarında 4’üncü ve 8’inci sınıflarda ülkemizin başarı grafiği sürekli yükseliyor. 2023 yılı oranları bunu bir kez daha ortaya koymuştur. Eğitim modelimiz sürekli gelişiyor. Ve bu iyileşme inşallah hızlanacaktır” cümleleri önümüzdeki dönemde TIMMS sonuçlarının bir başarı hikâyesi olarak sürekli karşımıza çıkarılacağını gösteriyor.

Eğitimde yaratılan yıkım öylesine büyük bir boyuta ulaşmış durumda ki TIMMS bir algı kampanyasının aracı haline getiriliyor. Algı, siyasi iktidar için 22 yıldır kesintisiz sürdürülen bir yönetim biçimi. Hakikatin üzerini örtmek için en kullanışlı araç.

Peki, TIMMS 2023 raporundaki gerçek ne?

TIMSS, dünya genelinde 4 ve 8’inci sınıf düzeyindeki öğrencilerin matematik ve fen bilimleri alanlarında kazandıkları bilgi ve becerileri dört yıllık periyotlarla uluslararası düzeyde değerlendirmeyi amaçlıyor. Türkiye ise 2019‘dan itibaren 4’üncü sınıf uygulamasına 5’inci sınıf düzeyinde katılıyor. 5’inci sınıftaki öğrencilerimiz diğer ülkelerin 4’üncü sınıf öğrencileri ile yarıştırılıyor.

GERÇEĞİN ÜZERİ ÖRTÜLDÜ

TIMSS 2023 uygulamasının 68 ilde yapılması planlanmasına rağmen salgın ve depremle birlikte yıkımı, yoksulluğu, eşitsizliği en ağır boyutu ile yaşayan öğrencilerin bulunduğu Maraş merkezli depremin yaşandığı 9 ilde (Adıyaman, Diyarbakır, Gaziantep, Hatay, Maraş, Kilis, Malatya, Osmaniye ve Urfa) örnekleme seçilen okullarda TIMSS 2023 uygulaması yapılmamıştır. Akademik başarının düşmemesi için deprem bölgesindeki öğrencilerin yaşadığı gerçeğin üzeri örtülmüş, deprem bölgesindeki çocuklar bir kez daha yok sayılmıştır. Rutin yönetim biçimi devam ettirilmiştir. Gerçek, şeffaf bilgi yoksa sorun da yok.

Rapordaki diğer bir gerçek te ülkemizde sınava katılan öğrencilerin sosyoekonomik düzeylerinin TIMMS’e katılan diğer ülkelerdeki çocuklardan daha yüksek olması. Tayvan ve Singapur’dan sonra Türkiye sosyoekonomik düzeyi en yüksek olan öğrencilerin seçildiği ülkeler sıralamasında 59 ülke arasında 3’üncü sırada.

TIMSS 2023 araştırmasında 5’inci sınıf düzeyinde sosyoekonomik durum göstergesi indeksi; velilere yöneltilen “evdeki kitap sayısı”, “evdeki çocuk kitaplarının sayısı”, “ailenin eğitim düzeyi” ve “ailenin mesleği” sorularına verilen cevaplardan oluşturulmuştur.

TIMMS 2023 raporunda çocukların akademik başarılarında temel belirleyicinin ailelerin sosyoekonomik düzeyi olduğu karşımıza çıkıyor. Ülkemizde TIMSS 2023 araştırmasına katılan 5’inci sınıf öğrencilerinin yüzde 73’ünün aileleri orta ve yüksek sosyoekonomik düzeye sahip. Matematikte düşük ekonomik düzeyde olan ebeveynlerin çocuklarının akademik başarı puanı 501 iken yüksek ekonomik düzeyde olan ebeveynlerin çocuklarının akademik başarı puanı 616’dır. Fende ise sırasıyla 529 ve 621.

SOSYO-EKONOMİK ETKİ

TIMSS 2023 uygulamasına katılan 8’inci sınıf öğrencilerinin “evdeki eğitim kaynakları” ölçeğinde üç kaynakla (evdeki kitap sayısı, ebeveynlerden herhangi birinin en yüksek eğitim seviyesi ve evdeki çalışma desteği sayısı, internet veya ayrı bir odaya sahip olma) ilgili sundukları verilere göre ailelerin sosyoekonomik düzeyinin akademik başarıya etkisi ölçülüyor. Ailelerin sosyoekonomik durumu ile öğrencilerin matematik, fen başarısı arasında güçlü bir ilişki var. TIMMS 2023’e katılan 8’inci sınıf öğrencilerinin velileri için sosyoekonomik düzeyin yüksekliği oranı yüzde 69. TIMSS 2019 Türkiye sonuçlarına kıyasla, evdeki eğitim kaynaklarını “çok” olarak belirten öğrenci oranı ise yüzde 18 oranında artırılmış.

TIMMS 2023’te okul öncesi eğitim alan 5’inci sınıf öğrencilerinin oranı ise yüzde 82. 2019’a kıyasla okul öncesi eğitim alan çocukların oranı yüzde 10 artırılmış.

Bir diğer gerçek ise TIMMS’e ülkemizden katılan öğrencilerin okulları ile ilgili. Eğitimin paralılaştırılması ile özel okullarla kamu okulları arasında, kamu okullarının kendi arasında eşitsizlik, uçurum her geçen yıl daha da artıyor. TIMSS 2023’te 5’inci sınıf öğrencilerinin okullarının yüzde 55’i, 8’inci sınıf öğrencilerin yüzde 59’u yüksek ve çok yüksek düzeyde akademik başarıya sahip okullar. 2019’a göre 8’inci sınıflarda akademik başarısı yüksek ve çok yüksek olan okulların oranı sırasıyla yüzde 8 ve yüzde 7 artırılmış.

PISA 2022 raporu ise gerçek tablonun en açık kanıtı idi. Fen liseleri ile mesleki eğitim kurumları arasındaki akademik yıl farkı 10, imam hatip liseleri ile arasındaki fark ise 8. Kamusal, laik eğitimin tahribatı sonucu öyle bir eğitim sistemi yaratıldı ki eşitsizlik devasa bir boyuta ulaştı.

Biz öğretmenler ise hakikati yaşayanlarız. Yaratılmaya çalışılan hiçbir algı senaryosu yaşanılan gerçeğin üzerini örtemez.

                                                            /././

Asgari yaşamak -Gözde Bedeloğlu-

DİSK/Birleşik Metal-İş Sınıf Araştırmaları Merkezi (BİSAM) tarafından hazırlanan Kasım 2024 dönemine ait “Açlık ve Yoksulluk Sınırı Araştırması” 10 Aralık 2024 tarihinde yayımlandı. Rapor, ekonomik sorunların bugün daha da derinleştiğini gösteriyor. Buna göre, dört kişilik bir ailenin sağlıklı ve dengeli beslenebilmesi için aylık yapması gereken gıda harcama tutarı 20 bin 967 lira. Eğitim, sağlık, barınma, ısınma, ulaşım gibi diğer temel giderler ile birlikte bir ailenin yapması gereken minimum harcama tutarı da 72 bin 524 liraya ulaşıyor. Tek başına yaşayan bir kişi için yoksulluk sınırı 33.807 lira olarak tespit edilmiş. Asgari ücret 2024 sonu itibarıyla 17 bin 2 lira ve yıl boyu ara zam yapılmadı. Dolayısıyla, enflasyon karşısında hızla eriyen asgari ücretin 2025 yılı artışıyla ilgili beklenti de yüksek. Bugün, iktidarın ekonomiyi yönetemeyişiyle ortalama ücret haline gelen asgari ücret ile ilgili tartışmalar, ülkede milyonlarca insanın hayatını doğrudan etkileyen en önemli konulardan biri. “Her işçi, her emekçi, alın teri döken her insan kutsaldır” demişti Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan. Bu nasıl bir ‘kutsaldır’ ki, emekçi yoksullukta birleşip açlık sınırında dolanıyor; sendikal hakları engellenip her an işsiz kalma endişesi taşıyor.

***

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Gaziantep’te düzenlenen bir programda gençlerle buluştu. Üniversite öğrencilerine verilecek burs miktarının 2025 yılı itibarıyla 2 bin liradan 3 bin liraya yükseltileceğini ‘müjdeledi. Gençlere, “Nasıl, 3 bin lira iyi mi?” diye sordu. İstanbul Planlama Ajansı’nın 2024/25 Öğrenci Yaşam Maliyeti Araştırması’na göre özel yurtta kalan bir üniversite öğrencisinin yaşam maliyeti bir sene içerisinde %57,17 oranında artış göstererek aylık 22 bin 920 liraya yükselmiş. Üç kişilik bir evde kalan bir öğrencinin aylık maliyeti bir yıl içerisinde %49,59’luk artışla 12 bin 535 liradan asgari ücretin de üstüne çıkarak 18 bin 750 liraya yükselmiş. En yüksek artış kültür sanat ve kırtasiyede gözlenirken en düşük artış ulaşım ve teknoloji harcamalarında gözlenmiş. Türkiye’de üniversite öğrencilerinin büyük bir bölümü yoksulluk sınırında yaşayan ailelerinden maddi destek almak zorunda. Kısıtlı bütçe nedeniyle devletten burs ve kredi almakta zorlanan öğrenciler yarı ya da tam zamanlı işlerde çalışmak zorunda kalıyor ki bu da derslerde başarısızlığa neden oluyor. Anayasal hakları gereği gösteri yürüyüşüne katılan gençlerin bursları da çarçabuk kesiliyor. Öğrenciler aylık gelirlerini en çok barınma, yiyecek ve okul masrafları için harcıyor. YÖK verilerine göre son beş yılda, ekonomik yükü kaldıramayan iki milyon öğrenci okuduğu üniversiteyi bırakmış. “Nasıl, 3 bin lira iyi mi?

***

Aralık, para ayı. 2025 yılı bütçe kanun teklifi Meclis Genel Kurulu’nda görüşülmeye başlandı. Altı bakanlığı, (İçişleri, Dışişleri, Enerji ve Tabii Kaynaklar, Kültür ve Turizm, Sanayi ve Teknoloji ile Ticaret Bakanlıkları) geride bırakan Diyanet İşleri Başkanlığı bu yıl da bütçesiyle göz dolduruyor. 2024’te 91 milyar 824 milyon lira olan bütçe, 2025’te 130 milyar 119 milyona yükseldi. Başkanlık tarafından düzenlenen yemekte Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş ile konuşan Nagehan Alçı’nın aktardığına göre bütçenin yüzde 95’i personel gideri, yüzde 5-6’lık bir pay da hizmet için kullanılacakmış. Erbaş’ın dediğine göre personel de fazla değil aksine eksikmiş, çünkü Türkiye’de 16 bin civarında imamsız cami varmış. Cami sayısının nüfusa olan oranını merak edip de soran olmamıştır diye tahmin ediyorum. Öğrencilere kaynak olmadığı gerekçesiyle bir öğün okul yemeği vermeyen hükümet, dev bütçeli Diyanet’i tasarruf tedbirlerinin dışında tutmuş. Üstelik, zırhlı makam aracı tartışma yaratan eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’den kalan Mercedes’i kullanan Ali Erbaş’ın gönlü kırgın, söylediklerinden öyle anlıyoruz. “Bir Audi’yi Diyanet İşleri Başkanı’na çok gördüler” demiş, incinmiş.

***

Hakkının kendine çok görüldüğünü söyleyen sadece Erbaş değil; “Bize haklarımızı çok gördüler” diyen bir de Polonez işçileri var. Aylardır grevdeler. Fabrikadaki ağır çalışma koşulları ve düşük ücrete karşı Tek Gıda-İş Sendikası’nda örgütlenen 146 işçi işten çıkarıldı. Türkiye’nin sabit maaşı, yani asgari ücret karşılığında çalışan işçiler ağır koşullarının yanında insan onuruna yakışmayan ceza ve hakaretlere de maruz kaldıklarını söylüyor. Hırsızlık suçlamasını içeren kod 46 ile işten çıkarılan emekçiler bu yüz kızartan suç isnadını elbette şiddetle reddediyor. Sendikal haklarının kabul edilmesini isteyen işçiler, “bize bunu çok gördüler” diyerek isyan ediyor. Seslerini duyurmak için Ankara’ya yürümek istiyor ama engelleniyorlar. Çatalca Adliyesi önünde kefen giyip açlık grevine başladılar. Soğuğun ve açlığın etkisiyle aralarından rahatsızlanıp hastaneye kaldırılanlar oldu. Bir yanda, ülkede bunca sefalet ve haksızlık varken “bir Audi’yi bana çok gördüler” diye sızlanan dev bütçeli Diyanet’in başkanı Ali Erbaş; diğer tarafta insanca ve onurlu bir yaşam için “bize haklarımızı çok gördüler” diye isyan eden Polonez işçileri… Çatalca Müftüsünün “Böyle hak aranmaz” diyerek akıl vermeye kalktığı, ilçe emniyet müdürünün “Ben size gözaltı yapıp adli işlem yaparsam çocuğunuz zekiyse bile bir işe giremez” diyerek tehdit ettiği işçiler artık üzerlerinde kefenle oturuyor. Emekçiye yaşamak çok görülüyor.

                                                                  /././

Diyanet’ten bir taşla iki kuş -Mustafa Bildircin-

Diyanet, “Benim Güzel Kelimelerim” ve “Peygamber Hikâyeleri” isimli çocuk kitaplarının basım ihalesini, ihalede rakipsiz olan İhlas’a 2 milyon TL’ye verdi.

Türkiye’de giderek derinleşen ekonomik krizin gölgesinde yoksulluk ile boğuşan yurttaşın vergileri ile oluşturulan dev bütçesiyle tartışılan Diyanet İşleri Başkanlığı, fahiş matbaa harcamalarına yenisini ekledi. Okulöncesi eğitimde ağırlığını artıran ve çocuklara yönelik faaliyetlerini yoğunlaştıran başkanlık, milyonlarca lira harcayarak iki yeni çocuk kitabı bastırdı.

Diyanet İşleri Başkanlığı, “Benim Güzel Kelimelerim” ve “Peygamber Hikâyeleri” isimli kitapların basımı için 13 Kasım 2024 tarihinde ihale düzenledi. Diyanet İşleri Başkanlığı Döner Sermaye Daire Başkanlığı koordinesinde düzenlenen ihaleye iki şirket teklif sundu. Tekliflerden birini geçersiz sayan ihale komisyonu, geçerli teklif sayısını bire düşürdü.

SÖZLEŞME 2 MİLYON TL’LİK

Teklifleri değerlendiren ihale komisyonu, ihaledeki tek geçerli teklifin sahibi İhlas Gazetecilik Anonim Şirketi ile anlaşılması yönünde karar açıkladı. Komisyonun kararının ardından Diyanet İşleri Başkanlığı ile İhlas Gazetecilik Anonim Şirket arasında 2 milyon 20 bin TL’lik sözleşme imzalandı.

İHLAS’A 167,2 MİLYON TL

Çocuklar için yazılan Benim Güzel Kelimelerim ve Peygamber Hikâyeleri isimli kitapların basımı için Diyanet ile 2 milyon 20 bin TL’lik anlaşma yapan İhlas’ın başkanlıktan aldığı ihalelerin toplam tutarı ise 167 milyon 271 bin TL’ye ulaştı. Şirketin Diyanet’ten toplam 13 ihale aldığı belirtildi.

∗∗

REKOR MATBAA HARCAMASI

2025 yılında satışa çıkaracağı dergilerin basımı için on milyonlarca lira harcama yapan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 2024 yılındaki matbaa harcaması da dudak uçuklatıyor. Başkanlığın 2024 yılında yaptığı matbaa harcamaları 243  milyon TL ile ifade ediliyor.            ***

Kamu vakfı naylon faturalarla soyulmuş -İsmail Arı-

Vergi müfettişlerinin, kamu vakfı olarak kurulan ve 66 ülkede faaliyet gösteren Yunus Emre Vakfı hakkında soruşturma yürüttüğü ortaya çıktı. Tabela şirketlerden alınan sahte faturalarla vakfın kasasının boşaltıldığı öğrenildi.

                   Yunus Emre Vakfı’nın Mütevelli Heyeti Bakan Ersoy başkanlığında toplanıyor. (Fotoğraf: AA)

Türkiye'nin tarihini, dilini, kültürünü ve medeniyet anlayışını uluslararası alana aktarılmasını sağlamak amacıyla kamu vakfı olarak kurulan Yunus Emre Vakfı ile alakalı bir vergi kaçakçılığı soruşturmasının yürütüldüğü ortaya çıktı.

Hazine ve Maliye Bakanlığı’na bağlı vergi müfettişleri, Yunus Emre Vakfı’nı incelemeye aldı. Müfettişler, sahte fatura kesen, ticari faaliyeti bulunmayan tabela şirketler ile Yunus Emre Vakfı’nın bağlantısı olduğunu belirledi. 26 Temmuz 2024 tarihinde Yunus Emre Vakfı’na yazı gönderen vergi müfettişi, vakıftan faturalarla ilgili belge ve açıklama talep etti.

ÇOK SAYIDA FATURA KESİLDİ

Vergi müfettişlerinin vakıftan açıklama istediği faturalarla ilgili tespitleri şöyle:

• FATURALAR SAHTE: Rematek İnşaat Şirketi’nin 2022 ve 2023 yıllarında gerçek anlamda ticari bir faaliyetinin bulunmadığı, düzenlediği tüm faturaların sahte belge niteliğinde olduğu belirlendi. Bu şirket 2022 ve 2023 yıllarında Yunus Emre Vakfı’na çok sayıda fatura kesti. Kurumunuz adına düzenlenen fatura asıllarının, bu faturalara ilişkin ödeme belgelerinin (dekont, çek, senet vb.) ve ilgili yıllar yevmiye defterlerinin ibraz edilmesi gerekmektedir. Yine bahsi geçen firmadan yapılan fatura içeriği alışların ne şekilde alındığı, kiminle muhatap olunduğu, nerde kullanıldığı gibi hususlar hakkında bilgi verilmesini talep ediyoruz.

• MAL YA DA HİZMET YOK: Çelikkaya Organizasyon İnşaat isimli şirketin kuruluş tarihinden itibaren düzenlediği faturaların tamamının herhangi bir mal teslimi ve/veya hizmet ifasına dayanmayan, komisyon karşılığı düzenlenmiş sahte faturalar olduğu tespit edildi. Şirketin 2021 ve 2022 yıllarında kurumunuz adına düzenlenen fatura asıllarının, bu faturalara ilişkin ödeme belgelerini ibraz edip  bilgi veriniz.

• TİCARİ FAALİYETİ YOK: Vergi mükellefi Ali Fide’nin 05 Ocak 2021 ile 31 Aralık 2021 tarihleri arasında herhangi bir ticari faaliyetinin olmadığı, 2021 yılında sahte belge düzenleme faaliyeti ile iştigal ettiği herhangi bir gerçek faaliyetinin olmadığı bu nedenle bu tarihlerde ya da sonrasında düzenlediği tespit edilen tüm faturaların gerçek bir mal teslimi veya hizmet ifasına dayanmayan sahte belgeler mahiyetinde olduğu belirlendi. Ali Fide tarafından 2021 yılında kurumunuz adına düzenlenen fatura asıllarını, bu faturalara ilişkin ödeme belgelerini gönderin.

• KOMİSYON KARŞILIĞI: Peçenekler Demir şirketinin 2021 hesap döneminde gerçek bir faaliyetinin olmadığı, işe başlama tarihinden itibaren düzenlediği belgelerin tamamının gerçek bir mal teslimi ve hizmet ifasına dayanmayan, komisyon karşılığı düzenlenen sahte belgeler olduğu ve bu belgelere rastlanılması halinde sahte belge olarak dikkate alınması gerektiği tespit edildi.2021 yılında kurumunuz adına düzenlenen fatura asıllarının, bu faturalara ilişkin ödeme belgeleri tarafımıza iletin.

• SAHTE BELGELER: Evrim Cnc Makina şirketi tarafından 24 Eylül 2021 tarihinden itibaren düzenlenen belgelerin sahte belgeler olduğu belirlendi. Şirketi tarafından 2021 yılında kurumunuz adına düzenlenen fatura asıllarının, bu faturalara ilişkin ödeme belgeleri ile detayları bildirin.”

TURİZM BAKANI YÖNETİYOR

66 ülkede ve 88 noktada faaliyet gösteren Yunus Emre Vakfı’nın Mütevelli Heyeti Başkanlığını Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy yapıyor. Heyetin üyeleri arasında Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı Serdar Çam, Dışişleri Bakan Yardımcısı Nuh Yılmaz, Millî Eğitim Bakan Yardımcısı Ömer Faruk Yelkenci, Hazine ve Maliye Bakan Yardımcısı İsmail İlhan Hatipoğlu, Türkiye Maarif Vakfı Başkanı Birol Akgün ile birçok rektör ve bürokrat yer alıyor.

                                                                  ***

(Birgün)


Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -22 Haziran 2025-

  Fatih Altaylı’nın tartışılan videosundaki 1,5 dakika ayrıntısı -Eray Özer- Aldığımız bir bilgiye göre Altaylı’nın pazartesi günü hakim kar...